11-13-2024, 08:23 PM
Sekine nedir? Fetih suresi 4. ayetinde müminlere verilen müjde nedir?
"O Allah, imanlarına iman katmaları için mü’minlerin kalplerine sekînet, huzur ve itminân indirdi. Göklerin ve yerin orduları yalnızca Allah’ındır. Allah, her şeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır." (Fetih suresi 4. ayet)
اَلسَّك۪ينَةُ (sekînet), sükûn ve huzur demektir. Kalbin, görüp idrak ettiği açık deliller sebebiyle huzura ermesi böylece tüm varlığıyla düşünce ve endişe sınırından kurtulup yakîn ve itminân hâline erişmesidir. Bu makamda kalpteki ilimler kesinlik ifade eder. Sahibini korku ve endişelerden salim kılıp huzura eriştirir. İşte Cenâb-ı Hak, umre niyetiyle yanlarına hiçbir silah almaksızın Medine’den çıkıp Mekke’ye doğru yol alan ve Hudeybiye’de başlangıçta hiç de istemedikleri durumlarla karşılaşan mü’minlerin kalbine bir ikram olarak sekînet indirmiş, onları mânen takviye etmiştir. Bu ilâhî yardım olmasaydı, belki Hudeybiye büyük bir fetih haline gelemeyebilirdi. Mesela Allah Resûlü (s.a.s.), umre için Mekke-i Mükerreme’ye gitme arzusunu açıkladığında, müslümanlar korku ve endişeye kapılarak münafıklar gibi bunun apaçık ölüme gitmek demek olduğunu düşünüp sefere katılmak istemeyebilirlerdi. Hudeybiye’de kâfirler müslümanları umre yapmaktan alıkoyduğunda, Hz. Osman’ın şehîd edildiği haberi geldiğinde veya Ebu Cendel o perişan haliyle müslümanların gözleri önünde cânî müşriklere geri çevrildiğinde müslümanlar tahrike kapılıp taşkınlık yapabilirlerdi. Hele maddelerini bir türlü hazmedemedikleri anlaşmanın imzalanma sırasında bir itaatsizlik olabilirdi. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın, gönüllerine indirdiği o sekînet, huzur ve itminân sayesinde mü’minler her bakımdan Allah Resûlü (s.a.s.)’in emrine teslimiyet gösterdiler. İmtihanı kazandılar. Böylece o son derece tehlikeli sefer, en büyük bir zaferle neticelenmiş oldu.
İşte göklerin ve yerin bütün orduları emrinde bulunan Cenâb-ı Hak, istediği zaman onları mü’minlere yardım için seferber eder, onları destekler, kalplerine huzur verir ve onları her türlü hayra muvaffak kılar. Ki bu hayırların kemâli, günahlardan arınıp cennete girebilmektir. Allah Teâlâ da, imanlarında sebat edip buyruklarını tutan erkek kadın tüm mü’minleri cennete koyacağını müjdelemektedir.
İşte son zamanlarda başımıza gelen vakıalar!.. Ders çıkarmadığımız gibi, gerçekleri görmezlikten gelen bir tavır takıntısı içerisindeyiz.. Kur’an-ı Kerimin emrettiği ve uyardığı gibi; “kendimize çekidüzen vermemiz” gerekir.. İstikametimizi, dosdoğru belirlememiz lazım.. Sapmamamız, yalana, dolana, meyil etmememiz gerektiği gibi; helalimizi helal olarak bilmeliyiz ve onunla yetinmeliyiz, haramımızı da haram olarak, bilmeliyiz, tanımalıyız ve ondan de sakınmalıyız.
***
Cenab-ı hakkın “çizdiği” yolda, Kur’an ve Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in rehberliğinde yürümemiz gerekir.. Başka yollara sapmamamız lazım.. Aksi takdirde, bedeli ağır hadiselerle ve faturalarla yüz yüze geliriz.. Kaldı ki milletçe ödüyoruz.. Ama hala da tehlikenin, yaşananlardan çıkarılacak dersin, noktasında değiliz.. Felaketler her an için yaşanabilinir.. Ki kimse bunu da inkâr edemiyor…
***
Tekrar ifade etmem gerekirse okuduğumuz A’raf suresinin 4 ayeti bize birer ders-i ibret olmalıdır. Parolamız olmalıdır. Çünkü biz inanmış bir milletiz. Kur’ana inanmışız. Aba ecdadımız 1500 yıllık bir gerçeğe dayanmaktadır… Biz de o gerçeğin rotasında yürümeliyiz… Eğer ki gitmediğimiz takdirde tehlikeli badirelerle karşı karşıya kalmamız kaçınılmazdır…
***
Kur’an bizi uyarıyor.
Diyor ki;
Gök ve yer arasında görünmeyen nice gizli ilahi ordular vardır.
Eğer ki, toplumlar müspet hareket ettiği sürece onlar rahmetle hareket ederler…
Menfi ve negatif hareket ettiği zaman, Allah’ı tanımadığı zaman, Hz. Muhammed (S.A.V)’in yolundan saptığı zaman işte o Allah’ın görünmeyen orduları harekete geçer.. Ve yer küresinde yaşayanların başına çöker ve azaba uğratır…
İster kendimize gelelim, ister gelmeyelim. Tarihi gerçek vakıalar ortadadır.
***
Duymuyoruz, görüyoruz ve bizzat yaşamaktayız. Bu itibarla lütfen şunun bunun veyahut sahte kahramanların Türkiye’ye karşı kurmuş olduğu ithal tuzaklardan artık vazgeçelim. Diyanetimizin buna dair uyarılarda bulunması lazım… Devletin sistemini elinde tutanlara bir uyarı dersi olsun. Ki millet de onlara bağlı kalsın.
***
Kur’an-ı Kerim, 1500 seneden beri aba ecdadımızdan bize miras olarak kalmıştır.. Ona sımsıkı sarılalım, elimizde tutalım, zihnimizle, fikrimizle, yaşam şeklimizle, biat eden olalım… Kulluk görevimizi yerine getirelim.. Onun gerçekleriyle hayatımızı biçimlendirelim… İşte A’raf suresinin 101. Ayeti…
Bakın bizi nasıl da uyarıyor..
Ve diyor ki;
“İşte memleketler! Onların haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz. Andolsun, peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişti. Fakat onlar daha önce yalanladıklarına inanacak değillerdi. Allah, kâfirlerin kalplerini işte böyle mühürler.”
Kur’anın dostça uyarısına kulak verelim.
Yaşayalım.
Ve gece gündüz Allah’ın gerçek rahmetini ve şiddetli gazabını unutmayalım…
***
Çünkü insanoğlunun önünde iki yol var…
Ya Allah’ın rahmetine müstahak oluruz..Ya da Allah’ın gazabına müstahak oluruz.
İkisi de kazanılabilir.
Bu itibarla diyoruz ki;
Allah hepimize dosdoğru yolu sırat-ı müstakimi nasip eylesin.
Allah’ın Peygamberimiz (S.A.V) Efendimiz’e uyarısı gibi;
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol..”
