04-18-2025, 08:06 PM
[attachment=216256]
Tasaavufda Tasarruf Nedir ve Allah`ın insan`a Verdiği Tasarruf Yetkisi Nedir?
Tasavvufta "tasarruf" kavramı, kelime anlamı olarak "serbestçe kullanma, yetki sahibi olma, çekip çevirme" gibi manalara gelir. Tasavvufi bağlamda ise bu kavram daha derin ve özel anlamlar taşır.
Kur'an Ayetleri Işığında Tasarruf:
Casiye Suresi'nin 12-13. ayetlerinde geçen "Allah, denizi sizin emrinize verdi ki gemiler O'nun emriyle onda yüzsün ve lütfundan arayasınız diye. Umulur ki şükredersiniz. Göklerde ve yerde olanların hepsini kendi katından (bir lütuf olarak) sizin hizmetinize vermiştir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır." buyrukları, Allah'ın kainatı insanın istifadesine sunduğunu açıkça ifade eder. Bu, Allah'ın insanlığa bahşettiği bir izin ve yetki çerçevesindeki bir tasarruftur. İnsan, aklı, ilmi ve Allah'ın koyduğu sınırlar dahilinde bu kainatı kullanma, ondan faydalanma ve onu şekillendirme imkanına sahiptir. Bu tasarruf, mülkiyet anlamında mutlak bir tasarruf değildir, zira asıl malik Allah'tır. İnsan, emanetçi sıfatıyla bu kainatta tasarrufta bulunur ve bu tasarrufundan dolayı sorumludur.
Şeyhin Müridi Üzerindeki Tasarrufu:
Bir şeyhin müridlerini "tasarruf altında tutması" ifadesi, Kur'an'daki kainatın insana musahhar kılınmasıyla aynı anlamda bir hükmetme veya mülkiyet ilişkisi değildir. Tasavvufta şeyhin müridi üzerindeki tasarrufu daha çok manevi bir rehberlik, terbiye ve himaye anlamını taşır. Bu tasarruf şu şekillerde tezahür edebilir:
Kalbi Yönlendirme (Teveccüh): Şeyh, manevi enerjisi ve duasıyla müridinin kalbini Allah'a yönlendirmeye çalışır. Bu, müridin manevi ilerlemesi için önemli bir etkendir.
Nefis Terbiyesi: Şeyh, müridinin nefsini kötü huylardan arındırması, ahlaki olgunluğa erişmesi için yol gösterir, nasihat eder ve manevi egzersizler (zikir, riyazat vb.) önerir.
Manevi Destek (Himmet): Şeyhin Allah'a yakınlığı vesilesiyle müridine manevi yardım ve destek ulaşabilir. Bu, müridin karşılaştığı zorluklarla başa çıkmasına yardımcı olabilir.
İrşad ve Rehberlik: Şeyh, müridine tasavvuf yolunun inceliklerini öğretir, doğru anlayışa ulaşmasına yardımcı olur ve karşılaşabileceği tehlikelere karşı uyarır.
Şeyhin Uzaktayken Müridini Görmesi ve Manevi Hükmü:
Tasavvufi anlayışa göre, kalpler arasındaki bağ ve manevi enerji mekan ve zaman sınırlarını aşabilir. Bu nedenle, bazı şeyhler, Allah'ın izniyle, uzaktaki müridlerinin manevi hallerini sezebilir, onların ihtiyaçlarını hissedebilir ve onlara manevi destek gönderebilirler. Bu "görme" fiziksel gözle görme şeklinde değil, kalbi bir müşahede, bir tür manevi idrak olarak anlaşılmalıdır.
Şeyhin müridi üzerinde manevi yollardan hükmetmesi ise, zorlayıcı, iradeyi yok sayan bir tahakküm anlamına gelmez. Bu daha çok manevi bir nüfuz, kalbi bir etkileme ve irşadi bir yönlendirme şeklindedir. Şeyhin manevi gücü, müridin kalbine ilhamlar, düşünceler ve duygular yoluyla etki edebilir, onu doğru yola sevk edebilir. Ancak bu etki, müridin kendi iradesini tamamen ortadan kaldırmaz. Mürid, yine kendi seçimiyle bu etkiye uyup uymamakta serbesttir.
Özetle:
Tasavvufta tasarruf, Allah'ın kainatı insana istifade için sunması gibi bir izin ve yetki çerçevesinde anlaşılır.
Şeyhin müridi üzerindeki tasarrufu, manevi rehberlik, terbiye ve himaye anlamlarını taşır, mülkiyet veya zorlayıcı bir hükümranlık değildir.
Şeyhin uzaktayken müridini "görmesi" kalbi bir müşahede, manevi hükmü ise kalbi bir etkileme ve irşadi bir yönlendirme olarak kabul edilir. Bu durum, Allah'ın izni ve manevi bağların gücüyle mümkün olabilir.
Ancak bu konular, tasavvufun derin ve hassas meseleleridir ve farklı tarikatlarda ve anlayışlarda çeşitli yorumlara sahip olabilir. Bu nedenle, bu bilgileri bir rehber niteliğinde kabul etmek ve daha derinlemesine bilgi için ehil kişilere başvurmak önemlidir.
Tasavvufta tasarruf, bir mürşidin manevi yetkisiyle müridlerini terbiye etmesi, onları ruhani olarak yönlendirmesi ve koruması anlamına gelir. Bu kavram, Allah'ın evren üzerindeki mutlak hâkimiyetiyle ilişkilendirilir.
Câsiye Suresi 45/12-13 ve İnsanın Tasarrufu
Ayetlerde şöyle buyrulur:
"Allah, göklerdeki ve yerdeki her şeyi sizin emrinize verendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır." (Câsiye, 45:13)
Bu ayetler, Allah'ın kâinatı insanın hizmetine sunduğunu ve ona bir çeşit tasarruf yetkisi verdiğini gösterir. Ancak bu yetki, mutlak değil, sorumluluk ve şükürle sınırlıdır. İnsan, bu nimetleri Allah'ın rızası doğrultusunda kullanmalıdır.
Şeyhin Müridler Üzerindeki Tasarrufu
Tasavvufta şeyhin tasarrufu, manevi bir rehberlik ve terbiye sürecidir. Bunun dayanağı şu şekilde açıklanır:
Allah'ın İznine Dayalıdır
Şeyh, kendi başına bir güce sahip değildir. Tasarrufu, Allah'ın izni ve lütfuyla gerçekleşir.
"Allah’ın dilediğine verdiği bir lütuftur." (Hadid, 57:21)
Manevi Eğitim ve Ruhani Terbiye
Şeyh, müridin kalbini kötülüklerden arındırır, onu ahlaki olarak yetiştirir.
"Mürşid, müridin kalbine Allah'ın izniyle tasarruf eder." (İmam Gazali)
Vesilelik ve Rabıta
Mürid, şeyhine bağlanarak (rabıta) onun manevi feyzinden istifade eder.
Bu, tıpkı bir öğrencinin hocasından ilim alması gibi manevi bir intisaptır.
Koruma ve Yardım
Şeyh, müridini manevi tehlikelere karşı korur, dualarla destekler.
Ancak bu, şeyhin gaybı bildiği anlamına gelmez; sadece Allah'ın lütfuyla olur.
Tasarrufun Sınırları
Şeyh, asla ilah değildir; sadece bir rehberdir.
Mürid, şeyhi Allah'a ulaşmada bir vesile olarak görmelidir.
Tasarruf, körü körüne itaat değil, şuurla bağlanmayı gerektirir.
Sonuç
Allah, kâinatı insanın hizmetine sunmuştur; şeyh de müridini manevi olarak yetiştirir. Ancak her tasarruf, Allah'ın izni ve rızasıyla gerçekleşir. Bu nedenle tasavvuftaki tasarruf anlayışı, sorumluluk, edep ve tevhid inancı çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Bir Şeyh uzaktayken de müridini görebilir mi? manevi yollardan ona hükmedebilir mi?
Tasavvufta şeyhin müridi üzerindeki manevi tasarrufu, fizikî mesafeyle sınırlı değildir. Birçok sufî geleneğinde, şeyhin ruhanî nüfuzunun zaman ve mekân aşan bir boyutta olduğu kabul edilir. Ancak bu durum, doğru anlaşılması gereken ince bir konudur.
1. Şeyh, Müridini Uzaktan "Görebilir" mi?
Manevi Keşif (Kashf) ve Firâset:
Tasavvufta "keşf" (kalp gözüyle hakikati görmek) ve "firâset" (ilahi ilhamla doğruyu sezmek) kavramları vardır.
Olgun bir şeyh, Allah'ın lütfuyla müridinin manevi halini (kalp durumunu, sıkıntılarını, imtihanlarını) hissedebilir. Bu, fizikî gözle görmek değil, ruhanî bir idraktir.
Örneğin, bazı velîlerin, uzaktaki müridinin sıkıntıda olduğunu bilip ona dua ettiği rivayet edilir.
Rabıta Yoluyla İrtibat:
Mürid, şeyhine rabıta (kalben bağlanma) yaparak onun manevi feyzinden istifade eder.
Şeyh de müridinin bu bağlılığına ruhanî bir cevap verebilir. Bu, bir nevi kalpler arası iletişim olarak düşünülebilir.
2. Şeyh, Uzaktan Müridine "Hükmedebilir" mi?
Tasarruf, Zorlama Değil İnayettir:
Şeyh, müridine "emir vermekle" onu fizikî olarak kontrol edemez. Ancak mürid, şeyhine tam bir teslimiyetle bağlanmışsa, onun manevi etkisi altına girer.
Bu, "hükmetmek" değil, rehberlik etmektir.
Manevi Etki Nasıl Olur?
Şeyh, müridinin kalbine dua ve niyazla tesir edebilir.
Örneğin, bir mürid yanlış yola saparsa, şeyhinin duası onu koruyabilir veya içine bir huzursuzluk düşerek tövbe etmesine vesile olabilir.
Bu, "Allah'ın izniyle" gerçekleşen bir durumdur; şeyh kendi gücüyle değil, vesilelik makamıyla hareket eder.
3. Bunun Dayanağı Nedir? Kur'an ve Sünnette Var mı?
Kalplerin Birbirine İlhamı:
Hadislerde, "Müminin ferasetinden sakının, çünkü o Allah'ın nuruyla bakar." (Tirmizî) buyrulur. Bu, manevi sezginin mümkün olduğunu gösterir.
Ayrıca, velîlerin kerameti İslam inancında kabul edilen bir konudur.
Allah'ın Velî Kullarına İmdadı:
"Allah’ın velî kulları için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır." (Yunus, 10:62)
Bu ayet, Allah'ın velî kullarını özel bir himayeye aldığını ve onların da müridlerine bu himayeden pay verebileceğini gösterir.
4. Sınırlar ve Uyarılar
Şeyh İlah Değildir:
Hiçbir şeyh, müridinin hayatını doğrudan kontrol edemez. Bu, şirke girer.
Tasarruf, Allah'ın izniyle ve sadece manevi terbiye amaçlıdır.
Körü Körüne İtaat Yoktur:
Mürid, şeyhin her dediğini yapmak zorunda değildir. Dinin sınırları aşılmamalıdır.
"Allah’a isyanda kula itaat yoktur." (Hadis)
Sonuç
Evet, tasavvufta şeyh, müridini manevi olarak uzaktan hissedebilir, ona dua ve kalp yoluyla tesir edebilir. Ancak bu, fizikî bir kontrol değil, ruhanî bir bağ ve ilahî bir lütuftur. Mürid, şeyhini bir vesile bilmeli, asıl gücün Allah'tan geldiğini unutmamalıdır.
Tasavvufta Tasarruf Yetkisi Nedir?
Kâinâtın Hâlık’ı ve Mâlik’i olan Allah Teâlâ, kendi varlığını bilmesi, ibâdet ve tâatte bulunması ve yeryüzünü îmar etmesi için mahlûkâtın en şereflisi olarak insanı kendisine halîfe tâyin etti. Âyet-i kerîmede bu gerçek:
“Hatırla ki Rabbin meleklere: «–Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım.» buyurmuştu…” (el-Bakara, 30) şeklinde beyân edilmiştir.
Burada insanın “halîfe” kılınması şu mânâlara gelmektedir:
“Kendi irâdemden, kudret ve sıfatımdan ona bâzı salâhiyetler vereceğim; o Bana izâfeten, Bana vekâleten mahlûkâtım üzerinde birtakım tasarruflara sâhip olacak; Ben’im nâmıma ahkâmımı icrâ edecek; o bu hususta asil olmayacak; kendi zâtı ve şahsı adına asâleten ahkâmı icrâ edecek değil, ancak Ben’im bir nâibim ve vekîlim olacak. İrâdesiyle Ben’im irâdelerimi, Ben’im emirlerimi, Ben’im kanunlarımı tatbike memur bulunacak. Sonra onun arkasından gelenler ve ona halef olarak aynı vazîfeyi icrâ edecek olanlar bulunacak, «O (yüce Allah) sizi yeryüzünde halîfeler kıldı.» (el-En’âm, 165) sırrı zâhir olacak.” (Elmalılı, Hak Dini, I, 299-300)
Tasarruf, iki Türlüdür
Biri ilâhî yardımla tabiî şartları aşarak insanlar üzerinde birtakım olağanüstü işlere muvaffak olmaktır. Gerçek ve yegâne tasarruf sâhibi Allah’tır. Ancak Cenâb-ı Hakk bâzı kullarını bu tasarrufa mazhar kılabilir. Tasarrufun ikincisi nefsin hayâl gücüyle îzâh edilen türüdür. Bu bir cem-i himmet ve konsantrasyondur. Bu tür bir tasarruf gücü, insanda idmanla geliştiren sportmenlik kâbiliyeti gibidir. Bâzı insanlar böyle bir kâbiliyetle yaratılır. Bu kâbiliyet riyâzat ile gelişir. Bu tasarruf gücü ulvî maksadlar için kullanılırsa faydalıdır. Fakat kötü emeller için kullanılacak olursa makbûl olmaz.
Bu tür bir tasarruf gücü, dînî yüceliklerden sayılmaz, Allah nezdinde yakınlığa delîl olmaz. Tasarrufun birinci türü bir bakıma vehbî olduğu için murâd-ı ilâhîye göre ölümden sonra da devam edebilir. Ancak kesbî olan ve insanların birtakım temrinlerle geliştirdikleri tasarruf gücü ise hayât ile sınırlı olmalıdır.
Tasavvufa göre tasarruf, Allah'ın velî kullarına (şeyh, mürşid, kutup vb.) lütfettiği manevi yetki ve etki alanıdır. Bu yetki, şeyhin müridlerini terbiye etmesi, onlara ruhani rehberlik yapması ve bazı durumlarda gaybî yollarla yardımda bulunabilmesi anlamına gelir. Ancak bu yetki, mutlak değil, Allah'ın izni ve takdiriyle sınırlıdır.
1. Tasarruf Yetkisinin Kaynağı
Allah'ın İzniyle Gerçekleşir:
Hiçbir şeyh veya velî, kendi başına tasarruf sahibi değildir. Bu yetki, "Allah'ın velî kullarına bir ikramı" olarak kabul edilir.
"Allah’ın velî kulları öyle kimselerdir ki, onlar ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allah’ı anmaktan alıkoyamadığı kimselerdir." (Nur, 24:37)
Keramet ve İlâhî Lütufla İlişkilidir:
Tasarruf, velîlerin kerametlerinden biridir. Keramet, Allah'ın sevdiği kullarına verdiği olağanüstü hallerdir (peygamber mucizesi değildir).
