Tiryaki Board

Full Version: 4 Mezhep Ve Dört Büyük Müctehid
You're currently viewing a stripped down version of our content. View the full version with proper formatting.


4 Mezhep Ve Dört Büyük Müctehid


İslâm Hukuku ilminin özel adı olan “Fıkıh” lügatte bilmek, anlamak, şuurlu olarak idrak etmek, bir şeyin künhüne vâkıf olmak, kapalı bir şeyin hakikatine nüfuz edebilmek, kendisine hüküm taalluk eden gizli bir mânâyı kavrayabilmek gibi anlamları ifade eder.

Fıkıh’ın ıstılahtaki anlamı ise: “İnsanın amel yönünden lehine ve aleyhine olan şer’î hükümleri bilmesi” demektir. Diğer bir tarife göre de: “Uygulamaya, yani ibâdet, kulluk ve muamelâta ilişkin şer’î hükümleri ayrıntılı delilleriyle bilmek”ten ibarettir. İşte bu hükümleri böylece bilen kişiye de “Fakın” adı verilir.

Öyleyse “Fıkıh İlmi”, amellere ilişkin şer’î hükümleri ayrıntılı delilleriyle bildiren ilimdir. Tarifinden de anlaşılacağı üzere bu ilim, dinî, siyâsî ve medenî hayatın bütün hususlarını en geniş bir biçimde içine almakta olup, hem ibâdetlerde, hem de aile, miras, emval ve ukûd gibi sosyal hayat münâsebetleri gereği olan bütün uygulamalarda (muamelât) yapılacak veya sakınılacak cihetlere dâir hükümleri içerir. Bundan başka ceza hükümleriyle muhakeme usullerine ve nihayet devletin idaresi ve teşkilâtıyla, savaş hukukuna taallûk eden hükümler de fıkhın kapsamı içindedir.

Bütün bu konulardaki şer’î hükümlerin çıkarılması için elimizde dört asıl kaynak vardır. Çıkarılacak bütün kazâî hükümlerin, şer’an muteber olabilmeleri için, mutlaka bunlara dayanmaları gerekir. Fıkıh usûlünün prensiplerini teşkil eden bu dört asıl kaynak şunlardır:

1- Kitâb

2- Sünnet

3- Kıyâs

4- İcmâ

Buradaki “Kitâb”tan kasıt, son peygamber Hz.Muhammed (s.a.s.) e Allahü Teâlâ tarafından Cebrail vâsıtasıyle vahyedilmiş olan Kur’an-i Kerim’dir.

“Sünnet”, Rasûlü Ekrem (s.a.s.) efendimizin söz, davranış ve uygulamalarının toplamını ifade eder.

“Kıyâs”, bir şeyde sabit olan hükmün benzerini, o hükmün içtihadı sebebini taşıması cihetiyle, diğer bir şeyde de bir rey ve ictihad neticesi olarak ortaya koymaktır.

“İcmâ” ise, bir asırda bulunan İslâm müctehidlerinin şer’î bir hüküm üzerinde ittifak etmeleridir. Bir aklî hüküm veya bilinmesi yalnız sarih nakle dayalı olan şeyler hakkındaki ittifaka icmâ adı verilmez. Âlemin sonradan yaratılmış olmasına, kıyametin vukuuna ait ittifaklar gibi. Çünkü bunlar zaten Kur’an’da açıkça belirtilmektedir. Aynı zamanda avamın bir konu hakkındaki ittifakları da icmâ sayılmaz.

Şer’î hükümlerin ilk tebliğcisi şüphesiz ki Rasûlü Ekrem (s.a.s.) dir. O, îlâhî vahye mazhar seçkin bir insan olması dolayısıyle bütün dinî hükümlere tam anlamıyla vâkıftı. Onun ulvî huzurundan feyz alan ashab-ı güzin de şer’î delillerin ve hükümlerin bütün inceliklerini biliyorlardı. Çünkü ortaya çıkan her türlü meseleyi kendisine soruyor ve cevabını da en tatmin edici bir şekilde alıyorlardı. Ashab-ı Kiram’a yetişip “tabiîn” unvanını alan birçok büyük insan da, Peygamber efendimize yakın bir zamanda dünyaya gelmiş olduklarından İslâm’ın bütün hükümlerine mükemmel bir şekilde âşinâ bulunuyorlardı.

Tabiînin son zamanlarına doğru İslâm dünyası genişlemeye başlamış, çeşitli ırklara mensup birçok kavimler İslâmiyetle şereflenmişlerdi. İslâm topraklarının genişlemesi, müslümanların çoğalması ve zamanın ilerlemesiyle sosyal hadiseler günden güne artıyor, çeşitli cereyanlar ortaya çıkıyor ve birçok meseleler çözüme ve açıklamaya muhtaç bulunuyordu. İşte bu durum karşısında İslâm bilginlerinin olağanüstü derecedeki çalışmaları başladı, birçok ilimler tedvin edildi. İlk olarak hadîs, fıkıh ve usûl-i fıkıh ilimleri metodlu bir şekilde kurularak bu konuda her biri kendine has özellikler taşıyan ve birer hukuk okulu olan fıkhî mezhebler ortaya çıktı.

“Mezheb” kelimesi lügatte, gidilecek yol veya yer anlamına gelir. Istılahta ise “İmamların seçtikleri meslek, yol ve sistem”, demektir. Elinizdeki kitabın konusuyla ilgili olan fıkhî mezhebler tebe-i tabiîn devrinden itibaren ortaya çıkmışlardır. Hanefi, Şafiî, Hanbelî ve Malikî mezhebleri ise bunlar arasında en yaygın ve bağlıları en fazla olan mezheblerdir. Okuyucunun bu dört mezheb hakkında fikri olsun diye bu mezheb ve onların İmamları hakkında genel bilgiler verildi.