Bu emir ve ifade; bizim için de bir uyarıdır. Özellikle de bir derstir. Bu dersimizi hiç unutmayalım, daima okuyalım.
Yoksa ülke olarak badirelerden kendimizi kurtaramamış oluruz ki memleketin insanlarına çok ağır faturalar çıkar, aileler yok olup gider..
Depremler, musibetler, hastalıklar vücut bulur.. Ki yaşıyoruz görüyoruz… Onun için bu badirelerin hiçbiri rastgele olaylar değildir.
***
Velhasıl kelam… Kur’an bizi sık sık uyarıyor sevgili dostlar. Kendimize dönelim, sorgulayalım, öz eleştiri yapalım…
Hem tarihten, hem ecdattan örnekler alalım… O büyük insanlar nasıl yaşadılar, hangi zaferleri neyle kazandılar?
Osman Gaziler ve Fatihler gibi uzun bir ömür devletini yaşatan kahraman ecdadımızın yolundan çıkmayalım.
Şunun, bunun, çağdaş Amerika’nın (!), AB’nin veya Rusya’nın, ya da emperyalist vurguncu devletler dahil..
Onların, hegemonyasında olmayalım…
Aklımızı başımıza alalım. Sırat-ı müstakim bir yolumuz var, o da Kur’an çizgisidir ve bize gösterdiği yoldur.
ALLAH’IN ORDULARI
Evet, şu varlık âlemi, büyüklüğü nisbetinde muhteşem bir kışladır. Gökyüzündeki güneş, ay ve yıldızlar ise, Allah’ın askerleri. Bu kışlanın en hareketli bir bölümü, içinde yaşadığımız yerküresidir. Atmosferde meydana gelen fırtınalar, gök gürültüsü, şimşek ve yağmurlar, hava kuvvetlerinin bir bölümüdür. Kartaldan sineğe kadar sıralanan kuşlar sınıfı da, başka bir bölümü...
Denizlerdeki balinalardan yunuslara, köpek balıklarından hamsilere kadar binlerce canlı, deniz kuvvetlerinde yer alır.
Dikenli bitkilerden kadife tenli lâlelere, küçük fidanlardan dev çınar ağaçlarına ve ormandaki arslanlardan yer altındaki küçük karıncalara kadar yüzbinlerce hayvan cinsi de, kara kuvvetlerinin mensupları arasındadır. Allah’ın ordusundaki fertler ister küçük, ister büyük olsun, vazife yapmakta nazlanmazlar.
Mikro âlemdeki mikroorganizma ve virüsler, hayalimizin dahi alamayacağı kadar muazzam vazifeler görerek, o muhteşem ordunun merhametli kumandanına intisap etmekle nelerin yapılabileceğini ispat ederler.
Atomlar, tam bir itaat ve vazife anlayışı içersinde çalışır ve hadlerini zerre kadar dahi aşmayarak tayin edildikleri yerlerde harika fiillere mazhar olurlar.
Görmediğimiz âlemin sakinleri olan melekler, bu ordunun başka bir kısmıdır. Yaratılış olarak masum, Allah’ın emriyle iş gören ve asla isyan etmeyen nuranî varlıklar.
Hz. Âdem’den Peygamber Efendimiz’e (asm) kadar uzanan peygamberler silsilesi ve bunlara tâbi olan sıddıklar, şehitler ve salihler zümresi ise, bu ordunun en muhteşem kısmıdır.
Şimdi, Kur’an âyetlerinin ışığı altında ve varlık âlemi hakkındaki bilgi ve tecrübelerimizin yardımıyla, bu İlâhî orduyu daha yakından tanımaya insan ordusu ile başlayalım.
İNSAN ORDUSU
Kâinat Halıkı’nın en değerli, en nazlı, en niyazlı, fakat bazan da en âsi kulları bu sınıfta toplanmış.
Ve arz ordugâhının bu değerli askerleri, O yüce kumandanın tevhid bayrağını her yere dikmek gibi bir bayraktarlık vazifesiyle görevlendirilmiş. Fakat bu vazifesi çok önemli olduğundan, bütün şer güçler peşine düşmüş ve onu adım adım takip etmeye koyulmuş.
Maddî yönden mikroplar, onun vücud ülkesini tahrip etmeye ve vazifesini yapamaz duruma getirmeye çalışırken, mânevî yönden şeytanlar, insan üzerinde hâkimiyet kurmaya yönelmiş. Nefis, şeytanın bir casusu olarak onun bünyesine göz dikmiş.
Hırs, enaniyet, riya, heva ve heves gibi düşmanlar, kalp kalesinin zayıf noktalarından sızmayı hedef almış.
Şeytan, bu vesvese kuvvetlerini kalb üzerine gönderdiğinde kalbin yapabileceği şey, akıl mancınığına sarılmak ve O yüce kumandanın birliğine dair delil füzelerini, o şer güçlerin üzerine fırlatarak onları yok etmek oluyor. Ve bunu başardığı takdirde, rütbesi birden yükseltilerek meleklerin de üzerine çıkartılıyor.
VE İSLÂM ORDUSU...
İslâm ordusu, Hz. Âdem’den tâ Peygamberimize (asm) ve O’ndan da kıyamete kadar devam edecek olan nebîler, sıddıklar, şehitler ve salihler zümresinden meydana geliyor. Evet, Hz. Âdem’le başlayan insanlık tarihinde, insanların iki gruba ayrıldığı görülüyor:
1. Allah’ın gösterdiği yoldan giden peygamberler ve onlara tâbi olanlar.
2. Şeytanın gösterdiği yoldan gidip, nefis ve hevaya tâbi olanlar.
İnsanlık tarihi, bu iki grubun mücadele tarihidir.
Bu mücadele, Kur’ân’ın benzetmesiyle madenlerin birbirinden ayrışması mücadelesidir. Yani, Hz. Ebu Bekir gibi elmas ruhlu olanların, Ebu Cehil gibi kömür ruhlu olanlardan ayrılmasıdır. Bu mücadele esnasında bazan şeytanın orduları galip gibi görülse de, bu tamamen dış görünüş itibariyledir ve akan bir nehrin üzerindeki köpükler gibidir. (Ra’d suresi, 17) Köpük, sönmeye mahkûmdur. Su ise hedefine varacaktır. Firavun ve Nemrut gibilerin saltanat köpükleri hep sönmüş, zulmettikleri Müslümanlar ise, bir nehir gibi cennete akmışlardır.
İslâm ordusu, en büyük kumandam olan Hz. Muhammed (asm) kumandasında, sayıca kendinden kat kat fazla düşmanları mağlup ederek TEVHİD sancağını dünyanın her tarafında şerefle dalgalandırmıştır.