2. Tasarruf Yetkisi Nasıl İşler?
A) Müridin Terbiyesi ve Manevi Eğitim
Şeyh, müridinin kalbini kötülüklerden arındırır, nefsini terbiye eder.
"Mürşid, müridin kalbine Allah’ın izniyle tasarruf eder." (İmam Gazâlî)
B) Gaybî Yardım ve İlham
Şeyh, fiziken uzakta olsa bile müridinin manevi durumunu hissedebilir.
Örnek: Bazı velîlerin, uzaktaki müridinin sıkıntıda olduğunu bilip ona dua ettiği nakledilir.
C) Ruhanî Himaye ve Koruma
Mürid, şeyhinin manevi himayesi altında olduğuna inanır. Bu, şeyhin duası ve manevi nüfuzuyla gerçekleşir.
"Evliyanın himmeti, müridine bir kalkandır." (Tasavvufî öğreti)
3. Tasarrufun Sınırları
Allah'ın İrade ve Takdirine Bağlıdır:
Şeyh, sadece bir vesiledir; asıl güç Allah'ındır.
"De ki: Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bile bir fayda veya zarar veremem." (A’raf, 7:188)
Müridin İradesi ve Teslimiyeti Önemlidir:
Tasarruf, müridin samimiyeti ve bağlılığı ölçüsünde etki gösterir.
"Mürid, şeyhine ne kadar teslim olursa, feyiz o kadar artar."
Dinî Hükümlerin Dışına Çıkamaz:
Şeyh, asla haramı helal, helali haram kılamaz.
"Allah’a isyanda kula itaat yoktur." (Hadis)
4. Yanlış Anlaşılan Yönleri
Şeyh "Gaybı Bilmez", Sadece Allah'ın Bildirdiği Kadarını Bilir:
"Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez." (En’am, 6:59)
Şeyh İlâh Değildir, Sadece Bir Rehberdir:
Tasavvufta şeyh, müridi Allah’a götüren bir yol göstericidir, kendisine tapılacak bir varlık değildir.
Sonuç: Tasarruf, İlahî İzinle Sınırlı Bir Rehberliktir
Tasavvuftaki tasarruf yetkisi, Allah'ın velî kullarına bahşettiği manevi bir lütuftur. Şeyh, bu yetkiyi müridini terbiye etmek ve Allah yolunda ilerletmek için kullanır. Ancak bu, mutlak bir güç değil, dinin sınırları içinde kalan bir rehberlik sistemidir.
"Hakikî mürşid, seni kendine değil, Allah’a götürendir."
Tasavvufta "tasarruf yetkisi", Allah'ın bazı özel kullarına (evliya) bahşettiğine inanılan manevi bir etkileme ve yönlendirme gücü olarak tanımlanır. Bu yetki, zahiri (görünen) sebeplerin ötesinde, manevi yollarla varlıklar ve olaylar üzerinde etkide bulunabilme kapasitesini ifade eder.
Tasarruf Yetkisinin Anlamları:
Olağanüstü İşler Yapabilme: Tasarruf sahibi olduğuna inanılan kişiler, keramet olarak adlandırılan, normalde gerçekleşmesi mümkün olmayan bazı olaylara vesile olabilirler. Bu, bir nesneyi hareket ettirme, hastayı iyileştirme gibi çeşitli şekillerde tezahür edebilir.
Kalpleri Etkileme ve Yönlendirme (Teveccüh): Şeyhlerin müridlerinin kalplerini Allah'a yönlendirme, onların manevi ilerlemelerine yardımcı olma yeteneği olarak kabul edilir. Bu, müridin iç dünyasında huzur, muhabbet gibi olumlu değişikliklere yol açabilir.
Manevi Himaye ve Yardım (Himmet): Şeyhin veya velinin, manevi enerjisi ve duasıyla, zor durumda olanlara yardım etmesi, sıkıntılarını gidermesi şeklinde anlaşılır.
İrşad ve Terbiye: Şeyhin, müridini manevi yolda doğru bir şekilde yönlendirme, nefsini terbiye etmesine yardımcı olma gücü olarak da yorumlanır.
Tasarruf Yetkisinin Kaynağı ve Sınırları:
Tasavvufi anlayışa göre, tasarruf yetkisinin asıl sahibi Allah Teala'dır. Bu yetki, Allah'ın lütfu ve izniyle, O'na yakın olan, nefislerini terbiye etmiş ve Allah'ın rızasını kazanmış kullarına bahşedilir. Bu nedenle, tasarruf sahibi olduğuna inanılan kişiler, bu yetkiyi kendi güçleriyle değil, Allah'ın izniyle kullandıklarına inanırlar.
Önemli Hususlar:
Asıl Fail Allah'tır: Tasavvufta, tasarrufun zahirde kul eliyle gerçekleşse bile, gerçek failin Allah olduğuna inanmak esastır. Aksi takdirde bu, şirke yol açabilecek bir sapma olarak görülür.
Veli Olmanın Şartı Değildir: Tasarruf sahibi olmak, veli olmanın zorunlu bir şartı değildir. Veli olmanın temel ölçütleri zühd, takva ve Peygamber Efendimiz'e (s.a.v.) sünnetine uymaktır.
İmtihan Vesilesi Olabilir: Tasarruf yetkisi, bazı durumlarda hem tasarruf sahibi olan kişi hem de ona inananlar için bir imtihan vesilesi olabilir. Bu yetkinin doğru ve hikmetli bir şekilde kullanılması önemlidir.
Sonuç:
Tasavvufta tasarruf yetkisi, Allah'ın seçkin kullarına bahşettiğine inanılan, manevi etkileme ve yönlendirme gücüdür. Bu yetki, kerametler, kalbi yönlendirme, manevi yardım ve irşad gibi çeşitli şekillerde tezahür edebilir. Ancak bu yetkinin asıl sahibinin Allah olduğu ve bu yetkinin O'nun izniyle kullanıldığına inanmak temel bir prensiptir.
“Tasarruf” Nedir?
“Tasarruf” olayı ne?..
“Tasarruf” dediğimiz şey, görevli velîlerin yapılar üzerinde onları diledikleri tarza yönlendirme özelliğidir.
“Tasarruf” kelimesi ile kastedilen şey, genelde anlamı iyi bilinmediği için “nüfuz” ile karıştırılarak aynı şeymiş gibi anlaşılır... Nasıl ki, “Fetih” ve “Keşif” iki ayrı özellikse, “nüfuz” ve “tasarruf” diye de iki ayrı özellik vardır.
Bütün velîlerde ortak olan özellik, “nüfuz”dur. Yani, “kişisel güç”!..
Beyin gücü veya ruh gücü dediğimiz olay!... Herhangi bir olayı veya herhangi bir meseleyi çözmek için karşısındakine bir şey verebilmek için, kendi “nüfuz”unu kullanır.
Yani, bu demektir ki, kendi beyin gücünü kullanarak, karşısındakinin beyninde belli bir kapasite açılımı yapar. Yani ona feyiz verir. Bu kapasite açılımının neticesinde de onda belli bir idrak oluşturur. İşte bu olay “nüfuz” kullanmadır...
Ancak ne var ki, o kişinin daha sonra belli çalışmalarla bu beyin kapasitesini takviye etmesi ve artırması şarttır. Yoksa, belli bir süre sonra orada kapanma, gerileme olur.
“Tasarruf” ise, herhangi bir velînin görevi gereği olarak, kendi emrine verilmiş melekleri veya cinleri kullanarak herhangi bir olayı oluşturmasıdır... Görevi gereği, emrindeki melek veya cinleri kullanarak o olayı oluşturması, “tasarruf” denen şeydir.
Tasarruf eden bu tasarrufunun farkındadır, değil mi, diye sorulursa...
Farkındadır tabii!.. Farkında olmadan yapıyorsa, o tasarruf değildir!
Zaten, görevli velîler, genellikle tasarruf sahibidirler ve farkındadırlar yaptıklarının...
Onun dışındakiler, yani görev dışındaki olaylar, kişisel nüfuz olayıdır!.. Onlar, göreve taalluk etmez!.. Yani, bir velînin, çevresindeki belli kişilere yardımcı olmak gayesi ile kendi beyin gücünü kullanmasıdır “nüfuz” olayı ki, bunu tekrar belirtiyorum “tasarruf”la hiçbir alâkası yoktur!..
Peki, 124 bin velî için de geçerli mi bu? 124 bin velî için de “nüfuz” dediğimiz, “kişisel nüfuz” dediğimiz olay, geçerlidir.
Başka bir soru; 124 bin velî de tasarruf sahibi olduğunu bilir mi? Tasarruf sahibi değil!.. Nüfuz sahibi!.. Karıştırmayın!..
Tasarruf, sadece görevli velîlere has bir olaydır.
Tasarruf
"Tasarruf" sözlükte; yetkiyi kullanarak iş yapma, sahip olma, kullanma, idare etme, serbest davranma, çekip çevirme gibi anlamlara gelir. Tasavvuf terimi olarak ise olağanüstü yollardan iş yapmak ve tesir etmek, insanlara ve eşyaya hükmetmek, Allah’ın eşyayı ve bütün varlıkları genelde tüm insanlara, özelde ise peygamber ve veli kullarına boyun eğdirmesi gibi anlamlar taşır.
Mutlak Tasarruf
İslam âlimlerinin ortak görüşüne göre, varlık üzerinde mutlak tasarruf hakkı yalnızca Allah’a aittir. Mutlak tasarruf iki şekilde anlaşılabilir:
Cenab-ı Hak, hiçbir aracıya veya yardımcıya ihtiyaç duymadan, sınırsız bir şekilde yarattığı varlık üzerinde dilediği tasarrufu yapabilir. İradesi tecelli ederse bunu gerçekleştirmeye kadirdir ve kimse engel olamaz. Ancak –haşâ– ölçüsüz davranmaz, zira O adalet, hikmet gibi sıfatlara sahiptir ve iradesi bu sıfatlara uygun olarak tecelli eder.
İnsanın fiilleri de dâhil olmak üzere her türlü tasarrufun gerçek sahibi Allah’tır. Ancak Allah, bu tasarrufu melekler ve insanlar gibi vasıtalar aracılığıyla gerçekleştirir.
Örnekler:
"Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmadın, Allah attı." (Enfal, 8/17)
"Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin, fakat Allah dilediğini doğru yola iletir." (Kasas, 28/56)
Bütün varlıklar arasında yalnızca insana (ve kısmen cinlere), sorumluluğun temelini oluşturan bir irade, meyil ve "kesb" yeteneği verilmiştir. Âlimler bu ikinci tür tasarruf konusunda farklı görüşler belirtmiş olsalar da, Mutezile dışındaki tüm ekoller, Allah’tan başka hiçbir varlığın mutlak tasarruf sahibi (örneğin fiilinin yaratıcısı) olamayacağında ittifak etmişlerdir.
Tasavvuf ehli bu durumu, maşayla sobadan ateş alan bir adamın haline benzetir: "Ateşi alan maşa mıdır yoksa adam mı?" Bu misalde gerçek fail Allah, insan ise maşa hükmündedir.
İnsanların çoğu bu hakikatin farkında olmadığı için kendilerini mutlak tasarruf sahibi zanneder. Ancak nefis terbiyesiyle kemale eren ve irfan seviyesine ulaşan kişi böyle düşünmez. Bir kudsî hadiste belirtildiği gibi, o kimse artık Allah’ın "işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı" olduğunu idrak eder ve meyil düzeyindeki iradesini de O’na teslim eder.
İnsanın Tasarrufu
Giriş paragrafında da belirtildiği gibi, Allah (cc) yarattığı varlıklar arasında insanı kendisine halife olarak seçmiş ve bütün varlığı onun emrine vererek, belirlediği esaslar çerçevesinde tasarruf yetkisi bahşetmiştir. Zira "insan, şu kâinat ağacının en son ve en kapsamlı meyvesi; Hakikat-ı Muhammediye (sav) cihetiyle çekirdek-i aslîsi; kâinat Kur'an'ının âyet-i kübrası ve ism-i azamı taşıyan âyetü'l-kürsîsi; kâinat sarayının en mükerrem misafiri ve o saraydaki diğer sakinler üzerinde tasarrufa yetkili en faal memurudur."
Allah şöyle buyurur:
"Allah, emriyle denizde gemilerin akıp gitmesi, O'nun lütfundan (rızkınızı) aramanız ve şükretmeniz için denizi sizin hizmetinize verendir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi katından (bir lütuf olarak) size âmâde kılmıştır." (Câsiye, 45/12-13)
Elmalılı'nın Tefsiri:
"Emriyle gemilerin akıp gitmesi için –sizin menfaatinize olsa da sizin emrinizle değil, O'nun emriyle– denizi musahhar kıldı. 'Emir'den maksat, iradesi ve ona delalet eden tabii kanunlardır. Bu, hem geminin suyla olan hacim ilişkisini, hem hareket ettirici kuvvetler arasındaki dengeyi, hem de çevre şartlarının uygunluğunu kapsar. Yoksa insanlar, Allah'ın koyduğu kanunları uygulamadan sırf kendi istekleriyle denizde tasarruf edemezler."
İnsanın Tasarruf Yetkisinin Sınırları
Allah'ın kâinata yerleştirdiği –insanoğlunun henüz keşfedemediği– tabiat kanunlarını uygulayan her insan, belirli sınırlar içinde yere, göğe ve içindekilere hükmedebilir. Bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle yıldızlararası seyahatler, kara deliklerin aşılması veya maddenin farklı boyutlarının keşfi gibi gelişmeler, insanlığın karşılaşacağı yeni tabiat kanunlarını şimdiden kestiremeyeceğimiz gibi; ruh dünyasına yönelik araştırmalar derinleştikçe de ne tür hakikatlerle yüzleşeceğimiz meçhuldür. Kur'an'da bu durum şöyle ifade edilir:
"Onlara delillerimizi hem âfâkta (dış evrende) hem kendi nefislerinde göstereceğiz; ta ki Kur'an'ın mutlak hakikat olduğu onlar için de ayan beyan ortaya çıksın." (Fussilet, 41/53)
Bu, insana verilen bir imtiyazdır ve onun yeryüzündeki hilafet sıfatından kaynaklanır.
Olağanüstü Tasarruflar
Bazı seçkin kişiler –başta peygamberler olmak üzere– tabiat kanunlarını aşan (Batılıların supernatural activity dediği) özel bir tasarruf yetkisine sahiptir. Örneğin Hz. Süleyman (as):
"Rüzgârı onun emrine verdik; istediği yere onunla kolayca giderdi. Her türlü bina ustası ve dalgıç şeytanları da zincirlere vurulmuş halde onun hizmetine sunduk." (Sâd, 38/36-38)
Diğer peygamberlerden de benzer tasarruflar nakledilir. Hz. Muhammed (sav), namazda kendisine musallat olan bir ifriti yakalayıp mescidin direğine bağlamayı düşünmüş, ancak Hz. Süleyman'ın "Allah'ım, bana benden sonra kimseye nasip olmayacak bir mülk ver" (Sâd, 38/35) duasını hatırlayarak vazgeçmiştir.
İbn Arabî'nin Yorumu:
"Bu hadise gösteriyor ki, Resulullah (sav) dileseydi cinlere hükmedebilirdi. Ancak Süleyman (as)'ın duasına hürmeten bundan imtina etti. Bu durum, o duayla çelişmez; zira Süleyman'ın mülkü mutsaktı, başkalarının özel tasarruflarını engellemez."
Tasavvufta Hilafet ve Tasarruf
Abdülkerim el-Cilî'ye göre:
"Halife, temsil ettiği varlığın tüm sıfatlarını taşır. Allah mutlak tasarruf sahibiyse, O'nun halifesi olan veli de bu yetkiye sahip olmalıdır. Tasarruf edemeyen halife, hakiki halife değildir. Mutlak hilafet, İnsan-ı Kâmil olan Muhammedî Hakikat'indir. Nebi ve velilerin hilafeti ise bu hakikatin suretine mazhar olmalarındandır."