İMAM AZAM EBÛ HANÎFE



Asıl adı Numan b. Sabit olan ve İmam Azam lakabıyla tanınan Ebû Hanîfe, Hicrî 80 (Milâdî 699) yılında Kûfe’de doğdu. Önce burada Kur’an’ı hıfzetti. Arapçanın o zaman henüz kurulmakta olan sarf ve nahvi ile şiir ve edebiyatını öğrendi. Kûfe, Basra ve bütün Irak’ın en büyük üstadlarından hadîs ve fıkıh dersleri aldı. O zamanlar Küfe ve Basra’da çok ilerlemiş olan cedel ile İslâm’ın dinî felsefesi olan kelâm’ı öğrendi. Kaynaklar onun mantıkta ve hazır cevaplılıkta doğuştan üstün bir yeteneğe sahip olduğunu belirtmektedir. Kûfe’nin en ileri gelen İmamlarından Ebû Amr Âmir Şa’bî ile yakın münasebeti vardı. Hatta ilim yoluna girişinde bu zatın büyük etkisi olduğu anlaşılıyor. Yine kaynaklara göre, 16 yaşındayken babasıyla birlikte Hicaz’da bulunmuş ve 714 yılında, Mekke’de, Kabe’nin hareminde râvilerin ders halkalarında hadîsler dinlemiştir. Ebû Hanîfe bu seyahatinde Ata b. Ebî Rebah ve Nâfi gibi tabiînden bazıları ile temas etmiş ve onlardan da hadisler dinlemiştir. Ayrıca onun Irak’ta iken tabiînden 93 zat ile görüştüğü rivayet edilmektedir ki, bu durum Ebû Hanîfe’nin tabiînin küçüklerinden ve tebe-i tabiînin büyüklerinden olduğunu göstermektedir.

Ebû Hanîfe, bütün bu tahsili sırasında, bir yandan da ticâret hayatına girmiş bulunuyordu. Bu âlim-tüccarın, Hind, İran ve Arap Yarımadasının ticaret yollarının birleştiği ve aynı zamanda kelâmî münâkaşaların kaynaştığı Basra’ya 20 defadan fazla gidip geldiği söylenir. Artık olgunlaşmış bir genç olan Ebû Hanîfe, Basra’da ticâret işlerini yürütürken buradaki çeşitli ilmî ve fikrî gruplarla da temasa geçmişti. Bunlar arasında Haricîler, Şia, Kaderiye ve Dehriye mezheblerinin İmam ve müdafileri de vardı. Bunların en büyükleriyle tartışmalara ve sohbetlere girdiği ve böylece kelâm ve cedel’de epeyce ilerlediği bilinmektedir. Bütün bunlardan sonra nasslarda görülen, Hz. peygamber (s.a.s.) ve sahabelerinden anane yoluyla gelen ve başlıca cumhur-u ulemâ inanç asıllarının şekillendirilerek vecizeler halinde ifadeleri ve bunların Kur’an ve Hadîs sınırları içerisindeki akıl ve mantığın da yardımıyla savunulmaları hususunda büyük başarılar elde ettiği muhakkaktır.

Ebû Hanîfe, İslâm dünyasında yaklaşık bir yüzyıl içinde gelişmiş olan bilgilen elde etmekle birlikte, kendisi için bunları yeterli görmüyordu. Onun düşüncesine göre; bütün bunlar ancak hazırlık mahiyetindeki bilgilerden ibaretti. Bu bilgilerin de yardımıyla din ve dünya işlerinin düzenlenmesine yarayacak olan “fıkh”ı elde etmek gerekiyordu. O dönemde Fıkıh İlmi, genişçe ve daha genel bir çerçeve içinde olsa da, ayrı bir ihtisas bölümü olmak üzere yeni kurulmaya başlamıştı. Bu konuyla daha çok İslâm dünyasının müftüleri ve hâkimleri uğraşmaktaydı. Nihayet Ebû Hanîfe, fıkhı yeniden kurma konusundaki kararını verdi. Bu sırada yaşı yirminin üstünde bulunuyordu. Irak’ın en ileri gelen fakîhi Hammad b. Ebî Süleyman’ın Küfe camiindeki derslerine devam etti. Aynı zamanda oranın başka âlim ve fakîh muhaddislerinden ders dinledi. İmam Azâm’ın, İmam Cafer es-Sâdık ile, Hz. Ömer, Hz.AIi, İbn Mes’ud ve İbn Abbas kollarına mensup bilginlerden ve bunlara ilâveten daha 4000’e yakın din bilgininden hadîs dinlediği de rivayet edilmektedir. Ebû Hanîfe, Hammad’ın da en gözde öğrencisiydi. Hocası bulunmadığı zaman onun yerine vekâlet ederdi. Onun derslerine yaklaşık olarak 10 yıl devam ettikten sonra, bir ara ayrı bir tedris halkası kurmayı düşünmüş, fakat hocasına yaptığı iki aylık vekilliği zamanında verdiği 60 fetvadan yirmisinin hocası tarafından düzeltildiğini görerek, Hammad’ın vefatına kadar onun ders halkasından ayrılmamıştır.

Hammad b. Süleyman’ın Hicrî 120 yılında ölümü üzerine, yaşı kırk dolaylarında olan Ebû Hanîfe, hocasının diğer ileri gelen öğrencilerinin ve arkadaşlarının ısrarlı ricaları üzerine, hocasından boşalan kürsüye geçmiş ve dersleri devam ettirmeye başlamıştır. Zaten Ebû Hanîfe, öteden beri yüksek vekarı, samimiyeti ve ciddiyetiyle kendisini çevresine kabul ettirmişti. Aynı zamanda o, resmî görevlerden ve devlet kapısından uzak kalmaya da azmetmişti. Derin takvasından başka, fıkıhtaki ilham ve sezgi derecesini bulan kavrayışlı bilgisini tatlı ve güler yüzlü bir şekilde, vecizelerle süsleyerek anlatma hususundaki müstesna yeteneği sayesinde kısa zamanda ders halkası dolup taşmaya başladı. İslâm dünyasının hemen her yerinden akın akın gelen öğrenciler ve aynı zamanda halktan dinleyicilerle ders kürsüsü sımsıkı sarıldı. Bazı aralıklarla 30 yıl kadar süren ders ve fetva halkalarında yetişen öğrencilerin sayısının 4000’i aştığı ve bunlardan en az 40 kadarının ictihad derecesine ulaştığı bilinmektedir. Halkasında yetişen öğrencilerinin adlan, künyeleri ve şehirlerini gösteren kitaplar yazılmıştır. Ebû Yusuf Yakub b. İbrahim el-Ensarî Zufer b. el-Huzeyl el-Ensâri, Dâvud et-Tâî, Esed b. Amr, Afiyet b. Yezid el-Avdî, Hasan b. Ziyâd, Kasım b. Maan, Ali b. Mushir, Mindel b. Ali, Hibban b. Ali ve Muhammed b. Hasan el-Şeybânî gibi büyük âlim ve müctehidler İmamın halkasında yetişenlerin en büyüklerindendir.