Son olarak bazı âyetlerin meâlleriyle mevzumuzu noktalayalım:
“Şeytanın grubunda olanlar hüsrana mahkûmdurlar.” (Mücâdele suresi, 19)
“Allah şöyle hüküm vermiştir: Celâlim hakkı için muhakkak ki, Ben ve peygamberlerim galip gelecektir.” (Mücâdele suresi, 21)
“İyi bilin ki, Allah’ın tarafında olanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Mücâdele suresi, 22)
“Şüphesiz Allah taraftarları galiplerin ta kendileridir.” (Mâide suresi, 56)
“Ordularımız, muhakkak galip gelecektir.” (Sâffât suresi, 173)
Peygamber Efendimiz Mekke'den Medine'ye hicreti sırasında geceleyin yanında Hz. Ebu Bekir olduğu halde Sevr mağarasına sığındı.
Müşrikler kendisini takip ediyorlardı.
Mağarada korku dolu anlar yaşadılar.
Tevbe suresinin 40. ayetinde bu durum şöyle anlatılır: "Hani onlar mağaradaydılar; arkadaşına "Tasalanma!
Allah bizimle beraberdir" diyordu.
Derken Allah ona kendi katından bir güven duygusu indirdi, sizin göremediğiniz askerlerle onu destekledi."
SEKİNET
Bu ayetteki iki kavram dikkati çeker, ilki "güven duygusu"dur. Kur'an'da "sekinet" diye geçer. Mekke yönetimi, şehirden kaçan Hz. Peygamber'i ve arkadaşı Ebû Bekir'i ölü veya diri yakalayıp getirene 100 deve ödül verileceğini duyurdu. Onlar Sevr mağarasına sığınmışlardı. Hz. Peygamber'i aramaya çıkan bir grup mağaranın yakınına kadar gelmişlerdi; konuşmaları içeriden duyuluyordu ve ayakları görülüyordu. Eğilip baksalar belki kendilerini göreceklerdi. İşte bu sırada, Hz. Ebû Bekir "Ya Resulallah yaklaştılar, bizi görecekler!" dedi. Hz. Peygamber "Üzülme, Allah bizimle beraberdir.
Düşünsene, iki yoldaş ki Allah onların üçüncüsüdür, artık endişe edilir mi?" diye cevap verdi. Böylece Hz. Ebu Bekir sâkinleşti (sekinet).
Sekinet konusunda başka ayetler de vardır. Bunlarda Allah'ın Resûl-i Ekrem ile müminlerin üzerine ya da kalplerine huzur indirdiği belirtilir. Sekinet, şiddetli üzüntü veya korkudan sonra melekler vasıtasıyla veya başka yollarla kalplerin sükûn, huzur ve itminan bulması demek oluyor. Bir başka ifadeyle "sekinet" kulun kalbine inen ve onun korku ve endişelerini yenmesini sağlayan bir nur olarak açıklanmıştır. Buna içte doğan huzur ve güven duygusu da denebilir.
MANEVİ ORDULAR
Ayette geçen ikinci kavram "cünud" yani "askerler, ordular" ifadesidir.
Kur'an'da "sizin görmediğiniz askerler", "Allah'ın askerleri / orduları" şeklinde yer alır. Buna dair birçok yorumlar yapılmıştır. Mesela melekler, rüzgar, içe doğan olumlu duygular, ebabil kuşları, sivrisinek her türlü tabiat olayı Allah'ın askeri sayılır. Gerektiğinde Allah onları bir amaç için görevlendirebilir.
İslam tarihi kaynaklarında, Hicret sırasında Peygamber Efendimizi ve arkadaşını perdelemek üzere; Sevr mağarasının girişine bir örümceğin ağ örmüş olduğu ve oradaki bodur bir ağacın dalları arasında da bir güvercinin yuva yapıp yumurta bırakmış bulunduğu, bunun da müşriklerin Hz.
Peygamber ve Ebu Bekir'in mağarada olabilecekleri ihtimali üzerinde düşünmelerini engellediği kaydedilir.
Bu rivayetlerin doğruluğunu tartışanlar varsa da, Kur'an'da kesin olarak ifade edilen ilâhî yardımın zihinlerde canlandırılmasını sağladığı da bir gerçektir.
Allah'ın askerlerinin desteğine erebilmek için, buna layık olmak gerekir.
Durup dururken manevi yardım gelmez.
Kur'an bilgilerinden hareketle Hz.
Mevlana şunları yazar:
Yerin ve göğün bütün zerreleri imtihan sırasında Hakk'ın askeri olur.
Rüzgarı gördün mü Ad kavmine ne yaptı? Suyu gördün mü Nuh tufanında ne etti? Ebabil kuşları fillere neler yaptı? Sivrisinek Nemrud'un başını yedi. Göze 'ona sıkıntı ver' dese, göz ağrısı senin canını okur. Dişe 'bir zorluk göster' dese, bir bakarsın dişin yüzünden kulağın çekilir.
Fetih Suresinde “Göklerin ve yerin orduları, Allah’ın hükmünü yerine getirmek için görevlendirilmiştir” mealinde beyan edilen âyeti tefekkür ederken,çok boyutlu anlamlar içerdiğini fark edebiliyoruz.Semavat ve yer ifadelerini mikro ve makro düzeyde değerlendirebiliyoruz. Başka bir deyişle, bu ve benzer âyetlerin tümü, afakta ve enfüsümüzde her an cereyan etmektedirler.Gerek Tasavvufi veriler,gerekse bilimsel teknik gelişmeler bu tarz Kur’an verilerini açığa çıkarmada önemli roller oynamaktadırlar diyebiliriz.İlgili âyet örneklerinin zâhiri yönlerine değinecek olursak bazı değerlendirmelerimizi şöyle yapabiliriz:
Göklerde olarak ifade edilen orduları, farklı semavat katmanlarında görevli olan güçlü melekler temsil etmektedirler. Bunların en başında kapsam itibariyle Ruhul Âzâm gelmektedir ki bu ruh, sistemin oluşturucusu olan ana ruhtur. Bu ruhtan boyutsal bir şekilde diğer meleki kuvvetler oluşmuş ve hiyerarşik yapıda yerini almıştır.İliyyin mertebesini temsil eden meleklere Aliyyûn melekleri denilmektedir.Aliyyûn melekleri, yüce meleki güçlere sahip olarak bu hiyerarşik oluşum içerisinde en üst sınıftır. Bu melekler, vazifelerinde devamlı olduğu için Âdemi görmezler.İlâhi cemâlin güzelliğine gark olmuşlardır âdeta. Allah’a yakiyn elde eden Kerrubiyûn melekleri de önemli bir sınıfı teşkil eder.Esasında tüm meleklerde kurbiyet söz konusudur, fakat bunlarda akrebiyet daha fazladır.Keza, Hazire i Kuds tâbir edilen melekler dahi önemli bir başka sınıfı oluşturur. Neticede, semâlardaki tüm meleki kuvvetler, insanın özündeki meleki kuvvetlerin dış âlemdeki tezâhürleridir.Yine nur kökenli cin sınıfı varlıklar da farklı bir sınıf olarak bu hiyerarşinin içinde yer alırlar.Melekler gibi gizli özelliklerinden ötürü fark edilmezler.Ekseriyetle İblis’e yakındırlar.Melekler ise insani hakikate yakındır.Benzer şekilde arzda da melaike ve cin sınıfı görevlidir.Özellikle cinler, arzın yedi katmanında konuşlanmışlardır.Zulmâni âlemlerin sakinleridirler.İnsana zarar verebilecek düzeyde potansiyelleri güçlü olan bu varlıklar, insanın mânevi gelişiminde bir motor güç teşkil eder.Özellikle kişinin mânevi çalışmalarında bilincinde açığa çıkarak onları saptırmak isterler.Korunma dualarıyla oluşturduğumuz meleki kuvvelerle onların tesirlerini önlemiş oluruz.Şimdi gelelim, insandaki enfüsi tezâhürlere:
Bildiğimiz üzere semâvat,bilinç katmanlarımız arz ise fizik bedenimiz olarak anlaşılır.Evrende olduğu gibi enfüsümüzde de meleki kuvvetler vardır.Bu enfüsi güçlerin semâvi(şuursal) olanları olduğu gibi,arzi (bedensel) olanları da söz konusudur.Yedi kat göğün ve misli olan yerin yaratılıp emrin aralarında nâzil olması âyetinde olduğu üzere evren ve insandaki meleki oluşumlar sürekli bir iletişim hâlindedir.Semâvattan ve yıldız sistemlerinden gelen kozmik etkiler şuur semâmızda yerini almaktadır. Şuurumuzda sürekli değişimler ve dönüşümler oluşturmaktadır. Şuurumuz, bilgi ve yeni mânâların oluşumu noktasında sürekli beslenmektedir.Arz dediğimiz yeryüzünde açığa çıkanlar ise beden boyutumuzla irtibatlıdır.Fizyolojik ihtiyaçlar noktasında beslenmektedir.Bedenimiz de böylelikle sürekli yenilenmektedir.Mikro boyuta indiğimizde ise bambaşka oluşumlar gözlemleriz.Örneğin, kanımızdaki alyuvar ve akyuvarlar da kendi programlarına göre vazife yaparlar.Sperm ordusu da sürekli görevdedir.Birtakım bakteri ve mikroorganizmalar da kendi çapında bir ordudur.Hücreler ve kromozomlar keza öyledir.Hepsi de tek bir sistemin entegrasyon içinde faaliyet gösteren bölümleridir.Tıpkı bir dişlinin çarkları gibi birbirleriyle ilintili ve iletişimdedir.
Kur’an tilaveti ve belirli esma zikirleri çalışmalarıyla insanın enfüsünde melekler ordusu oluşmaktadır.Melekler, mânâdaki görülmeyen hücreler ordusudur.Bu melekler ordusu enfüsümüzdeki sufli tesirleri etkisiz duruma getirmektedir. Böylece her iki ordu da görevini yerine getirmiş olur. Rabbin ordularını sadece kendisi bilir, takdir eder ve değerlendirir.Alim ve Hakiym isimleri boyutundan ilim ve hikmetinin oluşumlarını seyreder.
Yeryüzünde önemli olayların oluşumunda görevli olan Ricâli Gayb da âyette geçen ordu sınıfına dahil bulunmaktadır.Semâvi ve kozmik tesirleri belirli kişilere ve mekanlara kanalize ederek Rabbin hükmünü icra ederler. Bunların madde planındaki uzantısını da dünya genelindeki ileri gelen devlet ricalleri ve ülkelerin orduları teşkil eder. Dikkât edersek ilgili âyette göklerin ve yerin orduları ifadesinde bir sınırlama söz konusu değildir.Bu da gösteriyor ki mikrodan makro plana kadar her şey Rabbin hükmündedir ve dileğinin gerçekleşmesi noktasında vazifelidir.Siz buna ister Cengiz’in ordusu; isterseniz Hitler’in ordusu; isterseniz Selahaddin’in ordusu; isterseniz Haçlı ordusu;isterseniz Süleyman’ın ordusu deyin; isterseniz karıncalar ordusu;isterseniz çekirgeler ordusu;isterseniz sahabeler ordusu; isterseniz melekler ve şehitler ordusu;isterseniz ifritler ordusu; isterseniz Zülkarneynin ordusu; isterseniz yıldızlar ve galaksiler ordusu deyin, âyetteki geneli ifade eden anlam kapsamını daraltamaz ve sınırlayamazsınız.
Çünki sonsuz ve sınırsız varlık hiçbir şekilde sınırlanamaz.Dolayısıyla sonuç değişmeyecektir.Belki de evrenin değişik boyutlarında daha nice gizli vazifeli ordular var kim bilir!
Sonuç olarak, ordu ifadesiyle yerini bulan Kudret sıfatı tezahürlerinin her biri gerçekte tek bir gücün açığa çıkışıdır.GÖKLERDE VE YERDEKİ BÜTÜN ORDULAR ALLAH’IN HÜKMÜNÜ YERİNE GETİRMEK İÇİN VAZİFELENDİRİLMİŞTİR.
Allah'ın Sekînet İndirdiği Kalpler
Sekînet sözlükte “vakar, huzur ve emniyet” diye tarif edilirken ‘peygamberlerle Allah’ın velî kullarının kalplerine iner’ diye not düşülmüş. Herhalde bu bir sınırlama değil, değerini bildirmedir. Çünkü onların izinden yürümeye ve hâlleriyle hâllenmeye, hiç bir zaman olmadığı kadar ihtiyacımız var.
Fetih sûresinde şöyle buyruluyor: “Îmânlarını bir kat daha arttırsınlar diye mü’minlerin kalplerine sekînet indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır.”[1]
Burada zikredilen sekînet, sükûn ve huzûr demektir. Kalbin görüp idrâk ettiği açık delîller sebebiyle huzûra ermesi demektir. Düşünce ve endişelerden sıyrılıp itmînâna ermesi demektir. Bu makama erişen mü’minin kalbindeki ilimler kesinlik ifade eder ve böylece sahibini endişelerden sâlim kılar. Nitekim burada ele aldığımız âyet-i kerîme Hudeybiye Musâlahası esnasında nâzil olunca mü’minlerin kalplerini huzûr ve sükûnet kaplamıştır.
"ÜZÜLME, ALLAH BİZİMLE BERABERDİR"
Tevbe sûresinde beriltildiği üzere; hicret esnasında sığındıkları mağaranın kapısına kadar müşriklerin gelmesiyle endişeye kapılan Hz. Ebû Bekir (r.a.)’ın kalbine de, Efendimiz (s.a.v.)’in “Üzülme, Allah bizimle beraberdir.”[2] demesiyle sekînet inmiştir.
Peygamberimiz (s.a.v.) ümmetine bir yol gösteriyor ki orada sekînetin yeri, sadece darlık ve endişe anlarıyla sınırlı değildir. Bilakis bütün hayatı kuşatacak bir huzur limanıdır. Çünkü Efendimiz (s.a.v.); “Allah Teâlâ’yı anmak için toplanan kimseleri meleklerin kuşatacağını, üzerlerine ilâhî rahmet ve sekînet ineceğini”[3] bildiriyor.
Dipnotlar: 1) Bkz; 48/4. 2) Tevbe sûresi, 9/40. 3) Müslim, Zikir, 25.
