![]() |
Osmanlıca Türkçe Online Sözlük - Baskı Önizleme +- Tiryaki Board (https://tiryakiboard.com) +-- Forum: GENEL KÜLTÜR BİLGİLERİ (https://tiryakiboard.com/forumdisplay.php?fid=10) +--- Forum: GENEL KÜLTÜR BiLGiLERi MAiN (https://tiryakiboard.com/forumdisplay.php?fid=229) +---- Forum: Tarih Bilgileri (https://tiryakiboard.com/forumdisplay.php?fid=228) +---- Konu Başlığı: Osmanlıca Türkçe Online Sözlük (/showthread.php?tid=1549) |
Osmanlıca Türkçe Online Sözlük - RasitTunca - 06-29-2018 Osmanlıca Türkçe Online Sözlük A Harfi Ile Baslayan Kelimeler.. ABÂ: Bazı dervişlerin ve ilmiye mensuplarının giydikleri yünden yapılmış bir giysi. ÂBÂ VÜ ECDAD: Babalar, dedeler, atalar. ABD: Kul, köle, mahlûk. Tasavvufta kâmil müslüman. ABD-İ MEMLUK: Kul, köle. ABES: Boş, saçma. ÂB-I HAYAT: Hayat suyu, içene ebedî hayat veren efsanevî su. ÂBİR-İ SEBÎL: Yolda giden yolcu. ACÂİB VE GARÂİB: Anlaşılmaz ve tuhaf. ACÂİB-İ DEKÂİK: Anlaşılmaz hileler, ince oyunlar. A’CEMÎ: Arap olmayan. ACÎB: Şaşılacak ve hayret edilecek şey. ACÛZ: Âcizler, beceriksizler, yaşlı kadın. ACZ-I BEŞERÎ: İnsanın acizliği, güçsüzlüğü. ACZ-I KÜLLÎ: Tam güçsüzlük. A’DÂ: 1. Adüvv’ün çoğulu. Düşmanlar. 2. Pek zâlim, pek gaddar. A’DÂD: Adedin çoğulu. Sayılar. ÂDÂT-I CARİYE: Kullanılan âdetler, yaşayan sosyal kurallar. ADÂVET: Düşmanlık, husumet. ADEM: Yokluk. ADEM-İ KÜLLÎ: Tam yokluk. ADEM-İ MÜSÂVÂT: Eşitsizlik. ADEMÎ: Yokluğa ait. ÂDET-İ CÂHİLİYYE: İslâm’dan önceki putperestlik ve müşriklik devrine ait âdet. ÂDETULLAH: Allah’ın kâinatta câri olan usûl ve kanunu, sünneti. ÂDİL: Adalet sahibi, doğru adaletli. ADÎL: Benzer, eş, akran. ADL: Adalet, çok adaletli. ÂFÂK: Ufukun çoğulu. Ufuk, yerle göğün birleştiği gibi görünen uzak daire. Âfak, ufuklar, dış âlemler. ÂFÂKÎ: Havâî, herhangi bir dayanağı olmayan şey. Mekke’ye mikat sınırları dışından gelenler. ÂFÂT: Âfetin çoğulu, musibetler, büyük felaketler. ÂFÎF: İffetli, namuslu, terbiyeli, haramdan sakınan, nezih. AFV Ü GUFRÂN: Bağışlama ve yarlığama. AFV: Affetme, suçu bağışlama. ÂGÂH: Uyanık, basiretli haberdar. AĞNAM: Ganemin çoğulu. Davarlar, koyunlar, keçiler. AĞNİYÂ: Ganînin çoğulu. Zenginler. AĞRAZ: Maksatlar, arzular, amaçlar. AĞRAZ-I DÜNYEVİYYE: Dünyevî maksatlar, dünyevî niyetler, amaçlar. AĞRÂZ-I FÂSİDE: Bozuk maksatlar, bozguncu niyetler. AĞRAZ-I NEFSÂNİYYE: Nefsanî maksatlar, nefsî arzular. AĞRAZ-I ŞAHSİYYE: Şahsî maksatlar, ferdî niyetler. ÂĞÛŞ: Kucak, sığınılacak yer. AĞYÂR: Başkaları, düşmanlar, yabancılar. ÂHAD HABER: Bir kişi tarafından rivayet edilen hadis veya rivayetler. ÂHÂD: Ehad’in çoğulu. Birler, birden dokuza kadar olan sayılar. ÂHAR: Başkası, diğeri, yabancı. AHBÂR: Haberin çoğulu. Haberler. AHBÂR-I SADIKA: Doğru haberler. AHD U EMÂN: And ve emniyet, korkusuzluk, güvenlik. AHD U MÎSÂK: Yemin ve anlaşma, kesin söz. AHD: 1. Söz verme. 2. Yemin, and. 3. Devir, zaman, gün. AHD-İ HARİCÎ: Daha önceden ismi bilinen kişilere veya şeylere işaret eden Lâm-ı tarif. ÂHENG: Uygunluk ve düzen. AHFÂ: Çok gizli, en gizli. AHFÂD: "Hafîd"in çoğulu. Torunlar. AHİD: (Bak: AHD). ÂHİR ZAMAN PEYGAMBERİ: Son zaman Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.). ÂHİR ZAMAN: Son zaman, dünyamızın son çağı. AHİZ: (Bak: AHZ) . AHKÂM: Hükümler, kanunlar. AHKÂM-I AMELİYYE: Tatbikata ait hükümler, uygulanan kurallar. AHKÂM-I EZELİYYE: Ezelî hükümler, başlangıcı bilinmeyen hükümler. AHKÂM-I FER’İYYE: Asla ait olmayan, ikinci derecedeki hükümler. AHKÂM-I ULUHİYYET: Allahlık hükümleri, ilâhlık hükümleri. AHKÂM-I UMÛMİYYE: Umûmî hükümler. AHKEMU’L-HÂKİMİN: Hükümdarların hükümdarı, hâkimlerin hâkimi olan Allah. AHLÂK-I ZEMÎME: Kötü huylar, çirkin davranışlar. AHLÂM: "Hulm"ün çoğulu, karışık rüyalar. AHRÂR: Hürler, esir ve köle olmayanlar. AHSEN: "Husn"den. En güzel, pek güzel, daha güzel. AHSEN-İ TAKVÎM: En güzel ve en iyi kıvamda en güzel biçimde. AHSENÜ’L-KASAS: 1. Kıssaların, hikâyelerin en güzeli. 2. Yusuf Sûresi. AHZ: 1. Alma, tutma, kabzetme, 2. Kabul etme. 3. Tessellüm. 4. Sorgulama. AKABE: 1. Sarp ve çıkılması zor yokuş, bâdire. 2. Tehlike. 3. Tehlikeli geçit. 4. Bugün Ürdün sınırları içinde bulunan bir şehir. AKÂİD: Akîdeler, inançlar, dinin itikadî hükümleri. AKAR: Gelir, gelir getiren gayr-ı menkuller. AKD: 1. Anlaşma, sözleşme. 2. Bağlama, düğümleme. ÂKIBET: Nihayet, sonuç. ÂKIDEYN: Anlaşma veya sözleşme. ÂKIL BÂLİĞ: Ergenlik, olgunluk çağına gelen. ÂKILÂNE: Akıllıca. AKÎDE: İtikad, iman. ÂKİF: 1. İbadette devamlı olan kimse. 2. Sebat eden. AKİKA: Yeni doğan çocuk için Allah’a şükür maksadıyla kesilen kurban. AKÎM: 1. Beyhude, boş yere. 2. Kısır erkek veya kadın. AKL-I SELÎM: Doğru düşünen, doğru anlayan, doğru karar veren akıl. AKLÎ: Akla ait, akla uygun. AKRÂN: Birbirine benzeyenler, em-sâl, yaşıt, denk. AKRİBA: Akraba, aralarında soy veya sihriyetçe yakınlık olanlar. AKSÂ: En uzak, en son. AKSÜ’L-AMEL: Tepki, istenilen şeyin zıddının hâsıl olması. AKTAR: Baharatçı. AKTÂR: Kuturlar, çaplar, dairenin merkezinden geçen hatlar, bölgeler, taraflar. Her taraf. AKVÂ ve AHZAR: Daha kuvvetli ve daha açık. AKVÂ: Daha kuvvetli, en kuvvetli. AKVÂL: Kavlin çoğulu. Kaviller, sözler. AKVÂM: Kavimler, milletler. AKVÂM-I SÂİRE: Diğer kavimler. A’LÂ: En yüce. ALADDERECÂT: Derecelere göre. ALÂK SÛRESİ: Kur’ân-ı Kerim’in 96. sûresi. ALAKA: Alakdan yapışkan sıvı, embriyo. ÂLÂM: Elemler, kederler, acılar. ALÂMET: İşaret, nişan. ALÂMET-İ FARİKA: Bir şeyi diğerinden ayırıcı işaret. Belirgin özellik. ÂLÂT: Âletler, vasıtalar. ÂLÂT-I CİSMANİYYE: Maddî âletler. A’LÂ-YI İLLİYYÎN: Cennette en yüksek derece, olgun kişilerin Allah katındaki dereceleri. ALE’L-HUSÛS: Hususiyetle, özellikle. ALE’L-USÛL: Usûl üzere. Usûle göre, usulen. ÂLEM: Kâinat, dünya. ALEMDÂR: Bayraktar, sancaktar. ÂLEM-İ CİSMANİYYE: Maddî âlem, kâinat, dünya. ÂLEM-İ EŞBÂH: "Şebah"tan: 1. Cisimler âlemi, varlıklar âlemi. 2. Hayaller âlemi."Şibh ve şebih"den: Misaller âlemi. ÂLEM-İ KABİR: Kabir âlemi. ALESSEVİYYE: Aynı seviyede, eşit olarak. ÂL-İ FİRAVUN: Firavun ailesi. Firavun soyu. ÂLİŞÂN: Şan ve şerefi yüksek olan. ALİYYU’L-A’LÂ: Pek iyi. Fevkalâ-de. ALLAH BES BÂKÎ HEVES: Allah yeter, başkası gelip geçici istektir, hevestir. ALLÂME: Bilginlerin en bilgilisi. ALLÂMÜ’L-GUYÛB: Esmâ-i Hüs-nâ’dan biri, bütün gizlileri bilen Allah. ÂMÂ: Kör. AMDEN: Kasten, bile bile, isteyerek. AMELDE İ’TİDÂL: Amelde aşırılıktan uzak, dengeli. AMEL-İ SALİH: Allah’ın rızasına uygun olan her iş. AMELİKA: Eskiden Sîna yarımadasında yaşamış olan bir kavim. AMÎK: Derin. Bahr-i amîk: Derin deniz. Fikr-i amîk: Derin düşünce. ÂMİL: 1. Sebep. 2. İş yapan. 3. Zekat toplayan memur. ÂMM: Umumî, genel. AMR: Bir erkek ismi. AMÛD: Direkler, sütunlar. ANÂSIR-I MUHTELİFE: Çeşitli unsurlar. ANKA-YI MUĞRİB: İsmi var, cismi yok. Ankâ kuşu. ANVETEN: Cebren, kahren, zorla, sıkıntı ile. ANYEDİN: Elden. ÂRÂBÎ: Bedevî. Çölde yaşayan köylü. A’RÂF: Cennetle cehennem arasında bulunan bir yer. ARAFAT: Mekke’ye 12 mil yani takriben 20 km. uzaktaki bir yer. Hacca gidenler Zilhicce’nin 9. günü buraya gelerek bir müddet vakfe yaparlar. ARASAT: Mahşer yeri, haşir ve neşir meydanı. ARAZ: 1. İşaret, alâmet. 2. Tesadüf. 3. Kaza, felaket. 4. Kendi kendine vücut bulmayıp başka bir cevherle meydana gelen hal ve keyfiyet. AREFE: Kurban bayramından bir önceki gün. ARIZÎ: Sonradan hasıl olan şey. Geçici. ÂRÎ: Temiz, hür, uzak. ÂRİF: Anlayışlı, bilgili. ARŞ: 1. Taht. 2. Dokuzuncu gök. 3. Çardak. 4. Cenab-ı Hakk’ın kudret ve azametinin tecelli ettiği yer. ARZ: yeryüzü, dünya, genişlik. ARZ-I MUKADDES: Kutsal ülke. Kudüs, Filistin. ASÂ: Değnek, sopa, baston. ASABÂT: 1. Baba tarafından olan akrabalar. 2. Şer’an miras alamayan akrabalar. ASABE: Baba tarafından akraba olanlar. ASAHH-I RİVÂYET: En doğru olan rivayet. ÂSÂR: Eserler. ÂSÂR-I ATÎKA: Eski eserler. ASÂ-YI MÛSÂ: Hz. Musa’nın sopası. ASGARİ: En az, en küçük. ASHAB: Hz. Peygamber’i mümin olarak gören ve o iman üzere ölen kimseler. ASHÂB-I KEHF: Mağara arkadaşları. Bunlar, zamanlarındaki zalim hükümdarlarının şerrinden mağaraya sığınan ve orada yıllarca uyutulduktan sonra tekrar diriltilen, köpekleri ile birlikte, yedi sekiz kişiydiler. ASHAB-I MEŞ’EME: Uğursuz, şerli kişiler, kötüler. ASHAB-I MEYMENE: Uğurlu kişiler, iyi kimseler. ASHAB-I YEMİN: Uğurlu, meymenetli kimseler. ÂSIF: Şiddetli rüzgar, fırtına. ÂSİ: İsyan eden. ÂSİM: Günah işleyen, günahkâr. ASNÂM: "Sanem"in çoğulu. Putlar. ASR: 1. İkindi namazı. 2. İkindi vakti. 3. Yüzyıl, çağ. AŞR: Kur’ân-ı Kerim’den on âyet miktarı okunan kısım. ATÂ: İhsan, lütuf, bağışlama. ATALET: Tembellik, hareketsizlik. ATF-I BEYAN: Kapalı bir sözü, açıklayan cümle. ATIF (ATF): 1. Eğme, meyletme, 2. Bağlama. ÂTİH: Bunak. ATİYYE: Hediyye, ihsan, bahşiş. ATTAR: (Bak: AKTAR) . AVÂLÎ: Yüceler, büyükler. Medine etrafındaki semtler. AVAM: 1. Halk. 2. Soylu veya bilgin olmayanlar. AVÂMİL: 1. Âmiller, sebepler. 2. Arap nahvine ait ve bu isimdeki kitap. A’YÂN: 1. İleri gelenler. 2 Gözdeler. A’YÂN-I SABİTE: Allah’ın ilminde varlıkların değişmez suretleri, öz mahiyetleri. ÂYÂT: Âyetler. ÂYÂT-I BEYYİNAT: Açık seçik âyetler. ÂYÂT-I TEKVİNİYYE VE TEŞRİİYYE: Yaratılışa ve şeriata ait âyetler. AYIN: Arap alfabesinin 21. harfi. Ebced hesabında sayı değeri 70′dir. ÂYİN: 1. Tören, âdet. 2. Dinî bazı gösteriler. Mevlevî âyini gibi. AYN: 1. Göz, 2. Pınar. 3. Eşyanın hakikatı. AYNE’L-YAKÎN: Müşahede ve keşif ile hâsıl olan ilim. A’ZÂ: Uzuvlar, organlar, üyeler. AZÂB: 1. Büyük sıkıntı, şiddetli elem. 2. Dünyada işlenen günahlara karşı ahirette çekilecek ceza. AZÂB-I NÂR: Cehennem azabı. ÂZÂDE: Serbest, hür, kayıtlardan kurtulmuş. AZ’AF-I MUZÂAF: Kat, kat, pekçok. AZAMET: Büyüklük, kibirlilik. AZDÂD (EZDÂD): Zıd olan şeyler. AZHAR: En açık: . AZÎMÜ’Ş-ŞÂN: Şânı büyük. AZÎZ: 1. Allah’ın isimlerinden biri. Değerli. 2. Ermiş, velî. B Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler BAB: 1. Kapı. 2. Fasıl, bölüm. MİNE’L-BAB İLE’L-MİHRAB: Kapıdan mihraba dek, baştan sona kadar. BÂDİYE: Kır, ova, sahra, çöl. BÂGÎ: Âsi, baş kaldırmış, haksızlık eden. BAĞÇE: Bahçe. BAĞTETEN: Ansızın, zulüm, isyan. BAĞY: Azgınlık, zulüm, isyan. BAHIYRE: Cahiliyye devrinde beş batın doğuran devenin beşinci yavrusu erkek olursa kulağı yarılır ve salıverilirdi. Artık hiç bir işte kullanılmayan bu deveye bu ad verilirdi. BÂHİL: 1. İşsiz, avare, başı boş. 2. Yularsız deve. BAHÎL: Cimri, tamahkâr. BÂHİR: 1. Yalancı, ahmak. 2. Ekin sulayıcı, sulayan. 3. Belli, açık. 4. Işıklı, parlak, güzel. BÂHİRE: 1. Çok koşan cins deve. 2. Dikenli ağaç. BAHR Ü BERR: Deniz ve kara. BAHŞ: Bağış, ihsan. BÂİN: Dibi geniş kuyu, bostan kuyusu. BÂİS: 1. Sebep olan, gerektiren. 2. Gönderen. 3. Yeniden yaratan. BAKAR: Sığır, öküz, manda cinsleri. BAKARA: 1. Sığır, inek. 2. Kur’ân-ı Kerim’in ikinci sûresi: Bu sûrede yahudilere bir inek kurban etmeleri emredilip bu konuda geniş bilgi verildiğinden, sûre bu adı almıştır. BAKİYYE: Artan, artık, geri kalan. BÂLİĞ: 1. Erişmiş, vâsıl olmuş, son mertebeyi bulan. 2. Yekûn. BÂP: (Bak: BÂB) . BÂR: 1. Allah. 2. Yemiş, meyva. 3. Yük, ağırlık. 4. Yağdıran, serpen, döken. BÂRİD: 1. Soğuk. 2.Letafetten uzak nâhoş. BÂRİZ: Açık, belli, âşikâr, zâhir. BA’S: 1. Gönderme, yollama, gönderilme. 2. Allah’ın bir peygamberi, Hak dinine davete memur buyurması. 3. Dirilme veya diriltme. BASAR: 1. Görme, görüş, görme yeteneği. 2. Zihnî algı. BÂSİR: Gören, görüp anlayan, ferasetli, zeki. BASÎRET: Doğru görüş, gönül gözü ile görme, uyanıklık. BAST: 1. Yayma, açma. 2. Özellikle hurufilikte cezbe ve tefekkür içinde kendinden geçmeyi ifade eder. BÂTIN: 1. İç, içyüz, gizli, sır, derunî. 2. Allah’ın isimlerinden. BATN: Karın, kuşak, nesil. BÂYİN: Aralayıcı, ayıran, ayırıcı özellik. BA’Z: Bir şeyin bir bölümü,bir parçası, bazısı. BED NAZAR: Kötü bakış. BED: Kötü, çirkin, işe yaramaz. BEDÂ’-BEDA’AT: Güzellik, yenilik, bediilik. BEDÂHET: 1. Açıklık, bellilik. 2. Ansızın ortaya çıkma. BEDÂYİ’: İcat edilmiş güzel şeyler. Sanat eserleri. BEDBAHT: Talihi kötü olan, talihsiz. BED-BİN: Her şeyi kötü gören, karamsar. BEDEL: 1. Değer, kıymet. 2. Başkasının parası ile onun yerine hacca giden kimse yerine geçen. BEDEL-İ BA’Z: Geniş anlamlı bir sözün bir kısmına yapılan açıklama. BEDEL-İ İŞTİM’ÂL: Geniş ve genel anlamlı bir sözün bir noktasını açıklayan cümle. BEDEL-İ KÜLL: Kapalı bir söze bütün yönleriyle yapılan açıklama. BEDEVÎ: Çölde çadırda yaşayan göçebe, çöllü, Arap göçebesi. BEDİA: 1. Yaratma. 2. Estetik değeri yüksek, sanat eseri, eşine az rastlanan güzel. BEDİHİ: 1. İspat gerekmeyecek şekilde açık. 2. Akla kendiliğinden gelen. BEDİÎ: Güzel, beğenilen, sanatlı söz. BEDR-BEDİR: 1. Dolunay, ayın ondördü. 2. Mekke ile Medine arasında bulunan Bedir gazasının yapıldığı yer. BED-TAHRİR: Kötü yazı. BEHA-BAHA: 1. Güzellik, süs, pırıltı. 2. Kıymet, değer, bedel. BEHAİM: 1. Dört ayaklı hayvanlar. 2. Suriye’de bir sıradağ. BEHÇET: Güzellik, güleryüzlülük, sevinç. BEHİME-İ EN’AM: Deve, sığır, koyun gibi dört ayaklı hayvanlar. BEHİMÎ: Hayvana yakışır tarzda, hayvanlık. BEİS-BE’S: 1. Zarar, ziyan. 2. Korku, azap, sıkıntı, fenalık. 3. Kuvvet, kudret. BEKA: Devam, sebat, evvelki hal üzere kalmak, ölmezlik, ebedilik. BEKA-YI ERVAH: Ruhların kalıcılığı, devamlılığı. BEKA-YI RUH: Ruhun kalıcılığı, ölmezliği. BELAGAT Ü FESAHAT: Tam yerinde açık ve güzel söz söyleme. BELAGAT: İyi konuşma, sözle inandırma yeteneği ve sanatı, uzdillik. BELİĞ: 1. Açık, düzgün söz söyleyen. 2. Güzel, sanatlı söz. Belâ-gatli. BENÂM: Namlı, ünlü, meşhur. BENAN: Parmak ucu. BENÎ İSRAİL: İsrailoğulları, yahudiler. BERAAT: 1. Temizlik, arılık. 2. Olgunluk, güzellik. BERA’ÂT-I İSTİHLÂL: Söze güzel ve etkili başlangıç. BEREKÂT: Bolluklar, uğurlar, hayırlar. BEREKÂT-I KELÂMULLAH: Allah kelâmının verdiği feyizler, bolluklar, uğurlar. BER-HAYAT: Sağ, diri, yaşayan. BERÎ: Sâlim, kurtulmuş, temiz arınmış. BERİ: Yakın mesafe, ötenin zıddı. BERK: 1. Şimşek, parıltı, kıvılcım. 2. Sert, katı. BERR: 1. Doğru sözlü, hayır işleyen kimse. 2. Kara, toprak. BER-TARAF: Bir yana atılan, ortadan kalkan. Bertaraf etmek: Ortadan kaldırmak, yok etmek. BERZAH ÂLEMİ: Ruhlar âlemi. BERZAH: 1. İki şey arasındaki mesafe, aralık. 2. Can sıkıcı. 3. İnce uzun kara parçası. 4. Dünya. 5. Ruhların kıyamete kadar bulunacakları yer. BES: Yeter, yetişir, tamam, kâfi, çok. BE’S: Zarar, ziyan, azap, şiddet, fenalık. BEŞÂRET: Müjde, muştu, iyi haber. BEŞÂRET-ÂVER: Müjdeci, iyi haber getiren. BEŞER: İnsan, bütün insanlar, Ebu’l-Beşer: İnsanlığın babası, Hz. Âdem. BEŞERİYYET: 1. İnsanlık. 2. İnsanın yaratılış özellikleri. BEŞİR: 1. Müjdeci, iyi haber getiren,güleryüzlü. 2. Hıristiyan Araplar’da İncil yazan veya hıristiyanlık akidelerini telkin eden kimse. 3. Peygamberimizin bir vasfı. BEY’: Satma, satılma, satış. BEYAN İLMİ: Belâgat ilminin, hakikat, mecaz, kinaye, teşbih ve istiare gibi konularından bahseden bölümü. BEYÂN: Anlatma, açıklama sanatı. BEYN: Aralık, arasında, arada. BEYNÛNET: 1. İki şey arasındaki mesafe, aralık. 2. İhtilaf, anlaşmazlık, ara açıklığı. BEYT: Ev, mesken, oda, oba. BEYT-İ ATİK: Eski ev, Kâbe. BEYT-İ MAMUR: Kâbe’nin tam üzerinde yedinci kat gökte bulunan ve melekler tarafından tavaf edilen bir köşk. BEYTULLAH: Allah’ın evi, Kâbe, insan kalbi. BEYTÛTET: Geceleme, bir yerde geceyi geçirme. BEYTÜ’L-MAKDİS: Mukaddes ev, Mescid-i Aksa, Kudüs’teki büyük camii. BEYYİN: Belli, açık, âşikar. BEYYİNÂT: Açık, belli şeyler. BEYYİNE: 1. Delil, şahit. 2. Kur’ân’ın 97. sûresi. BEYZÂ: 1. Çok beyaz. 2. Demirden savaşçı başlığı. 3. Yumurta.MİLLET-İ BEYZÂ: Beyaz millet, müslümanlar. BEZL: Bol bol verme. BÎA-BİYAT: Birinin hakimiyetini kabul etmek, emirlerine uyacağına söz vermek. BİAT OLUNMAK: Birine itaat edilmek, hükmüne girmek. BİD’AT: 1. Sonradan ortaya çıkan şey. 2. İslâm’da Peygamberimizden sonra ortaya çıkan değişik âdetler. BİD’AT-I HASENE: Beğenilebilir, güzel yenilikler. BİD’AT-I SEYYİE: Kötü yenilikler. BİDÂYET: Başlama, başlangıç. BİDAYETEN: Başlangıçta, ilkin. BİİZN-İ HÜDA: Allah’ın izni ile. BÎKARAR: 1. Kararsız. 2. Rahatsız. BİKR: Dokunulmamış, bekâret, bâ-kire. BİKR-İ FİKR: Hiç söylenmemiş, yeni fikir. BİLÂ BEDEL: Bedelsiz, karşılıksız. BİLÂ KAYD Ü ŞART: Kayıtsız şartsız. BİLÂ: . sız. BİLAD: Beldeler, şehirler, memleketler, kasabalar. BİLÂD-İ ARAB: Arab ülkeleri. BİLAFASILA: Fasılasız, aralıksız. BİLÂH: Arkaları büyük olan kadınlar. BİLLUR: 1. Duru, kristal. 2. Necef taşı. BİN: Oğul.BİN MEHMED: Mehmed’in oğlu. BİNA: 1. Yapı, ev. 2. Yapma, kurma. 3. Göz, gören, görücü. BİNAEN ALA ZÂLİK: Bunun üzerine, bundan dolayı. BİNAEN: .den dolayı, .den ötürü. BİNÂENALEYH: Ondan dolayı, onun üzerine, şu halde. BİRR: İyilik, güzellik, hayır, anaya babaya itaat. 2. Dininde ibadetinde kuvvetli olan. 3. Bağışta bulunma. Bİ’SET: Gönderme. Bİ’SET-İ MUHAMMEDİYE: Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamberlikle görevlendirilmesi. Bİ’SET-İ NEBEVİYYE: Peygamberin, peygamberlikle gönderilişi. BU’D: Uzaklık, aralık, boyut. BU’D-İ MESAFE: Gidilen yolun uzaklığı. BUĞZ: Düşmanlık duyma, nefret, kin. BUĞZETMEK: Kin gütmek, düşman olmak. BUHÛL: Cimrilik, tamahkârlık. BUK’A: 1. Ülke, yer. 2. Büyük bina. 3. Benek, leke. BURAK: Peygamberimizin mirac gecesi bindiği binek. BURC: 1. Kale, yüksek bina. 2. Herhangi bir şekli gösteren ve özel ad alan sâbit yıldızlar topluluğu, galaksi. 3. Güneşin girip çıktığı on-iki burçtan her biri: Yengeç, kova, akrep. BURC-İ ÂBÎ: Suya ait burçlar: Yengeç, akrep, balık. BURC-İ BÂDÎ: Havaya ait burçlar: İkizler, terazi kova. BÜHTAN ETMEK: İftira etmek. BÜHTAN: Yalan, iftira, birine işlemediği suçu yükleme. BÜLEGA: Belegat sahipleri, düzgün ve güzel konuşanlar, beliğ olanlar. BÜLEGA’-İ BEŞER: Belegat ilmi mütehassısları. BÜLEGÂ-İ ULEMÂ: Belagat bilginleri ve âlimler. BÜLÛĞ: 1. Erginlik, olgunluk çağına girme, yetişme. 2. Yaklaştırma. BÜNÜVVET: Oğulluk, evlatlık. BÜNYÂN: Yapı, bina, bir şeyin yapısı. BÜNYAN-I MERSUS: Birbirine lehimlenmiş, kenetlenmiş yapı. BÜRHAN: Kesin delil, hüccet. C Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler CÂFÎ: Cefâ çektiren, eziyet eden. CÂH: İtibar, makam, mevki. CÂHİLİYYE: Kelime olarak cahilliğe ait mânâsına gelir. Terim olarak İslâmiyetten önceki putperest dönemi ifade eder. CAHÎM: Cehennem. CÂİL: "Ceale" kökünden yaratıcı, yapıcı. CÂİLU’N-NÛR: Nûr’un yaratıcısı. CÂİZE: Armağan, övücü şiirleri için eskiden şairlere devlet büyükleri veya aşiret büyükleri tarafından verilen para veya mal. CA’L: Yapma, meydana getirme, yaratma. CA’LÎ: Sahte, yapmacıklı, düzme. CÂLİB-İ DİKKAT: Dikkat çekici. CÂMİ: 1. Toplayan, derleyen. 2. İçerisinde namaz kılınan ve mescidden büyük olan ibadethane. CÂMİD: 1. Donmuş, hareketsiz. 2. Gelişmeyen, gelişme kabiliyeti olmayan. CÂNİB: Cihet, yön, taraf, yan. CÂRİYE: 1. Savaşta gayr-i müslimlerden esir olarak alınan kız ve kadınlar. 2. Hizmetçi kız. CÂY-İ İŞKÂL: Güçlük, zorluk, müşkülât noktası. CÂZİBE: Cezbeden, çeken, yer çekimi. CÂZİBE-İ FÂNİYE: Geçici güzellik, fânî güzellik. CÂZİBE-İ MUTLAKA: 1. Mutlak çekici kuvvet. 2. Yegane çekici kuvvet. 3. Geçici güzelliğin zıddı olan ebedî güzellik. CÂZİBE-İ UMÛMİYYE KANUNU: Yerçekimi kanunu. CEBÂBİRE: Cebredenler, zorbalar, zâlimler. CEBBÂR: 1. İlâhî isimlerdendir. Dilediğini yapan, kudret ve güç sahibi Allah. 2. Zalim, müstebit kişi. 3. Gökyüzünün güneyinde bulunan bir yıldız kümesi. CEBBÂRÂNE: Cebbârcasına, zorbalıkla. CEBEL: Dağ. CEBR U İKRAH: Zorlama ve baskı yapma. CEBR-İ MAHZ: Sırf cebir, mutlak cebir. CEBRİYYE: Cüz’î iradeyi inkâr eden mezhep. CEDİD: Yeni. CEHD: Çalışma, çabalama. CEHELE: Cahiller. CEHL U DALÂLET: Cehalet ve sapıklık. CEHL: Bilmezlik, cehalet. CEHR: Açıktan söyleme, açık olarak okuma. CELÂDET: Kahramanlık, yiğitlik. CELÂL: Büyüklük, ululuk. Zü’l-celâl: Celâl sahibi Allah. CELÂL-İ KİBRİYÂ: Allah’ın büyüklüğü. CELB-İ MASLAHAT: İyilik, dirlik ve düzeni sağlayıcı, fayda getirici. CELB-İ MENFAAT: Menfaat celbedici, çekici, fayda sağlayıcı. CELDE: Kamçı ile vücuda vuruşlardan her bir vuruş. (Fıkhî ıstılah) . CELÎ: Aşikar, belli, parlak, açık. CEM U TEVFİK: Toplama ve uygunlaştırma, uzlaştırma. CEMAAT: Topluluk, imam arkasında namaz kılan topluluk. CEMAAT-I NÂCİYE: 1. Cehennemden kurtulacak ehl-i sünnet cemaatı. 2. Selâmete, kurtuluşa erecek cemaat. CEMÂDÂT: Cansızlar. CEMÂL: 1. Allah’ın lütf ve ihsan sıfatıyla tecellisi. 2. Yüz güzelliği. CEMÂL-İ HAK: Allah’ın güzelliği ki, müminler cennette onu temaşa edeceklerdir. CEMÂLULLAH: 1. Allah’ın cemâlı, Allah’ın güzelliği. 2. Allah’ın lütfu ihsaniyle tecellisi. CEMEL: Deve. CEM’-İ KILLET: Arapça’da türlü vezinlerde cemileri olan isimlerin, bu cemilerinden dokuzdan aşağı mahsus olanları. CEM’İ MAHLUKÂT: Bütün yaratıklar. CEMM-İ GAFÎR: Büyük cemaat, insan kalabalığı. CENÂBET: 1. Gusül abdesti almayı gerektiren durum. 2. Gusül gerektiği halde henüz gusül yapmamış kimse. CENAH: 1. Yan taraf, cihet. 2. Kol, pazu. 3. Kanat, kuş kanadı. CENNATU’N-NAÎM: Naîm Cennetleri, nimetlerle dolu olan cennetler. CERAD: "Cerâde"nin çoğulu. 1. Çekirgeler. 2. Yağmacılar. CERH: Yaralama, yaralatma, çürütme. CERİME: "Cürm"ün çoğulu. Suçlar, günahlar. CESTE CESTE: Bölüm bölüm, yavaş yavaş. CEVAD-I MUTLAK: Şarta bağlı olmaksızın çok ihsanda bulunan, cömertlik eden Cenab-ı Allah. CEVAHİR: Cevherler, çok değerli olan şeyler. CEVÂMİU’L-KELİM: Kelimeler topluluğu. CEVÂRİH: "Cerh"den yaralayanlar, yırtıcı hayvanlar, yırtıcı kuşlar. CEVAZ: İzin, müsaade, caiz olma. CEVELAN: Dolaşma, gezme. CEVF: 1. Boşluk, oyuk, çukur. 2. Orta yarı. CEVHER: 1. Varlığı için başkasına muhtaç olmayan. 2. Bir şeyin özü. CEVR Ü ZULM: Ezâ ve zulüm. CEVR: Ezâ, eziyet, haksızlık, sitem. CEYB: Yakanın göğüs üzerindeki açık yeri. CEYŞ-İ USRET: Güçlük ordusu. CEYYİD: İyi, güzel, hoş. CEZÂLET: Rekaketsizlik, peltek kekeme veya pepe olmayış. CEZÎRETÜ’L-ARAB: Arap yarımadası. CEZM: 1. Kesin karar, niyet. 2. Kesme, katı. CİBAYET: Câbîlik, vergi, gelir toplama. CİBİLLİYET: Huy, yaratılış. CİBRİL: Dört büyük melekten biri, vahiy meleği olan Cebrail. CİBT VE TAGUT: Haç ve put. Allah’tan başka canlı cansız mabut edinilmiş şeyler. CÎD: Boyun. CİDD: 1. Bir işi gerçekten çalışıp işleme. 2. Ciddilik. CÎFE: Lâşe, leş. CİHAD: 1. İslâm için düşmanla yapılan maddî, manevî savaş. 2. Nefisle yapılan her türlü mücadele. CİHAD-I EKBER: 1. Büyük savaş. 2. Benlikle savaş. CİHANŞÜMÛL: Cihânı içine alan. CİHAZ: 1. Çeyiz ve avadanlık. 2. Cenazenin kaldırılması için gerekli olan eşya. CİHET: Yön, taraf. CİM SECÂVENDİ: Kur’ân-ı Kerim’deki durma yerlerinden biri. Bu secâvendde durmak veya geçmek caizdir. CİMA: İnsanların cinsî münasebetleri. CİNÂS: Münasebet, benzeyiş. Birçok mânâlara yorulabilen söz. İmalı, telmihli söz. Telaffuzu aynı anlamı ayrı olan kelimelerin bir söz içinde kullanılması. CİNNET: Delilik, çılgınlık. CİNS-İ KARÎB: Yakın cins. CİRM: 1. Cisim. 2. Büyüklük, hacim cirmi ne kadardır? . CİSR: Köprü. CİSR-İ CEHENNEM: Cehennem köprüsü. CİZYE: Müslüman olmayan teb’a-dan alınan vergi. CÛD: Cömertlik. Karşılık beklemeden yapılan cömertlik. CÛDİ: Şırnak şehrinin 6 kilometre güney doğusunda bulunan büyük bir dağ. CUHÛD: Çıfıt, yahudi. CUMHÛR: Halk, kalabalık, ahâlî, çoğunluk. CUMHÛR-İ MÜFESSİRÎN: Müfessirler topluluğu, müfessirlerin çoğunluğu. CUMHÛR-İ UKALÂ: Akıllılar topluluğu. Akıl sahiplerinin hepsi. CÜDERÎ: Çiçek hastalığı. CÜMLE-İ İSMİYYE: İsim cümlesi. CÜMLE-İ MU’TARIZA: Parantez içinde bulunan cümle, açıklayıcı mahiyetteki cümle. Ara cümlecik. CÜMLE-İ VECÎZE: Kısa ve öz söz. CÜNAH: Günah. CÜND: Asker, asker topluluğu. CÜNÛD: Askerler. CÜNÜB: Gusül abdesti gerekmiş kimse. CÜZ-İ MAKSÛM: Bölünmüş parça. CÜZ’İ: Az miktar, bir parça. Ç Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler Ç Osmanlı alfabesinin yedinci harfi olup, ebced hesabında “cim” harfi gibi üç sayısının karşılıdır. ÇABA Cehd. Gayret, herhangi bir işi yapmak için harcanan güç. ÇABÜK f. Çabuk, seri, aceleli, hızlı, tez, hafif. ÇABÜK-HIRÂMÂN f. Sür’atli yürüyen. Çabuk yürüyen. ÇABÜK-REV f. Çabukça giden. ÇAÇARON İtl. Çok konuşan, çenesi düşük, geveze. ÇAÇELE f. Postal, ayakkabı, çarık, pabuç. ÇADER-İ KUHLÎ Sema, gök. * Karanlık gece. ÇAĞ Zaman, vakit, esnâ, hengâm, mevsim. * Yaş. * Boy, kamet, tenâsüb, lüzumu derece semizlik.* Devir, tarih çağları. (İlkçağ, Ortaçağ, Yeniçağ, Yakınçağ.) ÇAĞATAY Cengiz Han’ın oğlu Çağatay Han’ın ismine nisbetle Mâvera-ün Nehr taraflarında oturan Doğu Türklerine ve edebî lisan olarak kullandıkları Doğu Türkçesine verilen isimdir. ÇAĞDAŞ (Bak: Asrî) ÇAĞDIŞI Askerliğe alınma çağı dışında. * Çağın fikirlerine felsefesine uymayan. Bu mânada bazı kimselerin kelimeyi hakaret olarak kullanmaları dar görüşlülüğün ve cehaletin neticesidir. Çünkü çağın insanlık için zararlı öyle fikirleri ve felsefeleri vardır ki, gelecek devirler bunu anladıkları zaman şimdi bunu benimseyenlerin zavallılıkları da anlaşılmış olacaktır. Körükörüne çağın her düşüncesini benimsemek, müslümana yakışmaz. (Bak: Asrî) ÇAĞLA (Çağala) Badem, erik, kayısı gibi yemişlerin yenebilen ham meyvesi. ÇAĞLAR Kayalara veya setlere çarparak, yerden köpürerek düşen su. Şelâle, çağlayan. ÇAĞRIŞIM Psk: Bir idrakla kazanılan bir fikrin başka bir idrak (algı) ile kazanılan fikir arasında bağıntı kurulması, birinin diğerini hatıra getirmesidir. Bu bağıntı zaman ve mekânda yakınlık, benzerlik ve zıdlık sebebiyle kurulur. Sevap deyince günahın; abdest deyince namazın; Cennet deyince Cehennem’in de aklı gelmesi gibi… ÇAĞZ f. Kurbağa. * Korku, havf. * Kapandığı halde hâlâ içinde cerahat bulunan yara. * Ah ü fizar. İnilti. ÇÂH (Çeh) f. Kuyu. Çukur. ÇÂH-I BÜN Kuyu dibi. ÇÂH-I YUSUF Hz. Yusufun (A.S.) kardeşleri tarafından atılmış olduğu kuyu. ÇÂH-I ZEMZEM Zemzem kuyusu. ÇAK f. İyi, güzel, sıhhatli, şişman. ÇAK f. Yarık, çatlak, yırtmaç. * Kılıç, bıçak gibi şeylerin sesleri. * Sabah vakti beyazlığı. * Küçük pencere. * Hazır. Amâde. ÇAKACAK f. Silahlı çatışmadan çıkan ses. ÇAKALOZ Çakıltaşı atan bir nevi küçük top. ÇAKÇAK Parça parça, yırtık pırtık. * Kılıç ve emsâli şeylerin sesleri. ÇÂKER f. Kul, köle. ÇÂKERÂNE f. Kölecesine, köle gibi. ÇÂKERÎ f. Abd’e, köleye ait. * Kölelik. Kulluk, abdlik, esirlik, cariyelik. ÇAKMAKLI Ağızdan dolan ve tetik yerinde bir cins çakmakla ateş alan eski tüfek çeşitlerinden biri. ÇAKŞIR İnce kumaştan yapılan uzun bir çeşit şalvar. * Kuşların ayağındaki tüy. ÇAKUÇ f. Çekiç. ÇAL İsimlere önden eklenip, onun daima hareket edip oynamakta olduğuna işaret ve delâlet eder. Meselâ: Çal-at : Durduğu yerde de hareket eden at. * Bir şeyi şiddetle kapmaya delâlet eder. Meselâ: Çal-yaka: Yakasından kapmak, şiddetle yakalamak. ÇALA İsimlerden önce kullanılarak, devam ve şiddetli ve pervasız kullanılmasını bildirir. Meselâ: Çalakalem: Çabuk ve gelişigüzel ve ilmi olmayan yazı yazmak. ÇALAB t. İlâh. Mâbud. Cenâb-ı Hak, Rab. ÇALAK f. Yerinde durmayan, çabuk, oynak. Dâima çalışan. Her bir hareketi çabuk olan. * Akıl ve ferâseti açık. ÇALAKÎ f. Çeviklik, süratlilik, tezlik. ÇAL-AT Hareketli, yerinde duramayıp şahlanan at. ÇALBUS f. Dalkavuk, yaltakçı. ÇALÇENE t. Durmayıp konuşan, geveze. ÇALGI Müzik âleti. Müzik, çalgı. (İslâm âlimleri insanda maddi, hayvâni hisler ve hevesler uyandıran müziğin haram olduğunu bildirmişlerdir.) ÇALIM Tavır, eda. * Kılıcın keskin tarafı, ağzı. ÇÂLİK f. Çelik çomak oyunu. ÇÂLİŞ f. Savaşta düşmana karşı gurur ve naz ile yürüme. * Mukabil, karşı durma. * Savaş, muharebe, harp, ceng, mücadele. * Birleşme. ÇAM f. Eğrilme, bükülme. * Salınma. ÇÂME f. şiir ve gazel. Manzume. ÇÂME-GÛY f. Şair. ÇAMULARİ Himalaya dağlarına bağlı bir dağ silsilesi. ÇANE f. Çene. ÇAP f. Basma, baskı, tab. ÇAPAR Postacı. ÇAPKUN Seri ve yorulmaz neviden iyi bir at cinsi. ÇAPLUS f. Dalkavuk, yaltakçı. ÇAPÛL f. Yağma, saldırı. ÇAPÛLCU Düşman toprağına atla hücum edip yağma eden. Akıncı, yağmacı. ÇAR (Slavca) Eski Rus İmaparatorlarının ünvanları. * Bulgar kralı. ÇÂR f. Dört. Cihâr. ÇÂR-BÂLİŞ(T) f. Evvelce padişahların ve makamca büyük olanların üzerlerine oturdukları dört katlı şilte. * Dört unsur. ÇÂR-CİHET Dört cihet. Cihat-ı erbaa. ÇÂR-ÇEŞM Dört göz. ÇÂR-ÇİZ Dört şey. ÇAR-DEH f. Ondört. ÇÂRE f. Neticeye varmak üzere maniaları kaldırmak için tutulması icabeden çıkar yol. Kurtuluş yolu. Tedbir, yardım, yol. * Hile. * Bir def’a. * Ayrılık. ÇARE-İ HALÂS Kurtuluş çaresi. ÇÂRE-CU f. Çâre arıyan. ÇÂRE-SÂZ f. Çâre bulan. ÇAR-EBRU Dört kaş. * Bıyığı yeni gelmiş delikanlı. ÇAR-ERKÂN-I CUVANÎ Padişahın özel hizmetlerinde bulunan ve Enderun’un azamlarından olan dört kişi hakkında kullanılan bir tabirdir. ÇAR-GÂH f. Dört taraf ki, bunlar; şark, garb, şimal, cenub’dur. * Dünya, küre-i arz, cihan. * Türk musikisinde bir makam adıdır. ÇAR-GUŞE f. Dört köşe. Dört taraf. Dört yön. ÇARH Çark, tekerlek. * Felek, gök, sema. * Ok yayı. * Elbisede yaka. * Tef.* Devreden, dönen. * Çakır doğan. * Talih. ÇARH-I AHDAR Gök kubbe. ÇARHA f. Ordunun ilerisinde bulunan askerlerin yaptıkları tâlim. * Çıkrık gibi dönen yuvarlakça bir cins dolap. ÇARIYAR (Bak: Çaryâr) ÇARİÇE (Slavca) Rus İmparatoriçesinin nâmı. ÇARK f. (Çarh-Çerh) Dönen pervaneli tekerlek. * Vapur, değirmen ve dolap çarkı. * Bir makinenin dönen tekerleği, çok zaman bu tekerlek makineyi çalıştırır. Her çeşit tekerlekli makine. * Dönerek işleyen âlet. * Koz: Birbiri içinde dönen feleklerden mürekkeb kâinat, felek, eflâk. * Baht. Talih. şans. ÇARK-I FELEK Bir makine veya dolaba benzetilen gökyüzü. * Mc: Tâlih, baht. * Yakıldığı zaman dönerek ateşler püskürten bir çeşit donanma fişeği. * Bir nevi sarmaşıklı nebat çiçeği. ÇARMIH f. (Çar: Dört; Mıh: Çivi) Salib. Suçluyu haça germek için kurulmuş, haç şeklinde darağacı. * Geminin direkleri başından aşağıya inen kalın ipler. ÇAR NAÇAR f. İster istemez, mecburiyetle. ÇARPA f. Eşek, deve, koyun v.s. gibi dört ayaklı hayvanlar. ÇARSU f. Dört taraf. Dört tarafı olan şey. * Çarşı, pazar. ÇARŞAF Yatağın üstüne serilen veya yorgana kaplanan bez örtü. * Kadınların kullandığı baştan örtülen, pelerinli eteklikli sokak elbisesi. Kadınların örtünmesi farzdır. Bu maksatla çarşaf ucuz, pratik, hafif olması ve zengin fakir herkesin kolayca sağlıyabilmesi bakımından yaygın olarak kulanılagelmiştir. Çeşitli renklerde olabilir. Çarşaf kadar ucuz ve pratik İslâma uygun başka bir giyecek yapılmadığı için, çarşaf giyenleri kınamak çok haksızlıktır. Çarşaf zengin ve fakir ayrımını kaldırır. İç giyimi örttüğü için ailelerin birbirine özenerek israfa düşmelerini, gösterişi, çekememezlikleri ve bundan doğan huzursuzlukları önler. Ferâce, car, cilbab denen örtüler de, bu tarz örtü çeşitlerindendir. (Bak: Tesettür) ÇAR-ŞEB f. Cilbab, ferace, çarşaf. ÇAR-ŞENBİH f. Haftanın dördüncü günü. Çarşamba günü. ÇAR-TAK f. Çardak. * Dört köşe çadır. ÇARTA(RE) f. Dünya, âlem, küre-i arz. * Dört unsur. * Dört teli olan kemençe. ÇÂRUB f. Süpürge. ÇÂRUB-ZEN f. Süpürücü. ÇARUĞ f. Çarık. ÇAR U YEK Dörtte bir. ÇARÜM f. Dördüncü. ÇAR-YAR Dört dost. (Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (R.A.) lerin nâmları.) Dört Halife, Hulefâ-i Erbaa veya Ashab-ı Güzin diye de ihtiramla anılırlar. ÇAR-YARÎ f. Çar-yâra ait. Sünnîlik. ÇAR-YEK f. Çeyrek, dörtte bir. * Saatin dörtte biri, onbeş dakika. * Mecidiye denilen gümüş sikkenin dörtte biri ki, beş kuruşluk bir gümüş sikkedir. ÇAR-ZEBAN f. Geveze, çenesi düşük, lüzumsuz olarak konuşan. ÇAŞ f. Tahıl yığını, hububat. ÇAŞİT Casus. ÇAŞNİ Çeşni, lezzet, tad. Yemeğin tadına bakmak için ağza alınan miktar, tadımlık. ÇAŞT f. Kuşluk yemeği. * Kuşluk vakti. ÇAVELE f. Güzel renkli bir cins gül. * Eğri büğrü, yamuk. ÇAVUŞ Vaktiyle divanlarda hükümdarların hizmetinde bulunan yaver veya muhzır gibi subaylara denilirdi. Tanzimattan evvelki Osmanlı saray teşkilatında çavuşlar, padişahın yaverleri ve çavuşbaşı mabeyn müşiri idi. * Onbaşıdan üstte ve assubaydan alttaki derecede olan asker. * İşçilerin başları, şefleri. ÇE f. Küçültme edatı olap bu mânâ ile Farsça isimlere eklenir. BAĞ-ÇE Küçük bağ, bahçe. ÇE (Bak: Çi) ÇEÇ f. Hububat elenen kalbur. * Harman savurmakta kullanılan yaba. ÇEÇEK f. Gül. Çiçek. * Gönül. * Çiçek hastalığı. * Vücutda çıkan ben. ÇEH f. Kılıç, bıçak ve hançer gibi âletlerin kını, kılıfı. ÇEH f. Kuyu, çukur. ÇEHAN f. Damlıyan, damlayıcı. ÇEHÂR f. Dört, erbaa. ÇEHÂR-DEH f. Ondört. ÇEHÂR-GÂNE f. Dört unsur. ÇEHÂR-PÂ f. Dört ayaklı hayvan. ÇEHARÜM f. Dördüncü. ÇEHRE f. Vech, yüz, surat. * Mc: Surat asmak, dargınlık. * Görünüş, şekil, zahir. ÇEHRE-NÜMUD f.Yüzünü gösteren, yüz gösterici. ÇEHRE-PERDAZ f. Ressam. ÇEK Çekoslovakya, Bohemya ahalisinden olan ve Çek’ce konuşan kavim ki, Osmanlı metinlerinde “çeh” diye geçer. ÇEKAN f. Damlamış, damlıyan. ÇEKİ Odun gibi ağır cisimleri tartmada kullanılan 250 kiloluk ağırlık ölçüsü. ÇEKİDE f. Gürz ve topuz gibi eski zamanlarda kullanılan savaş âletleri. * Damlamış. ÇEKİMSER t. Taraf tutmayan. ÇEKRE f. Küçük su damlası. Su serpintisi. ÇELEBİ Efendi, kibar kimse. * Mevlâna postnişinine verilen ünvan. * Çelebi, Sultan Mehmed devrine kadar padişah oğullarına verilen ünvan idi. * Mevlânâ soyundan gelenlerle, mevlevilerin büyüklerine verilen ünvan. ÇELE-ÇEPE f. Sağa sola. ÇELENK f. Eskiden kadınların süs için başlarına taktıkları mücevher veya madenlerden yapılmış sorguç. Halka şeklinde çiçek veya yapraklı dal demeti. (Cenazelere çelenk göndermek İslâm âdeti değildir, israftır.) ÇELİPA f. Haç, put, sanem. * Eğik ve kıvrık çizgi. ÇEM f. Naz ve eda ile salınarak yürüme. * Ziynetli, süslü, düzgün. * Cürüm, kabahat, suç. * Taam, yemek. * Mâna. * Kazanılmış, toplanılmış. ÇEMBER (Bak: Çenber) ÇEMEN Yeşil ve kısa otlarla kaplı yer, çimen. Ağaç ve çiçekleri olan yeşillik, çayır. * Pastırmaya konulan bir çeşit ot. ÇEMENİSTAN f. Bahçe, çimenlik. ÇEMENZAR f. Yeşillik, çayır. ÇENBER f. Daire, def ve kalbur gibi şeylerin tahtadan olan dairesi. * Fıçı ve tekerlek gibi şeylere takviye edip, dağılmalarını önlemek için etrafını çevirecek tarzda geçirilen demir veya tahta halka. * Başa ve boyna bağlanan yemeni. * Esirlik, bağlılık, kölelik. * Geo: Bir düzlemde bulunan sabit noktadan aynı uzaklıktaki noktaların meydana getirdiği geometrik şekil. ÇEND f. Kaç tâne? Ne kadar? * Birkaç. Üç-beş gibi adet. * Herhangi bir şeyin yüzde biri. ÇENDAN f. Gerçi, her ne kadar. O kadar. Pek o kadar. ÇENDÎ f. Bir müddet, biraz. ÇENDİN f. Kaç, kadar, ne kadar, bu kadar. ÇENEB f. Sünnet. ÇENG f. Pençe. * El. * Çalgı âletlerinden bir saz çeşidi. * Eğri büğrü. ÇENGAR f. Yengeç. * Bakır pasından yapılan yeşil boya. ÇENGEL f. Pençe. * Bir şey asmağa yarayan alet. * Orman, ağaçlık yer. ÇENGİ Zil ve kaşık vurarak oynayan dansöz ve rakkase ki, ekseriyetle çingene kızlarındandır. ÇEP f. Sol, yanlış, falso. ÇEPEL Kirli, bulaşık, karışık, çamurlu. ÇEP-ENDAZ f. Hileci,hilekâr, hile yapan kişi. ÇEPER Cidar, duvar. ÇEP ŞÜDEN f. Solak olmak. * Mc: Doğruluktan yüz çevirmek. ÇEP Ü RAST Sağ ve sol. ÇERA f. Niçin, niye böyle? * Mer’a. Otlak. ÇERAG f. Işık. kandil. Lâmba. Mum. * Kutlu, mutlu. * Otlak. Mer’a. * Otlama. * Tekaüd. * Talebe. ÇERAGAN f. Etrafı aydınlatma, şenlik. Kandil donanması, çırağan. ÇERAG-ÇEŞM f. Evlat, çocuk, veled, insan yavrusu. ÇERAKİSE (Çerkes. C.) Çerkesler. Kafkasyada yerli bir kabilenin adı. ÇERAM f. Otlak. ÇERA-ZAR f. Otlak, çayır. ÇERB f. Besili, semiz, yağlı. * Muvafık, münasib, uygun. * Temayüz, imtiyaz. Diğerlerinden fazla ve üstün olma. ÇERB-AHUR f. İçinde yemi bol olan ahır. * Bolluk içinde yaşıyan kimse. ÇERB-DEST f. Eli işe yatkın. Sür’atli, eli çabuk. ÇERBÎ f. Tatlılık, yumuşaklık. ÇERB-PEHLU f. Besili, semiz, gövdeli, yağlı. ÇERES f. Zindan, hapishane. * Zulüm, işkence. * Mer’a, otlak. * Üzüm teknesi. ÇERH f. Çark. Dolap. * Felek. Talih. * Dingil üzerine dönen. * Gök. * Def. * Zenberek. * Mancınık. * Elbise yakası. * Ok yayı. * Çakır gözlü doğan kuşu. ÇERHİDEN f. Kendi etrafında dönmek. ÇERKES Kafkas kavimlerinden biri. * Bu kavme mensub olan kimse. ÇERM f. Hayvan ve insan derisi. Post. ÇESPAN Lâyık, uygun, münasib, muvafık, yakışır. ÇESPİDE f. Lâyık, uygun münasib, muvafık, yakışır. ÇEŞ f. “Deneyen, sınayan, tadına bakan” mânâsına gelerek kelimelere eklenir. ÇEŞAN f. Topuz, gürz. ÇEŞENDE f. Tadıcı, tadan, tadına bakan. ÇEŞİDE f. Tadmış. Tadılmış olan. ÇEŞİDEN f. Lezzetine bakmak. Tadmak. ÇEŞM f. Göz. Ayn. Dide. ÇEŞM-İ ÂHU Ceylân gözü. ÇEŞM-İ BED Kem göz. ÇEŞM-İ DİL Basiret. Kalb gözü. ÇEŞM-İ GAZUB Kızgın bakış. ÇEŞM-İ GİRYÂN Ağlayan göz. ÇEŞM-İ HOŞ-NİGÂH Güzel bakışlı göz. ÇEŞM-İ İSTİKBÂL-BİNÎ Gelecek zamanı, istikbâli gören göz. Kuvve-i kudsiye ve ferâset ve basiretle ileriyi bilen nazar. ÇEŞM-İ MEST Sarhoş göz, mest olmuş göz. ÇEŞM-ZAHM Nazar değme. ÇEŞMAN (Çeşm. C.) Çeşmler, gözler. ÇEŞM-AŞİNA f. Göz aşinalığı olan, tanıdık. ÇEŞM-AVİZ f. Yüz örtüsü, peçe. ÇEŞM-DAR f. Bekliyen, gözliyen. ÇEŞM-DERİDE f. Sıkılmaz, utanmaz, arsız. ÇEŞN (Çeşen) f. Bayram, îd. * Düğün. * Ziyafet, şölen. ÇETE Bölük, birlik, takım. Bir reisin idaresi altında bulunan birlik. * Asker bölüğü, müfreze. * Çapulcu ve akıncı takımı. ÇETİN Sert. * İnatçı, dik başlı. * Zor, güç. ÇETR f. Gece. * Gölgelik, çadır, şemsiye. ÇETR-İ ANBERİN Karanlık gece. ÇETR-İ NUR Güneş, şems. ÇETU f. Perde, örtü. ÇETUK f. Serçe kuşu. ÇEVGAN f. Cirit oyunlarında atlıların birbirlerine attıkları değnek. * Baston, ucu eğri değnek. ÇEVİK t. Tez hareketli. Oynak. Çabuk hareket edebilen. ÇEVİK ÇALAK Tez, hareketli, çalışan. Yerinde durmayıp hareket eden. ÇEYREK f. Dörtte bir (Bak: Çâr-yek) ÇIFITLIK Yahudilik, Yahudi cinsiyet ve mezhebi. * Münâfıklık. ÇIĞIR t. Yeni açılan patika yolu. * Ayak izi ile karlı yerde açılan yol. * Başkalarının da uyabileceği yeni bir tarz ve yol. * Çığın açtığı iz, yol.(… Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrib hesabına geçer…L.) ÇIMACI Vapurda ve iskelede çımayı atıp tutmak vazifesiyle görevli tayfa. Çİ (Çe) f. Ne? Nasıl? (Soru edatı) * Taaccüb ve hayret yerinde de kullanılır. ÇİDE f. Devşirilmiş, toplanmış. Çİ-GUNE f. Nasıl, ne çeşit, ne türlü. ÇİHAR f. Dört. (Bak: Çâr) ÇİHİL f. Kırk (sayı). * Mc: Çok, ziyade, fazla. ÇİL (Çihil-Çehl) f. Kırk. * Mc: Çok. ÇİLE f. Eziyet. Sıkıntı. * İplik. * Yay kirişi. * Tas: Dervişlerin kapalı bir yere çekilerek ibadetle geçirdikleri kırk gün. ÇİLEHÂNE-İ UZLET Çile çekilen yer. Yalnız başına ve çile içinde ibadet yapılan yer. ÇİLEKEŞ Çile çekmiş. Çile dolduran, dert çeken. ÇİLLE Farsça (40) rakamını gösteren (Çihille) kelimesinin telaffuzunda aldığı şekildir. Daha çok (Çile) şeklinde söylenir. (Bak: Çile) ÇİM f. Rutubetten hasıl olan yosun.* Kesilmiş çimenli yerler. ÇİN f. Büklüm. * Çatıklık. Buruşukluk. Kıvrım. ÇİN-İ CEBİN Alın buruşuğu. Alın kırışığı. ÇİN-İ EBRU Kaş çatıklığı. ÇİN f. “Derleyen, toplayan” mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. HUŞE-ÇİN Başak toplayan. ÇİNE f. Kuş yemi. ÇİNENDE f. Devşiren, toplayan, toplayıcı. ÇİN-İ MAÇİN Çin ve Çin’in güney kısmı. ÇİPİL Gözleri ağrılı ve kirpikleri dökülmüş kimse. * Çepel. ÇİRAG f. Fitil, kandil, mum, lâmba. * Çırak. * Talebe, öğrenci, şakird. * Tekaüd, emekli, emekliye ayrılmış olan kişi. ÇİRE f. Mâhir, maharetli, becerikli. * Bahadır, kahraman, yiğit, cesur. ÇİRE f. Niçin? Çerâ? ÇİRE-DEST f. Becerikli, eli işe yatkın olan. ÇİREGÎ f. Bahadırlık, kahramanlık, yiğitlik. * Ustalık. Mâhirlik. ÇİRK Kir, pas, pislik, murdarlık, necaset. * Yarada olan irin ve kan. ÇİRK-ÂB f. Pis su. ÇİRKÂF f. Çirkef. Pis su. Pis. * Terbiyesiz. Edebsiz. ÇİRKİN f. Güzel olmıyan. * Çok kirli. * Kanlı, irinli çıban veya yara. ÇİSAN f. Ne gibi? Nasıl? ÇİSTAN f. Bilmece. ÇİZ f. Şey. Nesne. ÇOLPA f. Bir ayağı sakat olan. * Yürürken ilk defa sol ayağını atan. * Mc: Beceriksiz. Eli yakışıksız. ÇOPRA Balık kılçığı. * Sık çalılık veya sazlık. * Uzunca boylu olan tatlı su balığı. ÇÖMEZ Medresede talebeye ve müderrise hizmet ederek ilim öğrenen kimse. Talebe yamağı. ÇUB f. Ağaç değnek, sopa. * Çöp. ÇUBAN f. Çoban, sığırtmaç. ÇUBE f. Oklava. ÇUBEK f. Değnek, sopa. Davul tokmağı. ÇUG f. Su arkı. * Boyunduruk. ÇUHADAR Ayak hizmetinde bulunan çuha elbiseli yahut çuhadan olan perdenin haricinde emre hazır bulunan hademe. ÇUN f. (Tâlil edatı) Ne zaman ki, çünkü, şu sebepten ki, gibi, şâyet, zirâ, nasıl, niçin, çerâ.. den beri mânalarına gelir. ÇUNAN f. Öyle böyle. ÇUNİN f. Böyle. ÇUN Ü ÇİRA f. Nasıl ve niçin. ÇUVALDIZ Çuval ve ona benzer çul vs. dikmeye mahsus büyük iğne. ÇÜ f. (Teşbih ve tâlil edatı) Gibi. * Dikkat. * Ahenk. ÇÜN f. Gibi. * Zira, çünki, madem ki. * Nasıl, nice. ÇÜNAN f. Böyle. Bu şekilde. Bunun gibi. ÇÜNBEK f. Atlama, sıçrama. ÇÜNKİ f. Zira, şundan dolayı ki, şuna binaen ki, şu sebebden ki. ÇÜST f. Çevik, çabuk hareketli. Seri-ül-hareke. * Dar, sıkı. * Muntazam, mükemmel, düzgün. Yakışıklı. ÇÜSTÎ f. Atiklik, çeviklik, çabukluk. D Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler DÂB: 1. Adalet, doğruluk, 2. İhsan, vergi. DÂBBE: Yük ve binek hayvanı. DÂBBETÜ’L-ARZ: Kıyâmet alametlerinden olup topraktan çıkan varlık. DÂD-I HAKK: 1. Allah vergisi. 2. Veriş, satış. DÂFİ’: 1. Def’ eden, savan, savuşturan, iten. 2. Cenab-ı Hak. DÂĞ-DÂR: 1. Kızgın demirle nişanlanmış, dağlanmış. 2. Pek müteessir, çok üzgün. DÂİN (DÂYİN): Borç veren, alacaklı. DAKİK: 1. İnce, ufak, nâzik. 2. Toz haline getirilmiş şey, un. 3. Dikkatli ölçülü davranan titiz kimse. DALÂLÂT-I BEŞERİYYE: İnsanlığın sapıklığı, beşerî sapıklık. DALÂLET: Hak yoldan sapma, sapıklık, azgınlık. DALÂL-İ MUBÎN: Apaçık sapıklık. DÂLL Bİ’L-İŞÂRE: İşaretle delâlet etme. Sözün işaretle mânâya delâlet etmesi. DÂLL U MUDILLE : Doğru yoldan çıkanlar ve çıkaranlar, sapanlar ve saptıranlar. DÂLLÎN GÜRÛHU: Sapıklar, azgınlar topluluğu. DÂLLİN: Doğru yoldan sapmış olanlar, azgınlar. DÂR: Ev, yer, yurt, dünya. DARBE-İ AZÂB: Azap darbesi, azap verici vuruş. DARB-I MESEL: Ata sözü. DÂREYN: İki dünya: Dünya ve ahiret. DÂR-I DÜNYA: Dünya. DÂR-I HARP: Müslümanlarla savaş halinde olan gayri müslim ülke. DÂR-I İSLÂM: İslâm ülkesi. DÂR-I KÜFÜR: Gayr-i müslimlerin ülkesi. DÂR-I SAADET: Mutluluk yeri. DÂR-I UHRA: Ahiret yurdu. DARÎRU’L-BASAR: Kör, âmâ. DÂRU’N-NEDVE: Mekke şehir meclisi. DÂRU’S-SELÂM: 1.Selamet yurdu, cennet. 2. Bağdat şehrinin ünvanı. DÂRÜ’L-HİLAFET: İstanbul. DE’B-İ KADÎM: Eski gelenek, eski usûl, eski âdet. DEBÛR: Batı rüzgarı, batı taraftan esen yel. DECCÂL: Kıyametten az önce çıkacak, insanlardan bir kısmını sapıtacak ve daha sonra Hz. İsa tarafından öldürülecek olan şahıs. DEF’: Öteye itme, savma, savulma. DEF-İ İHTİYAÇ: İhtiyacın giderilmesi, ihtiyacın karşılanması. DEF-İ MAZARRAT: Zararı giderme. DEF-İ MEFSEDET: Fesadı ortadan kaldırma. DEFTER-İ A’MÂL: Amel defteri, insanların dünyadaki hayır ve kötülüklerin kaydedildiği defter. DEHA: 1. Olağanüstü zeka ve anlayış kabiliyeti. 2. Olağanüstü zeka sahibi kimse. DEHLİZ: Hol, koridor. DEHRİ: Dünyanın sonsuzluğuna inanıp ahireti inkâr eden kimse Materyalist. DELÂLET: Yol gösterme, kılavuzluk etme. DELÂLET-İ AKLİYYE VE MANTIKIYYE: Akıl ve mantık yardımıyla, akıl ve mantığın yola göstermesiyle. DELİL: 1. Kılavuz, yol gösterme. 2. Kanıt. DELİL-İ NAKLÎ: Naklî delil, Kitabî delil. Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i şeriflere istinad eden delil. DELÎL-İ ŞUÛDÎ: Görgüye dayanan delil. DEM: 1. Kan, 2. Soluk, nefes. 3. Zaman, an. DEM’: Göz yaşı, göz yaşı dökme, ağlama. DEM-İ MESFUH: Dökülmüş kan. DENÂNET: Alçaklık, zillet. DENÎ: Alçak. DERMİYÂN: Ortada. DERPİŞ: Göz önünde, en önde. DERS-İ İNTİBAH: Uyandırma dersi. DERÛN: İç taraf, dahil, kalp. DEVR-İ CÂHİLİYYE: Cahiliyye devri, İslâm’dan önceki devir. DEVR-İ SABAVET: Çocukluk çağı. DEYN: Borç. DEYYÂN: Mükâfatlandıran veya cezalandıran, hâkim. Allah. DEYYÂR: 1. Manastır sahibi. 2. Biri, bir kimse, fert. DÎBÂCE: Başlangıç, önsöz, mukaddime. DİĞERGÂM: Başkalarını düşünen, bencil olmayan. DİL-ÂVÎZ: Gönül çeken, câzip. DİL-NİŞÎN: Hoşa giden, kalpte yerleşen. DÎN U DİYÂNET: Din dindarlık, din ve din duygusu. DÎNÂR: Bir altın liranın dörtte bir değerinde olan eski bir para. DÎN-İ HAK: Hak din İslâmiyet. DİRAYET: Zekâ, iktidar, beceriklilik. Akıl ve ilim yoluyla yapılan çözüm. DİRHEM: 1. Okkanın dörtyüzde biri olan eski ağırlık ölçüsü. 2. Gümüş para. DİVAN: Arap şiiri, Divan-ı Arab, Arab’ın şiir külliyatı. DÛN: 1. Alçak, aşağılık. 2. Aşağı. 3. Altta. DÜBB-İ ASGAR: Küçük ayı (yedili yıldız grubu). DÜBB-İ EKBER: Büyük ayı (yedili yıldız grubu). DÜLDÜL: Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Hz. Ali’ye verdiği beyaz at. DÜSTÛR: Kânun, kaide, kural, esas. E Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler EAMM: Daha geniş, pek şümullü, en umumî. EÂZIM: Büyükler, ulu kişiler. EB: Baba, ata. EBB: Kuru ot, taze ot. Mera, otlak, çayır. EBEDÂ: Ebedî olarak, ebediyyen. EBEDÎ: Devamı, sonu olmayan. Ezelînin zıddı. EBED-ŞÜMÛL: Ebedî içine alan. EBEVEYN: Ana-baba. EBRÂR: İyiler. EBSÂR: "Basar"ın çoğulu. Gözler, görme hassaları. EBTER: 1. Eksik, tamamlanmamış. 2. Dölsüz, çocuğu olmayan kimse. EBU’L-BEŞER: İnsanlığın atası. Hz. Âdem. EBU’L-HAYR: İyilik babası. ECÂNÎB: Ecnebîler, yabancılar. ECEL-İ KAZÂ: Tehlikeye uğramak suretiyle gelen ecel. ECEL-İ MÜSEMMÂ: Allah tarafından tayin edilmiş ömrün sonunda gelen ecel. ECİR: 1. Karşılık, ücret. 2. İyi bir amelin karşılığı olarak verilen manevî mükâfat. ECR U MESUBÂT: Karşılık ve mükâfat. İyi amele karşılık Allah tarafından ahirette verilen sevap. ECR U SAVÂB: Yapılan bir şeyin karşılığı olarak verilen ücret ve sevab. ECR: Yapılan bir iş karşılığında verilen ücret. ECRÂM U ECSÂM: Cansız varlıklar ve cisimler. ECRÂM-I SEMÂVİYYE: Gök cisimleri, yıldızlar. ECSÂM-I MUHTELİFE: Muhtelif cisimler. ECSÂM-I SAKÎLE: Ağır cisimler. ECSÂM-I SELÂSE NAZARİYESİ: Üç cisim nazariyesi. ECZÂ: Cüzler. 