Ebû Hanîfe’nin tedris ve fetva verme hususunda izlediği yol, başka bilginlerin yolundan farklıydı. Onun halkasında iki türlü müzâkere yapılırdı:

1- Öğrenci için izlenen muntazam fıkıh dersleri.

2- Dışardan ve halk tarafından cevabı istenilen sorular.

Ebû Hanîfe, ele alınacak konuyu ortaya koyar ve mesele açık bir şekilde, tartışmalı olarak müzâkere edilirdi. Meselenin incelenmesinde hazırlığı olanlar ve ictihad derecesine yükselenler, düşünce ve ictihadlarını söyledikten sonra sıra Ebû Hanîfe’ye gelirdi. İmam, meseleyi yeniden tasvir ve izah ileten sonra kendi düşünce ve ictihadlarını delilleriyle ortaya koyar ve gerekli düzeltmeler yapılarak cevaplar verildikten sonra, alınan karar, çoğunlukla delillerinden tecrit edilerek, son derece veciz cümlelerle bizzat kendisi tarafından yazıya geçirilirdi. Bu yazılı vecizeler daha sonra fıkıh kaideleri haline gelmiştir.

İmam Azam, müzâkeresini yeterli görmediği ve olgunlaştığına kanaat getirmediği meselelerin yazı ile tesbitini yasaklardı. Ebû Hanîfe’nin bu ılım halkaları, başta kendilerinin, sonra da arkadaşlarının fıkhî nezâret ve salahiyetleri altında çalışan ilmî bir istişare meclisi niteliğindeydi. İşte böylece İslâm dininin amellerle ilgili bütün talimi yeni baştan gözden geçirilerek incelenmiştir. İbadetlerden başka aile hukuku, muamelât, hudut, ukûbat, sulh ve cihad hükümleri, miras ve benzeri konuları içeren ve daha sonra kendisinin öğrencisi İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed tarafından tedvin edilip Zahir el-Rivâyât adıyla anılan büyük teliflerin metinleri bu halkalarda karara bağlanmış ve tesbit edilmiş olan konulardır. Rivayete göre İmam’ın huzurundaki ders halkalarında karara bağlanan meselelerin sayısı yarım milyonu bulmaktadır.

Ebû Hanîfe, bir taraftan fıkhın eski olaylara verdiği cevaplardan meydana gelen hükümleri öğrencilerine öğretirken, bir taraftan da yeni olaylara ait hükümleri araştırırdı. Bunun yanında aynı türden olan geleceğe ait bir takım olayların meydana çıkması da mümkün olduğu için, bunlara ait farazî meseleler de Ebû Hanîfe’nin meşgul olduğu konular arasındaydı. İşte böylece yeni bir ictihad kapısından fıkhın külli kaidelerine doğru yürümek için geniş bir yol açılmış bulunuyordu. İmama göre geçmiş, bazı şartlara bağlı olarak bugün (hâl) için örnek teşkil ettiği gibi, gelecek için de örnek olabilirdi. Öyleyse gelecekte çıkması mümkün olan meseleler için cevaplar arayıp bulmakta bir mahzur yoktu; hatta bu zorunluydu. İşte bu surette fıkıh, geçmiş ile hâlin dar çerçevelerini aşarak geleceğe girmiş ve bu yolda geçmiş ve hâlin somut meselelerinden sonsuz geleceğin ideal fıkıh düşüncesine doğru geçilmiş oluyordu. Nitekim böylece Ebû Hanîfe’nin halkasında bulunan fiilî ve teorik hükümler belki yüz binleri geçiyordu. Artık bu kadar çok sayıdaki hükümlerin bir zapt ve rapt altına alınması şart olmuştu. Her gün hacmi artmakta olan meselelerin bazılarının aynı cins ve neviden oldukları görülerek, ona göre tasnif edilebileceği meydana çıkmış oluyordu. Bu suretle fıkıh meseleleri cinslerine göre kitaplara, kitaplar da nevilerine göre bab ve fasıllara ayrılıyor ve başta taharet olmak üzere ibadetler, münâkehat, muamelat, hudut, ukûbât konularıyla devam ediyor ve nihayet miras kitapları olmak üzere sıralanarak fıkıh’ın tedvini Ebû Hanîfe’ye nasip oluyordu.

Fikıh’ı, “insanın leh ve aleyhinde olan, yani iyi veya kötü olan şeyleri bilmesi” şeklinde tarif eden Ebû Hanîfe, bu konuda önce Kur’an ve Hadisten ibaret olan nass’lara başvurur, sonra bu nasslarda hakkında kesin hüküm bulunmayan meselelerde, yine nassın şümul ve gölgesinde kıyâs’a ve ümmetin icmâına bakardı. Sünnet’in Hz. Muhammed (s.a.s.) e dayanmasını tayin hususunda, İmam Azâm’ın kendisine göre, esaslarını üstadlarından aldığı ve Usûl-i Fıkıh’ta ayrıntılı olarak bildirilen özel metodları vardı. Bu metoda göre her an’ane bir sünnet olmayabilirdi. Bundan dolayı İslâm’ın esaslarına ve asıllarına uymayan “haber-i vâhid”leri reddederdi. Doğrudan doğruya Kitab ve Sünnet’e bağlanamayan meseleler hakkında, iyi ve kötünün, yani mâruf ve münkerin tanınmasında ashabın ihtilâfı görülürse, bunlar arasında kendi görüşüne uygun olan birini tercih eder, fakat kesin olarak bunların sınırları dışına çıkmazdı. Çünkü Peygamber efendimizin sahabelerinden birine dayanan fetva ve hükümler, ya onların kendi ictihad ve görüşleri yahut da Hz. Peygamber (s.a.s.) e dayanan mürsel bir sünnettir. İmama göre, ashabın mürselleri, başkalarının müsnetlerinden daha kuvvetli sayılırdı ve mutlaka bunlardan herhangi birine uymak gerekirdi.