"O Allah, imanlarına iman katmaları için mü’minlerin kalplerine sekînet, huzur ve itminân indirdi. Göklerin ve yerin orduları yalnızca Allah’ındır. Allah, her şeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır." (Fetih suresi 4. ayet)
اَلسَّك۪ينَةُ (sekînet), sükûn ve huzur demektir. Kalbin, görüp idrak ettiği açık deliller sebebiyle huzura ermesi böylece tüm varlığıyla düşünce ve endişe sınırından kurtulup yakîn ve itminân hâline erişmesidir. Bu makamda kalpteki ilimler kesinlik ifade eder. Sahibini korku ve endişelerden salim kılıp huzura eriştirir. İşte Cenâb-ı Hak, umre niyetiyle yanlarına hiçbir silah almaksızın Medine’den çıkıp Mekke’ye doğru yol alan ve Hudeybiye’de başlangıçta hiç de istemedikleri durumlarla karşılaşan mü’minlerin kalbine bir ikram olarak sekînet indirmiş, onları mânen takviye etmiştir. Bu ilâhî yardım olmasaydı, belki Hudeybiye büyük bir fetih haline gelemeyebilirdi. Mesela Allah Resûlü (s.a.s.), umre için Mekke-i Mükerreme’ye gitme arzusunu açıkladığında, müslümanlar korku ve endişeye kapılarak münafıklar gibi bunun apaçık ölüme gitmek demek olduğunu düşünüp sefere katılmak istemeyebilirlerdi. Hudeybiye’de kâfirler müslümanları umre yapmaktan alıkoyduğunda, Hz. Osman’ın şehîd edildiği haberi geldiğinde veya Ebu Cendel o perişan haliyle müslümanların gözleri önünde cânî müşriklere geri çevrildiğinde müslümanlar tahrike kapılıp taşkınlık yapabilirlerdi. Hele maddelerini bir türlü hazmedemedikleri anlaşmanın imzalanma sırasında bir itaatsizlik olabilirdi. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın, gönüllerine indirdiği o sekînet, huzur ve itminân sayesinde mü’minler her bakımdan Allah Resûlü (s.a.s.)’in emrine teslimiyet gösterdiler. İmtihanı kazandılar. Böylece o son derece tehlikeli sefer, en büyük bir zaferle neticelenmiş oldu.
İşte göklerin ve yerin bütün orduları emrinde bulunan Cenâb-ı Hak, istediği zaman onları mü’minlere yardım için seferber eder, onları destekler, kalplerine huzur verir ve onları her türlü hayra muvaffak kılar. Ki bu hayırların kemâli, günahlardan arınıp cennete girebilmektir. Allah Teâlâ da, imanlarında sebat edip buyruklarını tutan erkek kadın tüm mü’minleri cennete koyacağını müjdelemektedir.
İşte son zamanlarda başımıza gelen vakıalar!.. Ders çıkarmadığımız gibi, gerçekleri görmezlikten gelen bir tavır takıntısı içerisindeyiz.. Kur’an-ı Kerimin emrettiği ve uyardığı gibi; “kendimize çekidüzen vermemiz” gerekir.. İstikametimizi, dosdoğru belirlememiz lazım.. Sapmamamız, yalana, dolana, meyil etmememiz gerektiği gibi; helalimizi helal olarak bilmeliyiz ve onunla yetinmeliyiz, haramımızı da haram olarak, bilmeliyiz, tanımalıyız ve ondan de sakınmalıyız.
***
Cenab-ı hakkın “çizdiği” yolda, Kur’an ve Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in rehberliğinde yürümemiz gerekir.. Başka yollara sapmamamız lazım.. Aksi takdirde, bedeli ağır hadiselerle ve faturalarla yüz yüze geliriz.. Kaldı ki milletçe ödüyoruz.. Ama hala da tehlikenin, yaşananlardan çıkarılacak dersin, noktasında değiliz.. Felaketler her an için yaşanabilinir.. Ki kimse bunu da inkâr edemiyor…
***
Tekrar ifade etmem gerekirse okuduğumuz A’raf suresinin 4 ayeti bize birer ders-i ibret olmalıdır. Parolamız olmalıdır. Çünkü biz inanmış bir milletiz. Kur’ana inanmışız. Aba ecdadımız 1500 yıllık bir gerçeğe dayanmaktadır… Biz de o gerçeğin rotasında yürümeliyiz… Eğer ki gitmediğimiz takdirde tehlikeli badirelerle karşı karşıya kalmamız kaçınılmazdır…
***
Kur’an bizi uyarıyor.
Diyor ki;
Gök ve yer arasında görünmeyen nice gizli ilahi ordular vardır.
Eğer ki, toplumlar müspet hareket ettiği sürece onlar rahmetle hareket ederler…
Menfi ve negatif hareket ettiği zaman, Allah’ı tanımadığı zaman, Hz. Muhammed (S.A.V)’in yolundan saptığı zaman işte o Allah’ın görünmeyen orduları harekete geçer.. Ve yer küresinde yaşayanların başına çöker ve azaba uğratır…
İster kendimize gelelim, ister gelmeyelim. Tarihi gerçek vakıalar ortadadır.
***
Duymuyoruz, görüyoruz ve bizzat yaşamaktayız. Bu itibarla lütfen şunun bunun veyahut sahte kahramanların Türkiye’ye karşı kurmuş olduğu ithal tuzaklardan artık vazgeçelim. Diyanetimizin buna dair uyarılarda bulunması lazım… Devletin sistemini elinde tutanlara bir uyarı dersi olsun. Ki millet de onlara bağlı kalsın.
***
Kur’an-ı Kerim, 1500 seneden beri aba ecdadımızdan bize miras olarak kalmıştır.. Ona sımsıkı sarılalım, elimizde tutalım, zihnimizle, fikrimizle, yaşam şeklimizle, biat eden olalım… Kulluk görevimizi yerine getirelim.. Onun gerçekleriyle hayatımızı biçimlendirelim… İşte A’raf suresinin 101. Ayeti…
Bakın bizi nasıl da uyarıyor..
Ve diyor ki;
“İşte memleketler! Onların haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz. Andolsun, peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişti. Fakat onlar daha önce yalanladıklarına inanacak değillerdi. Allah, kâfirlerin kalplerini işte böyle mühürler.”
Kur’anın dostça uyarısına kulak verelim.
Yaşayalım.
Ve gece gündüz Allah’ın gerçek rahmetini ve şiddetli gazabını unutmayalım…
***
Çünkü insanoğlunun önünde iki yol var…
Ya Allah’ın rahmetine müstahak oluruz..Ya da Allah’ın gazabına müstahak oluruz.
İkisi de kazanılabilir.
Bu itibarla diyoruz ki;
Allah hepimize dosdoğru yolu sırat-ı müstakimi nasip eylesin.
Allah’ın Peygamberimiz (S.A.V) Efendimiz’e uyarısı gibi;
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol..”
