09-20-2018, 08:13 AM
TASAVVUF NEDİR? NE DEĞİLDİR? NE İŞE YARAR?
İslâmʼın hedeflediği “kâmil insan” olabilmek için dînî hayatı; madde ve mânâ
bütünlüğü, zâhir ve bâtın derinliği, akıl ve kalp âhengi, şekil ve ruh beraberliği
içinde kavrayıp, yaşamak îcâb eder. Gerçek tasavvuf, İslâmʼın zâhirine ilâveten,
bâtın plânında da kavranıp yaşanması gayretinden ibarettir.
Bu ise meşhur tâbiriyle; “şerîat, tarîkat, hakîkat ve mârifet” bütünlüğü
içerisinde İslâmʼı idrâk etmeyi gerekli kılar. Buna tipik bir misal olması
kabîlinden ifâde edelim ki;
Şerîatte, doyduktan sonra yemek israftır.
Tarîkatte ise doyuncaya kadar yemek israftır.
Hakîkatte, kifâyet miktarını, Allâh’ın huzûrundan gâfil olarak yemek israftır.
Mârifette de bütün bunlara ilâveten, nîmetlerdeki ilâhî kudret veesmâ
tecellîlerini tefekkür etmeden yemek israftır. Zira yaratılmış her varlık,
Yaratıcıʼsının sonsuz kudret ve azametine birer delil mâhiyetindedir.
Büyük velîlerden Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, çoğu zaman yemek pişirip sofra kurma
işlerinde bizzat hizmet ederdi. Yemek hazırlanırken ve yenirken, kalben uyanık
olup bir an bile gâfil kalmamaları için talebelerine devamlı tavsiyelerde
bulunurdu. Müridleriyle birlikte yemek yediğinde, onlardan biri, bir lokmayı
ağzına gafletle götürse, derhâl onu yumuşak bir lisanla îkâz eder ve bir lokmayı
bile Allâhʼı unutarak yemelerine gönlü râzı olmazdı.
Yemek; zâhiren bir ibadet değildir. Fakat Allâhʼı zikrederek yenilen her lokma,
ibadetlerde feyz ve huşûya vesîle olur. Allahʼtan gâfil bir şekilde yenilen
lokmalar ise kalbe kasvet, gaflet ve hantallık verir.
“Yemek” misâli üzerinden verdiğimiz bu İslâmî hassâsiyetleri, âdeta bir şablon
gibi ibadet hayatından âile hayatına, komşuluk münâsebetlerinden ticârî ve
iktisâdî faaliyetlere kadar, akla gelebilecek bütün beşerî davranışlara tatbik
edebilmekle, gerçek mânâda “tasavvufî derinliğe” ulaşılabilir.
TASAVVUF NEDİR?
Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır.
Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi yüce bir ufka taşımanın diğer adıdır. Yani dâimâ
ilâhî kameraların gözetimi altında bulunduğumuzun farkında olarak, bu şuur ve
idrâk ile yaşamaktır.
Tasavvuf; bir arınma disiplinidir. Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden sakınarak
“takvâ”ya erebilme yoludur. Nefsânî ihtirasları dizginleyip rûhânî istîdatları
inkişâf ettiren bir mânevî terbiyedir.
Tasavvuf; Peygamber Efendimiz’e vâris olmuş gerçek mürebbîlerin elinde; nefsin
tezkiye, kalbin tasfiye edildiği mânevî bir mekteptir.
Tasavvuf; nefse karşı sulhü olmayan bir cenktir.
Tasavvuf; ilâhî takdîre her hâlükârda rızâ göstererek Allah ile dâimâ dost
kalabilme mârifetidir. Hayatın med-cezirleri ve acı-tatlı sürprizleri karşısında,
gönül dengesini korumaktır. Varlıkta şımarmayıp yoklukta daralmamaktır. Başa gelen
cefâları, ilâhî bir imtihan bilip, bunları kendisine bir tezkiye (mânevî arınma)
vesîlesi kılabilme olgunluğudur. Şikâyet ve sızlanmayı unutarak dâimâ hamd ile
şükreden “güzel bir kul” olabilme mahâretidir.
Tasavvuf; maddî-mânevî bakımdan kendini ikmâl etmiş mü’minlerin, diğergâm bir
gönülle mahlûkâta yönelerek, onların mahrûmiyet ve ihtiyaçlarını telâfî
mes’ûliyetidir. Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, muhabbet ve
hizmetin, tabiat-ı asliye hâline gelmesidir.