İmam Azam Ebû Hanîfe, bütün ehl-i sünnet tarafından saygı gören dört büyük müctehid mezheb İmamının birincisidir. Gerek kıdem ve gerekse mezhebindeki genişlik ve büyüklük bakımından, kendisine verilen “İmam Azam” unvanına hakikaten lâyık olduğunu göstermiştir. Aslında İslâmiyetin ilk feyizli çağlarında müslümanlar arasından birçok büyük müctehidler çıkmıştır. Fakat onların ictihadlan ve ictihad metodları hakkıyla zabt edilememiş, kendilerine tabi olanlar da bu dünyadan göçünce mezhebleri devam edememiştir, İmam Azam ise, yukarıda anlattığımız metodlarla, mezhebinin kalıcı olmasını sağlayacak çok büyük bir yol geliştirmiş ve dolayısıyla da mezhebi devam edegelmiştir.

İmam Ebû Hanîfe’nin hayatı ve yaşayışı hakkında yüzlerce kitap yazılmıştır. Onun nezih hayatı, zühd ve takvası, yüksek ahlâkı, üstün ilim ve zekâsı herkes tarafından bilinmekte ve teslim edilmektedir. Bu husustaki bazı olayları okuyucularımıza sunmakta fayda görüyoruz:

Harun el-Reşid, İmam Eû Yusuf’tan İmam Azâm’ın ahlâkını anlatmasını istemesi üzerine İmam Ebû Yusuf: “Hiçbir söz söylemez ki, yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zabt eden (bir melek) hazır bulunmasın”4 ayetini okuduktan ve her söz söyleyenin söylediği şeyi Allah’ın bildiğini belirttikten sonra şöyle dedi: “İmam Azam, Allahü Teâlâ’nin haram kıldığı şeylerin yapılmasını şiddetle engellemeye çalışırdı. Din hakkında bilmediği bir şeyi söylemekten şiddetle kaçınırdı. O, daima Hakk’a itaat olunmasını isterdi. Çokça sükût eder, daima tefekküre dalar ve ilim sahibi olmak için çalışırdı. istenildiği takdirde ilmini ve malını ziyadesiyle harcamaktan çekinmezdi. Hiçbir kimseyi hayırdan başka bir şeyle anmazdı.”

Zehebî’nin “Tezkiretü’l-Huffâz” adlı kitabında şu satırlar yer alır: ‘İmam Azam, gerçek bir önder, müteverrî, âlim, müteabbid, büyük şan sahibi bir zattı. Sultanın atıyyelerini kabul etmez, bizzat kendisi ticâretle uğraşıp kazanırdı.”

İmam Azam gerçekten de son derece müteverri idi. Belki bir hükümde kusur ederim diye kadılığı kabul etmemişti. Aslında seleften birçok kişi de kaza mevkiinde bulunmaktan kaçınmışlardı. Çünkü gerçekten de, insanlar arasında adaleti hakkıyla temin oldukça güç ve manevî sorumluluğu gerektiren bir görevdi. İmam Azam ise, aynı zamanda büyük bir müctehid idi ve bütün zamanını ictihad için harcıyor, yüzlerce öğrenci yetiştiriyordu. Böyle bir görev üstlenmiş bir insan kaza işleriyle bağlanarak ilim ve ictihad alanındaki çalışmasını kısmen de olsa sekteye uğratamazdı. Buna rağmen hem Emevîler ve hem de Abbasîler tarafından göreve zorlanmıştı. Acaba bunun sebepleri nelerdi? Bu konuda bazı tarihî görüşler vardır:

Bazılarına göre İmam Azam, zamanın bütün icraatına, adalet ve hakkaniyet ölçüleri içinde bakıyor, fakat istediği şartları göremediğinden üzülüyordu. Bunu hisseden ve bir vehme kapılan idareciler ise İmamı hesaba çekmek ve başında bulunduğu topluluğu dağıtmak için bahane arıyor, ona kabul etmeyeceği bir görev teklif ediyor ve bundan kaçınmasını bahane ederek kendisine eziyette bulunuyorlardı. Hatta bazıları İmam Azâm’ın Emevîlere karşı kıyam etmek isteyen Hz. Zeynel Abidin’in oğlu Zeyd taraftarı olduğunu ve ona yardım ettiğini söylüyorlardı. Bu yüzden Emevî valisi İbn Hubeyre’nin işkencesine mâruz kalmıştı.

İmam Azâm’ın Abbasîler zamanında da Hz. Ali’nin torunlarından Muhammed ve İbrahim’e mütemayil olduğunu söyleyenler de olmuştur. Ebû Cafer Mansur, bu sebeple İmam Azâm’a düşmanlıkta bulunmuştur. Ancak bu rivayetin doğru olmadığı görüşünü de savunanlar vardır. Bunlara göre Ebû Cafer Hicrî 145 yılında Bağdat şehrini kurmaya başlamış ve 149 yılında tamamlamıştı. Burası İslâm’ın önemli ve en büyük merkezlerinden birisi olacaktı. Dolayısıyla bu merkezde kadı olacak kimsenin de Ebû Hanîfe gibi büyük bir müctehid olması gerekiyordu. Fakat Ebû Hanife’nin bu göreve yaklaşmaması Ebû Cafer için büyük bir hayal kırıklığı olmuştu. Nitekim Ebû Cafer Mansur, Ebû Hanîfe’nin görevi kabul etmeyeceğini bile bile, onun kadı olmasında ısrar etti. Fakat bunu kabul etmeyen İmamı hapsettirip işkence yaptırdı. Sağlık durumu bozulunca hapisten çıkardı, fakat vetva ve derslerinden menetti. Ebû Hanîfe ise kısa bir süre sonra Allah’ın rahmetine kavuştu. (H.150/M.767)

İmam Azam Ebû Hanîfe değeri çok yüce olan bir bilgindir. Onun meydana getirdiği ictihad müessesesi İslâm âlemi için bir rahmet vesilesi olmuştur. Adı da müslümanlar arasında hayır, rahmet ve şükranla anılmakta, bugün dünyanın çeşitli yerlerinde onun kurduğu mezhebe mensup milyonlarca insan yaşamaktadır.5


İMAM ŞAFİÎ


Kendi adına izafeten Şafiî mezhebinin kurucusu olan İmam Şafiî’nin asıl adı Ebû Abdullah Muhammed b. İdris eş-Şâfiî el-Kuraşî’dir. Dört büyük mezheb İmamı arasında nesebinin Kureyş’e dayanmasıyla seçkin bir yere sahiptir. Büyük dedesi Safi, gençliğinde Rasûl-i Ekrem’e ulaşmıştır. Onun babası Saib de Bedir gazvesinde İslâmiyeti kabul etmiş muhterem bir sahabidir. Annesi ise, bir rivayete göre İmam Hüseyin hazretlerinin torunu Abdullah’ın kızı Fâtıma, diğer bir rivayete göre ise Ümmü Habibe-i Ezdiyye’dir.