Tasarrufun Oluş Şekli
Verilen örneklerden de anlaşılacağı gibi, tasarruf değişik şekil ve vasıtalarla cereyan etmektedir. Tasavvuf ehli bu konuda şu açıklamayı yapar:
“Tasarruf; cem’iyet-i kalb (kalp konsantrasyonu), himmet, ervah-ı felekiyyenin muaveneti (astronomik dengeler ve semavî varlıkların yardımı), havass-ı umûr-ı tabiiyye (tabii şartlar, kanunlar ve özellikler), esma-i ilahiyye (Allah’ın isimleri okunarak) ve bizzat emir ile meydana gelir.”
Buradan şu neticeler çıkarılabilir:
Emir ile yapılan tasarruf: Buna mucize denir ve sadece peygamberler eliyle meydana gelir. “Rüzgâr, onun emriyle istediği yere tatlı tatlı eserdi.” (Sâd, 38/36) ayeti buna işaret etmektedir. En üstün ve kâmil tasarruf ve teshir budur.
Emir dışında sayılan diğer yollarla yapılan tasarruf: Bunu dört gruba ayırmak mümkündür:
a. Allah dostlarının eliyle meydana gelen kerâmet: Bu da yine Allah’ın izni, dilemesi ve yardımı ile olur. Mucize ile yakın benzerlik gösterir. Sadece emre dayanmadığı gibi, sadece nefsin egzersizle geliştirilen bazı güçleriyle de meydana gelmez.
b. Allah düşmanlarının eliyle meydana gelen istidrac.
c. Yogi, sihirbaz, medyum vb. adlarla anılan kişiler eliyle meydana gelen olaylar: Bir kısmı göz boyama ve el çabukluğuna dayandığı için harikulade sayılmayan bazı değişik davranış ve olaylardır.
d. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler yoluyla meydana gelen icatlar: Herkesin anlayamayıp, işin uzmanları tarafından anlaşılan hususlardır. “Evet, (Kur’an) mucizat-ı enbiyayı zikretmesiyle fen ve sanat-ı beşeriyyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayatına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor.” ifadesi, insanoğlunun kıyamete yakın bir dönemde bilimsel metotlarla mucizeye yakın bir seviyede kâinatta tasarruf edebileceğini zımnen belirtmektedir.
Himmet ve Tasarruf
Himmet; azim, enerji, istek, meyil, şevk gibi anlamlara gelir. Terim olarak, kulun bir şeyi elde etmek için kalbinin bütün gücü ile Hakk’a yönelmesine; ermiş kişilerin maksadı hasıl eden, iş bitiren ve dilediklerini yerine getiren manevî gücüne himmet denir.
Himmet kavramı, erken dönemlerden itibaren tasavvuf kültüründe yerini almış ve dikkat, yoğunlaşma, ilgi, yöneliş gibi anlamların yanı sıra manevî/kalbî bir güç olarak da görülmüştür. Nitekim yaklaşık Hicrî 250’de vefat eden Ebû Abdullah b. Cellâ, “Himmeti bütün varlığın üstüne çıkan kişi, varlığı var edeni bulur. Himmeti ile başka bir şeye yönelen kişiden Hakk vazgeçer. Zira kendisine ortak koşulmasından hoşlanmaz.” diyerek bu noktaya dikkat çekmiştir. İbrahim Kassâr (ö. 316 H.), “Her insanın değeri himmeti ölçüsündedir. Himmeti dünya ise bir değeri yoktur, himmeti Allah rızası ise ona değer biçilmez.” sözleriyle himmetin önemini dile getirmiştir.
Günümüzde yaygınlık kazanan Uzak Doğu kökenli akımların üzerinde durduğu zihin/bilinç konsantrasyonu, himmetin bir noktaya veya işe yoğunlaşması şeklinde yorumlanabilir. Bu durum, himmetin çok daha önceden insanlık tarafından bilindiğine işaret etmektedir.
Verilen anlamların yanı sıra, daha sonraki dönemlerde himmetin anlamı üç yönde genişleme göstermiştir:
Yardım ve manevî destek anlamında himmet: Yaygın bir şekilde, yardım etme, yönlendirme, kalbi kötü duygu, düşünce ve meyillerden temizleme, manen yükseltme, kalbe feyiz verme gibi anlamlarda kullanılmıştır. Bu anlamıyla şeyhten müride himmet eli (şeyhin manevî gücü ve onda bulunan manevî enerji) uzatılır. Gerek maddeten darda kaldığı zaman, gerekse manen engellerle karşılaştığı veya yükselmesi gerektiği zaman bu himmet müridin yardımına yetişir. “Medet ya şeyh, medet ya gavs!” gibi çağrılar, bu himmet anlayışının ifadesidir. Mürşidin himmeti olmadan bazı müridlerin yetişmesi, yani kalplerinin önce tasfiye edilip sonra feyizle dolması neredeyse mümkün değildir. Ancak bu himmet her mürşitte aynı seviyede olmadığı gibi, her müride de aynı derecede himmet edilemez. Zira, teşbihte hata olmasın, himmet yüksek gerilim hattı gibidir ve her mürid bunu kaldıramaz. Onun için mürid yetiştirmede en son başvurulan yöntemlerden biri olarak görülmüştür.
Müridin himmeti: Müridin teveccüh ve nazarıyla birlikte, bütün himmetini şeyhine, verilen derse ve ihvana hizmete yönlendirmesi, onun manen yükselmesinin temel şartıdır. Bu anlamda himmet, müridin mâsivâ ile irtibatını koparıp Hakk’a yönelmesini sağlayan enerji ve güç olarak anlaşılır.
İbn Arabî’ye (ö. 638/1240) göre himmet: O, himmete yeni anlamlar yüklemiş ve onu, özellikle insan-ı kâmilde (yetkin insan) var olan olağanüstü ilahî bir güç olarak açıklamıştır. Buna Toshihiko İzutsu’nun ifadesiyle “yoğunlaştırılmış ilahî enerji” demek de mümkündür. Burada himmet iki anlamda kullanılmıştır:
Geçici olarak yaratma gücü,
Bilgi edinme metodu ve gücü.
"Geçici Olarak Yaratma"
Bir ârif isterse, bütün ruhani enerjisini üzerine yoğunlaştırmak suretiyle herhangi bir nesneye etki edebilir; hatta halen mevcut olmayan bir nesneyi dahi varlığa büründürebilir. Yani bir ârif, herhangi bir şeyi kendi iradesine mahkûm edebilir. Zira onda teshir (etkileme) kudreti bulunmaktadır.
İbn Arabî’nin konuyla ilgili ifadeleri şöyledir:
“Her insan, bu dış âlemde değil de yalnız kendi hayalinde var olabilen şeyi vehim ve hayal gücüyle (kendi zihninde) yaratır. Ârif ise bunu himmetiyle zihninin dışında da yaratır. Fakat ârifin himmeti, o şeyin varlığını ancak bu himmet devam ettiği sürece korur. Yaratılmış olan şeyin korunması ona ağır gelmez. Ama bu yarattığı şeyin korunması hususunda ârifi ne zaman bir gaflet basacak olsa, o zaman bu yarattığı şey de yok olup gider.”
İbn Arabî üzerinde yıllarca çalışan El-Afifî, onun bu konudaki görüşlerini şöyle özetlemektedir:
“Hayatının ilk yıllarında İbn Arabî, himmeti, vukuunda Allah’ın şeyleri yarattığı bir sebep şeklinde izah eder. Yoksa himmetin kendisi yaratıcı değildir. Himmeti aynı şekilde hipnotik bir kudret ya da kendine telkin gibi bir şey olarak görür. Daha sonra İbn Arabî himmeti küllileştirmiş ve onu âlemdeki her hareket ve değişikliğin nedeni olan gizli bir kudret saymıştır.”
Afifî, İbn Arabî’nin şerhlerinden de yararlanarak, başka bir yerde himmetle ilgili şu açıklamayı yapmaktadır:
“Sûfîlerdeki yaratma kuvvetini iki şekilde anlamak mümkündür:
a. Fenâ hali diye isimlendirdikleri özel bir halde sûfî, haricî âlemde istediği herhangi bir şeyi yaratabilir ve meydana getirebilir. Şu anlamda ki, Allah, sûfîlerin istediği bu şeyi onun vasıtasıyla yaratır. Bu durumda fiil, Hakk’ın fiilidir; fakat beşerî sıfatlarından fani olup ilahî sıfatlarla baki olan ve onlar ile tahakkuk eden ârifin vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Bu nazariyeye göre ârifin payı, Allah katındaki yaratma kuvvetini izhar etmede vasıta olmaktan ibarettir.
Bu yorum, Eş’arîler’in kulun fiillerini yaratması görüşüne benzediği gibi, Malebranche’ın insan fiillerinin ve diğer fiillerin meydana gelişi hakkındaki teorisine de benzemektedir. Bu teori, çağdaş felsefede ‘şartlar’ veya ‘vesilecilik’ nazariyesi olarak bilinmektedir. Bunun anlamı şudur: Bütün fiiller gerçekte Allah’a aittir, fakat bu fiiller belirli şartlar –insanla ilgili veya insan dışında– gerçekleştiğinde zuhur eder. Bu durumda, fiili bu şartların yarattığı zannedilir; gerçekte ise onu yaratan sadece Allah’tır.
İbn Arabî’nin nazariyesinde bu özelliğin ârife tahsis edilmesi ise şöyle açıklanabilir: İnsana ait yaratma, cem’-i himmete muhtaçtır; cem’-i himmet, en ulvî ve en saf hallerinde insanın ruhî kuvvetleriyle yaratmak veya değiştirmek istediği şeye bütünüyle yönelmesidir. Bu da ancak ‘ârif’ veya ‘insan-ı kâmil’ için mümkün olabilir.
b. Ârifin yaratmasını anlamanın ikinci yönü ise, müellifin ‘hazarât-ı hams’ı açıklama sadedindeki izahıdır. Burada aynı zamanda ârifin yaratılmış şeyleri nasıl koruyacağı da açıklanmaktadır. Buna göre var olan her şey, beş mertebenin biri veya birkaçında var olmaktadır… Bu mertebeler, bazı açılardan Platonik ‘feyizler’e benzer ve bunlar aşağıya doğru düzenlenmiştir. Şöyle ki, herhangi bir mertebeye kendi üstündeki mertebede bulunan şeyler yansıdığı gibi, kendisinde bulunan şeyler de bir altındaki mertebeye yansır. Bazen eşyanın sadece ulvî mertebelerde varlığı bulunur, aşağı mertebelerde varlığı bulunmaz; bazen de herhangi bir şeyin bütün mertebelerde varlığı bulunabilir. ‘Ârif himmetiyle herhangi bir şeyi yaratır’ cümlesinin anlamı, ârifin daha üst bir âlemde bilfiil varlığı olan bir şeyi his âleminde izhar etmesi demektir; yoksa daha önce var olmayan bir şeyi varlığa çıkarması değildir. O halde ârif, himmetini herhangi bir mertebede eşyanın suretinde yoğunlaştırmakla, o şeyi mahsus bir suret içinde haricî varlık alanına çıkarabilir; herhangi bir şeyin suretini herhangi bir ulvî mertebede korumakla da, süflî mertebelerde onun suretini korumuş olur. Bunun aksi de doğrudur.”
Fusûs Şârihi Ahmed Avni Konuk ise bu yaratma işini şöyle açıklamaktadır:
“Himmetin mânâsı budur ki, ârif huzûr-i kalb ile hatırını ve kuvvetini toplayıp, vehmiyle ve fikriyle kendi nefsini, halk ve takdir edeceği şeyin icadına musallat kılar. Ve o şey dahi mahall-i himmet olan kalbin haricinde gölge gibi mevcut olur. Ve bu keyfiyet-i halk, ârifte kuvve-i kudsiyye ve nisbet-i ilâhiyye bulunduğu içindir. Ârifin gayrı olan avâm, kalplerinde tahayyül ve vehm ile bir şeyi ihdas etseler bile, ruhlarında kuvve-i kudsiyye olmadığından o suver-i muhayyeleye vücûd-i hissî verip hariçte izhar etmeğe muktedir değillerdir.”
Sadeleştirilerek metnin özeti şöyle verilebilir:
İnsanlar bazı şeyleri hayal ederler; ârif olan ise hayal ettiği şeyi himmet gücüyle dış dünyada da görünür hale getirir. Himmet, bu şeyin ruhu mesabesindedir; diğer insanların hayalleri ise sadece zihinlerinde kalır.
Bilgi Edinme
Izutsu, İbn Arabî’nin himmete yüklediği ikinci anlamı şöyle açıklamaktadır:
“Pratikteki veçhesi bakımından eşyanın teshir altına alınması demek olan himmet, bilgi edinmeye yönelik veçhesi bakımından, varlığın esrarına nüfûz etme ama aklın hükümran olduğu bölgenin ötesinde kalan bir kudret olma özelliğine sahiptir. Bu bakımdan İbn Arabî’nin Fusûs’unun bir pasajında, varlığın gerçek hakikatinin ancak himmetle teçhiz edilmiş bir kul tarafından bilinebileceğini beyan etmesinin de çok anlamlı olduğunu söyleyelim. Himmet aslî olarak, bir ârifin bütün ruhanî güçlerini belirli bir noktaya teksif etmesinden ve bu güçlerin yoğunlaştığı kalbinin de belirli bir istikamete yönlendirilmesinden ibarettir.”
İrfan ve Tasarruf İlişkisi
Genelde sûfîler, velayet makamıyla tahakkuk edip kurbiyet makamına ulaşan âriflerin, himmetlerini istedikleri şeye yöneltip tasarruf edebildiklerini ifade ederler. Ancak başta İbn Arabî olmak üzere bazıları, marifetin seviyesine göre tasarrufun ters orantılı olarak değiştiğini söylerler. Bu durum hem tasarrufun cereyan şekli, hem Allah’la münasebet, hem de insan iradesi ve ihtiyarı ile ilgilidir. Konuyu maddeler hâlinde şu şekilde ele almak mümkündür:
“Bir şeyde himmetle tasarruf etmek için kuvve-i zâhire ve bâtınenin heyet-i mecmuasını o şeye huzur-ı tam ile ve teveccüh-ı küllî ile yöneltmeli ve o şeyin gayrısına kalpte ittisâ olmamalı, yani başka şeye gönül müteveccih olmamalı. İşte himmet böyle bir cemiyetle müessir olur. Marifet ise ârifi bu cemiyetten ayırır; zira himmetini sarf edeceği şeye külliyetle teveccüh edip onu kalbine idhal etmekle, marifet-i Hakk’ı kalbinden çıkarmak lâzım gelir. Binaenaleyh marifeti tamamlayan ârif, tasarruftan ârî ve gayet acz ü zaaf ile zâhir olur.”
Ârifin tasarrufa kâdir olamamasının diğer nedeni de şudur: Ârifin acizlik ve eksikliğinin farkında olması, elindeki eşyada tasarruf etme kudretinin ona ait olmadığını ve kendisini Hakk’ın elinde bir araç olduğunu idrak etmesi, kalbinde bu cemiyetin sağlanmasına engeldir. Bu gerçekleşmeyince de tasarruf edemez.