1. Eczacılıkta kullanılan maddeler. 2. Bir kitabın parçaları. Kur’ân-ı Kerim’in cüzleri. EDÂ: 1. Ödeme, verme. 2. Zamanında yerine getirme. 3. Tarz, üslûp. EDÂ-İ EMANET: Emaneti yerine getirme. EDAT: 1. Kendi kendine anlamı olmayıp isim ve fiillere katılarak anlam gösteren kelime. 2 Âlet. EDEB-İ KUTSÎ: Kutsî edeb, iyi ahlâk. EDEB-İ UBUDİYYET: Kulluk edebi. EDGÂS U AHLÂM: Karışık rüyalar. EDİLLE: Deliller. EDİLLE-İ AKLİYYE: Aklî deliller. EDİLLE-İ HAKK: Hak deliller, gerçek deliller. EDİLLE-İ KÂTIA: Kesin deliller. EDİLLE-İ ŞER’İYYE: Şer’î deliller; Kitap, sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukahadan ibaret dört delil. EDİLLE-İİ İLMİYYE: İlmî deliler. EDNÂ: Pek aşağı, en alçak. EDVÂR: Devirler, çağlar. EDYÂN-I BÂTILA: Bâtıl dinler. Hak olmayan dinler. EDYÂN-I MÜNZELE: Allah tarafından gösterilen dinler. EDYÂN-I SEMAVİYYE: Semavî dinler. Musevîlik, Hıristiyanlık ve İslâm dinleri. EF’ÂL: Fiiller, işler. EF’ÂL-i İBÂD: Kulların işleri. EF’ÂL-İ KULÛB: Kalbin işleri, kalbe doğan çeşitli duygu ve düşünceler. Arapça’da kalbî fiiller (bilmek, görmek gibi) . EFDÂL: Daha faziletli, en faziletli. EFLÂK: 1. Felekler, gökler. 2. Her gezegene ait gök tabakaları. EFRADINI CÂMİ AĞYÂRINI MANİ: Kendisine ait olanları toplayan, olmayanları dışarda bırakan. EFSANE: Masal, destan, mitoloji. EHAD: Bir, tek. Allah’ın sıfatlarından. EHÂDÎS-İ ŞERİFE: Hz. Muhammed (s.a.v.)’in söz, hareket ve ikrarlarından meydana gelen hadis-i şerifler. EHADİYYET: Birlik. Allah’ın her bir şeyde kendilerine ait sıfatı. Her şeyde birliğinin tecellisi. EHAKK: Çok haklı, daha haklı. EHASS: 1. En has, en özel. 2. En bayağı. EHASS-I MAKSAT: En özel maksat. EHL U İYÂL: Bir kimsenin geçindirmek zorunda olduğu aile efradı ve diğer kimseler. EHL: 1. Sahip, malik, 2. Maharetli, usta. 3. Bİr yerde oturan. 4. Karıkocadan herbiri. EHL-İ BEYT: Hz. Muhammed (s.a.v)’in ailesi, hane halkı, (Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin) . EHL-İ BİD’AD: Dinde olmadığı halde sonradan çıkan şeylere uyanlar. EHL-İ DİRÂYET: Zeka, bilgi, tecrübe ehli. EHL-İ EHVÂ: Heva ehli, arzu ve isteklerine tabi olanlar. EHL-İ İCTİHAD: Müctehid olan kişi, içtihad ehli. EHL-İ İMAN: İman ehli. EHL-İ İNSÂF: Merhametli, adil olanlar. EHL-İ KARYE: Köylü, köy halkı. EHL-İ KİTAP: Allah’ın gönderdiği kitaplara inananlar. Terim olarak yahudiler ve hıristiyanlar. EHL-İ KÜFR: İnkârcılar. EHL-İ SALİB: Haçlılar, hıristiyanlar. EHL-İ SUFFE: Suffe ehli ki bunlar, Medine’deki Mescid-i Nebevî’nin sofasında kalırlar ve burada Hz. Peygamber’den dni öğrenirlerdi. EHL-İ SÜNNET: Hz Muhammed (s.a.v.)’in yolunda gidenler, sün-nîler. EHL-İ ZİMMET: İslâm devletinin himaye ve tabiiyyetinde bulunan hıristiyanlar. EHLULLÂH: Allah’a itaat eden, Allah’ın sevdiği kimse, velî. EHREMEN: Zerdüştîlerin inandıkları, kötülük ve karanlık tanrısı, şeytan, dev. EHVEN-İ SIRREYN: İki gizliden en zararsızı. EHVEN-İ ŞERR: Şerrin en hafif olanı. EİMME: İmamlar. EKÂLİM: İklimler, memleketler, ülkeler. EKALLİYET: Azınlık, azlık. EKÂNİM-İ SELÂSE: Hıristiyanların baba, oğul ve Ruhu’l-Kudüs’ten oluştuğuna inandıkları Allah. Allah, İsa, Ruhu’l-Kudüs üçlüsü. EKBER: En büyük. EKL: Yemek. EKMEL: En mükemmel, eksiği olmayan, en olgun. EKREMÜ’L-EKREMÎN: Cömertlerin en cömerdi. Çok kerim, çok cömert olan Allah. ELFÂZ: Sözler. ELFÂZ-I GARÎBE: Şaşılacak, tuhaf sözler. EL-FURKAN: Kur’ân-ı Kerim. EL-HAKK: 1. Gerçeğin ta kendisi, tam doğrusu. 2. Allah. ELHÂN: Nağmeler, besteler. ELHÂN-I TAYYİBE: Güzel nağmeler, güzel sesler. EL-HÜDÂ: Hidayet, Kur’ân-ı Kerim. ELVÂH: Levhalar, tablolar. ELVÂN: Renkler, çeşitler. EL-YEVM: Bugün. EMÂN: 1. Eminlik, korkusuzluk. 2. Aman dileme. 3. Şikayet. 4. Rica. EMÂNET-İ İLÂHİYYE: İlâhî emanetler. EMİR, EMR: Buyruk. EMN: Eminlik, korkusuzluk. EMNİYYET-İ KÂMİLE: Tam güven, tam itimat. EMR-İ Bİ’L-MA’RÛF VE NEHY-İ ANİ’L-MÜNKER: Dinin iyi gördüğü şeyleri emretmek ve kötü gördüğünden sakındırmak. EMR-İ Bİ’L-MA’RUF: İyiliği emretmek. EMSİLE: Misaller, örnekler. EN’ÂM: Davar, koyun, keçi, sığır ve deve gibi hayvanlar. ENBİYA: Peygamberler, nebîler. ENE: Ben, benlik. ENE’L-HAKK: "Ben hakkım" anlamına gelen ve ilk defa Hallac-ı Mansûr tarafından söylenen söz. ENFÂL: "Nefel"in çoğulu. Harpte düşmandan alınan mallar, ganimetler. Kur’ân-ı Kerim’in 8. Sûresi. ENFÜS: "Nefs"in çoğulu. Canlar, ruhlar. ENFÜSÎ: Nefsî, nefiste meydana gelen, ferdî zihne ait bulunan, subjektif. ENSÂR: Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Medineli arkadaşlarından olan ve muhacirlere yardım eden ashabı. ENVÂ: Türler, çeşitler. ENVÂ-I VÂHİDE: Bir çeşitten olma. ERBÂB-I HALL-U AKD: Halife seçmeye yetkili olan kişiler. Medine halkının ileri gelenleri. ERBÂB-I HASENAT: İyilik sahipleri. ERCAH: Daha üstün, en üstün. ERDÂN: "Beden"in çoğulu. Cisimler, vücutlar, gövdeler. ERHÂM: 1. Kadınlardaki çocuk yatağı, rahimler. 2. Akrabalar. ERHAM: Çok merhametli, çok acıyan. ERKÂN: Rükunlar, esaslar, direkler, üniteler, bölümler. ERVÂH: Ruhlar. ERVÂH-I HABÎSE: Kötü ruhlar. ERZEL-İ ÖMÜR: İhtiyarlığın sonları, bunaklık günleri. ESAHH: Çok sahih, en doğru. ESÂTİR: Efsaneler, masallar. ESATÎR-İ EVVELÎN: Eskilerin masalları. ESBÂB: Sebepler. ESFEL-İ SÂFİLÎN: Cehennemin en alt tabakası, aşağının aşağısı. ESHÂB VE ETBA: Sahabeler ve tabiin. ESHÂB: Mümin olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)’i gören ve mümin olarak ölen müslümanlar. (Bak: ASHAB) . ESHÂB-I EYKE: Şuayb Peygamberin gönderildiği kavim. ESHÂB-I HİCR: Salih Peygamberin gönderildiği kavim. ESLÂF: "Selef"in çoğulu. Eskiler, yerlerine geçilmiş kimseler. ESLÂF-I MÜFESSİRÎN: Eski müfessirler, geçmiş müfessirler. ESLAH: En salih, en iyi, en uygun. ESMÂ: Adlar, isimler. ESMÂÜ’-HÜSNÂ: Allah’ın güzel isim ve sıfatları. EŞBÂH: Benzeyenler, nazirler. EŞCÂR: "Şecer"in çoğulu. Ağaçlar. EŞHURU’L-HAC: Hac ayları. Şevval, Zilkade ve Zilhicce’nin ilk on gününden ibaret olan cem’an 70 gün İslâm’dan önce de Araplar bu günlerde Kâbe’yi ziyaret ederlerdi. EŞHURU’L-HURUM: Haram aylar. Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep ayları. İslâm’dan önce Araplar bu aylarda savaş yapmayı haram sayarlardı. EŞRÂF: Soylulular, şerefliler. EŞRÂR: Şerliler, kötüler. EŞRÂT-I SAAT: Kıyamet alâmet-leri. ETFÂL: Çocuklar. EVÂMİR U NEVÂHÎ: Emirler ve yasaklar. EVÂMİR-İ CİHÂD: Cihad emirleri. EVÂMİR-İ İLÂHİYYE: İlâhî emirler. EVÂMİR-İ SÂBIKA: Eski emirler. EVHÂM: Vehimler ve hayaller. Kuruntular ve gerçek dışı şeyler. EVLÂ VE EFDÂL: Daha iyi ve daha faziletli. EVLÂ VE ESLÂH: En iyi ve en uygun. EVLÂ: Birinci, başta gelen. En iyi. EVLİYA: Velînin çoğulu. Allah’ın ermiş kulları. EVLİYÂ-YI UMÛR: İş başında olan kimseler. EVSÂF U ŞERÂİT: Vasıflar ve şartlar. EVSAF: Vasıflar, özellikler. EVSAT: Orta. EVVEL U ÂHİR: Önce ve sonra. EVVELEN: Evvelâ, birinci olarak. EYTÂM VE ERÂMİL: Yetimler ve dullar. EYYÂM EN MA’LÛMAT: Bilinen günler. EYYÂM: Günler. EYYÂM-I MA’DÛDÂT: Sayılı günler; Ramazan ayının bütün günleri. EYYÂM-I NAHR: Kurban Bayramı’nın ilk üç günü. EYYÂM-I TEŞRİK (Eyyâmü’t-teşrik): Kurban Bayramı’nın ilk gününden sonraki üç gün. EZELİYET: Başlangıcı olmama. Ezeliyeti Müş’ir: Başlangıcı bildiren. EZMÂN: Zamanlar, vakitler. EZMİNE: Zamanlar, çağlar. EZ-ZİKR: Kur’ân-ı Kerim’in adlarından biri. F Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler FÂCİR: 1. Fücûr sahibi, fena huylu. günahkâr. FÂDIL-FÂZIL: Faziletli, fazilet sahibi, erdemli. FADL-FAZL: İyilik, fazilet, erdem. FAHR: Övgü, şeref, böbürlenme. FAHR-İ KÂİNAT: Kâinatın övgüsü, şerefi; Hz. Peygamber (s.a.v.) . FAHŞÂ: 1. Meşru olmayan cinsel ilişki, fuhuş. 2. Zekatı az verme, tamahkârlık. 3. Akla ve ahlâka uygun olmayan söz ve iş. FÂİL: 1. İşleyen, yapan. 2. Te’sirli, etkili. FÂİL-İ MUHTAR: İstediğini yapmakta serbest olan. FAKR: Fakirlik, yoksulluk, züğürtlük. FÂRİĞ: 1. Vazgeçmiş, çekilmiş. 2. Rahat, âsûde. 3. Boş, işini bitirmiş, işsiz. FARÎZA: 1. Allah’ın emri, farz, vacip, gerek, vazife. 2. Mirasçılardan her birine şer’an düşen hisse, pay. FART-I İZDİHAM: Fazla kalabalık. FÂRUK: Haklıyı haksızı ayırmakta pek mahir olan. Hz. Ömer’in sıfatlarından biri. FARZ: 1. İslâmiyette mazeret olmadıkça yapılması mecburi olan, terkedilmesi günah sayılan Tanrı buyruğu. 2. Zarurî, lüzumlu. FARZ-I AYN: Kişinin bizzat yapması gereken farz. Herkese farz olan. FARZ-I KİFÂYE: Bir kısım müslümanların yerine getirmesiyle diğerlerinden sakıt olan farz. Cenaze namazı gibi. FASÂHAT: Güzel ve açık konuşma, uzdillilik, iyi söz söyleme kabiliyeti. FÂSIK: Allah’ın emirlerini tanımayan, günah işleyen. FÂSILA: 1. Aralık, ara, bölme. 2. Ayıran, bölen, Kur’ân-ı Kerim âyetlerinin sonları. FÂSİD-FÂSİDE: 1. Kötü, fena, yanlış, bozuk. 2. Münafık, fesad çıkaran. FASL: 1. Ayrıntı, ayırma, kesinti, bölüm. 2. Halletme, neticelendirme, kesip atma. FÂTIR: Yaratan, yaratıcı. FAZÂİL: İnsanda iyilik etmeye ve fenalıktan çekinmeye karşı devamlı ve değişmez istidatlar, güzel huylar. FAZİLET: İnsanda iyilik etmeye ve fenalıktan çekinmeye olan devamlı ve değişmez istidat, güzel vasıf, iyi huy, erdem. FAZL U İHSÂN: Cömertlik ve bağışta bulunmak. FAZL U KEREM: Bilginlere, faziletli kişilere yaraşır olgunluk ve cömertlik. FAZL U RAHMET: Faziletli kişinin lütfu, merhameti ve acıması. FAZL: 1. Fazla, ziyade, artık, bâki. 2. Fazlalık, üstünlük. FAZL-I AZÎM: Büyük değer, temelde var olan büyük meziyet. FEBİHÂ: Ne alâ, ne güzel. FECR: Fecir; sabaha karşı güneş doğmadan önce, ufkun aydınlığı, tan yerinin ağarması. FECR-İ SADIK: (Hakiki fecir) şafak sökme. FEDA: 1. Gözden çıkarma, uğruna verme. 2. Kurban. FEHVÂ: Mânâ, anlam, mefhum, kavram, hüküm. FELÂH: Kurtuluş, selâmet, onma, mutluluk, kutluluk. FELÂK: 1. Tan zamanı. 2. Sabah aydınlığı. FELÂSİFE: Filozoflar, felsefe ile uğraşanlar, âlimler, bilginler. FELEK: 1. Gökyüzü, sema. 2. Âlem, dünya. 3. Talih, kader. FELEKİYYÂT: Gök ve heyet ilmine ait şeyler, astronomik. FENA: 1. Yok olma, yokluk. "Beka"nın zıddı. (Tasavvufta maddî varlıktan sıyrılıp hakka ulaşma). 2. İyi olmayan, kötü. FERÂŞE: Pervane (gece kelebeği). FERC: 1. Aralık, yarık, çatlak. 2. Dişilerde üreme organı, avret. FERİK: 1. İnsan topluluğu, cemaat. 2. Askerî kolordu kumandanı. 3. Körpe, buğday tanesinin yarı olgunu, firik. FERMAN: Emir, buyruk, padişah tarafından verilen yazılı emir. FERMAN-I İLÂHÎ: Allah buyruğu. FERŞ: 1. Döşeme, yayma. 2. Yayılan şey. 3. Seccade, hasır, 4. Yeryüzü, kır, sahra. FESAD: Fenalık, kötülük, arabozuculuk. Kargaşalık, karışıklık. FESH: Bozma, bozulma, dağıtma, dağılma, yürürlükten kalkma. FETÂNET: Fatinlik, zihin açıklığı, zihnin yaratılıştan bir şeyi çabuk ve iyi anlamak hususundaki istidadı, zeyreklik. FETH: 1. Açma, açılma. 2. Bir yeri savaşla ele geçirme. FETH-İ MÜBİN: Açık ve parlak zafer. FETİŞ: Sahibine uğur getirdiğine ve tabiatüstü özellikler taşıdığına inanılan nesne veya hayvan. FETRET: 1. İki peygamber veya padişah arasında peygambersiz veya padişahsız geçen zaman. 2. İki vakıa arasındaki zaman. FETTAH: 1. Zafer kazanmış, üstün gelmiş. 2. Fetheden, açan. 3. Kullarının kapalı işlerini açan, Cenab-ı Hakk. FETTAN: 1. Fitne ve fesada teşvik eden, ayartan. 2. Cazibeli, gönül alıcı, oynak kadın. FEVÂHİŞ: 1. Kötülükler. 2. Fahişeler, kahpeler. FEVÂİD: Faydalar, menfaatler, kârlar, kazançlar. FEVC: Bölük, takım, cemaat. FEVERAN: 1. Kaynama, galeyân etme. 2. Damar, vurma, su fışkırtma. FEVK: Üst, üst taraf, yukarı (maddî-manevî) . FEVKALÂDE: Âdetin üstünde, duyulmadık, görülmedik, olağanüstü. FEVKA’L-BEŞER: İnsanüstü. FEVKA’T-TABİA: Tabiatüstü. FEVREN: Çarçabuk, birden bire. FEVT: 1. Bir daha ele geçmemek üzere kaybetmek, elden çıkarma, kaçırma, 2. Ölüm. FEVZ: Galiplik, zafer, üstünlük, selamet, kurtuluş. FEVZ-İ AZÎM: Büyük kurtuluş, büyük selamet, büyük başarı. FEY’: Savaşta elde edilen mal ve ganimet. FEY’ÜZ GANÂİM: Savaşta elde edilen mallar ve ganimetler. FEYYAZ: Feyiz, bereket ve bolluk veren. Allah. FEYZ: 1. Suyun taşıp akması. 2. Bolluk, fazlalık, gürlük. 3. İlim, irfan. FEZÂ’: Korkma, dayanamama, ümitsizlik. FEZÂ: Uzay; ucu bucağı bulunmayan boşluk, kâinatın sonsuz genişliği. FEZÂİL: Faziletler, meziyetler, üstün özellikler. FEZÂİL-İ MÜTENEVVİA: Türlü hüner, marifet ve meziyetler. FEZLEKE: Hülâsa, netice, özet. FIKH-I HANEFİ: Hanefî fıkhı. FIKH-I İSLÂM: İslâm fıkhı. FIKIH-FIKH: 1. Bir şeyi anlayıp bilme, 2. Şeriat ilmi, şeriatın usül ve hükümleri, amelî ve şer’î meseleler bilgisi. Hukuk bilgisi. FIRAK: 1. Tümenler, alaylar, bölükler. 2. Partiler. 3. Takımlar, kalabalıklar, ehl-i sünnet ve cemaatten ayrılan mezhepler. FIRAK-I İSLÂMİYYE: İslâm fırkaları, mezhepleri. FIRKA: 1. İnsan kalabalığı grubu. 2. Tümen. FIRKA-İ NÂCİYYE: Selâmet yolunu bulmuş, müslüman grubu. FISK U FÜCÛR: Sefahet ve günaha batma. FISK: 1. Hak yolundan çıkmak, Allah’a karşı isyan etmek. 2. Sefahete dalma, ahlâksızlık, gü-nahkârlık. FITRA: Fitre: Ramazan’da bölünmeden verilmesi şer’ân vacip olan fıtr, sadaka. FITRAT: Yaratılış, huy, tabiat, mizaç. FITRAT-I MUHAMMEDİYE: Hz. Muhammed (s.a.v.)’in huyu, yaratılışı. FÎ EMRİLLÂH: Allah’ın emrinde. FÎ SEBİLİLLAH: Allah yolunda, karşılık beklemeksizin. FÎ: 1. İçinde – de. 2. Tarih bildirir. FİDÂ: Bir esiri kurtarmak için verilen şey, fidye. FİDYE: Can kurtarma karşılığı verilen akçe vesaire. FİİL-Fİ’L: 1. İş, kâr, amel, zamanla ilgili olup mânâya yol açan kelime. 2. Eylem. FİKR: 1. Fikir, düşünce. 2. İdrak, 3. Zihin, akıl. 4. Hatır. Fİ’L-İ HAKİKİ: Gerçek eylem, hakiki fiil. Fİ’L-İ İHTİYÂRİ: Yapılıp yapılmaması insanın kendi seçimine bağlı olan fiil. Fİ’L-İ KAVLÎ: Kavli fiil, sözle yapılan eylem. FİRÂK: 1. Ayrılık, ayrılma. 2. Hüzün, keder, sıkıntı. FİRÂSET: 1. Anlayışlı, çabuk seziş, 2. Binicilik, at yetiştirme bilgisi. 3. Yiğitlik, mertlik. FİRÂŞ: Döşek, yatak, şilte, hasır, halı. FİR’AVN: Firavun, eski Mısır hükümdarlarına verilen ünvan. 2. Tanrılık iddiasında bulunduğu için Hz. Musa’nın mücadele ettiği Mısır hükümdarı. 3. Çok kibirli, gururlu ve inat adam, Firavn. FUAD: Kalp, yürek, gönül. FUHŞ: 1. Haddini aşma. 2. Kötülük, namusa aykırı hareket. FUHŞ-U KELÂM: Edep ve terbiye dışı söz. FUKAHÂ (Fakih): Fakihler, İslâm hukukçuları, Fıkıh âlimleri. FUKARA: Fakirler, yoksullar. FUKARA-İ MÜSLİMÎN: Müslüman fakirler. FUKARA-İ SÂBİRİN: Sabreden, dayanan, oruç açmayan fakirler. FURKAN: 1. Hak ile batılı ayırmak, iyi ile kötüyü ayırd etmek. 2. Kur’ân-ı Kerim’in adlarından biri. FUSÛL: 1. Fasıllar, mevsimler. 2. Bölümler, kısımlar. FÜLÂN: Belirsiz bir şey, filan. FÜNÛN: 1. Nev’iler, çeşitler, sınıflar, tabakalar. 2. Hünerler, sanatlar, ilimler, fenler. FÜNÛN-I TABİİYYE: Tabiat ilminin çeşitleri. FÜRS Ü RÛM: İran ve Anadolu. FÜRS: 1. Farslılar, Fars milleti. 2. Eski İran. FÜRÛ’: Dallar, budaklar, ayrıntılar. FÜTUHÂT: Fetihler, zaferler. FÜTÛR: Zayıflık, gevşeklik, bezginlik, endişe. G Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler GADDÂR: Hain, zalim. GÂDİR: Gadreden, hıyanet eden, fenalık eden. GADR: Hainlik, vefasızlık, zulüm, merhametsizlik, haksızlık. GAFLET: Gafillik, boş bulunma, dalgınlık, ihtiyatsızlık. GAFÛR: Çok bağışlayan, çok affeden. (Allah’ın adlarından biri) . GAİT: 1. İnsan pisliği, necaset, 2. Çukur yer, düz ve geniş yer. GALAT: Yanlış, yanılma. GALEBE-İ İLMİYYE: İlmî üstünlük. GALÎZ: Çirkin, terbiye dışı, kaba, ağır. GALLE: 1. Gelir, varidat, küçük kasa. 2. Zahire, mahsul, ekin. GAMGÜSÂR: Gam ve kederi def eden, teselli veren. GAMMAZ: "Gamz"dan. İftiracı, fitne koğucu. Birine iftira ederek zarar veren kimse. GAMZE: 1. Göz kırpma, gözle işaret, Nâz ile bakma, süzgün bakış. 2. Çene veya yanak çukurluğu. GANÎ: 1. Zengin, 2. Muhtaç olmayan. 3. Bol, fazla. GANÎMET: Savaşta düşmandan alınan mal. GÂR: Mağara. GARAM: Aşk, sevda, şiddetli arzu. GARANİK OLAYI: (Bak: Necm Sûresi) . GARAZ: Maksat, gaye, niyet. GÂR-İ HIRA: Hıra mağarası. GARÎZA: Yaratılıştan olan, huy. GARK: Batmak, suda boğulmak. GARÛR: Aldatan, aldatıcı. GÂSIK: Gece, karanlık. GAYB: 1. Gizli olan, gözle görülmeyen şey. 2. Belirsiz, bilinmeyen şey. GAYBET (Gıybet): 1. Kaybolma. 2. Aleyhinde bulunma, arkasından söyleme, çekiştirme dedikodu yapma. GÂYETÜ’L-GÂYE: En son derecede, hedeflenen son amaç. GAYR-İ FITRÎ: Fıtrî olmayan. Doğuştan olmayan. GAYR-İ MUNSARİF: Cerr ve tenvin kabul etmeyen isim. GAYR-İ MÜSLİM: Müslüman olmayan. GAYZ U KÎN: Hiddet ve kin. GAYZ: Hiddet, öfke, hınç. GAZA: Din uğrunda kâfirlere karşı yapılan savaş, cihad. GILAF: Kılıç, kın, muhafaza. GILL U GIŞŞ: Şüphe ve tereddüt, kararsızlık. Kin ve hile. Hiyanet ve düşmanlık. GILMÂN: Hizmet gören delikanlılar. Köleler, esirler. GITÂ: Örtü, örtülecek şey. GİL: Kil, çamur, balçık. GİRÂN: 1. Ağır, sakil. 2. Fenâ, kokmuş. 3. Bıktırıcı, usandırıcı. GİRİFTÂR: 1. Tutulmuş, esir, yakalanmış. 2. Düşkün. GİRİZGÂH: 1. Kaçacak yer, melce, 2. Giriş. GUBÂR: Toz. GUBÂR-ÂVER: Toz götüren. Tozkoparan. GUBÂR-I HÜZÜN: Üzüntü dalgası, üzüntü tozları. GUFRAN: Mağfiret, bağış. GULŞEN U GÜLZÂR: Gül bahçesi ve gül tarlası. GUNNE: Şeddeli "nun" ile şeddeli "mim"in teğanni ile okunması. GURBET: 1. Gariplik, yabancılık. 2. Yabancı memleket, yabancı diyar, vatan dışı, yâdel. GURFE: Oda, çadır, çardak, cumba. GURRE: 1. Parlaklık, aklık. 2. Atın alnındaki beyazlık. 3. Arabi ayın ilk günü. GURUB: Batma, batış. GURUB-İ ŞEMS: Güneşin batışı. GUZÂT: Gâziler. Düşmanla savaşmış İslâm askerleri. GÜRÛH: Cemaat, bölük, takım, topluluk, çete. H Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler HABÂİS: Kötülükler, kötü şeyler. HABÂSET: Kötülük, alçaklık, fenalık. HABB-HABBE: 1. Tane, tohum, 2. Parça. HABER-İ SÂDIK: 1. Doğru haber. 2. Peygamberimizin sözü, hadis. HABÎB: Sevgili, dost. HABİB-İ HÜDÂ: (Hüdâ’nın sevgilisi); Hz. Muhammed (s.a.v.). HABÎB-İ KİBRİYA: Kibriyanın sevgilisi. Hz. Muhammed (s.a.v.). HABİBULLAH: (Allah’ın sevgilisi); Hz. Muhammed (s.a.v.). HABÎS: Kötü, alçak, pis. HABL: İp, urgan, halat. HABLÜ’L-METİN: Sağlam ip. İslâ-miyet, Kur’ân-ı Kerim. HABT: İptal etme, bozma, bozulma. HACALET: Utanma, utangaçlıkla şaşırma. HACCAC: 1. Irak valisi olup, müslümanlara zulmeden Yusuf bin Sakifî’nin ünvanı. 2. Delil ile galip olan. HÂCET: İhtiyaç, gereklilik.DEF-İ HÂCET: Abdest bozma.ARZ-I HÂCET: Eksiğini, isteğini bildirme. HACR: 1. Men etme, yasak etme. 2. Kucak, oğuş, himaye. HACR-I TAHRÎM: Haramı yasaklamak. HADD: 1. Sınır. 2. Gerçek değer. 3. Şeriatçe verilen ceza. HADD-İ TAM: Tam sınırında, derecesinde, kıvamında. HADES: 1. Yeni olma, sonradan olma. 2. Abdesti tazelemeyi gerektiren şey, manevî pislik. HÂDİ: 1. Hud’a yapan, hileci, aldatıcı. 2. Fena, bozuk. HÂDÎ: Hidayet eden, doğru yolu gösteren, mürşit. HADİS: Peygamberimizin sözü. HÂDİSÂT: Yeni olan şeyler, olaylar. HÂDİSÂT-I ACÎBE: Şaşılacak, garib olaylar. HÂDİSE: Yeni olan, sonradan olan şey, olay. HADİS-İ KUDSÎ: Mânâsı Allah tarafından vahyedilen, lafzı Peygamberimize ait hadis. HAFA: Gizlilik, kapalılık. HAFAYA: Gizli şeyler, sırlar. HAFAZA: 1. Muhafızlar, koruyucular, bekçiler. 2. Koruyucu melekler. HÂK İLE YEKSAN: Toprakla bir yıkık, harap, yerle bir. HÂK: Toprak. HAKAİK: Hakikatler, gerçekler. HAKAİK-İ SÂBİTE: Değişmez hakikatler. HAKAMEYN: İki hakem: Sıffîn vak’asında Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında hakem seçilen Amr b. Âs ile Ebu Musa el-Eş’arî. HAKAYIK: Hakikatler, gerçekler. HAKEM: Bir işte karar vermeye yetkili kişi. HAKÎKAT: 1. Bir şeyin aslı, mahiyeti. 2. Gerçek, doğru. 3. Sadakat kadirbilirlik. Sözlük anlamıyla söylenen söz. HAKÎM: 1. Âlim, bilgin. 2. Doktor. 3. Hikmeti bilen, filozof. (Allah’ın isimlerinden) . HÂKİM: Hakim, yargıç, hüküm veren, hükmeden, hükümran olan, üstün olan. HAKÎM-İ MUTLAK: Allah. KİTAB-I HAKÎM: Kur’ân. HÂKİMİYET: Hakimlik, üstünlük, egemenlik. HAKİR: İtibarsız, değersiz, önemsiz. HAKK: Doğruluk, insaf, hak. (Allah’ın isimlerinden biri) . HAKK-I MÜDAFAA: Savunma hakkı. HAKK-I MÜKTESEB: Elde edilmiş hak. HAKK-I ŞİRB: İçme, hayvan veya tarla için su olma hakkı. HAKKU’L-YAKÎN (HAKKE’L-YAKÎN): Bilgi ve marifet mertebelerinin en yükseği, bizzat yaşayarak elde edilen bilgi, gerçeğin özünü kavramak. HAKŞİNASLIK: Doğruyu, hakkı tanımak. HALÂL: 1. Dostluk. 2. İki nesne arası açık olmak. HALÂS: Kurtulma, kurtuluş. HALASKÂR: Kurtarıcı. HALÂVET: 1. Tatlılık, şirinlik. 2. Zevk. HALEF: Birinden sonra gelip onun yerine geçen kimse, ardıl. HALET: Hal, suret, keyfiyet. HALET-İ İHTİZAR: Can çekişme hali, sakınılacak hal. HALET-İ NEZİ’: Ölüm hali, sekarat-ı mevt. HALF: Yemin etmek. HALHAL: Kadınların ayak bileklerine taktıkları altın veya gümüş halka, ayak bileziği. HÂLIK: Yaratan, yaratıcı. (Allah’ın isimlerinden) . HALÎL: 1. Dost. 2. Zevc, koca. HALÎME: Yumuşak huylu kadın. (Peygamberimizin süt annesinin adı) . HÂLİS: Hilesiz, katkısız, duru. HALK: Yaratma, yaratılma. HALK-I CEDÎD: Yeniden yaratılış. HALK-I DÜ CİHAN: İki cihanın halkı, ölüler ve diriler. HALT: 1. Karıştırma. 2. Uygunsuz söz söyleme. HALVET: 1. Yalnız kalma, tenhaya çekilme. 2. Tenha yer, ibadet için tenha hücre. HÂM: Çiğ, olmamış. HAM: Eğri, bükülmüş. HAMD Ü ŞÜKRAN: Allah’ı minnet ve şükranla övme. HAMD: 1. Övgü, medh. 2. Allah’a şükran hislerini bildirmek. HAME: 1. Yük. 2. Ana karnındaki çocuk. HAME: Balçık, çamur . HAMEİN MESNUN: Değişken balçık. HÂMÎ: Himaye eden, koruyucu. HAMÎD: Allah’ın adlarından. HÂMİD: Hamd eden, şükreden. (Hz. Muhammed (s.a.v.)’in lakabı.) . HAMİE: Balçıklı, çamurlu. HÂMİL: 1. Yüklü. 2. Gebe. HÂMİLE: Gebe kadın. HÂMİŞ: Mektubun altına ilave edilen yazı, hâşiye, dipnot. HAMR: Şarap. HAMÛLE: 1. Yük. 2. Gemi yükü. HANEDAN: Kökten asîl ve büyük aile, ocak. HANİF: İslâmiyetten önce Allah’ın birliğine inanan ve Hz. İbrahim dinine bağlı olan kimse. HÂRÂBAT: Harabeler, viraneler, meyhaneler. (Ziya Paşa’nın meşhur antolojisi). HARABE: Şehir ve ev yıkıntısı, virane. HARBÎ: 1. Harble ilgili. 2. Savaş yerinde bulunan ve müslüman olmayan kimse. 3. Anlaşma yapılmamış düşman. 4. Tüfek doldurma âleti. HAREC: 1. Darlık, sıkıntı, zorluk. 2. Günah. HAREM: 1. Girilmesi serbest olmayan yer. 2. İhrama girilen yerden itibaren Kâbe’ye doğru olan kısım. HAREM-İ ŞERİF: Kâbe ve civarı. HARİKULÂDE: Olağanüstü, eşi görülmemiş. HARS: 1. Tarla sürmek. 2. Yarmak. 3. Ekin, kültür. HASÂNET: Bir bina veya yapının sağlamlığı. HASB: Göre, nazaran, gereğince. HASBE: Kızamık hastalığı. HASBE’L-ÂDE: Âdet gereği, alışıldığı gibi. HASBE’L-BEŞERİYE: İnsanlık gereği. HASBETEN LİLLAH: Allah rızası için. HASEB: Baba tarafından gelen soyluluk, asalet. HASED: Haset, kıskançlık, çekememezlik. HASENÂT: İyilikler, güzel işler. HASENE: İyilik, güzel iş. HASF: Yere batma, ışığı sönme. HÂSIL: Husûle gelen, peyda olan, çıkan, üreyen. HÂSILA: Bir işten elde edilen sonuç. HÂSIL-I KELAM: Sözün özeti. HÂSİD: Haset edilen, kıskanç. HÂSİR: 1. Hasret çeken, meramına kavuşamayan. 2. Zarar görmüş. HASÎS: 1. Nekes, cimri. 2. Alçak, değersiz. HASLET: Tabiat, huy, yaratılış. HASR: 1. Sıkıştırma. 2. Etrafını çevirme, mahsus kılma, tahsis etme. HASR-I EVKAT: Bütün vakitlerini o işe verme. HASR-I NEFS: Kendini o işe adama. HASSA ORDUSU: Hükümdarın kendine mahsus ordusu. HÂSSE: Bir şeye mahsus olan kuvvet, duygu. HAŞERAT: 1. Küçük böcekler; Karınca, akrep, yılan gibi hayvancıklar. 2. Değersiz ve zararlı adamlar. HAŞÎN: Katı, sert, kırıcı, kaba. HÂŞİR: Toplayan, bir araya getiren. HAŞİYE: Dipnot. HAŞR Ü NEŞR: Toplayıp dağılma, haşir neşir. HAŞR: 1. Toplama. 2. Ölüleri diriltip mahşere çıkarma. 3. Kur’ân’-ın 59. sûresi. HAŞYETULLAH: Allah korkusu. HATA: 1. Yanlış, yanılma. 2. Günah. HÂTEM: Mühür. HATEMÜ’L-ENBİYA: Peygamberlerin sonuncusu: Hz. Muhammed (s.a.v.). HÂTİM: 1. Mühürleyen, mühürleyici. 2. Bitiren, sona erdiren. HÂTİME: Son, nihayet. HATT: 1. Çizgi. 2. Satır. 3. Yazı. HATT-I KUR’ÂN: Kur’ân yazısı. HAVÂİC: İhtiyaçlar. HAVÂRİYYÛN: Hz. İsa’nın oniki kişiden ibaret olan ashabı. HAVASS: 1. Hasseler, duyular. 2. Muhterem ve seçkin kişiler. HAVASS-I HAMSE: Beş duyu. (Görme, tatma, işitme, dokunma, koklama) . HAVÂYİC-İ ASLİYE: Aslî ihtiyaçlar. HAVF VE RECA: Korku ve ümit. HAVF: Korku, korkma. HÂVİ: İhtiva eden, içine alan, şâmil, içeren. HÂVİYE: Cehennemin yedinci katı, en şiddetli yeri. HAVL: 1. Sene, yıl. 2. Etraf, çevre. 3. Kuvvet, kudret. HAYA: 1. Utanma, sıkılma. 2. Ar, namus, edeb. 3. Günahtan kaçınma. HAYAT: Dirilik, canlılık. HAYAT-I BÂKİYE: Ölümsüz hayat. HAYAT-I BEŞER: İnsan hayatı. HAYAT-I FÂNİYE: Geçici hayat. HAYLİ: Oldukça. Epeyce. HAYR Ü ŞER: İyilik ve kötülük. HAYR: İyi, faydalı, hayırlı. HAYRET: Şaşma, şaşırma, ne yapacağını bilmeme. HAYRHAH: Hayır sahibi. HAYRÜ’L-BEŞER: İnsanların hayırlısı Hz. Muhammed. HAYRÜ’N-NÂS: İnsanların hayırlısı. HAYSİYYET: Şeref, onur, itibar, değer. HAYSİYYET-İ EBEDİYYE: Edebî itibar. HAYT: İplik, lif, tel. HAYT-İ ESVED: Siyah iplik, fecir zamanı yavaş yavaş silinen gecenin karanlığı. HAYTÜ’L-EBYAZ: Beyaz iplik, fecir zamanı, ufukta bir çizgi şeklinde beliren ve giderek artan sabah ağartısı. HAYY: 1. Diri, canlı. 2. Allah’ın isimlerinden. HAYYE ALE’L-FELÂH: Toplanıp felaha gelin, haydin felaha. HAYYE ALE’S-SALAH: Toplanıp namaza gelin, haydin namaza. HAYYÜ’L-KAYYÜM: Her an diri olan, yöneten, düzenleyen. HAYZ VE NİFAS: Aybaşı hali ve lohusalık. HAYZ: Kadınlarda aybaşı hali akıntısı. HAZER: Sakınma, kaçınma, korunma, çekinme. HAZF: Aradan çıkarma, kaldırma, giderme, silme, gizli tutma. HÂZIRA: 1. Şehirli. 2. Bir yere yerleşmiş. 3. Medeni. HÂZIRÛN: 1. Meydanda, gözönünde olanlar. 2. Hazır olanlar. HAZÎNE: Hazine, devlet malının saklandığı yer. HEBA: 1. Toz, zerre. 2. Boş, nafile. HEBÂEN MENSÛRA: Boşuna harcanarak. HEDEF: Maksat, amaç. HEDER OLAN: Boşa giden. HEDER: Boşa gitme, yok yere giden şey. HEDİY: Beytullah için getirilen kurbanlar. HEDY: Harem-i şerife götürülen kurban. HELÂK: 1. Mahvolma, ölme. 2. Harcanma. 3. Çok yorulma. HEMŞİRE: Kız kardeş. HENDESE: Geometri. HERC Ü MERC: Alt üst, karmakarışık, allak bullak. HERDEM: Her zaman, daima. HEREM: 1. İhtiyarlama, kocama. 2. Mısır ehramlarından biri. HETK-İ HÜRMET: Saygının ortadan kalkması. Şer’an haram olanın bozulması. HEVÂ: 1. Heves, istek, arzu, sevgi, hoşlanma. 2. Nefsanî zevklere uyma. HEVÂ-İ NESÎM: Latif hava. Mâne-vî gıda. HEVAMM: 1. Böcekler, haşereler. 2. Yılan, pire, akrep gizli zararlı hayvanlar. HEVÂPEREST: Meşru olmayan lezzet ve heves peşinde olan. HEVDEC: Kadınların binmesi için deve üzerine yapılan küçük mahfel. HEY’ET: 1. Şekil, suret. 2. Görünüş. 3. Durum. HEY’ET-İ İCTİMAİYYE: Toplantı heyeti, sosyal durum. HEZL: 1. Eğlence, alay, şaka. 2. Latife. 3. Mizah. HIDK: Öç almak için kin besleme. HIFZ: Saklama, koruma, ezberleme. HIFZISSIHHA: Sağlığı koruma. HIKD: Kin tutma, öç almak için fırsat bekleme. HINZIR: 1. Domuz 2. Pis ve katı yürekli kimse. HIRMAN: Mahrumluk, ümitsizlik. HIRZ: 1. Sığınak. 2. Nazar boncuğu, nazar duası. 3. Tılsım. HISÂL: Huylar, mizaçlar, karekterler. HIŞM: Kızgınlık, öfke, gazap. HITBE: 1. Okunmuş. 2. Söz kesilmiş, nişanlı kız veya kadın. HIYAR: 1. Bir işi yapıp yapmamakta serbestlik, İslâm hukukunda alış-veriş hususunda muhayyerlik. 2. Hayırlılar, iyiler. HİBE: Bağışlama bağış. HİCAB: 1. Utanma, sıkılma. 2. Perde, hail, engel. HİCRÂN: 1. Ayrılık. 2. Unutulmaz acı keder. HİCRET: 1. Memleketten memlekete göç. 2. Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicreti, Miladın 622. senesi. HİCRET-İ SENİYYE-HİCRET-İ NEBEVİYYE: Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye göçü. HİCV: Birini şiirle yermek, gülünç hale koymak, alay etmek. HİCVİYYE: Hicv sözü veya yazısı, taşlama. HİDAYET: Hak yola, doğru yola erme. HİDAYET-İ İLÂHİYYE: İlâhî hidayet, Allah’ın doğru yola erdirmesi. HİKMET: 1. Hakimlik, bilgelik. 2. Sebep. 3. Felsefe. HİKMET-İ İLÂHİYYE: Allah’ın hikmeti, yalnız O’nun bileceği iş. HİKMET-İ TEŞRİ: Kanun yapma hikmeti. Allah’ın emir ve yasaklarında gözetilen Rabbanî incelikler. HİLAF: 1. Karşı, zıt. 2. Yalan. HİLÂFET: 1. Birinin yerini tutma. 2. Peygamberin vekilliği, halifelik. HİLÂFETEN: 1. Birinin yerine geçerek. 2. Halife olarak. HİLAF-I EDEB: Terbiye ve ahlâka aykırı. HİLÂL: Yeni ay. HİL’AT: Elbise, kaftan. HİL’AT-İ RİSALET: Peygamberlik elbisesi. HİLF: Yardımlaşma, ittifak, sözleşme. HİLKAT: 1. Yaratılış. 2. Tabiat. HİLKAT-İ ÂDEM: İlk insanın yaratılışı. HİLKAT-İ ARZ: Dünyanın yaratılışı. HİLL: 1. Hilal. 2. Hac zamanında ihrama girilen yerin dışında kalan saha, haremin dışı. HİLM Ü HAYÂ: Yumuşaklık ve utanma duygusu. HİLM: Yumuşaklık, insanın tabiatında olan yumuşaklık duygusu. HÎN: An, zaman, vakit, sıra. HİRFET: Sanat, meslek. HİSAB: Hesap, saymak, aritmatik. HİSAL-HISAL: Huylar, tabiatlar. HİSAR: 1. Kuşatma, etrafını alma. 2. Etrafı istihkamlı kale, bent. HİSS: Duyma kuvveti, duygu. HİSSE: Pay, nasip. HİSSEDÂR: Pay, hisse sahibi. HİSS-İ KABLELVUKU: Önsezi. HİSSÎ: His ile, duygu ile ilgili, duygusal. HİSSİYYAT: Duygular, sezişler. HİTAB: Bir veya daha fazla kimselere söz söyleme, nutuk. HİTAB-I ÂM: Umuma hitap, bir topluluğa söyleme. HİTAB-I EZELÎ: Başlangıçsız, çok eski söz. HİTÂM: 1. Son, nihayet. 2. Bitme, tükenme. HİTÂN: 1. Sünnet, sünnet etme. 2. Duvarlar, engeller. HİZB-HİZİB: 1. Kısım, bölük. 2. Taraftar. 3. Kur’ân cüzünün dörtte biri. HOD BE HOD: Kendi kendine, kendi başına. HOD: 1. Kendi. 2. Baş zırhı. HODGÂM: Bencil, egoist, kendini beğenmiş. HUB: Güzel, hoş, iyi. HUBB: Sevgi, muhabbet. HUBB-İ DÜNYA: Dünya sevgisi. HUBS: 1. Pislik. 2. Kötülük. HUCCÂC: Hacılar. HUCCET-HÜCCET: 1. Vesika, delil, senet. 2. Tanınmış bilginlere verilen ünvan. HUD’A: Aldatma, oyun hile. HUDÂ: Allah, yaratıcı. HUDDAM: Hizmetçiler. HUDUD: Sınırlar, hudutlar. HUDÛS: Sonradan olma. HUFFAZ: Ezberleyiciler, Kur’ân’ı ezbere bilenler. HUKUK: 1. Haklar. 2. Hakikatler. 3. Kanunların verdiği hak. HULASA: Bir şeyin, bir sözün özü, özeti. HULÂSA-İ KELÂM: Sözün özeti. HULD AZABI: Ahiratteki ebedî azab. HULD: 1. Sonu olmayan. 2. Ebedî devamlı. HULF: Verdiği sözü tutmama, yemininde durmama. HULK: Huy, tabiat. HULKUM: Boğaz, gırtlak, ağızdan mideye giden yol. HULÛD: Ölmezlik, süreklilik, devamlılık.YEVM-İ HULÛD: Kıyamet günü. HULÛM: 1. Rüyalar, hülyalar. 2. Düş azması. HULÛS: Halislik, saflık, gönül temizliği. HULÛS-İ NİYET: Halis, samimi niyet. HUMS: Beşte bir. HÛN: 1. Kan, dem. 2. Öldürme, öc. HUNEFA’: "Hanif"in çoğulu. Allah’ın birliğine inananlar, Hz. İbrahim dininden olanlar. HURAFAT: Aslı, esası olmayan sözler ve rivayetler, hurafeler. HURAFE: Uydurma hikâye ve rivayet. HURDE: Değersiz şey, kırıntı. HUREMAT – HURMÂT – HURUMAT: Haram olan şeyler, dince yasak olan şeyler. HURÎ: 1. Cennet kızı. 2. Sevgili. HURÛC: Çıkma, çıkış, dışarı çıkma. YEVM-İ HURÛC: Kıyamet günü. HURÛF: Harfler. HURÛF-İ HECA: Alfabe harfleri. HURUF-İ MUKATTAA: Bazı surelerin başında bulunan ve ayrı ayrı okunan harfler. HURUM: Haramlar, dince yasak, olanlar. HUSUS: İş, şekil, yol, konu. HUŞÛ: 1. Gönül alçaklığı, tevazu. 2. Korku ile sevgi arası durum, saygı. HUTAME: Cehennemin adlarından biri, cehennemin beşinci tabakası. HUTUT: 1. Çizgiler. 2. Yazılar. 3. Yollar. HUZUR: 1. Hazır bulunma. 2. Rahat. HÜCCET: 1. Vesika, delil. 2. Seçkin âlimlere verilen ünvan. HÜCCETÜ’L-İSLÂM: İmam Gazali’nin lakabı. HÜCEYRE: 1. Küçük delik, oyuk. 2. Odacık, hücrecik. HÜCRE: 1. Odacık, göz. 2. Dokuların, organların en küçük parçası, hücre. HÜDA: 1. Doğru yol gösterme. 2. Hidayet etme. 3. Kur’ân-ı Kerim’in adlarından biri. HÜKEMA: Hakîmler, bilginler, filozoflar. HÜKM-HÜKÜM: Yargı, emir, komuta. HÜNSA: 1. Kendisinde hem erkeklik hem dişilik alâmeti bulunan kimse. 2. Aynı çiçekte erkeklik ve dişiliğin bulunması. HÜRRE: Cariye veya esir olmayan kadın. HÜSN Ü KUBUH: Güzellik ve çirkinlik. HÜSN: Güzel, iyi, güzellik, iyilik. HÜSNA: En güzel. HÜSN-İ AKİBET: Netice güzelliği. HÜSN-İ DİLÂRÂ: Gönül alıcı güzellik. HÜSRAN: 1. Zarar, ziyan. 2. Beklenilenin elde edilememesinden duyulan acı, mahrumiyet acısı. HÜVE: 1. O. 2. Allah. HÜVE’L-BÂKÎ: Bâkî kalan Allah’tır. HÜZN-HÜZÜN: Gam, keder, sıkıntı. I Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler IBARE Beyan etmek, açıklamak. IBB (C.: E’bâ) Yük dengi, ağır yük. IBLIK Erkek. IBT (Ibıt) Koltuk. Omuzun alt ve iç tarafı. ICAN Kubl ile dübür arası. * Ahmak kimse. ICAZ İnat etmek. ICRE Başına tülbent sarmak. * Besili ve semiz olmak. ICRİM Kısa boylu bodur adam. IDA’ Bir şeyi birbiri ardınca yapmak. IDAA (Bak: İdaa) IDAD Hazırlamak. * Ses, sada. IDAD Isırmak. * Geçinmekte darlık, maişet zorluğu. IDAE Parlamak veya parlatmak. Ruşen etmek veya ruşen olmak. ID’AF Zayıf etmek, zayıflamak. * Muzaaf etmek, fazlalaştırmak. İki kat yapmak. IDAFE Misafir edinmek. * Ulaştırmak. * Tâbi olmak, uymak. IDAKA Darlık vermek. IDAT (Bak: Izat) IDBAB Yaş olmak, ıslanmak. * Kin tutmak. IDCA’ Yatırmak. IDCAC Çağırmak, çağırtmak. IDCAR Gönül kırmak. Iztırab vermek. Darıltmak. IDD (C.: Adât) Pınar ve kuyu suları gibi aktıkça kesilmeyen, devamı gelen su. * Çokluk, kesret. IDFE Ondan elliye varana kadar olan erkekler. * Kıt’a. * Akşam vakti. IDGAN Kalbinde bir kimseye kin ve adavet olmak. IDGAS Karıştırmak. * Otu eliyle tutamlamak. IDHA’ Kuşluk vaktine girmek. IDHAK Güldürmek. Güldürülmek. IDHİYAN Nurlu, ruşen, parlak. IDİN Dağılmış, perâkende olmuş. IDK (C.: Adâk-Uduk) Hurma salkımı. IDL Yük dengi, misil, eşit. IDLA’ Çok yemekten dolayı midenin dolması ve hasta olmak. IDLAL (İdlâl) Hak dinden, imân ve islâmiyetten saptırmak. Doğrudan, Hak ve hakikat caddesinden ayırmak. Azdırmak. İDLÂLİYYÂT İnsanı doğru yoldan saptıracak fikirler, azdıracak mevzular. Kur’ânla muaraza eden safsata ve bâtıl felsefi nazariyeler. IDMAME (C.: Ezâmim) Cemaat, topluluk. IDNA’ Hastalığın hastayı zayıflatması. IDRAR Zarar vermek. * Avret üstüne avret almak, evli iken bir daha evlenmek. IDRİC İbrişim kilim. IDTIBA’ Hacıların ihramlarını sağ koltukları altından çıkarıp sol omuzlarına örtmeleri. IDTICA’ Yan yatmak. IDTIGAN Ayağıyla kendi kendine vurmak. IDTIHAD Zulmetmek, cefâ vermek. IDTILA’ Kuvvetlendirmek. IDTIMAR İnce belli, karınsız olmak. IDTIRAB Deprettirmek, hareket ettirmek. Izdırap. IDTIRAM Ateş yakılmak. * Şule vermek, ışıklandırmak. IDVA’ Azık yapmak. IDVE (C.: Udât) Yüksek yer. * Dere kenarı. IFA’ Devekuşunun yeleği. * Devenin yükünün çok olması. IFAS Şişe ve divit ağzını kapatmakta kullanılan deri. IFDAC (C.: Ufâzic) Semiz, besili hayvan. * Yumuşak nesne. IFLIK Eski çalgılardan birinin adıdır. IFRAT Davarın alın saçı. * İnsanın ense saçı. IĞLAK (Bak: İğlâk) IĞRAZ (Bak: İğraz) IĞVA (Bak: İğva) IH Deveyi çökertmek için kullanılır sestir. * Yorgunluk ve heyecanla hızlı nefes vermeği tasvir eder. IHAFE Korkutmak. IHAZE (C.: İhâzât-İhâz) Su birikip toplanacak yer. * Bir kimsenin kendisi veya sultanı için hıfzedip gözlediği yer. IHBAS İfsad etmek. Bozmak. * Yaramazlık öğretmek. IHBAT Huşu ve tevazu’ etmek, alçak gönüllülük yapmak. IHDAC Doğan çocuğun bir yerinin eksik olması. IHDAR Kendini gözlemek. * Bir yerde durmak, ikâmet. IHDI Deve çöktü. IHDILAL Yaş olmak, ıslanmak. * Ağacın budak ve yapraklarının çok olması. IHDIRAR Yeşillik. IHFAK Gazâda ganimet malından pay almamak. * Avcıların av yakalayamaması. IHFAS Çirkin olmak. IHLA’ Çıkarmak. IHLA’ Hâli etmek, boşaltmak. IHLAD Meyletmek, yönelmek, eğilmek. * Sonsuzlaştırmak, ebedi kılmak. * Geç ihtiyarlamak. IHLAF Su aramak. Yerine halef etmek. * Kılıç çıkarmak için elini uzatmak. IHLAK Elbise eskimek veya eskitmek. IHLAL Terketmek. IHLAMAK Ih diyerek deveyi çökertmek. * Ih diyerek yorgunluk ve heyecanla hızlı nefes vermek. IHLAMUR Kerestesi marangozlukta kullanılan ve çiçeği haşlanıp çay gibi içilen ağaç. * Ihlamur ağacından yapılmış. IHLİVLAK Eskimek. * Bulutun gökyüzünü kaplaması. IHMAD Ateşi söndürmek. IHMAL Saçak yapmak. IHMAR Gizli etmek, saklamak. IHN Boyalı sof kumaş. * Renkli yün. IHN-İ MENFUŞ Didilmiş kumaş. Hallac edilip atılmış renkli yün. IHNA’ İfsad etmek, bozmak. * Yaramaz söz söylemek. IHRAB Viran etmek, harabe haline getirmek. IHRIVVAT Uzamak. IHRİNMAS Sükut etmek, susmak. IHRİT İsmi işitilmeyen bitki. IHSA’ Irak etmek, uzaklaştırmak. IHSA’ Haya çıkarmak. IHSAR Noksanlaştırmak, eksiltmek. IHSAS Yaramaz iş yapmak. IHŞÎŞAN Kabalığı, inatçılığı ve katılığı fazla olmak. IHTA’ Hatâ etmek, yanılmak. IHTİBA’ Gizlenmek, örtünmek. IHTİBAR İmtihan ve tecrübe etmek. IHTİDAB Boyamak. IHTİDAD Otu köküyle birlikte biçmek. IHTİDAM Hizmet etmek. IHTİLA’ Ot biçmek. IHTİLA’ Çıkarmak. IHTİLAB Aldatmak. IHTİLAC Seğirtmek, koşmak. * Hareket etmek. IHTİLAK Yalan olmak. * Muhtaç olmak. IHTİLAL (İhtilal) Halel vermek, zarar vermek. * Muhtaç olmak. IHTİLAS Hırsızlık için gelip bir şey alıp kaçmak. IHTİMAM Ev süpürmek. IHTİMAR Mütegayyer olmak, bozulmak, değişmek. IHTİNAS Kırılmak. * İkiye bükülmek, iki kat olmak. IHTİRA’ Vücud vermek, icad. IHTİRAF Cem’etmek, toplamak. IHTİRAK Kat’etmek, kesmek. IHTİRAM Eksilmek, noksanlaşmak. * Kesilmek. IHTİRAT Kılıç çekme. IHTİSAM Husumet etmek, düşmanlık yapmak. IHTİSAR Elini böğrüne koymak. * Muhtasar yapmak. IHTİTAF Sür’atle ahzetmek, çok hızlı almak. IHTİTAN Sünnet olmak. IHTİTAT Sakal bitmek. Yer tutmak. * Hatla işaret koymak. IHTİVA’ Kendini aç bırakmak. IHTİZA’ Parça parça edip taksim etmek. * Kat’etmek, kesmek. IHTİZAL Kesilmek. * Ayrılmak. IHTİZAN Sırrı gizlemek. IHVE-İ MÜTEFERRİKÎN Ana baba bir veya yalnız ana bir yahut da yalnız baba bir erkek kardeşler. (Müennesi: “Ahavat-ı müteferrikat’tır) IKAB Azap, mihnet. IK’AD Yüksek bir yere çıkarmak. * Oturtmak. IKAK Tırnaklı hayvanların gebeleri. IKAL İkl, bağ, bend. * Daha ziyade Arabların başlarına koyup sardıkları bağ, agel. (Bak: Sâhib-üt tac) IKAM şiddetli harpler. * Yaramaz huylu. IK’AR Derinletmek, derinleştirmek. IKD İnci. Gerdanlık. Mücevher, boyuna takılan dizilmiş kıymetli şey. * İnci dizecek iplik. * Hurma salkımı. IKFAL Kilitlemek. IKHÂR Kahr etme, kahr edilme, kahr edilmiş olma. IKHÂR-I DÜŞMEN Düşmanın kahrolması. IKKA Çocukların doğduklarında mevcut olan saçı. IKLAB Aksine döndürmek. Tersine çevirmek veya çevrilmek. IKLAL Azaltılma, azaltma. IKLÎD (C.: Akalîd) Anahtar, miftah. IKLİM Bir yerin hava şartları. Memleket. Küre-i arzın kıt’a ve her bir memleketi. IKMA’ Gelen bir kimseyi geri döndürme. * Birisini aşağılama. IKMAH Enaniyet ve azametle kafa tutma. IKMAR Ayın doğmasını bekleme. IKMAS Suya daldırıp çıkarma. IKNAS Adi ve rezil bir kimse iken asaletlilik iddiasında bulunma. IKNAT Allah’a dua etme. Aczini ve fakrını anlayarak Allah’a yalvarma. * Namazda kıyamı uzatma. * İnkisar etmek. IKSÂ Uzaklaştırılma. Uzaklaştırma. IKSÂ-YI ÂMÂL Emel ve isteklerinden uzaklaştırma. IKSAM Kasem etme, and içme, yemin etme. IKSAR Yapabileceği ve elinden geldiği halde ihmâl etme. IKSAT Hakkâniyet, doğruluk gösterme. IKTA’ (Kat.’dan) Delil göstererek susturma. * Mülkiyeti devlete ait olan bir arazinin menfaatinin hazinede istihkakı bulunan kimseye padişah tarafından verilmesi. * Maktuan ihâle. IKTAAT (Iktâ. C.) Sahibi olmayan ve üzerinde imaret eseri olmıyan yerlerden olup, ulülemr tarafından istihkak sahibine imar ve inşa etmesi için tahsis olunan arazi. IKTAR Damlatma, damlatılma. IKTIDA Tâbi olma. Uyma. IKTIDAEN Uyarak, ıktıda ederek, tâbi olarak. IKTİFA’ (Kafa. dan) Arkasından gitme, izinden gitme. IKTİFAEN İzinden giderek, örnek tutarak, misal kabul ederek. IKVA’ Ev boşalmak. * Azık tamam olmak. Şâirin şiirin kafiyesini çeşitli yapması. IKVAL Bir kimsenin söylemediği bir sözü, söyledi diye iddia etmek. IKVÂLİYYÂT Söylenmediği hâlde söylendi diye iddiâ edilen sözler. Lüzumsuz iddialar. IKY Yemek yemezden evvel çocuğun karnından çıkan necisi. IKYAN Halis iyi altın. * İnci parçası. ILAB Boyunda olan uzun nişan. ILAC Bir şeyi yerinden alıp gidermek. ILAKIYE Aşikârelik, açıklık, meydanda oluş. ILAT (C.: Alât) Devenin boynuna takılan ip. ILBA’ (C.: Alâbâ) Boyun siniri. ILC (C.: Uluc-Aluc-Ilce) Kervan. * Yabani eşek. * Acem küffarından bir erkeğin adı. ILGAM Sıcak mevsimlerde çöl veya ovalarda buharın yayılmasıyla uzaktan su gibi göüren yer. Serap, pusarık. ILGAMAK At başıboş olarak dörtnala koşması. ILGAR Düşman topraklarına ansızın yapılan hücum, akın. * Başıboş hayvanın dörtnala koşması. ILGARCI Akıncı. ILGIDIR Bir metre kadar uzunluğunda, uçlarına birer karış kadar iki çivi sokulmuş ağaçtan yapılma bir ölçü âletidir. ILGIMSALGIM Sıcak mevsimlerde çöl veya ovalarda, buharın yayılmasıyla uzaktan su gibi görünen yer. Serap, pusarık. ILHİZ Büyük kene. ILICA Sıcak pınar suyu. Bunların yerden kaynayanına kaynarca; üzerine bina veya kubbe yapılmış olanına ise kaplıca denir. ILIK Ne sıcak ne soğuk. Az ısınmış veya sıcaklığı kırılmış. ILK (C.: Alâk) Kurumak. * şarap, hamr. * Her nesnenin iyisi. ILK Sakız. * Ağızda çiğnenen şey. ILKA Kişinin göbeğine dek olan gömlek. ILKİD Şişman, kısa boylu, hakir ve hayrı az olan kadın. * Katı yoğurt. IMYA (IMİYYÂ) Görmeyerek, düşünmeyerek. INAK Kucaklaşıp sarılma, muânaka. INAN (C.: Aınne) Atın dizgini. INAS Kızın büluğ çağına vardıktan sonra evlerinde evlenmeden çok durması. INİZ Cimâa kadir olmayan erkek. * Cimâdan safâlı olmayan avret. INNÎN İktidarsız, güçsüz, âciz. INTİYAN Yiğitlik evveli. IR t. Nağme, ezgi, basit türkü. * Ahenk, terâne. IRA Karakter, seciye. IRA’ Mıknatıs. IRAB Tazı. * Yükrek at. IRABET Yaramaz sözler söylemek, fuhşiyyat. IRAFET Kethüdâlık, reislik. Ululuk, şereflilik. IRÂK Dicle nehrinden aşağı Basra’ya kadar Şat Suyu’nun iki tarafı olan memleket. * Su kenarı. * Kökler, asıllar, bünyadlar. * Uzak. IRÂK-I ACEM (Acem Irakı) Tar: Irak’ın Dicle nehrinden başlayarak İran sınırındaki yüksek dağlık mıntıkaya kadar uzanan bölgesine Osmanlılarca verilen ad. IRÂK-I ARAB Arap Irak. Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan ve Bağdat’ın kuzeyine kadar uzanan topraklara Osmanlı İmparatorluğu zamanında verilen isim. IRAKA (Bak: İrâka) IRAKÎ (Irâkiyye) Irak halkından, Iraklı. * Irak’a ait. IRAN Evin uzak olması. * Mıh, çivi. * Mızrak. Süngü. IRAS Devenin başını ayağına bağladıkları ip. IRDA’ (Bak: Irzâ’) IRDAM Üzüm veya hurma salkımı olan budak. IREM Irmak kenarı. “* Su bendi. * Dere, vâdi. * Sert yağan ve taneleri iri olan yağmur. * Gözsüz köstebek. * Kemikten etin suyunu almak. IRGAF Hızla yürüme, hırsla bakma. IRGAT (Rumca) Rençber, işçi. * Yapı işçisi. Amele. * Gemilerde demir zincirini toplamak için ve binalarda bazı ağır şeyleri kaldırmak için zincirlerle çevrilmiş, ufki bucurgat. IRIP Balık tutmak için atılan büyük ağ. IRK Nesil. Zürriyet. Sülâle. * Soy. Kök. Damar. IRK-I AHMER Kızıl derili. IRK-I ESVED Siyah derili, zenci. IRK-ÜZ-ZEHEB Altınkökü denilen bir nebat. IRKIY (Irkıyye) Irkla ilgili, ırka âit. IRKÎL Belâ. Zahmet, meşakkât. * Çok güç nesne. IRMAK Büyük akarsu, doğrudan doğruya denize dökülen nehir. IRMİS Büyük taş. * Kuvvetli ve dayanıklı deve. IRNÎN Kaş tarafında burun ucu. * Her nesnenin evveli. IRRİS Arslan yatağı. IRS Koca ile karıdan her biri. * Nâmus. IRSÎ Gelincik dedikleri hayvanın rengine benzer bir renk. IRTIR Yerinden ayrılmak. IRV (C.: Arâ) Cemaat, topluluk. IRZ Namus. Temizlik. Cinsî haysiyet. * Ehil ve ıyal. İnsanın korumağa mükellef olduğu nefsi, hasebi, şerefi ve mahremleri, zemmedilecek veya medhedilebilecek durumları. IRZA Çayırlık, çimenlik. Otu bol olan yer. IRZÂ’ Emzirmek veya emzirilmek. IRZÂ-İ ETFAL Çocukların emzirilmesi. IRZÂ-İ GAYR-İ MÂDERÎ Çocuğu hayvan sütüyle besleme. IRZÂ-İ MÂDERÎ Çocuğu ana sütüyle besleme. IRZAL Bağcıların arslan korkusundan dolayı ağaçların üzerinde yaptıkları yatak. * Avcıların, yatağında topladıkları kuru ot. IRZİM Sağlam, sert ve dayanıklı. * Şiddetli toplayıcı. IS (Iss) t. Bayındırlık, mâmuriyet. Şenlik. * Ses. * Sâhib. Mâlik. * Efendi. IS’AB Güç. Çetin bulmak. Güçleştirmek. Zorlaştırmak. ISABE (C.: Asâib) Cemaat, topluluk. * Tıb: Yaraları sarmakta kullanılan bağ, yara bantı. * Başa sarılan ve şeâir-i İslâmiyeden olan sarık. IS’AD Yukarı çıkarmak. Yükseltmek. * Mekke-i Mükerreme’ye gitmek. * İnbikten geçirmek. ISADET Avlatmak. ISAGA Kuyumculuk yapma. * Eritilmiş maddeleri kalıba dökme. ISAHA Kulak verip dinleme. ISALET Hamle yapmak. * Ulaşmak. ISAM Göze çekilen sürme. * Kırba bağı. * Kırba örtüsü. I’SAR Ayağını kaydırıp yere yıkmak. IS’AR Enaniyet ve kibirle surat asma. I’SAR Hafif esen rüzgâr. I’SAR Fakir olmak. * Güç olmak, zor olmak. ISARE Çadır kazığı. * Çadır ipi. ISARET Meylettirmek, eğmek. IS’AS Gece karanlığı başlamak, karanlık basmak. * Karanlığın açılması. * Bulutun yere yakın olması. * Peşinden gitmek. ISATA Seslenme, ses çıkarma. ISBA’ Tulu etmek, meyletmek. ISBAH Seher vakti. Sabah vakti. * Gafil olmamak. Uyanıklık. ISBAR Sabrettirmek. ISBI’ (Usbu’-Asba’-Asbi’) Parmak. ISDA’ (Sadâ. dan) Yankı. Aks-i sada. Sesin bir yere çarpıp dönmesiyle duyulan ikinci ses. ISDAD Men’etmek, engel olmak, geri döndürmek. ISDAK Verilecek parayı kadının nikâhında tesbit edip kararlaştırma. ISDAR (Sudur. dan) Çıkarma, çıkarılma, sudur ettirme. * Deveyi sudan geri döndürmek. * Rücu ettirmek, geri döndürmek, vazgeçirmek. ISFA’ Arındırılmak. Hâli olmak. ISFAK Kapıyı örtmek. * El ile bir nesneye erişmek. ISFİRAR Sararmak. Sarı olmak. ISFİRAR-I AYN Gözün sararması. ISFİRAR-I EVRAK Yaprakların sararması. ISFİRAR-I ŞEMS Güneşin sararmış gibi görünüşü. ISGA’ Söylenilen bir sözü dinleyip kabul etme ve yapma. * Söylenilen bir sözü kulak verip dinleme. * Meyl etmek. * Eksiltmek. ISGAR (Sagir. den) Hakir ve hor görme. * Küçültme. ISHA’ Gökyüzünün açık ve bulutsuz olması. ISHAB Yoldaşlık yapmak. ISHAM Biçim vakti yetişmek, hasat zamanının gelmesi. ISHAR (Sıhriyyet. den) Akrabalık, yakınlık, kurbiyet, sıhriyet. Damat olma. Damat edinme. * Ulaşmak. * Erimek. ISHÎRAR Ot kurumak. ISKA (Bak: İska) ISKAÇA Gemi direğinin ayaklığı. ISKALARA Gemi arması merdiveni. * Harp gemilerinin sol taraflarındaki merasim merdiveni. ISKALARİYA Geminin üst kısmına çıkabilmek için iskele, yani merdiven teşkil etmek üzere çarmıhlara aykırı ve kazık bağı ile bağlanmış ince halatlar. ISKAPARMA İtl. Bir gemiyi toptan kiralama. ISKARÇA İtl. Geminin yükünün pek sıkı olarak istif edilmesi. ISKARMOZ Kayık ve sandallarda kürek takılmak üzere yan kenarlara dikine sokulmuş tahta çiviler. * Bir cins küçük balık. ISKARSO İtl. Yelkenleri doldurur dik rüzgâr. * Geminin götürü olarak kiralanması. ISKARTA Herhangi bir sebepten dolayı değerini kaybetmiş mal. ISKAT Düşürmek. Düşürülmek. Aşağı atmak. Hükümsüz bırakmak. * Silmek. * Ölünün azaptan kurtulması ümidi ile ölen kimse nâmına dağıtılan sadaka. ISKAT-I CENİN Kadının çocuk düşürmesi. ISKAT-I SALÂT Ölmüş bir kimsenin kılmadığı namazlar yüzünden hâsıl olan günahını giderir ümidi ile verilen sadaka. ISKOTA İtl. Büyük yelkenleri kullanmaya yarayan ip. ISKUNA ing. İki direkli bir nevi yelkenli gemi. ISLA’ Ateşte kızdırmak. Ateşte yakmak. ISLAH İyileştirmek. Düzeltmek. Kusurları gidermek. (Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. S.) ISLAH-I HÂL Kendi halini ıslah etme, düzeltme. ISLAH-I ZÂT-ÜL BEYN Aralarındaki kırgınlığı kaldırarak iki kişiyi barıştırma. ISLAHAT Kusurları ve eksiklikleri gidermek için yapılan işler ve düzeltmeler. ISLAHAT-I ADLİYE Adli ıslahat. ISLAHAT-I ASKERİYE Askerlikte yapılan ıslahatlar. Askerî ıslahat. ISLAHAT-I MÜLKİYE İdarede yapılan düzeltmeler, yenilikler. ISLAHATPERVER Islahat taraftarı, ıslahatı seven. ISLAHEN Islah ederek, düzelterek. ISLAHHANE Tar: San’at mekteblerine önceleri verilen isim. * Islah evi. ISLAHÎ (Islahiyye) Islah etmeye ve düzeltmeğe dair. Düzeltme ile alâkalı. ISLAHPEZİR Islah edilebilir olan. Düzeltme ve tâmir kabul eden, ıslaha kabiliyeti olan. ISLÎ’ Boynu ince ve başı fındık gibi yumruca olan yılan. ISLİHMAM Ayak üstüne durmak. ISLÎT Zinetli kılıç, üzeri süslenmiş kılıç. ISMAM Şişenin ağzını tıkama. * Sağırlaştırma, duymaz hâle getirme. ISMARLAMA Sipariş verme, emanet etme. Hususi siparişle yaptırılmış, hazır alınmayan. ISMAT Susturma, susturulma, sükut ettirme. ISMİ’LAL Muhkem olmak, sağlam olmak. * Otların birbirine dolaşmaları. ISNA’ Yardım etme, yardımda bulunma. ISNAKAT El darlığı. * Men’etmek, engel olmak. ISNAN Israr etme, inat etme, ayak direme. * Gücenme, darılma. * Gururlanma, kibirlenme. ISPARÇANA Halatın üzerine sarılmış olan ip. * Halatın yapıldığı bükmelerin herbiri. ISPARMACA Deniz içinde birkaç zincirin birbirine karışması. ISPAVLİ Eskiden gemilerde kullanılan bir çeşit kalın sicim. ISPAZMOZ Sinirlerde beliren gerginlik ve titreme. ISR Ahd. Sözleşme. Yemin. * Kulakta küpe deliği. * Şiddetli ahkâm ve teklifler. * Altındakini yerinde tutan ağırlık, bağ. ISRAH Medet yetişmek, yardım gelmek. ISRAM Derviş olmak. ISRAR Bir fikir veya meşru dâvadan dönmemek. Direnmek, sebat etmek. Hayırlı bir hâl üzere sadakatla kalmayı istemek. ISTABL Ahır. ISTABL-I ÂMİRE Saray ahırı. ISTABL-I HÂS Padişahın atlarına mahsus ahır. ISTAFLÎN Havuç. ISTAHAR Havuz, küçük göl. Su birikintisi. ISTAM Kepçe. ISTIAD Yükseğe çıkma, terfi etme. ISTIBAB Dökülme. * Damardan kan fışkırması. ISTIBAG Boyanma. ISTIBAR Sabretmek. * Kısas almak. ISTIDAM İki şeyin birbirine şiddetli çarpması. ISTIFA Bir şeyin iyisini seçip ayıklamak. * Bir şeyi ıslâh edip sâfileştirmek. * Seçmek. Ayıklamak. ISTIFAF Dizilme. Sıralanma. Saf bağlama. ISTIFA-GERDE f. Seçilen. Seçilmiş bulunan. ISTIHAB Saklama, gizleme. * Dostluk kurma. * Konuşma, musâhabe etme. ISTIHAM Ayak üstüne dikili durmak. ISTIKAK Tokuşmak. ISTILA Ateşte ısınma. ISTILAH Tabir, deyim. Belirli bir topluluğun, bir lafzı lügat mânasından çıkararak başka bir mânada kullanmaları. * Bir ilim veya mesleğe âid kelime. Terim. Erbab-ı ilim arasındaki ve herkesin anlamadığı kelime. * Muvafakat. Uygunluk. Barışmak. İttifak. ISTILAHAT Istılahlar. İlmî tabirler. ISTILAHÎ Istılaha dair. Istılaha âid ve müteallik. ISTILAM Kesme, koparma. ISTINA’ Seçme, intihab, ayırma. * Adam seçme. * İyilik etmek. * İş işletmek. ISTINA-İ SIDDIK Sâdık dost seçme. ISTIRAH Yardım isteme, istimdat. ISTIRAM Hürmet etme, saygı gösterme. ISTIYAD Avlamak. Vahşi hayvanı ele geçirmek. ISTIYAF Yaz mevsimini geçirmek, bir yerde yazlamak. ISVA’ Kuruma, yaşlığı ve rutubeti kaybolma. ISVEDE Küçük bir böcek adı. * Kuvvetli. IŞÂ’ Yatsı zamanı. Akşam ile yatsı namazı arasındaki vakit. * Güneş batmasından ertesi günü fecre kadar olan zaman. IŞÂÂN Akşam ile yatsı. IŞAEYN Akşam ile yatsı zamanı. IŞAR Birlikte geçinmek. Muâşeret etmek. IŞAR (Aşerâ. C.) On aylık hamile develer. IŞAYA (Işâ. C.) Akşam ezanından yatsı ezanına kadar geçen zamanlar. IŞİR (C.: Aşâr) Çanak çömlek parçaları. IŞK (Bak: Aşk) IŞKA Sarmaşık adı verilen bir bitki. IŞKÎ İki ucu saplı eğri bıçaktır ve deri ve tahta kazımakta kullanılır. IŞTIN Toprak kandili. ITABE İyi etmek. * Hoş kokulu etmek. ITAF Kaftan. ITAK Hürriyet. * Kuvvet. * şiddet. ITAK-ÜT TAYR Yırtıcı kuşlar. ITAKA Güç etmek, zorlaştırmak. IT’AM (Bak: İt’âm) ITAM İdrar zorluğu, idrar tutukluğu. ITAR (C.: Utur) Dudak kenarı. * Elin kasnağı. * Diğerlerini ihâta eden nesne. ITARE Uçurma, uçurulma. ITAŞ (Atşân. C.) Susamış olanlar. ITBAK Örtünmek. * Yürümek. * Değiştirmek. * (Bak: İtbak) ITEH Ahmaklık, bunaklık. ITER (Itret. C.) Nesiller, akrabalar, zürriyetler, aynı soydan gelenler. ITF Omuzbaşı. ITFA’ Söndürmek. ITFAK Maksadına eriştirme, gayesine vardırma. ITFAL Kadının oğlanını getirmesi. ITFET şefkat, merhamet. * Boncuk. ITGA Azdırma, azdırılma. ITK Azad edilmek. Hürlük. Esir veya köle olanın serbest edilmesi. Azad olmak. * Kerem ve hüsn-ü cemâl. Asâlet ve necâbet. Şeref, şan ve kıdem. Kuvvet. ITK-I MUALLAK Bir şarta talik suretiyle vuku bulan ıtkdır. Bir kimsenin kölesine “şu işi yaparsan hürsün” demesi gibi ki, köle o işi yapınca azad olur. (Ist. Fık. K.) ITK-I MUZAF Bir zamana, bir vaktin girmesine veya çıkmasına izafe edilen ıtkdır. “Sen gelecek ayın başında hürsün.” denilmesi gibi ki, o ayın başında ıtk hadisesi vücuda gelir. (Ist. Fık. K.) ITK-I MÜNECCEZ Bir şarta muallak veya bir zamana muzaf olmaksızın derhal vuku bulan ıtkdır. Bir kimsenin memluküne hitaben “seni azad ettim.” demesi gibi ki, onunla köle derhal hürriyetine kavuşur. (Ist. Fık. K.) ITK-I MÜŞTEREK İki veya daha fazla kimsenin, mâlik oldukları bir köleyi azad etmeleridir. ITK ALÂ MAL Bir köle veya cariyenin kitabet suretiyle olmaksızın cins ve miktarı malum bir mal veya muayyen bir hizmet mukabilinde azad edilmesidir. Buna “Itk alâ cu’l” da denir. (Ist. Fık. K.) ITKAN (Bak: İtkan) ITKNAME Azad edilmiş olan köle veya cariyeye azad edildiklerini bildirmek üzere verilen vesika. ITL (C.: Atâl) Böğür. ITLA’ Kokulu şeyler sürünmek. * Hevâiyata heves etme. ITLA’ Tulu ettirmek, zuhur ettirmek, doğdurmak. ITLAK Salıvermek. Bırakmak. Koyuvermek. Serbest bırakmak. Serbest olup her tarafta bulunmak. Cezadan kurtarmak. * Boşama. Boşanma. Afvetmek.(…Elbette mutlak ve muhit olan o ef’âlde iştirak muhaldir. İmkânı yoktur. Evet, ıtlakın mahiyeti iştirake zıddır. Çünkü, ıtlakın mânası, hatta mütenahi ve maddi ve mahdut bir şeyde dahi olsa, yine istilâkârane ve istiklâldarane etrafa, her yere yayılır, intişar eder. Meselâ: Hava ve ziya ve nur ve hararet, hatta su, ıtlaka mazhar olsalar, her tarafa yayılırlar. Ş.) ITLAK-I İNAN Dizginini salıverme. Başıboş bırakma. ITLAK-I LİSAN Ağzına geleni söylemek. Çok serbest ve kolay konuşmak. ITLAK-I YED Hayır işleme. ITLAL Havâle olma, birşey üzerine yüklenme. * Boşu boşuna zaman geçirme, vakit öldürme. ITLIHAH Gözden yaş akma, ağlama. ITLINSA Çok fazla terleme. ITMAH Yukarı bakma, gözü yukarı dikme. ITMAL Mahvetme, perişan etme. ITMAS Bir şeye geriden uzaktan bakmak. Helâk etmek. ITNA’ Sâlim olmak, sağlam ve sıhhatli olmak. ITNAB Edb: Konuşurken, fazla tafsilât vermek. Lüzumundan fazla sözü uzatmak. (Îcazın zıddı) ITNAB-I MAKBUL Bahsi iyice anlatmak için lüzumlu olan sözün uzatılması. ITNAB-I MÜMİLLE Lüzumsuz olarak sözü uzatmak, usanç verecek şekilde uzatmak. ITNABE Gölgelik, sâyeban. * Keman teli, keman kirişi. ITNAN Çınlatma. Madeni bir ses çıkartma. ITR Hoş ve güzel koku. Güzel kokulu şey. * Yaprakları güzel kokulu bir bitki. ITRA’ Bir kimseyi mübalağa ile medhetmek. En güzel şekilde sena etmek. ITRAB (Tarab. dan) şevke getirme, keyiflendirme. ITRAD Bir kimseyle birlikte bahse girişme. ITRAH (Tarh. dan) Çıkarma, tarhetme, dışarı atma. ITRAK Sükût etmek, susmak. Gözünü yere dikip bakıp durmak. ITRAR Kandırmak, igra. ITRET Zürriyet. Nesil. Ehl-i beyt. * Gerdanlık. * Güzel kokulu şey. ITRÎ Itra mensub, ıtır gibi kokan. * Müzik ilminde bir üstaddır. Asıl adı Mustafa’dır. Bayramlarda okunan tekbirin ilâhi ve kuvvetli bestesi onundur. Bestelere âid Segâh, Ayin-i Şerif gibi 25 eseri olduğu söylenir. Osmanlı padişahı IV. Mehmed’in nedimlik ve esirler kethüdalığında bulunmuştur. Vefatı Mi: 1711′dir. İstanbul’ludur. * Tezhib ıstılahlarındandır. Bir cins yaprak şekli. Bu şekil ıtr yaprağına benzediği için bu ismi almıştır. ITRİF Habis, hilekâr, kötü, pis. ITRÎH Devenin hörgücü. ITRÎS Hiddetli, cebbar kimse. * Kuvvetli, dayanıklı deve. ITRİYYAT (Itr. C.) Güzel kokulu yağ, esans gibi maddeler. ITRİYYE Erişte aşı. ITRNAK f. Güzel ve hoş kokulu. ITTILA’ (Tulu. dan) Haberli olmak. Öğrenmek. Haberi, malumatı bulunma. * Yukarıdan aşağı bakmak. ITTILA Kokulu şeyler sürünme. ITTILAAT (Ittılâ’. C.) Bilmeler, ıttılâlar, öğrenmeler, haberli olmalar. ITTILAK İnşirahlı olma, ferahlı ve sevinçli olma. ITTIRAD İntizamlı, uygun şekilde. Saat gibi intizamlı hareket. Sıra ile birbirini takib eden. Ritmik. ITVAL Uzatmak. Uzatılmak. ITYA’ Avdet etmek, dönmek. IVAZ (Bak: İvaz) IVEC (Bak: İvec) IYADET Hastayı ziyaret edip hatırını sormak, gidip görmek. IYADETEN Hastaya hatır sorarak. IYAF Gönül dönmek. * Mütereddit olmak, kararsızlık, tereddüt etmek. * Tiksinmek, iğrenmek. IYAL Fık : Bir adamın üzerine nafakasını vermek vacip olan, kendilerini geçindirdiği kimseler. IYALULLAH Halk, insanlar. IYAN (Bak: Ayân) IYAZ Sığınma. İltica. IYAZEN Sığınarak. IYD (Bak: Îd) IYŞ (Bak: Îş) IZ (C.: Uzuz-A’zâz) Çok zekâlı kötü adam. * Dikenli ağaçların küçüğü. IZA Nasihat, öğüt, vaaz. IZAA Bir şeyi zâyi etmek. Zâyi olmak. Kaybetmek. Mahvetmek, mahvedilmek. IZAET Parlatmak. Işıtmak. Işıklı olmak. Aydınlık etmek. IZ’AF Bir şeyin üstüne bir misli koyma. * Zayıflama. IZAHET (C.: Izât) Dikenli büyük ağaç. * Yalan, sihir, bühtan. IZAM (Bak: İzâm) IZAT Yalan. Sihir. Bühtan. * Dikenli büyük ağaç. IZAT (C.: Izât) Nasihat, öğüt. IZAZ Berk muhkem yer. IZAZAT Noksanlık. IZBANDUT Eskiden Rum korsanlarına verilen addır. * Haydut, yolkesen, şaki, eşkiya. * İri vücutlu, korkunç. IZCA’ Yırtma. * Yatarken vücudun yan tarafı üzerine yatma. IZFAR Biri tarafından tırnaklanma. Bir kimseyi tırnaklama. IZÎN (İze. C.) Her biri bir fırkaya mensub. Parça parça, fırka fırka. Müteferrik hâlde. IZK (C. Azâk) Hurma salkımı. IZLAK Süçtürüp kaydırma. IZLAK-I AKDÂM Ayakların sürçüp kayması. IZLAL (Bak: Idlâl) IZLAL Gölgeli olma, gölgelendirme. IZLAM Karanlık, zulmet. * Zulmetme, karanlıkta bırakma. IZMAME (C.: Ezâmim) Cemaat, topluluk. IZMAR (İzmâr) Kalbde gizlemek, saklamak. Belli etmemek. IZMAR-I GAYZ Kin saklama. IZMAR-I KABL-EZ ZİKR Edb: Bir kelimenin zikrinden önce ona âit zamiri kullanmak. IZNAN Bir kimseyi kabahatlı çıkarma. IZRA’ Zelil etmek, hor hakir etmek, alçaltmak. IZRAF Zarflamak. Zarfa koymak. IZRAM Ateşi tutuşturma, ateşi alevlendirme. IZRAR Zarar vermek. Zarara uğratmak. IZRAT Yellendirmek. IZTICA’ Namaz kılarken secdede koltukları sıkarak göğsü yere değdirme. * Yan üstüne yatma. IZTILAM Koparmak. Kat’etmek, kesmek. IZTIMAR Atı, idman yaptırarak yola dayanabilecek şekilde kuvvetlendirme. * İnce belli olma. IZTINA’ Sıkılma, utanma, kızarma. IZTIRAB Acı, elem, sıkıntı, vesvese, azab. IZTIRAB-ÂVER f. Iztırab veren, elem çektiren. IZTIRABAT (Iztırâb. C.) Elemler, acılar, sıkıntılar, azablar. Vesveseler. IZTIRAM Saç ve sakala kır düşme. * Alevlenme. IZTIRAR Çâresiz olmak. Mecburiyet. İhtiyaç. IZTIRARÎ Çaresizlik içinde oluş. Mecburiyet.(Lisan-ı ıztırariyle bir duâdır ki; muztar kalan her bir ziruh kat’i bir iltica ile duâ eder, bir hâmi-i mechulüne iltica eder. Belki Rabb-i Rahimine teveccüh eder. S.) IZTIRARİYAT (Iztırarî. C.) Mecburi olarak yapılan şeyler, mecburiyetler.İA’ $ Bir nesneyi kab içine koyup saklamak. İ Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler İBÂD: Kullar. İBÂDÜ’R-RAHMÂN: Allah’ın kulları. İBÂHE: 1. Mübah olmak. 2. Ateş söndürme. İBDÂ: 1. Meydana getirme. 2. Yaratma. İBKÂ: "Bekâ"dan: Devamlı kılmak. İBKÂM: Susturma, bir tartışmada ağız açamıyacak hale getirme. İBN: Oğul. İBNULLAH: Allah’ın oğlu. Hıristiyanlar Hz. İsa’ya İbnullah derler. İBRÂ: Bağışlanma, temize çıkma, aklanma. İBRET-ENGİZ: İbret verici. İBTİDÂ: Başlangıç, baş taraf. İBTİDÂ-İ KIRAAT: İlk okuma. Okumaya başlama. İBTİLÂ: Belaya uğramak, musibete düşmek, kötü şeye düşkünlük. İCÂBET: 1. Kabul etme. 2. Muvafakat etme. İCÂD U İBDÂ: Yapma ve yaratma. İ’CÂZ: 1. Aciz bırakma. 2. Mucize göstererek muhatabı cevap veremez duruma düşürme. 3. Aciz bırakma. İCÂZ: 1. Sözü kısa söyleme. 2. Az sözle çok mânâ anlatma. İCBÂR: Zorlama, cebretme. İCL: Dana, buzağı. İCMÂ: Dağınık şeyleri bir araya getirme, toplama. İCMÂ-I ÜMMET: Büyük fakihlerin dinle ilgili bir konuda görüş birliğinde olmaları. İCMÂL: Kısaltma, ihtisar, özet. İCTİMAGÂH: Toplantı yeri. İCTİNÂB: Çekinme, sakınma. İDÂRE-İ KELÂM: Sözü mümkün mertebe yürütmek, işi idare etmek. İDDET: Bekleme süresi. İslâm hukukunda kocasından boşanan bir kadının 100 gün, kocası ölen bir kadının 130 gün bekleme müddeti. Bu müddet geçmeden başkasıyla evlenemez. İDGÂM: Birbirine benzeyen iki harfi bir yazıp şeddeli okuma. İDHÂL: Dâhil etme, içine alma. İDLÂL: Dalâlete sokma, sapıtma. İDLÂL-İ İLÂHÎ: Allah’ın kulu saptırması. İDRÂK: 1. Anlayış, akıl edinme. 2. Yetişmek, erişmek. 3. Olgunlaşma çağını bulma. ÎFÂ: 1. Ödeme, yerine getirme. 2. Bir işi yapma. 3. İş görme. İFK: İftira, iftira ekmek, Hz. Aişe’ye yapılan iftira. İFLÂH: Felâha, selâmete kavuşmak. İFNÂ:: Mahvetmek, yok etmek. İFRÂT: Haddi aşma, pek ileri gitme. İFRÂZ: Bütünden parça ayırma. Bölme. İFRÎT: Çetin cin, öfkeli insan. İFTİTAH TEKBİRİ: Namaza başlama tekbiri. İGÂSE: İmdada yetişmek, yardım etmek. İĞFÂL: Yanıltma ve aldatma. İĞTİSÂL: Gusletme. İĞVÂ: Ayartma, baştan çıkarma. İHÂTA: 1. Kuşatma, etrafını çevirme. 2. Geniş tam bilgi ve ihtisas. İHDÂS: Ortaya çıkarma. İHFÂ: Gizleme, saklama. İHLÂL: "Halel"den bozma, sakatlama, kusurlu hale getirme. İHLÂS: Samimiyet, doğruluk, riyasızlık. Kur’ân-ı Kerim’in 112. Sûresi. İHMÂL: Mühlet verme. İHRÂC: Çıkarmak. İHRÂM: Hacıların giydikleri dikişsiz elbise. İHRÂZ: Nail olmak, kazanmak, almak. İHSÂN: 1. İyilik etme. 2. Bağış, bağışlama. 3. Sağlamlaştırma. İHTİCÂC: Hüccet, delil göstermek. İHTİDÂ: Hidayete ermek, İslâm olmak. İHTİKÂR: 1. Haksız kazanç, aşırı kâr, vurgunculuk. 2. Hakarete katlanmak. İHTİLAF: Ayrılma, ayrışma, çözülme. İHTİLAF-I EDYÂN: Dinlerin ayrılıkları, farklı farklı oluşları. İHTİLÂM: Düş azması, uyurken cenabet olma. İHTİLÂT: Karışma, karışıp görüşme komplikasyon. İHTİRAS: Bir şeyi fazla arzulama ve ona fazla düşkünlük. İHTİRAZ: Sakınma, çekinme. İHTİRÂZÎ: Çekinme, sakınma ile ilgili. İHTİSAR: Kısaltma, icmâl etme. İHTİSAS: Özellik kazanma, uzmanlaşma. İHTİVA: İçine alma, içinde bulundurma, içerme. İHTİYAR: Seçme, seçilme. İHTİZÂZ: 1. Haz duymak, ferahlanmak. 2. Titreşim. İHVAN: Kardeşler, arkadaşlar, aynı tarikata mensup olanlar. İHYÂ: Diriltme, hayat verme. İKÂB: Ceza, azap, cezalandırma. İKAL: 1. Bağ. 2. Ayak bağı. İKÂLE: 1. İki tarafın isteğiyle alışverişi bozmak. 2. Dememiş iken "dedim" diye iddia etmek. İKÂME: Yerleştirmek, iskan etmek, vücuda getirmek. İKÂMET: İmamlık, halifelik, önderlik. İKÂNİYYE: Yakînî bilgiye tabi olanlar. Din ve bilginlerce ileri sürülen şeyleri delil aramaksızın doğru sayan anlayış. İKLÂB: Çevirme, bir halden başka bir hale döndürme. İKTİBAS: 1. Ödünç almak. 2. Bir kelimeyi, bir cümleyi veya bunların mânâlarını olduğu gibi alma, aktarma. İKTİDÂ: Uymak, tabi olmak. İKTİSAB: 1. Kazanma. 2. Tahsil etme. 3. Elde etme. İKTİSÂD: Ekonomi. Toplumun tutumluluğu. İKTİZA: 1. Lazım gelme, gerekme. 2. İşe yarama, yararlık. ÎLÂ: 1. Yemin etmek. 2. Erkeğin, bir müddet karısına yaklaşmaması. için yemin etmesi. 3. Sıkıntı ve derde uğrama. İLÂF: Ülfet ettirme, ülfet ettirilme, alıştırma, uzlaştırma. İLÂH: Mabud, tanrı. İ’LÂ-YI KELİMETULLAH: Allah’ın adını yüce tutmak. İLHÂD: 1. Dinsizlik, inanç bozukluğu. 2. Allah inancından ayrılış, tevhid inancından ayrılma. İLLET: Hastalık, sebep, gaye, hedef. İLLET-İ ÛLÂ: Birinci sebep, ilk sebep. İLLET-İ VÜCÛD: Varlık sebebi. İLLİYYET: Sebep ile ilgili, sebeplilik. İLME’L-YAKÎN: İlmî bilgi. Kesin bilgi. İLM-İ FERÂİZ: İslâm hukukunda miras taksimi ile ilgili bilim dalı. İLM-İ HÂL: İslâm dininin her müslüman için bilinmesi gereken temel bilgileri. İLM-İ HEY’ET: Astronomi ilmi. İLM-İ HİKMET: Düşünce bilgisi, felsefe. İLM-İ LEDÜNN: Gayb ilmi, Allah’ın sırlarına ait ilim. İLM-İ MEÂNÎ: Meânî ilmi, belagat. İLM-İ TEVHİD: İlm-i kelâm. İLM-İ USÛL ve AKÂİD: Usûl ve akâid ilmi. İLM-İ VEHBÎ: Allah tarafından verilen ilim. İLTİBAS: Benzeyen şeyleri birbirine karıştırma. Şaşırıp yanılma. İLTİCA: Sığınma. İLTİZAM: 1. Kendisi için gerekli sayma. 2. Bilerek, isteyerek taraf tutma. İLZAM: Delil göstererek muhalifi susturmak. İ’MÂL: Yapma, işleme, iş yapma. İMÂLE: 1. Bir tarafa meylettirmek, bir tarafa eğmek. 2. Bir heceyi vezne uydurmak için uzatarak okumak. İMDÎ: Artık, bu halde, böyle olduğu halde. İMKÂN VE CÜNÛB: Mümkün ve gereklilik. İMLÂ: Doldurma, yazdırma. İMSÂK: 1. Oruca başlama zamanı. 2. Kendini tutmak, bir şeyden el çekmek. İMTİNA: Çekinme, vazgeçip geri durma. İMTİSÂL: Örnek kabul etme. İNÂBE: 1. Günahlardan vazgeçip Hak yola dönmek. 2. Bir mürşidden el alıp yerine geçme. İNADİYYE: Eşyanın hakikatini inkâr etme felsefesine bağlılık. İN’ÂM: İhsan, nimet verme. İNÂS: Kadınlar, kızlar. İNÂYET: 1. Dikkat, gayret, özenme. 2. Lütuf, ihsan, iyilik. İNDALLAH: Allah yanında. İNDE’L-CUMHUR: Çoğunluğun yanında, çoğunluğun nazarında. İNDE’L-HÂCE: İhtiyaç zamanında. İNDİRAC: İçine konma, arasına sıkışma. Derecelenme. İNDİYYE: Kendi görüşüne tabi olan. İNFAK: Nafaka verme, besleme, geçindirme. İNFİSÂL: 1. Ayrılma, 2. Azledilme, işinden uzaklaşma. İNFİTÂR: Yarılma, açılma. İNHİRÂF: Doğru yoldan sapma. İN’İKÂS: Bir yere çarpıp geri dönme, aksetme. İNKÂR: Tanımama. İNKIBÂZ: 1. Büzülüp toplanma, çekilme. 2. Kasvet, keder, sıkıntı. 3. Kabızlık, peklik. İNKILÂB: Bir halden başka bir hale dönme. İNKIRAZ: Tükenme, blitme, kırılıp yok olma. İNKITÂ: Kesilme. İNKIYÂD: Boyun eğme, mutî olma, itaat etme. İNKİŞÂF: Gelişme, ilerleme. İNS U CİN: İnsan ve cin. İNS: İnsan. İNŞÂ: Yapma, vücuda getirme. İNŞİKÂK: İkiye ayrılma, yarılma. İNŞİRAH: Ferahlamak, sevinç duymak. İNŞİRAH-I SADR: Vicdan ferahlığı,vicdan huzuru. İNTAK: Nutka getirmek, söyleme yeteneği olmayanı söyletmek. İNTİBAK: Uyma, uygun hale gelme. Edebiyatta iki zıd şeyin ortak özelliğini bulup birleştirme. İNTİFÂ: Fayda sağlama, menfaatlanma. İNTİŞÂR: Yayılma. İNZÂL: İndirme, indirilme. İNZÂL-İ MENÎ: Üreme organından meni çıkması. İNZÂR: Korkutmak, sakındırmak. İ’RÂB: 1. Düzgün konuşma ve hakikatı belirtme. 2. Arapça kelimelerin sonundaki harf veya harekenin değişmesi. İRÂDE-İ CÜZ’İYYE: Allah tarafından insanın yetkisine bırakılan cüz’î irade. İnsan iradesi. İRÂE: "Rü’yet"ten: Gösterme, tayin etme. İ’RÂZ: Yüz çevirme, başka tarafa dönme. İRBE: Kadına ihtiyaç duymayan erkek. İRCA’: Döndürme, geri çevirme. İRS: 1. Ölen kişinin mirasçılarına kalan mal veya para. 2. Veraset, soya çekim. İRŞAD: Doğru yolu gösterme. İRTİCÂ’: Gerilik, geriye gitme, eskiyi isteme. İRTİDÂD: Din değiştirme, dinden çıkma, dinden dönme. İRTİFÂ’: Yükseklik, yükselme. İRTİHÂL: Vefat etmek, ölmek. İRTİKÂB: 1. Kötü bir iş işleme. 2. Rüşvet yeme. İS’ÂF: Birinin isteğini kabul edip yerine getirme. ÎSÂL: Ulaştırma, vardırma. İSKÂT: (Sükut’tan) Susturma. İSKAT: 1. Düşürme, aşağı alma. 2. Hükümsüz bırakma, iptal etme. İSKAT-I CENİN: Çocuk düşürme. İSM-İ ÂZAM: Allah Teâlâ’nın en büyük adı. İSM-İ FAİL: İş yapan kimse. İSM-İ HÂS: Özel isim. İSNAD-I MECAZÎ: Mecazî isnad, bir sözün mecaz anlamını tercih etmek. İSNEYN: 1. Pazartesi günü. 2. İki. İSRA: Gece yürüyüşü, yürütme. İSTİÂB: İçine alma, kaplama. İSTİÂRE: 1. Ödünç alma. 2. Bir kelimenin mânâsını muvakkaten başka bir kelime hakkında kullanma. İSTİÂRE-İ TEMSİLİYYE: Teşbihin esas unsurlarından biri ile yapılan benzetme. İSTİÂZE: "Eûzü billâhi mineşşeyta-nirracîm" sözünü söyleyerek Allah’a sığınma, eûzü çekme. İSTİB’ÂD: Uzaklaşma, uzaklaştırma, akıl dışı sayma. İSTİ’DÂD: 1. Alışma, ünsiyet. 2. Kabiliyet. İSTİDLÂL: Bir delile dayanarak bir şeyden netice çıkarmak. Delil getirerek anlamak. İSTİDRÂC: 1. Derece derece yükselmeyi istemek. 2. Fâsık veya kâfir olduğu belli bir şahsın gösterdiği harika. İSTİDRÂK: Yetişme, nail olma. İSTİFA: Memuriyetten azlini istemek. İSTİFHAM: Anlamaya çalışmak, soru sormak, soru. İSTİFHAM-I İNKÂRÎ: Olumsuzu pekiştiren soru şekli. "Hiç yapar mı?" ifadesindeki gibi. İSTİGÂSE: 1. Yağmur isteme, yağmur duası etme. 2. Yardım ve imdad isteme. İSTİĞFÂR: Af talep etme. İSTİĞNA: Gönül tokluğu. İSTİĞRAK: Bir şeyi baştan aşağı kaplamak. Tasavvuf erbabının vecde gelip kendinden geçmesi. İstiğrak lâmı: Bir cinsin bütün bireylerini içine alan belirtme edatı, lâm-ı tarif, diğer adıyla harfi tarif. İSTİHBÂR: Haber ve bilgi alma. İSTİHFÂF: Hafife alma, önem vermeme, hor görme. İSTİHLÂK: Tüketme, kullanarak yok etme. İSTİHSÂL: Üretmek, hâsıl etmek, çoğaltmak. İSTİHSÂN: Beğenme, iyi ve güzel bulma. İSTİHZÂ: Alay etmek. İSTİKBÂL: 1. Gelecek zaman. 2. Gelen bir kimseyi karşılamak. İSTİKRÂ: 1. Gezme, dolaşma, âvârelik, konuklama. 2. Bir şey hakkında etraflı bilgi edinme. İSTİKRÂH: Kerih ve kötü görmek, tiksinmek bir şeyi beğenmemek, bir şeyi zorla yapma. İSTİLÂ: Bir yeri kuvvet kullanarak ele geçirmek. İSTİ’LÂM: 1. Selâm vermeyi isteme. 2. Kâbe’yi tavaf esnasında Hacerü’l-Esved’i selâmlamak. İSTİ’MÂL: Kullanma. İSTİMDÂD: Yardım isteme. İSTİMRÂR: Devamlılık. İSTÎNÂF: 1. Yeniden başlama. 2. Bidayet mahkemesinde verilen bir hükmün bir üst mahkemeye başvurarak feshini isteme. İSTİNÂFİYYE: 1. Yeniden başlamaya ait. 2. İstinaf mahkemesine ait. 3. Arapça’da bir soruya cevap anlamında bulunan cümle. İSTİNBÂT: Bir iş veya sözden gizli bir anlam çıkarmak, tahmin etmek. İSTİNBÂT: Bir söz veya işten gizli bir mânâ çıkarma, zımnen, açık olmayarak, dolayısıyla anlama. İSTİNKÂF: Kabul etmeme, yüz çevirme, çekimser kalma, reddetme. İSTİNSÂH: Nüshasını çıkarma, bir sûretini çıkarma, kopye etme. İSTİSÂL: Kökünden sökmek. İSTİSHÂB: "Sohbet"den: Yanına alma, yanına alınma. İSTİSKÂ: 1. Su isteme. 2. Yağmur duasına çıkma. 3. Vücudun bir yerinde su toplanması. İSTİŞÂRE: Müşavere etme, danışma. İSTİŞHÂD: 1. Şahid gösterme. Delil getirme, belge. 2. Şehid olma. İSTİTÂAT: Güç yetirme, kudret. İSTİTÂR: Örtünmek, kapanmak. İSTİVÂ: 1. Müsavî olma, denk olma. 2. Düz olma, düzlük. 3. Kaplama, örtme. 4. Ortada ve tam bir derecede bulunma. İSTÎZÂN: İzin isteme. İŞ’ÂR: 1. Yazı ile haber verme. 2. Anlatmak, bildirmek. İŞKİL: Kuşku, zan. İŞMÂM: "Şemm"den. 1. Koklatma, koklatılma. 2. Tecvid ıstılâhında harfin zamme harekesine işaret etme. İŞRÂK: "Şark"tan: 1. Güneşin doğması ve etrafı ışıklandırması. 2. Parlama, ışıklandırma. İŞTİÂL: Alevlenme, tutuşma. İŞTİBÂH: Şüphelenme, şüpheye düşme. İŞTİGÂL: Meşguliyet, uğraşma. İŞTİHÂR: Şöhret bulma, ün kazanma. İŞTİKÂK: Bir kökten parçalara ayrılmak. Türeme. İŞTİRA: Satın alma. İŞTİYAK: Fazla arzu ve şevk. Hasret çekmek, özlemek. İTÂB: Azarlama, tekdir etme. İ’TİKÂF: Bir yere çekilip tek başına ibadetle meşgul olmak. İ’TİNÂ: Çok dikkat etme, özenme. İ’TİZÂL: 1. Bir tarafa çekilme. 2. İşten çekilme. 3. Vâsıl b. Ata’nın kurduğu Mutezile mezhebini benimseme. 4. Takımdan ayrılma. İ’TİZÂR: Özür dileme. İTKAN: 1. Muhkem, sağlam kalma. 2. İnanma, emin olma. İTLÂF: Telef etmek, ziyan etmek. İTMÂM: Tamamlama, ikmâl etme. İTMİ’NÂN: Emin olma, güvenme. Kalbin mutmain olması. Gönülden inanma. İTTİBÂ: Tâbi olma, uyma, ardısıra gitme. İTTİHAD: Birlik, beraberlik. İTTİKÂ: Sakınma. Takva ehlinden olma. İTTİRAD: Düzenli, uygun biçimde sıra ile birbirini izleyen. Biteviye. İTTİSÂF: Vasıflanmak, bir sıfat sahibi olmak. İVAZ: Karşılık olarak verilen şey, bedel. İVME: Acele etme, koşma. İZÂFET: 1. İki şey arasındaki ilgi, bağ. 2. İsim tamlaması, isim takımı. İZÂHÂT: Açıklamalar. İZÂLE: Giderme, def etme, yok etme. İZÂN: Zekâ, anlayış. İZÂR: Belden yukarıya mahsus örtü, peştemal, futa. İZMÂR: Gizleme, saklama. İZMİHLÂL: Yok olma, mahvolma. İZZET: Değer, şeref, saygınlık. j Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler J Osmanlı alfabesinin ondördüncü harfi olup, ebced hesabında "" harfi gibi, 7 sayısına tekabül eder. JAJE f. Bâtıl, edebsizce olan söz. JAJHA f. Saçma sapan söyliyen. Mânâsız ve boş konuşan. JAJHAYAN f. Saçma sapan söz söyleyenler. Mânâsız ve boş konuşanlar. JAJHAYÎ f. Mânâsız söyleyicilik. JAJHOR f. Mânâsız ve mâlâyani şeyler konuşan. JAJÎ f. Tereyağı ile karışık peynirin tuluma konan şekli. JAKETATAY Fr. Arkası yırtmaçlı, etekleri uzun ve ön köşeleri yuvarlakça kesilmiş olan resmi ceket. JALE f. Çiğ. Kırağı. (Bak: Şebnem) JALEDAR f. Üzerine çiğ düşmüş, kırağılanmış. JALE-İ EŞK Gözyaşı jâlesi. Kırağı tânesine benziyen gözyaşı. JALERİZ f. Çiğ saçan, kırağı saçan. JANDARMA Fr. Yurt içinde asayişi sağlamak gayesiyle meydana getirilen ve orduya mensup silâhlı kuvvet. Ve bu kuvvette yer alan asker. JAR Zaif, takatsiz, bitkin. JARDİNİYER Fr. Salonlara süs için konulan ve içine çiçek ekilmek üzere bir sandığı bulunan bir mobilya. JARTİYER Fr. Çorap bağı. JEAN Dev. Gayet büyük. Dev cüsseli. JEGALE f. Çığlık, nâra. * Darı ekmeği. JEGAND f. Sağlamlık, metanet. * Vahşi ve yırtıcı hayvanların korkunç sesi. JEGAR f. Küf, kir, pas. * Yüksek ses, nâra. JEH f. Siğil, sivilce. JELATİN Fr. Tıbda ve fotoğrafçılıkta kullanılan şeffaf, renksiz ve kokusuz bir cisim. Hayvanların kemik ve kıkırdak gibi kısımlarından elde edilir. * Bir cins kâğıt. JENDE f. Yamalı, eski. * Eski-püskü. Pejmürde. JENDEPUŞ f. Yamalı hırka giyen kimse. Fakir. JENG f. Pas, küf, kir. JENG-ÂLUD Paslı. JENGAR f. Kir, küf, pas. * Bakır pası. JENGARÎ f. Bakır yeşili. Bakır pası renginde olan boya. JENG-BAR f. Pas saçan. JENG-BESTE f. Paslı, kirli, küflü, pas tutmuş. JENGDAN f. Çan. Çıngırak. JENG-DAR f. Küflü, paslı, kirli. JENGELE f. Çatal tırnaklı hayvan. * Hayvanda bulunan çatal tırnak. JENG-PEZİR Paslı, küflü, kirli. JENG-YAB f. Paslı, küflü, kirli. JENK Yüzde hâsıl olan buruşukluk. JEOLOĞ yun. Yer (Arz) ilmi ile uğraşan. JEOLOJİ yun. Yerin (Arzın) yapı kütlelerini inceleyen ilim kolu. JERD f. Çok yiyen, obur. JERF (JERFA) f. Derin. Suyun derin yeri. JERFBÎN f. Dikkat sâhibi, dikkatli. JERFÎ f. Derinlik. JERFİN f. Kapı sürmesi. Kapının ardına konulan dayak. JEST Fr. Çalım. Mânâlı ve gösterişli hareket. JETON Fr. Para yerine kullanılan marka. * Telefonlarda veya garsonların kasa ile hasaplaşmasında kullanılır. JEY f. Göl. * Irmak. JIYAN f. Kükremiş, kızgın. (Ey yâreli şir-i jiyan, bu hâb-ı gafletten uyan.) JİK f. Yağmur damlası. * Kirpi. JİKASE f. Kirpi. JİLE Yelek. JİMNASTİK (Bak: Cimnastik) JİMNAZ Bazı memleketlerde orta tahsil müesseselerine verilen isim. İdadî mektebi. JİR f. Göl. Havuz. JİRNET Fırıldak. Rüzgârın istikametini gösteren âlet. JİVE f. Civa. JİYAN f. Kızgın, kükremiş, hışımlı. (Bu tabir, ekseriyetle arslanlar hakkında kullanılır.) JÖN TÜRK Fr. Genç Türk. 1868'den sonra, Avrupa'daki gibi, güya yenilik ve terakki isteyen Genç Osmanlılara Avrupalılarca takılan isim. JUN f. Sanem, put. JURNAL Fr. İlk önce gazete ve rapor mânasına kullanılırken sonradan "hükümete ihbar" gibi olan hâdiselere denilmeğe başlandı. İhbar, şikâyet, polis raporu. İnsanı kötüleyerek verilen haber veya rapor. JÜGAL f. Kömür. Maden kömürü. JÜLİDE f. Dağınık, perişan, karma karışık. JÜRİ ing. Herhangi bir mes'ele için hüküm vermek üzere toplanan hey'et, cemaat. K Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler K Osmanlı alfabesinin yirmidördüncü harfi olan kaf ile, yirmibeşinci harfi olan kef harfini karşılar. KA' (C.: Akva') Düz yer. KAA Ev avlusu. KAA' Acı su. KAAKI' Birbiri ardınca meydana gelen gök gürlemesi. KAAN Hükümdar, hâkan. KAARET Derinlik. KAARET-İ DERYÂ Denizin derinliği. KAAS Boynu göğüse girmek. KAAT Gadap, hiddet, öfke. * Darlık. * Yaşlı koyun. * Davar memesi. * Bağırma ve çığlık şiddeti. KAB Çok eski devir silâhlarından olan yayın kabzası (tutacak yeri) ile köşesi arasındaki mesafe, her "yay" da "iki kab" olan miktar. KA'B (Ölm: Hi: 32) Yahudi âlimlerinden olup İsrailiyatı İslâmiyet'e en çok aktaranlardan biridir. Hz. Ebubekir devrinde Müslüman olmuştur. Sa'lebi ve Kisai gibi İslâm tarihçileri ondan çok rivayetlerde bulunmuşlardır. KA'B Topuk kemiği, ayak bileği, aşık kemiği. * Mc: Şan, şeref, mecd, büyüklük. * Geo: Sekiz yüzlü, sekiz köşeli (mükâb) cisim. KA'B Yemek yemek. Su içmek. KA'B (C.: Kıâb) Ağaç çanak. KAB' Seyahat edip gezmek. * Nefesi tutulmak. * Atın burnu içinden çıkan hırıltı. KABA' (C.: Akbiye) Üste giyilen elbise. Kaftan, cübbe. KABAÇE f. Entari. Hafif giyecek. KABADAYI Mc: Cesur, kahraman, cengâver. Eskiden kabadayılar ağırbaşlı, fenalıktan kaçınır, iyiliği sever insanlar oldukları için muhitlerinde hürmet görürlerdi. (O.T.D.S.) * Kimseden korkmaz görünerek şuna buna meydan okuyan kimse, yiğit taslağı. KABAHAT Kusur, çirkin iş, tekdir edilmeğe müstehak hareket. KABAHÂT (Kabahat. C.) Kusurlar, kabahatler. Suçlar, çirkin hareketler. KABAİH (Kabayih) (Kabiha. C.) Kabahatlar. Çirkin işler, kabih haller. KABAİL (Kabile. C.) Kabileler. Bir soydan türemiş cemaatler, silsileler. KABAİL-İ ARAB Arap kabileleri. KABAKULAK Tıb: Daha ziyade tükrük bezlerini şişiren bulaşıcı ve ateşli bir hastalık. KABALE Kadı'nın (hâkimin) verdiği hüccet. * Toptan, götürü ile yapılan satış. * Yahudilerin kendi cemaatlarına verdikleri vergi. KABAS Ciğer hastalığı. * Yüksek ve kalın. * Hafiflik. * Neşat, sevinç. KABA'SER (C.: Kabâis) Büyük, kuvvetli, sağlam. Zayıf deve yavrusu. * Deniz canavarlarından bir canavar. KABATÎ (Kıbtî. C.) Çingeneler. KABA-YI ÂHENİN Demirden yapılmış elbise. Zırh. KABAZA Hız. Sür'at. KABB İnce belli olmak. * Gönlün eğlendiği gönül eğlencesi. * Makara ortasındaki ağaç. KABBA İnce belli, zayıf kadın. (Müz : Akbeb) KABBAN Büyük terazi, baskül. KABBE Yağmur damlası. * Gök gürlemesi. KÂBBE Hüzünden ve gamdan dolayı, hali kötü ve kalbi kırık olmak. KABCE (C.: Kubec-Kibâc) Keklik kuşu. KABE Yumurta. KABE Usanmak, bıkmak. * Kırılmak. KÂ'BE (Kâbe) Dünyanın en kudsi ma'bedi. Beytullah, Beyt-ül Ma'mur, Beyt-ül Atik. Bütün mü'minlerin ibâdet esnâsında yöneldikleri merkez. Dört köşe olduğu için Kâbe denir. Bu mukaddes makamın etrafına Mescid-ül Haram ismi verilir. İçinde bir kısım olarak Makam-ı İbrahim mevcuddur. Burası İbrahim Aleyhisselâm'ın Kâbe'yi bina ederken, yahut insanları hacca davet ederken, üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir. Tavaf namazı burada kılınır. Kâbe'nin ilk inşası Hz. Âdem (A.S.) tarafından olduğuna dair rivayetler vardır. Bedahetle malûm olan ise; Sahih-i Buharî Tercümesine ve çok kıymetli delillere binaen İbrahim ve İsmail Aleyhisselâmlar inşa etmişlerdir. Bu husus âyet-i kerime ile de sâbittir.(Beyt-ül Muazzam'ın âmir-i inşası: Allah-ü Zülcelil; mübelliği ve mühendisi: Cibril; ilk bânisi: İbrahim Halil, muavini de İsmail olduğu en sahih rivayet olarak kabul edilmek icabeder... diye Sahih-i Buharî Tercümesinde Hâfız İbn-u Kesir'den nakledilmiştir.) Kâbe kıblegâhtır. Üzerine farz olan müslümanların, hacc zamanında gidip ziyaret etmeleri icabeden en mühim ve en büyük mabedimiz. KÂ'BE-İ KEMALÂT Kemâlât kâbesi. Yâni herkesin teveccüh etmesi gereken en yüksek kemalât merkezi. KABELE (C.: Kıbel) Göz boncuğu. KA'BERÎ Ailesine, arkadaşına, yoldaşına, kabilesine ve halkına katılık eden, kötü ahlâklı kişi. KABES Ateş parçası. * Ateş şulesi. * Öğretmek. * Öğrenmek. KABET Kederli ve ıztırablı olma. KÂ'BETEYN İki Kâbe. Mekke-i Mükerreme'deki Kâbe-i Muazzama ile, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ. KÂ'BET-ÜL ÂMÂL İsteklerin ve emellerin yönelmiş olduğu yer. KÂ'BET-ÜL ULYÂ şerefi ve kudsiyyeti pek yüksek Kâbe. KAB-I KAVSEYN İmkân ve vücub ortasında bir makam. * İki yay uzaklığı mesafesi.(... İşte mevcudatın en eşrefi olan zihayat; ve zihayat içinde en eşref olan zişuur; ve zişuur içinde en eşref olan hakiki insan; ve hakiki insan içinde geçmiş vezaifi en azamî bir derecede, en ekmel bir surette ifa eden zât, elbette o mi'rac-ı azîm ile Kab-ı Kavseyn'e çıkacak, Saadet-i Ebediye kapısını çalacak, hazine-i Rahmetini açacak, imanın hakaik-ı gaybiyesini görecek, yine o olacaktır. S.) KABINA SIĞMAMAK t. Sabırsızlık, acelecilik. * Şişmanlamak. KABIZ Kabzeden, tutan. KABIZ-I ERVAH Ruhları kabzeden Hz. Azrail. KABIZ-I MÂL Tahsildar. KÂBİ' Dolu kap. KABİA Kılıç kabzasının başında olan gümüş veya demir. KABİH (Kabiha) Çirkin, fena, kötü, yakışıksız, ayıp. KABİHA (C.: Kabâih) Çirkin davranış, ayıp iş. Fena muamele. KABİH-ÜL VECH Çirkin yüzlü. Suratı, siması güzel olmayan. KABİL Kabul eden. Olabilir, istidatlı, mümkün olan, önde ve ileride olan. KABİL Gibi, türlü, biraz evvel, az önce. Aşikâr. İleri gelen. Kabul eden. * Sınıf, nevi, soy. * Kefil. * Birbirine muhalif kavimden üç beş kişi. KABİLE Kadın ebe. * Kabul edici. * Ses alıcı. KABİLE Birlikte yaşayan, konup göçen, bir sülâleden türemiş insanlar. Bir reisin idaresi altında bulunan ve ekserisi aynı soydan gelen insanlar. KABİL-İ EMÂNET İnsan. KABİL-İ GAYR-İ TELAKKUH Gebeliği mümkün olmayan. KABİL-İ HİTAB Sözden anlar. Kendisi ile konuşulabilir olan kimse. KABİL-İ İNKİSAR Kolaylıkla kırılabilir şeyler, kırılması kolay olan nesneler. KABİL-İ KIYAS Düşünülebilen, ölçülebilen, kabul edilebilir olan. KABİL-İ NESH Kaldırılması, iptal edilmesi mümkün olan. KABİL-İ TEMYİZ Huk: Temyiz mahkemesinde görülebilecek olan dâvalar. KABİLİYET Dıştan gelen te'sirleri alabilme gücü. * İstidat, anlayış, kabul edebilirlilik. Kabul edici yüksek bir kuvvete mâlik olmak, olabilirlilik. KABİN f. Güveğinin geline verdiği ağırlık, eşya, para. KABİNE Fr. Vekiller hey'eti. Bakanlar kurulu. * Küçük oda. * Doktorun muâyene yeri. KABİR (Bak: Kabr) KABİR Büyük, ulu. KABİS Yusuf Aleyhisselâm'ın rüyasında gördüğü yıldızlardan birisi. KABİS Hızlı giden at. Süratli at. KABİSA Parmak ucuyla yenen şey. KABİSE Üveyik kuşu. KÂBİSE Ucu üstüne eğri ve kıvrık olan burun. KABKAB Karın, batn. KABKABA Haykırma, kükreme. (Deve ve arslan hakkında kullanılan bir tâbirdir.) KABKABA-İ İBİL Devenin bağırması. KABKABA-İ ŞİR Arslanın kükremesi. KABL Önce. Evvel. İleride. Evvelki. KABL-EL BÜLUĞ Büluğdan evvel. KABL-EL MİLÂD İsa'dan (A.S.) önce, milâddan evvel. KABL-EL VUKU' Vuku'dan evvel. Olmadan evvel. KABL-EL VÜCUD Gelmeden önce. KABL-ET TAAM Yemekten önce. KABL-ET TELAKİ Buluşmazdan önce. KABL-EZ ZEVAL Öğleden önce. KABL-EZ ZUHR Öğleden evvel. KABL-EZ ZUHUR Zuhurundan ve meydana çıkmadan evvel. KABLÎ İlke ve önceliğe âit. Hiçbir tecrübeye dayanmadan. Yalnız akıl ile. KABLO Fr. : Telgraf, telefon hatlarında veya elektrik akımı iletmede kullanılan izole edilmiş tellerin bütünü. KABOTAJ Fr. Bir ülkenin kendi limanları arasında gemi işletme işi. KABR (Kabir) Mezar. Merkad. Ölünün toprağa gömüldüğü yer. (Bak: Âlem-i berzah) KABR-İ HÂMUŞ Sessiz mezar. KABRİSTAN f. Mezarlık. KABS Her şeyin esası, aslı. * Tâlim etmek. KABS Parmak ucuyla yemek. KABSA Başı büyük ve sivri olan kadın. KABT El ile bir şey toplamak. KABTARÎ Yünden dokunan bir elbise. KABUK Bir şeyin dışındaki sert örtü, kışır. * Bazı hayvanların katı mahfazaları. KÂBUK f. Yuva. Kuş yuvası. KABUL Bir malı satın almak için kabul ettiğini bildiren sözdür. (Bak: İcab) KÂBUL Avcıların kemendi. KABULGÂH f. Kabul yeri. KABUL-İ ADEM Kalben ademi kabul etmektir. Hakkı inkâr etmek, hatalı bir hüküm ve itikattır. Hak mesleği kabul etmeyip indi ve şahsi görüşünü ileri sürerek başka bir yolda gitmektir, bir iltizamdır. İmânın zıddına şahsi görüşüne tâbi olmak, bâtılı kabul etmektir. KABURGA Göğüs kemiklerinin beheri. Göğüs kemiklerinin bel kemiğine bağlanmak suretiyle meydana getirdikleri şeklin bütünü. * Gemi, sandal, kayık gibi deniz nakil vasıtalarının hayvan kaburgasına benzeyen ve omurga üzerine kaldırılan eğri ağaçları. KABUS Uykuda ağırlık basması. Korkulu ve insanda hareket bırakmayan rüya. Karabasan. KABZ Tutmak. Ele almak. Kavramak. Almak. * Tahsil etmek. Teslim almak. * Amelde zorluk çekmek. * Kuşun süratle uçması. * Mülk. KABZ U BAST Ruhen sıkıntı. Daralma ve genişleme. Sıkıntı ve ferahlık. * Birini diğeri üzerine tercih etme. * Münkabız bir adama ferahlık ve sürurluluk vermek, sevindirmek. * Beyan ve ifâde etmek. * Uzun uzun ve etraflıca anlatmak. KABZA Kılınç gibi şeylerin tutacak yeri. Sap. * El, pençe. * Bir tutam, bir avuç şey. KABZA-İ TÎG Kılıncın kabzası, sapı. KABZ-I RUH Ruhun alınması. Ölmek. KABZIMAL Meyve ve sebze yetiştiricileriyle, satıcı arasındaki aracı. KÂC f. Küçük bir çeşit çam. KAD Gr : İsmiyye veya harfiyye olan bir kelimedir. İsmiyye olduğunda iki vecihle kullanılır. yerine muzari olur. Yetişir, kifayet eder mânasınadır. Yahut kelimesine müradif isim olur. Harfiyye olduğunda dâhil olduğu fiil, tahkik, ümid, rica, intizar, yakınlık, azlık veya çokluk ifade edebilir. KA'D Çuval. KAD' Men etmek, engel olmak. KÂD f. Hırs, tamahkârlık. KÂD Mahzun olma, hüzünlü ve kederli olma. KADAH Küçük toprak çanak. KADAH Çömlek içinde pişen yemeğin kokusu. KADANA Forsaların ayağına vurulan zincir. KADASTRO Fr. Bir ülkedeki arazi ve mülklerin alanını, sınırlarını ve yerini belirtip plânlama işi. KADD Boy, bos. KADD Ü KAMET Boy bos. KADDA' şiddetli. KADDAH Kadeh yapan. Kadeh yapıcı. * Zemmeden. Gıybet eden. Hicveden, yeren. KADDAHE Çakmak taşı. KADDESALLAH Allah mübarek ve mukaddes eylesin. KADDESE Takdis etti, takdis eder, takdis etsin, mutlu olsun (gibi mânada en mübarek bir şeyin kudsiliğini, kusur ve noksanlıktan uzaklığını, müberra olduğunu bildirir fiil.) KADD-İ BÂLÂ f. Yüksek, uzun boy. KADD-İ BÜLEND f. Uzun, yüksek boy. KADD-İ MEVZUN Mevzun boy, biçimli boy. KADD-İ MÜSTESNA Müstesna boy. Güzellikte emsalsiz ve benzeri olmayan endam. KADE Gr: Yardımcı fiillerdendir. Cümlede ifade edilen hükmün yaklaştığını bildirmek için söylenir. Mübtedâ ile haberin başına gelerek, birincisini isim adı ile merfu' kılar, haberini de mansub eder. Bu gibi fiillerin haberi muzâri olur. KA'DE Bir defa oturuş. Oturma. * Ist: Namazdaki bir defa oturuş. Teşehhüd için, Ettahiyyâtü duâsını okumak maksadı ile olan oturuş. Birinci oturuşa Ka'de-i ulâ, ikinciye de Ka'de-i âhire denir. KA'DEL Yağhane sepeti. KADEM Ayak. Adım. Metrenin üçte biri kadar olan uzunluk. Oniki parmak uzunluğu, yarım arşın. * Uğur. KADEM-BUS f. Ayak öpen. KADEME Derece, sıra. * Merdiven basamağı. KADEME KADEME Basamak basamak, derece derece. KADEME-İ ULÂDA İlk basamakta. Başlangıçta. KADEMÎ Ayakla alâkalı. Ayağa mensub. KADEMİYYE Ayak bastı parası. * Eskiden hükûmete ait bir davetiye veya emri tebliğ etmek için gönderilen memura, masrafları karşılığı olarak verilen ücret. KADEMKEŞ f. Ayağını çeken. Yanaşmayan, gitmeyen. KADEMNİH f. Ayak basıcı. KADEMNİHADE f. Gelmiş, ayak basmış olan. KADEMRAN f. Adım atan, ilerliyen. KADEMRENCE f. Lütfen kabul, tenezzül. KADER Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını ve sâir geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması. Takdir-i İlâhî. * Ezelî kısmet. * Tali'. Baht. Şans.(Kader ve cüz-i ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, halî ve vicdanî bir imanın cüz'lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yâni, mü'min her şeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenab-ı Hakk'a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için "cüz-i ihtiyarî" önüne çıkıyor. Ona: "Mes'ul ve mükellefsin" der. Sonra ondan sudur eden iyilikler ve kemâlât ile mağrur olmamak için "kader" karşısına geliyor. Der: "Haddini bil, yapan sen değilsin." S.)(... Eğer kader ve cüz-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i huzur ve kemal-i iman sahibi ise; kâinatı ve nefsini Cenab-ı Hakk'a verir, Onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüz-i ihtiyarîden bahsetsin. Çünkü, madem nefsini ve her şeyi Cenab-ı Hak'tan bilir, o vakit cüz-i ihtiyarîye istinad ederek mes'uliyeti deruhde eder, seyyiata merciiyyeti kabul edip, Rabbini takdis eder, daire-i ubudiyyette kalıp teklif-i İlâhiyyeyi zimmetine alır. S.)(İrade-i cüz'iye-i insaniye ve cüz'-i ihtiyariyesi; çendan zaiftir, bir emr-i itibarîdir, fakat, Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaif, cüz'î iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yâni, mânen der: "Ey abdim; ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes'uliyet sana aittir!" Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan. O'nu muhayyer bırakıp "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen. O Çocuk, yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette "Sen istedin" diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenab-ı Hak, Ahkem-ül-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini, bir şart-ı âdi yapıp irade-i külliyesi ona nazar eder. S.) KADERÎ Kader ile alâkalı. Kader, tali' nev'inden olan. KADER-İ İLÂHÎ Allah'ın takdiri. KADERİYE Kul, kendi yaptıklarının halıkıdır deyip ifrat ederek Hak mezhebinden ayrılan bir dalâlet fırkası. (Bak: mu'tezile) KADH Zemmetme, çekiştirme. Bir kimsenin ayıb ve kusurlarını söyleyerek gıybet etme. * Men'etmek, engel olmak. * Çakmak taşını çakmak. * Bir kimsenin işine halel vermek. KADIM(A) Kemirici hayvan. KADIRGA Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan harp gemilerinden biri. Kürek ve yelkenle kullanılırdı. Kadırgalar 25 oturaklı idi ve her küreği dörder adam tarafından çekilirdi. (O.T.D.S.) KADIZ Hep olduğu yerde kalan büyük fıçı. KADÎ Hâkim. Peygamber (A.S.M.) nâmına suçluyu ve suçsuzu ayırıp şeriatla hükmeden hâkim. * Kaza eden. KADÎ İYAZ Lâkabı: Ebu-l Fadl bin Musa el Yahsabî'dir. Muhaddislerin meşhurlarından ve edebiyatçılardan olup, 476 hicrî tarihinde Site kasabasında doğmuş, sonra Endülüse geçerek Kurtuba'da ve diğer ilim merkezlerinde ilim tahsili yapmıştır. Daha sonra Site kasabasında uzun bir zaman durmuş, bir ara Garnata şehrinde kadılık yapıp, son ömrünü geçirdiği Merakiş şehrine gidip hicri 544 tarihinde vefat etmiştir. Te'lifatı pek çoktur. Kitab-ül İkmâl, Envâr-ül Meşârik, Ettenbihat kitapları hadis ilminde meşhurdur. KADÎ NAİBİ Kadıların (hâkimlerin), gitmedikleri yerlere gönderdikleri vekiller. KADÎB (C.: Kıdbân) İnce ve düz fidan, dal veya çubuk. * Erkeklik âleti. KADÎD Kurutulmuş et. * Pek zayıf, kuru ve çelimsiz insan. * Etleri dökülmüş olup yalnız kemikten ibaret olan gövde. İskelet. KADÎH Tencere dibinde arta kalan. KADİH(A) (Kadh. dan) Bir kimse hakkında kötü söz söyleyen. Zemmedici, çekiştirici, kötüleyici. KADİ-L KUDAT Kadıların kadısı. En büyük kadı. Kazasker veya şeyhül islâm makamında bulunan kimse. KADİM (A, uzun okunur) Ayak basan. Ulaşan. Varan. * Azanın mukaddemesi olan insanın başı. KADÎM Eski zaman. * Başlangıcı olmayan. Uzun zamandan beri var olan. * Evveli bilinmeyen hâl ve keyfiyet. KADİME Ordunun ileri karakolu. * Kuşun kanadının ön tarafındaki uzun tüyleri. KADÎMEN Eskiden beri. Kadim olarak. KADÎMÎ Eskiden beri var olan. Eski. KADİR Bir işi yapmaya gücü yeten. Kudret sâhibi ve herşeye kudreti yeten. (Allah C.C.) KADÎR Mukaddir. Muktedir. Kudreti mutlak olan ve her hususa muktedir olan. Nihayetsiz kudret sahibi. (Allah C.C.)