Kaynakların belirttiğine göre İmam Şafiî, Hicrî 150/M.767 yılında Şam beldelerinden Gazze’de; diğer rivayetlere göre de Askalan veya Yemen’de doğmuş, yetim kalmış, daha iki yaşındayken annesi tarafından Mekke’ye götürülmüş, orada büyümüş, bir ara Medine’ye gitmiştir. 20 yaşlarında Mâlik b. Enes’ten, onun ölümüne kadar dersler almıştır. Şafiî daha sonra Yemen’de bir memuriyet aldı. Burada gizlice Zeydî İmamı Yahya b. Abdullah’a biat ettiği için, diğer Alevîlerle birlikte tutuklanarak Halife Harun Reşid’in yanına Rakka’ya götürüldüğü rivayet edilir. Ancak halife onu serbest bıraktı. Biri Hicrî 184 ve diğeri de 195 yıllarında olmak üzere iki defa Bağdat’a gitti ve toplam iki yıl orada kaldı. Buradan tekrar Mekke’ye geldi, iki yıl kaldıktan sonra 199 yılında Mısır’a giderek Füstat bölgesine yerleşti.

İmam Şafiî, daha dokuz yaşındayken Kur’an-i Kerim’i hıfzetmiş, genç yaşlarda Mekke müftüsü Ebû Hâlid Müslim İbn Halid’den fıkıh dersleri almıştı. Biraz sonra İmam Mâlik’e ulaşarak ondan da fıkıh ve hadîs dersleri okudu. Daha sonra Irak’a giderek İmam Muhammed Şeybânî’den de fıkıh dersleri aldı ve Kitab el-Hücce gibi eserlerini burada yazdı. Bu sırada İmam Muhammed’in kitaplarını okumuş, onları istinsah ederek incelemişti. Süfyan İbn Uyeyne, Abdülaziz İbnü’l-Mâçişûn gibi bilginlerden de hadîs dersleri aldı.

İmam Şafiî yalnızca mevcut olan fıkıh malzemesini elden geçirmekle kalmamış, fıkıh ilminin temellerini ve usullerini de araştırmıştır. İmam Şafiî bu yüzden Usûl-i Fıkh’ın kurucusu olarak kabul edilmektedir.

İmam Şafiî, çok genç yaşlardayken arap diline, şiir ve tarihine büyük bir vukûfiyet kazanmıştı. Bu bakımdan Kur’an-ı Kerim’i hakkıyla anlamak ve ahkâmına güç yetirebilmek konusunda eşi az bulunur bir müctehiddi. Dolayısıyla İmam Şafiî kuvvetli bir müfessirdi. Bu büyük İmamın Kur’an âyetlerinden ne kadar büyük bir itina ile ahkâmlar çıkarmış olduğuna “Kitâbü’1-Ümm” adlı kitabı tanıklık etmektedir.

İmam Şafiî, aynı zamanda büyük bir muhaddisti. Daha yirmi yaşındayken İmam Mâlik’in “Muvattâ”sını bütünüyle ezberlemiş, o büyük müctehidin huzuruna girince, kitabını baştan sona kadar ezberinden okumuş, gerek hıfzındaki kuvvet ve gerekse dilindeki fesahat ve talâkatle İmam Mâlik’in takdir ve teveccühlerini kazanmıştı. O, birçok muhaddislerle bir arada bulunmuş, özellikle bir bakıma öğrencisi ve bir bakıma da hocası olan İmam Ahmed İbn Hanbel ile hadîs-i şerif müzâkerelerinde bulunmuştur. Fakat zamanının büyük kısmını tedrise ve içtihada hasretmiş olduğu için, hadîs-i şeriflere ait mahfûzâtı, başka bir kısım muhaddisler derecesinde olamamıştır. Hadislerin râvilerine ve kuvvet derecelerine hakkıyla vakıftı ve rivayetlerinde bazı eksiklikler buludan hadisleri kullanmaktan şiddetle kaçınırdı.

İmam Ahmed b, Hanbel’in oğlu Abdullah şöyle demiştir: “Ben babama Şafiî’nin nasıl bir insan olduğunu sordum. Çünkü ona çok dua ediyordu. Babam dedi ki: Şafiî dünya için güneş ve insanlar için sağlık mesabesindedir. Bak, hiç bunların yerine geçecek bir şey var mıdır?”

İmam Şafiî hazretleri ictihadlarında Kur’an-ı Kerim’e, Hz. Peygamberin Sünnet’ine, îcmâ’a, sahabe-i kiramın sahih sözlerine ve kıyasa dayanmıştır. Ashabın ihtilaflı sözlerini, istihsanı ve maslahat-ı mürseleyi birer delil olarak kabul etmemiştir. Şöyle ki: İmam Şafiî, fıkhî hükümleri önce Kur*an-ı Kerim’den çıkarmaya çalışırdı. Aradığı meseleyle ilgili olarak Kur’an’da bir delil bulamazsa Hadîs-i Şerife ve icmâa müracaat ederdi. Bunlarda da bir şey bulamazsa ashabı kiramın ittifak ettikleri sözlere başvururdu. Münker olmayan ve rivayetinde töhmeti gerektiren bir durum bulunmayan zayıf hadisi ve mürsel hadîsi bile kıyastan daha üstün tutardı.

İmam Şafiî hazretleri, diğer mezheblerce kabul edilmiş olan “istihsan’ı da bir delil olarak kabul etmemiştir. Bilindiği gibi İhtihsan; hakkında nass bulunmayan meselelerde ve olaylarda zorluk ve maslahat dikkate alınarak ona göre hüküm vermekten ibarettir. Diğer mezheblerin birçok toplumsal olayın çözüme bağlanmasında bir hal çaresi olarak gördükleri istihsanı delil olarak kabul etmeyen İmam Şafiî: “îstihsan’da bulunmak isteyen, kendisinin sâri olmasını murad etmiş olur” demiştir.