“Muvahhid-i müstağrak o kimsedir ki, derya onda tasarruf eder ve onun derya üzerinde bir tasarrufu yoktur. Yüzen kimse ile gark olan kimsenin her ikisi de deryadadırlar, fakat müstağrakı su götürür ve mahmûldür; yüzen kimse ise kendi kuvvetinin hâmilidir ve kendi ihtiyarı iledir. Binaenaleyh müstağraktan sâdır olan her bir hareket ve her bir fiil ve kavil o sudan hâsıl olur, kendisinden değildir. Onun vücudu ortada bir bahanedir. Meselâ duvardan bir sadâ işitirsen, bilirsin ki duvardan değildir, duvarı söyleten bir kimse vardır. İşte evliya da böyledir; ölümden önce ölmüşler ve duvar hükmüne girmişlerdir, onlarda bir kıl ucu kadar varlık kalmamıştır. Hakk’ın kudret elinde bir kalkan gibidirler ve kalkanın hareketi kendinden değildir. İşte ‘ene’l-Hakk’ın’ anlamı budur.”
“Nasıl ki insan, diğer insanların mutasarrıf olduğu şeyi terk edince onların muhabbetini kazanır, aynen öyle de, Allah’ın tasarrufunda olan kendi nefsini ve kendinden zâhir olan fiilleri kendi nefsine izafe etmeyip Hakk’a terk ettiği vakit, O’nun yanında da böyle olur. Yani emr-i tasarrufta Hakk’a iştirakten vazgeçtiği için Hak Teâlâ ona muhabbet eder. Kendi nefsini ve fiillerini tecelliyât-ı Hakk’tan ibaret bildiği ve bu marifetle kesreti nefyetmiş olduğu için tevhid üzerinde râsid olur.”
Ârif, ubûdiyet makamında tahakkuk etmiştir; kendiliğinden tasarruf etmez. Efendisi (Allah) ne derse onu yapar. İradesini, Efendisi’nin iradesinde fânî kılmıştır. Mutlak irade sahibi O’dur. Onun için ârif, kendisinde hissettiği ârızî iradeyi kullanmanın Allah karşısında cehalet ve edebe aykırı olduğunu bilerek tasarrufu gerçek sahibine bırakır ve mutlak acziyet hâline döner. Bu, İbn Arabî’nin, “Allah sizi zayıflıktan yarattı, sonra size zayıflığın ardından kuvvet verdi, sonra kuvvetin ardından tekrar zayıflık ve ihtiyarlık verdi.” (Rûm, 30/54) âyetine verdiği felsefî-sûfî yorumdur.
Vahdet-i vücûd anlayışına göre, varlık birdir. Dolayısıyla ârif, kimin veya neyin üzerinde tasarruf edecektir? Zira O’nun vücudundan başka varlık göremez. Ârifin bu marifet ve müşahedesi onu tasarruftan alıkoyar.
Âriflerin tasarruftan el çekmelerinin başka bir sebebi daha vardır: Onlar, varlıktaki her şeyin ezelde sabit olduğu hâle göre zuhûr ettiğini idrak ederler. Başka bir ifadeyle onlar, olayların ezelde takdir edilip belirlendiğini ve kudret elinin yazmış olduğu bir tek kelimeyi ortadan kaldırabilecek hiçbir varlığın bulunmadığını idrak ederler. O hâlde, neyde ve niçin tasarruf edeceklerdir?
Yukarıda verilen bilgilerden şu sonucu çıkarmak mümkündür: Bu konuda iki makam bulunmaktadır: Birincisi bekâ, yani tasarruf makamıdır. İkincisi ise fenâ, yani tasarrufu terk makamıdır.
Tasarruf–Şirk İlişkisi
Tasarruf, cezbedici ve nefsin hoşuna giden bir olaydır. Onun için, sadece tasarruf etmek yani eşya ve olaylara söz geçirmek ve yönlendirmek amacıyla tasarruf metodunu ve pratiklerini uygulamaya kalkışmanın yanlışlığına, hatta şirk olduğuna şu ifadelerle dikkat çekilmiştir:
“Havas ile iştigal ve bu vasıta ile Allah’ın yaratıkları üzerinde tasarruf, Allah dostlarının nazarında şirktir; zira kâinatta mutasarrıf ancak Hak’tır. Onun için kulun tasarrufa kalkışması Hakk’ın tasarrufuna iştirak sayılır. Bilhassa sülûk ehli için böyle bir gaye ile Allah’ın isimlerine devam etmek, onu yolda bırakır.”
Mutasavvıf olmamakla birlikte tasavvufî konularda geniş bilgiler veren İbn Haldun da bu konuya değinmekte, tasarrufun bir yönüyle sihre benzediğine dikkat çekmekte, ancak onu şu ifadelerle ayırmaktadır:
“Âlemde tasarruf etme ve gaybı bilme nevinden olmak üzere mutasavvıflar için hâsıl olan hususlar, bizzat değil, bilârızdır (Allah tarafından, onlar istemeden, dolaylı olarak verilir). Bu durum işin başında kastedilmiş değildir. Çünkü bu husus kastedilmiş olarak ona yönelmek, Allah’tan başkasına yönelmek olur. Bu ise eşyada tasarruf etmeyi ve gaybı bilmeyi gaye etmekten başka bir şey değildir. Bu da şirk olur. Sûfîlerden biri, ‘İrfan sahibi olmak için irfanı tercih eden, ikinci bir ilâha kâil olmuş olur’ demiştir. Onun için sûfîler teveccühleriyle Mabud’u kasdederler, O’ndan başka hiçbir şeyi gaye edinmezler. Bu esnada onlara bir şey hâsıl olsa, bizzat değil, bilârız hâsıl olur. Onların çoğu da önlerine böyle bir şey çıksa, ondan kaçar ve değer vermez.”
Ancak, gaye yapılmadan tasarruf etmenin mubah olduğu ve seçkin bazı mutasavvıflar tarafından da başvurulduğu bilinen bir gerçektir. Onun için tasarrufta dikkat edilmesi gereken bazı hususları kayıt altına alan âlimler şu noktalara dikkat çekmişlerdir:
Amaç ve araç mubah olmalıdır.
Dıştan ve içten bu tasarruf dolayısıyla kibir ve kendini beğenme hâli oluşmamalıdır. Tedbir olarak bu sırada sürekli dua etmelidir.
Tasarrufla gereğinden fazla uğraşmamalıdır. Zira böyle hâlleri olan kişi tehlikededir. Fitnelerin en büyüğü ise avam halkın bunu kemâlât zannetmeleridir. Bu durum ancak zaruret olursa başvurulabilir. Onun için bazı büyükler, “Eğer hiçbir zikir müride etki etmezse, o zaman şeyhi teveccüh yapsın” demişlerdir.35
Ölümden Sonra Tasarruf
Genel olarak tasavvuf ehli, ruhun bedenden ayrıldıktan sonra daha serbest ve etkin bir şekilde hareket imkânına kavuştuğunu düşünür ve bu anlayışın bir neticesi olarak bazı kişilerin ölümlerinden sonra da tasarruf edebileceklerini söylerler. Şu dörtlük bu anlayışı özetlemektedir:
İki alemde tasarruf ehlidir ruh-i veli,
Deme ki bu mürdedir, bunda nice derman ola,
Ruh şemşir-i Huda’dır, ten gılaftır ona,
Dahi a’la kâr eder bir tiğ ki uryan ola.
(Lâedri)
Şu ayırıma da dikkat çekilmiştir: Peygamber ve veli kulların tasarrufu, bir nevi vehbî olduğundan, ölümden sonra da devam edebilir. Ancak bir nevi kesbî olan diğer tasarruf şekilleri ölümden sonra devam edemez. Kelam ağırlıklı eserler kaleme almasına rağmen Bediüzzaman Said Nursî (ö. 1960) de ölümden sonra velilerin tasarruf edebileceğine şu örneği vererek katılmaktadır:
“Hazret-i Mevlâna Hindistan’dan Tarîk-ı Nakşî’yi getirdiği vakit, Bağdat dairesi Şah-ı Geylânî’nin ba’de’l-memat hayatta olduğu gibi taht-ı tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlâna’nın (Hâlid-i Bağdâdî) mânen tasarrufu -bidâyeten- câ-yi kabul göremedi. Şah-ı Nakşibend ile İmam-ı Rabbânî’nin ruhaniyetleri Bağdat’a gelip Şah-ı Geylânî’nin ziyaretine giderek rica etmişler ki; ‘Mevlâna Hâlid senin evlâdındır, kabul et!’ Şah-ı Geylânî, onların iltimaslarını kabul ederek Mevlâna Hâlid’i kabul etmiş. Ondan sonra Mevlâna Hâlid birden parlamış. Bu vâkıa; ehl-i keşifçe vâki ve meşhud olmuştur. O hâdise-i ruhaniyeyi, o zaman ehl-i velâyetin bir kısmı müşahede etmiş, bazıları da rüya ile görmüşler.”
Ölümlerinden sonra tasarruf sahibi olan kişilere şu isimler örnek verilmektedir: Akîlü’l-Münbecî (ö. ?), Ebü’l-Hasan Harakânî (ö. 425/1034), Abdülkâdir-i Geylânî (ö. 562/1166), Şeyhü’l-Harrânî (ö. 581/1185) ve İmâm-ı Rabbânî (ö. 1034/1624).
————————————–
DİPNOTLAR
* Prof. Dr. , Yüzüncü Yıl Üniv. İlahiyat Fakültesi.
1 İnsanın Allah’ın halifesi olduğu ile ilgili bir çok ayet vardır. Misal olarak şu ayetlere bakılabi-lir: Bakara, 2/30; En’am, 6/165; Neml, 27/62; Yunus, 10/14.
2 Geniş bilgi için bk. İbn Haldun, Mukaddime, haz.: S. Uludağ, İstanbul 1988, c. I, ss. 358-360, 392-399; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, ts., c. VIII, s. 5403.
3 Cevheri, es-Sıhah, c. V, s. 2019.
4 Asım Efendi, Kamus Tercümesi, yy, ts., c. III, s. 548.
5 Bk. Sadettin Taftazânî, Şerhu’l-Akâid, s. 61.
6 Şu kaynaklara bakılabilir: S. Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 365; Münavî, Feyzu’l-kadir, c. IV, s. 280; Abdurrahman es-Sülemi, Ariflerin Yolu, çev.: Süleyman Ateş, Ankara 1981, s. 11; Sühreverdi, Avarifu’l-Maarif, çev.: İ. Gündüz, H. K. Yılmaz, İstanbul 1990, s. 158; E. Cebecioğlu, Tasavvuf Terimler ve Deyimleri Sözlüğü, s. 717; E. A. et-Tahanevî, Hadislerle Tasav¬vuf, haz.: Z. Davudî, A.Yıldırım, İstanbul 1995, s. 239. Müridin nazar ve teveccühü için de şu kaynaklara bakılabilir: Esat Sahib, Nûru’l-hidaye ve’l-irfan fi sırrı’r-rabıta ve’t-teveccüh ve hatm-i Hacegân, Kahire 1311h.; A.Z. Gümüşhanevî, Camiu’l-Usûl, Mısır 1319h.; İrfan Gündüz, Gümüşhanevî Ahmed Ziyauddin ve Halidiye Tarikatı, İstanbul 1994.
7 Buharî, Rikak, 38.
8 B. S. Nursî, Şualar, s. 218; a.mlf, Tarihçe-i Hayat, s. 309; a.mlf, Asa-yı Musa, s. 36.
9 Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, ts., c. VI, s. 4312.
10 Cinler Hz. Süleyman (s)’a ister istemez itaat ediyorlardı. Demek ki, onları itaate kodlayacak bir şifre vardı. Nebide bu bir mucize idi… Bizde maharet ve ledünniyata açılma olabilir. O şifre elde edildiğinde, cinler muti birer nefer haline gelebilirler. İhtimal, geleceğin insanını en çok uğraştıracak konulardan biri, bu şifreyi elde etme olacaktır. Belki de yıldız savaşları asıl o zaman başlayacaktır.
11 Buharî, Salât, 75, Enbiya, 40; Müslim, Mesacid, 39; Müsned, II, 298.
12 İbn Arabî, Fususu’l-Hikem, (A. A. Konuk şerhiyle birlikte), c. III, s. 219. Ayrıca bk. E. Afifî, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, İstanbul 2000, s. 340.
13 Geniş bilgi ve kaynaklar için bk. A. Kartal, Abdülkerim Cilî, Hayatı, Eserleri, Tasavvuf Felsefesi, İstanbul 2003, ss. 260-262.
14 Aynı eser, s. 261.
15 İbn Arabî, Fususu’l-Hikem, (A. A. Konuk şerhiyle birlikte), c. III, ss. 246-247; İbn Haldun, Mu¬kaddime, haz.: S. Uludağ, c. I, s. 392; c. II, s. 1199; Afifî, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, s. 340.
16 B. S. Nursî, Sözler, s. 254.
17 S. Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 227; E. Cebecioğlu, Tasavvuf Terimler ve Deyimleri Söz¬lüğü, s. 363.
18 Abdurrahman es-Sülemî, Tabakatu’s-Sûfiyye, s. 179.
19 Sülemî, age, 319. Ayrıca bk. H. el-Muhasibî, er-Riaye li Hukukillah: Kalb Hayatı, çev.: A. Yüce, İzmir 2000, s. 64.
20 T. İzutsu, İbn Arabî’nin Fusus’undaki Anahtar Kavramlar, çev.: Ahmet Yüksel Özemre, İstanbul 1998, s. 385.
21 İzutsu, age, s. 385. Ayrıca bk. İbn Arabî, Fususu’l-Hikem, (A. A. Konuk şerhiyle birlikte), c. II, s. 121.
22 İbn Arabî, Mevakiu’n-nucûm, s. 85’ten naklen Afifi, Muhyiddin İbn Arabi’de Tasavvuf Felsefesi, çev.: M. Dağ, İstanbul 1998, s. 246.
23 Afifî, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, ss. 167-168, 264-268.
24 İbn Arabî, Fususu’l-Hikem, (A. A. Konuk şerhiyle birlikte), c. II, s. 122.
25 İzutsu, Anahtar Kavramlar, s. 391.
26 İbn Arabî, Fususu’l-Hikem, (A..A. Konuk şerhiyle birlikte), c. III, s. 63.
27 Afifî, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, s. 264.
28 Mevlana , Fihi Ma Fih, çev.: A.A. Konuk, haz.: S. Eraydın, İstanbul 1994, s. 69.
29 İbn Arabî, Tedbirât-ı İlahiyye, çev. ve şerh.: A. A. Konuk, haz.: M. Tahralı, İstanbul 1992, s. 189; İbn Haldun, Mukaddime, haz.: S. Uludağ, c. II, s. 1117.
30 İbn Arabî, Fususu’l-Hikem, (A. A. Konuk şerhiyle birlikte), c. III, s. 59; Afifî, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, s. 264.
31 Bk. İbn Arabî, aynı yer; Afifî, aynı yer.
32 Bk. Afifî, age, s. 264.
33 Mevlana , Fihi Ma Fih, s. 244.
34 İbn Haldun, Mukaddime, c. I, s. 392; c. II, s. 1199.
35 Tahanevî, Hadislerle Tasavvuf, s. 175.
36 Bk. Şa’ranî, Tabakat, Kahire 1954, c. I, s. 153.
37 Bk. H. K. Yılmaz, Soru ve Cevaplar, (el-Luma’ tercümesinin sonuna eklenen bölüm), İstanbul 1996, s. 529.
38 B. S. Nursî, Barla Lahikası, s. 165.
Rasit Tunca
Schrems,18.04.2025
Kaynaklar
Deepsek
Gemini
islamveihsan
Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz, 300 Soruda Tasavvufi Hayat,
Ahmed Hulusi
Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 6 [2005], sayı: 15, ss. 37-49.