(İnsan kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeğe müştak olduğu gibi, Cemil-i Zülcelâli de görmeğe müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyâret etmek için o menzilin kapısını açmağa muhtaç olduğu gibi, berzaha göçmüş yüzde doksandokuz ahbabını ziyâret etmek ve firak-ı ebediden kurtulmak için koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acâib olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadir-i Mutlakın dergâhına ilticaya muhtaçtır. İşte şu vaziyette bir insana Hakiki Ma'bud olacak; yalnız her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her şeyin yanında nâzır, her mekânda hâzır, mekândan münezzeh, acizden müberra, kusurdan mukaddes, nakıstan muallâ bir Kadir-i Zülcelâl, bir Rahim-i Zülcemâl, bir Hakim-i Zülkemâl olabilir. S.) KADİR ALAYI Tar: Kadir gecesi padişahların saraydan çıkıp, civardaki camilerden birinde namaz kılmaları münâsebetiyle yapılan merâsim. KADİR GECESİ (Bak: Leyle-i Kadir) KADİR-AŞİNA Değer ve kadir bilen. KADİRDAN f. Kadirbilir. Değerbilir. KADİR-DANLIK Kadirbilirlik. Herkesin mertebesini bilip ona göre muamele yapan. Kadir ve kıymet bilen. KADİR-ENDAZ f. İyi ok atan ve attığı her oku hedefe isâbet ettiren kimse. KADİRÎ Abdülkadir-i Geylanî Hazretlerinin yolunda olan, onun tarikatına mensub. olan. (Bak: Geylanî) KADİR-ŞİNAS f. Kıymet ve değerden anlayan. Değerli kimseleri tanıyabilen. KADÎ-ÜL HÂCÂT Bütün ihtiyaçları yerine getiren Hâkim. Allah (C.C.) KADİYE Azlık. Az cemaat. KÂDİYE Soğuk. * Afet, belâ. KADKEŞİDE f. Boy atmış, uzamış. Boyu uzamış. KADR İtibar. Değer, kıymet. Haysiyet. Derece miktarı. Miktar. Meblağ. Takat. Takdir, rızkı taksim eylemek. Gına. KADR SURESİ Kur'an-ı Kerim'de 97. sure olup İnna Enzelna diye de söylenir. KADRO ing. Bir işin yürütülebilmesi için icab eden bir cinsten şeylerin, bilhassa insanların tamamı veya bütünü. KADR-ŞİNAS (Bak: Kadir-şinas) KADUM (C.: Kudm) Keser. * Şam yakınında bir köyün adı. KADV Yemeğin kokusu iyi olmak. KADY Yemeğin kokusu güzel olmak. KAF Ufuk. * karfinin ismi. * Bir dağ adı. KA'F (C.: Kıâf) Ayağı sert olarak basmak. * Ayak ile toprağı yerinden koparıp küremek. * Kap içindeki suyun tamamını içmek. * Koparmak. KAF SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 50. suresidir. Bâsikat ismi de verilir. Mekkîdir. KAFA (C.: Akfâ) Baş. Kafa. * Ense, arka. * Akıl, zekâ, anlayış. KAF'A Yağcılar tokmağı. * Hurma kabuğundan yapılan, zenbile benzer kulpsuz bir nesne. KAF'A Yumuşak kuru ot. * Parmakları soğuktan dökülmüş ayak. KAFADAR f. Arkası sıra giden, peşinden ayrılmayan. * Kafaları birbirine uyan, kafaca birbirine denk olan arkadaş. KAFAR Katıksız ekmek. KAFAVE Sütten yapılan azık. KAFAVÎ Kafa ile alâkalı. KAFD Bileğin eğri olması. KAFDER Çirkin yüzlü, katı başlı kimse. KAFEDAN Attarların eczâ koydukları kese veya torba. KAFENDER Çirkin yüzlü, katı başlı kimse. KAFER Zayıf ve etsiz olmak. KAFES Tel, ince demir veya ağaç çubuklarından yapılan ve içine kuş ve saire konulan şey. * Dışardan içerisi görünmesin diye, ince tahta çubuklarından yapılıp harem pencerelerine takılan siper, * Ahşap bir binanın kaplama ve sıvası olmaksızın direklerden ibaret taslağı. KAFF Parmak arasına birşey gizlemek. * Ot kurutmak. KAFFAF Parmakları arasında birşey gizleyip çalan kimse. KAFFAL Çilingir. Anahtarcı. KAFFAN Büyük terazi. KÂFFE Hep. Bütün. Cümle. KÂFFE-İ EF'AL Bütün işler. KÂFFE-İ EFRÂD Bütün fertler. KÂFFETEN Bütünü. Hepsi birden. KAFH (KIFÂH) Başa vurmak. * İçi boş olan şeyi vurmak. KAFÎ Birine uyup peşinden giden. KÂFİ Kifayet eden. Vâfi, başka şeye ihtiyaç bırakmayan. Yeten, yetişen, elveren. KAFÎL Kuru ağaç. * Parça parça olmuş ot. * Kamçı. Bir otun adı. KÂFİL Birinin yerine ödemeyi kabul eden. Kefil olan. KAFİLE (A, uzun okunur) Birlikte sefere çıkanların cemaatı. Kervan. KAFİLE-SÂLÂR f. Kafile reisi. Kafile başı. KAFÎNE Kafasından kesilen koyun. KAFÎR Hayvan tersi. KÂFİR Hakkı görmeyen ve örten. İyilik bilmeyen. Allah'ı inkâr eden. Dinsiz. İmanın esaslarına veya bunlardan birine inanmayan. Mülhid.(Arkadaş! İman, bütün eşya arasında hakiki bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihad rabıtalarını te'sis eder.Küfür ise, bürudet gibi bütün eşyayı birbirinden ayrı gösterir ve birbirine ecnebi nazarıyla baktırır. Bunun içindir ki, mü'minin ruhunda adavet, kin, vahşet yoktur. En büyük bir düşmaniyle bir nevi kardeşliği vardır. Kâfirin ruhunda hırs, adavet olduğu gibi nefsini iltizam ve nefsine itimadı vardır. Bu sırra binaendir ki, dünya hayatında bazan galebe kâfirlerde olur. Ve keza kâfir, dünyada hasenatının mükâfatını (filcümle) görür. Mü'min ise, seyyiatının cezasını görür.Bunun için dünya kâfire Cennet (yani âhirete nisbeten), mü'mine Cehennemdir. (Yani saadet-i ebediyesine nisbeten). Yoksa dünyada dahi mü'min yüz derece ziyade mes'uttur, denilmiştir.Ve keza iman, insanı ebediyyete, Cennet'e lâyık bir cevhere kalbeder. Küfür ise ruhu, kalbi söndürür. Zulmetler içinde bırakır. Çünkü, iman, kabuğunun içerisindeki "lübb"ü gösterir. Küfür ise, lübb ile kabuğu tefrik etmez. Kabuğu aynen "lübb" bilir ve insanı cevherlik derecesinden kömür derecesine indirir. M.N.) KÂFİRANE f. Kâfire yakışır şekilde, kâfir gibi. KÂFİR-İ Nİ'MET Nankör. Nimeti inkâr eden. KÂFİRÛN Kâfirler. KÂFİRÛN SURESİ Kur'an-ı Kerim'de 109. sure olup El-Kâfirûn da denilir. KAFİYE Tâbi olan şey. * Herşeyin son tarafı. *Edb: Manzum yazılan satırların ses bakımından sonlarının aynı olması. (Yaman, duman, saman... gibi.) KAFİYEPERDÂZ f. Kafiye uyduran. Şair, nâzım. KAFİYEPERESTLİK Kafiye için safiyeyi feda edecek derecede kafiyeye ehemmiyet vermek. Birinci derecede kafiyeyi düşünüp, mânayı arka plana atmak. KAFİYESENC f. Kafiye dizen. Nâzım, şair. KAFİZ (C: Kufzân-Akfize) Ölçek. KAFKAF şarap, hamr. KAFKAF şahtere otu. KAFKAFE Titremek, titretmek. KAFN Kafa. KÂF-NUN TEZGÂHI (Risale-i Nur Külliyatında geçen bir tabirdir) Allah'ın Kün emriyle her işin olması. (Kün ) "Ol" emri olan bu kelime "Kâf" ve "Nun" harfleri ile yazıldığından böyle denilmiştir. KAFR Arz. Çöl. Beyâban. KAFS Sıçramak. * Hafiflik. * Sevinç, neşat. * Hayvanın ayaklarını bağlamak. KAFS Zorla birşey almak. * Gadap, hiddet. * Mevt, ölüm. KAFSAL Arslan. KAFŞ Yemekten lezzet alma, fazla yemek yemek. * Pabuç. * Cem'etmek, toplamak. KAFŞELİL Kepçe. KAFTA Cima etmek. KAFTAN Ekseriya mükâfat ve taltif olarak giydirilen süslü üstlük elbise. Hil'at, esvab. KÂFUR Beyaz ve yarı şeffaf, kolaylıkla parçalanan bir madde. Sert, güzel kokulu, katı ve yağlı bir madde. * Cennette bir kaynak ismi. KAFUR (KUFUR) Hurma çiçeğinin kılıfı. KAFV Bir kimsenin ardına düşüp ittibâ etmek, ona tâbi olup uyma.KAFY : Uymak. * Kafasına vurmak. KAFZ (KAFAZÂN) Sıçramak. KAFZEA (C: Kafâzi) Başın çevre yanlarının saçı. KÂGAZ f. Kâğıt. KAGŞAR Yıkılmak üzere. Yıkılıp harabolmaya yüz tutmuş. KAĞITHANE Kâğıt fabrikası. * İstanbul'da vaktiyle böyle bir fabrikanın bulunduğu yerdeki mesire. KAĞNI (Kağlı) İki tekerleri dingille sâbit öküz arabası. KAH Sultan. KÂH f. Köşk, kasır. * Tek oda. Bir gözlü oda. * Yüksek binâ. KÂH f. Saman. Saman çöpü. KAHA Ev ortası, saha. KAHAL Koyunların derisini kurutan bir hastalık. KAHAME İlerlemiş yaşlılık. KAHB Yaşlı, ihtiyar. * Büyük dağ. KAHBA (KAHBE-KUHBE) Kırmızısı çok olan beyaz nesne. KÂHBAN f. Harman bekçisi. KAHBE Namussuz kadın. Fâhişe. * Mc: Hilekâr, kalleş ve sözünde durmaz adam. KAHD Koyunun beyaz kuzusu. * Açılmamış nergis. KÂHDAN f. Samanlık. İçine saman doldurulan oda. KAHDE (C.: Kıhâd) Devenin hörgücü dibi. KAHF Kap içindeki suyun tamamını içme. KÂHGİL f. Samanlı sıva çamuru. KAHHAR Galib-i Mutlak ve her an kahretmeğe muktedir olan Allah (C.C.) Hak Celle ve A'lâ'nın esmâ ve sıfâtındandır. KAHHARANE Kahharcasına. Kahredercesine. KAHİF Şiddetli yağmur. KÂHİL Saçına ak düşmüş adam. Yaşlı, ihtiyar. Tembel. KÂHİLANE f. Tembelce, tembelcesine, tembel olana yakışır surette. KÂHİN Karışık ve tahmini sözlerle gaibden haber verdiği söylenen kimse. Haberci. Falcı. * Âlim.(Kâhinlere gaybi haberleri getirmek için şeytanlar, tâ semavata çıkıp kulak veriyorlar, yarım yamalak yanlış haberler getiriyorlar diye tefsirlerdeki ifadelerin bir hakikatı şu olmak gerektir ki; semavat memleketinin pâyitahtına kadar gidip o cüz'i haberi almak değildir. Belki cevv-i havaya dahi şumulü bulunan semavat memleketinin (teşbihte hata yok) karakol haneleri hükmünde bazı mevkileri var ki, o mevkilerde Arz memleketi ile münasebetdarlık oluyor, cüz'i hadiseler için, o cüz'i makamlardan kulak hırsızlığı yapıyorlar. Hatta kalb-i insani dahi o makamlardan birisidir ki, melek-i ilham ile şeytân-ı hususi, o mevkide mübareze ediyorlar. Ve hakaik-ı imaniye ve Kur'aniye ve hadisat-ı Muhammediye (A.S.M.) ise, ne kadar cüz'i de olsa, en büyük, en külli bir hadise-i mühimme hükmünde en külli bir daire olan Arş-ı Azamda ve daire-i semavatta (temsilde hata olmasın) mukadderat-ı kâinatın mânevi ceridelerinde neşrolunuyor gibi her köşede medâr-ı bahsoluyor, diye beyan ile beraber, kalb-i Muhammediden (A.S.M.) tâ daire-i Arşa varıncaya kadar ise, hiçbir cihetle müdahale imkânı olmadığından, semavatı dinlemekten başka, şeytanların çaresi kalmadığını ifade ile, Vahy-i Kur'ani ve Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) ne derece yüksek bir derece-i hakkaniyette olduğunu ve hiç bir cihetle hilâf ve yanlış vahy ile ona yanaşmak mümkün olmadığını, gayet beliğane, belki mu'cizane ilân etmek ve göstermektir... L.) KÂHİNANE f. Kâhin gibi ve ona benzer şeklide haberler veren. Bir nevi zan ile gaibden haber verir gibi. KÂHİNE Kadın kâhin. KAHİR (A, uzun okunur) Üstün gelen. Yenen. Galip gelen. * Zorlayan. Mecbur eden. KAHİR-ÜL EŞRÂR Şerleri ve kötülükleri ortadan kaldırıp yok eden. Haydutları kahreden. KAHİR-ÜS SÜMUM Panzehir. KAHİT Şiddetli kıtlık olan sene. KAHİZ Müşkil, zor nesne. KAHKAHA Yüksek sesle ve çokça gülme. KAHKAHA' Öldürücü bir yılan. KAHKAHAZEN f. Kahkaha atan, fazlaca yüksek sesle gülen. KAHKAR Katı, sert, sağlam taş. KAHKAR Taş. KAHKARA Geri geriye gelme, dövüşerek çekilme. KAHKARÎ Birdenbire geri dönme, aniden arkaya dönme. * Geri çekilmekle ilgili, geri dönmekle ilgili. KAHKARİYE Geri dönme. Rücu'. KAHL Göze sürme çekmek. KAHL Zemmetmek. * Nimete nankörlük etmek. KAHL (KUHUL) Kurumak. KAHLESE Yuvarlak baş. KAHM (Kuhum) : Düşünmeden kendini bir iş içine atmak. (:::) (Bak: Kahbe) KAHR Zorlama. Cebir. * Ezme. Mahvetme. * Fazlaca üzüntü. Keder içine işleme. * Cenâb-ı Hakkın şiddetli ve azab verici vasıflarının tecellisi. (Kahr, lütfun zıddıdır.) (Bak: Celal) KAHR Yaşlı, ihtiyar kişi. * Yaşlı at. * Yaşlı deve. KAHRAMAN (C.: Kahramanan) f. Yiğit, cesur, bahadır. * Fars mitolojisinde Rüstem'in yendiği kişi. * İş buyuran, hüküm sâhibi. KAHRAMANAN (Kahraman. C.) f. Kahramanlar. Cesur kimseler, yiğitler. KAHRAMANANE f. Kahramanca, yiğitçe, cesurane. KAHRAMANÎ f. Yiğitlik, kahramanlık, cesurluk. KAHREBAN Kehribar. KAHRENÎ Kahr ile, zorla. Ezerek, cebren. KAHR-I DEHR Dünyânın ve zamanın kahrı. KAHR-I HİDDET Hiddetin ve kızgınlığın yıkıcı galebesi. KAHT Kıtlık. Kuraklık. Kuraklıktan dolayı mahsulün yetişmemesi. KAHT Ü GALÂ Yokluk. Kıtlık. Fakirlik. * Pahalılık. KAHT-I RECUL (Kaht-ı rical) Adam kıtlığı. Değerli devlet ve siyaset adamlarının yokluğu. KAHUS Uzun boylu erkek. KAHVALTI t. Sabah ve ikindi vakitleri yenilen hafif yemek. KAHVE şarap. * Hâlis süt. * Kahve. * Güzel koku. * Bolluk, bereket. * Kahvehane. KÂHYA Büyük konaklarda ev işlerini idare eden kimselerle san'at ve ticaret sahiplerinin işlerine bakmak üzere hükümet tarafından seçilen kimselere eskiden verilen addır. KAHZ (Ok atmak. * Sıçramak. * Yarmak. KAHZ (KIHZ) İbrişim karışıklı beyaz bez. KAIF Yeri kazıp götüren, toprağı sürükleyen yağmur. KAILE (C.: Kavâil) Dağ başı. KAİB (C.: Kevâib) Tomurcuk memeli kız. KAİBE Hüzün ve gamdan perişan olmak. KAİD (Kuud. dan) Oturan, oturucu, oturmuş. KAİD (A, uzun okunur) Süren. Sevkeden. * Koyunların önünden giden ve "Küsem" denilen koyun. * Yedeğine alıp çeken. Çavuş. Serasker, kumandan. * Sıradağ. * Geniş ark. KAÎD (C.: Kavayid) Çekirge. * Ulu, yüce kişi. KAİDAN (Kaid. C.) Kumandanlar, komutanlar, seraskerler. KAİDE Esas. Temel. Düstur. Nizam. Yol. Ayaklık. * Dip taraf. * Bir şeyin meydana gelmesine şart ve düstur olan husus. * Bir ilim ve fennin düsturlarından her biri. * Fık: Hayızdan ve çocuktan kesilmiş kadın. KAİDE-İ KÜLLİYE Açık ve sarih olan kaide ve hüküm. Herşey hakkında tatbik edilebilen, umumi kaide. KAİDE-İ RABT Bağlama kaidesi, bağlama cümlesi. KAİDEN Oturarak, oturduğu hâlde. KAİDEŞİKEN f. Kaide ve usullere uymayarak. Kuralları çiğniyerek. KAİDEŞİKENÂNE f. Usul ve kaideye riayet etmeyerek, kuralları çiğneyerek, kaideyi bozarak. KAİDETEN Kaide ve hükümlere göre. Kurala uygun olarak. KAİDEVÎ Kaide ve kural ile alâkalı. * Mat: Tabana ait. KAİD-ÜL CEBEL Dağın çıkıntısı, burnu. KAİD-ÜL CEYŞ Orduyu, askeri idare ve sevkeden. Kumandan. Serasker. KAİL Söyleyen. Anlatan. Nakleden. Söz sahibi. İnanmış. * Boyun eğmiş. Rıza göstermiş, razı olmuş. KAİM Ayakta duran. Mevcut. Baki. * Vaktini ibadetle geçiren. KAİME Uzun bir kâğıda yazılan ferman. * Kitap yaprağı. * Kâğıt para. KAİMEN Ayakta durarak. Yıkılmamış. * Canlı olarak. KAİM-MAKAM Birinin yerine geçen. Kaymakam. Bir kazayı (İlçe) idâre eden memur. Osmanlılarda, binbaşı ile miralay arasındaki askeri rütbe. Yarbay. KÂİN Olan. Var olan. Bulunan. Mevcut. KÂİNAT Var edilen şeylerin hepsi. Yaratılanlar. Mevcudat. Âlemler. KÂİNAT-EFRUZ f. Kâinatı süsleyen, cihanı donatan. KÂİNAT-I NÂİME Uyuyan kâinat. KAÎR Daha derin, çok derin. KAÎS Çok yağmur. KÂJ f. Eğri, bükülmüş. * Şaşı. KAK Uzun, tavil. * Alaca karga. KA'K Kuru ekmek. Peksimet. KA'KA Kuru, yâbis. Meşakkatli yol. * Yemame'den Kûfe'ye giden geniş yol. KA'KA' Korkak, zayıf kişi. KA'KAA Silâh çatırtısı. Kılınç veya süngü gibi silâhların birbirine çarpmasından çıkan ses. KA'KEA Men'etmek, engel olmak. * Hapsetmek. KAKUM Kürkü makbul bir cins kedi. KAKUNC Kanbel otu. (İt üzümünün bir nevidir.) KAKUZE (C.: Kavâkiz) Boş maşrapa. KAKÜL (Kâgül) f. Alnın üzerine sarkıtılan kısa kesilmiş saç. KAL (A, uzun okunur) Söz. KAL' Bir şeyi kökünden çekip koparmak. * Kendisinden iyi kalay çıkan maden. * Azletmek. Bir tarafa ayırmak.(... İşte bak: şu cezire-i vasiada vahşi ve âdetlerine mutaassıb ve inadcı muhtelif akvamı ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-yi vahşiyanelerini def'aten kal' u ref' ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medeni ümeme üstad eyledi... M.N.) KAL U KÎL Dedi denildi şeklindeki nakiller. KALA Buğz, adâvet. KAL'A Kale. Eskiden yapılan büyük merkezlerin ve şehirlerin bulunduğu etrafı duvarlarla çevrili ve düşmanın hücumundan muhafaza edilen yüksek yerlerde inşa edilmiş yapı. * Çobanın çantası. * Hurma ağacının dibinden kesilen taze fidan. KÂLA f. Kumaş. * Ev eşyası, giyim eşyası. * Sermaye, anamal. KAL'A-BEND f. Bir kale içinde yaşamağa mahkûm olmuş olan. Kal'aya bağlanmış. KAL'A-DÂR f. Kale koruyucusu, kal'a muhafızı. Dizdar. KALAFAT Vaktiyle Yeniçeri Ağasının giydiği kırmızı bir başlık. KALAFAT Geminin tahtalarının aralıklarını üstüpü vs. ile doldurup üzerine zift sürme işi. * Sahte süs, düzen. KAL'A-GİR f. Kale tutan. KALAH Diş sarılığı. * Sarık uzunluğu. KALAİD (Kılâde. C.) Gerdanlıklar. * Akarsular. KALAİL (Kalil. C.) Az şeyler, kaliller. KALAK Can sıkıntısı. Gönül darlığı. Kararsızlık. * Zahmet. Meşakkat. KAL'A-KÜŞA f. Kale zapteden. KALALİB (Kullâb. C.) Çengeller, kancalar. Uçları eğri olup bir şeyler asmağa yarayan demirler. KALÂNİS Takkeler, külâhlar. KALÂNİSÎ Takkeci. KAL'A-NİŞİN f. Kalede oturan. KALANSUVE (KULENSİYE) (C.: Kalânis-Kalânis-Kılâs) Takke, külâh, kavuk. (Bak: Kalensüve) KALANTOR Zenginliğini göstermeye özenen kellifelli ve şişman adam. KALAR f. Büyük sel yarıntısı. KALAVRA Eskimiş meşin eşya veya yamalı ayakkabı. KALAYE Kilise odası. KALB Vücudun kan dolaşımı merkezi. Yürek. * Gönül. * Herşeyin ortası. * Bir halden diğer bir hale çevirme. Değiştirme. *İmanın mahalli. * Fuâd, sıkt-ül ilim, tâbut-ül ilim, beyt-ül hikmet, via-i ilim de denilir. (Dâima değiştiği ve hareket halinde olduğu için kalb ismi verilmiştir.) Bir şeyi geri döndürmek ve çevirmek. * Yüreğe vurmak veya dokunmak. Gönüle dokunmak. * Bir şeyin içini dışına ve dışını içine çevirmek. * Aks ve tahvil.(Ehl-i tahkik indinde; çam kozalağı şeklindeki cismanî et parçasına taalluk eden letaif-i Rabbaniyedir. Bütün kuvvetin mebdeidir. Dimağ ise; bütün hislerin mebdeidir.)(Kalb, imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sâni'i arayan ve isteyen ve Sâni'in vücudunu delâili ile ilân eden, kalb ile vicdandır. Zira kalb, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze mâruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik, emellerin tenmiyesi (nemâlandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramağa başlar. Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir. Demek, kalbin sem' ve basara hakk-ı takaddümü vardır.Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir latife-i Rabbaniyyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma'kes-i efkârı, dimağdır. Binaenaleyh, o latife-i Rabbaniyyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki; o latife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki bütün aktar-ı bedene mâ-ül hayatı neşreden o cism-i sanevberî bir makine-i hayattır; ve maddî hayat onun işlemesi ile kaimdir. Sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar. Kezalik o latife-i Rabbaniye a'mâl ve ahvâl ve mâneviyatın hey'et-i mecmuasını hakikî bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u imanın sönmesi ile mâhiyeti, meyyit-i gayr-i müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır. İ.İ.) (Bak: Hiss-i sâdis) KALBEN İçten, kalbden, yürekten, gönülden. Samimi olarak. Kendi kendine. KALBGÂH f. Ordunun sağ ve sol kanadlarının ortası. Merkez bölümü. * Canevi. KALBÎ İçten. Yürekten. Kalbe ait ve müteâllik. Samimiyetle. Riyâsızca. KALB-İ ÂHENİN Demir gibi metin ve sağlam olan kalb. KALB-İ HABİDE Uyumuş kalb. KALB-İ HARÂB Harab olmuş gönül. KALB-İ MECRUH Yaralı kalb. KALB-İ METRUK Terkedilmiş kalb, bırakılmış gönül. KALB-İ MUNTAZAM Edb: Harfleri ters okunduğu zamanda da bir mâna çıkan kelimedir. Meselâ: "Reşat, taşer" gibi. KALB-İ MUZTARİB Iztırab çeken kalb. KALB-İ NÂ-ŞÂD Hüzünlü gönül, kederli kalb. KALB-İ SELİM Temiz gönül. KALBOLMA t. Başka hâle gelme. Değişme. KÂLBÜD f. Kalıp, şekil. * Gövde, beden, insan veya hayvan cesedi. KALBZEN f. Kalpazan. Sahte para basan. * Yalancı. KALD Gümüş bilezik. KALE Söz söylemek. KALE f. Kumaş. * Ham kavun, kelek. KALE (Bak: Kal'a) KALE (A, uzun okunur) Dedi. O söyledi. KALEB (C.: Kavâlib) Kalıp. KALEB Dudak dışarıya sarkmak. KALEBE Hastalık. İllet. KALEHZEM Yeyni, hafif. * Suyu çok olan büyük deniz. KALE-KÎLE Dedi-denildi şeklindeki nakiller. KALEM (C.: Aklâm) Kamış. Yazı için ucu inceltilen bir nevi ince ve sert kamış. * Yazı yazmak için kullanılan her türlü âlet. * İfâde. Üslub. * Mâden, taş ve tahta üzerinde oymak için ucu sivri çelik âlet. * İnce boya, fırçası. * Yazı enva'ı. * Resim. Nakış. * Resmi dâirelerde kâtiplerin çalıştıkları oda. * Ağacı aşılamak için kullanılan ucu kalem gibi yontulmuş ince çöp. * Çiçek ve sâir hastalıklara karşı kullanılan aşıyı hâvi ufak şişe. * Ok. KALEM SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 68. suresinin ismidir. Mekkîdir. KALEMDAN f. Kalem kutusu, kalemlik. KALEMEN Yazı ile, kalem ile. * Sayıca, sayı bakımından. KALEMGİR f. Yazı yazarken kalemin kâğıda takılmadan rahatlıkla kayması. KALEMÎ (Kalemiyye) Kalemle alâkalı. Kalemle münâsebet ve alâkası olan. KALEMİYYE Eskiden kalemlerde yazı karşılığı olarak alınan para. KALEMKÂR f. Tülbent veya ince kumaş üzerine fırça ile şekiller yapan yazmacı. * Maden üzerine kazarak şekiller yapan kimse. * Duvar veya tavanlara süs yapan, nakkaş. KALEMKÂRÎ f. Resimcilik, ince nakkaşlık. * İnce nakkaşın elinden çıkmış. KALEMKEŞ f. Yazan, yazıcı, yazar, müellif. * Çizen. * Yazıda silinti yapan. KALEMREV f. Bir hükümdar veya hükümetin hükmünün geçtiği yer. KALEMZEDE f. Yazılmış, kaleme alınmış. KALEMZEN f. Yazan, yazıcı, kâtib. KALEN (A, uzun okunur) Söylemek suretiyle. Söyleyerek. KALENDER f. Dünyayı terkederek elini çekip Allah yolunda giden kimse. * Dünyâdan elini çekip herşeyi hoş gören kimse. * Dünya alâkalarından uzak, alâyişe aldanmaz hakikat adamı. Filozof. KALENDERÂNE f. Kalenderce. Kalender olan bir kimseye yakışır surette. KALENDERÎ f. Feylesofluk; kalenderlik; dervişlik; serserilik. * Edb: Halk edebiyatı tâbirlerindendir. Halk şâirleri "mef'ulü, mefaîlü, mefaîlü, feûlün" vezninde tanzim ettikleri gazele bu adı verirler. KALENSÜVE Üzerine sarık sarılarak başa giyilen külâh. * Mantarın başlığı, tablası. KALES Kusuntu. KALET (C.: Kılât) Helâk olmak. * Dağlarda, içinde su biriken çukur. * Göz çukuru. * Baş parmağın dibinde olan çukur. KALFA Sarayla konaklardaki cariyeler hakkında kullanılan bir tâbir idi. Konaklarda bu tâbir, daha çok bunların eskileri ve yaşlıları hakında kullanılırdı. Gençlerine "kız" denilir ve adlarıyla çağrılırlardı. * Eski tarz mekteblerde öğretmen yardımcısı. * Bir san'atta usta ile çırak arasındaki işçi. KALGAY Eskiden Kırım Hanlığı'nın veliahtlerine verilen ünvan. KALH Ferc. KALH Eşek anırtısı. Aygır kişnemesi. KALHEBAN Uzun, tavil. KALHEBE Beyaz bulut. KALIB (Ka, uzun okunur) Hususi bir biçim, bir şekil alması istenen bazı şeylerin konmasına mahsus araç. (Buz kalıbı, çizme kalıbı gibi) * Hususi surette dökülmesi istenen şeylere mahsus zarf. * Beden, vücut, gövde. * Şekil ve suret nümunesi, örnek. * Bir kalıba dökülmüş veya kalıptan çıkmış şey. KALİ f. Halı. KALİ' (Kal. dan) Kökten söküp atan. Kökünden çıkaran. KALÎ Dedikoducu, gıybet eden, çekiştirici. * Söylemekle. Söylenmiş. Söz olarak. Söze dair ve müteallik. KÂLÎ Veresiye satmak. KAL'-İ EŞCAR Ağaçların sökülmesi. KALÎB Kuyu, çok eski zamandan kalmış kuyu. KÂLİB (KELİB) İt tutan kimse. Köpeğe av tâlim ettiren kimse. KALİÇE f. Küçük halı. KALİF Sünnet olmamış kimse. KALÎF Hurma kabuğu. KALİFİYE Fr. Yetişmiş usta, işçi vs. KÂLİH Katı, şiddetli, şedid. KALİL Az. * Bodur kimse. KALİLEN Az olarak. KALİL-ÜL BİDÂA Sermayesi az. KALİTA ing. Eskiden kalyon cinsinden yük gemisi. KALİTE Fr. Vasıf. KALİYYE Tava kebabı. * Kavrulmuş. KALİZEM Kuyu. * Suyu çok olan deniz. KALKADİS Siyah boya. KALKAL Deprenmiş, hareket etmiş. KALKALE Bir şeyi titretmek. * Tecvidde: Okurken harflerin üzerinde birden durarak harfi, mahrecinden çıkar çıkmaz kesmek suretiyle bu harfleri tekrar okumak. Kalkale ile okunan harfler şunlardır: Kaf, tı, ba, cim, dal. (Hakk kelimesinde okunduğu gibi) KALLA' Beylere koğuculuk yapan yalancı. * Halk içinde tanınmak için kendine bir alâmet yapan kimse. KALLAB (Kalb. den) Düzenbaz, hilekâr. * Kalpazan. Sahte para basan kimse. KALLAS Takke dikici, takke diken. KALLAŞ Kalleş. Hileci, dönek. KALLAVÎ Vaktiyle vezirlerin giydikleri bir cins kavuk. KALLE Az olmak. KALLEYS San'a şehrinde bir kilise. KALLİ t. Sözlü. Dil ile. KALLİDNÂ Boynumuza geçir, tak (manâsındadır). KALM Kesmek. KALMES Ulu kişi, seyyid. KALORİ Lat. Bir kilogram suyu bir derece ısıtmak için lâzım olan ısı miktarı. * Gıdaların vücuda yarayışlı olması ve hararet vermesi bakımından değeri. KALP t. Hileli. Sahte. Taklit. * Yalandan cesaret satan korkak adam. * Yalancı. Kendisine güvenilmez olan. KALTABAN f. Namussuz. Pezevenk. KALÛ (A, uzun okunur) Dediler. Onlar söylediler (meâlinde fiil). KALÛ BELÂ Cenab-ı Hak ruhları yaratıp, onlara Rabbiniz değil miyim, meâlinde: "Elestü Bi-Rabbiküm" buyurduğunda, ruhlar: "Evet Rabbimizsin" meâlindeki Kalu Belâ diye cevap verdiklerini bildiren Kur'andaki bir tâbirdir. (Bak: Bezm-i elest) KÂLUC f. Küçük parmak. * Güvercin kuşu. KALUS (C.: Kulus-Kalâyıs) Ayakları uzun genç deve. * Yüksek. * Murdarlıklar akan çay. Kirli ırmak. KÂLUS f. Ahmak, ebleh, akılsız. KÂLUSANE f. Akılsızcasına, ahmakçasına. KALUŞE f. Çömlek. * Tencere. KALY Et ve buğday kavurmak. * Buğz, adavet, düşmanlık. KALYAN f. Nargile. KALYON Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan yelkenli ve kürekli harp gemilerinden biri. KA'M (C.: Kiâm) Devenin ağzını bağladıkları şey. * İçinde silah saklanan kap. * Bağlamak. * Öpmek. KAM' Kahretmek. Zelil etmek. * Zabtetmek. Ezmek. Kırmak. * Hasta etmek. * Başına vurmak. * Bir sese kulak verip dinlemek. * Ağzı dar olan bir şeyin içine huni ile akıcı maddeyi koymak. * Huni. KÂM f. İstek. Arzu. Maksad. Murad. Dilek. Lezzet. * Ağzın üstü. Damak. * Koyun, sığır ağılı. * Ağaç kilit. KÂM NA KÂM f. İster istemez. KÂM U NÂKÂM Elbette, ister istemez. KAMA İki tarafı keskin, ucu sivri ve enli bıçak. * Duvara veya keresteye çakılan büyük tahta çivi. * Ağaç, kütük ve sâireyi yarmak için kullanılan ucu ince, arka tarafı kalın ağaç veya demir takoz. KAMAKIM (Kumkuma. C.) İçlerine mürekkep, zemzem gibi şeyler konulan yuvarlak testiler. KAMAME Süprüntülük. KAMARA Vapurlarda mevki sayılan odalar ve salonlar. * Gemide kaptan gibi erkâna mahsus odalar. * Buğday ve arpa gibi mahsul demetlerinden harman yerinde yapılan küme. * Avrupa devletlerinde millet meclisi. KAMARÎ (Kumriye. C.) Dişi kumrular. KAMAROT Vapurlarda kamaraların hizmetini gören adam. KAMATIR (KAMTARİR) Katı, sağlam. KÂMBAHŞ f. Herkesin isteğini yerine getiren. * Bağışçı, ihsan edici. KAMBER (Bak: Kanber) KÂMBİN f. Merâmına erdiren. İsteğine kavuşturan. KÂM-BİNAN (Kâm-bin. C.) f. Bahtiyarlar, mesutlar, mutlu kimseler. KÂM-BİNÎ f. Bahtiyarlık, saadet, mutluluk. KAMCERE Islah etmek. KÂMCU f. İsteğini ve meramını arıyan. Maksadına ve gayesine ulaşmak isteyen. KAME (C.: Kumme) Başını sudan kaldıran davar. KÂME f. Arzu, istek, meram, gaye, maksad.KAM'E $ (Kumu') : Hakaret. KAMEA (C.: Kamâ) Büyük gök sinek. * Gözün kirpikleri diplerinde çıkan sivilceler. KAMED Binanın temeli. KAMEL Bitli kişi. * Karnın büyük olması. KAMEN Lâyık. KAMENCER Yaycı, kavvas. KAMER Gökteki ay. Hilâl. * Ay ışığında uyumayıp uyanık durmak. KAMER SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 54. Suresinin ismi olup İktarabet Suresi de denir. Mekkîdir. KAMERÎ Ay ile alâkalı. KAMERÎ SENE Arabi aylara göre olan yıl. Senesi 360 gün olan yıl. (Bak: Hicret) KAMERİYYE Çardak. Bahçelerde, mehtaplı gecelerde oturmak üzere yapılıp, etrâfı sarmaşık v.s. çiçeklerle örtülü bulunan yer. Küçük köşk. KAMERVARİ f. Ay gibi, kamere benzercesine. KAMES Suya daldırmak ve batırmak. * Hareket edip acı çekmek. KAMET (A, uzun okunur) Namaza başlama işâreti, namaz kılmak için okunan ezan. * Boy. Boy-bos. Endam. KAMET ALMAK Namaza başlamak için, hususen farz namazından önce ezan okumak. KAMET-İ BÂLÂ Uzun boy. KAMET-İ KIYMET Kıymet ve değerinin mertebesi. Manevî büyüklük. KAMET-İ MEVZUN Düzgün ve yakışıklı boy. KAMET-İ NÂMİYE Gelişme ve büyüme kabiliyetinde olan endam, boy. KAMET-İ ÖMR Ömür boyu. Bütün hayat müddetince. KAMEZ Menfaatsiz, hor hakir nesne. KÂMGÜZAR f. İsteğini elde edebilen. Arzusuna kavuşabilen. KAMH Yemeğe iştihâsı az olmak. * Suya dalmak. * Davarın başını sudan kaldırması. KAMH Buğday. * Yukarı kaldırmak. KAMHA Kasap merhemi adı verilen ilaç. KAMIH Suyu içmeyip, başını kaldırıp duran davar. KAMIH Tarhana. * Kokutup ekşitilmiş şey. KAMIH Kam' eden, ezip kıran, mahveden, perişan eden. Kahreden, yok eden. Alçaltan, zelil eden. KÂMİL (Kemal. den) Bütün, tam, olgun, eksiksiz, kemalde olan, kusursuz. Kemal ve fazilet sâhibi. * Resul-i Ekrem'in de (A.S.M.) bir vasfıdır. * Yaşını başını almış, terbiyeli ve görgülü kimse. * Âlim, bilgin kişi. * Bir aruz kalıbı ismi.(Büyük görünme küçülürsün...Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük, Nâkıslarda küçüklük mizanıdır büyüklük. S.) KÂMİLEN Noksansız, eksiksiz olarak. Tam olarak. Kâmil olarak. Bütünü ile. Tamamen. KÂMİL-İ UKALÂ Kemalde olan mükemmel akıl sâhibleri. Akılların kâmili. KAMİM Tere otunun kurusu. KÂMİN(E) Saklı. Gizli. Belirsiz. Pusuda duran. KÂMİNUN (Kâmin. C.) Saklı ve gizli olanlar. KAMİS Gömlek. * Döl yatağını kaplayan ince deri. * Bâzı nebatlardaki ince zar. KAMİT Bağlanmış. * Tam olgun, kâmil. KAMKAM (C.: Kumâkım) Ulu, şerif kimse. *İyi, keskin kılıç. * Büyük deniz. * Çok adet. * Saç dibine düşen yavşak. * Küçük kene. KAMKAME (C.: Kamkâm) Büyük, derin deniz. KÂMKÂR f. İsteğine ulaşmış. Matlubunu elde etmiş. Hedef ve gayesine varmış. * Mutlu, bahtiyar, mes'ud. KÂMKÂRANE f. Mutlu olan bir kimseye yakışır şekilde, mutlulukla. KÂMKÂRÎ f. Mutluluk, saâdet, bahtiyarlık. Murada ermeklik. KAML(E) Bit, kehle. KAMLUL Yabâni hıyar. KAMM Evi süpürmek. KAMMAS Suya dalan. KAMMAŞ Külhancı. KAMME Süpürmek. KAMP Karargâh. Kırda asker, izci veya talebelerin kurdukları karargâh. * Esirler karargâhı. KAMPANYA Sıkı bir iş ve çalışma devresi. * Maksatlı uğraşma. Bir maksad için faaliyete geçme. KÂM-PERVER (C.: Kâmperverân) Emel besleyici. KAMR Göz kamaşmak. KAMRA Ay ışığı olan gece. KÂMRAN f. Arzusuna nâil olan, bahtiyar, mes'ud. KÂMRANÎ f. Mutluluk, kâmranlık. İsteğine, arzusuna kavuşmuş olma. KÂMREVA f. İsteğine erişen. Arsuzuna kavuşan. Gayesine ulaşan. KAMS (KIMÂS) Hareket ettirmek. * Davar önüne sıçramak. KAMŞ Bir şeyi şundan bundan toplamak. KAMT Kuş, dişisine cima etmek. * Doğan çocuğu beze sarmak. KAMTARİR Çatık suratlı. KAMU (Kamuğ) t. Hep, bütün, tamamen. KAMUFLAJ Fr. Gizlenme, örtme. Aldatma gayesiyle yapılan tertibat. Daha ziyade harp zamanlarında araçlar ile insanların, bulundukları mekâna göre kılığa girmeleri. KÂMURAN (Bak: Kâmran) KAMUS Deniz. Derya. * Denizin ortası, derin yeri. * Büyük Lügat Kitabı. KAMUS Arslan, esed. KAMUS-İ ARABÎ Arapça lügat kitabı, Arapça sözlük. KAMUS-İ OSMANÎ Osmanlıca sözlük. KAMUS-İ TÜRKÎ Türkçe lügat kitabı, Türkçe sözlük. * Şemseddin Sâmi'nin yayınladığı Türkçe lügat. KÂMVER f. İsteğine kavuşmuş. Gaye ve maksadına vâsıl olmuş. Mutlu, bahtiyar. KÂMVERÂN (Kâmver. C.) f. Mutlular, bahtiyarlar, arzularına kavuşmuş olanlar. KÂMYAB İsteğine kavuşmuş. Murâdına ermiş olan. KÂN f. Bir şeyin menbaı. * Kuyu. Kaynak. * Mâden ocağı. * Bir keyfiyetin. (niteliğin) bol olarak bulunduğu kimse. KÂN f. Ahmak, ebleh. Câhil. İdraksiz, düşüncesiz. KANA Süngüler. KANAAT Aç gözlü olmayıp hırs göstermemek. Kısmetinden fazlasına göz dikmemek. Helâl ile yetinip haramı istememek. Az şeyi de olsa kısmetine razı olmak.(Semere-i sa'yine ve kısmetine rıza kanaattir, meyl-i sa'yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa dûnhimmetliktir. M.) (Bak: Himmet) KANAATBAHŞ f. Kanaat verici, inandırıcı. KANAATKÂR f. Kanaat sâhibi. Kanaat edip az şeyle iktifâ eden. KANAATKÂRANE f. Kanaat sâhibi bir kimseye yakışır tarzda. KANADİL (Kandil. C.) Kandiller. KANAFİZ (Kunfuz. C.) Kirpiler. * Dağ fareleri. KANAH (C.: Kanevât-Kınâ-Kınaâ) Yer altında olan su yolu. * Kendir ağacı. KAN'AR Büyük, kaba budaklı ağaç. KANAS Av yeri. KANAT (C.: Kanavât) Yeraltına döşenmiş olan künk. Küçük kanal, su borusu. * Sopa, mızrak. KANATA ing. Bol ağızlı su testisi. * Sıvı koymaya mahsus kap. * Bazan ölçü gibi de kullanılır. KANATİR (Kantara. C.) Taştan yapılan kemerli büyük köprüler. Kantarlar. KANATİR (Kantar. C.) Kantarlar. KANAVAT (Kanât. C.) Yeraltına döşenmiş olan künkler. Su yolları. * Mızraklar, sopalar. KANAZI' (Kunzua. C.) Uzamış saç. * Baş traş edilirken yer yer bırakılan saç. KANBER Hz. Ali'nin (R.A.) sâdık, vefakâr ve sevgili kölesinin adı. * Mc: Bir evin gediklisi. * Herşeye burnunu sokan, her düğün ve eğlencede bulunan bir adamdan kinâye olarak kullanılır. KAND Şeker, şeker kamışının donmuş suyu. KANDAL Büyük başlı. KANDAVE Yaramaz huylu. * Gıdası olmayan taam. * Büyük iri. KANDEFİR Yaşlı kimse, acuz. KANDÎ şekerimsi, şekerle ilgili, şekerden. KÂNE (Kevn. den) İdi, oldu...mânasında, fiilin geçmiş zamanı. KANEF Kulağın küçük ve kalın olması. KANEME Kir. * Yağdan gelen pis koku. KANEŞVERE Hayız görmez kadın. KANFA Kulakları küçük ve kaba olan kadın. (Müz: Aknef) KANFAŞ Yaşlı, ihtiyar. KANFESE Tesbih böceği. KANGREN Yun: Canlı vücudun belirli bir kısmında hücrelerin ölmesiyle meydana gelen bir hastalık. KANH Suyu içip kandıktan sonra başını kaldırmak. KÂN-I KEREM Kerem, lütuf ve ihsan menbaı. KÂN-I MERHAMET Merhamet kaynağı. KANIS Avcı. KANIT (Bak: Delil) KANIT Ümidi tamamen sönmüş. Ye'se düşmüş, ümitsiz, kederli, hüzünlü. KANİ' (A, uzun okunur) Kanaat eden. Kendinde olan helâla razı olup, başkasının hiçbir şeyine göz dikmeyen. * Kanmış. İnanmış. Tatmin olmuş. KÂNİ (Kinaye. den) Dokunaklı ve iğneli söz söyleyen. Kinayeli konuşan. KANİB İnsan topluluğu. KANİF İnsan cemaati. * Çok yağmur ve bulut. * Geceden bir parça. KÂNİF Udul eden, dönen, yoldan çıkan. KANİSA (C.: Kavânıs) Taşlık denilen ve kuşlarda olan bir organ. KANİT (A, uzun okunur) (Kunut. dan) Kunut ve duâ eden. * İtaatlı. * Sükût eden. KANİTÎN Kunut ve duâ edenler. Allah'a itaat ve ibadet edenler. KÂNİZ Defneden, gömen. KANKAL Büyük kile. KANKANE Yol göstermek. KANKARİS Börek. KÂNKEN f. Madenci. Maden kazıcısı. KANNAD şeker yapan, şekerci. KANNAS Avcı, seyyad. KANNİS Avcı, av. KANNUR Başı büyük kişi. KANS Av. Av avlama. KANSA (Kuşlarda) Kursak. KANTAR Ağırlık ölçüsü âleti. * Binikiyüz dinar, onikibin okiyye, yüz okiyye gibi hudutsuz bir vezindir. * Kırk okka. KANTARA Taştan yapılan, kemerli büyük köprü. KANTARİYYE Kantar ücreti. Tartma parası. KANTİN Fr. Kışla, fabrika, mekteb gibi yerlerde bakkal veya aşcı dükkânı. KANU' Kanaat sâhibi. Kanaatkâr, kanaatli. Hakkına razı olan. KANUN (C.: Kavânin) Herkesin uyması için devletin teşri kuvveti tarafından konulan her türlü meşru nizam, kaide, emir, nehiy ve yasaklar. * Kaziye-i külliye. Kâinatta Allah'ın koyduğu değişmez nizam. KÂNUN Ocak. Ateş yanan yer. Zaman. * Kış mevsimi. * Sakil, ağır adam. * Kış mevsiminin ilk iki ayı. * Mangal. Soba. KANUNEN Kanuna göre. Kanunca. Kanuna uyarak. Kanun yolu ile. KANUNİ Kanuna dâir. Kanuna ait. * Avrupavâri kanuna vesile olan Osmanlı Padişahı Sultan Süleyman'ın bir nâmı. (Bak: Sultan Süleyman Han) KANUNİYET Kanunluluk. Kanun haline gelmek. KANUNNAME f. Kanun kitabı. Anayasa. KANUNŞİNAS f. Kanun ve nizam koyan, kanunun inceliklerini bilen. KANUN-U ASKERÎ Askerlik kanunu. KÂNUN-U DEHA Dehâ kaynağı. Dehâ ocağı, akıl, zekâ kaynağı. KANUN-U ESASÎ Temel kanun. Temel ve esasa ait kanun. Bir bünyenin aslını ve mahiyetini teşkil eden kanun. (Bak: Teşkilât-ı esasiye) KÂNUN-U EVVEL, KÂNUN-U SÂNİ Aralık, Ocak. KANUN-U KADİM Eski âdet. KANVA' Büyük burunlu kadın. KANZAA İbik. KAPASİTE Fr. İçine alma, ihtiva etme kabiliyeti. * Kabiliyet, bilgi. KAPÇAK Tar: Eski zaman muharebelerinde muhasara edilen kalelerin duvarlarına tırmanmak için kullanılan büyük çengel. KAPIKULU Osmanlı devletinin daimi ordusunu teşkil eden yaya ve atlı askerlerin bütününe verilen addır. KAPLICA Üstüne bina yapılmış sıcak maden suyu, üstü örtülü kaynarca, ılıca. KAPORA (Kaparo) Pey olarak verilen para. KAPRİS Geçici heves. Maymun iştahlılık. İnsanın zayıf tarafı. Evham. KAPTAN-I DERYA Vaktiyle bahriye nâzırı. Deniz kuvvetleri komutanı. KAPUT Fr. Askerlerin üstlük elbisesi, yağmurluğu. * Otomobillerin motor kısmını örten kapak. KAR (C.: Kur-Kirân) Zift, kara boya. * Deve. Dağ keçisi. * Ses çıkmasın diye ayağın kenarıyla yürümek. * Küçük tepe. * Kara taşlı yer. * Kara büyük taş. KA'R Derinlik. Dip. Her şeyin dibi. Nihâyet. * Yemeği dipten yemek. * Çalmak. koparmak. KA'R Karnı yemekten dolmak. * Arkası yağlı olmak. KAR' Vurmak. Çakmak. Kapı çalmak. * Savt. Avâz. Ses. * Kabak. * Gülsuyu kabı. * Eti soyulmuş kemik. KÂR f. (Kelimeye bir ek olup, isimleri sıfat yapar) Eden, edici, yapan mânâlarına gelir ve li, lı, cı, ci gibi eklerin de karşılığıdır. İtaat-kâr, hilekâr, isyan-kâr, hamur-kâr, kanaatkâr...gibi. KÂR f. İş. Güç. Amel. Fiil. Temettü'. * Kazanç. KAR' (KUR') (C.: Ekrâ) Cem'etmek, toplamak. * Okumak, kıraat. KARA (C.: Ekrâ) Arka. KARA (C.: Ekrây-Karvât) Bahçe ve bostan içindeki su arkı. * Su ile karışmış süt. KARA' Deve yavrusunda çıkan beyaz bir sivilce ve kabarcık. * Baştaki saçların hastalıktan dökülmesi. KARA' (Kar'. C.) Su kabakları. * Gülsuyu kapları. KARABASAN t. Kâbus. Sıkıntılı ve korkunç rüya. * Bir kimsenin içine düştüğü pek sıkıntılı ruh durumu. KARABE Kırba. Büyük testi. KARA'BELANE Karnı büyük, yassı bir böcek. KARABET Soyca yakınlık. Hısımlık. Akrabalık. KARABET-İ KALB Kalb yakınlığı, gönül yakınlığı. KARABET-İ NESEBİYYE Aynı soydan gelmek suretiyle olan asli hısım ve akrabalık. KARABET-İ SIHRİYYE Kız alıp vermekle meydana gelen akrabalık, yakınlık, hısımlık. KARABİN (Kurban. C.) Kurbanlar. Allah için kesilen koyun, sığır ve deve gibi hayvanlar. KARABORSA Piyasadan çekilen eşyanın, yüksek fiatla satıldığı gizli pazar. KARAFİ (Şihâbüddin Ahmed El-Karafi) Maliki Mezhebi'nin büyük âlimlerindendir. Milâdi 1285 de vefat etmiştir. KÂR-ÂGÂH f. İşbilir, uyanık. KÂR-ÂGÂHÎ f. Uyanıklık, iş bilirlik. KARAH (C.: Akriha) Bina ve ağaç olmayan arazi. KARAİB (Karib. C.) Yakınlar, hısımlar. Akraba. KARAİN (Karine. C.) Karineler, ip uçları. KARAKTER yun. Huy. Mizac. Seciye. Bir şeyi benzerlerinden ayırdetmeğe yarayan temel hususiyet. KARAMİL Örülüp ucu sarkıtılan saç bağı. KARAN Mekke arzı. KARANFUL (KARANFÜL) Yaprağı, çiçeği ve kokusu güzel ve uzun olan budaklı bir nebat. Karanfil. KARANİTIS Kişiyi sersem eden dimağ dolgunluğu. KARANTİNA İtl. Bulaşıcı bir hastalığın yaygın olduğu bir ülkeden gelen kişileri, gemileri veya malları geçici olarak tecrit etme şeklinde alınan tedbir. * Hastahanede yatması gereken hastaların kayıt ve kabul işlerinin yapıldığı yer. * Bir bulaşıcı hastalığın yayılmasını önlemek üzere hasta olup olmadığı bilinmeyen insan ve hayvanlarla temasın menedilmesi. KARAR Değişmez hâle gelmek. * Sabit ve sakin olmak. * Ne az ne çok olan tam ölçü. Ölçülülük. * Gitmeyip kalmak. * Oturaklı yer. Sâkin olacak yer. * Anlaşılan ve sabit hâle gelen son karar sözü. * Mahkemece verilen son söz ve neticeye bağlama. * Dolanmak. * Ayakları kısa ve çirkin yüzlü bir cins koyun. KARARDÂDE f. Durgun hâle gelmiş. * İstikrar bulmuş. Kararlaşmış. Karar verilmiş. KARARET Kısa ayaklı ve çirkin yüzlü bir cins koyun. * Düz yuvarlak yer. KARARGÂH f. Karar verilen yer. Karar yeri. * Askerî birlikte kurmay heyetinin toplandığı yer. Merkez. KARARGİR f. Karara bağlanmış. Kararı verilmiş. KARAR-I KAT'Î Dâvâyı neticelendiren kesin karar. KARAR-I SERİ Acele karar, seri karar. KARARİT (Kırat. C.) Kuyumcu tartıları. Kıratlar. KARARNAME f. Bakanlar Kurulu'ndan çıkan resmî emirler. * Verilen karârı bildiren yazı. KARARYAB f. Karar bulan. * Bir yerde oturup dinlenen. KARAŞİME Maymunların gece çıkıp yattığı bir ağaç. KÂR-AŞİNA İş bilir. İşten anlar. KARATİS (Kırtâs. C.) Kâğıtlar, sahifeler. Kâğıt tabakaları. KARAVANA Bakırdan yayvan yemek kabı. * Kışla, okul, hastahane gibi müesseselerde tevzi edilecek yemeği içine koydukları kap. * İnce ve yassı elmas. * Atışta hedefe vuramama. KARAVOL f. Karakol. KÂRAZMA f. Görgülü, tecrübeli. KÂR-ÂZMAYÎ f. Görgülülük, iş bilirlik, tecrübeli oluş. KÂR-AZMUDE f. Görgülü, tecrübeli, görmüş geçirmiş. KÂRBAN f. Kervan. KÂRBAN-SARAY f. Kervansaray. Şehirlerde veya yol üzerlerinde kervanların ve yolcuların gecelemelerine mahsus büyük han. KARBON Lât. Basit olup kömürleşmiş hâlde bulunan bir temel unsur. Kömür. Billurlaşmış halde kömürleşmiş cisim. KARBONİK Fr. Bir karbonla, iki oksijenin birleşmesi ile meydana gelen gaz. KARBUS (C.: Karâbis) Eğerin ön ve arka kaşı. * Saç. KÂRD f. Bıçak. KÂRDAN f. İşten anlar, iş bilir. KÂR-DANÎ f. Uyanıklık, iş bilirlik. KÂRDAR f. İşi elinde tutan. KÂR-DARAN (Kârdar. C.) İşi elinde tutanlar, iş tutanlar. KARDED Kaba mekan. Düz arz. KÂRDİDE (C.: Kâr-didegân) f. Uyanık, tecrübeli, iş bilir, görgülü. KARDİNAL Fr. Katolik mezhebinde en büyük pâye. KARE Anasından gözsüz doğan. Kör olarak dünyaya gelen. * Koyun sürüsü. KARE (C.: Kâr-Kur) Dişi ayı. * Meşe. * Yüksek yer. * Kabile ismi. KÂRE Arka yükü. KAREF Hastalara yakın olmak. KAREH Kişinin gövdesi kirli olmak. Vücut kirliliği. KAREM Et arzu etmek. * Deniz içinde biten çınar ağacına benzer bir ağaç. KAREN (C.: Akrân) Ok mahfazası. * Kılıç. * Ok. * İki deveyi biribirine çattıkları ip. Başka deveye çatılmış deve. * Çatık kaşlı olmak. * "Yakınlık" mânâsına mastar. * Necid ahâlisinin mikâtı olan mevzi. KARENBA Ayakları uzun bir böcek. KARF Töhmet etmek, ayıplamak. * Ayıp isnad etmek. * Dibâgat olunmuş deriden yapılan dağarcık gibi bir kap. KÂRFERMA f. Amir, iş buyuran. KÂRGÂH f. Fabrika, iş yeri. Atölye. KÂRGER f. İş yapan, işleyen. * Etki yapan, tesir eden, nüfuzlu. KÂRGİL f. Kerpiçten yapılmış bina. KÂRGİR f. Taş veya harçla yapılmış olan. * İş tutan, iş yapan. KARGÜZAR f. Becerikli. İş yapabilen. Elinden iş gelen. KARH Yaralama. * Hasta olmak. * Bedende çıkan yara. * Su olmayan yerde kuyu kazmak. * Yanlış ve yalanla hakkı değiştirmek ve battal etmek. KARHA (C.: Kuruh) Yara, ceriha. Ülser. KARHA-İ ÂKİLE Tıb: Etrâfını yiyip, genişleyerek büyüyen yara. KÂRHANE f. İş yeri, iş yapılan yer. * Süt satılan yer. Süt fabrikası. KARHEB Yaşlı, ihtiyar. * Yaşlı öküz. * Çok kıllı keçi. * Ulu ve şerefli kişi. KÂR-I AKIL Aklın kabul edeceği iş. Akıllıca iş. KÂR-I KADİM Eski zaman işi. KA'R-I NÂ-YÂB Dibi bulunmayacak derecede derin olan. KÂR-I REVÂ İşe yarar, kullanılabilir. KARIK Düz yer. KARIS Ekşi yoğurt. KARISA (C. Kavâris) İncitici söz. KARİ (A, uzun okunur) Köyde sâkin olan, köylü. KARİ' Ulu kişi, seyyid. KARİ' (Kari'e) (A, uzun okunur) Okuyucu. Okuyan. * Âbid ve zâhid olan. * Kur'anı tecvide göre okuyan. KARİA (A, uzun okunur) Ansızın gelen belâ. Kıyâmet. * Belâ ve musibetten hıfz-ı İlâhiye dâir okunan dua ve âyetler. * Peygamberimiz'in (A.S.M.) düşman üzerine saldığı asker grubu. * Pek şiddetli rüzgâr. KARİA SURESİ Kur'an-ı Kerim' in 101. Suresidir ve Mekkîdir. KARİAT (Karie. C.) Okuyan kadınlar. Kıraat eden kadınlar. KARİB Çok yakın. Yerce ve mekânca uzak olmayan. * Yakın hısım. KARİB (KAREB) (C.: Kavarib-Ekrub) Gemi sandalı. KÂRİBAN f. Kervan. KARİBEN Bir zaman sonra, yakın vakitte. Çok zaman geçmeden. * Sülâlece ve soyca yakın olan. KARİB-ÜL AHD Yakın zamanda. KARİE (C.: Kariât) Okuyan kadın. Kırâat eden kadın. KARİH (C: Kuruh-Kavârih) Kesbedici, kazanan. * Dişleri tam olan davar. KARİH Yaralı, cerihalı. * Çıbanlı. KARİHA Fikir kabiliyeti. Zihin kudreti. Düşünme istidadı. * Akıldan hâsıl olan fikirler. Her şeyin evveli. * Kuyudan çıkarılan ilk su. KARİHA-ZÂD f. Karihadan doğan, karihadan meydana gelen. KARİKATÜR Bir insanın veya bir şeyin gülünç bir tarzda yapılan resmi. * Kaba, âdi ve mizahi resim. KARİN Yakın. Hısım. Akraba. * Arkadaş. Yaşı aynı olan arkadaş. Refik. Komşu. * Bir şeyi elde eden, nâil olan. * Pâdişahın daimi surette yakınında bulunan. Mâbeynci. KARİN Kılıcı ve oku olan. * Hacla umreyi birlikte yapan. KARİNE Bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ip ucu. Anlaşılması zor olan hususun hak ve hakikatına dâir cüz'i delil olan şey. İşaret. KARİNE-İ MÂNİA (Bak: Karine-i mecaz) KARİNE-İ MECAZ Mecaza ait işaret. Kelimenin mecaz olmasını gerektiren, hakiki mânasında alınmasına mâni olan kayıt. Buna Karine-i mânia da denir. KARİNE-İ TAAYYÜN Belli edici ve tâyine yardım eden iz, işâret, delil. KARİN-İ EVVEL Baş mâbeynci. KARİR Mesrur, sevinmiş, memnun. Beşâret ve müjde sebebi ile parlayan göz. KARİR-ÜL AYN Memnun, mesrur, gözü aydın. KARİS Donmuş, câmid. * Pıhtı. Sirke ile pişmiş balık. KARİYE (C: Kavâri) Uzun burunlu, kısa ayaklı, arkası yeşil bir kuş. * Süngü demirinin keskin yeri. * Kılıcın ve ona benzer şeylerin keskin yeri. KARİYER Fr. Bir insanın kendisini hasretmiş olduğu meslek. * Bir meslekte alınan merhalelerin bütünü. KARK Tavuk gıdaklaması. KARKAF şarap, hamr. KARKAL (C: Karâkıl) Kadın gömleği. * Yeleksiz elbise. KARKAR (C: Karâkır) Düz açık yer. KARKAR Kilim veya halı ucu. * Hışımla gürleyerek çağır demek. KARKARA Karın gurultusu. * Kumru kuşunun ötmesi. * Kahkaha ile gülmek. * Su içerken bardağın guruldayıp ötmesi. KARKİSYUN (KARKİSYA) Kebâbe dedikleri devâ. KARLAYL (Thomas Carlyle) (Hi: 1210-1298) İskoçya'da doğmuş, Londra'da ölmüştür. İskoç tarihçisi ve filozofudur. Babası dindar bir duvarcı ustası idi, oğlunu papaz yapmak istiyordu. Onun dinî şüpheleri papaz olmasına mâni oldu. Yedi sene manevî mücahededen sonra imanî mes'elelerde istikrar elde edebilmiştir.Carlyle (Karlayl) şöyle diyor:Kur'anı bir kere dikkatle okursanız, Onun hususiyetlerini izhara başladığını görürsünüz. Kur'anın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir. Kur'anın başlıca hususiyetlerinden biri, Onun asliyetidir. Benim fikir ve kanaatıma göre Kur'an, serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattır.(Karlayl) KARM (C.: Kurum) Değerli insan. Kıymetli insan. KARMELE Yapraksız küçük ağaç. KARMEŞE Cem'etmek, toplamak. KARN Zaman, devre. * Bir insanın ortalama ömrü olan altmış sene. * Yüz yıllık zaman. Asır. * Boynuz. Hayvanda başın boynuz yerleri, boynuz yerinden sarkan saç.