İmam Şafiî’nin ictihad ettiği meseleler yeni mezheb ve eski mezheb olarak iki kısma ayrılmıştır. Onun Hicrî 195 yılında Bağdat’a gittiği vakit eski mezhebini neşrettiği görülür. Sonra Bağdat, Cezîre, Şam, Mısır gibi gezip dolaştığı yerlerde birçok büyük muhaddislerle karşılaşmış ve bir kısım sahih hadîsleri daha öğrenmiştir ki, bunları menfaatlerin celbi ve mefsedetlerin defi hususlarındaki bazı rey ve ictihadlarını tadil etmekte kullanarak Füstat’da yeni mezhebini neşretmiştir. Kısacası bu büyük İmam da, kendi ictihadlarına göre müstakil bir fıkhî mezheb meydana getirmiştir.

İmam Şafiî’nin başlıca eserleri şunlardır: Ahkâmü’l-Kur’an, Es-Sünen, Îhtilâfü’l-Hadîs, Er-Risâle fi’1-Usûl, EI-Mevâris, Kitâbü’1-Ümm, Müsnedü’ş-Şâfiî, Edebü’1-Kâdı, El-Eşribe, Fezâil-i Kureyş, Es-Sebku ver-Remy.

İmam Şafiî’nin mezhebi doğuda ve batıda yayılmış, milyonlarca müslüman kendisini İmam olarak kabul etmiş, hatta bilfiil ictihad gücünü kendisinde taşıyan birçok büyük fakîhler bile onun açtığı ictihad yolunu takip etmişlerdir. Meşhur muhaddislerden Ebû Nuaym ve daha birçok kimseye göre: “Kureyş’in âlimi yeryüzünü ilimle dolduracaktır” hadîs-i şerifindeki “âlim’den muradın İmam Şâfıî olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu durum İmam Şafiî ile gerçekleşmiştir. Gerçi Kureyş’ten birçok âlim ortaya çıkmıştır, ancak İslâm dünyasının her tarafında yaygın hale gelen bir mezhebin kurucusu olmak şerefi İmam Şafiî’ye nasip olmuş ve yine onun yazdığı kitaplar büyük bir kabul görmüştür.

İmam Şafiî hazretleri Hicrî 204 (Milâdî: 819/820) yılında Mısır’da vefat etmiştir.6


İMAM MÂLİK



Tam adı Ebû Abdullah Mâlik b. Enes b. Ebî Âmir b. Amr b. el-Hâris b. Geymân b. Hüseyl el-Asbahî olan Mâlik b. Enes’in doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle bitlikte Hicrî 90 ile 97 yılları arasında doğduğu sanılmaktadır. Ancak kaynaklar daha çok 93 (Milâdî: 712) yılında doğmuş olabileceği üzerinde dururlar. Medine’de dünyaya gelen İmam Mâlik b. Enes, burada büyümüş ve yetişmiştir.

Tebe-i Tabiînden olan İmam Mâlik, tabiînden birçok fukahâya yetişmiş, gençliğinden itibaren ilim sahasına atılmış, üç yüzü tabiînden, altı yüzü de onların tabiîlerinden olmak üzere dokuz yüz şeyhten hadîs-i şerif ahzetmiştir. Bunlar arasında Yahya İbn Said, Nâfi, Zührî, Makburî, Abdullah İbn Dinar, Hişam İbn Amr, Zeyd İbn Eşlem, Rebia İbn Abdurrahman gibi zatları sayabiliriz.

İmam Mâlik hemen bütün hayatını Medine’de geçirmiştir. Bu hususta elde bulunan kronolojik kesin delil, kendisinin Hz. Ali ailesine mensup hilâfet müddeîsi Muhammed b. Abdullah’ın 145 yılındaki isyanına karıştırılmış olmasıdır. Daha 144 yılında, Halife Mansur, onu Mekke’deki Hassânîlere göndermiş ve hilâfet iddiası ile itham edilen Muhammed ve İbrahim b. Abdullah adındaki kardeşleri işletmişti. Bu kendisinin genel bir saygınlık kazanmış olduğunu ve hiç olmazsa siyaset bakımından hükümdara düşman olmayan bir tavır takındığını gösterir. Bir de iki kardeşin hapsedilmiş olan babaları Abdullah’tan müsadere edilen mallarla temin edilen gelirin kendisine verilmesi suretiyle hizmetinin bedeli ödenmişti. Vazifesi başarıyla sonuçlanmadı ve 145 yılında Muhammed Medine’yi zabt edince, İmam Mâlik bir fetvasında, Mansur’a yaptığı biatin kendisini vicdanen herhangi bir şeye mecbur etmediğini, çünkü bu biatin zorla alındığını ilân etti. Bunun yanında İmam Mâlik ayaklanmaya katılmadı ve evinde kalmayı tercih etti. Ayaklanmanın başarısızlığa uğraması üzerine 147 yılında Medîne valisi Cafer b. Süleyman tarafından kırbaçla dövülmek suretiyle cezalandırıldı. Bunun sonunda da omzunda bir sakatlık kaldı. Daha sonra halife onunla barışmış olmalı ki, Mehdî, Mekke’de Harem inşaatıyla ilgili olarak onun da görüşünü almıştır. 179 yılında da Halife Harun el-Reşid hac münasebetiyle gelip onu görmüştür.

İmam Mâlik Hicrî 179 yılında (Milâdî: 795/796), kısa bir hastalıktan sonra Medîne’de vefat etti. Bu sırada yaklaşık 85 yaşındaydı ve Bakî mezarlığına defnedildi.

İmam Mâlik’in belli başlı eseri Kitâb el-Muvattâ’dır. Zeyd b. Ali’nin Kitâb el-Mecmû’u istisna edilecek olursa, bugüne kadar gelmiş olan en eski müslüman hadîs kitabıdır. Bu eserin amacı, Medîne’de ve Medîne çevresinde yaygın bir halde bulunan sünnetçe kabul edilmiş icmaa göre, dinin kanun ve hukukunun, menâsik ve amellerinin tam bir tablosunu çizmek, sünnet ve icmâ’dan hareket ederek henüz tesbit edilmemiş olan her şey için nazarî bir kıstas vermektir. Abbasîlerin ilk dönemlerinde bile, en basit meselelerde dahi birtakım fikir ayrılıkları ortaya çıkıyordu. İşte bunlar arasından “bastırılıp düzeltilmiş” (ki el-muvatta kelimesi de bu anlama gelmektedir) bir yol göstermekte ayrı bir pratik fayda bulunmaktaydı, İmam Mâlik bu kitabıyla Medine’de örf haline girmiş olan kanunu sistem haline getirip tedvin etmek istiyordu.