Tasaavufda Tasarruf Nedir ve Allah`ın insan`a Verdiği Tasarruf Yetkisi Nedir?
Tasavvufta "tasarruf" kavramı, kelime anlamı olarak "serbestçe kullanma, yetki sahibi olma, çekip çevirme" gibi manalara gelir. Tasavvufi bağlamda ise bu kavram daha derin ve özel anlamlar taşır.
Kur'an Ayetleri Işığında Tasarruf:
Casiye Suresi'nin 12-13. ayetlerinde geçen "Allah, denizi sizin emrinize verdi ki gemiler O'nun emriyle onda yüzsün ve lütfundan arayasınız diye. Umulur ki şükredersiniz. Göklerde ve yerde olanların hepsini kendi katından (bir lütuf olarak) sizin hizmetinize vermiştir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır." buyrukları, Allah'ın kainatı insanın istifadesine sunduğunu açıkça ifade eder. Bu, Allah'ın insanlığa bahşettiği bir izin ve yetki çerçevesindeki bir tasarruftur. İnsan, aklı, ilmi ve Allah'ın koyduğu sınırlar dahilinde bu kainatı kullanma, ondan faydalanma ve onu şekillendirme imkanına sahiptir. Bu tasarruf, mülkiyet anlamında mutlak bir tasarruf değildir, zira asıl malik Allah'tır. İnsan, emanetçi sıfatıyla bu kainatta tasarrufta bulunur ve bu tasarrufundan dolayı sorumludur.
Şeyhin Müridi Üzerindeki Tasarrufu:
Bir şeyhin müridlerini "tasarruf altında tutması" ifadesi, Kur'an'daki kainatın insana musahhar kılınmasıyla aynı anlamda bir hükmetme veya mülkiyet ilişkisi değildir. Tasavvufta şeyhin müridi üzerindeki tasarrufu daha çok manevi bir rehberlik, terbiye ve himaye anlamını taşır. Bu tasarruf şu şekillerde tezahür edebilir:
Kalbi Yönlendirme (Teveccüh): Şeyh, manevi enerjisi ve duasıyla müridinin kalbini Allah'a yönlendirmeye çalışır. Bu, müridin manevi ilerlemesi için önemli bir etkendir.
Nefis Terbiyesi: Şeyh, müridinin nefsini kötü huylardan arındırması, ahlaki olgunluğa erişmesi için yol gösterir, nasihat eder ve manevi egzersizler (zikir, riyazat vb.) önerir.
Manevi Destek (Himmet): Şeyhin Allah'a yakınlığı vesilesiyle müridine manevi yardım ve destek ulaşabilir. Bu, müridin karşılaştığı zorluklarla başa çıkmasına yardımcı olabilir.
İrşad ve Rehberlik: Şeyh, müridine tasavvuf yolunun inceliklerini öğretir, doğru anlayışa ulaşmasına yardımcı olur ve karşılaşabileceği tehlikelere karşı uyarır.
Şeyhin Uzaktayken Müridini Görmesi ve Manevi Hükmü:
Tasavvufi anlayışa göre, kalpler arasındaki bağ ve manevi enerji mekan ve zaman sınırlarını aşabilir. Bu nedenle, bazı şeyhler, Allah'ın izniyle, uzaktaki müridlerinin manevi hallerini sezebilir, onların ihtiyaçlarını hissedebilir ve onlara manevi destek gönderebilirler. Bu "görme" fiziksel gözle görme şeklinde değil, kalbi bir müşahede, bir tür manevi idrak olarak anlaşılmalıdır.
Şeyhin müridi üzerinde manevi yollardan hükmetmesi ise, zorlayıcı, iradeyi yok sayan bir tahakküm anlamına gelmez. Bu daha çok manevi bir nüfuz, kalbi bir etkileme ve irşadi bir yönlendirme şeklindedir. Şeyhin manevi gücü, müridin kalbine ilhamlar, düşünceler ve duygular yoluyla etki edebilir, onu doğru yola sevk edebilir. Ancak bu etki, müridin kendi iradesini tamamen ortadan kaldırmaz. Mürid, yine kendi seçimiyle bu etkiye uyup uymamakta serbesttir.
Özetle:
Tasavvufta tasarruf, Allah'ın kainatı insana istifade için sunması gibi bir izin ve yetki çerçevesinde anlaşılır.
Şeyhin müridi üzerindeki tasarrufu, manevi rehberlik, terbiye ve himaye anlamlarını taşır, mülkiyet veya zorlayıcı bir hükümranlık değildir.
Şeyhin uzaktayken müridini "görmesi" kalbi bir müşahede, manevi hükmü ise kalbi bir etkileme ve irşadi bir yönlendirme olarak kabul edilir. Bu durum, Allah'ın izni ve manevi bağların gücüyle mümkün olabilir.
Ancak bu konular, tasavvufun derin ve hassas meseleleridir ve farklı tarikatlarda ve anlayışlarda çeşitli yorumlara sahip olabilir. Bu nedenle, bu bilgileri bir rehber niteliğinde kabul etmek ve daha derinlemesine bilgi için ehil kişilere başvurmak önemlidir.
Tasavvufta tasarruf, bir mürşidin manevi yetkisiyle müridlerini terbiye etmesi, onları ruhani olarak yönlendirmesi ve koruması anlamına gelir. Bu kavram, Allah'ın evren üzerindeki mutlak hâkimiyetiyle ilişkilendirilir.
Câsiye Suresi 45/12-13 ve İnsanın Tasarrufu
Ayetlerde şöyle buyrulur:
"Allah, göklerdeki ve yerdeki her şeyi sizin emrinize verendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır." (Câsiye, 45:13)
Bu ayetler, Allah'ın kâinatı insanın hizmetine sunduğunu ve ona bir çeşit tasarruf yetkisi verdiğini gösterir. Ancak bu yetki, mutlak değil, sorumluluk ve şükürle sınırlıdır. İnsan, bu nimetleri Allah'ın rızası doğrultusunda kullanmalıdır.
Şeyhin Müridler Üzerindeki Tasarrufu
Tasavvufta şeyhin tasarrufu, manevi bir rehberlik ve terbiye sürecidir. Bunun dayanağı şu şekilde açıklanır:
Allah'ın İznine Dayalıdır
Şeyh, kendi başına bir güce sahip değildir. Tasarrufu, Allah'ın izni ve lütfuyla gerçekleşir.
"Allah’ın dilediğine verdiği bir lütuftur." (Hadid, 57:21)
Manevi Eğitim ve Ruhani Terbiye
Şeyh, müridin kalbini kötülüklerden arındırır, onu ahlaki olarak yetiştirir.
"Mürşid, müridin kalbine Allah'ın izniyle tasarruf eder." (İmam Gazali)
Vesilelik ve Rabıta
Mürid, şeyhine bağlanarak (rabıta) onun manevi feyzinden istifade eder.
Bu, tıpkı bir öğrencinin hocasından ilim alması gibi manevi bir intisaptır.
Koruma ve Yardım
Şeyh, müridini manevi tehlikelere karşı korur, dualarla destekler.
Ancak bu, şeyhin gaybı bildiği anlamına gelmez; sadece Allah'ın lütfuyla olur.
Tasarrufun Sınırları
Şeyh, asla ilah değildir; sadece bir rehberdir.
Mürid, şeyhi Allah'a ulaşmada bir vesile olarak görmelidir.
Tasarruf, körü körüne itaat değil, şuurla bağlanmayı gerektirir.
Sonuç
Allah, kâinatı insanın hizmetine sunmuştur; şeyh de müridini manevi olarak yetiştirir. Ancak her tasarruf, Allah'ın izni ve rızasıyla gerçekleşir. Bu nedenle tasavvuftaki tasarruf anlayışı, sorumluluk, edep ve tevhid inancı çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Bir Şeyh uzaktayken de müridini görebilir mi? manevi yollardan ona hükmedebilir mi?
Tasavvufta şeyhin müridi üzerindeki manevi tasarrufu, fizikî mesafeyle sınırlı değildir. Birçok sufî geleneğinde, şeyhin ruhanî nüfuzunun zaman ve mekân aşan bir boyutta olduğu kabul edilir. Ancak bu durum, doğru anlaşılması gereken ince bir konudur.
1. Şeyh, Müridini Uzaktan "Görebilir" mi?
Manevi Keşif (Kashf) ve Firâset:
Tasavvufta "keşf" (kalp gözüyle hakikati görmek) ve "firâset" (ilahi ilhamla doğruyu sezmek) kavramları vardır.
Olgun bir şeyh, Allah'ın lütfuyla müridinin manevi halini (kalp durumunu, sıkıntılarını, imtihanlarını) hissedebilir. Bu, fizikî gözle görmek değil, ruhanî bir idraktir.
Örneğin, bazı velîlerin, uzaktaki müridinin sıkıntıda olduğunu bilip ona dua ettiği rivayet edilir.
Rabıta Yoluyla İrtibat:
Mürid, şeyhine rabıta (kalben bağlanma) yaparak onun manevi feyzinden istifade eder.
Şeyh de müridinin bu bağlılığına ruhanî bir cevap verebilir. Bu, bir nevi kalpler arası iletişim olarak düşünülebilir.
2. Şeyh, Uzaktan Müridine "Hükmedebilir" mi?
Tasarruf, Zorlama Değil İnayettir:
Şeyh, müridine "emir vermekle" onu fizikî olarak kontrol edemez. Ancak mürid, şeyhine tam bir teslimiyetle bağlanmışsa, onun manevi etkisi altına girer.
Bu, "hükmetmek" değil, rehberlik etmektir.
Manevi Etki Nasıl Olur?
Şeyh, müridinin kalbine dua ve niyazla tesir edebilir.
Örneğin, bir mürid yanlış yola saparsa, şeyhinin duası onu koruyabilir veya içine bir huzursuzluk düşerek tövbe etmesine vesile olabilir.
Bu, "Allah'ın izniyle" gerçekleşen bir durumdur; şeyh kendi gücüyle değil, vesilelik makamıyla hareket eder.
3. Bunun Dayanağı Nedir? Kur'an ve Sünnette Var mı?
Kalplerin Birbirine İlhamı:
Hadislerde, "Müminin ferasetinden sakının, çünkü o Allah'ın nuruyla bakar." (Tirmizî) buyrulur. Bu, manevi sezginin mümkün olduğunu gösterir.
Ayrıca, velîlerin kerameti İslam inancında kabul edilen bir konudur.
Allah'ın Velî Kullarına İmdadı:
"Allah’ın velî kulları için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır." (Yunus, 10:62)
Bu ayet, Allah'ın velî kullarını özel bir himayeye aldığını ve onların da müridlerine bu himayeden pay verebileceğini gösterir.
4. Sınırlar ve Uyarılar
Şeyh İlah Değildir:
Hiçbir şeyh, müridinin hayatını doğrudan kontrol edemez. Bu, şirke girer.
Tasarruf, Allah'ın izniyle ve sadece manevi terbiye amaçlıdır.
Körü Körüne İtaat Yoktur:
Mürid, şeyhin her dediğini yapmak zorunda değildir. Dinin sınırları aşılmamalıdır.
"Allah’a isyanda kula itaat yoktur." (Hadis)
Sonuç
Evet, tasavvufta şeyh, müridini manevi olarak uzaktan hissedebilir, ona dua ve kalp yoluyla tesir edebilir. Ancak bu, fizikî bir kontrol değil, ruhanî bir bağ ve ilahî bir lütuftur. Mürid, şeyhini bir vesile bilmeli, asıl gücün Allah'tan geldiğini unutmamalıdır.
Tasavvufta Tasarruf Yetkisi Nedir?
Kâinâtın Hâlık’ı ve Mâlik’i olan Allah Teâlâ, kendi varlığını bilmesi, ibâdet ve tâatte bulunması ve yeryüzünü îmar etmesi için mahlûkâtın en şereflisi olarak insanı kendisine halîfe tâyin etti. Âyet-i kerîmede bu gerçek:
“Hatırla ki Rabbin meleklere: «–Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım.» buyurmuştu…” (el-Bakara, 30) şeklinde beyân edilmiştir.
Burada insanın “halîfe” kılınması şu mânâlara gelmektedir:
“Kendi irâdemden, kudret ve sıfatımdan ona bâzı salâhiyetler vereceğim; o Bana izâfeten, Bana vekâleten mahlûkâtım üzerinde birtakım tasarruflara sâhip olacak; Ben’im nâmıma ahkâmımı icrâ edecek; o bu hususta asil olmayacak; kendi zâtı ve şahsı adına asâleten ahkâmı icrâ edecek değil, ancak Ben’im bir nâibim ve vekîlim olacak. İrâdesiyle Ben’im irâdelerimi, Ben’im emirlerimi, Ben’im kanunlarımı tatbike memur bulunacak. Sonra onun arkasından gelenler ve ona halef olarak aynı vazîfeyi icrâ edecek olanlar bulunacak, «O (yüce Allah) sizi yeryüzünde halîfeler kıldı.» (el-En’âm, 165) sırrı zâhir olacak.” (Elmalılı, Hak Dini, I, 299-300)
Tasarruf, iki Türlüdür
Biri ilâhî yardımla tabiî şartları aşarak insanlar üzerinde birtakım olağanüstü işlere muvaffak olmaktır. Gerçek ve yegâne tasarruf sâhibi Allah’tır. Ancak Cenâb-ı Hakk bâzı kullarını bu tasarrufa mazhar kılabilir. Tasarrufun ikincisi nefsin hayâl gücüyle îzâh edilen türüdür. Bu bir cem-i himmet ve konsantrasyondur. Bu tür bir tasarruf gücü, insanda idmanla geliştiren sportmenlik kâbiliyeti gibidir. Bâzı insanlar böyle bir kâbiliyetle yaratılır. Bu kâbiliyet riyâzat ile gelişir. Bu tasarruf gücü ulvî maksadlar için kullanılırsa faydalıdır. Fakat kötü emeller için kullanılacak olursa makbûl olmaz.
Bu tür bir tasarruf gücü, dînî yüceliklerden sayılmaz, Allah nezdinde yakınlığa delîl olmaz. Tasarrufun birinci türü bir bakıma vehbî olduğu için murâd-ı ilâhîye göre ölümden sonra da devam edebilir. Ancak kesbî olan ve insanların birtakım temrinlerle geliştirdikleri tasarruf gücü ise hayât ile sınırlı olmalıdır.
Tasavvufa göre tasarruf, Allah'ın velî kullarına (şeyh, mürşid, kutup vb.) lütfettiği manevi yetki ve etki alanıdır. Bu yetki, şeyhin müridlerini terbiye etmesi, onlara ruhani rehberlik yapması ve bazı durumlarda gaybî yollarla yardımda bulunabilmesi anlamına gelir. Ancak bu yetki, mutlak değil, Allah'ın izni ve takdiriyle sınırlıdır.
1. Tasarruf Yetkisinin Kaynağı
Allah'ın İzniyle Gerçekleşir:
Hiçbir şeyh veya velî, kendi başına tasarruf sahibi değildir. Bu yetki, "Allah'ın velî kullarına bir ikramı" olarak kabul edilir.
"Allah’ın velî kulları öyle kimselerdir ki, onlar ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allah’ı anmaktan alıkoyamadığı kimselerdir." (Nur, 24:37)
Keramet ve İlâhî Lütufla İlişkilidir:
Tasarruf, velîlerin kerametlerinden biridir. Keramet, Allah'ın sevdiği kullarına verdiği olağanüstü hallerdir (peygamber mucizesi değildir).