Bu emir ve ifade; bizim için de bir uyarıdır. Özellikle de bir derstir. Bu dersimizi hiç unutmayalım, daima okuyalım.
Yoksa ülke olarak badirelerden kendimizi kurtaramamış oluruz ki memleketin insanlarına çok ağır faturalar çıkar, aileler yok olup gider..
Depremler, musibetler, hastalıklar vücut bulur.. Ki yaşıyoruz görüyoruz… Onun için bu badirelerin hiçbiri rastgele olaylar değildir.
***
Velhasıl kelam… Kur’an bizi sık sık uyarıyor sevgili dostlar. Kendimize dönelim, sorgulayalım, öz eleştiri yapalım…
Hem tarihten, hem ecdattan örnekler alalım… O büyük insanlar nasıl yaşadılar, hangi zaferleri neyle kazandılar?
Osman Gaziler ve Fatihler gibi uzun bir ömür devletini yaşatan kahraman ecdadımızın yolundan çıkmayalım.
Şunun, bunun, çağdaş Amerika’nın (!), AB’nin veya Rusya’nın, ya da emperyalist vurguncu devletler dahil..
Onların, hegemonyasında olmayalım…
Aklımızı başımıza alalım. Sırat-ı müstakim bir yolumuz var, o da Kur’an çizgisidir ve bize gösterdiği yoldur.
ALLAH’IN ORDULARI
Evet, şu varlık âlemi, büyüklüğü nisbetinde muhteşem bir kışladır. Gökyüzündeki güneş, ay ve yıldızlar ise, Allah’ın askerleri. Bu kışlanın en hareketli bir bölümü, içinde yaşadığımız yerküresidir. Atmosferde meydana gelen fırtınalar, gök gürültüsü, şimşek ve yağmurlar, hava kuvvetlerinin bir bölümüdür. Kartaldan sineğe kadar sıralanan kuşlar sınıfı da, başka bir bölümü...
Denizlerdeki balinalardan yunuslara, köpek balıklarından hamsilere kadar binlerce canlı, deniz kuvvetlerinde yer alır.
Dikenli bitkilerden kadife tenli lâlelere, küçük fidanlardan dev çınar ağaçlarına ve ormandaki arslanlardan yer altındaki küçük karıncalara kadar yüzbinlerce hayvan cinsi de, kara kuvvetlerinin mensupları arasındadır. Allah’ın ordusundaki fertler ister küçük, ister büyük olsun, vazife yapmakta nazlanmazlar.
Mikro âlemdeki mikroorganizma ve virüsler, hayalimizin dahi alamayacağı kadar muazzam vazifeler görerek, o muhteşem ordunun merhametli kumandanına intisap etmekle nelerin yapılabileceğini ispat ederler.
Atomlar, tam bir itaat ve vazife anlayışı içersinde çalışır ve hadlerini zerre kadar dahi aşmayarak tayin edildikleri yerlerde harika fiillere mazhar olurlar.
Görmediğimiz âlemin sakinleri olan melekler, bu ordunun başka bir kısmıdır. Yaratılış olarak masum, Allah’ın emriyle iş gören ve asla isyan etmeyen nuranî varlıklar.
Hz. Âdem’den Peygamber Efendimiz’e (asm) kadar uzanan peygamberler silsilesi ve bunlara tâbi olan sıddıklar, şehitler ve salihler zümresi ise, bu ordunun en muhteşem kısmıdır.
Şimdi, Kur’an âyetlerinin ışığı altında ve varlık âlemi hakkındaki bilgi ve tecrübelerimizin yardımıyla, bu İlâhî orduyu daha yakından tanımaya insan ordusu ile başlayalım.
İNSAN ORDUSU
Kâinat Halıkı’nın en değerli, en nazlı, en niyazlı, fakat bazan da en âsi kulları bu sınıfta toplanmış.
Ve arz ordugâhının bu değerli askerleri, O yüce kumandanın tevhid bayrağını her yere dikmek gibi bir bayraktarlık vazifesiyle görevlendirilmiş. Fakat bu vazifesi çok önemli olduğundan, bütün şer güçler peşine düşmüş ve onu adım adım takip etmeye koyulmuş.
Maddî yönden mikroplar, onun vücud ülkesini tahrip etmeye ve vazifesini yapamaz duruma getirmeye çalışırken, mânevî yönden şeytanlar, insan üzerinde hâkimiyet kurmaya yönelmiş. Nefis, şeytanın bir casusu olarak onun bünyesine göz dikmiş.
Hırs, enaniyet, riya, heva ve heves gibi düşmanlar, kalp kalesinin zayıf noktalarından sızmayı hedef almış.
Şeytan, bu vesvese kuvvetlerini kalb üzerine gönderdiğinde kalbin yapabileceği şey, akıl mancınığına sarılmak ve O yüce kumandanın birliğine dair delil füzelerini, o şer güçlerin üzerine fırlatarak onları yok etmek oluyor. Ve bunu başardığı takdirde, rütbesi birden yükseltilerek meleklerin de üzerine çıkartılıyor.
VE İSLÂM ORDUSU...
İslâm ordusu, Hz. Âdem’den tâ Peygamberimize (asm) ve O’ndan da kıyamete kadar devam edecek olan nebîler, sıddıklar, şehitler ve salihler zümresinden meydana geliyor. Evet, Hz. Âdem’le başlayan insanlık tarihinde, insanların iki gruba ayrıldığı görülüyor:
1. Allah’ın gösterdiği yoldan giden peygamberler ve onlara tâbi olanlar.
2. Şeytanın gösterdiği yoldan gidip, nefis ve hevaya tâbi olanlar.
İnsanlık tarihi, bu iki grubun mücadele tarihidir.
Bu mücadele, Kur’ân’ın benzetmesiyle madenlerin birbirinden ayrışması mücadelesidir. Yani, Hz. Ebu Bekir gibi elmas ruhlu olanların, Ebu Cehil gibi kömür ruhlu olanlardan ayrılmasıdır. Bu mücadele esnasında bazan şeytanın orduları galip gibi görülse de, bu tamamen dış görünüş itibariyledir ve akan bir nehrin üzerindeki köpükler gibidir. (Ra’d suresi, 17) Köpük, sönmeye mahkûmdur. Su ise hedefine varacaktır. Firavun ve Nemrut gibilerin saltanat köpükleri hep sönmüş, zulmettikleri Müslümanlar ise, bir nehir gibi cennete akmışlardır.
İslâm ordusu, en büyük kumandam olan Hz. Muhammed (asm) kumandasında, sayıca kendinden kat kat fazla düşmanları mağlup ederek TEVHİD sancağını dünyanın her tarafında şerefle dalgalandırmıştır.