İmam Mâlik’in Muvatta’dan başka eserler yazıp yazmadığı kesin olarak bilinmemektedir. Çünkü bu konuda yazılan ilk kaynaklarda mesele müphem bir tarzda ele alınmaktadır. Ona isnat edilen eserler iki kısma ayrılır:

   a) Fıkha dair eserler,
   b) Muhtelif konularda yazılmış eserler.

Fıkha dair eserler arasında Abdullah b. Abdülhakem el-Mısrî tarafından nakledilmiş olan Kitab el-Sünen veya el-Sünne’den, Abdullah b. Abdülcelil tarafından rivayet edilen Kitâb el-Ezkiyâ’dan ve Hâlid b. Nezzâr ile Muhammed İbn Mutarrif tarafından rivayet edilen bir Risale fi’l-Fetva’dan söz edilmektedir. Ayrıca “Tefsir”, “Risale fi’l-Kader vel-Redd alâ’l-Kaderiyye”, “Kitâb el-Nücûm” ve “Kitâb el-Sirr” adlı kitaplarının bulunduğu da rivayet ediliyor ki, bütün bunların ona ait olduğu kesin değildir.

İmam Mâlik, yaşadığı dönem bakımından, fıkıhta kıyasın devamlı ve esas halinde olmayıp, ancak ârîzî olarak elde edilmesi istenen bir delil için kullanıldığı bir safhayı, yani İslâm’daki hukukî düşüncenin henüz bir hukuk ilmi haline gelmediği bir safhayı temsil eder. Mekân bakımından da o, İslâm hukukunun kesin temellerinin atıldığı Medine’nin temsilcisidir. Muvatta ile amaçladığı şey, dinî ve ahlâkî düşünceleri bütün hukukî hayata sindirmekti. Eski İslâm hukukunun özellikleri, meselelerin ortaya konulması kadar, hukukî konuların bünyesinde de açıkça görülmektedir. Medîne halkının ittifaklarına da büyük bir önem verilmektedir.

İmam Mâlik de, diğer mezheb İmamları gibi en başta Kur’an-ı Kerim’i, sonra Hz.Muhammed (s.a.s.) in sünnetini, icma-ı ümmet’i ve kıyası şer’î delil olarak kabul etmektedir. Bu arada dayandığı esaslar arasında Medîne halkının ittifak ettikleri meseleleri, çeşitli adlar verilen başka esasları da sayabiliriz. Medînelilerin ittifak ettikleri şeyler icmâ’dan ayrı olarak bağımsız bir delil olarak kabul edilir. Çünkü onlar Rasülullah (s.a.s.) in fiil ve sözlerine başkalarından daha fazla vâkıftılar. Mâliki mezhebinde “maslahat-i mürsele”de göz önünde bulundurulur. Bu, hakkında belirli bir şer’î hüküm bulunmayan bazı meselelerde kendisine müracaat olunacak hususlardır. O hadise hakkında maslahatın gereklerine göre hüküm verilir. Böylece o hüküm de başıboş bırakılmamış olur. Bu delil Hanefî mezhebinin kabul ettiği “istihsan” mesabesindedir.

Mâlik b. Enes hazretleri, ehl-i sünnet arasında kabul edilen dört büyük mezhebten birinin, yani Malikî mezhebinin kurucusudur. İmam Şâfıî: “Âlimler anılınca, İmam Mâlik bir yıldızdır. Eğer İmam Mâlik ve İbn Uyeyne olmasaydı Hicaz’ın ilmi söner giderdi” diyor.

Zehebî, “Tabakâtü’l-Huffâz” adlı kitabında şöyle der: “İmam Mâlik de bir takım menâkib toplamıştır ki, bunların başkalarında böyle içtima etmiş olduğunu bilmiyorum: Uzun bir ömür, yüksek bir mertebe, parlak bir zihin ve anlayış, pek geniş bir ilim, doğru rivayet, diyanet, adalet, sünnet-i nebeviyeye ittiba, fıkıhta, fetvada ve kaidelerin sıhhatında herkesin önünde bulunmak…”

İmam Mâlik hazretleri, Peygamber efendimize karşı çok büyük bir muhabbet beslerdi. Medine içinde hep yaya yürür, hiçbir zaman hayvana binmezdi. Halbuki yeteri kadar serveti vardı. Bir gün İmam Şafiî hazretleri bunun sebebini sormuş, o da şöyle cevap vermişti: “Bir mübarek belde ki, onun toprakları içinde Nebiyyi Zîşanın muhterem cismi medfun bulunmaktadır. Ben orada nasıl olur da hayvana binebilirim.”

Aynı zamanda İmam Mâlik, Medîne-i Münevvere’ye karşı da büyük bir bağlılık gösterirdi. Hatta Harun Reşid kendisini hilâfet merkezi olan Bağdat’a davet edince: “Ey Mü’minlerin emiri, Rasûlü Ekrem (s.a.s.)

“Benden sonra bazı kimseler dünyayı tahsil için Medine’den çıkacaklardır. Fakat eğer bilirlerse Medine onlar için daha hayırlıdır” buyurmuştur. Diğer bir hadîslerinde de:

“Medîne habis olanları kendi sahasından dışarıya atar” buyurmuşlardır.

“Artık ben nasıl Medine’den dışarı çıkabilirim” cevabını vermiştir.