(Karn, iki mânaya gelir. Birisi, zamandan bir müddete mukterin olan ümmet, bir zaman ahalisi olan hey'et-i içtimaiye ki, "hayrul kuruni karni" hadis-i şerifi bu mânayadır. Bunda sivrilmek veya mukarenet etmek manası vardır. Bu mukarenet veya efradın yekdiğerine mukareneti veya bir peygamber, bir âlim, bir reis gibi büyük bir şahsiyete mukareneti mülâhaza olunur.Diğeri de müddet-i zamanın kendisine denir ki, asır gibi ekseriyetle yüz sene takdir edilmiştir.) (E.T.) KARNABİT Karnıbahar. KÂRNAME f. Usta çıkacak kişilerin ustalıklarını göstermek için yaptıkları iş örneği. KÂRNEDAŞTE f. İş bilmez, acemi, işten anlamaz. KARNESA Doğan kuşunun, avının ardına düşmesi. KARNEYN İki boynuz. KARN-I EVVEL Hicretin birinci asrı. KARN-I ZABY Geyiğin başındaki çatal boynuz. KÂR-NÜMA f. Menfaat gösteren. * Usta çıkacak olan çırakların, ustalıklarını göstermek için yaptıkları örneklik iş. KÂRPERDAZ f. İş düzenliyen. * Konsolos, şehbender. KÂRPERVERD f. Becerikli, iş yapan, elinden bir iş gelen. KARR Durma. * Karar verme. * Su dökmek. * Kulağına söylemek. * Mahfe. KARRA Bir kimsenin kulağına söylemek. * Soğuk su dökmek. KARRA' Ağaçkakan kuşu. KARRA' (C.: Karrâun) Güzel okuyan. KARRAUN (Karrâ. C.) Güzel okuyanlar. KARRE Soğukluk, soğuk. KARS Küçük ibrik. KARS Şiddetli soğuk. KARS İki parmağıyla çimdiklemek. * Karıncanın ısırması. KARSA' Deve kuşunun erkeği. KARSA (KARİSÂ) Bir hurma cinsi. KARSAA Buruşup büzülmek. * Yazıyı sık yazmak. KÂRSAZ f. Becerikli, elinden iş gelen. KARSEL Kısa boylu adam. (Müe: Karsele) KARŞ Kesbetmek, kazanmak. * Toplamak, cem'etmek. KARŞAME Atmaca kuşu. KÂRŞİNAS f. İşten anlar, iş bilir. KART Tazeliği geçmiş, katılaşmış. * Gençliği geçmiş, geçkin, yaşça büyük. KARTA' Gözünün birisine sürme çekip diğerini unutan ve gömleğini ters giyen budala kadın. KARTABAN Karısı ile nâmahrem kimseyi gördüğü hâlde aldırış etmeyen. KARTABUS Zahmet, meşakkat. KARTAK (C: Karâtit) Kadife. * Terlik. * Etekli kaftan. KARTALE Eşek yükünün dengi. KAR'-UL ASÂ Doktorun, hastanın bedenine vurup muâyene etmesi. * Mc: Hatayı hatırlatmak için işaret vermek ve ikaz etmek. KARUN İki şeyi bir araya getiren. * Tez terleyen hayvan. * Arka ayaklarının tırnağı ön ayağının tırnağı yerine vâki olan hayvan. *İleride olan memeleri geride olan memelerine pek yakın olan dişi deve. KARUN (A, uzun okunur) Peygamber Musâ (A.S.) devrinde yaşamış, malı ile mağrur olarak haddini aşmış ve Cenab-ı Hakkın zekât emrini dinlemediğinden Musa'nın (A.S.) duâsından sonra malı ile birlikte yere batmış olan dünya zengini. Cenab-ı Hakkın lütuf ve ihsanını kendine mâlederek nankörlük ve enaniyetinden dolayı bu fena sıfatı ile meşhur olmuştur. KARUR Duş yapılacak soğuk su. KARURE (C.: Kavârir) Göz bebeği. Gözün siyah kısmı. * Şişe. KAR'UŞ İki hörgüçlü deve. * Arslan eniği. KARV Ağaç kadeh. * Köpek yalağı. * Hurma ağacının kökü. * Uzun havuz. * Hayanın derisi inip büyümek. * Kast. * Etraflıca araştırmak, tetebbu. * Bir kimsenin mesleğine girmek, onun yoluna süluk etmek. KARVA Uzun hörgüçlü deve. KARVAH Uzun ağaç. * Uzun deve. KÂRVAN f. (Bak: Kervan) KARYA Eski çağlarda Bursa ve Balıkesir bölgesinin adı. KARYE Köy. Nâhiyeden küçük olan, insanlarla meskun yer. KARYETEYN Mekke ile Taif şehirleri. KARYET-ÜL ENSÂR Medine-i Münevvere şehri. KARYET-ÜN NAHL Kovan. Arı yuvası. KARZ Borç, ödünç. Kesmek, kat'etmek. * şiir söylemek. KARZ Selem ağacının yaprağı. KÂR-ZÂR (Kâr ü zâr) f. Kavga, cenk, savaş, harp, muharebe. KÂR-ZÂRGÂH f. Savaş meydanı. Harp alanı. Muharebe sahası. KARZEN Borç, ödünç olarak. KARZ-I HASEN Sadece Allah rızâsı için verilen ödünç. Faizsiz verilen borç. KA'S Çirkin kokulu toprak. KA'S (C: Kiâs) Parmak kemiği. KA'S Ölüm, mevt. KAS' Bir şeye el ayası ile vurmak. * Gidermek. * Tahkir etmek, küçümsemek. KASA Kabalık. * Şiddet. * Katılık. KA'SA Devamlı olarak yerinde sabit olan kadın. * Arkası içerisine girdiğinden arkasını yere koyamayan kadın. KAS'A (C.: Kısâ') Çanak, kâse. * Yemek kabı. KASAB Saz, kamış. * Parmak kemikleri. * Nefes borusu, bronş. * İnce keten bezi. KASABA (C.: Kasabât) Akciğerdeki nefes borularından herbiri. Bronş. * Küçük şehir. Çarşısı olan büyük köy. * Ahalisi beş-on bin raddelerinde olan mâmure. KASABAT (Kasaba. C.) Bronşlar. * Kasabalar. KASABE Kötü hurma. KASAB-I MISRÎ Mısırda dokunmuş keten bezi. KASAB-ÜL ENF Burun kemiği. KASAB-ÜL FÂRİS Kalem kamışı. KASAB-ÜL HABİB Şeker kamışı. KASAH Sırtlan. KASAİD (Kaside. C.) Kasideler. KASAL Buğday içinde olan siyah taneler. KAS'A-LİS Dalkavuk. Çanak yalayıcı. KASAM Şiddetli sıcaklık. * Güzellik. KASAME (Kasem. den) Katili bilinmeyen kimsenin bulunduğu, şüphelenildiği mıntıka halkından elli kişiye yemin ettirme. KASA'NİNE Katı olmak. * Büyük olmak. KASAR Üşenme, tembellik etme. * Güç ve kuvvetin son sınırı. * Boğazı tutup nefes aldırmayan bir zahmet. KASARA (C: Kasr-Kasarât) Boyun kökü. * Yoğun ağaç. * Gemilerin baş ve arka taraflarında güverteden daha yüksek yapılan güverte. KASARET Kısalık. Kısa olma. KASAS Haber vermek. Hikâye etmek, anlatmak. * Tetebbu' etmek. * Tıb: Göğüs kemiği. Göğüs ortası. KASAS Arslan. KASAS SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 28. Suresidir. Mekkîdir. (Kısas da denir.) KASAT Davarın arka ayaklarının dik ve doğru olması. KÂSAT (Ke's. C.) Kadehler, ke'sler. KASATURA Askerlerin, bellerine bağlayıp taşıdıkları ve süngü gibi kullandıkları düz ve kısa kılıç. KASAVET Kalb katılığı, gaflet. * Kaygı, tasa, üzüntü, keder. (Bak: Kasvet) KASAVİSE (Kıssis. C.) Papazlar, ruhbânlar, keşişler. KASB Ağızda tez dağılan ve çekirdeği katı olan kuru hurma. * Sağlam, sert. KASB Kat'etmek, kesmek. KASBA Kamış. Kamışlık. KASD Bir işi bile bile yapmak. * İsteyerek. Niyet ederek. * Niyet. Tasavvur. * İstikamet. Yolu doğru olmak. KASDEN Bile bile, isteyerek. KASDÎ İstiyerek, kastederek, niyetle ve bile bile yapılan. KÂSE f. Tas veya çanak. Kâse gibi olan çukurluk. * Başı kaplayan ve başın üstündeki kemik. KA'SEB Büyük karınlı, kalın. KÂSE-BEND f. Çatlamış, kırılmış. * Kâse gibi şeyleri tamir eden kimse. KASED şahyar dedikleri nesne. KÂSE-GER f. Kâseci, kâse yapan. KÂSEHA (Kâse. C.) Kâseler. KÂSE-İ ÇEŞM Göz çukuru. KÂSE-İ FAĞFUR f. Çin porseleni. Çin porseleninden yapılan kâse. KÂSE-İ SER Kafatası. KA'SELE Yürürken bir ayağını yere sürüyüp tozutmak. KÂSE-LİS (Kâselis) f. Çanak yalayıcı. Çok yiyen, obur. Hırslı. * Dalkavukluk. Alçak huylu kimse. * Dilenci. KÂSE-LİSAN (Kâselis. C.) Dalkavuklar, çanak yalayıcılar. KASEM Yemin. Ahdetme. KASEMÂT Ahdler, yeminler. KASEMÂT-I KUR'ANİYE Kur'andaki ahitler, yeminler. KA'SERE (KA'SERÂ) Yoğun, sağlam, kalın, katı. KASES Hidayet edici delil. KASF Kırmak. * Oyun, eğlence. * Devenin diş gıcırdatması. KASFE (C.: Kasf-Kasefât) Deve sesi. * Merdiven ayağı. * Bir parça kum yığını. KASH Kuruluk, katılık. KASHAB Kalın, yoğun, büyük. KASI'A Yaban fâresinin ini. Yuvası ve bu yuvadaki iki deliğinden âşikâr olanıdır. Diğeri gizlidir. (Bak: Nâfıka) KASIB Düdük çalan. KASID Kasd eden, niyet eden, isteyen. KASIF Deve avazı. * Ağacın ince ve kuru olması. * Kırılması kolay olan şey. KASIF Kasırga. Rastladığı şeyi kıran şiddetli rüzgâr. * Şiddetle seslenen. Çok gürleyen. KASIK t. Karnın alt tarafı. KASIM (A, uzun okunur) Kırıcı, ezici, ufaltan. KASIM (A, uzun okunur) Taksim eden, ayıran, bölen. KASIR (A, uzun okunur) Kısa, eksik. * Kusur işleyen. Kusurlu. KASIR (A, uzun okunur) Zorla işleten, yaptıran. KASIRANE Âcizane, beceriksizcesine. KASIRAT-ÜT TARF Kocasından başkasına aslâ bakmayan. (Cennet kadınlarının bir vasfı) Huriler. KASIRGA Çevrintili rüzgâr. Tozu ve toprağı birbirine katarak, ağaçları sökerek bir an esip kesilen rüzgâr. KASIR-UL AKL Düşüncesi noksan, kısa akıllı. KASIR-ÜL BASAR Görüşü kısa. * Kısa görüşlü, dar düşünceli. KASIR-ÜL FEHM Anlayışı noksan, kısa anlayışlı. Anlayışsız. KASIR-ÜL YED Eli kısa. Âciz, işten anlamaz, beceriksiz. KASITÎN (A, uzun okunur) Zulmeden ve haktan sapanlar. * Haklı olanlar. * Kısımlara bölenler. KASİ' Yaramaz huylu, yaşlı ve boyu kısa olan kimse. KASÎ (Kasiye) Duygusuz. Katı, hissiz, taş gibi katı. KASİB (C.: Kasâyib) Kadınların yüzleri üstüne bıraktıkları kıvırcık saç. Kâkül. KÂSİB Kazanç sahibi. Kazanmak için çalışan. Kesbeden. Marifet için çalışan. KASİD Kaside. KASİD (C.: Kasidân) (Kasd. dan) Tasarlıyan, kasdeden. * Haberci, postacı. KÂSİD Kesat olan, eksik olan, verimsiz olan. KASİDE (C.: Kasâid) Onbeş beyitten az olmamak üzere, her beyit kafiyeli olarak, büyük kimseleri veya herhangi bir şeyi medh ü senâ eden, öven manzume şekli. Büyük zatları ve daha çok Cenâb-ı Hakk'ı veya Peygamberi (A.S.M.) medheden manzume. KASİDE-GÛ f. Kaside yazan, kaside söyliyen. KASİDE-İ BÜRDE Hazret-i Peygamber (A.S.M.) önünde meşhur Arab Şâiri Ka'b bin Züheyr'in okuduğu kasidenin adı olup, bu kasideyi Peygamber Aleyhissalâtü vesselâm beğenmiş, mükâfat ve iltifat eseri olarak da kendi hırkasını ona giydirdiğinden bu isimle meşhur olmuştur. KASİDE-İ ERCUZE (Ürcuze) Hz. İmam-ı Ali (R.A.) tarafından bahr-ı recez vezni üzere yazılan ve istikbalden haber veren meşhur kasidenin adı.(Mecmuat-ül Ahzab'ın 582. sahifesinden 597. sahifesine kadar o Ercuzedir. O Ercuzenin mevzuu ve içindeki maksad-ı aslî; İsmi A'zamı tazammun eden altı ismin ehemmiyetini beyan etmek, hem o münâsebetle istikbaldeki bir kısım umur-u gaybiyeye ve te'sis-i İslâmiyette bir kısım mücâhedâtını işâret etmektir. Evet, Hz. İmâm Üstâdı olan Habibullah'dan (A.S.M.) aldığı dersin bir kısmını işarî bir surette zikrediyor... L.) KASİDE-PERDAZ f. Kaside yazan, kaside düzenliyen. KASİDE-SERÂ f. Kaside söyliyen, kaside yazan. KASÎF Kuru ince ağaç. * Gök gürültüsü. * Deniz sesi, dalga sesi. KASÎL Hayvanlara vermek için vaktinden evvel biçilen yeşil ot. * Kesilmiş nesne. KASÎM Güzel kimse. * Taksim eden, bölen. KASÎME (C.: Kasim) Dikenden başka ot bitmeyen kumlu yer. KASÎR (Kasr. dan) Kısa, boynuz, ufak boylu. KÂSİR Çok olan, kesir, bol olan. KÂSİR (Kesr. den) Kıran, kırıcı. * Tavşancıl kuşu. KASİRE Evinde hapsedilip dışarı çıkartılmayan kadın. KASÎR-ÜL AKL Aklı kısa, aklı ermez. KASÎR-ÜL BÂ' Kısa boylu, beceriksiz, zavallı. KASÎR-ÜL BASAR Dar görüşlü, basireti kısa. * Miyop. KÂSİR-ÜL ESNAM Putları kıran. (Hz. İbrahim'in A.S. lâkabıdır) KASÎR-ÜL HİMME Himmeti az veya kısa olan. KASÎR-ÜL KAME Kısa boylu. Boyu kısa olan. KASİS Fr. Bir yolu, bir tarafından diğer tarafına kadar kesen su arkı. KASİSA (C.: Kasis) Devecilerin, azıklarını ve elbiselerini yüklettikleri deve. * Bir ot. KASİYY Uzak, baid. Irak. KASİYY (KISİYY) Soğuk gece. * Kas adı verilen mahâlde yapılan ibrişimli bir elbise. KASKAS Açlık. * Sür'at yapan, hızla giden. * Yol gösterici. * Devenin yediği bir ot. KASKASE Yol göstermek. * Köpeği "kuçu kuçu" diye çağırmak. KASKASE Çok karanlık gece. * Asâ, sopa, baston. KASL Kesmek. KASM Kapa kapa yemek, bütün bütün yutmak. * Kesmek. * Cem'etmek, toplamak. * İ'tâ etmek, vermek. KASM Bölmek. * Ayırmak. * Bahsetmek. * Kesmek. KASMA Ufak boynuzlu dişi koyun. KASME Merdiven ayağı. KASME Yüz, çehre, vech. KASMEL Arslan, esed. KASR Men'etmek. * Zorla bir şeyi yaptırmak. * Galip olmak. KASR Kısa olmak. Kısa kesmek. * Birisini bir hususa, bir işe tahsis etmek. * Bir işte tembellik etmek. * Akşamlamak. * Hapseylemek. * Yekpâre taş. * Beyazlatmak. * Gevşetmek. * Noksanlaştırmak. KASR Köşk. Yüksek ve ferah bina. Taştan veya kârgir küçük saray. KASR-I CENNET Cennet köşkü. KASR-I MÜŞEYYED Tahkim edilmiş, sağlam yapılmış büyük bina. Büyük apartman. KASR-I SALÂT Seferde olan bir kimsenin, dört rekâtlı farz namazları ikişer rekât kılması. Namazı kısaltmak. KASR-I YED El çekmek, ferâgat etme, vazgeçme. KASRÎ Zorla, cebren. KASRİYYET Zorlama hâli. KASR-ÜL KELÂM Sözü az etmek. Kısa konuşmak. KASS Göğüs. * Saç kesmek. * Kırkmak. * Koyundan kırkılmış yün. KASS Talep etmek, istemek. * Nemime, söz götürmek, lâf taşımak. KASS Cem'etmek, toplamak, biriktirmek. KASSA Kireç. KASSAB Düdükçü. * Kesici. * Parçalayıcı. KASSABİYYE Hayvan kesme ücreti, kasaplık ücreti. KASSAM Hayrı çok olan kimse. * Yorulmuş, kendini bırakmış, mahzun kişi. * Büyük hurma salkımı. * Büyük et parçası. KASSAM Huk: Vârisler arasında miras malını taksim eden ve küçüklerin hakkını koruyan şeriat memuru. * Taksim eden. KASSAR Leke çıkaran. * Çırpıcı, yıkayıcı. KASSÎ Göğüsle alâkalı. Sadrî. KAST f. Noksan, eksik, kusur. KASTA' Ayaklarının siniri büzülüp kurumuş olan deve. KASTAL Cenk ederken olan toz, dövüşürken çıkan toz. KASTAL şeker tozu. KASTALANÎ Ok atmak. * Şafak kızıllığı. KASTALANÎ (Hi: 851-923) (İmam-ı Ahmed İbn-i Muhammed) Büyük Şafiî âlimlerindendir. Çok eser yazmıştır. En meşhur eseri Mevahib-ül Ledüniyye'dir. Mısır'da vefat etmiştir. KASTAR (C.: Kasâtıra) Hâzık, basiretli, mahâretli kimse. * Paranın sahtesini seçip çıkaran kimse. KÂSTAR f. Yalancı, hilekâr. KÂSTE f. Eksik, noksan, eksilmiş, azalmış.KASUB : Mestler.KASUS : Yalnız otlayan deve.KASV : Deve kulağının kenarı. KASVA Kulağının dörtte biri kesik olan koyun veya deve. KASVERE Yaşça büyük olmak. * şecaatli, kuvvetli. * Aslan. * Bir nebat ismi. KASVET Katılık. * Sıkıntı. İç sıkıntısı. * Kalb katılığı. (Bak: Kasavet) KASVET-BAHŞ f. Kasvet ve sıkıntı veren. KASVET-EFZA f. Kasvet ve iç sıkıntısı veren. KASVET-ENGİZ f. Kasvet ve iç sıkıntısı veren. KASVET-NÂK f. İç sıkan, sıkıntı veren. KA'Ş (C.: Kuuş) Ağacın başını çekip eğmek. * Cem etmek, toplamak. * Kadınların bindiği merkep. KAŞ' (Kış') Şaşkın ve ahmak adam. Zayıf adam. * Açmak. * Gidermek. Dağıtmak. * Kuru deri. Deriden olan çadır. * Hamam pisliği. * Deriden yapılmış döşek. * Balgam. KÂŞ f. Çok istek, arzu, özleme. KAŞAĞI Hayvanları kaşıyıp tozlarını düşürmeğe mahsus âlet. * İhtiyar kimselerin, sırtlarını kaşımak için kullandıkları, ağaçtan uzun saplı ve bir ucundaki levhası dişli bir âlet. KÂŞÂNE f. Büyük, süslü ve gösterişli ev. Saray. Kışlık, rahat ve mükemmel ev, oda. KÂŞÂNE-İ MÜRGÂN Kuş yuvası. KAŞ'ARİRE Ürpermek, titremek. KAŞB Karıştırmak. * Zehir içirmek. * Yaramazlıkla hatırlamak. * İncitmek. KAŞBE Hasis kişi. * Maymunun dişisi. KAŞE Mühür, imza. * Bir nevi kumaş. KAŞEM Yetişmeden yenen beyaz hurma koruğu. KAŞER Çok fazla kırmızılık. Ziyâde kızıllık. KAŞİ' Kararı ve sebâtı olmayan kişi. * Dağılmış, müteferrik. KAŞÎ f. İran'ın Kâş şehrinde yapılan bir çeşit çini. KAŞİB (C.: Kuşbâ) Yeni veya eski. KÂŞİF Keşfedici. Keşfeden. Gizli bir şeyi meydana çıkarıp, izah eden. Açıklayan. * Mısır'da nâhiye veya kaza idarecilerine verilen ad. KÂŞİGER f. Çinici, çini yapan san'atkâr. KÂŞİH Düşmanlığını gizleyip izhar etmeyen. * Dağılıp uzaklaşan kimse. KAŞİRE Derisi yarılmış olan baş yarığı. * Yerin yüzünü kazıp götürmüş olan yağmur. KAŞKAŞA Bir şeyin kabuğunu soymak. * Hasta iyi olmak. * Halâs etmek, kurtarmak. * Uyandırmak. KAŞKİ f. "Keşke, ne olurdu" gibi, özleme veya pişmanlık ifade eder. KAŞM Yemek. * Açlık. * Cem'etmek, toplamak. KAŞMEŞ Kuş üzümü. KAŞR Bir şeyin kabuğunu soyma. KAŞŞ Yaranın iyileşmesi. * Hasta iyi olmak. * Evmek. KAŞT Deri yüzmek. * Açmak. * Koparmak. KAŞUR (C.: Kaşurât) Yarış atlarının en sonra geleni. KAŞV Kabuğu soyulmuş olan. KAŞVAN Zayıf erkek. KA'T Kısa boylu kimse. KAT' Kesme, ayırma. * Geçme. Yol almak. Yüzerek geçmek. * Delil ve bürhan ile ilzam etmek. * Edb: Sözün te'sirini arttırmak ve dinleyenin anlayışına bırakmak için söz bitmeden kesivermek."İmtihan geliyor. Çalışın, yoksa..."Görmüyor gittiği yanlış yolu zannım çoğunuz Size rehberlik eden haydudu artık koğunuz.Bunu benden duyunuz, ben ki, evet Arnavud'um!..Başka bir şey diyemem... İşte perişan yurdum!...Mehmed Akif KAT'A Aslâ, hiçbir zaman. KATADE (C.: Kutad) Dikenli ot. Mugaylan dikeni. KATAİF (Katife. C.) Saçaklı, tüylü havlular; ehramlar. * Kadayıf tatlısı. KATALOG Fr. Kitaplık halinde, yahut neşriyata tabi bulunan bir şeye ait etraflı geniş liste, eşya listesi. KATAM Cimâ arzulamak. * Et arzulamak. KATAM Toz, gubar. KATAN Kuşların kuyruğu dibi. * Dağ ismi. KAT'AN Hiçbir zaman, aslâ, katiyyen. KATANE Az yemeklik. KATAR Arabistan yarımadasında müstakil bir devlettir. İstiklâlini 1/1/1971 de ilân etmiştir. Hükümet merkezi Doha şehridir. Üç yanı denizle çevrilidir. Halkı müslümandır. Resmi lisanı Arapçadır. KATAR Birbiri arkasına dizilmiş hayvan sürüsü. * Bir lokomotifin sürüklediği vagonların tamamı. Tren. KATARAT (Katre. C.) Katreler, su damlaları. KATARAT-I BÂRÂN Yağmur damlaları. Yağmur katreleri. KATARAT-I SEMİNE Kıymetli damlalar. KATARAT-I ŞADÎ Sevinç damlaları. Sevinçten dolayı akan gözyaşları. KATARAT-I UYUN Göz yaşları. KATARE Kuyudan veya başka bir yerden damlayan su. KATAT Kısa, kıvırcık saç. KATB (Katub) Daim çatık çehreli, ekşi yüz. * Bir kimseyi darıltmak, gücendirmek. * Birikmek, biriktirmek, doldurmak. * Dolu çuval taşımak, götürmek için hazırlamak. * Arslan. KATEA (C.: Kutâ) Güve. *Ağaç kurdu. KATEB (C.: Aktâb) Deve palanı. KATED (C.: Aktâd-Kutud) Semer ağacı. KATEDRAL Piskoposluk kilisesi. Bir şehrin büyük kilisesi. KATEGORİ Aralarında herhangi bir bakımdan alâka veya benzerlik bulunan şeylerin hepsi. * Zümre, grup. KATEL Nefs. Cismin bakiyyesi. KATELE (Katil. C.) Katiller. İnsan öldürmüş kimseler. KATER (Katre. C.) Katreler, damlalar. KATERE Bir şey üzerine çökmüş toz. * İs gibi bir karanlık. * Toz. * Kebap yapmak. * Pişmiş şeyin kokması. KATF Atın veya diğer davarın adımını geç atması. * Tırmalamak. * Üzüm kesmek. * Ağaçtan meyve devşirme. * Devşirme mevsimi. KATI' (Kat'. dan) Kesen, Kat' eden. Durduran, mâni olan. * Keskin ve iyi bileylenmiş kılıç. KAT'-I ALÂKA Alâkayı kesme. KAT'-I DA'VÂ Dâvâyı halletme. KAT'-I HAYÂT Hayatın kesilmesi. Ölüm, mevt. KAT'-I MERÂHİL Merhaleleri, durak yerlerini geçme. Yol alma, ilerleme. KAT'-I MERATİB Mertebeleri aşıp geçme. KAT'-I MÜNÂSEBET Münasebeti ve ahbaplığı kesme. KAT'-I NAZAR Bakmamak. İtibar etmemek. * Alâkayı kesmek. KAT'-I TARİK Yol kesicilik. KATI'A Kesen, kesici. KATIBE (A, uzun okunur) Hepsi, tamamı. Cümleten. * Bütün hâllerde. KATIBETEN Tamamıyla, bütünüyle, cümleten, hepsi. * Hiçbir zaman, aslâ. KATIN (C.: Kuttân) Oturan, yerli. Ev halkı. KATI-UT TARİK Yol kesen, eşkiya. KATİ' (C.: Ekâti-Aktâ-Kutân) Kamçı. * Deve ve koyun sürüleri. KAT'Î Mutlak. şüphesiz. Tereddütsüz. KAT'Î DELALET şüphesiz, kat'i delil. KATİA (C.: Katâi') Kesme, kat etme. * Kırılma. * Alâkayı kesme. Ahbaplığı kesme. * Vergi. * Arazi. KÂTİB Yazan, yazıcı, kitâbet eden. Usta yazıcı. KÂTİBANE Kitâbet kaidesine göre, kâtipcesine. KÂTİB-İ ADL Noter. KÂTİB-İ EZELÎ Her şeyin hayatının mukadderatını ezelden bilip yazan Cenab-ı Hak (C.C.) KÂTİB-İ HUSUSÎ Büyük bir kimsenin kullandığı özel kâtip, hususi kâtib. KÂTİB-İ SIRR Gizli şeyler yazdırılan kâtip, sır kâtibi. KÂTİB-İ VAHY Kur'an-ı Kerim âyetlerini yazan. Vahy kâtibi. KATİFE (C.: Katâif) Kadife. KATİL Öldürülmüş, vurulmuş. Maktul. KATİL (A, uzun okunur) Öldüren. İnsanın ölümüne sebep olan insan. KATİLE Su silmede kullanılan bez parçası. KATİL-İ MA'FUV Can ve ırzını korumak için, tecavüze kalkanı öldüren kimse. KATİL-İ MÜTEAMMİD Her ne sebeple olursa olsun, birini öldürmeyi evvelce zihninde tasavvur ederek öldüren kimse. KATİM Toz çokluğundan karanlık olan. KÂTİM (Ketm. den) Ketmeden, saklıyan, tutan. Sır saklayan. KÂTİM-İ ESRAR Sır saklıyan. KATİN Kene. * Az yiyen kimse. * Testi. KATİR İhtiyarlık, saç ağarmak. * Perçin yapılan çivi uçları. KAT'İYYEN Kat'i ve kesin olarak. * Aslâ, hiçbir zaman. KAT'İYYET Kesinlik, kat'ilik. KAT'İYY-ÜD DELALE Bir ibârenin ifâde ettiği mânaya veya hükme delâletinin kat'i ve şeksiz olması. Delilin kat'i, şüphesiz oluşu. KAT'İYY-ÜL METİN Metnin, ibârenin kat'i ve şüphesiz oluşu. (Ayet gibi) KATL Öldürmek. KATL (C.: Mekâtıl) Kesmek. KATLÂ (Katîl. C.) Öldürülmüş kimseler. KATLGÂH f. Öldürme yeri. Cinayet mahalli. KATL-İ ÂM Bir yerde çoklarının öldürülmesi. Herkesi kılıçtan geçirme. Toptan imha. KATL-İ AMD Huk: Kasden ve bile bile öldürme. KATL-İ NEFS İntihar. Kendi kendini öldürme. KATL-İ NÜFUS Adam öldürme. KATM Kesmek. Isırmak. * Tatmak, zevk. * Devenin kükremesi. KATMER t. Bir şeyin kat kat olması. * Çok yapraklı oluşu. (Gülün, çiçeğin, böreğin, elbisenin kat kat olduğu gibi.) KATNE Kırkbayır. * Boş. KATOLİK Fr: Hıristiyanlardan bazılarınca Hz. İsa'nın (A.S.) vekili telâkki ettikleri papanın reisliği altında Hıristiyanlıkta bir mezheb ve bu mezhabe bağlı olanlar.(Ehl-i bid'a, dinsizliklerine ve ilhadlarına şöyle bir bahane buluyorlar. Diyorlar ki: "Alem-i insaniyetin müteselsil hadisâtına sebep olan Fransız ihtilâl-i kebirinde, papazlara ve rüesa-yı ruhaniyeye ve onların mezheb-i hassı olan Katolik mezhebine hücum edildi ve tahrib edildi. Sonra çoklar tarafından tasvib edildi. Frenkler dahi, ondan sonra daha ziyade terakki ettiler?.."Elcevap: Bu kıyasın dahi, evvelki kıyaslar gibi farkı zâhirdir. Çünkü: Fransızlarda, havas ve hükümet adamları elinde çok zaman din-i hıristiyani, bahusus Katolik mezhebi bir vasıta-i tahakküm ve istibdat olmuştu. Havas, o vasıta ile nüfuzlarını avam üzerinde idame ediyorlardı. Ve "serseri" tabir ettikleri avam tabakasında intibaha gelen hamiyet-perverlerini ve havas zalimlerin istibdadına karşı hücum eden hürriyet-perverlerin mütefekkir kısımlarını ezmeye vasıta olduğundan ve dörtyüz seneye yakın Frengistanda ihtilâller ile istirahat-ı beşeriyeyi bozmağa ve hayat-ı içtimaiyeyi zir ü zeber etmeğe bir sebep telâkki edildiğinden; o mezhebe, dinsizlik namına değil, belki Hristiyanlığın diğer bir mezhebi namına hücum edildi. Ve tabaka-i avamda ve feylesoflarda bir küsmek, bir adavet hasıl olmuştu ki; mâlum hâdise-i tarihiye vukua gelmiştir. Halbuki: Din-i Muhammedi (A.S.M.) ve Şeriat-ı İslâmiyeye karşı; hiçbir mazlumun, hiçbir mütefekkirin hakkı yoktur ki, ondan şekva etsin. Çünkü onları küstürmüyor, onları himaye ediyor. Tarih-i İslâm meydandadır. İslâmlar içinde bir iki vukuattan başka dahili muharebe-i diniye olmamış. Katolik mezhebi ise, dörtyüz sene ihtilâlât-ı dâhiliyeye sebep olmuş. M.) KATR Darlık. KATR Damlamak. Damlatmak. Damlayan şey. * Develeri katarlamak. * Birisini şiddet ve hiddetle yere çalmak. * Yağmur. KATRAN (Katıran) Siyah, sert kokulu, süretle yanan, hararetli, keskin ve suda erimeyen bir madde. KATRE Damla. Su damlası. * Bir damla olan şey. KATRECU f. Bir damla arıyan. KATRED (KATÂRİD) Koyunu ve kuzusu çok olan kişi. KATREFEŞAN f. Damla saçan. KATRE-İ BÂRÂN Yağmur damlası. KATRE-İ GEVHER Cevher damlası. İnci tanesi. * Pek kıymetli şey. KATT Kuru yonca. * Koğuculuk etmek, yalan söylemek, dedikodu yapmak. * Zeytin yağını fesliğen ile kokutmak. KATT Katı bir cismi yontma, enine kesme. * Saçın kıvırcık olması. * Narhın, fiatın fazla olması. KATTA' Çok kat'eden, adah çok kesen. KATTAL (Katl. den) Çok öldüren, çok katleden. KATTAN Pamuk satan. KATTAT Hokkalar yapan, çıkrıkçı. KATUB (Bak: Katb) KATUBE Arkasında semeri olan deve. KATUF Tenbel. * Yavaş yürüyüşlü davar, yavaş olan hayvan. KATV Sürur ve neşeyle ağır ağır yürümek. * Adımını biribirine yakın atmak. KATV Hizmet. KAUD Yavaş giden at. KAUD Binilmeğe kabil deve (en az iki yaşında olur.) KAUR Çok derin. * Çöllerde, rüzgârların esmeleri sebebiyle yığılan kum tepeleri. Kumullar. KAUS Yaşlı, koca, ihtiyar. KAV' (C.: Akvâ) Erkek dişiye aşmak. * Üstüne hurma ve buğday döktükleri düz yer. KA'VA' İncikleri ince olan kadın. KAVA' Kimse olmalan ıssız yer. * İki tarafına yağmur yağıp ona yağmayan yer. KAVABİL (Kabile. C.) Ebeler. * (Kabiliyet. C.) Kabiliyetler veya kabiliyetliler. KAVAD Katili maktul yerine kısas etmek. KAVAD Kaltaban. Arsız, gayretsiz. KAVADİH (Kadiha. C.) Çekiştirenler, zemmediciler, kötüleyiciler. * Çekiştirilecek ve zemmedilecek şeyler. KAVADİM (Kadime. C.) Kuyruklar. * Kuşların kanatlarının ön tüyleri. KAVAF Kundura ve terlik gibi ayakkabıları hazır olarak satan. KAVAFÎ (Kafiye. C.) Kafiyeler. KAVAFİL (Kafile. C.) Kafileler. Birlikte yolculuk eden topluluklar. * Sıra sıra ve takım takım gönderilen şeyler. KAVAİD (Kaide. C.) Kaideler. Hareket porgaramları. Dil öğreten bir kitaptaki kaideler. Arab lisanındaki kaidelerin dercedildiği gramer kitabı. KAVAİD-İ ESASİYE Esası teşkil eden temel kaideler. KAVAİM (Kaime. C.) Kaimeler. KAVAKİZ (Kakuze. C.) Boş maşrapalar. KAVALİB (Kalıb. C.) Kalıplar. KAVAM Adâlet. * Güzel ve uzun boy. KAVANİN (Kanun. C.) Kanunlar. Devlet idare kaideleri. Şeriatın her bir mes'elesi. KAVANİN-İ ASKERİYE Askeri kanunlar. KAVANİN-İ CEZAİYE Ceza kanunları. KAVANİN-İ HADSİYE Hadse âit düstur ve kanunlar. (Bak: Desâtir) KAVANİN-İ İLÂHİYE İlâhî kanunlar. Şeriat. (Bak: Şeriat) KAVARİ' (Karia. C.) İnsan öleceği zaman, halet-i nezi'de okunan âyet-i kerime. * Şiddetli esen rüzgârlar. * Ansızın Allah tarafından gönderilen belâ ve musibetler. KAVARİR (Karure. C.) Gözbebekleri. * Şişeler.KAVAS : Eskiden vezirlerin maiyetlerinde kullandıkları silâhlı adamlar. KAVASIF (Kasıf. C.) Şiddetli esen rüzgârlar. Fırtınalar. KAVASIM (Kasım. C.) Ezici, kırıcı ve ufaltıcı şeyler. KAVAYİM Davarın ayakları. * Evin direkleri. KAVB Kesmek. * Çukur kazmak. KAVD Boy uzunluğu. * At sürüsü. KAVDA (C.: Kud) Uzun boyunlu kadın.* Alt dişlerin uzun başlısı. KA'VE Evin ortası. KAVEME (Kavme) Namazda, rükudan kıyama kalkıp, bir kere "Sübhâne Rabbiyel Azim" diyecek kadar durmak. KAVF Bir kimsenin peşinden gitmek. * Ense saçı. KAVİ Sağlam, metin, zorlu, kuvvetli, güçlü. * Varlıklı, zengin, sâlih, emin, mutemed. KÂVÎ (Key. den) f. Yakan, yakıcı. Dağlayan. Demirci. KAVİM Doğru, dik, ayakta. * Dürüst. * İsabetli. * Boyu düzgün ve güzel. KAVİM (Bak: Kavm) KAVİSNAME f. Okçular ve okçuluk hakkında yazılan eser. KÂVİŞ f. Eşme, kazma. KÂVİŞGER f. Kazıcı, eşici, kazan. KAVİYYEN Kuvvetle, kat'i olarak. Şüphesiz olarak. KAVİYYEN ME'MUL Çok kuvvetle ümid edilen. KÂVİYYET Yakıcılık, dağlayıcılık. KAVİYY-ÜL BÜNYE Bünyesi sağlam olan. Sağlam vücutlu. KAVİYY-ÜL İKTİDAR İktidarı kuvvetli. KAVKAA Salyangoz, midye gibi hayvanların sert kabuğu. KAVKAH Tavuk gıdaklaması, tavuk sesi. KAVKAL Bağırtlak kuşunun erkeği. * Keklik. * Turaç kuşu. KAVL Anlaşma. Sözleşme. * Konuşulan söz. Söz cümlesi. * İtikad, delâlet. * Tarif. * İlham. KAVLEN Söyleyerek. Söz ile. Anlaşarak. KAVLÎ Sözle alâkalı. Söz niteliğinde. KAVL-İ LEYYİN Yumuşak söz. Sert olmayan söz. Enâniyetli olmayan söz. KAVL-İ MÜCERRED Delilsiz söz. KAVL-İ RÂCİH Daha makbul ve daha önde olan söz, kanaat, fikir. KAVL-İ RESUL Hadis. KAVL-İ ŞÂRİH Mânasını açıklayan söz. Şerheden söz. Tarif. Şerhedenin sözü. KAVLİYYAT Kaviller, kuru lâflar, boş sözler. KAVM (Kavim) Bir peygambere tâbi ve bağlı insan topluluğu. Aralarında dil, âdet, örf, kültür birliği olan cemâat, topluluk. Millet. Bir işe başlamak. * Pazar kurmak. * Müşteri ile anlaşmak. KAVMÎ Kavme âit, kavimle alâkalı. KAVM-İ MAHSUR Nüfusu yüz kişiden az olan köy halkı. KAVMİYET Kavimcilik. Milliyetçilik. Bir kavmin hususiyetleri. KAVMİYETÇİLİK İslâmiyetin âyet-i kerime ve hadis-i şerifle men'ettiği, soy sop üstünlüğü ileri sürerek, kendi kavminden olmayanlardan ayrılmak ve onları hakir görmek. (Bak: Asabiyet-i câhiliye) KAVNES (C.: Kavânis) Atın iki kulağı arası. * Başa giyilen miğferin tepesi. KAVRA Geniş yer. KAVS Yay. * Eğri, yay biçiminde olan şey. * Dokuzuncu burcun adı. KAVSAF Kadife. KAVSARRA Kamıştan yapılan hurma sepeti. * Şeker yükü. KAVSEYN İki yay. KAVS-I KUZAH (Kavs-i kuzeh) Gök kuşağı. Alâim-i semâ. Ebem kuşağı. KAVSÎ Yay biçiminde olan, yay gibi olan. KAVS-PARE f. Küçük yay, küçük kavs. KAVT İhtiyaç miktarı yemek vermek. KAVT (C.: Akvât) Koyun sürüsü. KAVVAD Arsız, pezevenk, deyyus, kaltaban, gayretsiz. KAVVAL (Kavl. den) Geveze, çok konuşan, çok söyliyen. * Sözü yerinde söyliyen. Lâf ebesi. KAVVAM Nezaret ve muhafaza eden kimse. İşlerin mes'uliyetini üzerine alıp iyi idare eden. KAVVAS (Kavs. dan) Oklu asker. * Ok imâl eden kimse. Okçu. KAVZ Bozmak. Yıkmak. KAVZ (C.: Akvâz-Akâviz-Kızân) Küçük kum tepesi. * Düşmek. * Bağlamak. KAY Yağmurlu hava. KAY Kusma, istifrağ. Hastalıktan dolayı ağızdan çıkan hazmolmamış gıdâ maddesi.(Âlim-i mürşid koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna kay verir. M.) KAY' Kedi, sinnevr. KAY'AM (C.: Kayâım) Kedi. KAYANE Demircilik. KAYASİRE (Kayser. C.) Kayserler. Eski Bizans ve Roma İmparatorlarının lâkapları. KAYD Kelepçe, bağ. * Bağlamak. * Bir şeyi bir yere yazmak. * Deftere geçirmek. * Sınırlamak. * Şart. KAYDAHR Halkın her işine karşı gelen. * İri gövdeli deve. KAYDEHUR Yaramaz huylu. KAYDETMEK Yazmak. * Bağlamak. * İlgilenmek, alâkalanmak. KAYD-I HAYAT Ömür boyunca, yaşadığı müddetçe. KAYDİYYE Deftere kaydetme ücreti. KAYDUM Her nesnenin önü. KAYH (C.: Kuyuh) İrin. KAYID (C.: Kıvâd-Kâde-Kavâyid) Çekici, çeken. * Çavuş. * Koyunların önünde yürüyen "kösem" dedikleri koyun. KAYIF Ferasetle bir kimsenin nesebini bilen kişi. KAYIM Durucu, duran. * Kılıç kabzası. KAYIN Kadının veya kocanın erkek kardeşi. KAYINÇO Kayın. Kayınbirader. KAYISA (C.: Kavâsi) Derenin son bulduğu yer. KAYİLE (Bak: Kaylule) KAYKA' Tavuk avazı, tavuk sesi. KAYKABAN İğde yemişi gibi akça yemişi olan bir ağaç. KAYL (C.: Akyâl) Ulu şerif kimse. * Öğle vakti şarap içmek. KAYLULE Kerâhet vakti olmayan kuşluk vakti uykusu, öğle uykusu.(Re'fet, $ âyet-i celilesindeki $ kelimesinin mânasını merak edip sorması münasebetiyle ve hapiste sabah namazından sonra sairler gibi yatmasından gelen rehavet dolayısıyla, elmas gibi kalemini atâlete uğratmamak için yazılmıştır. Uyku üç nevidir:Birincisi: Gayluledir ki, "fecirden sonra tâ vakt-i kerahet bitinceye kadardır." Bu uyku, rızkın noksaniyetine ve bereketsizliğine Hadisçe sebebiyet verdiği için, hilâf-ı Sünnettir. Çünkü; Rızk için sa'yetmenin mukaddematını ihzar etmenin en münasip zamanı, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet ârız olur. O günkü sa'ye ve dolayısıyla da rızka zarar verdiği gibi, bereketsizliğe de sebebiyet verdiği, çok tecrübelerle sabit olmuştur.İkincisi : Feyluledir ki, "İkindi namazından sonra mağribe kadardır." Bu uyku ömrün noksaniyetine, yâni uykudan gelen sersemlik cihetiyle o günkü ömrü nevm-âlud, yarı uyku, kısacık bir şekil aldığından maddi bir noksaniyet gösterdiği gibi, mânevi cihetiyle de o gün hayatının maddi ve manevî neticesi ekseriya ikindiden sonra tezahür ettiğinden, o vakti uyku ile geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiğinden, güya o günü yaşamamış gibi oluyor.Üçüncüsü: Kayluledir ki, bu uyku Sünnet-i Seniyyedir. Duha vaktinden, öğleden biraz sonraya kadardır. Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için Sünnet olmakla beraber, Ceziret-ül-Arabta vakt-üz-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tâtil-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan, o Sünnet-i Seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir. Bu uyku, hem ömrü, hem rızkı tezyide medardır. Çünkü: Yarım saat kaylule, iki saat gece uykusuna muadil gelir. Demek, ömrüne hergün bir buçuk saat ilâve ediyor. Rızk için çalışmak müddetine, yine bir buçuk saati ölümün kardeşi olan uykunun elinden kurtarıp yaşatıyor ve çalışmak zamanına ilâve ediyor. L.) KAYN (C.: Kuyun) Demirci, haddad, * Kul, köle. KAYNAN At ve deve ayaklarının ip bağlanacak ve bukağı vuracak yeri. KAYNATA Karı ve kocaya göre birbirlerinin babası. * Kayınpeder. KAYS Düşmek, sukut. KAYS Leylâ ile Mecnun hikâyesinin erkek kahramanı olan Amirinin adı. * Süngü miktarı. KAYSER Eski Roma ve Bizans İmparatorlarının lâkabı. KAYSERÎ (C.: Kayâsir, Kayâsire) Büyük şeyh. * Büyük deve. KAYSERÎ f. Hükümdarlık, imparatorluk, kayserlik. KAYSUM Marsama denilen ot. KAYTAS Balina balığı. * Kadırga balığı. KAYTUN (C.: Kayâtin) Hazine. Kiler. Ziyâfethâne. KAYTUS Bir yıldız kümesi. KAYY Fakirlik. KAYYIM İnsanları birbirine kardeşlikte ve sevgide bir araya toplayıp dünya ve âhirette necat ve iyilikler yolunda cem' edici olduğundan; bütün iyilikleri haseneleri toplayıcı ve muhtaçlara çok ihsan edici mânasında Peygamberimiz Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) verilen bir isim. KAYYİME Müstakim, âdil. Çok değerli. KAYYUM (Kıyâm. dan) Camilerde iş gören kimse. Cami hademesi. KAYYUM Başlangıç, nihayet ve yeniden oluş gibi hallerden münezzeh ve ezelden ebede kaim, dâim ve var olan Allah (C.C.). Bütün eşyanın ancak kendisi ile kaim olduğu Cenab-ı Hak.(... Sırr-ı kayyumiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki; bütün mevcudatı ademden çıkarıp, herbirisini bu nihayetsiz fezada $ sırrıyla durdurup, kıyam ve beka verip, umumunu böyle sırr-ı kayyumiyetin tecellisine mazhar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinad olmazsa; hiçbir şey kendi başıyla durmaz. Hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edecek.Hem nasıl ki bütün mevcudat, vücudları ve kıyamları ve bekaları cihetinde Kayyum-u Zülcelâl'e dayanıyorlar; kıyamları onunladır... Öyle de, mevcudatın keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin; (temsilde hata olmasın) telefon, telgraf silsilelerinin merkezi ve santral direği hükmünde olan sırr-ı kayyumiyette $ sırriyle, uçları bağlıdır. Eğer o nurani nokta-i istinada dayanmazlarsa, ehl-i akılca muhâl ve bâtıl olan binler devirler ve teselsüller lâzım gelecek; belki, mevcudat adedince bâtıl olan devirler ve teselsüller lâzım gelir. Meselâ: Bu şey (hıfz veya nur veya vücud veya rızık gibi) bir cihette buna dayanır; bu da ötekine; o da ona... gitgide herhalde nihayetsiz olamaz, bir nihayeti bulunacak.İşte bütün böyle silsilelerin müntehâları; elbette sırr-ı kayyumiyettir. Sırr-ı kayyumiyet anlaşıldıktan sonra, o mevhum silsilelerde birbirine dayanmak rabıtası ve mânâsı kalmaz, kalkar; herşey doğrudan doğruya sırr-ı kayyumiyete bakar. L.) KAYYUMİYET Allah'ın ezelî ve ebedî oluşu, dâimî mevcudiyeti, bâkiliği. (Bak: Kayyum) KAYZ Yaz mevsiminin en sıcak zamanları. KA'Z Keçi ve sığırın, ağacın başını çekip kendine eğmesi. KAZ' Kesmek. * Kahretmek. * Çiğnemek. * Fuhşiyat söylemek. Sövmek. KÂZ (Gâz) f. Makas. KAZA Birdenbire olan musibet. Beklenmedik belâ. * Vaktinde kılınmayan namazı sonradan kılmak. * Allah'ın takdirinin ve emrinin yerine gelmesi. * Hâkimlik, hâkimin hükmü. * İstemeden yapılan zarar. * Hükmeylemek, hüküm. * Bir şeyi birbirine lâzım kılmak. * Beyan eylemek. * Ahdini yerine getirmek. * Ödemek, edâ etmek. * İcab. * Ölüm. (L.R.) * Şeriat hâkimi olan Kadı'nın hükümetinin hududu olan memleket. (Yâni, eskiden bir hâkimin şeriat şeriat namına da'valara baktığı memlekete "kaza merkezi" denirdi.)Fık: İnsanlar arasında vuku bulan dâva ve muhasamayı şer'î hükümler dairesinde fasletmek, halletmek.(Fetvanın kazadan farkı, mevzuu âmdır; gayr-i muayyendir, hem mülzim değil. Kaza ise; muayyen ve mülzimdir.) KAZA' Çocukların başını traş edip, bazı yerlerinde kısım kısım saç bırakmak. KAZAA Bulut parçası. KAZAB Katılık, şiddet. KAZABE Kesinti. Bağ ağacından ve diğer ağaçtan kesilen parçalar. KAZAEN Kaza olarak, tesadüfen. İstemiyerek. Bilerek değil. Beklenmedik halde. KAZAET Ayıp, âr. * Fesad. KAZAHA (Kazâ. dan) Kazalar. İlçeler. Kaymakamlık idareleri. KAZAÎ Kaza ile alâkalı. Hüküm vermeğe ait. KAZA-İ HÂCET İhtiyacını gidermek. * Büyük abdest bozmak. KAZA-İ ŞEHVET Şehvet ihtiyacını gidermek. Cinsî münasebet (ki, insanlar arasında nikâh olmadıkça haramdır.) KAZAK Her kavmin askerliğe, akın ve çapula ayrılmış efradı. * Çarlık Rusyasında ayrıca bir sınıf teşkil eden sipahiye benzer süvari askeri. KAZAL (C: Kuzul-Akzile) Başın arka tarafı. KAZAM şey. KAZAN (KEVZÂN) Semiz şişman kimse. KAZAN KALDIRMAK t. Yeniçerilerin isyanı münasebetiyle kullanılan bir tabirdi. Yeniçeriler isyan ettikleri zaman yemek pişirilen kazanlarını da, toplandıkları At Meydanı'na getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir. Sonradan da devlete karşı koymağa kalkanlar hakkında kullanılırdı. (O.T.D.S.) KAZANFER (Bak: Gazanfer) KAZAR Kirlenme, pislenme. KAZARA f. Kazâ olarak. Rastlayarak. KAZARET Murdarlık, necâset, pislik, pis olma hâli. KAZASKER İlmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri. Lügat mânası asker kadısı, ordu kadısı demektir. Osmanlılarda Kazaskerliğin ihdası Sultan I.Murat zamanındadır. İlk Kazasker de "Çandarlı Kara Halil"dir. KAZAYA (Kaziye. C.) Kaziyeler. Hükümler. KAZAYA-YI MAKBULE (Bak: Kaziye-i makbule) KAZAZ Ufak taş. * Döşek üstünde olan toprak. * Toz toprak bulaşmaz nesne. KAZA-ZEDE Kazaya uğramış, başına felâket gelmiş. KAZB Çok nikâh. KAZB Kesmek. * Yonca otu. KAZBE (C: Kuzub) Yonca otu. KÂZE Uyluk dibi. KAZEF Irak, baid, uzak. KAZEİN Fr. Sütte bulunan albüminli maddeler. KAZEL Çok fazla aksaklık. (Müe: Kazlân) KAZEM Bütün bütün yutmak. * Asılsızlık. KAZEM Tez, seri, acele. KAZER Nezafetsizlik, temiz olmamak. KAZEZ Pire. KAZF Atmak. İftira atmak. Ehl-i namus bir kadına zina isnad etmek. Buna "kazf-ı muhsenat" da denir. (Bak: Kebair) KAZF (KAZÂFE) (C.: Kızâf) İncelik, zayıflık. KAZH Atmak, saçmak. KAZIB (C.: Kavâzıb-Kızâb) Kesici, kesen. KÂZIM Öfkesini yenen, meydana vurmayan. KAZIM(A) Kemirici hayvan. KÂZIME (C.: Kezâyim) Yanında bir kuyu daha olup bundan ona, ondan buna su geçen kuyu. * Büyük şehir. KÂZIMÎN-EL GAYZ Öfkesini yenenler. KÂZIMÛN (KÂZIMÎN) Öfkesini yenenler. Hırsını yenenler. KAZIYE Ölüm. KAZİ (A, uzun okunur) Dâvalara hüküm ve kaza eden. Şeriat kanunlarına göre dâvalara bakan hâkim. Kadı. * Yapan, yerine getiren. KAZİB Karada ve denizde ticarete hırslı olan kimse. KAZİB (C.: Kuzıbân) Ağaç dalı. KÂZİB(E) Yalancı. Yalan söyleyen. KAZİFE Sövdükleri söz. * Attıkları nesne. KAZİM (C.: Kazmân-Kazam) Gümüş. * Yazı yazmada kullanılan beyaz deri. * Davara verdikleri arpa. KAZİME (Bak: Kâzıme) KAZİYE (KAZİYYE) Man: Hüküm. Bir hükmü ifâde eden kelâm. * Karar. Fikir. İfâde. * Hak veya bâtıl mâna ifade eden söz. * Hükmeylemek. * Hükümet. KAZİYE-İ BEDİHİYYE Man: Delil ile isbata muhtaç olmaksızın, aklın cezmen hüküm ve tasdik eylediği hüküm. Bu iki kısma ayrılır:1- Kaziye-i bedihiyye-i akliyye: Aklın hârice danışmayarak ve havassın (hislerin) tavassut ve yardımına muhtaç olmayarak tasdik eylediği kaziyeye denilir ki; akıl mücerret mevzu ve mahmulünü tasavvur edince beyinlerindeki nisbet-i hükmiyeyi cezmen tasdik ediverir ve bunlara Ulum-u müteârife denir. Bu da ya evveliye veya fıtriyye olur.2- Kaziye-i bedihiyye-i akliyye-i evveliye: Aklın mücerret tarafeyni tasavvur ile beynindeki nisbet-i hükmiyeyi cezmen tasdik ettiği kaziyyeye denir. (L.R.) KAZİYE-İ BEDİHİYYE-İ FITRİYYE Man: Aklın tarafeyni tasavvur ederken zihinde hâzır olan bir hadd-ı vasat vâsıtası ile nisbet-i hükmiyyeyi cezmen tasdik eylemesinden ibaret olan kaziyyeye denir. KAZİYE-İ CEHLİYYE Man: Esası cehl üzere mebni olan bâtıl kaziyyedir. (L.R.) KAZİYE-İ CÜZİYYE Man: Hükmü, mevzuun bazı efradına şamil olan kaziye. "Bazı şeyler serttir." gibi. KAZİYE-İ HAMLİYYE Man : Mahmulün (yâni, haberin), mevzua (yani mübtedaya) sübut veya nef'i ile hükmü hâvi olan kaziyye. Tabir-i diğerle: Mahmulün mevzua kayıtsız ve şartsız olarak isnad olunduğu kaziyyeye denir. "Dünya fânidir" gibi. KAZİYE-İ İHTİMALİYYE Man: Bir şeyin olması veya olmaması mümkün olmak ihtimâli üzerine bina olunan kaziyye. KAZİYE-İ KÜLLİYE Man: Hüküm mevzuunun cemi efradına şâmil olan kaziyye. "İnsanların cümlesi nâtıktır" gibi. KAZİYE-İ MA'DULE Man: Selb, ya mevzuundan ya mahmülünden ikisinden cüz' olan, yâni kendinde hem isbat ve hem de nefiy kaziyyelerdir. "Nefs-i nâtıka gayr-i mürekkebdir" gibi. KAZİYE-İ MAHKÛMUN BİHÂ (Bak: Kaziye-i muhkeme) KAZİYE-İ MAHSUSA Man: Mevzuu yalnız bir fertten ibaret olup da hüküm onun üzerine olan kaziyyedir. Buna Kaziye-i şahsiyye dahi denir. "İstanbul en büyük şehirlerin birincisidir" gibi. KAZİYE-İ MAKBULE Kabule mazhar olmuş hüküm ve iddia. İtimad edilir zâtların söyledikleri ve bu itimada binâen kabul edilen kaziyye. KAZİYE-İ MEŞHURE Man: Herkesce sâbit olduğu hasebiyle hükmolunan kaziyye. KAZİYE-İ MEVHUME Man: Mâkul işler üzerine kuvve-i vâhimenin hükmeylediği kâzib kaziyyedir. KAZİYE-İ MUHAYYELE Man: Kizb olduğu mâlum iken nefsin ya münbasit ya münkabız olduğu kaziyye. Hayali olan hüküm. KAZİYE-İ MUHKEME Tam, sağlam hüküm. Temyizin tasdikinden geçmiş, değişmez hâle gelmiş mahkeme kararı ki, böyle bir karara mazhar olan herhangi birşey hakkında tekrar dava açılamaz; dâva mevzuu yapılamaz. Aksi takdirde kanun namına kanunsuzluk yapılmış olur. Buna "Kaziye-i mahkumun bihâ" da denir. (Bak: Muhkem kaziyye) KAZİYE-İ MUTLAKA Man: Hiçbir ihtimâl gösterilmeyip, bir şeyin şöyle olduğuna veya olmadığına açıktan açığa hükmolunan kaziyye'dir. KAZİYE-İ MÜMKİNE Mümkün olan hüküm, kaziyye.(Meselâ: Kim iki rekât namazı filan vakitte kılsa, bir hac kadardır. İşte iki rekât namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattır. Herbir iki rekât namazda bu mâna külliyet ile mümkündür. Demek şu nevideki rivayetler vukuu bilfiil dâimi ve külli değil, zira kabulün madem şartları vardır. Külliyet ve daimilikten çıkar. Belki ya bilfiil muvakkattır, mutlaktır, veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehadisteki külliyet ise, imkân itibariyledir... S.) KAZİYE-İ NAZARİYYE Man: Aklın bir delil ile tasdik eylediği kaziyye. Delilinin mukaddematı yakiniyyattan ise, yakiniyye'dir ve illâ zanniye olur. KAZİYE-İ SÂLİBE Man: Mevzuun mahmulünden selbiyle hükmolunan, yâni; bir şeye nefi ile hükmeyleyen kaziyye'dir. "Kamerin ziyası kendinden değildir" gibi. KAZİYE-İ ŞARTİYYE Man: İki cümleden ibâret, fakat bunlardan birinde olan hüküm diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan, yâni; aralarında mülâzemet ve irtibat bulunan kaziyedir. KAZİYE-İ ŞARTİYYE-İ MUTTASILA Man: Mevzu ile mahmulü birer cümle olmakla, birinde bir şeyin üzerine olunan hüküm, diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan kaziyyedir. (Eğer bir cisim ağır ise, bir yere yerleştirilmedikçe düşer gibi.) KAZİYE-İ ŞARTİYYE-İ MÜNFASILA Man: Mahmulü birden fazla olmakla bu mahmulllerin biri elbette mevzua isnad olunmak lâzım geldiğine hükmolunan kaziyyedir. (Adet ya tektir, ya çifttir) gibi. KAZİYE-İ TAKLİDİYYE Man: Mücerred. Başkasından duymakla hükmolunan kaziyye. KAZİYE-İ YAKÎNİYYE Man: Yakîni ifade eden kaziyyeye denir. Ya bedihiyye veya nazariyye olur. KAZİYE-İ ZANNİYE Man: Karineler ve emârelerden alınmış olan kaziyyeye denir ki; akıl galip zan ile hüküm eylerse de, onun nakzını dahi tecviz eder, bu cihetle zanniyatın cümlesi nazaridir. KAZİYE-İ ZARURİYYE Man: Tasdikat-ı akliyyeden olmakla zıddı mümkün olamıyacak surette kat'i olan bir nevi kaziyyedir. KAZİ-YÜL HÂCÂT Bütün ihtiyaçları yerine getiren Allah (C.C.) KAZİZ Ufak taşlar, taş parçaları. * Topluluk, cemaat. KAZKAZ Arslanın, kemiği parça parça etmesi. * Yavuz arslan. KAZKAZA Kemiği parçalamak. KAZM Kuru şeyler yemek. * Dişlerin etrafıyla bir şeyi ısırıp yemek. KAZR Bir kimsenin peşinden gitmek. KAZUF (KAZİF) Irak, uzak, baid. KAZULET Kocaman. KAZUR Temiz olmayan şeylerden sakınan kimse. KAZURAT Pislikler, süprüntüler, insan pisliği. KAZURE (C.: Kazurât) Pislik. * Mezbele, süprüntülük. KAZUZE Maşrapa. KAZZ Okun yeleğini kesmek. * Yalnız, tek, ferd. KAZZ Bükülmüş ibrişim. Ham ipek. * Sıçramak. * Irak olmak, uzak olmak. KAZZ Büyük taş. * Topraklı olan. * Topluluk, cemaat. KAZZABE Çok keskin. KAZZAFE Sapan. KAZZAN Pire. KAZZAZ İpekçi. İpek yapan veya satan kimse. KAZZE (C.: Kuzâ) Su üstündeki çörçöp. * Göze düşen çöp. * Gözün çapağı. KE f. Farsçada küçültme edatıdır. Kelimelerin sonlarına gelir. (Meselâ: "Merdüm: Adam; merdümek: Adamcağız" gibi.) KE Gibi mânasındadır. (Arapça teşbih edâtı) Kelimenin başına getirilir. Meselâ: (Kezâlike: Bunun gibi) * Harfin ve kelimenin sonuna gelirse sen zamiri yerindedir. Meselâ (Kitâbü-ke: Senin kitabın) KEB' Men'etmek, mâni olmak, engellemek. * Dinar. Dirhem. KEBAB Ateşte pişirilen et. * Ateşte kavrularak veya alazlanarak pişirilen her türlü yiyecek. KEBABE Bir ot ismi. KEBAD İri limon. KEBADE f. Tâlim yayı. KEBADE-KEŞ f. Ok atma tâlimi yapan veya ok atmaya hevesli olan. Tâlim yayını çeken. KEBADE-KEŞÎ f. Ok atmaya hevesli olma, tâlim yayını çekme. KEBAİR (Kebire. C.) Büyük şeyler, büyük günahlar. Kebairin sıralanışı:-Allah'ı inkâr etmek.-Allah'a şirk koşmak.-Kat'iyyen sâbit olan dini bir hükme inanmamak.-Allah'ın rahmetinden ümidini kesmek.-Allah'ın cezasından, mekrinden ve azabından emin olmak.-Günah üzerinde ısrar etmek. Yâni, herhangi bir günahı devamlı işleyip durmak.-Namazı, orucu terketmek. Allah yolunda cihaddan kaçmak.-Anaya, babaya âsi olmak. Yalan yere şehadet veya yemin etmek.-Bir kimseyi haksız yere öldürmek. Bir kimsenin bir uzvunu haksız yere kesmek veya muattal bir hale koymak.-İffetli kadınlara fuhuş isnad etmek. Nemmamlık etmek.-Ribâda (fâizde) ve hırsızlıkta bulunmak. Rüşvet almak.-Yetim malı yemek.