Son olarak bazı âyetlerin meâlleriyle mevzumuzu noktalayalım:
“Şeytanın grubunda olanlar hüsrana mahkûmdurlar.” (Mücâdele suresi, 19)
“Allah şöyle hüküm vermiştir: Celâlim hakkı için muhakkak ki, Ben ve peygamberlerim galip gelecektir.” (Mücâdele suresi, 21)
“İyi bilin ki, Allah’ın tarafında olanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Mücâdele suresi, 22)
“Şüphesiz Allah taraftarları galiplerin ta kendileridir.” (Mâide suresi, 56)
“Ordularımız, muhakkak galip gelecektir.” (Sâffât suresi, 173)
Peygamber Efendimiz Mekke'den Medine'ye hicreti sırasında geceleyin yanında Hz. Ebu Bekir olduğu halde Sevr mağarasına sığındı.
Müşrikler kendisini takip ediyorlardı.
Mağarada korku dolu anlar yaşadılar.
Tevbe suresinin 40. ayetinde bu durum şöyle anlatılır: "Hani onlar mağaradaydılar; arkadaşına "Tasalanma!
Allah bizimle beraberdir" diyordu.
Derken Allah ona kendi katından bir güven duygusu indirdi, sizin göremediğiniz askerlerle onu destekledi."
SEKİNET
Bu ayetteki iki kavram dikkati çeker, ilki "güven duygusu"dur. Kur'an'da "sekinet" diye geçer. Mekke yönetimi, şehirden kaçan Hz. Peygamber'i ve arkadaşı Ebû Bekir'i ölü veya diri yakalayıp getirene 100 deve ödül verileceğini duyurdu. Onlar Sevr mağarasına sığınmışlardı. Hz. Peygamber'i aramaya çıkan bir grup mağaranın yakınına kadar gelmişlerdi; konuşmaları içeriden duyuluyordu ve ayakları görülüyordu. Eğilip baksalar belki kendilerini göreceklerdi. İşte bu sırada, Hz. Ebû Bekir "Ya Resulallah yaklaştılar, bizi görecekler!" dedi. Hz. Peygamber "Üzülme, Allah bizimle beraberdir.
Düşünsene, iki yoldaş ki Allah onların üçüncüsüdür, artık endişe edilir mi?" diye cevap verdi. Böylece Hz. Ebu Bekir sâkinleşti (sekinet).
Sekinet konusunda başka ayetler de vardır. Bunlarda Allah'ın Resûl-i Ekrem ile müminlerin üzerine ya da kalplerine huzur indirdiği belirtilir. Sekinet, şiddetli üzüntü veya korkudan sonra melekler vasıtasıyla veya başka yollarla kalplerin sükûn, huzur ve itminan bulması demek oluyor. Bir başka ifadeyle "sekinet" kulun kalbine inen ve onun korku ve endişelerini yenmesini sağlayan bir nur olarak açıklanmıştır. Buna içte doğan huzur ve güven duygusu da denebilir.
MANEVİ ORDULAR
Ayette geçen ikinci kavram "cünud" yani "askerler, ordular" ifadesidir.
Kur'an'da "sizin görmediğiniz askerler", "Allah'ın askerleri / orduları" şeklinde yer alır. Buna dair birçok yorumlar yapılmıştır. Mesela melekler, rüzgar, içe doğan olumlu duygular, ebabil kuşları, sivrisinek her türlü tabiat olayı Allah'ın askeri sayılır. Gerektiğinde Allah onları bir amaç için görevlendirebilir.
İslam tarihi kaynaklarında, Hicret sırasında Peygamber Efendimizi ve arkadaşını perdelemek üzere; Sevr mağarasının girişine bir örümceğin ağ örmüş olduğu ve oradaki bodur bir ağacın dalları arasında da bir güvercinin yuva yapıp yumurta bırakmış bulunduğu, bunun da müşriklerin Hz.
Peygamber ve Ebu Bekir'in mağarada olabilecekleri ihtimali üzerinde düşünmelerini engellediği kaydedilir.
Bu rivayetlerin doğruluğunu tartışanlar varsa da, Kur'an'da kesin olarak ifade edilen ilâhî yardımın zihinlerde canlandırılmasını sağladığı da bir gerçektir.
Allah'ın askerlerinin desteğine erebilmek için, buna layık olmak gerekir.
Durup dururken manevi yardım gelmez.
Kur'an bilgilerinden hareketle Hz.
Mevlana şunları yazar:
Yerin ve göğün bütün zerreleri imtihan sırasında Hakk'ın askeri olur.
Rüzgarı gördün mü Ad kavmine ne yaptı? Suyu gördün mü Nuh tufanında ne etti? Ebabil kuşları fillere neler yaptı? Sivrisinek Nemrud'un başını yedi. Göze 'ona sıkıntı ver' dese, göz ağrısı senin canını okur. Dişe 'bir zorluk göster' dese, bir bakarsın dişin yüzünden kulağın çekilir.
Fetih Suresinde “Göklerin ve yerin orduları, Allah’ın hükmünü yerine getirmek için görevlendirilmiştir” mealinde beyan edilen âyeti tefekkür ederken,çok boyutlu anlamlar içerdiğini fark edebiliyoruz.Semavat ve yer ifadelerini mikro ve makro düzeyde değerlendirebiliyoruz. Başka bir deyişle, bu ve benzer âyetlerin tümü, afakta ve enfüsümüzde her an cereyan etmektedirler.Gerek Tasavvufi veriler,gerekse bilimsel teknik gelişmeler bu tarz Kur’an verilerini açığa çıkarmada önemli roller oynamaktadırlar diyebiliriz.İlgili âyet örneklerinin zâhiri yönlerine değinecek olursak bazı değerlendirmelerimizi şöyle yapabiliriz:
Göklerde olarak ifade edilen orduları, farklı semavat katmanlarında görevli olan güçlü melekler temsil etmektedirler. Bunların en başında kapsam itibariyle Ruhul Âzâm gelmektedir ki bu ruh, sistemin oluşturucusu olan ana ruhtur. Bu ruhtan boyutsal bir şekilde diğer meleki kuvvetler oluşmuş ve hiyerarşik yapıda yerini almıştır.İliyyin mertebesini temsil eden meleklere Aliyyûn melekleri denilmektedir.Aliyyûn melekleri, yüce meleki güçlere sahip olarak bu hiyerarşik oluşum içerisinde en üst sınıftır. Bu melekler, vazifelerinde devamlı olduğu için Âdemi görmezler.İlâhi cemâlin güzelliğine gark olmuşlardır âdeta. Allah’a yakiyn elde eden Kerrubiyûn melekleri de önemli bir sınıfı teşkil eder.Esasında tüm meleklerde kurbiyet söz konusudur, fakat bunlarda akrebiyet daha fazladır.Keza, Hazire i Kuds tâbir edilen melekler dahi önemli bir başka sınıfı oluşturur. Neticede, semâlardaki tüm meleki kuvvetler, insanın özündeki meleki kuvvetlerin dış âlemdeki tezâhürleridir.Yine nur kökenli cin sınıfı varlıklar da farklı bir sınıf olarak bu hiyerarşinin içinde yer alırlar.Melekler gibi gizli özelliklerinden ötürü fark edilmezler.Ekseriyetle İblis’e yakındırlar.Melekler ise insani hakikate yakındır.Benzer şekilde arzda da melaike ve cin sınıfı görevlidir.Özellikle cinler, arzın yedi katmanında konuşlanmışlardır.Zulmâni âlemlerin sakinleridirler.İnsana zarar verebilecek düzeyde potansiyelleri güçlü olan bu varlıklar, insanın mânevi gelişiminde bir motor güç teşkil eder.Özellikle kişinin mânevi çalışmalarında bilincinde açığa çıkarak onları saptırmak isterler.Korunma dualarıyla oluşturduğumuz meleki kuvvelerle onların tesirlerini önlemiş oluruz.Şimdi gelelim, insandaki enfüsi tezâhürlere:
Bildiğimiz üzere semâvat,bilinç katmanlarımız arz ise fizik bedenimiz olarak anlaşılır.Evrende olduğu gibi enfüsümüzde de meleki kuvvetler vardır.Bu enfüsi güçlerin semâvi(şuursal) olanları olduğu gibi,arzi (bedensel) olanları da söz konusudur.Yedi kat göğün ve misli olan yerin yaratılıp emrin aralarında nâzil olması âyetinde olduğu üzere evren ve insandaki meleki oluşumlar sürekli bir iletişim hâlindedir.Semâvattan ve yıldız sistemlerinden gelen kozmik etkiler şuur semâmızda yerini almaktadır. Şuurumuzda sürekli değişimler ve dönüşümler oluşturmaktadır. Şuurumuz, bilgi ve yeni mânâların oluşumu noktasında sürekli beslenmektedir.Arz dediğimiz yeryüzünde açığa çıkanlar ise beden boyutumuzla irtibatlıdır.Fizyolojik ihtiyaçlar noktasında beslenmektedir.Bedenimiz de böylelikle sürekli yenilenmektedir.Mikro boyuta indiğimizde ise bambaşka oluşumlar gözlemleriz.Örneğin, kanımızdaki alyuvar ve akyuvarlar da kendi programlarına göre vazife yaparlar.Sperm ordusu da sürekli görevdedir.Birtakım bakteri ve mikroorganizmalar da kendi çapında bir ordudur.Hücreler ve kromozomlar keza öyledir.Hepsi de tek bir sistemin entegrasyon içinde faaliyet gösteren bölümleridir.Tıpkı bir dişlinin çarkları gibi birbirleriyle ilintili ve iletişimdedir.
Kur’an tilaveti ve belirli esma zikirleri çalışmalarıyla insanın enfüsünde melekler ordusu oluşmaktadır.Melekler, mânâdaki görülmeyen hücreler ordusudur.Bu melekler ordusu enfüsümüzdeki sufli tesirleri etkisiz duruma getirmektedir. Böylece her iki ordu da görevini yerine getirmiş olur. Rabbin ordularını sadece kendisi bilir, takdir eder ve değerlendirir.Alim ve Hakiym isimleri boyutundan ilim ve hikmetinin oluşumlarını seyreder.
Yeryüzünde önemli olayların oluşumunda görevli olan Ricâli Gayb da âyette geçen ordu sınıfına dahil bulunmaktadır.Semâvi ve kozmik tesirleri belirli kişilere ve mekanlara kanalize ederek Rabbin hükmünü icra ederler. Bunların madde planındaki uzantısını da dünya genelindeki ileri gelen devlet ricalleri ve ülkelerin orduları teşkil eder. Dikkât edersek ilgili âyette göklerin ve yerin orduları ifadesinde bir sınırlama söz konusu değildir.Bu da gösteriyor ki mikrodan makro plana kadar her şey Rabbin hükmündedir ve dileğinin gerçekleşmesi noktasında vazifelidir.Siz buna ister Cengiz’in ordusu; isterseniz Hitler’in ordusu; isterseniz Selahaddin’in ordusu; isterseniz Haçlı ordusu;isterseniz Süleyman’ın ordusu deyin; isterseniz karıncalar ordusu;isterseniz çekirgeler ordusu;isterseniz sahabeler ordusu; isterseniz melekler ve şehitler ordusu;isterseniz ifritler ordusu; isterseniz Zülkarneynin ordusu; isterseniz yıldızlar ve galaksiler ordusu deyin, âyetteki geneli ifade eden anlam kapsamını daraltamaz ve sınırlayamazsınız.
Çünki sonsuz ve sınırsız varlık hiçbir şekilde sınırlanamaz.Dolayısıyla sonuç değişmeyecektir.Belki de evrenin değişik boyutlarında daha nice gizli vazifeli ordular var kim bilir!
Sonuç olarak, ordu ifadesiyle yerini bulan Kudret sıfatı tezahürlerinin her biri gerçekte tek bir gücün açığa çıkışıdır.GÖKLERDE VE YERDEKİ BÜTÜN ORDULAR ALLAH’IN HÜKMÜNÜ YERİNE GETİRMEK İÇİN VAZİFELENDİRİLMİŞTİR.
Allah'ın Sekînet İndirdiği Kalpler
Sekînet sözlükte “vakar, huzur ve emniyet” diye tarif edilirken ‘peygamberlerle Allah’ın velî kullarının kalplerine iner’ diye not düşülmüş. Herhalde bu bir sınırlama değil, değerini bildirmedir. Çünkü onların izinden yürümeye ve hâlleriyle hâllenmeye, hiç bir zaman olmadığı kadar ihtiyacımız var.
Fetih sûresinde şöyle buyruluyor: “Îmânlarını bir kat daha arttırsınlar diye mü’minlerin kalplerine sekînet indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır.”[1]
Burada zikredilen sekînet, sükûn ve huzûr demektir. Kalbin görüp idrâk ettiği açık delîller sebebiyle huzûra ermesi demektir. Düşünce ve endişelerden sıyrılıp itmînâna ermesi demektir. Bu makama erişen mü’minin kalbindeki ilimler kesinlik ifade eder ve böylece sahibini endişelerden sâlim kılar. Nitekim burada ele aldığımız âyet-i kerîme Hudeybiye Musâlahası esnasında nâzil olunca mü’minlerin kalplerini huzûr ve sükûnet kaplamıştır.
"ÜZÜLME, ALLAH BİZİMLE BERABERDİR"
Tevbe sûresinde beriltildiği üzere; hicret esnasında sığındıkları mağaranın kapısına kadar müşriklerin gelmesiyle endişeye kapılan Hz. Ebû Bekir (r.a.)’ın kalbine de, Efendimiz (s.a.v.)’in “Üzülme, Allah bizimle beraberdir.”[2] demesiyle sekînet inmiştir.
Peygamberimiz (s.a.v.) ümmetine bir yol gösteriyor ki orada sekînetin yeri, sadece darlık ve endişe anlarıyla sınırlı değildir. Bilakis bütün hayatı kuşatacak bir huzur limanıdır. Çünkü Efendimiz (s.a.v.); “Allah Teâlâ’yı anmak için toplanan kimseleri meleklerin kuşatacağını, üzerlerine ilâhî rahmet ve sekînet ineceğini”[3] bildiriyor.
Dipnotlar: 1) Bkz; 48/4. 2) Tevbe sûresi, 9/40. 3) Müslim, Zikir, 25.