2. Tasarruf Yetkisi Nasıl İşler?
A) Müridin Terbiyesi ve Manevi Eğitim
Şeyh, müridinin kalbini kötülüklerden arındırır, nefsini terbiye eder.
"Mürşid, müridin kalbine Allah’ın izniyle tasarruf eder." (İmam Gazâlî)
B) Gaybî Yardım ve İlham
Şeyh, fiziken uzakta olsa bile müridinin manevi durumunu hissedebilir.
Örnek: Bazı velîlerin, uzaktaki müridinin sıkıntıda olduğunu bilip ona dua ettiği nakledilir.
C) Ruhanî Himaye ve Koruma
Mürid, şeyhinin manevi himayesi altında olduğuna inanır. Bu, şeyhin duası ve manevi nüfuzuyla gerçekleşir.
"Evliyanın himmeti, müridine bir kalkandır." (Tasavvufî öğreti)
3. Tasarrufun Sınırları
Allah'ın İrade ve Takdirine Bağlıdır:
Şeyh, sadece bir vesiledir; asıl güç Allah'ındır.
"De ki: Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bile bir fayda veya zarar veremem." (A’raf, 7:188)
Müridin İradesi ve Teslimiyeti Önemlidir:
Tasarruf, müridin samimiyeti ve bağlılığı ölçüsünde etki gösterir.
"Mürid, şeyhine ne kadar teslim olursa, feyiz o kadar artar."
Dinî Hükümlerin Dışına Çıkamaz:
Şeyh, asla haramı helal, helali haram kılamaz.
"Allah’a isyanda kula itaat yoktur." (Hadis)
4. Yanlış Anlaşılan Yönleri
Şeyh "Gaybı Bilmez", Sadece Allah'ın Bildirdiği Kadarını Bilir:
"Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez." (En’am, 6:59)
Şeyh İlâh Değildir, Sadece Bir Rehberdir:
Tasavvufta şeyh, müridi Allah’a götüren bir yol göstericidir, kendisine tapılacak bir varlık değildir.
Sonuç: Tasarruf, İlahî İzinle Sınırlı Bir Rehberliktir
Tasavvuftaki tasarruf yetkisi, Allah'ın velî kullarına bahşettiği manevi bir lütuftur. Şeyh, bu yetkiyi müridini terbiye etmek ve Allah yolunda ilerletmek için kullanır. Ancak bu, mutlak bir güç değil, dinin sınırları içinde kalan bir rehberlik sistemidir.
"Hakikî mürşid, seni kendine değil, Allah’a götürendir."
Tasavvufta "tasarruf yetkisi", Allah'ın bazı özel kullarına (evliya) bahşettiğine inanılan manevi bir etkileme ve yönlendirme gücü olarak tanımlanır. Bu yetki, zahiri (görünen) sebeplerin ötesinde, manevi yollarla varlıklar ve olaylar üzerinde etkide bulunabilme kapasitesini ifade eder.
Tasarruf Yetkisinin Anlamları:
Olağanüstü İşler Yapabilme: Tasarruf sahibi olduğuna inanılan kişiler, keramet olarak adlandırılan, normalde gerçekleşmesi mümkün olmayan bazı olaylara vesile olabilirler. Bu, bir nesneyi hareket ettirme, hastayı iyileştirme gibi çeşitli şekillerde tezahür edebilir.
Kalpleri Etkileme ve Yönlendirme (Teveccüh): Şeyhlerin müridlerinin kalplerini Allah'a yönlendirme, onların manevi ilerlemelerine yardımcı olma yeteneği olarak kabul edilir. Bu, müridin iç dünyasında huzur, muhabbet gibi olumlu değişikliklere yol açabilir.
Manevi Himaye ve Yardım (Himmet): Şeyhin veya velinin, manevi enerjisi ve duasıyla, zor durumda olanlara yardım etmesi, sıkıntılarını gidermesi şeklinde anlaşılır.
İrşad ve Terbiye: Şeyhin, müridini manevi yolda doğru bir şekilde yönlendirme, nefsini terbiye etmesine yardımcı olma gücü olarak da yorumlanır.
Tasarruf Yetkisinin Kaynağı ve Sınırları:
Tasavvufi anlayışa göre, tasarruf yetkisinin asıl sahibi Allah Teala'dır. Bu yetki, Allah'ın lütfu ve izniyle, O'na yakın olan, nefislerini terbiye etmiş ve Allah'ın rızasını kazanmış kullarına bahşedilir. Bu nedenle, tasarruf sahibi olduğuna inanılan kişiler, bu yetkiyi kendi güçleriyle değil, Allah'ın izniyle kullandıklarına inanırlar.
Önemli Hususlar:
Asıl Fail Allah'tır: Tasavvufta, tasarrufun zahirde kul eliyle gerçekleşse bile, gerçek failin Allah olduğuna inanmak esastır. Aksi takdirde bu, şirke yol açabilecek bir sapma olarak görülür.
Veli Olmanın Şartı Değildir: Tasarruf sahibi olmak, veli olmanın zorunlu bir şartı değildir. Veli olmanın temel ölçütleri zühd, takva ve Peygamber Efendimiz'e (s.a.v.) sünnetine uymaktır.
İmtihan Vesilesi Olabilir: Tasarruf yetkisi, bazı durumlarda hem tasarruf sahibi olan kişi hem de ona inananlar için bir imtihan vesilesi olabilir. Bu yetkinin doğru ve hikmetli bir şekilde kullanılması önemlidir.
Sonuç:
Tasavvufta tasarruf yetkisi, Allah'ın seçkin kullarına bahşettiğine inanılan, manevi etkileme ve yönlendirme gücüdür. Bu yetki, kerametler, kalbi yönlendirme, manevi yardım ve irşad gibi çeşitli şekillerde tezahür edebilir. Ancak bu yetkinin asıl sahibinin Allah olduğu ve bu yetkinin O'nun izniyle kullanıldığına inanmak temel bir prensiptir.
“Tasarruf” Nedir?
“Tasarruf” olayı ne?..
“Tasarruf” dediğimiz şey, görevli velîlerin yapılar üzerinde onları diledikleri tarza yönlendirme özelliğidir.
“Tasarruf” kelimesi ile kastedilen şey, genelde anlamı iyi bilinmediği için “nüfuz” ile karıştırılarak aynı şeymiş gibi anlaşılır... Nasıl ki, “Fetih” ve “Keşif” iki ayrı özellikse, “nüfuz” ve “tasarruf” diye de iki ayrı özellik vardır.
Bütün velîlerde ortak olan özellik, “nüfuz”dur. Yani, “kişisel güç”!..
Beyin gücü veya ruh gücü dediğimiz olay!... Herhangi bir olayı veya herhangi bir meseleyi çözmek için karşısındakine bir şey verebilmek için, kendi “nüfuz”unu kullanır.
Yani, bu demektir ki, kendi beyin gücünü kullanarak, karşısındakinin beyninde belli bir kapasite açılımı yapar. Yani ona feyiz verir. Bu kapasite açılımının neticesinde de onda belli bir idrak oluşturur. İşte bu olay “nüfuz” kullanmadır...
Ancak ne var ki, o kişinin daha sonra belli çalışmalarla bu beyin kapasitesini takviye etmesi ve artırması şarttır. Yoksa, belli bir süre sonra orada kapanma, gerileme olur.
“Tasarruf” ise, herhangi bir velînin görevi gereği olarak, kendi emrine verilmiş melekleri veya cinleri kullanarak herhangi bir olayı oluşturmasıdır... Görevi gereği, emrindeki melek veya cinleri kullanarak o olayı oluşturması, “tasarruf” denen şeydir.
Tasarruf eden bu tasarrufunun farkındadır, değil mi, diye sorulursa...
Farkındadır tabii!.. Farkında olmadan yapıyorsa, o tasarruf değildir!
Zaten, görevli velîler, genellikle tasarruf sahibidirler ve farkındadırlar yaptıklarının...
Onun dışındakiler, yani görev dışındaki olaylar, kişisel nüfuz olayıdır!.. Onlar, göreve taalluk etmez!.. Yani, bir velînin, çevresindeki belli kişilere yardımcı olmak gayesi ile kendi beyin gücünü kullanmasıdır “nüfuz” olayı ki, bunu tekrar belirtiyorum “tasarruf”la hiçbir alâkası yoktur!..
Peki, 124 bin velî için de geçerli mi bu? 124 bin velî için de “nüfuz” dediğimiz, “kişisel nüfuz” dediğimiz olay, geçerlidir.
Başka bir soru; 124 bin velî de tasarruf sahibi olduğunu bilir mi? Tasarruf sahibi değil!.. Nüfuz sahibi!.. Karıştırmayın!..
Tasarruf, sadece görevli velîlere has bir olaydır.
Tasarruf
"Tasarruf" sözlükte; yetkiyi kullanarak iş yapma, sahip olma, kullanma, idare etme, serbest davranma, çekip çevirme gibi anlamlara gelir. Tasavvuf terimi olarak ise olağanüstü yollardan iş yapmak ve tesir etmek, insanlara ve eşyaya hükmetmek, Allah’ın eşyayı ve bütün varlıkları genelde tüm insanlara, özelde ise peygamber ve veli kullarına boyun eğdirmesi gibi anlamlar taşır.
Mutlak Tasarruf
İslam âlimlerinin ortak görüşüne göre, varlık üzerinde mutlak tasarruf hakkı yalnızca Allah’a aittir. Mutlak tasarruf iki şekilde anlaşılabilir:
Cenab-ı Hak, hiçbir aracıya veya yardımcıya ihtiyaç duymadan, sınırsız bir şekilde yarattığı varlık üzerinde dilediği tasarrufu yapabilir. İradesi tecelli ederse bunu gerçekleştirmeye kadirdir ve kimse engel olamaz. Ancak –haşâ– ölçüsüz davranmaz, zira O adalet, hikmet gibi sıfatlara sahiptir ve iradesi bu sıfatlara uygun olarak tecelli eder.
İnsanın fiilleri de dâhil olmak üzere her türlü tasarrufun gerçek sahibi Allah’tır. Ancak Allah, bu tasarrufu melekler ve insanlar gibi vasıtalar aracılığıyla gerçekleştirir.
Örnekler:
"Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmadın, Allah attı." (Enfal, 8/17)
"Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin, fakat Allah dilediğini doğru yola iletir." (Kasas, 28/56)
Bütün varlıklar arasında yalnızca insana (ve kısmen cinlere), sorumluluğun temelini oluşturan bir irade, meyil ve "kesb" yeteneği verilmiştir. Âlimler bu ikinci tür tasarruf konusunda farklı görüşler belirtmiş olsalar da, Mutezile dışındaki tüm ekoller, Allah’tan başka hiçbir varlığın mutlak tasarruf sahibi (örneğin fiilinin yaratıcısı) olamayacağında ittifak etmişlerdir.
Tasavvuf ehli bu durumu, maşayla sobadan ateş alan bir adamın haline benzetir: "Ateşi alan maşa mıdır yoksa adam mı?" Bu misalde gerçek fail Allah, insan ise maşa hükmündedir.
İnsanların çoğu bu hakikatin farkında olmadığı için kendilerini mutlak tasarruf sahibi zanneder. Ancak nefis terbiyesiyle kemale eren ve irfan seviyesine ulaşan kişi böyle düşünmez. Bir kudsî hadiste belirtildiği gibi, o kimse artık Allah’ın "işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı" olduğunu idrak eder ve meyil düzeyindeki iradesini de O’na teslim eder.
İnsanın Tasarrufu
Giriş paragrafında da belirtildiği gibi, Allah (cc) yarattığı varlıklar arasında insanı kendisine halife olarak seçmiş ve bütün varlığı onun emrine vererek, belirlediği esaslar çerçevesinde tasarruf yetkisi bahşetmiştir. Zira "insan, şu kâinat ağacının en son ve en kapsamlı meyvesi; Hakikat-ı Muhammediye (sav) cihetiyle çekirdek-i aslîsi; kâinat Kur'an'ının âyet-i kübrası ve ism-i azamı taşıyan âyetü'l-kürsîsi; kâinat sarayının en mükerrem misafiri ve o saraydaki diğer sakinler üzerinde tasarrufa yetkili en faal memurudur."
Allah şöyle buyurur:
"Allah, emriyle denizde gemilerin akıp gitmesi, O'nun lütfundan (rızkınızı) aramanız ve şükretmeniz için denizi sizin hizmetinize verendir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi katından (bir lütuf olarak) size âmâde kılmıştır." (Câsiye, 45/12-13)
Elmalılı'nın Tefsiri:
"Emriyle gemilerin akıp gitmesi için –sizin menfaatinize olsa da sizin emrinizle değil, O'nun emriyle– denizi musahhar kıldı. 'Emir'den maksat, iradesi ve ona delalet eden tabii kanunlardır. Bu, hem geminin suyla olan hacim ilişkisini, hem hareket ettirici kuvvetler arasındaki dengeyi, hem de çevre şartlarının uygunluğunu kapsar. Yoksa insanlar, Allah'ın koyduğu kanunları uygulamadan sırf kendi istekleriyle denizde tasarruf edemezler."
İnsanın Tasarruf Yetkisinin Sınırları
Allah'ın kâinata yerleştirdiği –insanoğlunun henüz keşfedemediği– tabiat kanunlarını uygulayan her insan, belirli sınırlar içinde yere, göğe ve içindekilere hükmedebilir. Bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle yıldızlararası seyahatler, kara deliklerin aşılması veya maddenin farklı boyutlarının keşfi gibi gelişmeler, insanlığın karşılaşacağı yeni tabiat kanunlarını şimdiden kestiremeyeceğimiz gibi; ruh dünyasına yönelik araştırmalar derinleştikçe de ne tür hakikatlerle yüzleşeceğimiz meçhuldür. Kur'an'da bu durum şöyle ifade edilir:
"Onlara delillerimizi hem âfâkta (dış evrende) hem kendi nefislerinde göstereceğiz; ta ki Kur'an'ın mutlak hakikat olduğu onlar için de ayan beyan ortaya çıksın." (Fussilet, 41/53)
Bu, insana verilen bir imtiyazdır ve onun yeryüzündeki hilafet sıfatından kaynaklanır.
Olağanüstü Tasarruflar
Bazı seçkin kişiler –başta peygamberler olmak üzere– tabiat kanunlarını aşan (Batılıların supernatural activity dediği) özel bir tasarruf yetkisine sahiptir. Örneğin Hz. Süleyman (as):
"Rüzgârı onun emrine verdik; istediği yere onunla kolayca giderdi. Her türlü bina ustası ve dalgıç şeytanları da zincirlere vurulmuş halde onun hizmetine sunduk." (Sâd, 38/36-38)
Diğer peygamberlerden de benzer tasarruflar nakledilir. Hz. Muhammed (sav), namazda kendisine musallat olan bir ifriti yakalayıp mescidin direğine bağlamayı düşünmüş, ancak Hz. Süleyman'ın "Allah'ım, bana benden sonra kimseye nasip olmayacak bir mülk ver" (Sâd, 38/35) duasını hatırlayarak vazgeçmiştir.
İbn Arabî'nin Yorumu:
"Bu hadise gösteriyor ki, Resulullah (sav) dileseydi cinlere hükmedebilirdi. Ancak Süleyman (as)'ın duasına hürmeten bundan imtina etti. Bu durum, o duayla çelişmez; zira Süleyman'ın mülkü mutsaktı, başkalarının özel tasarruflarını engellemez."
Tasavvufta Hilafet ve Tasarruf
Abdülkerim el-Cilî'ye göre:
"Halife, temsil ettiği varlığın tüm sıfatlarını taşır. Allah mutlak tasarruf sahibiyse, O'nun halifesi olan veli de bu yetkiye sahip olmalıdır. Tasarruf edemeyen halife, hakiki halife değildir. Mutlak hilafet, İnsan-ı Kâmil olan Muhammedî Hakikat'indir. Nebi ve velilerin hilafeti ise bu hakikatin suretine mazhar olmalarındandır."