Tasavvuf; Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî
derinlikle idrâk edip hayatın her safhasında yaşamaktır.
Hâsılı tasavvuf; Allah Rasûlüʼnü aşk ile yakından tanıyabilme, Oʼnun yüce karakter,
şahsiyet ve ahlâkından nasîb alarak, dîni, özüne ve rûhuna uygun bir tarzda
yaşayabilme gayretidir.
Bu nevî düsturlarla tezat teşkil eden ve ölçüsünü Kur’ân ve Sünnet’ten almayan ne
varsa -her ne kadar tasavvufa izâfe edilirse edilsin- bâtıldır.
TASAVVUF NE DEĞİLDİR?
Dînin derûnî ve ruhânî ciheti, mârifet ve takvâ derinliği olan tasavvufî yönü
ihmâl edildiğinde, geriye kuru bir kâideler manzûmesi kalır. Bununla birlikte,
bilhassa günümüzde tasavvufî neşveye sahiplik iddiasıyla arz-ı endâm eden bâzı
çevreler gibi, her şeyi bâtınî hükümlerden ibâret görüp dînin zâhirî hükümleri
diyebileceğimiz şerîati hafife almak da tasavvufun hakîkatinden uzaklığın apaçık
bir göstergesidir. Bu gibi kimselerin; “Kalbin temiz olsun da amelin az olsa da
olur(!)” şeklinde, nefsânî tâvizlere kapı açan anlayışıyla, şerîatin hâdimi olan
gerçek tasavvufun uzaktan yakından bir alâkası yoktur.
Meselâ günümüzde, Mesnevî-i Şerîfʼin rûhundan uzak bazı kimseler tarafından,
Mevlevîliğin takvâ tarafı ihmâl edilerek, aslı zikir olan semâ, bir nevî folklor
gösterisi ve bir mûsikî meclisi hâline getirilmeye çalışılmaktadır.
Ayrıca bazı tarîkatlerde, başlangıçta sûret-i haktan görünen güzel niyetlerle
ticârî faaliyetlere girilmektedir. Fakat işin sonunda, ekseriyetle takvâ
hassâsiyetlerinden uzaklaşılarak maddî menfaatlere râm olmuş bir yapıya
dönüşülmektedir. Bu ise bâriz bir şekilde dînin dünyaya âlet edilmesidir. Hiçlik
ve yokluk kapısı olan tarîkatin, varlık ve çokluk kaygısıyla hareket eden bir
menfaat çarkına dönüşmesidir.
Bazı tarîkatlerde ise helâl-haram hassasiyetleri geri plâna atılarak, yine;
“benim kalbim temiz(!)” gibi içi doldurulmamış ifâdelerle, kadın-erkek ihtilâtının
önünün açıldığı, tesettürde zaaf gösterildiği ve daha nice şerʼî ölçülerden tâviz
verildiği görülmektedir. Sanki kalp temiz olduğunda helâl-haram sınırlarına riâyet
etmek gerekmezmiş gibi tamamen nefsâniyete prim veren, bâtıl bir görüşe
meyledilmektedir.
Böylece her hususta en büyük rehberimiz olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-ʼin, en temiz kalpli insan olduğu hâlde, ibadette, muâmelâtta,
ahlâkta ve bilhassa günümüzün en büyük problemi olan “helâl ve harama riâyet”te,
ümmetine emsalsiz bir örnek teşkil etmiş olduğu hususu, görmezden gelinmektedir.
Hâlbuki Ehl-i Sünnet veʼl-Cemaat muhtevâsı içindeki gerçek tasavvuf, Peygamber
Efendimizʼin hayat düsturlarıyla, zâhiren ve bâtınen bütünleşebilme gayretidir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mânevî olgunluğun zirvesinde
bulunmasına rağmen, nasıl ki zâhirî kulluk vazifelerini de son nefesine kadar
büyük bir titizlikle îfâ etmişse, Oʼnu örnek alması gereken her müʼmin de hangi
mânevî makam, mevkî, meşrep ve tarîkatte olursa olsun, şerʼî vazifelerini de yerine
getirmekle mükelleftir.
Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleriʼnden nakledilen şu hâdise, bu hususu ne güzel
îzah etmektedir :
“Bir gün gözümün önünde bir nur peydâ olmuş ve bütün ufku kaplamıştı. Bu nedir
diye bakarken, nurdan bir ses geldi :
«–Ey Abdülkâdir, ben senin Rabbinim! Bugüne kadar yaptığın sâlih amellerden
öyle memnunum ki artık sana haramları helâl eyledim.» dedi.