Harun Reşid, oğlu Emin ile Me’mun’u hadîs dinlemek için İmam Mâlik’in meclisine göndereceğini söylemiş. İmam da bunu şu şartla kabul etmişti: “Evet, buyursunlar. Fakat nerede yer bulurlarsa orada otururlar. Yoksa biz halife oğullarıyız diye halkın boyunlarına basarak meclisin ortasına geçmeye çalışmasınlar”. Emin ile Me’mun bu şartlarla İmam’ın derslerine devam etmiştir.7


İMAM AHMET BİN HANBEL


Dört büyük İslâm mezhebinden Hanbelî mezhebinin kurucusu olan ve İbn Hanbel adıyla tanınmış olan Ahmed b. Muhammed Hanbel Hicrî 164 (M.780) yılında Bağdat’ta doğdu. Gerek Bağdat’taki tahsili esnasında ve gerekse tahsil amacıyla Irak, Suriye ve Hicaz’dan Yemen’e kadar yaptığı seyahatlerde bütün çalışmasını hadîs tetkikine ayırdı. Memleketine dönüşünde İmam Şafiî’den fıkıh ve fıkıh usûlü dersleri aldı. Dini telâkkileri, itikatta olsun, amelde olsun, İslâmın ilk devrindeki ananelerle kesin bir şekilde teayyün etmişti.

Ahmet İbn Hanbel, birçok büyük âlimle karşılaşmıştır. Bunlar arasında İmam Şafiî, Süfyan İbn Uyeyne, İbrahim İbn Sa’d, Cerir İbn Abdülhamid, İmam Ebû Yusuf, Yahya el-Kattan, Velid İbn Müslim, Vekî, Yezid İbn Harun, İsmail İbn Uleyye ve Abdürrezzak gibi büyüklerden hadîs ve fıkıh öğrenmiştir. Kendisinden de İmam Buharî, İmam Müslim, Ebû Davud, Ebû Hatim-i Razî, Hasen İbn Musa, Begâvî, İbn Ebi’d-Dünya, Osman İbn Saidi’d-Dârimî gibi ünlü İslâm bilginleri rivayetlerde bulunmuşlardır.

Ahmet İbn Hanbel, büyük bir müfessir ve yüksek bir muhaddistir. Oğlu Abdullah tarafından takrirlerinden toplanıp ilâvelerle genişletilen ve 29.000’e yakın hadîsi ihtiva eden büyük bir hadîs külliyatı “Müsned” çok şöhret kazanmıştır. Zamanında hadîs ilmi tedvin edilmiş, hadislerin mertebeleri belirginlik kazanmış, birçok kuvvetli muhaddisler yetişmişti. Ahmed b. Hanbel bütün bu hadisleri görmüş, incelemiş, hafızasına nakşetmiş ve meşhur kitabını da böylece meydana getirmişti. Kitabındaki 29.000 civarındaki hadîsleri 700.000 hadîs arasından seçtiği rivayet edilmiştir. İmamın, Müsned’ten başka namaz erkânı ve adabına dair “Kitâb el-Salât ve mâ yelzem fîhâ” adlı bir eseri daha vardır. Öte yandan hapiste yazmış olduğu “el-Redd alâ’l-Zenâdıka ve’l-Cehmiye fî mâ şekkât fîhi min müteşâbih el-Kur’an” adlı eseri cedel mâhiyetinde bir eserdir ve Hanbelî ulemâsı tarafından sık sık zikredilmektedir. “Kitâb Tâat el-Rasûl” adlı bir kitabında da Kitâb ile Sünnet arasında bir çelişki görüldüğü zaman izlenecek yolu göstermektedir. Dinî inanç ve kanaatlerini de “Kitâb el-Sünne” adlı eserinde topluca açıklamıştır.

Ahmet İbn Hanbel, fıkhî hükümlerde azimet yolunu seçmiştir. İctihadlarını Kur’an-ı Kerim’e, sahih ve merfû hadîslere, Ashab-ı Kiram’ın sözlerine dayandırmıştır. Ashab-ı Kiram’ın sözlerini rey ve kıyasa tercih ederdi. Ancak bu esasa aykırı olmaması halinde rey ve kıyas yoluyla da hükümler çıkardığı olurdu. Maslahat-i Mürsele’yi de bir delil olarak kabul etmiştir.

İbn Hanbel, merfû hadîslere aykırı olan bir şeye iltifat etmezdi. Sahabenin fetvalarıyla amel eder ve bunlar arasında ihtilaflı olan meselelerde Ki-tab ve Sünnet’e en yakın gördüklerine sarılırdı. Bir konuda diğer türden hadîsler bulunmadığında mürsel denilen hadîs ile hasen kabilinden saydığı zayıf hadîslerle de amelde bulunurdu. Rivayetinde töhmet bulunan zayıf hadîsleri ise terk ederdi.

İmam Şafiî onun hakkında şöyle demiştir:

“Ben Bağdat’tan çıkarken, orada herkesten daha fâzıl, daha âlim, daha fakîh bir halef olarak Ahmed b. Hanbel’i bıraktım.” Bir başka rivayete göre İmam Şafiî:

“Ben Ahmet İbn Hanbel ile Süleyman İbn Davudi Hâşimî’den daha akıllı kimse görmedim” demiştir.                 


  Ebû Hatim şöyle demiş:

“Ahmet İbn Hanbel’i seven bir insan gördün mü bil ki, o insan sünnet sahibidir.”

Halife Me’mun, Mu’tasım ve Vâsık zamanlarında akaidin Mutezile mezhebine göre tayini ve bunun devlet tarafından bir bakıma resmî mezheb haline çıkarılması üzerine, diğer başka âlimlere birtakım işkenceler de yapılmıştır. İmam Hanbel de, diğerleri gibi, bir itikad sorgusuna (mihne) çekildi, prangaya vurularak Me’mun’un yanına götürülürken, yolda halifenin ölüm haberini aldı. Bu halifenin halefi döneminde de bedenî ceza ve hapislere sabırla tahammül etti ve inançlarında en küçük bir fedakârlıkta bulunmadı. Ancak Mütevekkil zamanında devletçe Ehl-i Sünnet’e dönüldüğü için artık çektiği meşakkatler sona erdi. Halife tarafından taltif edildi. Kendi haberi olmadan ailesine maaş bağlandı. Hz. Peygamber’in sünnetine karşı sarsılmaz bağlılığı, etrafında büyük bir talebe kalabalığının toplanmasını sağladı.

Ahmed b. Hanbel hazretleri âbid, zâhid, yüksek seciye sahibi olan nezih bir insandı. Fakir olarak yaşamayı bir nimet sayar, “insana az bir mal yetişir, çok mala gerek yok” derdi. Kendisine yöneltilen servet ve riyaseti her zaman reddetmiştir. H. 241 yılında (Milâdî: 855) Bağdat’ta vefat etti.8