Tasarrufun Oluş Şekli
Verilen örneklerden de anlaşılacağı gibi, tasarruf değişik şekil ve vasıtalarla cereyan etmektedir. Tasavvuf ehli bu konuda şu açıklamayı yapar:
“Tasarruf; cem’iyet-i kalb (kalp konsantrasyonu), himmet, ervah-ı felekiyyenin muaveneti (astronomik dengeler ve semavî varlıkların yardımı), havass-ı umûr-ı tabiiyye (tabii şartlar, kanunlar ve özellikler), esma-i ilahiyye (Allah’ın isimleri okunarak) ve bizzat emir ile meydana gelir.”
Buradan şu neticeler çıkarılabilir:
Emir ile yapılan tasarruf: Buna mucize denir ve sadece peygamberler eliyle meydana gelir. “Rüzgâr, onun emriyle istediği yere tatlı tatlı eserdi.” (Sâd, 38/36) ayeti buna işaret etmektedir. En üstün ve kâmil tasarruf ve teshir budur.
Emir dışında sayılan diğer yollarla yapılan tasarruf: Bunu dört gruba ayırmak mümkündür:
a. Allah dostlarının eliyle meydana gelen kerâmet: Bu da yine Allah’ın izni, dilemesi ve yardımı ile olur. Mucize ile yakın benzerlik gösterir. Sadece emre dayanmadığı gibi, sadece nefsin egzersizle geliştirilen bazı güçleriyle de meydana gelmez.
b. Allah düşmanlarının eliyle meydana gelen istidrac.
c. Yogi, sihirbaz, medyum vb. adlarla anılan kişiler eliyle meydana gelen olaylar: Bir kısmı göz boyama ve el çabukluğuna dayandığı için harikulade sayılmayan bazı değişik davranış ve olaylardır.
d. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler yoluyla meydana gelen icatlar: Herkesin anlayamayıp, işin uzmanları tarafından anlaşılan hususlardır. “Evet, (Kur’an) mucizat-ı enbiyayı zikretmesiyle fen ve sanat-ı beşeriyyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayatına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor.” ifadesi, insanoğlunun kıyamete yakın bir dönemde bilimsel metotlarla mucizeye yakın bir seviyede kâinatta tasarruf edebileceğini zımnen belirtmektedir.
Himmet ve Tasarruf
Himmet; azim, enerji, istek, meyil, şevk gibi anlamlara gelir. Terim olarak, kulun bir şeyi elde etmek için kalbinin bütün gücü ile Hakk’a yönelmesine; ermiş kişilerin maksadı hasıl eden, iş bitiren ve dilediklerini yerine getiren manevî gücüne himmet denir.
Himmet kavramı, erken dönemlerden itibaren tasavvuf kültüründe yerini almış ve dikkat, yoğunlaşma, ilgi, yöneliş gibi anlamların yanı sıra manevî/kalbî bir güç olarak da görülmüştür. Nitekim yaklaşık Hicrî 250’de vefat eden Ebû Abdullah b. Cellâ, “Himmeti bütün varlığın üstüne çıkan kişi, varlığı var edeni bulur. Himmeti ile başka bir şeye yönelen kişiden Hakk vazgeçer. Zira kendisine ortak koşulmasından hoşlanmaz.” diyerek bu noktaya dikkat çekmiştir. İbrahim Kassâr (ö. 316 H.), “Her insanın değeri himmeti ölçüsündedir. Himmeti dünya ise bir değeri yoktur, himmeti Allah rızası ise ona değer biçilmez.” sözleriyle himmetin önemini dile getirmiştir.
Günümüzde yaygınlık kazanan Uzak Doğu kökenli akımların üzerinde durduğu zihin/bilinç konsantrasyonu, himmetin bir noktaya veya işe yoğunlaşması şeklinde yorumlanabilir. Bu durum, himmetin çok daha önceden insanlık tarafından bilindiğine işaret etmektedir.
Verilen anlamların yanı sıra, daha sonraki dönemlerde himmetin anlamı üç yönde genişleme göstermiştir:
Yardım ve manevî destek anlamında himmet: Yaygın bir şekilde, yardım etme, yönlendirme, kalbi kötü duygu, düşünce ve meyillerden temizleme, manen yükseltme, kalbe feyiz verme gibi anlamlarda kullanılmıştır. Bu anlamıyla şeyhten müride himmet eli (şeyhin manevî gücü ve onda bulunan manevî enerji) uzatılır. Gerek maddeten darda kaldığı zaman, gerekse manen engellerle karşılaştığı veya yükselmesi gerektiği zaman bu himmet müridin yardımına yetişir. “Medet ya şeyh, medet ya gavs!” gibi çağrılar, bu himmet anlayışının ifadesidir. Mürşidin himmeti olmadan bazı müridlerin yetişmesi, yani kalplerinin önce tasfiye edilip sonra feyizle dolması neredeyse mümkün değildir. Ancak bu himmet her mürşitte aynı seviyede olmadığı gibi, her müride de aynı derecede himmet edilemez. Zira, teşbihte hata olmasın, himmet yüksek gerilim hattı gibidir ve her mürid bunu kaldıramaz. Onun için mürid yetiştirmede en son başvurulan yöntemlerden biri olarak görülmüştür.
Müridin himmeti: Müridin teveccüh ve nazarıyla birlikte, bütün himmetini şeyhine, verilen derse ve ihvana hizmete yönlendirmesi, onun manen yükselmesinin temel şartıdır. Bu anlamda himmet, müridin mâsivâ ile irtibatını koparıp Hakk’a yönelmesini sağlayan enerji ve güç olarak anlaşılır.
İbn Arabî’ye (ö. 638/1240) göre himmet: O, himmete yeni anlamlar yüklemiş ve onu, özellikle insan-ı kâmilde (yetkin insan) var olan olağanüstü ilahî bir güç olarak açıklamıştır. Buna Toshihiko İzutsu’nun ifadesiyle “yoğunlaştırılmış ilahî enerji” demek de mümkündür. Burada himmet iki anlamda kullanılmıştır:
Geçici olarak yaratma gücü,
Bilgi edinme metodu ve gücü.
"Geçici Olarak Yaratma"
Bir ârif isterse, bütün ruhani enerjisini üzerine yoğunlaştırmak suretiyle herhangi bir nesneye etki edebilir; hatta halen mevcut olmayan bir nesneyi dahi varlığa büründürebilir. Yani bir ârif, herhangi bir şeyi kendi iradesine mahkûm edebilir. Zira onda teshir (etkileme) kudreti bulunmaktadır.
İbn Arabî’nin konuyla ilgili ifadeleri şöyledir:
“Her insan, bu dış âlemde değil de yalnız kendi hayalinde var olabilen şeyi vehim ve hayal gücüyle (kendi zihninde) yaratır. Ârif ise bunu himmetiyle zihninin dışında da yaratır. Fakat ârifin himmeti, o şeyin varlığını ancak bu himmet devam ettiği sürece korur. Yaratılmış olan şeyin korunması ona ağır gelmez. Ama bu yarattığı şeyin korunması hususunda ârifi ne zaman bir gaflet basacak olsa, o zaman bu yarattığı şey de yok olup gider.”
İbn Arabî üzerinde yıllarca çalışan El-Afifî, onun bu konudaki görüşlerini şöyle özetlemektedir:
“Hayatının ilk yıllarında İbn Arabî, himmeti, vukuunda Allah’ın şeyleri yarattığı bir sebep şeklinde izah eder. Yoksa himmetin kendisi yaratıcı değildir. Himmeti aynı şekilde hipnotik bir kudret ya da kendine telkin gibi bir şey olarak görür. Daha sonra İbn Arabî himmeti küllileştirmiş ve onu âlemdeki her hareket ve değişikliğin nedeni olan gizli bir kudret saymıştır.”
Afifî, İbn Arabî’nin şerhlerinden de yararlanarak, başka bir yerde himmetle ilgili şu açıklamayı yapmaktadır:
“Sûfîlerdeki yaratma kuvvetini iki şekilde anlamak mümkündür:
a. Fenâ hali diye isimlendirdikleri özel bir halde sûfî, haricî âlemde istediği herhangi bir şeyi yaratabilir ve meydana getirebilir. Şu anlamda ki, Allah, sûfîlerin istediği bu şeyi onun vasıtasıyla yaratır. Bu durumda fiil, Hakk’ın fiilidir; fakat beşerî sıfatlarından fani olup ilahî sıfatlarla baki olan ve onlar ile tahakkuk eden ârifin vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Bu nazariyeye göre ârifin payı, Allah katındaki yaratma kuvvetini izhar etmede vasıta olmaktan ibarettir.
Bu yorum, Eş’arîler’in kulun fiillerini yaratması görüşüne benzediği gibi, Malebranche’ın insan fiillerinin ve diğer fiillerin meydana gelişi hakkındaki teorisine de benzemektedir. Bu teori, çağdaş felsefede ‘şartlar’ veya ‘vesilecilik’ nazariyesi olarak bilinmektedir. Bunun anlamı şudur: Bütün fiiller gerçekte Allah’a aittir, fakat bu fiiller belirli şartlar –insanla ilgili veya insan dışında– gerçekleştiğinde zuhur eder. Bu durumda, fiili bu şartların yarattığı zannedilir; gerçekte ise onu yaratan sadece Allah’tır.
İbn Arabî’nin nazariyesinde bu özelliğin ârife tahsis edilmesi ise şöyle açıklanabilir: İnsana ait yaratma, cem’-i himmete muhtaçtır; cem’-i himmet, en ulvî ve en saf hallerinde insanın ruhî kuvvetleriyle yaratmak veya değiştirmek istediği şeye bütünüyle yönelmesidir. Bu da ancak ‘ârif’ veya ‘insan-ı kâmil’ için mümkün olabilir.
b. Ârifin yaratmasını anlamanın ikinci yönü ise, müellifin ‘hazarât-ı hams’ı açıklama sadedindeki izahıdır. Burada aynı zamanda ârifin yaratılmış şeyleri nasıl koruyacağı da açıklanmaktadır. Buna göre var olan her şey, beş mertebenin biri veya birkaçında var olmaktadır… Bu mertebeler, bazı açılardan Platonik ‘feyizler’e benzer ve bunlar aşağıya doğru düzenlenmiştir. Şöyle ki, herhangi bir mertebeye kendi üstündeki mertebede bulunan şeyler yansıdığı gibi, kendisinde bulunan şeyler de bir altındaki mertebeye yansır. Bazen eşyanın sadece ulvî mertebelerde varlığı bulunur, aşağı mertebelerde varlığı bulunmaz; bazen de herhangi bir şeyin bütün mertebelerde varlığı bulunabilir. ‘Ârif himmetiyle herhangi bir şeyi yaratır’ cümlesinin anlamı, ârifin daha üst bir âlemde bilfiil varlığı olan bir şeyi his âleminde izhar etmesi demektir; yoksa daha önce var olmayan bir şeyi varlığa çıkarması değildir. O halde ârif, himmetini herhangi bir mertebede eşyanın suretinde yoğunlaştırmakla, o şeyi mahsus bir suret içinde haricî varlık alanına çıkarabilir; herhangi bir şeyin suretini herhangi bir ulvî mertebede korumakla da, süflî mertebelerde onun suretini korumuş olur. Bunun aksi de doğrudur.”
Fusûs Şârihi Ahmed Avni Konuk ise bu yaratma işini şöyle açıklamaktadır:
“Himmetin mânâsı budur ki, ârif huzûr-i kalb ile hatırını ve kuvvetini toplayıp, vehmiyle ve fikriyle kendi nefsini, halk ve takdir edeceği şeyin icadına musallat kılar. Ve o şey dahi mahall-i himmet olan kalbin haricinde gölge gibi mevcut olur. Ve bu keyfiyet-i halk, ârifte kuvve-i kudsiyye ve nisbet-i ilâhiyye bulunduğu içindir. Ârifin gayrı olan avâm, kalplerinde tahayyül ve vehm ile bir şeyi ihdas etseler bile, ruhlarında kuvve-i kudsiyye olmadığından o suver-i muhayyeleye vücûd-i hissî verip hariçte izhar etmeğe muktedir değillerdir.”
Sadeleştirilerek metnin özeti şöyle verilebilir:
İnsanlar bazı şeyleri hayal ederler; ârif olan ise hayal ettiği şeyi himmet gücüyle dış dünyada da görünür hale getirir. Himmet, bu şeyin ruhu mesabesindedir; diğer insanların hayalleri ise sadece zihinlerinde kalır.
Bilgi Edinme
Izutsu, İbn Arabî’nin himmete yüklediği ikinci anlamı şöyle açıklamaktadır:
“Pratikteki veçhesi bakımından eşyanın teshir altına alınması demek olan himmet, bilgi edinmeye yönelik veçhesi bakımından, varlığın esrarına nüfûz etme ama aklın hükümran olduğu bölgenin ötesinde kalan bir kudret olma özelliğine sahiptir. Bu bakımdan İbn Arabî’nin Fusûs’unun bir pasajında, varlığın gerçek hakikatinin ancak himmetle teçhiz edilmiş bir kul tarafından bilinebileceğini beyan etmesinin de çok anlamlı olduğunu söyleyelim. Himmet aslî olarak, bir ârifin bütün ruhanî güçlerini belirli bir noktaya teksif etmesinden ve bu güçlerin yoğunlaştığı kalbinin de belirli bir istikamete yönlendirilmesinden ibarettir.”
İrfan ve Tasarruf İlişkisi
Genelde sûfîler, velayet makamıyla tahakkuk edip kurbiyet makamına ulaşan âriflerin, himmetlerini istedikleri şeye yöneltip tasarruf edebildiklerini ifade ederler. Ancak başta İbn Arabî olmak üzere bazıları, marifetin seviyesine göre tasarrufun ters orantılı olarak değiştiğini söylerler. Bu durum hem tasarrufun cereyan şekli, hem Allah’la münasebet, hem de insan iradesi ve ihtiyarı ile ilgilidir. Konuyu maddeler hâlinde şu şekilde ele almak mümkündür:
“Bir şeyde himmetle tasarruf etmek için kuvve-i zâhire ve bâtınenin heyet-i mecmuasını o şeye huzur-ı tam ile ve teveccüh-ı küllî ile yöneltmeli ve o şeyin gayrısına kalpte ittisâ olmamalı, yani başka şeye gönül müteveccih olmamalı. İşte himmet böyle bir cemiyetle müessir olur. Marifet ise ârifi bu cemiyetten ayırır; zira himmetini sarf edeceği şeye külliyetle teveccüh edip onu kalbine idhal etmekle, marifet-i Hakk’ı kalbinden çıkarmak lâzım gelir. Binaenaleyh marifeti tamamlayan ârif, tasarruftan ârî ve gayet acz ü zaaf ile zâhir olur.”
Ârifin tasarrufa kâdir olamamasının diğer nedeni de şudur: Ârifin acizlik ve eksikliğinin farkında olması, elindeki eşyada tasarruf etme kudretinin ona ait olmadığını ve kendisini Hakk’ın elinde bir araç olduğunu idrak etmesi, kalbinde bu cemiyetin sağlanmasına engeldir. Bu gerçekleşmeyince de tasarruf edemez.