-Zina ve livata denilen günahları işlemek. Bu sayılan günahlar hülâsa edilse, "yedi kebair"i ifade eder. Başta üçü el-iyâzü billah küfürdür. Sonrakiler ise, üzerine İlâhî ceza terettüb edip, hadd-i şer'îyi icab ettiren, açıkça ve kat'i olarak nehyedilmiş bulunan büyük günahlardır. (Bak: Mubikat-ı seb'a) KEBAS (KEBES) Misvak ağacının yemişi. * Bir şeyin kokup bozulması. KEBB Hor ve zelil etmek, yüzü üstüne bırakmak, helâk etmek. KEBBAH Gönden bardak ve matara diken kimse. KEBBAN Büyük terâzi. Kantar. KEBBE İzdihamlık, kalabalık. * Cenk ve kıtal içinde sür'at etmek. Savaşta acele hareket etmek. KEBC Davarı durdurmak için dizginini çekmek. KEBE Çobanların ve köylülerin giydikleri yünden bir nevi aba. KEBED Ciğer ağrısı. * Kara ciğer. * Meşakkat. Şiddet. Mihnet. * Karnın şişmesi. KEBEL Kısa. KEBG f. Keklik. KEBİB Darı. KEBİCEK Kış otu. KEBİR Büyük, âli, yüce. KEBİRE (Müe.) Büyükler. Büyük günahlar. (Bak: Kebair) KEBİSE Dört senede bir takarrur eden ve bir gün fazlası olan sene. Şubatın 29 gün olduğu sene. KEBİT Deve avazı. Sığır avazı. KEBKEB(E) f. Ayak patırtısı. KEBKEBE Yüz üstüne düşürme. * Çukur bir yere döne döne düşme. KEBL Bağlamak. * Kovanın ağzını iki kat edip dikmek. KEBN Kova ağzını iki kat edip dikmek. * Udul etmek, dönmek, vazgeçmek. * Besili ve semiz olmak. * Kaybetmek. KEBS Çukur bir yeri doldurup düzeltme. * Bir cins hurma. * Misk hokkası. KEBSE Beraberlik, eşitlik, müsavat. * Ebucehil karpuzu. KEBŞ (C.: Kibâş) Erkek koyun. Koç. KEBT Zelil etmek, hor hakir etmek. * Sarfetmek, harcamak. KEBUD f. Mavi. Gök rengi. KEBUDFÂM f. Gök renginde olan. Mavi renkli. KEBUDÎ f. Mâvilik. KEBUTER f. Güvercin. KEBUTERÂN (Kebuter. C.) Güvercinler. KEBUTER-BÂZ f. Güvercin besleyen, yetiştiren, satan kimse. KEBUTER-İ NAME-BER Posta güvercini. Mektup götüren güvercin. KEBV (KEBVE) Davarın, başını vücuduna sürçmesi. * Çakmak çöngelip ateşi çıkmaz olmak. * Görmek. * Kabın içindekini dökmek. * Ateşi kül bürüyüp örtmek. KEC f. Eğri, çarpık. KECABE f. Devenin üstüne konan oturulacak bir çeşit tahtırevan. KECAVE f. Deve üstüne konulan bir cins tahtlrevan. KECBAZ f. Oyunda hile yapan. KECBİN f. Şaşı. * Eğri gören. * Yanlış ve ters düşüren. KECÇEŞM f. Şaşı gözlü. Gözü şaşı olan. KECFEHM f. Yanlış anlıyan. KECHULK Kötü huylu kimse. Huyu kötü olan kişi. KECKÜLAH f. Eğri külâhlı, külâhı eğri olan. * Mc: Hoppa. KECMİZAC f. Mizaç ve tabiatı hoş olmıyan. Huysuz. KECNAZAR f. Kıskanç, hasetci. * Eğri bakışlı. KECNİGÂH f. Eğri bakışlı. Bakışları eğri olan kimse. KECNİHAD f. Aksi ve ters huylu olan. KECREFTAR f. Ters yürüyen. Gidişi eğri.KECREV : f. Eğri giden. * Tuttuğu yol sakat ve yanlış olan. KECRE'Y f. Reyi, sakat, düşüncesi ters olan. KECTAB' f. Mizacı, tabiatı ters olan kimse, aksi. KEÇEL f. Başı kel olan kişi. Başında saç olmayan kimse. KEÇELİ Tar: Yeniçerilerden keçekülâh giyenler. KED f. Ev, hâne, mesken. KEDA Mekke-i Mükerreme üstünde, Mekâbir yakınında bir yolun adı. KEDA' Defetmek, kovmak. KEDAD Araplar arasında mâruf bir erkek eşeğin adı. (Ona nisbet edip "benat-ul kedad" derler.) KEDB Tâze kan. KED-BANU f. Bir daireyi idare eden kâhya kadın. KEDD Emek. İş. Çalışma, uğraşma, çabalama. KEDDERE Bulandırdı (meâlinde fiil). KEDD-İ YEMİN El emeği. KEDE f. "Mahal, ev, yer" anlamına gelir ve birleşik isimler şeklinde kullanılır. Meselâ: Ateşkede, bütkede, meykede... gibi. KEDEME Hareket. KEDEN Toprak suyu çekip, yerinde bulanıklık kalmak. KEDER Tasa, kaygı, can sıkıntısı. Bulantı. Gam. KEDEREFZÂ f. Keder ve sıkıntı veren. Keder verici. KEDERENGİZ f. Üzüntü, keder ve sıkıntı meydana getiren. KEDERNÂK Keder verici, kederli. KEDEVEN Palan atı. KEDH Amel, cehd. Sa'y. * Isırma veya yırtma ile hasıl olan iz. KEDHÜDA f. Kâhya. KEDİD Davar tırnağıyla didilmiş ve yumuşamış olan yumuşak yer. KEDİN Etli ve yağlı kişi. KEDİR (KEDİRÂ) İçinde hurma ıslanmış süt. KEDKEDE Ağır ağır seğirtmek. * Katı bir cisme dokunmaktan çıkan ses. KEDM Isırma. KEDME Yara izi, bere. KEDS Tez tez yürütmek. KEDŞ şiddetle sürmek. * Yırtmak. * Kazanmak. KEDU f. Kabak. * Mc: Kafatası. KEDUH Amel ve sa'yedici, çalışan. KEDUM Adam ısıran eşek. KEDURET Bulanıklık. * Gam, tasa, keder. KE-EN LEM YEKÜN Güyâ olmadı. Sanki olmadı. KE-ENNE (Ke-ennehu) (Teşbih edatıdır) Sanki, güyâ, öyle gibi. (Bak: İnne) KEF f. Köpük. KEF Elin iç tarafı. Avuç. * Ayağın altı, tabanı. * Avuç dolusu. KEFA f. Sıkıntı, meşakkat, mihnet. KEFA' Kabı başaşağı etmek, ters çevirmek. KEFAET Denklik. Denk olmak. Beraberlik. Bir şeye yeterlik. Küfüv oluş. * Fık: Evlenen erkeğin, alacağı kadına neseb, diyanet, hürriyet ve mal hususlarında müsâvi ve daha üstün olması hususu. (Bunun en mühimmi de diyânet noktasındadır.) KEFAF Ancak yaşayabilecek kadar olan rızık. * Misil, miktar. * Berâberlik. KEFAF-I NEFS Bir kimsenin ölmeyecek kadar olan nafakası.KEFALET : Kefillik. Bir kimse kendine âid bir işi yapamadığı veya borcunu ödeyemediği takdirde, yerine onun işini göreceğini kabul etmek. * Birine kefil olmak. İşini üzerine almak. KEFALET-BİT-TESLİM Bir malın teslimine kefil olma. KEFALETEN Kefil olarak. Kefillik suretiyle. KEFALET-İ BİL-MAL Fık: Bir mal için kefil olma. KEFALET-İ BİNNEFS Birinin şahsına kefil olma. KEFALET-İ MUTLAKA Huk: Bir kayıt ile bağlı olmıyan kefalet. KEFALET-İ MUVAKKATA Geçici bir zaman için kefil olma. KEFALET-İ NAKDİYE Bir hususu te'min için depozite yatırmak suretiyle kefil olma. KEFALETNAME f. Kefillik kâğıdı, kefalet senedi. KEFARET (Bak: Keffaret) KEFC f. Ağızdan gelen köpük. KEFÇE f. Kepçe. KEFE (Keffe) Terazinin bir gözü. KEFEF (Keffe. C.) Kefeler. Terazinin tablaları. KEFEL Dip, ard, kıç. KEFENBEDUŞ (Kefenberduş) f. Kefeni sırtında. Ölümü göze almış. KEFENPUŞ f. Kefene sarılmış. Kefenlenmiş. KEFERE (Kâfir. C.) Kâfirler. KEFEŞ (Bak: Kafş) KEFETEYN Terâzinin iki tarafı. KEFF Vaz geçme, el çekme, çekinmek, men'etme, imtinâ etmek, sâkit olmak. * Avuç, el, avuç içi. * Nimet. KEFFARET (Masdar gibi kullanılıyorsa da "keffâr" mübalâğa isminin müennesi olup, asıl mânası: örtücü ve imhâ edici demektir.) Bir mecburiyet altında veya yanlışlıkla işlenmiş günahı affettirmek ümidiyle şeriata uygun olarak verilen sadaka veya tutulan oruç. * Günahtan arınma. KEFFARET-İ HALK Hac için ihrama girip de bir özre mebni saçlarını vaktinden evvel traş ettiren kimsenin tutacağı üç günlük oruçtan ibârettir. KEFFARET-İ KATL Bir müslümanı veya bir zımmiyi amden değil de bir hata neticesi olarak öldüren bir müslümana lâzım gelen keffârettir ki; muktedir ise, bir mü'min köle âzad etmekten; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmaktan ibârettir. KEFFARET-İ SAVM Ramazan-ı Şerifte özürü bulunmaksızın muayyen şartlar dâhilinde orucunu bozan bir mükellefin, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azâd etmesinden; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmasından; buna da muktedir değilse, altmış fakire yemek yedirmesinden ibârettir. KEFFARET-İ YEMİN Yaptığı bir yemine sadık kalmayıp bozan bir müslümana lâzım gelen keffâret demektir ki: Muktedir ise, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azad etmekten; muktedir değil ise, on fakiri akşamlı sabahlı doyurmaktan veya on fakire birer parça libas giydirmekten; bu üç şeyden birine muktedir olamayana da üç gün muttasıl oruç tutmaktan ibârettir. KEFFARET-İ ZIHAR Zıhar keffareti.Keffâret-i zıharın vâcib olmasının şartı kudrettir. Muktedir olan, köle azad eder; değilse iki ay oruç tutar, buna da gücü yetmezse altmış fakire yemek verir. (Bak: Zıhâr) KEFFARET-ÜZ ZÜNUB Günahların keffareti. Mü'min insanların çeşitli hastalık ve musibetlerine denir. Çünkü günahlarından afvına vesile olabilir. (Huk. İslâmiye ve Ist. Fık. K.) KEFFE (C.: Kifef) Terazi kefesi. * Her yuvarlak cisim. * (C.: Ükef) El ayası. KEFF-İ YED El çekme. Karışmama. KEFGİR f. Köpük tutan. * Kevgir, delikli kap. KEFH Karşı karşıya savaşma. KEFİ Nazir, misil, benzer, denk, eş. KEFİL (Kefâlet. den) Birisinin bir borcu ifâsı lâzım gelirken, ifâ etmediği takdirde, o borcu ifâyı kendi üzerine alan kimse. Kefâlet eden kimse. KEFİL Bİ-T-TESLİM Bir malın teslimine kefil olan kimse. KEFİT Seri yürüyüş, hızlı yürüyüş. * Kuvvet. KEFİYE Başa sarılan ve omuzların üzerine kadar gelen, uçları püsküllü ince ipek örtülü kumaş. KEFKEFE Men'etmek, engel olmak. KEFL Okşamak. * Kefil olmak. * Yaramaz gönüllü olan. KEFN Yün eğirmek. KEFR (C.: Küfur) Örtme, sarma, * Köy, karye. KEFŞ (Bak: Kafş) KEFT Cem'etmek, toplamak. * Sarfetmek, harcamak. * Evmek. * Katı katı sürmek. KEFTAR f. Sırtlan. KEFTER f. Güvercin, kebuter. KEFUR Hakkı gizleyici, doğruyu gizleyen. KEH f. Saman. Saman çöpü. KEHA f. Mahcub, utangaç. KEHAİL (Kehil. C.) Sürmeli gözler. Sürme çekilmiş gözler. KEHAM (KİHÂM) Yaşlı, ihtiyar. (Kesmez kılıca "seyf-i kihâm"; peltek lisana "lisan-ı kihâm"; ağır yürüyüşlü ata "feres-i kihâm" derler.) KEHANET Gaibden haber vermek. Falcılık. Kâhinlik etmek. (İlâhi ihbârât-ı gaybiyyeye istinad etmeden, gaybdan haber vermek ve falcılık ve kâhinlik etmek dinen kat'iyyetle haramdır.) KEHAT Büyük, semiz dişi deve. KEHB Koruk. KEHD Ayağı yere vurmak. KEHDEL Genç hâtun. * Yaşlı hâtun, acuze. (Ezdattandır) KEHENE (Kâhin. C.) Kâhinler, falcılar. KEHF Mağara, in. Sığınacak yer altı. * Tıb: Verem hastalığında akciğerde açılan oyuk. KEHF SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 18. suresidir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur. KEHF-MİSAL Mağaraya benzer şekilde, mağara gibi sesi aksettiren. KEHHAL Gözlere sürme süren. * Göz doktoru. KEHİB Patlıcan. KEHİL (Kehile) Sürme çekilmiş göz. Sürmeli göz. KEHİLA Gözleri yaradılıştan sürmeli olan kadın. KEHİRE Kısa boylu kadın. KEHKAH Zayıf erkek. KEHKEŞAN f. Samanyolu. Saman uğrusu. (Gökte sık yıldız ışıklarıyla hasıl olan yol biçimi uzayıp giden ışıklı manzara.) KEHL Göze sürme çekme. * Kıtlık yılı. (Bak: Kahl) KEHL(E) Otuz yaşını geçmiş, saçına aklık karışmış kimse. (Bak: Kühulet) * Bit. KEHLÂ' Sürmeli kadın. * Sığırdili dedikleri ot. KEHM Men'etmek, engel olmak. * Kaldırmak. KEHMEL Ağır ve kaba. KEHMES Boyu kısa olan. KEHR (KÜHRÜRE) Yüz pörtürmek. * Men'etmek, engel olmak. KEHREBA Bir şeffaf zamk ismi. KEHRİBAR Cevher saçan. * Güzel sözler söyleyen. KEHRÜBA f. Saman kapan. * Bir yere hızlıca sürüldüğü zaman, hafif şeyleri kendine çeken bergâmi taş. (Türkçede tahrif edilerek "Kehribâr" denilir.) KEHRÜBAÎ Kehribar gibi, cezbedici, elektrikli olan. KEHS Bir şeyi eliyle almak. KEHULET (Bak: Kühulet) KEHVARE f. Beşik. KEİB Mahzun, hüzünlü, münkesir ve kötü halli olan kişi. (Müe: Keibe) KEJ f. Çarpık, eğri. Kumral. Tüylü keçi. KEJÇEŞM f. Şaşı, eğri bakışlı. KEJDÜM f. Akrep. KEJDÜMÎ f. Akrep gibi, akreple ilgili. KE'KEE Zorla reddetmek, def'etmek. KEKEME t. Harfleri serbest söyliyemeyip tekrarlayan. Dilinde tutukluk olan. KEKRE t. Ekşi, acımtırak. KELA Yeşil ot. KELAB Tıb: Kudurma. Kuduz hastalığı. KELACU f. Kadeh. KE-L-ADEM Yok. Yokmuş gibi. KELAET (Bak: Kilaet) KELAH Kıtlık olan yıl, kıtlık yılı. KELÂL Yorgunluk. Bitkinlik. Usanç. * Göz nuru zayıf olmak, yorgun olmak. KELÂL-ÂVER f. Yorgunluk ve bıkkınlık veren. Sıkıcı, yorucu. KELÂL-BAHŞ f. Sıkıcı, yorucu. Yorgunluk getiren. KELÂLET Yorgunluk. Bitkinlik. Usançlık. * Bıçak ve kılıç gibi şeylerin kesmez olması. * Akrabalığı uzak olanlar. (Amcazâdeler topluluğu gibi). * Kör ve kesmez olan. KELÂL-İ DİL Gönül yorgunluğu. KELÂLİB (Küllâb. C.) Çengeller, kancalar, uçları eğri olan demirler. KELÂM Söz. Bir mânayı ifâde eden, bir maksadı anlatan ifâde. * Allah'a mahsus bir sıfat. * Fık: Allah (C.C.) Kelâm sıfatını da hâizdir. Onun kelâmı harften ve savttan (sesden) münezzehtir, ezelidir, ebedidir. * Ist: Hikmet ve mantık esaslarıyla Allah'ın (C.C.) varlığı, birliği, İslâmiyetin doğruluğu ve hakkaniyetinden bahseden ilim. (Bak: İlm-i kelâm ve Kelâmullâh) KELÂM-I AHSAR En kısa ve veciz söz. KELÂM-I KADİM Kur'an-ı Kerim, Kadim kelâm. KELÂM-I KİBÂR Büyük, akıllı, veli ve meşhur zâtların güzel, veciz ve çok kıymetdâr olan sözleri ve kelâmı. KELÂM-I MAHREM Gizli kelâm. Mahrem söz. KELÂM-I MENSUR Nesir söz. KELÂM-I MUDARÎ Arab kabilelerinden Mudar Kabilesinin konuştuğu Arapça. Kur'an-ı Kerim bu lehçe üzerine nâzil olmuştur. En fasih Arapça'dır. KELÂM-I NEFSÎ Cenab-ı Hakk'ın lâfz, harf ve ses olmayan zâtî kelâmı. İçten konuşma. KELÂM-I RESUL Hadis. Peygamberimizin sözü. KELÂM-I TÜND f. Sert söz. KELÂMIN KUYUDAT VE KEYFİYATI Kelâmın küllünü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla, bunların sarf ve nahiv yönünden hususiyetleri. Meselâ: Müzekkerlik - müenneslik, mârifelik - nekrelik, mübtedâ - haber, sıfat - mevsuf gibi. KELÂMÎ Söz ve kelâma ait. Sözle alâkalı. KELÂMİYYUN Kelâmcılar. İlm-i kelâm âlimleri. (Bak: Mütekellimîn) KELÂMULLAH Allah kelâmı, Kur'ân-ı Kerim. (Bak: Kur'ân)(Kur'ân başka kelâmlarla kabil-i kıyas olamaz. Çünkü, kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var. Biri mütekellim, biri muhâtab, biri maksad, biri makamdır. Ediblerin yanlış olarak, yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde "Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?" ise bak. Yalnız söze bakıp durma.Madem kelâm kuvvetini, hüsnünü bu dört menba'dan alır. Kur'ânın menbaına dikkat edilse, Kur'ân'ın derece-i belagatı, ulviyet ve hüsnü anlaşılır. Evet, madem kelâm mütekellime bakıyor; eğer o kelâm emir ve nehiy ise; mütekellimin derecesine göre irâde ve kudreti de tazammun eder. O vakit söz mukavemetsûz olur, maddi elektrik gibi te'sir eder. Kelâmın ulviyet ve kuvveti o nisbette tezâyüd eder. S.) KELAN f. İri, cüsseli, büyük. Heybetli.* Geniş, enli. * Baş. KELÂNÎ (Kilâet. den) Sakladı ve beni muhafaza etti veya eder, (meâlinde). KELANTER f. Çok iri. Daha büyük. KELASENG f. Sapan. KELAVE İpek veya iplik saracak çark. KELB (C.: Ekâlib-Eklüb-Kilâb) Köpek, it. * Meşhur bir yıldız. * İki adım arasına koyarak dikilen kayış. * Yolcuların, yük üstünde azıklarını astıkları demir çengel. * Şiddet. * Hırs. KELBETAN f. Kerpeten. KELBÎ Köpeğe ait, köpekle alâkalı. Köpek cinsinden olan ve köpeğe müteallik. KELB-İ AKUR Azgın, saldırgan köpek. KELBİYYUN Kalenderane yaşamayı alışkanlık haline getiren meşhur Diyojenin de içinde bulunduğu bir fırka. Bunlara Kelbiye tâifesi veya Melâmiyyun da denir. KELB-ÜL MÂ' f. Köpek balığı. * Kunduz. KELCE Kile, mikyâl. KELDE (C.: Külud) Bir parça kaba yer. KELE f. Yanak. KELE' Ayakta olan yarıklar. * Kir. KELEB (C.: Kelâlib) İt sürüsü. * İncitip eza etmek. KELEBÇE Yakalanan suçluların iki bileğine birden takılan demir halka. Demir bilezik. KELEF Yüzdeki benek. * şiddetli sevgi. KELENDİ Bir para. * Sağlam ve sert yer. KELEPÇE (Bak: Kelebçe) KELEPİR Çok ucuz ele geçen. Zahmetsiz, ücretsiz. * Üvey evlât. Evlâtlık. KELFA Yüzünde çiğitli olan kadın. (Müz: Eklef) KELH Söğüt ağacına benzer, uzunca, dik bir ot. (İçi kamış gibi boş ve gâyet hafif olur; ondan hasıl olan zamka "eşk" derler, kokusu cündübâdester kokusu gibi olur, tadı acıdır.) KELH Katı yüzlülük. KELİF Haris kimse. KELİL(E) Körleşmiş. * Az gören, donuk gören göz. Uzağı veya yakını iyi göremiyen göz. Miyop veya hipermetrop göz. * Kesmez olan âlet. * Çakal. * Yorulmuş kişi, yorgun kimse. KELİM Yaralı kimse. * Konuşulan kimse. KELİM Kendine söz söylenilen, kendine hitab olunan. * Hz. Musa'nın (A.S.) bir ünvanı. * Söz söyleyen, konuşan. İkinci şahıs. * Yaralı kimse. KELİM (Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, lâkırdılar. KELİMAT (Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, sözler. KELİMAT-I NAHVİYE Nahv ilmine âit kelimeler. Cümle teşkilinde mânâya tesir eden harfler ve kelimeler. KELİMAT-I TAKDİRİYYE Takdir edici sözler. KELİM-DEST f. Olgun kimse. KELİME Gr: Mânası olan en küçük söz veya cümlenin yapısını teşkil eden unsurlardan birisidir. Kelime, isim, fiil ve harf olmak üzere dilbilgisinde üç kısma ayrılmıştır. "Bir tek söze" kelime denir. KELİME-İ HAMKA Ahmakça söz. KELİME-İ MENHUTE Aslı iki kelime olan bir tâbirin bir kelime ile söylenişi: "El Hamdüllilâh" yerine "Hamdele" söylenmesi gibi. "Bismillâh" yerine "Besmele" denmesi gibi. KELİME-İ ŞEHÂDET şehâdet ifâdesini hülâsa eden (Eşhedü en Lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluh) cümlesi. KELİME-İ TAYYİBE Allah ve Resulullah kelâmı. Dua, niyaz ve salâvatlar gibi kelâmlar. Meselâ (Sübhânallah velhamdülillah ve Lâilâhe illâllah vallahü Ekber) kelime-i tayyibedir. KELİME-İ TEVHİD Tevhid-i İlahîyi ifade eden "Lâilahe illallah Muhammedür Resulullah" cümle-i kudsiyesidir. (Bak: Tevhid)(Bütün esmâ-i hüsnânın ifâde ettiği mânalar ile bütün sıfât-ı kemaliyeye, Lâfza-i Celâl olan "Allah" bil'iltizam delâlet eder. Sair ism-i haslar yalnız müsemmâlarına delâlet eder. Sıfatlara delâletleri yoktur. Çünki sıfatlar müsemmâlarına cüz olmadığı gibi aralarında lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla ne tazammunen ve ne iltizamen sıfatlara delâletleri yoktur. Amma Lâfza-i Celâl bil'mutâbakat Zât-ı Akdese delâlet eder. Zât-ı Akdes ile sıfât-ı kemaliyye arasında lüzum-u beyyin olduğundan, sıfatlara da bil'iltizam delâlet eder. Ve keza, Uluhiyet ünvanı sıfât-ı kemaliyeyi istilzam etmesi ism-i has olan "Allah"ın da o sıfâtı istilzam ettiğini istilzam ediyor. Ve keza, "Allah" kelimesi de, nefiyden sonra sıfatlar ile beraber düşünülür. Binaenaleyh "Lâilâhe illâllah" kelâmı, esmâ-i hüsnânın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu kelime-i tevhid kelâmı, delâlet ettiği sıfatlar itibariyle bin kelâm iken bir kelâm oluyor. "Lâ Hâlika İllallah", "Lâ Fâtıra, Lâ Râzıka, Lâ Kayyume İllâllah" gibi... Binaenaleyh, terakki etmiş olan zâkir bir zât, bu kelâmı söylerken içindeki binlerce kelâmları söylemiş oluyor. M.N.) KELİMULLAH Cenab-ı Hakk'ın hitab eylediği zat (meâlindedir). Hazret-i Musa'nın (A.S.) bir ünvanıdır. Çünkü O, Tur-u Sina'da Cenab-ı Hakk'ın kelâmını, hitabını duymak mazhariyetine erişmiştir. * Resul-i Ekrem (A.S.M.) mi'rac-ı şerifinde Cenab-ı Hak ile tekellüme mazhar olduğundan bir ismi de Kelimullah'tır. KELİNG f. Şaşı. KELK f. Koltuk (insanda). KELKÂHYA Mc: Vazifesi olmayan şeylerle alâkadar olan. Her şeye karışan. KELKEL (KELKÂL) (C.: Kelâkil) Göğüs, sadr. KELL (C.: Külul) Ağırlık. * Yorgunluk. * Ufak taneli yağmur. * Yetim. * Semizlik, besililik. * Cibinlik dedikleri ince örtü. KELLA Geminin durup demirlediği yer. KELLÂ Öyle değil. Aslâ. KELLAB İt tutan kimse. Köpeğe av tâlim eden kimse. KELLE f. Kafa, baş. * Ekinlerde başak. * Baş gibi yuvarlak olan nesne. KELLEPUŞ f. Başa giyilen şey. * Bir cins başörtüsü. KELLİT (KİLLİT) Sırtlanın yataklandığı inin ağzını kapattıkları taş. KELLUB (C.: Kelâlib) Kerpeten. * Çengel. KELM (C.: Külum-Kilâm) Cerâhat. KELS Hamle etmek. Cür'et etmek. KELSEME Cem'olmak, toplanmak. KELT Ahmaklık. * Toplamak. KELUL (KELÂL-KELÂLE) Kütelip kesmez olmak. * Göz nuru zayıf olmak. * Çocuğu ve anası olmayan şahıs. KELZ Cem'etmek, toplamak. KEM f. Az, noksan, eksik. * Kötü. Fenâ. Ayarı bozuk. * Fakir, hakir. KEM Gr: Ne kadar? Kaç? (Mikdar için soru ifâdesinde kullanılır.) (Farsçada: Çend) KEM GÖZ Kötü niyetle bakan göz. KEMÂ (Ke ile Mâ edatlarından mürekkebdir) "Gibi" mânâsına gelir. KEMÂ BİŞ f. Aşağı yukarı. Takriben. KEMÂ Fİ-L-EVVEL Evvelki gibi. KEMÂ Fİ-S-SÂBIK Eskisi gibi. KEMÂ HİYE (Kemâ hüve) Onun gibi, nitekim, olduğu gibi. KEMÂ HİYE HAKKUHÂ Gereği gibi. KEMÂ HÜVE-L-MUTAD Mutad olduğu ve alışıldığı üzere. KEMÂ KÂNE Eskiden olduğu gibi, eski tarzda. KEMÂ KÂNE Fİ-S-SÂBIK Eskisi gibi, eskisindeki gibi. KEMA YENBAGÎ İcabettiği gibi, uygun olduğu üzere, lâyıkı gibi. KEMÂ-HÜVE (Bak: Kemâ hiye) KEMAİN (Kemin. C.) Pusuya gizlenmiş adamlar. KEMAKL (Kem-akl) Aklı kıt. Ahmak, ebleh. KEMAL Kâmillik, olgunluk. Olgunlaşma. Erginlik. Bütün güzel sıfatlarla muttasıf olmak. Fazilet. * Değer, baha. * Fazlalık. * Sıdk ile yapılan güzel iş. KEMALÂT (Kemal. C.) Faziletler, iyilikler, mükemmellikler. Ahlâk ve huy güzellikleri. Terbiyelilik, edeblilik.(Mâdem mevcudat, zeminin yüzünde büyük bir nehir gibi, kemalâtın lem'alariyle parlar geçer; o nehir, güneşin cilveleriyle parladığı gibi, şu seyl-i mevcudât dahi, hüsün ve cemal ve kemalin lem'alarıyla muvakkaten parlar gider. Arkalarından gelenler aynı parlamayı, aynı lem'aları gösterdiklerinden anlaşılıyor ki: Cereyan eden suyun kabarcıklarındaki cilveler, güzellikler, nasıl kendilerinden değil; belki bir güneşin ziyasının güzellikleri, cilveleridir. Öyle de şu seyl-i kâinattaki muvakkat parlayan mehasin ve kemalât, bir Şems-i Sermedî'nin lemaat-ı cemal-i esmasıdır... S.) KEMALÂT-PERVER f. Kâmil ve olgun insan. Kemalât sahibi. KEMAL-İ DİRAYET Dirayetin son derecesi. KEMAL-İ İHTİMAM Son derece dikkat ve ihtimâm. KEMAL-İ METANET Tam sağlamlıkla, sarsılmadan. KEMAL-İ RAHMET Rahmet ve merhametin nihayet kemalde olması. KEMAL-İ VÜSUK Tam bir itimad ve inanç. KEMAN f. Yay. Kavis. * Yayı andırır her şey. * Keman. KEMAN-DÂR f. Yay tutan, yay tutucu. KEMANE f. Keman veya kemençe yayı. * Güreşte bir çeşit oyun. KEMAN-EBRU Kaşları yay gibi olan. Keman kaşlı. KEMAN-GER f. Yay yapan san'atkâr. KEMANÎ f. Kemancı. Keman çalan çalgıcı. KEMAN-KEŞ f. Keman çalan. * Ok atmakta usta olan. Yay çeken. KEM-ASL f. Aslı ve nesli bozuk. KEM-AYAR f. Ayârı doğru olmayıp bozuk olan. Hileli, kalp. KEM-BAHA f. Kıymetsiz, değersiz, âdi. KEM-BAHT f. Tâlihsiz, bahtsız, şansız. KEM-BİDAA f. Sermayesi az. * Bilgisi zayıf, câhil. Az okumuş. KEMC (KEMH) Atı dizgini ile durdurmak. KEM'E Yer mantarı. KEMED Gam, tasa. KEMENAN (Kemin. C.) Pusuya gizlenmiş askerler. * Pusular. KEMENÇE f. Çiftçilerin tarlalara kimyevi gübre atmak için kullandıkları bir nevi âlet. * Tırnağı tellerine değdirmekle ses çıkaran kemana benzer küçük bir çalgı âleti. KEMEND f. Eskiden idam için boyna geçirilen yağlı kayış. * Uzakta bulunan herhangi bir nesneyi yakalayıp çekmek için üzerine atılan ucu ilmekli uzunca ip. * Geyik ve benzeri hayvanların yuları. * Güzelin saçı. KEMER f. Yay gibi eğik olan yapı. * Bele bağlanan kuşak. * İç çamaşırın bele rastlayan kısmı. KEMERBEND f. Kemer bağı. * Kemeri takılmış. Belinde kemer olan. * Mc: Derviş. KEMERBESTE f. Kuşak bağlamış, hazır olmuş. Hazır olup emri bekler hâlde olan. KEMERBESTE-İ UBUDİYET Cenab-ı Hakkın huzuruna çıkıp, kollarını önden bağlar şekilde, emre hazır vaziyette bekleyip, kulluğunu ifâde ve ilân etmek. (Namazdaki gibi) KEMERDECE Yab yab yürümek. KEMERGÂH f. Kemer takılan yer. Bel. KEM-FEHM Anlayışı kıt. İdrâki az. KEMGÛ f. Az konuşan. Az söyleyen. KEM-GÜFTAR f. Az konuşan. Az söyliyen. KEMH Gözsüzlük. KEMHA f. Bir cins ipek kumaş. KEM-HARF f. Az söyliyen kimse, az konuşan kişi. KEM-HAVSALA f. Tahammülü az olan kişi, tahammülsüz kimse. KEMİ' Bir yerde ve bir döşekte beraber yatan kişi. * Düz yer. KEMÎ (C.: Kümât) Yiğit, kahraman, bahadır. Savaşçı, cengâver. KEMİN (C.: Kemâin) Pusuya saklanmış adam. * Pusu. * Belirsiz. Gizli yer. KEMİN f. Pek küçük, çok ufak. Çok az. KEMİNE Hakir. Aşağı. Dûn. Âciz. Noksan. Eksik. KEMİNGÂH f. Pusu yeri. Tuzak kurulan yer. KEMİNGÜŞA Pusu kuran. Tuzak kuran. KEMİNSAZ f. Pusu tutmuş olan. Tuzak kurmuş olan. KEMİŞ Tez yürüyüşlü at. * Zekeri küçük at. * Memesi küçük koyun. KEMİŞE Küçük emzikli deve. KEM-İYAR f. Ayarı bozuk. Hileli. Kalp altun veya gümüş. KEMİYET (Bak: Kemmiyet) KEMİYY Bahadır kişi. * Kahraman, şucâ. KEMKADR f. İtibar ve kıymeti düşük. Adi, bayağı. KEMKAİM f. Anlayışsız. İdrakten âciz. KEMKÂM Katı yüzlü, kaba ve tıknaz kimse. * Pelit ağacına benzer bir ağacın zamkı veya kabuğu. KEMKIYMET f. Değersiz, kıymetsiz. KEMLUL Yabâni hıyar. KEMMEN Sayıca azlık veya çokluk cihetiyle. Sayıca. KEMMÎ Azlık veya çokluğa dair. Kemmiyete âit ve müteallik. Cesur. Yiğit. Silâhlı. KEMMİYAT (Kemmiyet. C.) Kemiyetler. KEMMİYET (Kemiyet) Miktar, sayı, nice oluş. Az veya çok oluş. KEMMUN Kimyon. KEMN Gizlemek, gizlenmek. KEMNAM f. Adı sanı belirsiz. Namsız, şöhretsiz. KEMNE Tıb: Karasu adı verilen bir göz hastalığı. KEMPAYE f. Rütbe ve derecesi düşük. Pâyesi düşük olan. KEMRA f. Mandıra, ağıl. KEMRE Gübre. * Pul pul kalkmış deri. KEMSAL f. Genç. Yaşı küçük. KEMSERE Cem'olmak, toplanmak. * Bazısı bazısına girmek. * Yab yab yürümek. KEMSUHAN f. Az konuşan. Az söyleyen. KEMŞ Kesmek. KEMTER f. Aciz. Fakir. İtibarsız. * Başka şeylere göre daha az olan. Pek aşağı. * Noksan, eksik. KEMTERANE f. Fakirce. Acizce. Çok küçük nisbette. KEMTERÎN f. Pek âciz ve güçsüz. Çok hakir. * En küçük, en âşağı. Pek çok noksan veya eksik. KEMY Gizlemek, ketmetmek. KEMYAB Az bulunan. Nâdir. Bulunmayacak kadar az olan. KEMZEBAN f. Az konuşan kimse. Az söyleyen kişi. KEMZEDE f. Tâlihsiz, şanssız, bahtsız. KEMZEN f. Tâlihsiz, şanssız. KEN f. "Kazan, kazıcı, koparan, yıkan, söken." anlamlarına gelir ve kelimelere katılır. Meselâ: (Kuh-ken: Dağ deviren, tünel açan) gibi. KEN' (C.: Kün'ân) Tilki eniği. * Cem'etmek, toplamak. * Yakın olmak. * Mülâyemet. * Alçaklık yapmak. * Firar, kaçmak. KENA' Parmakların sinirleri çekilip yumulmak. KEN'AD (C.: Kenâıd) Balık kılçığı. KENAİN (Kinâne. C.) Ok kılıfları, okluklar, sadaklar. KENAİS Keniseler, kiliseler. KENAK f. Karın ağrısı. Buruntu. KEN'AN Filistin. Hz. Yâkub'un (A.S.) memleketi. KENANE (KİNÂNE) (C.: Kenâyin) İçine ok ve yay konulan ve beylik adı verilen kap. KENAR f. Çevre, kıyı, Sâhil, deniz kıyısı. * Köşe, uç. * Son, nihâyet. * Çember. * Etrâfı çevrilen şey. * Kucaklama. Kucağa alma. KENARE f. Kıyı, kenar. * Kucak. * Kasap çengeli. Kayış asılan çengel. KENAR-GİR f. Fıçı çemberi. KENAR-I ÂSMÂN Ufuk. KEN'AT Bir balık cinsi. KENAZ Zahire vakti. KENB İş yapmaktan ellerin iri iri olması. KENBUR (Kenbure) f. Yalan, hile. KEND Kesmek, kat'etmek. * Bir kimsenin nimetini ve iyiliğini bilmeyip inkâr etmek. KENDE f. Hendek, çukur. * Biçilmiş, kesilmiş. * Kokmuş, ağır kokulu. KENDE-HÂYE f. "Hayası kesilmiş: Hadım ağası. KENDEŞ Bir nevi devâ. KENDİDE f. Kokmuş. KENDU f. Epey genişçe toprak. KENDUC Yer altında giyecek eşya koymak için yapılan oda. KENDURE f. Peşkir. * Deriden yapılmış büyük sofra. KENDÜM f. Buğday. KENE Hayvanın etine yapışıp kanını emen küçük bir böcek. KENEF (C.: Eknâf) Yön, taraf. * Sığınılacak yer. Korunulacak mekân. * Tuvâlet, helâ, ayakyolu. KENEHBÜL Bir cins ağaç. KENEHVER Büyük beyaz bulut. KENET (Esâsı: Kinet) İki sert cismi birbirine bağlamak için çakılan iki ucu kıvrık madeni parça. KENF Hıfzetmek. * Örtmek, setretmek. KENFİLE (KENFELİK) Kaba ve uzun sakal. KENİF (C.: Künüf) Hıfzedici, koruyan. * Örtücü. * Kalkan. * Deve ağılı. * Ayakyolu, tuvalet. KENİN Örtülü, gizli, mahfuz. KENİSA (Kenise) (C.: Kenâis) Kilise. KENİZ f. Esir kadın. Hayalık, câriye. KENİZEK f. Küçük cariye. KENKER Enginar. KENN Örtülüp gizlenme. KENNAS Süpürgeci. KENNE (C.: Kınât-Kenâyin-Kenânin) Bir kimsenin gelini, oğlunun hanımı. KENNÎ (C.: Ekniyâ) Lâkabdaş kimse, isimleri aynı olan. KENS Süpürge ile süpürme. KENTA Bir ot cinsi. KENTAL Fr. Yüz kilogram ağırlığında bir tartı birimi. KENUD Çok küfran-ı nimet eden kimse. Çok levm ve küfreden cahud. * Birşey yetiştirilemiyen verimsiz arazi. * Kocasının hukukuna ve iyiliklerine küfran eden nankör kadın. * Yemeğini misafirden sakınarak yalnızca yiyen cimri. * Kölesini, uşağını çok döven kimse. (E.T.) KENZ Define, hazine. Yer altında saklı kalmış kıymetli eşya, para veya altın gibi şeyler. KENZ şiddet, zorluk, meşakkat. KENZ SURESİ Fâtiha Suresi. KENZ-İ MAHFÎ Gizli hazine. KEPADE-KEŞ f. Okçuluğa yeni başlıyan. KEPAN f. Büyük terazi. KEPAZE İtibarsız, âdi, mübtezel, kıymetsiz kimse. Haysiyetsiz, şerefsiz, rezil. Hürmet ve saygıya müstahak olmıyan. * Tâlim için kullanılır yay. KEPENEK f. Çobanların giydiği kolsuz ve dikişsiz, keçeden dövülerek yapılan giyecek. KER f. Sağır, işitmez. * Kudret, kuvvet. * Maksad ve meram.KERA' : Baldırları ince olmak. * Yağmur suyu. KER' (C.: Küru') Suyu yerinden ağız ile içmek. * Yağmur suyu. * (Kız) erkek istemek. KERA Turna kuşunun erkeği. * Hafif uyku. KERA Uyku, nevm. KER'A Çocuk seven kadın. KERABİS (Kirbâs. C.) Kumaşlar. Bezler. KERAD(E) f. Yırtık ve eski elbise. KERAHE (Kerâhiye) Meşakkat, zahmet, şiddet. KERAHET İğrenme, iğrençlik, mekruh oluş. İslâmiyetçe iyi sayılmayan şey. * İstenmiyerek, zorla. *Fık: Şer'an yapılmaması sevablı ve hayırlı olan bir şeyin terk edilmeyip yapılması. (Bak: Mekruh) KERAHET VAKTİ Güneşin doğuş, batış ve zeval vakti. KERAHETEN Kerahet olarak, makbul olmayarak, istenmiyerek. KERAHİYYET Mekruh oluş. Kerih ve çirkin olan işin hâli. KERAİH (Kerihe. C.) Nefret edilecek ve iğrenç şeyler. KERAKER f. Kuzgun. * Karga. KERAMAT (Keramet. C.) Kerametler. KERAME İzzet, şeref. Küp ağzına koydukları tabak. KERAMEND f. Münasib, muvafık, lâyık, uygun, şayeste. KERAMET Allah (C.C.) indinde makbul bir veli abdin (yâni, âdi beşeriyyetten bir derece tecerrüd edebilen zatların) lütf-u İlâhî ile gösterdiği büyük mârifet. Velâyet mertebelerinde yükselen bir abdin hilaf-ı âdet hâli. * Bağış, kerem. * İkram, ağırlama. KERAMET-İ ALEVİYE (R.A.) Hz. Ali Efendimize âid keramet. (Bak: Kaside-i Ercuze) KERAMET-İ İLMİYE İktisab suretiyle olmayıp, vehbi yani Cenab-ı Hakk'ın atiyyesi olarak geniş bir ilme mazhariyyetten hâsıl olan ilmi keramet. *İlim tahsili ile çok büyük ilim sâhibi olan bir allâmeden çok daha yüksek vâsi' ve hârikulâde bir ilme mazhar bulunan, hem ilmî dehâsı ve fart-ı zekâsı tecrübelerle ve harika eserleri ile sâbit ve müsellem olarak bir ferd-i ferid-i zaman hâlinde zuhur ve iştihar eden ender evliyâullahtan vücuda gelen ve zuhur eden, nur-efşân, hikmetfeşan ilmi kerâmet, ilmî harika. (Z. Gündüzalp)(Velilerde zuhur eden kerametler de Peygamber'in (A.S.M.) Hak olduğuna bir delildir. Çünkü bu veliler ona tabi' olmakla böyle harika hâllere mazhar olurlar. Ş.) KERAMET-İ KEVNİYE Kudret-i Rabbaniyenin ihsanı ile letâfet kesbedip havada uçmak, uzun yolu kısa zamanda gitmek, bir mü'minin bir sıkıntısı hâlinde Cenab-ı Hakk'a dua edip ind-i İlâhîde makbul bir zâttan yardım istemekle, o zatın, izn-i İlâhi ile o muztar kimsenin imdadına yetişmesi, kale gibi muhkem bir yerde üzerinden kilitli muhkem bir hücresinde hapis olan bir zatın, orada ibadet ve taatla meşgul olduğu bir zamanda görüldüğü halde, aynı zat aynı zamanda çarşıda halk arasında veya câmide görülmesi ve bir zâta şiddetli ve kesretli zehirlemelerle su-i kasdlar yapıldığı halde, ona zehir tesir etmemesi ve ona düşmanları tarafından kurşun isâbet ettirilememesi ve tayy-ı mekân ve bast-ı zaman gibi hârika hallere mazhar olması gibi hadiselere o zatın "keramet-i kevniyesi" denilmektedir. Bu gibi hârika haller Cenab-ı Hak indinde ve Resul-ü Ekrem (A.S.M.) yanında makbul ve mahbub olan ender velilerde zuhur eder. (Z. Gündüzalp) KERAN f. Kenar, uç, âhir, son, nihayet. KERAN Sabah. KERAN TÂ KERAN Bir uçtan bir uca. KERAR Arap kadınlarının takındıkları boncuk. KERARİS (Kürrâse. C.) El yazması kitapların sekiz sahifeden ibâret olan formaları. KERAS Hilyon ve marulca dedikleri ot. KERASTE f. Kereste. KERB (C.: Kurub-Küreb) Yeri sürüp aktarmak. * Dar etmek. * Yakın olmak. * Gam, tasa, keder, endişe. KERBE (KÜRBE) Gam, tasa, endişe. KERBELA Irakta Seyyid-üş şühedâ Hz. İmam-ı Hüseyin Efendimizin (R.A.) meşhed-i mübârekleri olan yer.(Cibril var haber ver Sultân-ı Enbiyâya.Düşdü Hüseyin atından sahra-yı Kerbelâya) (Kâzım) KERBELE Ayaklarda olan gevşeklik. Yürüdüğünde balçık içinde yürür gibi yürümek. * Buğday ve arpa gibi hububatın kalburlanması. KERD Sürmek. * Def'etmek, kovmak. * Boyun. KERDEM Şişman ve kısa boylu olan adam. KERDEME Kısa düşman. KERDESE Bağ, kayd. * Ayağı bağlı olan kimsenin yürüyüşü. KEREB Kova bağladıkları ip. * Suyu yatıp ağızla içmek. * Hurma ağacının kökü. KEREBBE Yaz günlerinde kumlu yerlerde biten bir ağaç adı. KEREBE (C.: Kirâb) Suyun aktığı yer. KEREFS Kereviz otu. KEREM Nefaset, izzet, şeref. Al-i-cenâbâne ihsan, inâyet. * Kıymetli şeyleri kemal-i rıza-i nefisle verme. * Mecd ve şeref. *Cenab-ı Hakk'a atfolunursa eltaf ve ihsan-ı İlâhî kasdedilmiş olur. * İnsan hakkında vasıf sureti ile zikrolunursa; mehasin-i ahlâk ve ef'âl kasdolunur. KEREM ETMEK Müsâade etmek, lutfetmek. Razı olmak. KEREMGÜSTER f. Cömert, mükrim, kerem sâhibi. KEREMKÂR f. Kerem eden, ikram eden. Cömert, eli açık olan, bağışlayan. KEREMPE Yun. Denize doğru uzanan kayalık çıkıntı. * Dağın en yüksek yeri, tepesi. * Geminin baş tarafı. KEREMPE BURNU Batı Karadeniz kıyısında Cide Kazasının sınırları içinde kalan kara çıkıntısı. KEREMPERVER f. Kerem sâhibi. Eli açık, cömert. Mükrim. KEREV f. Örümcek, ankebut. KEREVET Tahtadan yapılan ve üzerine yatak veya minder konularak yatmağa ve oturmağa yarayan yüksekçe yer. KERF Hımarın, bevlini koklayıp başını yukarı kaldırması. KERH İğrenme, hoşlanmayıp tiksinme. * Zorlama. * Bir şey sonradan nâ-hoş ve kerih olmak. KERH Bağdat şehrinde bir mevziin adı. KERHEN İstemiyerek, tiksinerek, zoraki. KERÎ Kazmak. KERÎ f. Örümcek ağı. * Sağırlık, duymazlık, işitmezlik. KERİBE (C.: Kerâyib) Katı, sert. KERİH İğrenç, tiksindirici. * Muharebe ve cenkte olan şiddet. * Pis, çirkin, fena şey. * Nefse kerahetlik vercek kabahat. KERİHE (C.: Kerâih) Nefret edilecek, iğrenç şey. KERİHET Harpte şiddet. * Zahmetli ve meşakkatli olan. KERİH-ÜL MANZAR Görünüşü ve manzarası çirkin ve iğrenç. KERİH-ÜN NEFES Nefesi ve ağzı pis kokan. KERİM Her şeyin iyisi, faydalısı. Kerem ile muttasıf olan, ihsan ve inayet sâhibi. Şerefli ve izzetli. Muhterem, cömert, müsamahakâr. (Kur'an-ı Kerim tâbirindeki kerim; muazzez, mükerrem mânâsınadır. Kur'an-ı Kerim'de bu kelime 27 defa geçer ve ancak iki defa Cenab-ı Hak hakkında kullanılmıştır.) KERİMANE f. Kerim olana mahsus hâlde. Lutfederek. Kerime hâs bir suretde. KERİME Kız evlâd. * Kendine ikram edilmiş kimse. Şerefli. * Güzide, seçkin, kıymetli şey. * Vücudun kıymettar yerlerinden her biri. KERİR Boğulmuş ses gibi bir ses. KERİŞ (C.: Küruş) İşkembe. KERİYY Kiraya veren veya kiraya alan. (ikisine de ıtlak olunur.) KERİZ Yoğurtan yapılan keş. KERKEÇ Eskiden muhasara olunan kaleleri tazyik etmek ve top ve tüfekle dövmek için dışarısına yapılan kule ve tabyalar. KERKER Karındaş sığır. KERKERE Tavuğa çağırmak. * Rüzgârın bulutu toplayıp dağıtması. KERKES f. Akbaba (kuş). KERKESE Tereddüt etmek, karar verememek. KERKÜZ f. Delil, işâret, alâmet. KERM (C.: Kürum) Bağ kütüğü. Asma, üzüm çubuğu. KERMARİK Ilgın ağacının koruğu. KERME Etli ve yuvarlak olan uyluk başı. KERNAF (C.: Kerânif) Hurma ağacının budaklarının aslı. (Kesildikten sonra ağacında bâki kalır.) KERNAFE (C.: Kürnüf) Dibinden kesilmiş olan hurma ağacının budakları. KERNEBE Zengin kadın.KERR : Çekilerek yeniden hücum etmek. * Birşeyden vazgeçtikten sonra tekrar ona, o işe yönelmek. * Devlet. * Gemi halatı. * Hurma ağacına çıkmakta kullanılan urgan. KERR U FERR Muharebede geri çekilerek tekrar hücum etmek. KERRAM Bağcı. KERRAR Harpte, çekilip tekrar saldırmak. Döne döne saldırmak. KERRAT Kerreler. Defalar. Çarpım cetveli. KERRAZ Çobanın torbasını veya dağarcığını taşıyan kuvvetli boynuzsuz koç. KERRE Bir defa. Bir adet. Bir. KERREMALLAHU-VECHEHU Allah vechini mükerrem kılsın, meâlinde dua olup Hz. Ali (R.A.) hiç putlara secde ve ibadet etmediği ve çocukluktan beri Allah'a secde ettiğinden, onun ismi anıldığında hürmeten söylenir. (Bak: Aliyy-ül Murtaza) KERRETAN Sabah ve akşam. KERRUBÎ Meleklerin büyüğü. KERRUBİYYUN (Mukarrebûn) Sadece ibadetle meşgul olan melekler. Allah'a en yakın olan melekler. Büyük melekler. Kerubiyyun yalnız hamele-i arştır diyenler olduğu gibi, Kerrubiyyun diyenler de olmuştur. Aslı Kerubiyun'dur. KERRUS Büyük başlı. KERS Kadının hayız görmesi. * Cebretmek, zorlamak. KERŞ Karın. * İşkembe. * Topluluk, cemaat. * Kişinin çoluk çocuğu veya küçük evlâdı. KERŞA Karnı büyük kadın. * Parmakları kısa düz taban. KERŞEB Yaşlı, ihtiyar. * Hali kötü olan kimse. * Kalın ve uzun nesne. * Arslan. * Çok yiyen, obur. KERUB Allah'a en yakın olan melekler. KERUBİYYUN (Bak: Kerrubiyyun) KERV Top oynamak. * Kapı içini taş ile örmek. KERVAN (C: Kirvân-Kerâvin) Balıkçıl kuşu. KERVAN f. Birbirini takib ederek giden insan veya hayvan sürüsü. Kafile ve hey'etle giden yolcular takımı. KERVANSARAY Büyük yollarda kervanların konaklamalarına mahsus büyük hanlar. (Selçuklular ve Osmanlılar devrinde hayır eseri olarak yaptırılmışlardı.) KERY Kazmak. KERYAN Uyuyan kişi, nâim. KERYE Tam olmak, tamam olmak. KES f. İnsan. Kişi. KE'S Çanak. * Kadeh. Dolu kadeh. KES' El veya ayak ile bir nesnenin arkasına vurmak. * İttibâ etmek, tâbi olmak. * Yemen'de bir kabile adı. KES' Uzun olmak. * Çok olmak. KESAD Alış veriş durgunluğu. Kıtlık. Eksiklik. Verimsizlik. KESAFET Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak. * Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak. KESAFET-İ NÜFUS Nüfus çokluğu, nüfus yoğunluğu, nüfus kalabalığı. KESALET Tembellik. Üşenmek. Uyuşukluk. Rehâvet. KES'AM Pars (canavar). KESAN f. Adamlar. İnsanlar. Kişiler. KESANE f. İnsan gibi. İnsana yakışır şekil ve surette. KESB Kazanç. Çalışmak. Sa'y ve amel ile kazanmak. Elde etmek. Edinmek. Kazanç yolu. * Fık: Bir insanın kendi kudret ve iktidarını bir işe sarfetmesi. KESBÎ Çalışmakla kazanılan. Sonradan elde edilen. Doğuştan olmayan. Vehbî olmayan. KESB-İ KUDRET Kudret ve kuvvet kazanma. KESB-İ MUÂREFE Bir mevzuda çalışarak ihtisas sahibi olmak. Birbinini tanımak ve alışmak. KESB-İ SERVET Para kazanma. KESB-İ ŞER şerli bir işi işlemek veya o işe âlet olmak yahut da tarafdar olmak. KESB-İ VUKUF Haberi olma. Vukuf sahibi olma. Bilgi edinme. KESD Davarı üç parmakla sağmak. * Bir şeyi dişiyle kesmek. KESE Kısa yol, kestirme yol. * Mc: Mali iktidar, servet. (Para kesesi manasında olan kelime için Bak: Kise) KES'E Bitmek. * Yüksek olmak. KESEB Yakınlık, kurbiyet. KESEL Tembellik. Uyuşukluk. * Yorgunluk. * Ağırlık. KESELAN Tembellik. Yorgunluk. Uyuşukluk. KE'SEN DİHAK (Kulpsuz) dolu kadehler. KESER Hurma çiçeği. KESES Alt dişleri çenesiyle çıkmak. * Dişleri kısa olmak. KESF (Güneş veya Ay) ışığını kesme. * Görünmez olma. * Kesmek. * Yaramaz olmak. KESH Aksaklık. KESÎ f. Bir kimse. KES-İ BÎKESAN Kimsesizlerin yardımcısı. KESİB Kum tepesi. KESİD Sürümsüz, geçmez, aranmaz. Bayağı, aşağı. KESİF Koyu. Çok sık ve sert. Şeffaf olmayan. KESİL (KESLÂN) (C.: Küsâlâ) Tenbel kimse. KESİR Çok. Bol. Kesret üzere olan. * Türlü. Çeşitli. KESİR (C: Kesrâ) Parçalanmış, dağıtılmış. Kırılmış. KESİR-ÜL AHBÂB Tanıdıkları, bildikleri çok olan. KESİR-ÜL EVLÂD Çocukları çok olan. Evlâdı kesir olan. KESİR-ÜL MÂL Malı mülkü çok olan. Serveti fazla olan. Zengin. KESİR-ÜL VUKU' Sık sık olan, çok vuku bulan. KESİS Titremek. Deprenmek. * Eğrilik. KESİS Hurma şarabı. * Darı bozası. * Arapların taş üstünde kurutup ve dövüp azık edip yedikleri et. KESİSA Avcıların tuzağı. KESKESE Söylerken sin'i kef'e tebdil edip sin yerine kef okumak. * Çabuk kesmek. KESLAN Uyuşuk, tembel, gevşek. Yorgun. KESM (C: Ekâsim) Bir şeyi eliyle parmaklamak. * Çok miktar atlar. KESM Doldurmak. * Ağzına alıp kırmak. KESR Kırmak. Parçalamak. Parçalara ayırmak. * Mat: Bir bütünün parçalarından her biri. KESRA (C: Ekâsire) Acem meliklerinin lâkabı. KESRE Kur'an-ı Kerim yazısında harfin altına konarak, o harfi "İ" veya "I" diye okutan ve bir adı da "esre" olan işâret. KESRE-İ HAFİFE İ diye okunan kesre. KESRE-İ SAKİLE I diye okunan kesre. KESRET Çokluk, sıklık. * Bir şeyin ekserisi ve muazzamı. Bolluk. (Bunun zıddı kıllettir)(Hayat, kesrette bir çeşit tecelli-i vahdettir. Onun için ittihada sevkeder. Hayat, bir şeyi her şeye mâlik eder. M.)(...Hem bütün âlemlerin Rabbi kesret tabakatında vahdaniyeti ilân etmek istemesine mukabil; en azamî bir derecede bütün merâtib-i tevhidi ilân eden, yine bizzarure O Zâttır. S.) (Bak: Tefekkür) KESRET-İ ETBA' Tâbi olanların çokluğu. Tarafdarların kesretli oluşu. KESRET-İ NUKUD Para çokluğu. KESR-İ ÂDİ Ondalık olmayan kesir. Bayağı kesir. Meselâ: 3/8, 7/20 gibi. KESR-İ ÂŞÂRİ Ondalık kesir. Mahreci (paydası) 10 veya 10'un her hangi bir kuvvetinden ibaret olan kesir. Meselâ: 0,15 - 0,007 gibi. KESR-İ HÂTIR Hatır kırma. KESS Alt dişleri çenesiyle çıkmak. KESS Sakal kıllarının sık ve kıvırcık olması. KESSARE Çoğaltan. Artıran. KESTEL itl. Küçük kale. Hisarcık. KESUB Çok kazanan ve kesbeden. KEŞ Akılsız, kolay aldanır. Ahmak. KEŞ Yoğurt peyniri, yağsız âdi peynir. KEŞ f. (Keşiden) Çekmek fiilinin emir kökü. Birleşik kelimeler de yapılır. Meselâ: Cefâ-keş $ : Cefâ çeken. Esrar-keş $ : Esrar çeken, esrar içen serseri. KEŞ' Kalb sıkıntısına uğrayıp huzursuz olmak. KEŞAH Bir hastalık. (İnsanın böğrüne vâki olur da dağlarlar.) KEŞAKEŞ f. Münâkaşa, çekişme. * Keder, hüzün, tasa, gam.* Sıkıntı, felâket, ıztırab. * Tereddüt, kararsızlık. * Pehlivanların birbirleriyle mücâdeleleri. * İki kişinin, bir şeyi birer uçlarından tutup, her birinin kendine doğru çekmesi. KEŞAN Zincirden yular. KEŞAN (Keş. C.) f. Çekenler, çekiciler. * Çeken, çekerek. Çeke çeke. KEŞAN BER KEŞAN Çeke çeke, zorla sürükleye sürükleye götürerek. KEŞAN KEŞAN f. Sürükleye sürükleye, zorla çekerek götürerek. KEŞAVERZ f. Ekinci, çiftçi. Ekinlik. KEŞE' Kebap yapmak. * Yemek. * Çok dolu olmak. KEŞEF Alın saçının ve kâkülün dâire şeklinde yukarı doğru devrik olması. KEŞEF f. Kaplumbağa. KEŞENDE f. "Çeken, çekici" mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapmakta kullanılır. Meselâ: (Mihnet-keşende: Mihnet çeken.) * Dayanan, tahammül eden, mütehammil. KEŞF Açmak. * Olacak bir şeyi evvelden anlamak. Gizli kalmış bir şeyin Cenab-ı Hak tarafından birisine ilham olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması. KEŞFÎ Keşifle alâkalı. KEŞF-İ RÂZ f. Gizli bir şeyi meydana çıkarmak, açıklamak. * Sır toplamak, casusluk etmek. KEŞFİYAT (Keşf. C.) Keşifler. Bulup meydana çıkarılan şeyler. * Cenâb-ı Hakkın ihsan ve ilhamı ile evliyâullahın, hususan evliya-ı izâm hazeratının ve hasseten Kur'ân-ı Hakimin irşadı ile ve feyzi ile Rüesâ-i Evliyâ ve Server-i Kâinat olan Peygamberimiz Resul-i Ekrem (A.S.M.) Efendimizin dersi ile ferd-i ferid-i a'zam makamının zirve-i âlisine yükselen büyük hâdinin vâkıf oldukları mâziye, hâle, istikbale müteallik, kevni, mânevi sırlar, keşifler. (Z. Gündüzalp)(S - "Keşfiyat-ı fenniye ve fünun-u hâzıra eski insanlara meçhul ve gayr-i me'luf olduğundan, onları onlara ders vermek hatadır." diyorsun. Bilhassa âhirete ait ahval gibi müstakbeldeki nazariyat da böyle değil midir? Onlar da bize meçhul ve gayr-i me'lufdurlar. Onlardan bahsetmek ne için hata olmuyor?C - Müstakbeldeki nazariyat, bilhassa âhirete ait ahvale hiç bir cihetle hiss-i zâhiri taalluk etmemiştir ki, o hissin hilâfını söylemek şaşırtma olsun. Binaenaleyh, o gibi şeyler, dâire-i imkândadırlar. Öyle ise, onlara itikad ve onlar ile itmi'nan peyda etmek mümkündür. Öyle ise, o gibi şeylerin hakk-ı sarihi, onları tasrih etmektir. Lâkin keşfiyat-ı fenniye; eski insanlara göre, imkân ve ihtimal dairesinden çıkıp, muhal ve imtina derecesine girmişlerdir. Çünkü gözleriyle gördükleri şeyler, onlarca bedahet derecesine girmekle, onun hilâfı onlarca muhaldir. Öyle ise, onların hissiyatına hürmeten, o gibi mes'elelerde belâgatın iktizası, ibham ve ıtlaktır ki, onlara bir şaşırtma olmasın. Fakat Kur'ân-ı Kerim, irşadını noksan bırakmamıştır. Bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, çok karine ve emareleri vaz'iyle, hakikatlara işaretler yapmıştır.Ey insafsız! Seni insafa davet ediyorum. Bir kere $ olan meşhur düsturu nazara almakla, zamanlariyle muhitlerinin müsaadesizliğini düşünerek, telâhuk eden binlerce efkârın neticelerinden doğan şu keşfiyat-ı fenniyeyi o zamanlardaki insanların kafa mideleri alıp hazmedemediklerine dikkat edersen anlayacaksın ki; Kur'an-ı Kerim'in o gibi meselelerde ihtiyar ettiği ibham ve ıtlak yolu, ayn-ı belâgat olduğu gibi, yüksek i'cazını da isbata âşikâr bir delil olduğunu gözün kör değilse göreceksin. İ.İ.) KEŞFİYAT-I FENNİYE Fen ve ilmin keşifleri. (Telefon, radyo, uçak gibi.) KEŞF-ÜL KUBUR Kabirdeki ölünün hâlinden anlamak. Ölünün azab çekip çekmediği ve sair bazı hususların bâzı veli kimselerce bilinmesi. KEŞHAN (KİŞHÂN) Deyyus. KEŞİDE f. Çekilen, çekilmiş. Çekmek. * Tartılmış. Dizilmiş. Tertibedilmiş. Yazılmış. KEŞİDE-KAMET f. Uzun boylu. KEŞİH (C: Küşuh) Perâkende olmak, parça parça dağılmak. * Böğür. * Cânip, taraf. KEŞİŞ f. Papaz. Manastır rahibi. (Arabçası: Kıssis) KEŞİŞ Ayı avazı. * Deve avazı. KEŞİŞÂN (Keşiş. C.) Papazlar, manastır rahibleri. KEŞİŞÂNE f. Keşişe yakışır yolda. Papaza uygun şekil ve surette. KEŞİŞHÂNE f. Kilise, manastır. KEŞK Kavi, kuvvetli, sağlam. * Kabuğu çıkmış arpa. * Arpa suyu. * Yoğurt keşi. KEŞKEK Haşlandıktan sonra kurutulmuş buğday. KEŞKEŞE Şin harfini kef gibi okumak. * Yılan ötüşü. KEŞMEKEŞ f. Kararsızlık. Karışıklık. Tereddüd. Kavga. Çekişme. KEŞNİ f. Koruluk, orman. KEŞR Gülünce dişlerin görünmesi. KEŞŞAF Keşfeden. Gizli şeyleri bulup meydana çıkaran. * Meşhur bir tefsir ismi. * İzci. KEŞT Soymak. * Keşfetmek. * Fazlalığı kesmek. Koparmak. * Açmak. Deriyi yüzmek. * Yüzden perdeyi kaldırmak. KEŞT Seyir ve temâşâ etmek. Gezmek. * Hanzale. KEŞTÎ f. Gemi, sefine. KEŞTÎBAN f. Gemici, kaptan. KEŞTÎGÂH f. Liman. Gemilerin barındığı yer. KEŞTÎGER f. Gemi yapan veya tamir eden kimse. KEŞTÎ-İ GAM Gam gemisi. * Mc: Bu dünya. KEŞTÎNİŞİN f. Gemide oturan. Gemide bulunan kimse. KEŞTİTE Yuvarlak karpuz. KETAİB (Ketibe. C.) Askerler, neferler, erler. Alaylar, birlikler. KETB Yazma. * Toplama, cem'etme. * Dikme. KETD (KİTD) Bir yıldız adı. * Omuzlar ile sırt arası. KETEBE Kâtibler. Yazıcılar. * Bir hattatın yazdığı eserinde imza yerinde "Ketebehu; Onu yazdı" mânasında kulllanılır. KETER (C: Ektâr) Kadr, mertebe, derece. KETF Omuz. Omuz kemiği. * Parça parça kesmek ve bağlamak. KETH Kesbetmek. Çalışmak, kazanmak. Amel ve sa'yetmek. KETİB Dikici, diken. KETİBE Asker bölüğü. Ordudan ayrılmış toplu alay. Düşmana çapul eden birkaçyüz kişilik süvari kolu. KETİBEPERVER f. Askeri koruyan ve seven. Asker yetiştiren. KETİF (Kitf-Ketef) (C.: Ektâf) Omuz. * Kürek kemiği, omuz küreği. KETİFE Hased. * Kapıya çakılan yassı büyük demir kilit. KETİT Deve avazı. * Sığır avazı. KETİTE Sinir. KETİZ Yemeği çok yeyip karnını iyice dolduran kişi. KETKAT Kelâmı çok olan, sözü çok olan, fazla konuşan. KETKETE Kahkaha derecesinden azca gülmek. * Toy kuşunun sesi. KETM Saklamak. Gizlemek. Sır tutmak. Söylememek. KETM-İ ESRÂR Sırları saklama. KETM-İ NÜFUS Kendini göstermeme. Saklama. KETN Kir, pas. KETT Zayıf vücutlu kimse. * Mal kazanıp yığan. KETTAN Keten. KETUM Sır saklayan. Herkese her şeyi konuşmayıp sırrını belli etmiyen. * Her şeyi gizleyen. KETUMANE f. Ketum olup ağzı sıkı olan, herşeyi söylemiyen kimseye yakışır surette. KETUMİYYET Ketumluk. Ağız sıkılığı. Sır vermemeklik. KEU' Korkak olmak. KEÛD Meşakkatli sarp yokuş. KEV' Vurmak. * Korkmak. KEV'A Eli bileğinden eğri olan kadın. (Müz: Ekvâ) KEVA' Bileğin çıkması. * Bilek kemiği. KEVAHİL (Kâhil. C.) Sırtlar, arkalar. * Gayretsizler, uyuşuklar, tembeller. KEVAHİN (Kâhin. C.) Kâhinler. Falcılar. Gaibten haber verenler. * Alimler. KEVAİB (Kâib. C.) Yeni yetişmiş turunç memeli kızlar. KEVAKİB (Kevkeb. C.) Yıldızlar. KEVAKİB-ŞİNÂS f. Müneccim. KEVALİK Kısa boylu. KEVAR(E) f. Meyve veya üzüm küfesi. * Bal arısı gömeci, petek. * Geceleri havada peyda olan bulut. Sis. KEVD Yakın olmak. KEVDEN (C.: Kevâdân) Semerli at. * Akılsız, ahmak, düşüncesiz. KEVH Gâlip olmak. KEVKEB Yıldız. * Parıldamak. KEVKEBE Necim, yıldız. * İnsan cemaatı. Süvari alayı. KEVKEBE f. Fevkalâde tantana. İhtişam, debdebe, şöhret. KEVKEBÎ Yıldıza ait, yıldızla ilgili. KEVKEB-İ DERRÎ Parlak yıldız. KEVLAN Kandıra adı verilen ot. KEVLEM Fülfül denilen karabiber cinsi. KEVMA Büyük ökçeli dişi deve. KEVMAH Dübürü büyük kimse. KEVME Küme. KEVN Hudus. Varlık, var olmak. Vücud, âlem, kâinat. Mevcudiyet. KEVN Ü FESÂD Var olup sonra bozulmak. KEVN Ü MEKÂN Kâinat, âlem, dünya. KEVNEYN İki âlem. Dünya ve Ahiret. KEVNÎ Oluşa ait ve müteallik. Kâinat ilmine dair. Varlıkla alâkalı. KEVNİYYAT Kâinat ilmi, kozmoloji. * Mevcudat, varlıklar. Vücuda gelmeler. KEVR Devretmek, dönmek. * Sarık sarmak. Tülbend sarmak. * Bir yerde toplanmış olan develer. * Çokluk, bolluk, ziyadelik. * Mukül dedikleri darı cinsi. KEVS (C.: Ekvâs) Pabuç. KEVSEC Köse kişi. * Testere gibi hortumu olan bir balık cinsi. KEVSEL Geminin kıç tarafı. KEVSER Kıyamete kadar gelecek Âl, Ashâb, Etbâ' ve onların iyilikleri, hayırları. * Bereket. * Kesretten mübâlağa. Çokluğun gayesine varan şey. Gayet çok şey. * Pek çok hayır. Hikmet, ilim. Kur'an, İslâm, tevhid. İlm-i Ledün. Ma'rifetullah. * Cennet ırmaklarının kaynakları. * Cennet'te bir havuz veya nehir. KEVSER SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 108. Suresi. KEVTER Fülfül dedikleri karabiber cinsi. KEY Arapçada muzari fiilini nasbeden (son harfini üstün okutan) ve "İçin, tâ ki, hangi, nasıl?" yerinde kullanılan harf. (Bak: Huruf-i nâsibe) KEY f. Ne vakit, ne zaman? (Soru için kullanılır.) KEY Eski Acem pâdişahlarının nâmıdır. KEY' Yaramaz gönüllü olmak. KEYAN (Key. C.) f. şahlar, hükümdarlar, keyler, hakanlar. KEYANÎ f. Şaha ait. Hükümdarla alâkalı. KEYD Tuzak. Kötülük, hile. * Men'etmek. * Kusmak. * Çakmağın tezce ateşi çıkmayıp geçmek. * Cenk etmek, dövüşmek. * Karganın ötmesi. KEYF Afiyet, sağlık, sıhhat. * Memnunluk, hoşlanma. * Neş'e, sevinç, sürur. * Mizaç, tabiat. * İstek, taleb, arzu, heves.