Ancak hitap biter-bitmez, ben bu sesin sahibinin şeytan -aleyhillâne- olduğunu
anladım ve :
«–Çekil git ey mel’un! Gösterdiğin nur, benim için ebedî bir
zulmettir/karanlıktır.» dedim. Şeytan :
«–Rabbinin sana ihsân ettiği hikmet ve firâsetle yine elimden kurtuldun!
Hâlbuki ben, yüzlerce kimseyi bu usûl ile yoldan çıkarmıştım.» diyerek uzaklaştı.
Ellerimi yüce dergâha açtım; bunun, Rabb’imin lûtfu olduğu şuur ve idrâki
içinde, Cenâb-ı Hakk’a şükürler eyledim.”
Cemaatten biri :
“–Onun şeytan olduğunu nereden anladınız?” diye sorunca da;
“–«Sana, haramları helâl kıldım.» demesinden!..” cevabını verdi.
Hakîkaten bir kul, güzel hâli ve sâlih amelleri sebebiyle helâl-haram
hudutlarından muaf tutulacak olsaydı, evvelâ insanlığın Hakk’a kulluktaki zirvesi
olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böyle bir muâfiyete sahip
olurdu. O’na bile böyle bir imtiyaz tanınmadığına göre, hiç kimseye de tanınacak
değildir.
TASAVVUF EHLİ, KUR’ÂN VE SÜNNETE TÂBİ OLMALI!
Bu itibarla, hayatını Kurʼân ve Sünnet ölçülerine göre düzenlemeyen bir kimsenin
dilinden, ne kadar tasavvufî ifâdeler dökülürse dökülsün, o kimse gerçek mânâda
tasavvuf ehli olamaz.
Meselâ mîras meselesini, dünyevî menfaatine uymadığı için, ilâhîemirlere göre
tanzim etmekten kaçınan bir müʼminin, seyr-i sülûk yolunda bir mesafe katetmesi
düşünülemez.
Aynı şekilde, âile hayatında İslâmî ölçülere riâyet etmeyen birinin tasavvufî
hayatından söz edilemez. Çocuklarının sırf fânî istikbâlini düşünerek onları Kurʼân
eğitiminden mahrum bırakan, böylece yavrularının ebedî istikbâlini tehlikeye atan
bir anne-babada mânevî inkişâf olmaz. Böyle bir anne-babanın tasavvuf ehli
olduğunu zannetmesi ancak gafletinin bir göstergesidir.
Yine ticârî hayatta kul hakkı yemek, dünyevî bir menfaati için Allâhʼın men ettiği
şekilde hareket etmek, “canım bu seferlik olsun da bundan sonra yapmam” gibi
ifadelerle tâvizlere meyletmek; kişinin kendine yaptığı en büyük zulümdür,
mâneviyâtını sakatlamasıdır.
Bu hususta Hazret-i Ömer -radıyallahu anh-ʼın verdiği şu ölçüleri hatırdan
çıkarmamak îcâb eder :
Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız;
Konuştuğunda doğru söylüyor mu?
Kendisine bir şey emânet edildiğinde, emânete riâyet ediyor mu?
Dünya ile meşgul olurken helâl-haram hassâsiyetini gözetiyor mu? İşte
bunlara bakınız. [1]
Velhâsıl, kişinin ibadetlerinde, muâmelâtında, ahlâkında ve hayat nizâmında şerʼî
ölçülere riâyet hassâsiyeti yoksa, o kişinin tasavvufî bir terakkî beklemesi
mânâsızdır.
Unutmayalım ki İslâmʼın zâhirî hükümleri diyebileceğimiz şerîat, âdeta bir vücûdu
ayakta tutan iskelet gibidir. İskeleti olmayan, omurgasız bir beden ayakta
kalamaz. Fakat sırf iskeletten ibâret bir dînî hayat da -kimilerinin kasten
göstermek istedikleri gibi- ürkütücü, soğuk, itici ve ruhsuz bir İslâm anlayışı
ortaya koyar.
Bu bakımdan gerçek tasavvuf; İslâmʼı, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ,
sahâbe-i kirâm, selef-i sâlihîn ve takvâ ehli müʼminlerdeki feyz ve rûhâniyet dolu
muhtevâsıyla idrâk edip, tıpkı onlar gibi, büyük bir aşk ve şevkle yaşama
gayretinden ibârettir.
[1] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288; Şuab, IV, 230, 326.
----------------
KAYNAK : Osman Nûrî Topbaş, Altınoluk Dergisi, Temmuz, 2014.