“Muvahhid-i müstağrak o kimsedir ki, derya onda tasarruf eder ve onun derya üzerinde bir tasarrufu yoktur. Yüzen kimse ile gark olan kimsenin her ikisi de deryadadırlar, fakat müstağrakı su götürür ve mahmûldür; yüzen kimse ise kendi kuvvetinin hâmilidir ve kendi ihtiyarı iledir. Binaenaleyh müstağraktan sâdır olan her bir hareket ve her bir fiil ve kavil o sudan hâsıl olur, kendisinden değildir. Onun vücudu ortada bir bahanedir. Meselâ duvardan bir sadâ işitirsen, bilirsin ki duvardan değildir, duvarı söyleten bir kimse vardır. İşte evliya da böyledir; ölümden önce ölmüşler ve duvar hükmüne girmişlerdir, onlarda bir kıl ucu kadar varlık kalmamıştır. Hakk’ın kudret elinde bir kalkan gibidirler ve kalkanın hareketi kendinden değildir. İşte ‘ene’l-Hakk’ın’ anlamı budur.”
“Nasıl ki insan, diğer insanların mutasarrıf olduğu şeyi terk edince onların muhabbetini kazanır, aynen öyle de, Allah’ın tasarrufunda olan kendi nefsini ve kendinden zâhir olan fiilleri kendi nefsine izafe etmeyip Hakk’a terk ettiği vakit, O’nun yanında da böyle olur. Yani emr-i tasarrufta Hakk’a iştirakten vazgeçtiği için Hak Teâlâ ona muhabbet eder. Kendi nefsini ve fiillerini tecelliyât-ı Hakk’tan ibaret bildiği ve bu marifetle kesreti nefyetmiş olduğu için tevhid üzerinde râsid olur.”
Ârif, ubûdiyet makamında tahakkuk etmiştir; kendiliğinden tasarruf etmez. Efendisi (Allah) ne derse onu yapar. İradesini, Efendisi’nin iradesinde fânî kılmıştır. Mutlak irade sahibi O’dur. Onun için ârif, kendisinde hissettiği ârızî iradeyi kullanmanın Allah karşısında cehalet ve edebe aykırı olduğunu bilerek tasarrufu gerçek sahibine bırakır ve mutlak acziyet hâline döner. Bu, İbn Arabî’nin, “Allah sizi zayıflıktan yarattı, sonra size zayıflığın ardından kuvvet verdi, sonra kuvvetin ardından tekrar zayıflık ve ihtiyarlık verdi.” (Rûm, 30/54) âyetine verdiği felsefî-sûfî yorumdur.
Vahdet-i vücûd anlayışına göre, varlık birdir. Dolayısıyla ârif, kimin veya neyin üzerinde tasarruf edecektir? Zira O’nun vücudundan başka varlık göremez. Ârifin bu marifet ve müşahedesi onu tasarruftan alıkoyar.
Âriflerin tasarruftan el çekmelerinin başka bir sebebi daha vardır: Onlar, varlıktaki her şeyin ezelde sabit olduğu hâle göre zuhûr ettiğini idrak ederler. Başka bir ifadeyle onlar, olayların ezelde takdir edilip belirlendiğini ve kudret elinin yazmış olduğu bir tek kelimeyi ortadan kaldırabilecek hiçbir varlığın bulunmadığını idrak ederler. O hâlde, neyde ve niçin tasarruf edeceklerdir?
Yukarıda verilen bilgilerden şu sonucu çıkarmak mümkündür: Bu konuda iki makam bulunmaktadır: Birincisi bekâ, yani tasarruf makamıdır. İkincisi ise fenâ, yani tasarrufu terk makamıdır.
Tasarruf–Şirk İlişkisi
Tasarruf, cezbedici ve nefsin hoşuna giden bir olaydır. Onun için, sadece tasarruf etmek yani eşya ve olaylara söz geçirmek ve yönlendirmek amacıyla tasarruf metodunu ve pratiklerini uygulamaya kalkışmanın yanlışlığına, hatta şirk olduğuna şu ifadelerle dikkat çekilmiştir:
“Havas ile iştigal ve bu vasıta ile Allah’ın yaratıkları üzerinde tasarruf, Allah dostlarının nazarında şirktir; zira kâinatta mutasarrıf ancak Hak’tır. Onun için kulun tasarrufa kalkışması Hakk’ın tasarrufuna iştirak sayılır. Bilhassa sülûk ehli için böyle bir gaye ile Allah’ın isimlerine devam etmek, onu yolda bırakır.”
Mutasavvıf olmamakla birlikte tasavvufî konularda geniş bilgiler veren İbn Haldun da bu konuya değinmekte, tasarrufun bir yönüyle sihre benzediğine dikkat çekmekte, ancak onu şu ifadelerle ayırmaktadır:
“Âlemde tasarruf etme ve gaybı bilme nevinden olmak üzere mutasavvıflar için hâsıl olan hususlar, bizzat değil, bilârızdır (Allah tarafından, onlar istemeden, dolaylı olarak verilir). Bu durum işin başında kastedilmiş değildir. Çünkü bu husus kastedilmiş olarak ona yönelmek, Allah’tan başkasına yönelmek olur. Bu ise eşyada tasarruf etmeyi ve gaybı bilmeyi gaye etmekten başka bir şey değildir. Bu da şirk olur. Sûfîlerden biri, ‘İrfan sahibi olmak için irfanı tercih eden, ikinci bir ilâha kâil olmuş olur’ demiştir. Onun için sûfîler teveccühleriyle Mabud’u kasdederler, O’ndan başka hiçbir şeyi gaye edinmezler. Bu esnada onlara bir şey hâsıl olsa, bizzat değil, bilârız hâsıl olur. Onların çoğu da önlerine böyle bir şey çıksa, ondan kaçar ve değer vermez.”
Ancak, gaye yapılmadan tasarruf etmenin mubah olduğu ve seçkin bazı mutasavvıflar tarafından da başvurulduğu bilinen bir gerçektir. Onun için tasarrufta dikkat edilmesi gereken bazı hususları kayıt altına alan âlimler şu noktalara dikkat çekmişlerdir:
Amaç ve araç mubah olmalıdır.
Dıştan ve içten bu tasarruf dolayısıyla kibir ve kendini beğenme hâli oluşmamalıdır. Tedbir olarak bu sırada sürekli dua etmelidir.
Tasarrufla gereğinden fazla uğraşmamalıdır. Zira böyle hâlleri olan kişi tehlikededir. Fitnelerin en büyüğü ise avam halkın bunu kemâlât zannetmeleridir. Bu durum ancak zaruret olursa başvurulabilir. Onun için bazı büyükler, “Eğer hiçbir zikir müride etki etmezse, o zaman şeyhi teveccüh yapsın” demişlerdir.35
Ölümden Sonra Tasarruf
Genel olarak tasavvuf ehli, ruhun bedenden ayrıldıktan sonra daha serbest ve etkin bir şekilde hareket imkânına kavuştuğunu düşünür ve bu anlayışın bir neticesi olarak bazı kişilerin ölümlerinden sonra da tasarruf edebileceklerini söylerler. Şu dörtlük bu anlayışı özetlemektedir:
İki alemde tasarruf ehlidir ruh-i veli,
Deme ki bu mürdedir, bunda nice derman ola,
Ruh şemşir-i Huda’dır, ten gılaftır ona,
Dahi a’la kâr eder bir tiğ ki uryan ola.
(Lâedri)
Şu ayırıma da dikkat çekilmiştir: Peygamber ve veli kulların tasarrufu, bir nevi vehbî olduğundan, ölümden sonra da devam edebilir. Ancak bir nevi kesbî olan diğer tasarruf şekilleri ölümden sonra devam edemez. Kelam ağırlıklı eserler kaleme almasına rağmen Bediüzzaman Said Nursî (ö. 1960) de ölümden sonra velilerin tasarruf edebileceğine şu örneği vererek katılmaktadır:
“Hazret-i Mevlâna Hindistan’dan Tarîk-ı Nakşî’yi getirdiği vakit, Bağdat dairesi Şah-ı Geylânî’nin ba’de’l-memat hayatta olduğu gibi taht-ı tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlâna’nın (Hâlid-i Bağdâdî) mânen tasarrufu -bidâyeten- câ-yi kabul göremedi. Şah-ı Nakşibend ile İmam-ı Rabbânî’nin ruhaniyetleri Bağdat’a gelip Şah-ı Geylânî’nin ziyaretine giderek rica etmişler ki; ‘Mevlâna Hâlid senin evlâdındır, kabul et!’ Şah-ı Geylânî, onların iltimaslarını kabul ederek Mevlâna Hâlid’i kabul etmiş. Ondan sonra Mevlâna Hâlid birden parlamış. Bu vâkıa; ehl-i keşifçe vâki ve meşhud olmuştur. O hâdise-i ruhaniyeyi, o zaman ehl-i velâyetin bir kısmı müşahede etmiş, bazıları da rüya ile görmüşler.”
Ölümlerinden sonra tasarruf sahibi olan kişilere şu isimler örnek verilmektedir: Akîlü’l-Münbecî (ö. ?), Ebü’l-Hasan Harakânî (ö. 425/1034), Abdülkâdir-i Geylânî (ö. 562/1166), Şeyhü’l-Harrânî (ö. 581/1185) ve İmâm-ı Rabbânî (ö. 1034/1624).
————————————–
DİPNOTLAR
* Prof. Dr. , Yüzüncü Yıl Üniv. İlahiyat Fakültesi.
1 İnsanın Allah’ın halifesi olduğu ile ilgili bir çok ayet vardır. Misal olarak şu ayetlere bakılabi-lir: Bakara, 2/30; En’am, 6/165; Neml, 27/62; Yunus, 10/14.
2 Geniş bilgi için bk. İbn Haldun, Mukaddime, haz.: S. Uludağ, İstanbul 1988, c. I, ss. 358-360, 392-399; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, ts., c. VIII, s. 5403.
3 Cevheri, es-Sıhah, c. V, s. 2019.
4 Asım Efendi, Kamus Tercümesi, yy, ts., c. III, s. 548.
5 Bk. Sadettin Taftazânî, Şerhu’l-Akâid, s. 61.
6 Şu kaynaklara bakılabilir: S. Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 365; Münavî, Feyzu’l-kadir, c. IV, s. 280; Abdurrahman es-Sülemi, Ariflerin Yolu, çev.: Süleyman Ateş, Ankara 1981, s. 11; Sühreverdi, Avarifu’l-Maarif, çev.: İ. Gündüz, H. K. Yılmaz, İstanbul 1990, s. 158; E. Cebecioğlu, Tasavvuf Terimler ve Deyimleri Sözlüğü, s. 717; E. A. et-Tahanevî, Hadislerle Tasav¬vuf, haz.: Z. Davudî, A.Yıldırım, İstanbul 1995, s. 239. Müridin nazar ve teveccühü için de şu kaynaklara bakılabilir: Esat Sahib, Nûru’l-hidaye ve’l-irfan fi sırrı’r-rabıta ve’t-teveccüh ve hatm-i Hacegân, Kahire 1311h.; A.Z. Gümüşhanevî, Camiu’l-Usûl, Mısır 1319h.; İrfan Gündüz, Gümüşhanevî Ahmed Ziyauddin ve Halidiye Tarikatı, İstanbul 1994.
7 Buharî, Rikak, 38.
8 B. S. Nursî, Şualar, s. 218; a.mlf, Tarihçe-i Hayat, s. 309; a.mlf, Asa-yı Musa, s. 36.
9 Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, ts., c. VI, s. 4312.
10 Cinler Hz. Süleyman (s)’a ister istemez itaat ediyorlardı. Demek ki, onları itaate kodlayacak bir şifre vardı. Nebide bu bir mucize idi… Bizde maharet ve ledünniyata açılma olabilir. O şifre elde edildiğinde, cinler muti birer nefer haline gelebilirler. İhtimal, geleceğin insanını en çok uğraştıracak konulardan biri, bu şifreyi elde etme olacaktır. Belki de yıldız savaşları asıl o zaman başlayacaktır.
11 Buharî, Salât, 75, Enbiya, 40; Müslim, Mesacid, 39; Müsned, II, 298.
12 İbn Arabî, Fususu’l-Hikem, (A. A. Konuk şerhiyle birlikte), c. III, s. 219. Ayrıca bk. E. Afifî, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, İstanbul 2000, s. 340.
13 Geniş bilgi ve kaynaklar için bk. A. Kartal, Abdülkerim Cilî, Hayatı, Eserleri, Tasavvuf Felsefesi, İstanbul 2003, ss. 260-262.
14 Aynı eser, s. 261.
15 İbn Arabî, Fususu’l-Hikem, (A. A. Konuk şerhiyle birlikte), c. III, ss. 246-247; İbn Haldun, Mu¬kaddime, haz.: S. Uludağ, c. I, s. 392; c. II, s. 1199; Afifî, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, s. 340.
16 B. S. Nursî, Sözler, s. 254.
17 S. Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 227; E. Cebecioğlu, Tasavvuf Terimler ve Deyimleri Söz¬lüğü, s. 363.
18 Abdurrahman es-Sülemî, Tabakatu’s-Sûfiyye, s. 179.
19 Sülemî, age, 319. Ayrıca bk. H. el-Muhasibî, er-Riaye li Hukukillah: Kalb Hayatı, çev.: A. Yüce, İzmir 2000, s. 64.
20 T. İzutsu, İbn Arabî’nin Fusus’undaki Anahtar Kavramlar, çev.: Ahmet Yüksel Özemre, İstanbul 1998, s. 385.
21 İzutsu, age, s. 385. Ayrıca bk. İbn Arabî, Fususu’l-Hikem, (A. A. Konuk şerhiyle birlikte), c. II, s. 121.
22 İbn Arabî, Mevakiu’n-nucûm, s. 85’ten naklen Afifi, Muhyiddin İbn Arabi’de Tasavvuf Felsefesi, çev.: M. Dağ, İstanbul 1998, s. 246.
23 Afifî, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, ss. 167-168, 264-268.
24 İbn Arabî, Fususu’l-Hikem, (A. A. Konuk şerhiyle birlikte), c. II, s. 122.
25 İzutsu, Anahtar Kavramlar, s. 391.
26 İbn Arabî, Fususu’l-Hikem, (A..A. Konuk şerhiyle birlikte), c. III, s. 63.
27 Afifî, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, s. 264.
28 Mevlana , Fihi Ma Fih, çev.: A.A. Konuk, haz.: S. Eraydın, İstanbul 1994, s. 69.
29 İbn Arabî, Tedbirât-ı İlahiyye, çev. ve şerh.: A. A. Konuk, haz.: M. Tahralı, İstanbul 1992, s. 189; İbn Haldun, Mukaddime, haz.: S. Uludağ, c. II, s. 1117.
30 İbn Arabî, Fususu’l-Hikem, (A. A. Konuk şerhiyle birlikte), c. III, s. 59; Afifî, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, s. 264.
31 Bk. İbn Arabî, aynı yer; Afifî, aynı yer.
32 Bk. Afifî, age, s. 264.
33 Mevlana , Fihi Ma Fih, s. 244.
34 İbn Haldun, Mukaddime, c. I, s. 392; c. II, s. 1199.
35 Tahanevî, Hadislerle Tasavvuf, s. 175.
36 Bk. Şa’ranî, Tabakat, Kahire 1954, c. I, s. 153.
37 Bk. H. K. Yılmaz, Soru ve Cevaplar, (el-Luma’ tercümesinin sonuna eklenen bölüm), İstanbul 1996, s. 529.
38 B. S. Nursî, Barla Lahikası, s. 165.
Rasit Tunca
Schrems,18.04.2025
Kaynaklar
Deepsek
Gemini
islamveihsan
Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz, 300 Soruda Tasavvufi Hayat,
Ahmed Hulusi
Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 6 [2005], sayı: 15, ss. 37-49.