* Gönül açıklığı. KEYFE Arabçada sual cümlesinin başına gelir. "Nasıl? Nice?" mânalarınadır. KEYFE HÂLÜK Hâlin nasıl? Nasılsın? KEYFE METTEFAK Hangisi olursa. Nasıl rast gelirse. KEYFEMÂ Her nasıl? KEYFEMÂ YEŞÂ' Nasıl isterse, istediği gibi. KEYFER f. Karşılık, mukabil. * Mükâfat veya ceza. KEYFÎ (KEYFİYYE) Keyfe, arzuya bağlı. İsteğe âid ve müteallik. KEYFİYYET Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti. * Kalite. Madde. (Kemmiyetin zıddıdır.) KEYHAN f. Dünya, arz. KEYL Ölçme. * Kile. Hububat ölçüsü. Ölçek. KEYLEKAN Bir pırasa cinsi. KEYLÎ Kile ile ölçülen şeyler. KEYLUS Hazmı kolay olan gıda. KEYMUS yun. Yiyecek ve içecek maddelerin midede hazmolunup erimesinden hâsıl olan bir sıvıdır ve kana karışır. KEYNUNET Varlık, var olma. KEYS Yaramaz huylu kişi. KEYS Zekâ, kavrayış, anlayış, idrâk. KEYSAN Ayakla bir kimsenin dübürüne vurmak. * Özür, mâzeret. KEYSANİYYE Revâfiz tâifesinden bir sınıf. KEYSUM Çok miktar olan kuru ot. KEYT (Keyte) şöyle, şöylece, kezâ. KEYUL Muharebe gününde dizilen safların son safı. KEYVAN f. Satürn (Zuhal) gezegeni. KEYY (KEYYE) Adama veya davara yapılan nişan. * Yarayı dağlama. KEYYAL Kile ile ölçen kimse. Kileci. KEYYEFE (Tekyif. den mâzi fiili) İnceleyip iç yüzünü bildi, idrak etti manasınadır. KEYYİS (Keyyise) Akıllı, anlayışlı, kiyasetli, idrakli, zeki. * Zarif. KEZA Böyle, böylece. Bu dahi öyle. KEZALİK Bunun gibi. Böylece. Bu da böyle. KEZAME (C.: Kezâyim) İki kuyu arasındaki yarıklar ve delikler. (Su birinden birene akar). * Terazi iplerinin kendinde toplandığı halka. KEZAN Küfeki taşı. KEZAZ (Kezazet) Hadden tecavüz etmek, haddini aşmak. * Tıb: Nefes alamıyacak derecede mide dolgunluğu. KEZAZE Kuruluk, münkabız olmak, kabızlık. KEZB Tırnakta görünen beyazca yer. KEZBERE Kanbel otu. * Baldırıkara otu. KEZEB (Kezub. C.) Yalancılar. KEZÎM Öfke ve kızgınlığını yenen. KEZKAZ Tez tez yürümek, hızlı hızlı gitmek. KEZKEZ Kenger otu zamkı. KEZKEZA Kırbanın dolu olması. KEZKEZE Çok fazla kırmızılık. KEZM Bir şeyi ağzına alıp ön dişiyle kırmak. * Burnun kısa ve yüksek olması. * Parmakları kısacık olmak. * Atın dudaklarının kaba ve kısa olması. KEZM Kızgınlığı yenme. Öfke ve hiddeti meydana çıkarmama. * Men'etmek, engel olmak. * Hapsetmek. * Nefesin çıktığı yer. KEZMA Parmakları kısacık olan kadın. KEZMAZİC (KEZMÂZİL) İlgın ağacının koruğu. KEZUB Çok yalancı, aldatıcı. Daima yalan söyleyen. KEZUM Sükut etmek. Susmak. KEZV Çokluk, kesret, fazlalık. KEZV Çok olmak. KEZZ Dar. * Münkabız, katı. KEZZ Boğazına çıkana kadar yemek. * Çok yemekten dolayı ağırlaşmak. KEZZAB Yalancı. Çok yalan söyleyen. KEZZAB-I BÎ-HİCAB Utanmaz ve hayâ etmez yalancı. KEZZE Katı sesli. * Kısa. KIBAB (Kubbe. C.) Kubbeler. Tepesi yarım küre şeklinde olan binâ damları. KIBAH (Kabih. C.) Çirkinler, kabihler. KIBAL (Bir yazıyı) karşılaştırma, mukabele etme. * Pabucun ayak üstüne gelen yeri. KIBAL(E) Ebelik bilgisi ve işi. KIBB Kişinin arkasında yumrulanan kemik. KIBBE (C.: Kıbbât) Kırkbayır adı verilen karın. KIBEL Yan, taraf, yön, cihet, cânib. KIBLE Kâbe-i Muazzamanın bulunduğu Mekke-i Mükerreme ciheti. Kıble tarafı, güney. * Cenubdan esen rüzgâr. KIBLEGÂH f. Kıble tarafı. Kıblenin bulunduğu yer. KIBLENÜMA (Kıblenâme) f. Kıblenin tâyinine yarayan pusula. Cihet ve yön gösteren âlet. KIBS Çok adet, çok miktar. KIBT Mısır'ın eski yerli halkı. KIBTÎ (C.: Kabâti) Kıbt soyundan olan. Çingene. * Çingene ile alâkalı. KIBTİYAN (Kıbti. C.) Kıbtiler, çingeneler. KIDAD Perâkende olup dağılmak. KIDAH Temrensiz ok. KIDD Kayış. KIDDE Tarikat. * Bölük. KI'DE Halı. * Bir oturma tarzı. KIDEM Öncelik ve eskilik. * Evveli bulunmamak. Ezeli olmak. * Başkasından daha önce olmak. Zamanca daha evvelki olmak. Rütbece daha yüksek olmak. * Cenab-ı Hakkın "Kıdem" sıfatı, yâni; ebedî ve ezelî oluşu. KIDEMEN Kıdemce, kıdem yoluyla. KIDN Havan. * Kadının mahfe içinde kendisi için koyup sakladığı giyim eşyası. KIDR (C.: Kudur) Çömlek, tencere ve kazan gibi, yemek pişirmeye mahsus kaplar. KIDVE İlimde ileri olup kendisine uyulan. Kendine itimad edilip ardınca gidilecek olan. KIFAR Çöller. Susuz, otsuz yerler. KIFVE Kuyruk. * Fuhuş sözle iftira etmek. KIHF (C.: Akhâf) Kafatası. Beynin, içinde bulunduğu kafa kemiği. KIL' (C.: Kılâ) Gemi kanadı. * Eyerde oturmayan kimse. KIL Ü KAL (I ve A, uzun okunur) Dedikodu. KILA' (Kal'a. C.) Surlar, kaleler, hisarlar. KILAA Yelken. KILADE Gerdanlık. Boyna takılan kıymetli şey. * Akarsu. KILAFET Gemi ziftleme san'atı. Kalafatlık. KILÂ-İ RASİNE Sağlam kaleler. Muhkem surlar. KILAVUZ Yol gösteren, rehber. * Vapurlara yol gösteren. * Bazı hayvan katarlarının önüne düşüp, onları sevkeden hayvan. * Eskiden evlenme işlerine vasıtalık eden kadınlar. * Düşman hakkında mâlumât edinmek için ordu hizmetinde kullanılan kişiler. * Okçuluk müsabakalarında ilk atılan ok. KILDE Yağ tortusu. KILEVB Kurt, zi'b. KILHIM Yaşlı hayvan. KILIBIK Karısının sözünden çıkmayan erkek. Karısının baskısı altında olan adam. KILKAL Hareket ettirmek. KILKIL Siyah tohumlu bir ot. KILLE(T) Titremeğe benzer bir hâlet ki hiddet vaktinde ârız olur. * Azlık. Nâdirlik. Kıtlık. KILLET-İ NUKUD Para darlığı. Para sıkıntısı. KILLÎB Eski kuyu. * Kurt. KILS (C.: Kulus) İftira etmek. * Atmak. * Liften yapılmış kalın ip. * Kusmak. * Kap dolup dökülmek. KILV Yeyni eşek. * Çelik oyunu oynamak. KILYAN Beyaz nohut. KIMAH Sudan başını kaldırmak. KIMAR Kumâr. KIMAT Örtü, sargı. Sarılacak bez. Beşik bağırdağı. * Keserken koyunun ayağını bağlamada kullanılan ip. KIMATR Eşya veya kitab saklanan yer. Kitaplık. KIMCAR Bıçak kını. KIMIZ Ekşimiş kısrak sütü. KIMKIM İyi cins olmıyan kuru hurma. KIMME (C.: Kumem) Boy, kamet. * Beden. * Başın tepesi. * Dağ tepesi. * Her şeyin yükseği. * İnsan cemaati, topluluk. KIMT Kamıştan yapılan evlerin kamışlarını bağladıkları ip. KINA Râzı olmak, kabul etmek. KINA Burnun ortası yumru olmak. * Hurma salkımı. KINA' Başörtüsü, eşarp. Örtü, yaşmak, peçe, nikâb. * İçinde hediye gönderilen tabak. KINAF Büyük burunlu kişi. KIN'AR Dağ keçisinin semiz ve büyük olanı. KIN'AS Büyük deve. KINDÎD şarap, hamr. KINKIN Yol gösterici, kılavuz. * Bir cins çekirge. * Yer altındaki suyun miktarını bilip kazan kimse. KINN (C.: Aknân-Akınne) Köle. KINNARE Mezbaha. KINNE (C.: Kinen) Hurma lifinden yapılan urganın sağlam ve dayanıklı olması. * Dâne çadırı dedikleri ot. * Bir nevi devâ. KINNEB Kendir otu. * Kınnap. İnce sicim. KINNESRİN Şam diyârında bir mekân adı. KINNÎNE Büyük şişe. * Şarap kabı. KINS Her nesnenin aslı ve bitecek yeri. KINTAR Belâ, meşakkat, zahmet. KINTAR (C.: Kanâtir) Yüzyirmi rıtıl veya yetmiş bin dinar. * Çok mal. * Bir sığır derisi dolu altın ve gümüş. KINVE (KUNVE) Koyunu döl için saklamak. KIPTİ Avrupanın bazı cihetlerine Hintten gelerek yerleşen çingenelere verilmiş isim. Çingene. KIRA Konaklık etmek. * İhsan etmek. KIRA' Cimâ etmek. * Sağlam, muhkem. * Şiddetli. KIRAAT (KIRAET) Okuma. Düzgün ve çabuk okuma. * Okuma kitabı. * Fık: Namazda Kur'an-ı Kerim'den bir miktar okumak.İnsan bir yazıyı ya kendi kendine yahut başkasına dinletmek üzere okur. Hususi mütâlaa nasıl olsa olur. Fakat dinletmekten maksad, anlatmak olduğu için o yolda okumanın dikkat edilecek bâzı noktaları vardır.Bir eser mensur ise onu okumağa Kırâet, manzum ise inşâd denir. Gerek kırâet, gerek inşâd: Mihânikî, mantıkî, bediî diye üçe ayrılır. (Bak: Bediî kıraet, İnşad, Mantıkî kıraet, Mihanikî kıraet) KIRAATHANE Müşterilerine gazete, mecmua ve kitap gibi şeyleri bulunduran geniş ve içi döşenmiş kahvehane. KIRAAT-I SEB'A Kur'an-ı Kerim'i yedi türlü okuma tarzı. Mâna değişmemek üzere Kur'an-ı Kerim Kureyş, Huzeyl, Havâzin, Kinane, Sakif, Temim ve Yemen lehçeleriyle "sırat, mâlik, cibril" gibi kelimelerin yedi türlü okunmasına denir. * Yedi türlü okuma. KIRAB Kılıç veya bıçak kını. KIRAF Cima etmek. * Karışmak. KIRAĞI (Bak: Şebnem) KIRAM Nakışlı perde. * Duvara tutulan örtü. * Çarşaf. KIRAN (C.: Kırânât) Yakınlık, mukarenet. * Ayrı iki şeyin birleşmesi. * İki gezegenin bir burçta bulunması. KIRAR Davarın yaşını anlamak için dişine bakmak. KIRAT Dirhemin onaltıda birini ifade eden eski bir ağırlık ölçüsü. KIR'AV Çorak tarla. KIRBA (C.: Kıreb-Kırebat) Saka tulumu. Deriden su kabı. * Tıb: Çocuklarda karın şişmesi. * Süt tulumuna da kırba denir. * 13 bin dirhemlik veya 32 okıyyelik bir kab. KIRBAN Yakınlık. * Cimadan kinâye olur. KIRD Atılmış yünü andıran bulut. * Maymun. KIRF Kabuk. KIRFE Töhmet. * Ağaç kabuğu. * Darçın. KIRGIZ Türk Milletlerinden büyük bedevi bir kavim olup Asyanın kuzeybatısında ve Türkistanla Sibirya arasında, başka bir deyimle Türkistanın kuzey taraflarında ve Doğu Türkistanın kuzeyinde olarak Rusya ile Çin hududunda bulunuyorlar. Batı tarafındakilere Kırgız ve Kazak; Çin hududundakilere ise Kara Kırgız ismi verilmiştir. Kırgız ismi, kır kelimesinden mürekkeb olup; kır adamı yani göçebe demektir. Kırgız ve Kazaklar, Rusya'daki Volga Nehrinden Doğu Türkistan hududuna kadar geniş ve uzun bir mıntıkada bulunup cevelângâhları yaklaşık olarak 2,5 milyon kilometrekare genişliğindedir.Kırgız ve Kazaklar cinsiyet ve simaca Türklerden sayılıp; konuştukları dil, esasında Türkçe olduğu halde Moğolca bazı kelimeleri ve İslâm lisanı olan Arabî ve Farisîden alınmış tabirleri de vardır. KIRİTİK (Bak: Kritik) KIRKANBAR İçinde çok çeşitli şeyler bulunan yer veya kap. * Çok şeyler bilen kişi. KIRKBAYIR Geviş getiren hayvanların midelerinin bir bölümü. KIRKIS Küçük üvez.* Köpeği çağırmak. * Yüzük yapılan özlü balçık. KIRLA Bir kuş cinsidir ve sulardan balık avlar; derler ki su içine girdiğinde bir gözüyle üstünü gözler, bir gözüyle su içinde avını gözler. Gayet korkak bir kuştur. KIRM (C.: Kurum) Ulu şerif, şerefli kişi. KIRMAZ Beyaz ekmek. KIRMETA Kitapla satırların veya yürürken adımların birbirine yakınlığı. KIRMÎD (C.: Karâmid) Pişmiş kiremit. KIRMİL (C.: Karâmil) Azgın devenin yavrusu. * İki hörgüçlü deve. KIRN Korkak. KIRNAK Halayık, cariye, esir kadın. KIRNAS Doğan kuşunun, avının ardınca gitmesi. KIRRA Soğuk, berd. * Çok fazla susuzluk. * Akıllılık. KIRRÎS Sazan balığı. KIRŞİB Yaşlı davar. * Arslan. Çok yiyen, obur. * Uzun boylu kimse. * Kötü ahlâklı. KIRTAB Kafası üstüne yıkmak. KIRTA'BE Bez parçası. KIRTALE (C.: Kırtâl) Yemiş toplamakta kullanılan sepet. KIRTAS (C.: Karâtis) Kâğıt. Kâğıt tabakası, sahife. * Kâğıtçı. KIRTASİYE Kâğıt işleri. Kâğıtla alâkalı. Onunla yapılan muâmeleler. KIRTIBİYY Bir nevi oyun. KIRTÎT Zahmet meşakkat. KIRVAN Kafile, kervan. * Dünyanın her tarafı. Doğu ve batı. KIRZAB (C.: Karâzıbe) Keskin kılıç. * Hırsız. KIRZAM Saçma sapan şeyler konuşan. Manâsız sözler söyliyen kimse. KIRZÎN (KİRZİN) (C.: Kerâzin) Büyük balta. KIS Kıyas et, buna benzet, bununla ölç! mânalarına gelir ve bazı tâbirlerde geçer. Meselâ: (Ve kıs ala hâzâ: Bunun üzerine kıyas et.) KISA' (Kas'a. C.) Tabaklar, çanaklar, çömlekler. KISABE Kesicilik, kasaplık. KISAR (Kasir. C.) Kısalar. Kasr olanlar. KISAR-I MUFASSAL Kur'an-ı Kerim'de 99. sure olan Zilzal suresinden 114. olan Nas suresine kadar olan surelerdir. KISAS Cinayette ödeşmek. Bir suç işliyenin aynı şekilde cezalandırılması. Öldürme veya yaralanmada suçlu olana aynı şeyin yapılması. Suçsuz yere adam öldürene veya yaralayana şeriatın aynı cezayı tatbik etmesi. KISAS Kıssalar. Fıkralar. Hikâyeler. KISASEN Kısas yoluyla. Öldüren veya yaralayanı eşit şekilde cezalandırarak. KISDE (C.: Kusad) Bir şey kırıldığında herbir parçası. KISIM (Kısm) Bir parça, bölük, takım, kesim. * Kapalı avucunun alabildiği miktar. KISIR Çocuğu olmaz, doğurmaz. * Münbit olmayan ve mahsul alınamayan verimsiz toprak. KISL Zayıf kişi. KISLAM Isırıcı hayvan. KISMAL Kesmek. KISME Kırık parçası. * Misvak parçası. KISMEN Bir kısım olarak. Bir parça olarak. KISMET Bölmek ve ayırmak. Bahşetmek. Taksim etmek. * Fık: Hisse-i şâyiayı, yani, taksim olunmamış maldaki hisseleri sahiplerine tahsis etmektir. KISM-I SÂNİ İkinci kısım. KISMÎ Bir kısmı, bir parça, bir bölüm. KISRA (KUSÂRE) Ekincilerin kesmik dedikleri başakta kalan buğday. Buğday çalkandığında kalbur içinde kalan kaba buğday başları. KISS Nasâra tâifesinin ulusu, reisi ve danişmendi. * Bir yerin adı. KISSA Fıkra. Hikâye. İbret verici hikâye. Vak'a. Mâcerâ. Rivâyet. KISSAGÛ f. Hikâye ve kıssa anlatan. KISSAGÜZÂR f. Hikâye anlatan kimse, masal söyliyen kişi. KISSAHÂN f. Hikâye söyliyen, kıssa ve masal anlatan. KISSAPERDÂZ f. Hikâye düzen kişi. Kıssacı, masalcı. KISSÂT (Kıssa. C.) Kıssalar. Hikâyeler. KISSİS Keşiş. Papaz. Hristiyan din adamı. KIST Pay. Hisse. Nasib. Kısım. Mizan. Rızık. Kısım kısım verilen bir hediyenin, borcun her defada verilen bir parçası. Tartı ve ölçüde doğruluk. Adalet etmek. KISTAS Mizan, ölçü. Büyük terazi. Kıyamet günündeki büyük terazi. * Mânevi değer ve kıymet ölçüsü. * En doğru tartan. * Taksit. Taksit ile ödenen şey. KIST-EL YEVM Bir aylık maaşın bir güne isâbet eden miktârı. * Çalışılmayan günler için kesilen para. KISTEYN İki hisse, iki pay. İki ölçü, iki parça. KISVED Kuvvetli, boynu kalın olan kişi. KIŞ' (Bak: Kaş') KIŞ'A Bulut açılıp dağıldıktan sonra havada geri kalan parça. KIŞA' (C.: Kuşu) Hamam süprüntüsü. * Kuru deri. * Deriden olan ev. KIŞ'AME Fak dedikleri nesne. * Küçük arı. * Kene. KIŞBAR Ağaç parçası. KIŞDE Yağın tortusu. * Maymunun dişisi. KIŞLA Askerlerin barınmalarına mahsus bina veya yer. KIŞLAK Kışın, otundan ve suyundan istifade edilen arazi. KIŞM Et. * İç yağı. KIŞR (KIŞIR) Kabuk. Dış taraf. * Libâs. KIŞR-I ARZ Yer kabuğu. KIŞR-I ŞECER Ağaç kabuğu. KIŞRÎ Kışra, kabuğa dair. Dış yüce ait ve müteallik. Yüzünden. Derinden ve esastan olmayan. Künhü ve esası olmayan. KIŞŞEBE Dişi maymun eniği. * Cüssesi küçük olan kız. KIT' (C.: Aktâ-Aktu) Deve palası. * Yük üstüne örttükleri palas. * Gecenin bir miktarı. * Yassı ve büyük olan ok temreni. KIT'A (C.: Kıtat) Dünyanın kara parçalarından her biri. * Memleket. Ülke. * Mat: Bir dairenin bir yayı ile onun çapı arasındaki kısım. * Tıb: Kesik organın vücudda kalan parçası. * Ask: Çok kalabalık olmayan askerî kuvvet. * Edb: En az iki beyitten yapılmış manzume parçası. * Bir dönüm araziden az olan yer. * Parça, cüz. Bölük, kısım. * Taraf. KITA' Kesme, parçalama, kat etme. * Haram olan şey. KITAAT (Kıt'a. C.) Bölümler, cüzler, parçalar. * Büyük kara parçaları. * Askeri birlikler. * Ülkeler, memleketler. KITAB (KUTUB) Karıştırmak. * Yüzünü pörtürmek. * Kaşlarını bir yere toplayan. KITADE Geven, dikenli ot. KITAF Bağdan üzüm kesecek ve ağaçtan yemiş devşirecek vakit. KIT'A-İ CESİME Büyük parça. KITAL Muharebe. Kavga. Öldüresiye yapılan karşılıklı harp. KITAR (C.: Kutur-Kuturât) Deve katarı. KITB (KITBE) (C.: Aktâb) Bağırsak. KITF Üzüm salkımı. Salkım. * Toplanmış yemiş. KITFİR Zeliha'nın kocası olan Mısır azizinin ismi. KITKIT Ufak taneli yağmur. KITL (C.: Aktâl) Düşman, adüvv. * Misil, benzer, eş. KITLIK Kahtlık. (Bak: Kaht) KITMİR Ashab-ı Kehf'in köpeğinin adı. * Hurma ile çekirdeğinin arasındaki ince zar. Çekirdeğin arasındaki ince pürüz. * Hakir ve küçük olan şeylerde mesel olmuştur. KITR Erimiş bakır. KITT (C.: Kutut) Nasib, hisse. * Kitab ve kâğıt. * Erkek kedi. KITTA Dişi kedi. KITTAVŞ Kedi. KIVAM Olgunluk derecesi. Her şeyin en uygun hali. * Mâyi bir şeyin koyulaşmış hali. * Tav. * Durma. * Çağ. * Bir şeyin nizamı. * Doğrular. Dikler. Dik ve doğru çizgiler. KIVAM-I DİN Dinin direği. KIVRA' Horozların birbiriyle döğüşmesi. KIY'A Düz yer, arz-ı müstevi. KIYA' Erkek dişiye aşmak. * Hurma ve buğday döktükleri düz yer. KIYAD (KIYÂDE) Çekmek. KIYADET Kumandanlık, seraskerlik. Kumanda. KIYAFET Bir şeyin dış görünüşü, zâhiri. * Bir kimsenin giydiklerinin bütünü. * Heyet, şekil, suret. * Feraset. * Bir kimsenin ardınca olmak. KIYAM Ayakta durmak. Ayağa kalkmak. * Ayaklanmak. İsyan. * Ölümden sonra tekrar dirilmek. * Bir işe başlamak, devam etmek. * Satılan bir mal hakkında müşteri ile anlaşıp kararlaşma. * Canlanmak. * Kıyâmet günü (mânâsına da gelir). * Namazın iftitah tekbiriyle rüku arasındaki ayakta durma kısmı. KIYAMET Dünyanın yıkılıp harab olması. Her şeyin mahvolması. Dünyanın sonu ve mahşer meydanına bütün insanların dirilip toplanacağı zaman. * Mc: Büyük belâ. * Fazla sıkıntı. (Bak: Haşr)(Yevm ve sene vesâire gibi her nevde bir kıyamet-i mükerrere vardır. Ve keza beşerdeki istidad kıyamete bir remizdir. İ.İ.)(Mevt-i dünyanın vuku bulmasıdır. Şu mes'eleye delil: Bütün Edyan-ı Semâviyyenin icmâıdır ve bütün fıtrat-ı selimenin şehadetidir ve şu kâinatın bütün tahavvülât ve tebeddülât ve tagayyürâtının işaretidir. Hem asırlar, seneler adedince zihayat dünyaların ve seyyar âlemlerin, şu dünya misafirhanesinde mevtleriyle, asıl dünyanın da onlar gibi ölmesine şehadetleridir.Şu dünyanın sekeratını, âyât-ı Kur'aniyyenin işaret ettiği surette tahayyül etmek istersen, bak, şu kâinatın eczaları, dakik, ulvi bir nizam ile birbirine bağlanmış. Hafi, nâzik, lâtif bir rabıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki; eğer ecram-ı ulviyyeden tek bir cirm, "Kün" emrine veya "Mihverinden çık" hitabına mazhar olunca, şu dünya sekerata başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecramlar dalgalanacak, nihayetsiz feza-yı âlemde milyonlar gülleleri küreler gibi büyük topların müthiş sadaları gibi vâveylâya başlar. Birbirine çarpışarak kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte, şu mevt ve sekerat ile Kadir-i Ezeli, kâinatı çalkalar; kâinatı tasfiye edip, cehennem ve cehennemin maddeleri bir tarafa, cennet ve cennetin mevadd-ı münasibeleri başka tarafa çekilir, âlem-i âhiret tezâhür eder. S.)(Kıyametin hâdisatından ervâh-ı bâkiye müteesir olacaklar mı?Elcevab: Derecatlarına göre müteessir olacaklar. Melâikelerin tecelliyat-ı kahriyede kendilerine göre müteessir oldukları gibi müteessir olurlar. Nasılki bir insan, sıcak bir yerde iken, hariçte kar ve tipi içinde titriyenleri görse akıl ve vicdan itibariyle müteessir olur. Öyle de; zişuur olan ervâh-ı bâkiye, kâinatla alâkadar oldukları için, kâinatın hâdisat-ı azîmesinden derecelerine göre müteessir olmalarını; ehl-i azâb ise, elemkârâne, ehl-i saadet ise, hayretkârane, istiğrabkârane belki bir cihette istibşarkârâne teessüratları bulunmasını, işarat-ı Kur'aniye gösteriyor. Zira Kur'an-ı Hakim, her zaman kıyametin acâibini tehdit suretinde zikrediyor. "Göreceksiniz..." diyor. Halbuki cism-i insani ile onu görenler, kıyamete yetişenlerdir. Demek, kabirde cesetleri çürüyen ervahların da o tehdid-i Kur'aniyeden hisseleri var. M.) KIYAMET SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 75. Suresi olup "Lâ Uksimu" Suresi de denir. Mekkidir. KIYAM-I BİNEFSİHÎ (Kıyâm-ı bizâtihî) : Fık: Varlığı, durması kendi zâtı ile olmak mânasında bir sıfat-ı İlâhîdir. Şöyle ki: Hak Teâlâ'nın ezelî ve ebedî olan varlığı kendi zâtı ile kaimdir. Kendi varlığı, kendi hüviyetinin, kendi mukaddes zâtının muktezasıdır. Aslâ başkasının değildir. Bunun için, Allah Teâlâ'ya "Vâcib-ül Vücud" denir. (Bak: Vücud) KIYAS Benzetmek, karşılaştırmak, mukâyese. İki şeyi birbiri ile karşılaştırmak. Benzeterek hüküm ve muhâkeme etmek. * Man: Doğru kabul edilen iki hükümden bir üçüncü hükmü çıkarmak. * Fık: İki belli şeyden birinin mahsus olan hükmünü, yâni, bu hükmün mislini, aralarındaki müttehid illetten dolayı, diğerinde de ictihad ile izhâr etmektir. KIYASEN Kıyas yoluyla, benzeterek, kaideye tatbik ederek. KIYAS-I AKÎM Man: Neticesiz veya doğru netice vermeyen kıyas. KIYAS-I BİNNEFS Nefsini misal alarak, nefsine kıyaslayarak. Bir şeyin bizzat kendini kıyas ederek yapılan kıyas. KIYAS-I FUKAHA Hakkında açıkça âyet ve hadis bulunmayan mes'elelere dâir; ilim ve irfanda allâme ve mütebahhir, ilmi ile amelde ve Sünnet-i Seniyyeye ittiba ve imtisalde, ibadet ve taatta, takva ve verada, züht, azimet ve riyazetle, terakki ve taâli eden müctehid fukaha tarafından kıyas ile verilen hüküm. KIYAS-I HÂDİ' Man: Aldatıcı kıyas. KIYAS-I HAFİYYE Man: Sebebi gizli olan,zihne birden gelmeyen kıyas. * Fık: Te'siri kavi olan kıyastır. Veyahut sıhhati zâhir, fesadı gizli olan kıyastır. KIYAS-I İSTİSNAÎ Bir hükmün neticesinin aynı veya nakzı, mukaddemelerinden birinde bilfiil zikredilirse, ona kıyâs-ı istisnâi denilir. Başka bir tâbirle: Neticesi veya zıddı bizzat kendisinde zikredilen kıyas. "Eğer bu cisim ise, mutlaka bir yer tutar" gibi. Veya "Güneş doğmuş ise, gündüz olmuştur" gibi. KIYAS-I MAALFÂRIK Birbirine benzemiyen şeyler arasında yapılan kıyas. Yani, doğru olmayan ve hakikata uymayan mukayese. KIYAS-I MUKASSİM Man: İki şıkkı bulunan ve her iki şıkkın neticesi aynı olan kıyas. (Sultan Mehmed Fatihin, babasına gönderdiği şu haber buna güzel bir numunedir. "Padişan sen isen ordunun başına geç; yok padişah ben isem, sana emrediyorum ordunun başına geç.") KIYAS-I MÜREKKEB Man: İkiden fazla mukaddemeden mürekkeb kıyas. KIYAS-I TEMSİLÎ Temsil tarzında yapılan mukayese.(Diyorsunuz ki: "Sen sözlerde kıyâs-ı temsili çok istimal ediyorsun. Halbuki fenn-i mantıkça, kıyas-ı temsili, yakini ifade etmiyor. Mesâil-i yakiniyede bürhan-ı mantıki lâzımdır. Kıyas-ı temsilî, usul-i fıkıh ulemasınca zann-ı galib kâfi olan metalibde istimal edilir. Hem de sen, temsilâtı bazı hikâyeler suretinde zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur, hakiki olmaz. Vâkıa muhalif olur?"Elcevab: İlm-i Mantıkça, çendan "Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat'i ifade etmiyor." denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin bir nev'i var ki, mantıkın yakînî bürhanından çok kuvvetlidir. Ve mantıkın birinci şeklinin birinci darbından daha yakındır. O kısım da şudur ki: Bir temsil-i cüz'î vasıtasıyla bir hakikat-ı küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikate bina ediyor. O hakikatın kanununu, bir hususî maddede gösteriyor. Tâ o hakikat-ı uzma bilinsin ve cüz'î maddeler, ona irca' edilsin. Meselâ: "Güneş, nuraniyyet vasıtasıyla, birtek zât iken; her parlak şey'in yanında bulunuyor temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nurani için kayıd olamaz. Uzak ve yakın bir olur. Az ve çok müsavi olur. Mekân onu zaptedemez.Hem meselâ: "Ağacın meyveleri, yaprakları; bir anda, bir tarzda kolaylıkla ve mükemmel olarak birtek merkezde, bir kanun-u emrî ile teşkili ve tasviri" bir temsildir ki, muazzam bir hakikatın ve küllî bir kanunun ucunu gösterir. O hakikat ve o hakikatın kanununu gayet kat'i bir surette isbat eder ki, o koca kâinat dahi şu ağaç gibi o kanun-u hakikatın ve o sırr-ı Ehadiyyetin bir mazharıdır, bir meydan-ı cevelanıdır.İşte bütün Sözlerdeki kıyasat-ı temsiliyyeler bu çeşittirler ki bürhan-ı kat'i-yi mantıkîden daha kuvvetli, daha yakînîdirler. S.) KIYASÎ (Kıyâsiyye) Benzetme ile olan. * Genel kaideye uygun ve muvafık olan. KIYASİYYAT (Kıyâsi. C.) Benzetme veya tatbik ile olanlar. * Umumi kurallara uygun olanlar. KIYATE Azık vermek. KIYEM (Kıymet. C.) Kıymetler, değerler. KIYEMÎ (C.: Kıyemiyyât) Az bulunan pahalı şey. KIYEMİYYAT (Kıyemî. C.) Değerli nesneler, az bulunan pahalı şeyler. KIYFAL Baş damarı. KIYMET Değer, baha, semen, bedel. KIYMET-AGÂH f. Kıymetten anlar, değer bilir. KIYMET-DÂR f. Değerli, kıymetli, pahalı. KIYMET-İ HAKİKİYE Hakiki ve gerçek değer. KIYMET-NÂ-ŞİNÂS f. Değer takdir edemiyen, kıymet bilemiyen. KIYMET-ŞİNAS f. Kıymet bilir. İnsaniyetli, değer bilir. KIYTAS Balina balığı, kadırga balığı. KIYYE Okka. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Kıyye-i atika da denir. Şimdiki 1282 gram. (Bak: Okıyye) KIYYE-İ ÂŞÂRİ Kilo. Bin gram olan ağırlık ölçüsü. KIYYE-İ ATİKA Okka. KIZA Yumuşak yerlerde biten bir ot cinsi. KIZAF Sür'atle gitmek, hızla gitmek. KIZAN Oğlan, erkek çocuk. * Delikanlı, cesur ve silâhlı köylü genç. KIZBAN (Kadib. C.) İnce düz fidanlar, çubuklar, dallar. KIZIL t. Kırmızı, alrenk. * Kıldan yapılan ip. * Aşırı, müfrit. KIZIL TEHLİKE Dinsizlik, anarşistlik ve komünistlik tehlikesi. KIZILBAŞ Râfizîlere verilen bir isim. KIZILELMA Tar: Osmanlı Türkleri tarafından Roma'ya verilen addır. (O.T.D.S.) KIZILHAÇ Hristiyan ülkelerde Kızılay karşılığı olan yardım teşkilâtı. KIZM Katı, şiddetli, şedit. KIZR Pak olmayan nesne. * Temiz olmayan şey. KIZZE Ufak taş. * Taşlı çukur yer. * Kızlık dedikleri hâlet. KİBA Süprüntü. KİBAR (Kebir. C.) İnce ve nârin yapılı. Terbiyeli ve nezaket sahibi. Hassas. * Kebirler. Büyük rütbeliler. Büyükler. KİBARANE f. Büyük adamlara, nâzik ve görgülü kimselere yakışır şekil ve surette. KİBARE Ululuk, büyüklük. KİBASE Bütün olan hurma salkımı. KİBAŞ (Kebş. C.) Erkek koyunlar, koçlar. KİBER Ululuk. Büyüklük. Yaşlılık. KİBER-İ SİNN Yaşlılık, ihtiyar olmak, yaş büyüklüğü. KİBİR (Kibr) Kendisini büyük gösteriş. Büyüklük. Kendisini, başkalarından üstün olmadığı hâlde üstün görme ve tutma hastalığı. * Şeref ve şan. * Bir şeyin muazzamı. Büyük. KİBRİT Kükürt. * Kırmızı, yakut, altun. * Ucu kibritlenmiş yakacak madde. KİBRİTÎ Kükürtle alâkalı. * Kükürt renginde olan. Açık sarı rengi. KİBRİT-İ AHMER Kırmızı kibrit. * Cisimleri altun hâline koyacak derecede te'sirli olduğu söylenen şey. İksir. * Tas: Mürşid. Kıymeti çok yüksek olan. KİBRİTİYET Kükürt niteliği. KİBRİYA Azamet. Cenab-ı Allah'ın azameti ve kudreti, her cihetle büyüklüğü. KİBS Menzil, mekân. KİBT f. Bal arısı, nahl. KİC Dağın yüksek ve yüce yeri. KİDNE Et. * Yağ. KİFA Bir parça veya iki bez (ki birbirine dikip çadır eteğini yaparlar.) * Eşitlik, beraberlik, müsâvât. KİFAF (Aslı: Kefaf) Yetecek kadar olma. İhtiyaca yetecek kadar azık. * Bir şeyin güzide ve hayırlısı. * (Keffe. C.) Terazi kefeleri. KİFAF-I NEFS (Aslı: kefaf-ı nefs) Yalnız kendisi için yetecek kadar. * Ölmeyecek kadar olan rızık, gıda. KİFAH Din için muharebe. KİFAT Cem'olmuş, toplanmış, biriktirilmiş. * İçinde birşey toplanıp biriktirilen yer. * Hızlı uçmak, gitmek. * (Küfv. C.) Küfüvler, benzerler, eşler, denkler. KİFAYET Lüzumlu kadar olmak. Yetişmek. Bir işe yetecek kadar olmak. İktidar. Liyâkat. Yararlık. KİFFE (C.: Kifef) Ağ. Tuzak. * Terazi kefesi. * Her yuvarlak nesne. KİFL Nazir, benzer. * Nasib, ecir. * Oturma yeri. KİFR Büyük dağ. KİFT (C.: Kifât) Küçük çömlek. * Çuval ve buna benzer kap. KİG f. Göz çapağı. KİH (C.: Kihân) f. Küçük, sagir. KİH İrin, cerahat. KİHAL (Kehl. C.) Kemâlini bulmuş kimseler. Kâmil insanlar. Olgunluk çağında bulunanlar. KİHALET Göz için sürme yapma. Sürmecilik. * Göz doktorluğu. Göz hastalıkları bilgisi. KİHAN (Kih. C.) Küçükler. KİHAN Ü MİHAN Küçükler ve büyükler. KİHANET (Bak: Kehânet) KİHİN f. Küçük, sagir. KİHTER f. Yaşça en küçük olan. KİHTERÎ f. Yaşça küçüklük. KİK Uzun ve dar sandal. KÎL Söz, kelâm, denilen. KÎL U KAL Dedikodu. KİLÂ Her ikisi, her iki (mânalarında olup dâima izâfet olur). KİLÂ' Saklamak, korumak. KİLÂB (Kelb. C.) Köpekler. KİLÂB-I EHLİYE Ehlî köpekler. Ev, çoban ve av köpekleri. KİLAET Korumak. Gözlemek. Muhafaza. KİLAR f. Kiler. KİLAZ Bodur, tıknaz kimse. KİLE (C.: Kilel) İnce tülbendden yapılan cibinlik. KİLE 40 litrelik hububat ölçüsü. Eski bir ağırlık ölçüsü. KİLECE (C.: Kilecât-Keyalic) Arpa. * Kile, mikyal. KİLEM (Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, sözler. KİLER Erzak koymağa mahsus dolap. Yiyecek, içecek şeyler koyulan mahzen, anbar veya oda. (Bak: Kilar) KİLİSA f. Kilise. KİLİSE Hıristiyanların mâbedi. Hıristiyan mezhebi. KİLK f. Kalem. Kamış kalem. * Kamıştan ok. KİLLE Kesmez olmak. * Yorulmak. Müsterâh. KİLS Kireç, kireçtaşı. KİLSÎ Kireçtaşı yapısında olan. KİLTE Deste, demet. KİLVAZ Tevrat'ın mukaddes sandığı. KİLYE Böbrek. KİLYETEYN İki böbrek. KİLYEVÎ Böbrek şeklinde olan. Böbrekle ilgili. KİMAD Sıcak bez ile âzâyı kızdırmak. KİMAM (Kimm. C.) Tomurcuklar. * Hayvan ağızlığı. Boyunduruk. KİMN Saman. KİMYA Basit cisimlerin hususiyetlerini, bu cisimlerin birbirlerine olan tesirlerini ve bundan ileri gelen birleşmeyi inceleyen ilim. Basit maddelerdeki değişikliği anlamağa çalışan ilim kolu. * Edb: Aşk. * İlâç. * Tas: Mevcud olana kanaat ve elde edilmesi mümkün olmayana ait arzuyu terk etmek. KİMYAGER Kimyacı. KİMYA-YI AVAM Dünyanın kıymetsiz ve fâni olan şeylerini âhiret metalarına feda etmek. KİMYA-YI HAVAS Kendinden geçip Allaha tam teslim olmak ve dönmek. KİMYA-YI SAADET Rezaletlerden sakınıp nefsi tehzib ve tezkiye ve faziletleri kazanmak sureti ile nefsi tahliye etmek, süslemek, tezyin etmek. * İmâm-ı Gazalinin bir eserinin ismi. KİMYEVÎ Kimyâ ile alâkalı KİN f. Gizli düşmanlık. Garaz. Buğz. Adâvet. KİNAİYYAT (Kinâye. C.) Temsillerle anlatılan imalı ve dokunaklı sözler.(Mâlumdur ki, fenn-i belagatta bir lâfzın, bir kelâmın mânâ-yı hakikisi, başka bir maksud mânaya sırf bir âlet-i mülahaza olsa, ona "lâfz-ı kinâi" denilir. Ve "kinâi" tabir edilen bir kelâmın mânâ-yı aslisi, medar-ı sıdk ve kizb değildir. belki kinâi mânasıdır ki, medar-ı sıdk ve kizb olur. Eğer o kinâi mâna doğru ise; o kelâm, sadıktır. Mâna-yı asli kâzib dahi olsa sıdkını bozmaz. Eğer mâna-yı kinâi, doğru değilse, mâna-yı aslisi doğru olsa, o kelâm kâzibdir. Meselâ: Kinâi misâllerinden: (filânun tavil-ün-necad) denilir. Yâni: "Kılıcının kayışı, bendi uzundur." Şu kelâm, o adamın kametinin uzunluğuna kinayedir. Eğer o adam uzun ise, kılıncı ve kayışı ve bendi olmasa da,yine bu kelâm sâdıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa; çendan, uzun bir kılıncı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâzibdir. Çünki, mâna-yı aslisi maksud değil. S.) KİNAN (C.: Eknan-Ekinne) Perde, örtü. KİNANE (C.: Kenâin) Okluk, sadak, ok kuburu. KİNAS (C.: Künüs) Geyik yatağı. KİNAYE Dolayısı ile dokunaklı söz. Maksadı dolayısı ile anlatan söz. Üstü örtülü dokunaklı söz. Açıktan olmayıp hakiki mânâyı başka ifâde ile dokunaklı konuşmak. KİNCER f. Büyük fil. KİNCER f. Büyük fil. KİNDAR f. Kin tutan. İçinde kin ve garez besliyen. Öc ve intikam almağa düşkün. KİNDARANE f. Kinci olarak, kindarcasına. KİNDARE Arkasında deve hörgücü gibi, hörgücü olan bir cins balık. KİNDİR Kaba eşek. KİNE f. Kin, garaz. Kalbde beslenen düşmanlık. KİNECU f. Öc almağa uğraşan, intikam almak için çalışan. KİNEDÂR f. Kindâr, kin güden, düşmanlık besliyen. KİNEGÂH f. Savaş meydanı, muharebe alanı, harp sahası. KİNEHÂH f. İntikam ve öc almak istiyen. Müntakim, kinci. KİNE-İ PELENG Kaplan kini : Kolay kolay sükunet bulmayan kin. KİNEKEŞ f. Düşmandan öc ve intikam alan. KİNEMEŞHUN f. Kinle, intikamla dolu. KİNETİK Fr. Hareketle alâkalı. Hareket dolayısıyla meydana gelen, hareketli. KİNEVER f. Kin besleyen, hased eden, kinci. KİNF Zenbil. * Çoban dağarcığı. KİNFİRE Burun ucu. KİN-İ MUZMER Gizli kin. KİNN (C.: Eknân) Perde, örtü. KİNNAR Bez ve keten parçası. KİNNARAT Bir nevi elbise. * Çalgılar, defler. KİNNE Erkek görmüş kadın. KÎR Katran, zift. KİRA' Kirâ. Bir eşya veya yerin, geçici bir zaman kullanılmak üzere para ile bir kimseye verilmesi. * Böyle bir şey karşılığı alınan para. KİRAB (Kerübe. C.) Yeri sürüp aktarmak. * Yeri süpürmek. * Suyun aktığı yerler. KİRABE Yeri sürüp aktarmak. KİRAM Benzetmeli, kinâyeli. * (Kerim. C.) Kerimler, şerefliler. * Eli açık cömert kimseler. KİRAMEN KÂTİBÎN İnsanların iki tarafında bulunup, sevablarını ve günahlarını yazan meleklerin adı. KİRAR Bir daha, tekrar. Tekerrür. KİRAREN Tekrar tekrar, çok sefer, tekrar suretiyle. KİRAZ Evmek, acele. KİRAZ Rahmin, kabul ettikten sonra yine dışarı döktüğü meni. KİRBAL (C.: Kerâbil) Hallaç yayı. * Kalbur. KİRBAN Dolu kap. KİRBAS (C.: Kerâbis) Bez. Kumaş, keten veya pamuk bez. KİRBASÎ Bez satıcı kimse. KİRDAR Bir kimse, tasarruf ettiği yerin bir zirâ veya iki zirâ toprağını almak için başkasına satmak. * Bina. * Ağaç. KİRDİDE (C.: Kerâdid) Bir miktar toplanmış hurma. * Sepet dibinde geri kalan hurma. KİRDİKÂR f. Sâni. Yapan Allah (C.C.). KÎRFAM f. Simsiyah, katran renginde. KİRFÎ Bazısı bazısının üstüne yağılmış olan yüksek bulutlar. * Yumurtanın dış kabuğu. KİRİS f. Yaltaklanma. * Aldatma, kandırma, hile yapma. KİRİŞEK f. Savaşçı, cengâver, muharib. KİRİŞTE f. Çerçöp. KİRKİRE (C.: Kerâkir) Şecaat. * Deve göğsü. KİRM f. Böcek kurdu. KİRM-İ EBRİŞİM İpekböceği. KİRPAS f. Padişah veya vezir konaklarındaki divanhâne. KİRPİK Göz kapağının kenarındaki kıllar. * Bir nevi taş. * Hayvan ve nebatların beden yapısında bâzı küçük ve ince uzantılar. KİRPİK-İ AKIL Mc: Akıl gözünün kirpiği. Aklın, hakikatleri anlamasına engel olan şey.(Meşhurdur ki: Îdin hilâline bakardı cemaat-i kesire. Kimse bir şey görmedi.Zevâli bir ihtiyar yemin etti ki; "Gördüm". Hâlbuki gördüğü kirpiğinin takavvüs etmiş beyaz bir kılı idi.O kıl oldu onun hilâli. O mukavves kıl nerede? Hilâl olmuş kamer nerede? Ger anladın şu remzi:Zerrattaki harekât, kirpik-i aklın olmuş birer kıl-ı zulmettar, kör etmiş maddi gözü.Teşkil-i cümle envâ fâilini göremez, düşer başına dalâl.O hareket nerede? Nazzam-ı kevn nerede? Onu ona vehm etmek muhal-ender muhal. S.) KİRS (C.: Ekrâs-Ekâris) Her nesnenin aslı. * Bir araya getirilmiş beytler. * Biri biri üstüne yığılmış kalmış davar tersi. KİRŞ İşkembe. Geviş getiren hayvanların midesi. * Karın, mide. KİRZİM (C.: Kerâzim) Yüksek burunlu kimse. * Büyük balta. KİS (C.: Ekyâs) Cepte taşınır küçük para kesesi. * Rahimde döl yatağı. * Bedendeki bâzı sıvıların toplandığı kese biçimindeki oyuklar. KİSA Halı, seccâde. Yünden yapılan elbise. KİSAL Bir yerde oturup kalan ve gideceği yere geç giden. KİSB (Bak: Kesb) KİSB Ü KÂR Kazanç, iş güç. KİSBÎ Kazanılmış, kesbedilmiş. Kesb ile alâkalı. KİSE (Kis-Kese) f. Küçük-büyük torba kab. * Para kesesi. Kumaştan çanta biçiminde torba kab. * Yoğurt kesesi. * Para. Para hesabı. Öz para. * Kestirme yol. KİSEBÜR f.Yankesici, hırsız. KİSEDAR f. Parayı toplıyan, para hesabını tutan kimse. Vekilharç. KİSEF (Kisf. C.) Kıt'alar, parçalar, kısımlar. KİSFE (C.: Kisef) Kısım, cüz, parça, bölüm. KİSKİS Taşın ve toprağın ufağı. KİSR Üstünde eti çok olmayan kemik. * Çadır eteği. KİSRA Husrevden muarreb veya galat olan bu isim Sa'sâniler sülâlesinden olan Eski İran padişahlarına ve bilhassa Nevşirvan'den sonrakilere verilmiş olup, Rum imparatorlarına Kayser, Çin hükümdarlarına Fağfur ve Hakan denildiği gibi, bunlara da Kisra denilirdi. KİSRE (C: Kiser) Ekmek parçası. * Parçalanmış olan şeyin bir parçası. KİST f. Kimdir? (mânâsına soru edâtı) KİSVE Elbise. Kılık. Hususi kıyafet. Küsve. Kisbet. KİSVE-İ İLMİYE İlim adamlarına, hocalara âit elbise. KİSVET Elbise. * Özel kıyâfet. * Yağlı güreş yapan pehlivanların giydikleri, meşinden ve dar paçalı olan pantolon. Kisbet. KİŞ f. Din, mezheb. * Keten kumaş. * Ok kuburu, sadak. * şimşir. KİŞAF (KÜŞÂF) Bir kaç yıl üstüne yük vurulmayan deve yavrusu. * Dişi deve hâmile iken erkek devenin ona cimâ etmesi. KİŞAH Davarın böğrüne yapılan işaret. KİŞMİŞ f. Çekirdeksiz çok küçük tâneli üzüm. KİŞNİŞ Güzel kokulu bir tohum olan karakimyon. KİŞRE Yüzüne gülmek. KİŞT f. Ekin. * Tarla. KİŞTKÂR f. Çiftçi, ekinci. KİŞTZAR f. Ekinlik, ekin tarlası, tarla. KİŞVER f. Memleket, ülke. * İklim. KİŞVERGİR f. Ülke tutan. Pâdişah, hükümdar. KİŞVERGÜŞA f. Ülke açan, cihangir. KİŞVERHÜDA f. Hükümdar, pâdişah. KİŞVERKÜŞA Memleket fetheden. KİTAB Kitab. * Levh-i mahfuz. * Kur'ân. KİTABE Kabartılarak veya oyularak sert levhalar üzerine yazılan yazı. Levha olarak yazılan manzum olmayan nesir halinde levha yazma ilmi. * Mezartaşı yazısı. KİTABE-İ SENG-İ MEZAR Mezar taşı yazısı. KİTABET Yazmak. Kâtiblik. Usulüne göre bir şeyi yazmak. KİTABET-İ FITRİYE Fıtri olan yazılmış şeyler. * Kâinat sahifelerinin kitab gibi oluşu. KİTAB-HANE f. Kitabevi, kütüphane. Kitap okunan veya satılan yer. KİTAB-I MÜBİN (Bak: İmam-ı Mübin) KİTABÎ Kitaba dair ve müteallik. Kitaba tabi olan. Kitaba uygun. Kur'an, İncil, Tevrat kitablarından birine inanan. Semavî kitaplardan birine inanan. KİTAF İp. KİTBE Kitabe yazmak. Zam ve cem'etmek. Artırmak ve biriktirmek. KÎTE Bir gün veya bir gece yenecek yemek. KİTFEYN İki omuz küreği. KİTİ (Giti) f. Dünya. Yer. Cihan. Âlem. KİTLE Kütle. Yığın. Küme. * Mâden, taş gibi şeylerden toplu şey. KİTMAN Sır saklama. Kimseye sır açmama hâli. KİTR Nişan oku. * İblisin ismi. KİTR Her nesnenin ortası. * Deve hörgücü. KİVARE Petek. KİYAE Zayıflık. * Korkaklık. KİYAH f. Ot. KİYAHBESTE f. Ot bitmiş, ot yetişmiş. KİYAN Tabiat. KİYAN f. Merkez. * Yıldız, seyyâre. KİYANE Kefâlet, kefil olma. KİYASET Zeki. * Uyanıklık. Zekâ. Ferâset. Zeyreklik. KİYFE (KİFE) Bez parçası. KİYR Demirciler körüğü. * Dağ, cebel. KİYYA Sakız. KİYYE Sakız. KÎZ Küçük kap. KİZA Yemeği çok yemekten dolayı basan ağırlık. KİZB Yalan. Yalan söyleme. (Sıdkın zıddı)(Kizb, küfrün esasıdır. Kizb, nifâkın birinci alâmetidir. Kizb, Kudret-i İlâhiyyeye bir iftiradır. Kizb, Hikmet-i Rabbaniyyeye zıddır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrib eden kizbtir. Âlem-i İslâmı zehirlendiren, ancak kizbtir. Âlem-i beşerin ahvalini fesada veren, kizbtir. Nev-i beşeri kemalâttan geri bırakan, kizbtir. Müseylime-i kezzab ile emsalini âlemde rezil ve rüsva eden, kizbdir. İşte bu sebeblerden dolayıdır ki; bütün cinayetler içinde tel'ine, tehdide tahsis edilen, kizbdir...Sual: Bir maslahata binaen kizbin câiz olduğu söylenilmektedir...Öyle midir?Cevab : Evet, kat'i ve zaruri bir maslahat için bir mesağ-ı şer'i vardır. Fakat hakikate bakılırsa, maslahat dedikleri şey bâtıl bir özürdür. Zira usul-ü şeriatta tekarrur ettiği vechile, mazbut ve miktarı muayyen olmıyan bir şey hükümlere illet ve medar olamaz; çünki, mikdarı bir had altına alınmadığından su-i istimale uğrar. Maahâza, bir şeyin zararı menfaatına galebe ederse, o şey mensuh ve gayr-i muteber olur. Maslahat, o şeyi terk etmekte olur. Evet, âlemde görünen bu kadar inkılâblar ve karışıklıklar, zararın özür telâkki edilen maslahata galebe etmesine bir şâhiddir. Fakat kinaye veya ta'riz suretiyle yani gayr-i sarih bir kelime ile söylenilen yalan, kizbden sayılmaz. İ.İ.) KİZBERE Baldırıkara adı verilen ot. KİZİR Köy muhtarının yamağı hükmünde olan adam. Köy kâhyası. KİZYUN Toprak parçası. KLASİK Fr. Çok eskiden yazıldığı hâlde değerini kaybetmeyen eser veya san'at eseri. * Âdet hâline gelmiş usul. KLASÖR Fr. Tasnif işlerinde kullanılan, gözlere ayrılmış dolap veya çekmece. * Geniş mukavva dosya. KLİNİK yun. Hastaya bakılan yer. * Ders gösterilen hastahane koğuşu. KLİŞE Fr. Matbaada tipografik baskıda kullanılan kabartma resim veya yazılar çıkarılmış madeni levha. KLÜP ing. Eğlenerek boş olarak vakit geçirmek yahut okumak, konuşmak üzere üyelere mahsus toplantı veya eğlence yeri. KOALİSYON ing. Bir maksad için birleşen kuvvetler yahut partiler topluluğu. KOÇ YİĞİT Güçlü kuvvetli, bahadır, gözünü budaktan sakınmaz, cengâver. KOÇKAR Dövüş için terbiye olunmuş iri koç. KODAMAN İleri gelen. Servet veya mevki sahibi kimseler hakkında alay yollu söylenir. KODES Tavuk yeri, kümes. * Hapishane. KOF İçi boş. Kovuk. * Aklı ve ilmi olmayan. Câhil. KOKONA Yaşlı rum kadını. KOLAĞASI t. Eskiden mevcud olan yüzbaşı ile binbaşı arasındaki rütbe. KOLON Fr. Sütun. * Matbaacılıkta, dizilen yazı sütunu. KOLONİ Fr. Bir ülkenin, sınırları dışında işgal ettiği ve yönettiği ülkeye sıkı bağlarla bağlı arazi. * Başka bir memlekete yerleşmeğe giden göçmen topluluğu veya bir topluluğun yerleştiği yer. * Bir memlekette bulunan yabancılar topluluğu. KOLORDU t. Ekseriyetle üç tümen ve diğer tamamlayıcı birliklerden kurulan askeri birlik. KOMANDO (Portekizce) Ask: Müstakil olarak çalışan ve baskın, sabotaj v.b. gibi özel vazifeler yapan, az sayıda askerlerden kurulu birlik, çete. KOMBİNEZON Fr. Tertib, düzenlemek. * Çare. * Kadın iç gömleği. KOMEDİ yun. Cemiyetin gülünç ve kusurlu hâllerini ortaya koyan tiyatro eseri. * Uydurma, yapmacık hareket veya söz. * Gülünecek hareketler. KOMEDİYEN İki yüzlü, riyakârlık gösteren. * Komedi oynayan tiyatro oyuncusu. Maskara. KOMİSER Fr. Emniyet teşkilâtının meslek dereceleri içinde yer alan ve en az lise tahsilini yapmış, polis enstitüsünün orta ve yüksek kısmını tamamlamış üniformalı veya sivil memur. KOMİSYON Fr. Meclis şubesi. Hususi surette teşkil olunan meclis. * Ticarette vasıtalık etme, dellâllık ücreti. KOMİTA (Slavca) Maksadına ulaşmak için ekserî silah kullanan, siyasî, gizli ihtilaki cemiyet. Eşkiya. KOMİTACI Siyasi bir gayeye ulaşmak için, silâhlı mücadele yapan gizli bir topluluk veya teşkilâtın mensubu olan kimse. KOMİTE Fr. Bir komisyon arasından seçilmiş âzası bulunan, bir iş için toplanan hey'et. Meclis şubesi. Hey'et. KOMPARTIMAN Fr. Yolcu trenlerinde vagonların bölümlerle ayrılmış kısımlarından her biri. KOMPETAN Fr. Bir işi iyi bilen. Bir şey hakkında yerinde kararlar alabilen kimse. KOMPLEKS Fr. Bir anda kavranamıyacak şekilde çeşitli sebeblerden, unsurlardan meydana gelmiş. * Basit olmayan. Mürekkep. * İnsanların davranışlarına, ruh hâllerine yön veren birbirine bağlı şuuraltı hayallerinin bütünü. KOMPLO Fr. Bir kişiye karşı toplu olarak alınan karar. Tuzak. Suikast. KOMPRİME Fr. Toz halinde iken sıkıştırılıp ufak hap haline getirilmiş ilaç. KOMÜNİZM Fr. Cemiyet içinde fertlerin her türlü mülkiyet haklarını ve aile hayatını ve dini kaldırıp materyalizmi esas alan ve bütün mülkiyeti devlete mal eden bâtıl bir nazariye.(Şimalde koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek, bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünki: Akibeti görmiyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun güzel kızlarını ibahe eder. Belki hamamlarında erkek kadın beraber çıplak olarak girmeleri ve izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helâl eder ki: Bütün beşer, bu musibete karşı titriyor. S.)(Evet hariçte iki cereyana karşı bu kahraman millet, Kur'an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek, dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak, ancak, İslâmiyet hakikatıyla mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mâzideki şerefini İslâmiyette bulmuş olan bu milletteki din kuvveti ve iman bütünlüğüdür...Şimâldeki dehşetli anarşilik tohumunu saçan ve nesil ve milleti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karabet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtimaiyeyi bütün bütün bozmağa yol açan kızıl tehlike... R.N.) (Bak: Anarşizm) KONAK Menzil, yolculukta gece vakti inilen yer. * Yolculukta bir yerde durma, dinlenme. İki menzil arasındaki yol. * Büyük ev, zengin ve mükellef ikâmetgâh. * Resmi dâire. KONDÜKTÖR Fr. Kılavuz, memur, müdür. * Trenlerde vagon ve bilet işlerine bakan vazifeli kimse. KONFERANS Fr. Dinleyicilere herhangi bir mevzu hakkında bilgi vermek gayesiyle yapılan konuşma. KONGRE Fr. Çeşitli memleketlerden yöneticilerin, elçilerin ve delegelerin katılmasıyla yapılan toplantı. KONSEY Fr. İdare vazifesi yüklenmiş kişilerin topluluğu. * Müzakere hâlinde bulunan kimselerin meydana getirdiği kurul. * Bu tarz bir toplantının yapıldığı yer. KONSOLİT (Konsolide) Fr. Ana sermayenin ödeme tarihi belli olmayan ve yalnız faizi ödenen devlet tahvili. KONSOLOS İtl. Yabancı ülkelerde yurttaşlarının haklarını korumak ve bağlı bulunduğu hükümete siyasî ve ticarî bilgileri vermekle vazifeli hariciye memuru. KONTENJAN Fr. Alâkalıların her birine düşen miktar veya yer. Pay miktarı. KONVOY ing. Aynı yere giden nakil vasıtaları topluluğu. * Aynı yere nakledilen insan grubu. * Harb gemilerinin himayesinde sefer yapan yük gemileri katarı. KOPİL Küçük Rum çocuğu. * Çapkın, külhani. KOR t. Her tarafı iyice yanıp içine kadar ateş hâline gelmiş kömür veya odun parçası. * Askeriyede kolordu. KORSAN itl. Deniz haydutu. Deniz eşkiyası. * Başkaların haklarını zor kullanarak yiyen kimse. * Bir hakkı izinsiz olarak kullanan. KORSAN GEMİSİ Deniz hırsızlığı ve korsanlık yapan gemiler. Düşman gemilerini basarak mallarını alan bir devletin donanma gemilerine de aynı ad verilirdi. KOSTANTINİYYE İslâm dünyasında İstanbul için kullanılmış isimlerden biri. KOTRA ing. Tek direkli, yelkenli, narin küçük gemi. KOY Küçük körfez. Karanın içine girmiş, rüzgârdan saklı deniz parçası. Deniz koyuna benzer, çevresi mahfuz yer. Köşe, bucak. KOZMOĞRAFYA yun. Yıldızların yerlerinden ve hareketlerinden bahseden ilim. Felekiyyat. İlm-i hey'et. KOZMOPOLİT Fr. Her yabancı şeye karşı alâka gösteren, milliyet duygularından mahrum kimse. * Çeşitli milletlerden insanları içine alan. KOZMOZ (Kozmos) yun. Kâinat. Bütün gökler. KÖFTEHOR (Bak: Kuftehar) KÖHNE f. Eski, eskimiş. * Zamanı geçmiş. Demode olmuş. KÖHNEBAHAR Sonbahar. KÖLE t. Bütün tarihî devirlerde başka milletlerden, yabancılardan zorla kaçırılıp hürriyetten mahrum hale getirilerek hizmette kullanılan erkek. (İslâmiyet köleliği en âdil usullerle kaldırmağa çalışmış ve Resul-i Ekrem (A.S.M.), insanları kölelikten kurtarmayı ibadet olarak ilân etmiştir.) KÖRÜK Ateşi havalandırmak için yapılmış bir âlet. * Hava ile çalışan bazı çalgıların hava vermeğe mahsus kısmı. KÖŞE (Bak: Kuşe) KÖŞELİ PARANTEZ t. Cümleden tamamıyla ayrı "haşiye" gibi bir sözü içine alır. KRAMP Fr. Adalenin kasılması. KRATER (Bak: Atmiye) KRİTİK yun. Tenkid. Sıkışık durum, sıkıntılı. * Tıb: Hastalığın en kötü zamanı.KRUVAZÖR : Fr. Daha ziyade toplarla mücehhez açık denizlerde emniyeti te'min etmek ve konvoyları korumakla vazifeli süratli harp gemisi. KUAL Üzüm çiçeği. KUAS Bir hastalık (ki göğüsü tutar.) KUAS Boynun içine geçik olması. KUAS Koyunun burnunda olan bir hastalık. KUB f. "Vuran, vurucu, döven" mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: (Leked-kub: Tekme vuran) KUBA' Hınzır avazı. * Büyük ölçek. KUBAA Serçe gibi küçük bir alaca kuşun adı. * Avcıların giydiği hırka. KUBAKIB Acele eden kimse, aceleci.* Bir yıldan sonra olan yıl. KUBALE Mukabele. * Kapı önü. KUBAN (Kub. C.) f. Vurucular, dövücüler. * Vurarak, döverek mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. KUBB Kürk. KUBBE Yarım küre şeklinde yapılan bina damı. KUBBE ALTI Tar: Topkapı Sarayı'nda başta sadrazam olmak üzere devlet adamlarının ve vezirlerin toplanıp devlet işlerini görüştükleri yer. KUBBE-İ ÂLİYE Yüksek kubbe. KUBBE-İ HADRÂ Yeşil kubbe. KUBBE-İ KANEK Ağzın tavanı. Damak. KUBBE-İ MİNA Gökyüzü. Gök kubbesi. KUBBE-İ ULYÂ Sema, gökyüzü. KUBBE-İ ZERRİN Güneş, şems. KUBBE-NİŞİN f. İstanbulda Topkapı Sarayı'nda Kubbealtı denen yerde toplanan kabine üyeleri denebilecek toplantıya katılan vezirlerin herbiri. KUBBERE (C: Kubber-Kabbere) Turgay dedikleri küçük kuş. * Bacaksız, kısa boylu kimse. KUBBET-ÜL İSLÂM İslâmın kubbesi. * Belh şehrinin başka bir adı. KUBBİTÎ Beyaz helva satan kimse. KUBEB (Kubbe. C.) Kubbeler, kemerler. Tepesi yuvarlak, yarım küre şeklinde yapılan binâ damları. KU'BERE Bileği meydana getiren iki kemiğin küçüğü. KUBH Günah ve çirkin hareket. Kabahat. Suç. * Fık: Aklen ve şer'an müstehcen olup dünyada zemme, âhirette azaba ve itaba mahal olan şey. KUBHİYYAT (Kubh. C.) Çirkin hareketler ve işler. Günah ve çirkin şeyler. KUBKUBA Acele etmek. KUBLE Öpme. KUBTİYYE (KIBTIYYE) (C: Kubâti) Mısırda yapılır parlak ince keten bezi. KUBU' Kirpinin büzülüp başını derisine çekmesi. * Bir kimsenin başını yakasına çekmesi. KUBUB Kuruluk. KUBUL Erlerin ve kadınların önü. * Evvel, önce, ilk. KUBUN Gitmek. KUBUR (Kabr. C.) Kabirler, mezarlar, türbeler. KUBUS Sür'atle yürüdüğünden yere tırnağının ucundan başka yeri değmeyen at. KUBZA (KABZA) (C: Kubzât) Bir tutam nesne. KUÇE f. Dar sokak, küçük sokak. * Pazar, çarşı. KUDAHİS Bahâdır, kahraman, şucâ. KUDAM f. Hangisi? Hangileri? (mânasına sorudur) KUDAR Büyük yılan. * Aşçı, tabbah. Deve boğazlayıcı, deve kasabı. KUDAS Gümüş boncuk. KUDAT (Kadı. C.) Kadılar. Şeriat kanunlarıyla hâkimlik edenler. KUDDAM Ön taraf. İleri taraf. KUDDAMÎ Ön. KUDDİSE Mübarek, kudsi ve mukaddes olsun. anlamına gelen bir kelimedir. KUDDİSE SIRRUHU Sırrı ve hakikatı muazzez ve müşerref olsun meâlinde bir hürmet ifadesidir.(S- Sahabe-i Kiram Hazeratına Radıyallahu Anh denildiğine binaen, başkalara da bu mânada söylemek muvafık mıdır?Elcevap: Evet, denilir. Çünkü Resul-i Ekrem'in bir şiarı olan Aleyhissalâtü Vesselâm kelâmı gibi Radıyallahu Anh terkibi, sahabeye mahsus bir şiar değil, belki sahabe gibi Veraset-i Nübüvvet denilen Velâyet-i Kübrada bulunan ve makam-ı rızaya yetişen Eimme-i Erbaa, Şâh-ı Geylâni, İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali gibi zatlara denilmeli. Fakat örf-ü ulemada Sahabeye, Radıyallahu Anh; Tâbiin ve Tebe-i Tâbiine, Rahimehullah; onlardan sonrakilere, Gaferehullah; ve Evliyaya, Kuddise Sırruhu denilir. M.) KUDDUS Kusur ve noksanlıklardan müberrâ olan, en mukaddes. Hiç eksiği olmayan, pâk, temiz. Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarındandır. * Mübarekliğin hadsiz derecesini ifâde eder. "En mukaddes" gibi. KUDDUSÎ Cenab-ı Hakk'ın Kuddus sıfatına dair ve müteallik. Kusursuz olan Cenab-ı Hakk'a ait. * Kudsi ve temiz olana ait ve ona müteallik. KUDEGÎ f. Çocukluk. KUDEK (C.: Kudegân) f. Çocuk, sabi. KUDEK-MENİŞ f. Çocuk tabiatlı. Çocuk mizaclı. KUDEMA (Kadim. C.) Kadimler. Eski büyükler. Eski adamlar. İleri gelen büyükler. Eski zamanda gelmiş olanlar. KUDEYH Küçük kadeh, kadehcik. KUDMUS Kadim nesne, eski. KUDRET Güç. Takat. * Her yeri kaplayan kudretullah. * Varlık. Ehliyet. Becerebilme. * Zenginlik. * Kabiliyet. * İlm-i kelâmda: Allah Teâlâ'ya mahsus ezelî ve ebedî ve bütün kâinatta tasarruf eden sıfattır.(Arkadaş bir kelime-i vâhidenin işitilmesinde; bir adam, bin adam birdir. Yaratılış hususunda da Kudret-i Ezeliyeye nisbeten bir şey, bin şey birdir. Nev ile fert arasında fark yoktur. M.N.) KUDRET-İ İLÂHİYE Allah'ın kudreti.(Cenab-ı Hakk'ın kudret, ilim, iradesi; şemsin ziyâsı gibi bütün mevcudata âmm ve şâmil olup, hiçbir şeyle müvazene edilemez; Arş-ı Azama taalluk ettikleri gibi, zerrelere de taalluk ederler. Cenab-ı Hak, şems ve kameri halkettiği gibi, sineğin gözünü de O halketmiştir. Cenab-ı Hak; kâinatta vaz'ettiği yüksek mizan gibi, hurdebinî hayvanların bağırsaklarında da pek ince ve lâtif bir nizam vaz'etmiştir. Semadaki ecramı birbiriyle rabteden câzibe-i umumî kanunu gibi, cevahir-i ferdi de, yani zerratı da o kanunun bir misliyle nazmetmiştir. Sanki bu zerrat âlemi, o semavî âleme küçük bir misaldir. Hülâsa, aczin müdahalesi ile, kudret mertebeleri ayrılır. Aczi mümteni' olan kudretçe; büyük, küçük birdir.Kudret-i Ezeliye, en evvel eşyanın melekût, yani içyüzüne taalluk eder. bu yüz ise, alelumum güzel ve şeffaftır. Evet, şems ve kamerin yüzleri parlak olduğu gibi, gecenin ve bulutların da iç yüzleri ziyadardır. İ.İ.) KUDRET-İ KÜLLİYE Cenab-ı Hakk'ın küllî ve mutlak olan kudreti. KUDRETYÂB f. Gücü yetebilen, yapabilen, kuvvet ve kudreti olan. KUDS Mübareklik. Kudsilik. Nezafet. Pâk olmak. Noksanlardan uzak olmak. KUDSÎ (Kuds. dan) Mukaddes, kutsal, muazzez. KUDSİYAN Kudsiler. * Melekler. Melâike taifesi. KUDSİYET Kudsilik, mukaddeslik, azizlik. * Temizlik, paklık. KUDSÜMAN Erkek örümcek. KUDUM Uzak ve uzun bir yoldan gelmek. * Ayak basmak. * İleri geçmek. İlerilik. KUDUMİYYE Uzak yoldan gelen bir büyük zâta, oranın halkı tarafından takdim edilen hediye. * Edb: Böyle bir vaziyetten dolayı yazılan kaside. KUDUR (Kıdr. C.) Çömlekler, tencereler. Yemek pişirilen kaplar. KUDURÎ (Hi: 362 - 428) Bağdadlıdır. Ahmed İbn-i Muhammed Bağdâdi diye de anılır. Hanefi fıkıh âlimlerindendir. Bu zatın, fıkha dâir meşhur kitabının ismi de Kudurî'dir. KUDVE Halkın uyup tâbi oldukları kimse. KUF f. Baykuş denen bir kuş cinsi. KUFAHİR (KUFÂHİRÎ) Büyük ve iri cüsseli kimse. KUFAÎ Burnu sıcaktan kavlar kızıl kimse. KUFAN Zahmet, meşakkat. * Kufe dedikleri beldenin adı. KUFAR (Kafr. C.) Issız ve susuz yerler. Çöller, sahralar. KÛFE Kızıl kum. * Kızıl kumlu bir yerin adı ki o sebebten "Kûfe" diye isim verilmiştir. KÛFE f. Küfe. Dayanıklı ve kaba büyükçe sepet. KUFF Yüksek yer. KUFFAZ Kadınların ellerine ve ayaklarına taktıkları bir süs eşyası. * Eldiven. KUFFE (C: Kıfâf) Pamuk sepeti. * İçine kumaş konan nesne. * Yüksek yer. * Kurumuş. * Çürük ağaç. KUFÎ Kûfe şehrine mensub. Bu şehirle alâkalı. KUFL (C.: Akfâl) Kilit, sürgü. KÛFTE f. Kıyılıp ezilmiş veya dövülmüş et, köfte. KUFTEHAR f. Köfte yiyen. * Geveze, çenesi düşük. * Şarlatan. Kendini beğenmiş. * Çapkın. KUFUF Kişinin korkudan tüyü ürperip kalkmak. KUFUL (Kufl. C.) Kilitler. * Seferden veya yolculuktan dönme. KÛH f. Dağ. KUHAB At ve deve öksürüğü. KUHAMUN f. Tepesi düz olan dağ. KUHAN f. Kambur. * Eyer, at eyeri. * Sığır veya deve hörgücü. KUHARİYE Yaşlı kadın. * Yaşlı hayvan. KUHAZ Koyunlara ârız olan bir hastalık. KUHBEDEN f. Dağ gibi iri vücutlu kimse. İri yarı kişi. KUHCİĞER f. Dağ yürekli, kahraman, bahâdır, yiğit. KUHE f. Dağ. * Hücum, saldırma. * Dağ tepesi gibi kubbeli ve sivri olan şey. * Deve hörgücü. * At eyeri. KUHH Halis, saf, katıksız. KUHÎ f. Dağa mensub. * Dağla alâkalı. * Dağlı. KUHİSTAN f. Dağlık bölge, dağlık yer. KUHKEN f. Dağ kazan, dağ deviren. KUHKUB f. Dağ vurucu. Dağı yerinden oynatan. * Kuvvetli at veya katır. * Kale veya sur döven top. KUHL Göz ilâcı. * Göze çekilen sürme. KUHLÎ Sürme gibi siyah olan. KUHME Düşünmeden bir işe girişme. * Şiddet. * Kıtlık senesi. * Zor iş. KUHNÜMUN f. Heybetli, azametli. Dağ gibi görünen. KUHPARE f. Kuvvetli at. * Dağ parçası. KUHPAYE f. Dağlık arazi. KUHPÜŞT f. Kanbur. KUHSAR f. Dağ tepesi. * Dağlık yer. KÛH-U KAF Efsânelerde geçen Kafdağı. KÛH-U TUR Tur dağı, Sina dağı. KUHUT Kıtlıktan sıkıntı ve eziyet çekme. KUKNAS Hindistan'da olan bir cins beyaz kuş. KU'KU' Alaca renkli, uzun gagalı bir büyük kuş. KUL De, söyle, bildir (meâlinde emirdir)("Kul" kelimesi Kur'anın çok yerlerinde mezkûr veya mukadderdir. "Kul" emri risalet ve nübüvvete işarettir. İ.İ.)Türkçede "Kul", emir dinleyen hizmetkâr, Allah'ın mahlûku, Allah'a itaat ve ibadet eden veya köle mânasındadır. KULA' Ağız ağrısı. KUL'A(T) (C: Kulu') Ödünç mal. Yurt edinmeye müsait olmayan yer. KULAA Suyu emip yarılmış ve yerden koparılmış balçık. * Büyük taş. KULAB Bir çeşit deve hastalığı. KULAB f. Büyük dalga. * Göl, büyük havuz. KULAFE Kılıf, kın, kabuk. Zarf. KULAKIL İhlâs ve Muavvezeteyn sureleri. KULAL Az, kalil. KULAME Tırnak kesintisi. Kesinti. KULAMETEYN İki tırnak kesintisi. Parantez. ( ) KULB Bilezik. * Bir yılan cinsi. KULE (C: Kulul-Kılâl) Çocukların oynadıkları bir oyun. KULEL (Kulle. C.) Kuleler. * Dağ tepeleri. KULEL-İ SEB'A İstanbul'daki yedi tepe. KULFE Zeker ucundaki sünnet edilecek deri. KULİS FAALİYETİ Toplantı yapılan yerlerde, toplantı haricinde çeşitli grupların yaptığı gizli çalışma. KULKALAN Bir nevi ot. KULKUL Şen, çevik, atik. * Bir şeyin deprenmesiyle çıkan ses. * Büyük, derin deniz. * Hızlı giden at. KULKULANİ Üveyik kuşuna benzer bir kuş. KULLAB (C.: Kalalib) Çengel, kanca. Ucu eğri nesne. KULLAM Çöğene benzer bir otun adı. KULLE (C.: Kulel) Doruk, dağ tepesi, zirve. * Kule. * Bazı harp gemilerinin güvertelerinde bulunan ve makine ile hareket eden ağır top. KULMUH Bir ot. KULUB (Kalb. C.) Kalbler, gönüller. KULUCE Ekin ekmek için yeri ıslah etmek. KULUNÇ Tıb: Şiddetli bağırsak ağrısı. Omuzlarda ve vücutta bir ağrı. KULZÜM Deniz, bahr. * Kızıldeniz. KUM (KUMİ) (Kavm. den) Kalk (mânasına emir). KUMAME (C: Kumâm) Cemaat, topluluk. * Süprüntü. KUMANYA ing. Bir gemi içinde bulunan kimselerin beslenmeleri için gemiye doldurulan erzak. Gemi zahiresi. * Eskiden piyade kayığının arka kısmındaki dolapçık. * Gemi kileri. Geminin erzak koymağa mahsus yeri. KUMAR Para vs. karşılığında oynanılan oyun. Meşru bir ihtiyacın karşılanması için bir çalışma sonucu olmadan piyango ve şans oyunları gibi haram yollarla kazanç elde etmektir. Dinimizde böyle oyunların her türlüsü haramdır. Bir müslüman kendi menfaatini isteyip zararını istemediği gibi; diğer bir müslümanın da çıkarını gözetip kötülüğünü isteyemez. Halbuki kumara katılan herkes, karşı tarafın zarariyle kendi çıkarlarını düşünmektedir.Eğer böyle bir menfaat ve zarar oyunda konulmamışsa ve dince yasaklanan maksadlar da yoksa, yine de her insan için en kıymetli mal olan zamanını boş yere harcamak olur ki bu da zarardır.Maksatsız, fikirsiz ve dünyaya ne için geldiğini bilmeyen basit bir insan böyle yollara düşer ve gittikçe perişan olur. Halbuki insan, sonsuz ve yüksek gâye sahibi, yüksek şahsiyetli ve nizamlı bir hayat yaşamalıdır. (Bak: Meysir) KUMARBAZ Kumar oynayan. Kumarcı. KUMAR-HANE f. Devamlı olarak kumar oynanan yer. KUME Bir yere toplanmış olan şeyler. * Yüksek, yüce yer. KUMİSTAN f. Kumluk çöl veya arâzi. KUMKUMA (C: Kamâkım) İçine mürekkep, zemzem gibi şeyler konulan yuvarlak testi. * Bakır şişe, bakır ibrik. KUMME Arslanın, ağzı ile aldığı şey. KUMMEHAN Za'ferân. * Şarap köpüğü. KUMMELE (C: Kummel) Kene cinsinden bir böcek. KUMPANYA Fr. şirket. * Mc: Cemaat, zümre. KUMRÎ (C: Kamâri) Kumru. Dişisine "kumriye", erkeğine "sakhar" derler. KUMUDD Sağlamak, sert, katı. * Uzun, tavil. KUMUS Suya batıp kaybolmak. KUMZE Toplanmış hurma. KÛN Kuyruk sokumu bölgesi. Arka, mak'ad, kıç. KUNABE Toplu yapraklar (Buğdayın başı onun içinde olur.) KUNAH Çomak. KUNAİS (C: Kanâıs) Büyük cüsseli, iri vücutlu kişi. KUNAN Koltuk kokusu. * Gömlek yeni. KUNBUA (C: Kanâbi) Kestikten sonra yine içinde kalan nesne (Ot kökü gibi) KUNBUL(E) (C.: Kanâbil) Kalın vücudlu kimse. Sinirli ve hiddetli olan. * 30 ilâ 40 yaş arasındaki kimse. * At. * Bomba. KUNBURA (C: Kanâbir) Çökük kuşu. KUNBUZA (C: Kunbuzât) Kısa boylu kadın. (Müz: Kunbuz) KUNDAK Küçük çocukları sıkı bağlamaya yarıyan bezler takımı. * Yangın çıkarmak için bir yere sokulan, tutuşturulmuş yağlı bez çıkısı. KUNDAK SOKMAK Mc: Ara bozacak bir söz söylemek veya böyle bir harekette bulunmak. * Yangın çıkarmak. KUNEFHAR Büyük cüsseli, iri vücutlu. KUNFUZ(E) (C: Kanâfiz) Kirpi. * Fare. * Devenin, kulakları ardında terleyen ve teri akan yerleri. * Otları dolaşık yer. KUNN Gömlek yeni. KUNNE(T) (C.: Kanan-Kunen-Kınan) Dağ başı. KUNNEB Kendir. Kenevir. KUNNEBİT (C.: Kannâbit) Lahana cinsinden bir bitki. KUNTA Karalık. KUNU' Kanaat etme, kâfi bulma. * Suâl ve tezellül. KUNUT Ümidsizlik. Ye'se kapılma. KUNUT Yatsı veya sabah namazlarında ayakta okunan duâ. İbadet. Duâ. Taat. Şükür eylemek. * Namazda dünya kelâmından imsak eylemek, yani kendini tutup konuşmamak.(Kunut, birşeye o suretle devam ve mülâzemet edip durmaktır ki, taat, huşu, sükut, kıyam mânalarını tazammun eder ve lisanımızda, divan durmak tâbir edilir. Bunun için kunut taattir, kunut tul-i kıyamdır, kunut sükuttur, kunut huşu ve hafd-ı cenah ve sükun-ı etraftır diye çeşitli nokta-i nazardan târif edilmiştir. Bir hadis-i şerifte "Efdal-üs salâti tul-ül kunut" buyurulmuştur ki, kıyam demektir. Binaenaleyh namazda kıyam ve kıraeti, duayı veya huşu ve sükutu uzatmağa da kunut denilir. E.T.) KUNV (C: Kınân-Kınyân-Aknâ) Üzerinde hurması olan hurma salkımının çöpü. KUNYAN (KINYÂN) Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal. KUNYE (KINYE) Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal. KUNZUA (C: Kanâzı') Çakıl taşı. * Tıraş edilmiş başın üstünde bırakılan bir tutam saç. KÛPAL f. Gürz. Demir topuz. KÛR (C.: Kûrân) f. Kör, âmâ. KURA (Karye. C.) Karyeler, köyler, kasabalar. KUR'A Talih denemek maksadı ile çekilen kapalı pusla veya fal açma. KURA' İbâdet eden. KURAA Kalem kesintisi. Kalem yongası. KURAB (Kurbet. C.) Yakınlar, akrabalar. KÛRABE f. Kubbeli mezar, türbe. KURAD (C: Kırdân-Ekride) Kene adı verilen böcek. KURAKIR Güzel sesli kimse. KUR'AN Allah (C.C.) tarafından Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma Cebrâil Aleyhisselâm vâsıtası ile (yâni vahiyle) gönderilen ve beşeriyetin bütün saadet düsturlarını hâvi en mukaddes ve en son kitâb-ı semâvidir. Din ve dünyanın nizâmını en iyi şekilde bildirir, kâinatın neden ve niçin yaratıldığını ve hikmetlerini beyan eder. Başıboşluk ve serserilikten kurtarıp ibâdet ve taata, emniyet ve nizâma ve saadete sevkeder ve insanın ebedi selametine vesile olur. * Lugat mânasına göre Kur'ân: Tilâvet, okumak, cem' ve zammolunmuş, okunmuş mânâlarına gelir. Fürkan, Zikir, Hüdâ, Hitab, Kitab, Mushaf, Nur, Necm, Hüdâ, Mev'iza, Aziz, Besâir, Bürhan...gibi elli beş kadar isimle de anılır. (Bak: Kelâmullah) KÛRÂN (Kur. C.) f. Körler. âmâlar. KÛRÂNE f. Körcesine. KUR'AN-I HAKÎM Hakim olan Kur'an-ı Kerim. Hakim: Hikmetli, hikmet sâhibi, yahut çok hâkim ve muhkem mânalarına gelir. KUR'AN-I MU'CİZ-ÜL BEYAN Beyan ve ifadesi mu'cize olan Kur'an.(Kur'an: Şu kitâb-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi.. ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedisi.. ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri... ve zeminde ve gökde gizli Esmâ-i İlâhiyenin mânevi hazinelerinin keşşâfı.. ve sutur-u hâdisatın altında muzmer hakaikın miftahı.. ve âlem-i şehâdette âlem-i gaybın lisanı... S.)(-Kur'an-ı Kerim-, bütün mebâhis-i esasiyeyi ve mühimmeyi öyle bir tarzda beyan eder ki, o beyan, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden ve dünyâyı ve âhireti iki oda gibi açıp kapayan; ve zemin bir bahçe; ve semâ, misbahlariyle süslendirilmiş bir dam gibi tasarruf eden; ve mâzi ve müstakbel, bir gece ve gündüz gibi nazarına karşı hazır iki sahife hükmünde temaşa eden; ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i şuunatın iki tarafı birleşmiş, ittisal peyda etmiş bir surette, bir zaman-ı hâzır gibi onlara bakan bir Zât-ı Zülcelâle yakışır bir tarz-ı beyandır.Nasıl bir usta, bina ettiği ve idare ettiği iki haneden bahseder, proğramını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar; Kur'an dahi, şu kâinatı yapan ve idâre eden ve işlerinin listesini ve fihristesini tabir câiz ise, proğramını yazan, gösteren bir Zâtın beyanına yakışır bir tarzdadır. Hiç bir cihetle eser-i tasannu ve tekellüf görünmüyor. Hiç bir şâibe-i taklid veyâ başkasının hesâbına ve onun yerinde kendini farzedip konuşmuş gibi bir hud'anın emaresi olmadığı gibi, bütün ciddiyetiyle, bütün safvetiyle, bütün hulusiyle sâfi, berrak, parlak beyânı, nasıl gündüzün ziyâsı, "Güneşten geldim" der. Kur'ân dahi," Ben Hâlık-ı Âlem'in beyanıyım ve kelâmıyım" der. Evet şu dünyâyı antika san'atlarla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dolduran ve san'atperverâne ve nimetperverane şu derece san'atının acibeleriyle şu derece kıymettar nimetlerini dünyanın yüzüne serpen, sıravâri tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sâni', bir Mün'imden başka şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ve şükranla dünyâyı dolduran ve zemini bir zikirhâne, bir mescid, bir temaşagâh-ı san'at-ı İlâhiyeye çeviren Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir? Ondan başka kim ona sâhib çıkabilir? Ondan başka kimin sözü olabilir? Dünyayı ışıklandıran ziya, güneşten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı kâinatı keşfedip âlemi ışıklandıran beyan-ı Kur'an, Şems-i Ezelî'den başka kimin nuru olabilir? Kimin haddine düşmüş ki ona nazire getirsin? Onun taklidini yapsın?Elhak, bu dünyayı san'atlarıyla zinetlendiren bir san'atkârın, san'atını istihsan eden insanla konuşmaması muhaldır. Mâdem ki, yapar ve bilir, elbette konuşur. Mâdem konuşur, elbette konuşmasına yakışan Kur'andır. Bir çiçeğin tanziminden lâkayd kalmayan bir Mâlik-ül Mülk, bütün mülkünü velveleye veren bir kelâma karşı nasıl lâkayd kalır? Hiç başkasına mal edip hiçe indirir mi? S.)(Kur'an-ı Hakim yirmi üç sene mütemadiyen damarlara dokunduracak ve inadı tahrik edecek bir tarzda meydan okudu ve der idi ki: "Şu Kur'anın Muhammed-ül Emin gibi bir ümmiden nazirini yapınız ve gösteriniz. Haydi bunu yapamıyorsunuz, o zât ümmi olmasın, gayet âlim ve kâtip olsun. Haydi bunu da getiremiyorsunuz; bir tek zât olmasın, bütün âlimleriniz, beliğleriniz toplansın, birbirine yardım etsin, hattâ güvendiğiniz âliheleriniz size yardım etsin. Haydi bununla da yapamıyacaksınız, eskiden yazılmış beliğ eserlerden de istifade edip, hattâ gelecekleri de yardıma çağırıp, Kur'anın nazirini gösteriniz, yapınız. Haydi bunu da yapamıyorsunuz; Kur'anın mecmuuna olmasın da, yalnız on Suresinin nazirini getiriniz. Haydi on Suresine mukabil hakiki doğru olarak bir nazire getiremiyorsunuz; haydi hikâyelerden asılsız kıssalardan terkib ediniz. Yalnız nazmına ve belâgatına nazire olsun getiriniz. Haydi bunu da yapamıyorsunuz, bir tek suresinin nazirini getiriniz. Haydi Sure uzun olmasın, kısa bir Sure olsun, nazirini getiriniz. Yoksa, din, can, mal, iyalleriniz; dünyada da âhirette de tehlikeye düşecektir..." M.)(Amerikalı Filozof Karlayl (Carlyle) şöyle diyor: Kur'anı bir kerre dikkatle okursanız, O'nun hususiyetlerini izhara başladığını görürsünüz. Kur'anın güzelliği diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir. Kur'anın başlıca hususiyyetlerinden biri, (O'nun asliyyetidir. Benim fikir ve kanaatıma göre Kur'an serâpa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) cihana tebliğ ettiği dâvet, hak ve hakikattır. İ.İ.) KURARE Çömlek içindeki yemek piştikten sonra yanmasın diye içine konulan su. KURAT Fitil ucundan yanmış yer. KURÂ-YI MÜTECÂVİRE Komşu köyler. KURAZ (KARİZA) Isırgan otu. KURAZE Altun ve gümüş kırıntısı. * Kumaş parçaları. KURB Yakınlık. Yakında oluş. Yakın olmak. Yakınlık kazanmak. (Zamanda, mekânda, nisbette, hatvede ve kuvvette kullanılır.) * Tıb: Böğür. Karnın yumuşaklığına kadar olan yer. KURBAN Allah'ın rızasını kazanmağa sebep olan şey. * Etleri, fakirlere parasız olarak dağıtılmak niyetiyle farz, vâcib veya sünnet olarak kesilen koyun, keçi, deve, sığır.. gibi hayvan. * Bir maksad uğrunda feda olma. * Beylerin ve meliklerin yakınlarından olan kimse. KURBET Yakınlık. * Fık: Allah'a manevî yakınlığa sebeb olan amel-i sâlih. KURB-İ DERECE Ölen bir kimseye yakınlık derecesi. KURB-İ HÜDÂ Allah'a manevî yakınlık. KURB-İ MESÂFE Yer, mekân yakınlığı. KURBİYYET Yakınlık kazanmak. Yakınlık. Bir şeye kendi gayretiyle yakınlaşmak. (Bak: Akrebiyyet)(Sahabelerin kurbiyet-i İlâhiyye noktasındaki makamlarına velâyet ayağıyla yetişilmez. Çünki: Cenâb-ı Hak bize akrebdir ve herşeyden daha ziyade yakındır. Biz ise, ondan nihayetsiz uzağız. O'nun kurbiyetini kazanmak iki surette olur.Birisi: Akrebiyetin inkişafiyledir ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve nübüvvet veraseti ve sohbeti cihetiyle sahabeler o sırra mazhardırlar.İkinci Suret: Bu'diyetimiz noktasında kat-ı meratib edip bir derece kurbiyete müşerref olmaktır ki, ekser seyr-i sülûk-u velâyet ona göre ve seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî bu suretle cereyan ediyor. İşte, birinci suret sırf vehbîdir, kesbî değil, incizabdır, cezb-i Rahmânidir ve mahbubiyettir. Yol kısadır, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diğeri kesbîdir, uzundur, gölgelidir. Acaib hârikaları çok ise de, kıymetçe, kurbiyyetçe evvelkisine yetişemez. Meselâ: Nasıl ki dünkü güne bugün yetişmek için iki yol var. Birincisi: Zamanın cereyanına tâbi olmı(Zeker), bir kuvvet-i kudsiye ile, fevkaz-zaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir. İkincisi: Bir sene kat'-ı mesafe edip, dönüp dolaşıp, düne gelmektir; fakat, yine dünü elde tutamıyor; onu bırakıp gidiyor. Öyle de, zâhirden hakikata geçmek iki suretledir. Biri: Doğrudan doğruya hakikatın incizabına kapılıp, tarikat berzahına girmeden, hakikatı, ayn-ı zâhir içinde bulmaktır. İkincisi: Çok merâtibden seyr-i süluk suretiyle geçmektir. Ehl-i velâyet, çendan fena-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmareyi öldürürler. Yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki, sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden; nefsin mahiyetindeki cihazat-ı kesire ile, ubudiyetin envâına ve şükür ve hamdin aksamına daha ziyade mazhardırlar. Fena-i nefisten sonra, ubudiyet-i evliya besatet peyda eder. S.) KÛR-BOĞAZ f. Obur, körboğaz. KURBUK Mevzi ismi. * Yardım. * Dükkân. KURDAH Maymun. KÛRDİL f. Câhil. Gönlü kör. KURDUH Maymun. * Küçük karınca. KÛRE f. Demirci ocağı. Kuyumcu ocağı. * Küre. KURENA Bir padişâhın yakınında bulunan ve onun sohbetine iştirak edenler. Yakınlar. Arkadaşlar. KURENG f. Al at. KUREVÎ (Kurâ. dan) Köylü. Köye âit, köye dâir. KUREYŞ Kökü Hz. İbrahim'e (A.S.) dayanan, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in de (A.S.M.) mensub olduğu Arab kabilesi. KUREYŞ SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 106. Suresidir. Liilâfi Suresi de denir. Mekkîdir. KUREYŞÎ Kureyş kabilesinden olan. Kureyş'e mensub. KUREYZA Medine-i Münevvere yakınında Yahudi taifesinden bir kavim. KURFUSA (KARFESA) Mak'adı üstüne oturup dizlerini karnına yapıştırıp iki kolunu baldırları üstüne kavuşturmak. KURHA (C: Kuruh) Silâh yarası. * Çıban. KURHANE (C: Kurhân) Bir cins mantar. KÛRÎ f. Körlük, âmâlık. KURKUBE Et, lahm. KURKUL Çekirge. KURKUR Büyük gemi. KURKUS Geniş, bol, vâsi. KURMAY Ordunun muharebeye hazırlanmasında ve savaş sırasındaki sevk ve idaresi için hususi tarzda yetiştirilmiş subay. * Mc: Becerikli. KURME İşaret için devenin burnundan bir miktar deri kesip tam ayrılmadan yine burnu üstüne yapıştırmak. KURMUD Dağ keçisinin erkeği. KURMUS (C: Karâmıs) Avcıların dağda olan kulübesi veya soğuktan sakındıkları küçük çukur yer. KURNAS Dağın burnu. KURNE Sivri veya tümsek şey. * Hamam kurnası. Kurna. KURNEVE Boya otu. KURNUK Yumuşak bedenli delikanlı. KURR Karar. * Soğukluk. KURRA (Kari'. C.) Okuyucular. Kur'ân-ı Kerimi usul ve tecvidine göre okuyanlar. Dindar ve sâlih kimse. KURRASA (C: Kırâs) Papatya çiçeği. KURRE Parlaklık. Tâzelik. Gözün parlak ve nurlu olması. * Ağlamaktan sonraki serinlik. * Dilşâd olmak. * Bir atımlık şey. * Kurbağa. KURRET-ÜL A'YUN Gözlerin nuru. * Çok sevilen ve göz aydınlığına sebeb olanlar. KURS (KURSA) Kelepçe. * Çevrik nesne. * Yuvarlak. Tekerlek şeklinde olan. KURS-U ŞEMS Güneş yuvarlağı. KURŞUM (KIRŞÂM) Büyük kene. KURT(A) (C.: Kırta-Kırat) Küpe. KURTAN At'ın arkasına vurdukları keçe. KURTAT Eyer altına konan bir nesne. * Boyun. KURTUBÎ Kılıç. Halid bin Velid'in kılıcı. KURTUM Mestin burnu. KURTUM (C: Karâtım) Usfur otunun tohumu. KURUH (Kurha. C.) Yaralar. KURULTAY (Bak: Meclis) KURUM (Karm. C.) Değerli insanlar. Kıymetli ve değeri büyük kişiler. KURUN (Karn. C.) Asırlar. Devirler. Çağlar. KURUNE Nefis. KURUN-U ÂHİRE Son asırlar. İstanbul'un Fatih Sultan Mehmed tarafından zaptedildiğinden sonraki zaman. Hicri 857, Mi. 1453 yılından sonraki devir. KURUN-U SÂLİFE Geçmiş asırlar. KURUN-U ULÂ Eski Roma Devleti'nin ikiye ayrılması zamanına kadar olan eski devir. İlk çağ. KURUN-U VUSTÂ Eski Roma Devleti'nin ikiye ayrılmasından, İstanbul'un Müslümanlar tarafından zabtedildiği tarihe kadar olan zamandır. Orta asırlar. KURUR Gözün parlak olması. KURUT Kuruluk. KURUT Küpeler. Kadınların kulaklarına taktıkları mücevherler. KURUZ (Karz. C.) Borçlar. Ödünç olarak verilen paralar. KURZUB Fakir kimse. KURZUM Kavafların ve kunduracıların üzerinde gön ve sahtiyan kesip düzelttikleri yuvarlak tahtalar. KURZÜL Kadınların başına örttükleri nesne. * Kayıt. * Kötü kimse. * At ismi. * Bel, sulb. KÛS f. Kös. Eskiden muharebelerde deve veya araba üstünde taşınarak çalınan büyük davul. KUSA Zayıflık. * Nâhiye. KUSAKIS Çok acı olan sarmısak. KUSALE Buğday ve arpa kesmiği. KUSAME Kassamlara verilen taksim ücreti. KUSARA İsteğin ve arzunun son derecesi. KUSARE Hususi hücre. * Gemilerde güvertelerin en üstündeki yarım güverte. KUSAS Saçın önünde ve ardında nihayeti. KUSASA Tırnak kırpıntısı. * Az miktar, az şey. KUSB (C: Aksâb) Göden bağırsak denilen büyük bağırsak. KUSBE (C: Kuseb) Göden bağırsak. KUSE f. Köse. KUSEC f. Köse. KUSEYBE Bronşcuk. KUSEYRA İyeği kemiklerinin altındaki kemik. KUSFEND f. Koyun. KÛS-İ GAZA Savaş davulu. Muharebe kös'ü. KUSKUS (KUSKUSA) (C: Kusâs) Kaba, kısa boylu erkek. KUSLUB Kuvvetli, dayanıklı, sağlam. KUSRE Yakın, karib. KUSS İBN-İ SAİDE İslâmiyetten önce Arabistan'da yaşamış İyâd Kabilesinin ileri gelenlerinden, mühim hakikatlı bir şâirdir. Cârud gibi hakperesttir. Henüz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm genç iken Suk-ı Ukaz panayırındaki hitabeti ile meşhurdur. Hitabesinde bir Hak Peygamber geleceğini ve onun en güzel bir din üzere olacağını müjdelemiştir. (K. En. Sh. 61) KUSSA Alın saçı. KUSSABE (C: Kısâb) Kamış boğumu. * Düdük. KUSSAS Bir demir madeninin adı. KUST Topalak dedikleri ot. KUSTAR (KISTÂR) Kesedar. Sarraf. * Tüccar, tâcir. * Mizan, ölçü. * Bir şehre veya bir beldeye vâli olan kimse. KUSTAS Büyük terazi. KUSU Uzaklık, ırak olmaklık. * Son olmaklık. KUS'UL Yaramaz, leim, lânet edilen kimse. * Kurt eniği. KUSUR Noksanlık. Eksiklik. Noksan ve âcizlik. İhmal. Tedbirsizlik. * Cem' olmalar. * Pahalanmak. *Eksilmek. * Şiddetli olan şeyin yavaşlayıp sâkin olması. * Bereketlenmek. * İmtina', âciz olmak. * Bir hesabın üstü. Artan kısım. * (Kasr. C.) Kasırlar. Saraylar. Köşkler.(Şeytanın mühim bir desisesi : İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ ki, istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, tâ ki, nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdeta taksiratdan takdis etsin. Evet şeytanı dinliyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz te'vil ile te'vil ettirir. $ sırriyle, nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiaze etmez; şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir Peygamber-i Alişan , $ dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir. Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstahak olur. L.) KUSURE Acizlik, güçsüzlük. KUSUR-İ CİNAN Cennet'teki köşkler. KUSUT Haktan sapmakla cevr ve zulmetmek. * Birşeyi kısımlara ayırmak, tefrik etmek. KUSVA Son derecede bulunan. * Son, nihayet. * Son sınır. Erişilecek olan en son nokta. KUŞ'AM (C: Kaşâım) Yaşlı ihtiyar, koca kimse. * Belâ. * Arslan. * Sırtlan. * Örümcek. * Karınca yuvası. KUŞAM (KUŞÂME) Sofrada artan yemekler. KUŞ'AMAN Büyük erkek akbaba. KUŞ'AR Hıyar. KUŞA'RİRE Titreme. * Tavuk derisi gibi ürperip kabarmış deri. KUŞE Köşe. KUŞE-İ FERAG İnsanın, herşeyden feragat edip çekildiği köşe. KUŞE-İ NİSYAN Unutma köşesi, nisyan köşesi. KUŞİŞ f. Çalışma, çabalama, gayret sarfetme, uğraşma. KUŞUR (Kışr. C.) Kabuklar, kışırlar. KUŞUR-İ EŞCAR Ağaç kabukları. KUŞUTA Burnun çökük ve yassı olması. KUT Yaşatacak gıda, rızık. * Kuvvetlendirmek. KUT'A Bir hurma cinsi. KUTA' (C: Kutâ-Kutevât) Atın arkalaşacak yeri. * Bağırtlak kuşu. KUTA' (KUTU') Düş yormak, rüya tâbir etme. * Su kesilmek.* Başka yere gitmek. KUTAA Bir şeyin kesintisi ve kırıntısı. KUTAFE Toplarken düşüp dökülen üzüm ve yemiş döküntüsü. KÛTAH (Kuteh) Kısa, boysuz. KÛTAH-ÂSTİN f. Aslında kötü olduğu hâlde iyi gibi görünen kimse. KÛTAH-BÎN f. Neticeyi göremiyen, basiretsiz, kısa görüşlü. KÛTAHTER f. Pek kısa, çok ufak. KÛTAH-TERİN f. En çok kısa. KUTAR Kebap kokusu. Ot kokusu. KUTB (Kutub) Dünyanın şimâl veya cenub uçları. (Güney ve kuzey taraflarının son kısımları.) * Elektrik cereyânını meydana getiren veya mıknatısın uçlarından her biri. * Dini bir meslek veya grubun başı. Bir çok müslümanların kendisine bağlandıkları azim ve büyük evliyaullahtan zamanın en büyük mürşidi. KUTBE Nişan okunun temreni. * Erkek ismi. * Nişanlara atılan ufak ok. KUTBEYN İki kutub. Şimal ve cenub kutbu. Kuzey ve güney kutubları. KUTBÎ (Kutbiye) Dünya kutuplarına ait. Onlarla alâkalı. KUTBİYE Deve ve koyun sütünün birbirine karışması. KUTBİYET (Bak: Kutb-ul aktab) KUTB-U CENUBÎ Güney kutbu. KUTB-U DEVRAN Halife ve bu sıfatı alan Osmanlı padişahı. KUTB-U RİSALET Risaletin başı. * Hz. Muhammed (A.S.M.) KUTB-U ŞİMALÎ Kuzey kutbu. KUTB-UD DİN Dinin kutbu. KUTB-UL AKTAB Kutubların başı. Hilafet-i mâneviye-i Muhammediye (A.S.M.). Velâyet-i mâneviye makamlarının en yükseği, nübüvvet-i Muhammediyeye (A.S.M.) veraset makamı olup, bu makama ancak Cenâb-ı Hakkın bir atiyyesi olarak nâil olunur. Bu makamda bulunan zât, Hakikat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) mazharı ve Esmâ-i İlâhiyenin câmi'idir. Her asırda bir tane bulunan bu zatların sonuncusu mezkur sıfatların en ekmeline mazhardır. Bu makam hakkında Gavs ve Kutbiyyet-i Kübrâ tâbirleri de kullanılır. KUTB-UL ÂRİFÎN Ariflerin en ileri geleni, en büyüğü. Maddi, mânevi ve İlâhi ilim sahiblerinin başı. Ariflerin kutbu. (Bak: Aktâb) KUTB-UZ ZAMAN Zamanın en ileri gelen ve en büyük ârif ve mürşidi. (Bak: Aktâb) KÛTEH (Kutâh) f. Kısa, boysuz. KÛTEHBÂL f. Kısa boylu. KÛTEHBÎN f. Kısa görüşlü. İleriyi göremez. KÛTEHDEST f. Kısa elli. Elli kısa olan. * Mc: Hasis, cimri, tamahkâr, keremsiz. KÛTEHENDİŞ f. Sonunu ve istikbali düşünmeyen. Kısa görüşlü. KUTELA' (Katil. C.) Öldürülmüş kimseler, maktuller. KUT-I LÂ-YEMUT Ölmeyecek kadar olan rızık, yiyecek. KUT-I MESİH Hurma. * Şarap. KÛTÎ Kısa boylu adam. KUTİLE (Katil. den) Katledildi, kahroldu veya kahrolası meâlindedir. KUTME Bozluk ve kızıllık olan renk. (O renkte olana "aktem" derler.) (Müe: Katmâ) KUTN (C: Aktân) Pamuk. KUTNE Geviş getiren hayvanların midelerinin bir bölümü. Şirden. KUTNİYE Aşure tatlısı. KUTR (KUTUR) Taraf. Canib. * Nahiye. Mahal. Arzın veya semânın bir ciheti. * Çap. * Bölük. Bölge. * Geo: Dairenin merkezinden geçip onu iki müsavi kısma bölen doğru parçası, çap. KUTRE Avcılar kümesi. KUTRENÎ Kutur itibariyle, çap olarak. KUTR-U DÂİRE Geo: Dairenin kutru. Çap. KUTRUB Bir kuş. KUTRUTÎ Kısa boylu küçük adam. KUTTA' (Katı'. C.) Kesiciler, kat' ediciler, kesenler. KUTTA-İ TARİK Yol kesenler, eşkiyalar, haydutlar. KUTTAL (Katil. C.) Katiller, öldürücüler, öldürenler. Katledenler. KUTTAN (Katın. C.) Yerliler, oturanlar, sâkinler. KUTU' Zelil olmak. Hakarete uğramak. KUTU' Sudan veya bir yoldan geçme. * (Kuşlar) göç etme. * (Kat'. C.) Kesintiler. KUTUB (Kutb. C.) Kutublar. KUTUR Pintiliğinden dolayı ailesini sıkıntı içinde bırakan adam. KÛTVAL f. Kale muhafızı. Dizdar. * Belediye reisi. Şehir ağası. KUUD Cülus. Oturmak. * Namazın oturarak kılınan kısmı. Secdede iken kalkıp oturmak. KUULE Ayağının arkasıyla yerden toprak saçmak. KUUR (Ka'r. C.) Dipler, derinlikler. Nihâyetler. KUVA' Erkek tavşan. KUVÂ (Kuvvet. C.) Güçler. Kuvvetler. * Hisler. Hasseler. Takatler. * Şeriatın birer hükmü. KUVÂ-İ DİNİYE Dinî kuvvetler. KUVÂ-İ HAMSE Beş duygu. KUVAM Koyunun ayaklarını tutan bir hastalık. KUVARE Yuvarlak parça (ki gömlek yakasından veya kavun, karpuz başından keserler.) KUVÂ-YI MİLLİYE Milli kuvvetler. Bir milletin sahib olduğu kuvvetleri. * İstiklâl harbinde Anadoluda kurulan hükümet ve bu hükümetin askeri kuvvetleri. KUVÂ-YI SELÂSE Üç kuvvet. (Kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliye.) KUVÂ-YI UMUMİYE Umumi kuvvetler. KUVB Yavru. KUVVAD Kumandanlar, seraskerler, komutanlar. KUVVE Kuvvet. Güç. * Salâhiyyet. İktidar. * Fikir. Niyet. * Hasse. His. Duygu. Meleke. * Kabiliyyet. (Za'fiyyetin zıddı) KUVVE-İ AN-İL-MERKEZİYE Merkezkaç kuvvet. Cisimlerin kendi mihveri üzerine hareketi zamanında merkezinde hâsıl olan kuvvete denilir. Merkezde dönen bir tekerleğin etrafında yapışık veyahut üstünde taşıdığı cisimlerin etrafa yayılıp dağılmasıyla bu kuvvetin mevcudiyyeti anlaşılır. KUVVE-İ AZM f. Azim kuvveti. Emele muvaffak olmak için gösterilen azim, cehd kuvveti. KUVVE-İ BÂSIRA f. Görme duygusu, görme kuvveti. KUVVE-İ CÂZİBE Kendine çekici kuvvet. Dünyanın câzibe, yani çekme kuvveti. KUVVE-İ DÂFİA Zararlı şeyleri men'etme ve onlardan korunma hissi. İtme kuvveti. KUVVE-İ GALİBE Üstün ve ezici kuvvet. KUVVE-İ HÂFIZA f. Zihinde hıfzetme, belleme kuvveti. KUVVE-İ HAMSE-İ BÂTINA İçteki beş his, beş duygu. (Bak: Havâs) KUVVE-İ İLE-L MERKEZİYE Muhitten (etraftan) merkeze doğru gelen çekme kuvveti. (Kuvve-i anil-merkeziyenin zıddıdır.) KUVVE-İ İSTİNAD Dayanma ve istinad etme kuvveti. KUVVE-İ KUDSİYE Evliyâ kuvveti. Cenab-ı Hakk'ın yardımına mazhar olan kuvvet. Hakaik-ı imâniye ve Kur'aniyeyi gayet ince ve derin bir firaset ve dirayetle anlayabilme kuvveti. KUVVE-İ LÂMİSE Dokunma ve hissetme duygusu. Sertliği ve yumuşaklığı anlama duygusu. KUVVE-İ MUHASSALA Muhtelif kuvvetlerin ağırlık merkezi. KUVVE-İ MUSAVVİRE Cenâb-ı Hakkın izni ve kanunu ile maddiyatın şekil ve suretini alma kabiliyeti (Bak: Madde-i musavvire) KUVVE-İ MUTASARRIFA Mütehayyile vasıtasıyla zihinde hazırlanan şeyleri tertib kuvveti. KUVVE-İ MÜDRİKE İdrak kuvveti. Beş duygunun, hissin zihinde duyulması, anlaşılması. KUVVE-İ MÜMEYYİZE İnsanın iç âleminde hissedilenleri birbirinden ayırdetme kudreti. * Hayır ve şerri anlayıp ayıran bir duygu ve kuvvet. KUVVE-İ MÜTEHAYYİLE Hissolunan şeyin gıyabında resim ve tasvir kuvveti. Hayâl kuvveti. KUVVE-İ MÜVELLİDE Tevlid edici kuvve, meydana getirci kuvvet. KUVVE-İ NÂTIKA Konuşma, güzel ifade etmek kudreti. KUVVE-İ SEBUİYE İnsanda başkalarına hücum ve zararları defetmek kuvvesi. KUVVE-İ SEBUİYE-İ GADABİYE Zararlı şeyleri def'e sevkeden his ve kuvvet. KUVVE-İ ŞÂMME Koku alma, koklama duygusu. Burun. KUVVE-İ ŞEHEVİYE Cinsi istek kudreti. Yemek, içmek, konuşmak, uyumak gibi kabiliyetler. KUVVE-İ TEŞRİİYE Kanun vaz'etme kuvveti. şeriata uyan düsturlar yapma kuvveti. * Büyük Millet Meclisi. KUVVE-İ VÂHİME Vehim ve hayâl duygusu. Kuruntu hâssesi. KUVVE-İ ZAHRİYE Yardımcı ve imdatçı kuvvet. KUVVE-İ ZÂİKA Dildeki tad alma duygusu. (Bak: Dil)(Ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mide, cesedin idâresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev'inden ancak beş derecesi muvafık olur.. fazla olamaz. Tâ ki; kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp, vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dahiline sokmasın. İşte bu sırra binâen, şimdi iki lokma farzediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddi maddeden kırk para; diğer lokma, en âlâ baklavadan on kuruş olsa.. bu iki lokma ağıza girmeden, beden itibariyle farkları yoktur, müsâvidirler; boğazdan geçtikten sonra, cesed beslemesinde yine müsâvidirler. Belki, bazan kırk paralık peynir, daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar mânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin. Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır, "hâkim benim" der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse; onu içeriye sokacak. İhtilâl verecek, yangın çıkaracak, "Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün." dedirmeye mecbur edecek. İşte, iktisad ve kanaat, hikmet-i İlâhiyyeye tevfik-ı harekettir. Kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise; o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştiha-yı hakikiyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'i bir iştiha-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder. L.) KUVVE-İ ZÂKİRE Hafıza. Ezberleme kuvveti. Ezber edici kuvvet. KUVVET Sükunette bulunan cisimleri harekete, hareket ettikleri sükunete getirmeğe muktedir olan sebeb. (Kuvvet, te'sir ettiği cisimlerin hâricindedir.) KUVVET-İ DEVLET Devletin kuvveti. KUVVET-ÜZ ZAHR Arka veren kuvvet. Yardımcı, imdadcı kuvvet. Geriden gelen yardımcı. * İcabında arkadan yardımcı olacak asker kuvveti. İmdâda hazır asker. KUY f. Karye, mahalle, sokak. * Yol. Semt. KUYA Çok kusmak. KUYDAŞ f. Aynı köyden olanlar. Köyleri aynı olan kimseler. KUYUD (Kayd. C.) Kayıtlar. Resmi muâmelelerin veya her hangi bir şeyin kayıtları, deftere geçirilmeleri, yazılmaları. KUYUDAT Kayıtlar. KUYUDAT-I ATİKA Eski kayıtlar. KUYUD-U İHTİRAZİYYE Korunmak için ilerisine âid tedbir kayıtları. Bazı hakları kullanabilme şartı. KUZ f. Kambur. KUZ Bardak, kadeh. * Tas, çanak. KUZA' Ağız ağrısı. KUZA' Hırka parçası. KUZAH Mevzi ismi. * şeytan ismi. (Bak: Kuzeh) KUZAKIZ Yırtıcı ve paralayıcı yavuz arslan. KUZA'MEL Büyük şişman deve. KUZA'MELE Kötü huylu, kısa boylu kadın. * Şey. KUZAT Şeriat nâmına hükmeden hâkimler. Kadılar. (Bak: Kudât) KUZAZAT Ok yeleği kırpıntısı. * Altın parçaları. KUZE f. Su testisi. KUZE-GER f. Çömlekçi, bardakçı. KUZEH Renk renk çizgiler. * Bulutları idâreye me'mur bir melek ismi. KUZEHİYE Gözün renkli olan tabakası. İris. KUZFE (C.: Kuzuf-Kuzefât) Yüksek yer. KUZHA (C: Kuzeh) Yol, tarik. KUZU' Evmek, acele. KUZZ Yeleksiz oklar. KUZZE (C: Kuzze) Ok yeleği. * Pire, bürgus. KÜAYT (C: Ki'tân) Bülbül. KÜBAB Bir yere toplanmış kum. KÜBAD Tıb: Karaciğer iltihabı. KÜBAS Başı büyük olan erkek. KÜBBE (C: Kübb) At sürüsü. * İplik yumağı. KÜBBENE Bahil kişi. KÜBERA (Kebir. C.) Büyükler. Ulular. KÜBERA-YI ÜMMET Ümmetin uluları, büyükleri. KÜBKÜBE İnsan topluluğu. * At sürüsü. KÜBR Yakınlık. KÜBRA (Ekber'in müennesi) Büyük, daha büyük, en büyük. * Man: İkinci kaziye (İkinci önerme). Yâni, hadd-i ekberin bulunduğu cümle (Bak: Hadd-i ekber). KÜBUD (Kebed. C.) Karaciğerler. KÜCA f. Nereye? Nasıl? KÜDA Mekke-i Mükerreme'de Bâb-ı Umre'nin yolu. KÜDADE Çömlek dibinde kalan yemek. KÜDAME Her nesnenin bakiyyesi. KÜDAS Hayvan aksırığı. KÜDS Dövülmemiş harman. KÜDU' Soğuğun bitkilere zarar vermesi.KÜDUR : (Keder. C.) Kederler, hüzünler, üzüntüler, sıkıntılar, ıztırablar. KÜDÛ Yerin otu geç bitmek. KÜDURET (Keder. den) Bulanıklık. * Koyuluk, kesiflik. * Kaygı. Tasa. Kederlilik. KÜDÜRR Azâsı çok şişmiş olan yiğit. KÜDYE Kazılması güç olan sert yer. KÜF Yetiştiği satıhta kimyevî değişikliklere sebep olan küçük boylu mantarlara verilen umumi ad. * Maddelerin oksitlenme neticesinde dış tarafını kaplayan tabaka. Pas. KÜFAE Davarın bir yıllık dölü, sütü, yoğurdu, yünü ve yapağısı. KÜFALE Zammetmek, artırmak. * Boynuna almak. KÜFAT (Küfv. C.) Eşitler. * Denkler, müsaviler. KÜFE f. Taze dallardan veya kamıştan örülmüş, derin ve çeşitli boyda kaba sepet. KÜFFAR (Kâfir. C.) Gâvurlar. Hak din olan İslâmiyeti inkâr edenler. Kâfirler. KÜFFE (C: Küfât) Kaftan nigendesi, kaftan zencifi. KÜFİYYUN Eski arabça âlimlerinin ayrıldığı iki büyük şubeden biri olup diğerine Basriyyun denirdi. (O.L.) KÜFNE Ağaç, şecer. KÜFR Örtmek mânâsınadır. Kalbe âit bir sıfattır. Hak dini inkâr edip, hakkı inkâr edene ve gizleyene "kâfir" denilir. Kâfirliğin sıfatı küfürdür. * Allaha inanmamak. Hakkı görmemek. İmansızlık. * Allaha (C.C.) yakışmıyan sıfatlar uydurmak. Müslümanlığa uymayan şeylere inanmak. * Nankörlük, dinsizlik, günah, kaba ve ayıp söz. (Bak: Kebâir - Kâfir) KÜFR Ü DALAL Kafirlik ve sapıklık. Dinsizlik. KÜFRAN Nankörlük etmek. Allah'ın ihsan ve inayetine mukabil teşekkür etmeyip fiilen veya kavlen inkâr etmek. KÜFRAN-I Nİ'MET Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği ni'metleri bilmemek ve hürmetsizlikte bulunmak. (Bak: Tahdis-i ni'met)(Bazan tevâzu, küfrân-ı ni'meti istilzâm ediyor; belki küfrân-ı ni'met olur. Bazan da tahdis-i ni'met iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi ki, ne küfrân-ı ni'met çıksın ne de iftihar olsun. Meziyyet ve kemalâtları ikrâr edip, fakat temellük etmiyerek, Mün'im-i Hakikinin eser-i in'âmı olarak göstermektir. M.) KÜFR-İ CUHUDÎ Kalb ve dil ile ikrar etmemektir. (şeytan gibi) KÜFR-İ İNADÎ İnadî dinsizlik, inadî küfür. Hakikat isbat edildiği halde yine imana gelmemek. Bilip de kabul etmez olmak. KÜFR-İ İNKÂRÎ Aslâ Cenab-ı Hakk'ı tanımayıp, İslâmiyet hakikatlarını ikrar ve tasdik etmemektir. (Evet küfr, mevcudatın kıymetini ıskat ve mânasızlıkla ittiham ettiğinden; bütün kâinata karşı bir tahkir ve mevcudat âyinelerinde cilve-i esmayı inkâr olduğundan; bütün esmâ-i İlâhiyeye karşı bir tezyif ve mevcudatın vahdaniyete olan şehadetlerini reddettiğinden; bütün mahlukata karşı bir tekzib olduğundan; istidad-ı insâniyi öyle ifsad eder ki: Salâh ve hayrı kabule liyakati kalmaz. Hem, bir zulm-ü azimdir ki: Umum mahlukatın ve bütün esmâ-i İlâhiyenin hukukuna bir tecavüzdür. İşte şu hukukun muhafazası ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği; küfrün adem-i afvını iktiza eder. S.)(Deniliyor : Deve kuşuna demişler : "Kanatların var, uç!" O da kanatlarını kısıp, "Ben deveyim" demiş, uçmamış. Fakat avcının tuzağına düşmüş. Avcı beni görmesin diye başını kuma sokmuş. Halbuki koca gövdesini dışarıda bırakmış, avcıya hedef etmiş. Sonra ona demişler; "Mâdem deveyim diyorsun, yük götür!" O zaman kanatlarını açıvermiş. "Ben kuşum" demiş, yükün zahmetinden kurtulmuş... Fakat hâmisiz ve yemsiz olarak avcıların hücumuna hedef olmuş. Aynen onun gibi; kâfir, Kur'anın semâvi ilânatına karşı küfr-ü mutlakı bırakıp meşkuk bir küfre inmiş. Ona denilse: "Madem mevt ve zevali, bir idam-ı ebedi biliyorsun; kendini asacak olan darağacı göz önünde... Ona her vakit bakan, nasıl yaşar? Nasıl lezzet alır?" O adam, Kur'anın umumi vech-i rahmet ve şümullü nurundan aldığı bir hisse ile der: "Mevt idam değil, ihtimal beka var." Veyahud, deve kuşu gibi başını gaflet kumuna sokar, tâ ki ecel onu görmesin ve kabir ona bakmasın ve zeval-i eşya ona ok atmasın!.Elhasıl : O meşkuk küfür vasıtasiyle deve kuşu gibi mevt ve zevali, idam mânâsında gördüğü vakit, Kur'an ve semâvi kitabların iman-ı bil'âhiret'e dair kat'i ihbaratı ona bir ihtimal verir. O kâfir, o ihtimale yapışır, o dehşetli elemi üzerine almaz. O vakit ona denilse: "Mâdem bâki bir âleme gidilecek; o âlemde güzel yaşamak için tekâlif-i diniyye meşakkatini çekmek gerektir!" O adam şekk-i küfri cihetiyle der: "Belki yoktur; yok için neden çalışayım." Yâni: Vaktâ ki o hükm-ü Kur'anın verdiği ihtimal-i beka cihetiyle idam-ı ebedi âlâmından kurtulur ve meşkuk küfrün verdiği ihtimâl-i adem cihetiyle tekâlif-i diniyye meşakkati ona müteveccih olur; ona karşı küfür ihtimaline yapışır, o zahmetten kurtulur. Demek bu nokta-i nazarda, mü'minden ziyade bu hayatta lezzet alır, zannediyor. Çünki; tekâlif-i diniyyenin zahmetinden ihtimâl-i küfri ile kurtuluyor ve âlâm-ı ebediyeden, ihtimâl-i imanî cihetiyle kendi üzerine almaz. Halbuki bu mağlâta-i şeytaniyenin hükmü, gayet sathi ve faidesiz ve muvakkattır. L.) KÜFR-İ MEŞKUK Küfürde ve itikatsızlıkta şüpheli olma. KÜFR-İ MUTLAK Hiç bir imâni hükmü olmamak, dine âit hiç bir hakikatı, Allah'ın varlığına âit hiç bir delili kabul etmemek. İhsan ve inayet-i İlâhiyyeye karşı şükür etmiyerek fiilen ve kavlen inkâr etmek. ("Neuzü billâh" dine söğmek gibi) Küfr-ü icabettiren bazı çirkin sözlere de "küfür" denilmiştir.(Bir müslüman bir hakikat-ı imaniyeyi inkâr etse, küfr-ü mutlaka düşer. Çünkü başka dinlerin icmallerine mukabil İslâmiyette tam izahat verilmiş. Rükünler birbiriyle zincirlenmiş. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımayan, tasdik etmeyen bir müslüman, Allahı da (sıfatıyla) daha tanımaz ve âhireti bilmez. Bir müslümanın imanı o kadar kuvvetli ve sarsılmaz hadsiz hüccetlere dayanıyor ki, inkârda hiçbir özür kalmıyor. Adeta akıl, kabulde mecbur oluyor. S.) KÜFR-İ NİFAKÎ Dil ile imanı ikrar edip kalb ile itikad etmemektir. KÜFRİYYAT Küfre sebep olan işler ve sözler. KÜFUF (Keff. C.) Avuçlar, el ayaları. KÜFÜRBAZ f. Küfür sözü söyleyen. Ahlâksız. Küfrü âdet edinmiş olan. KÜFÜV (KÜFV) şerik. Nazir, akran, denk, eş, benzer, misil. Hemtâ. (Bak: Kefâet) KÜFYE Ancak geçinebilecek kadar olan yiyecek. KÜH (Bak: Kûh) KÜHBE Kırmızılığa yakın olan beyaz renk. KÜHEN f. Eski, zamanı geçmiş. Demode olmuş. Yıpranmış. KÜHENPİR f. Yaşı ilerlemiş. Çok yaşlı, ihtiyar. KÜHENSÂL f. Yaşlanmış, ihtiyarlamış, kocamış. Eskimiş. KÜHEYLAN Cins arab atı. (Gözü sürmelidir.) KÜHHAN (Kâhin. C.) Kâhinler, falcılar. KÜHİSTAN f. Dağlık yer, dağı çok olan mevki. KÜHKÜM Oturak yeri kemiği. KÜHL Sürme. Göz için sürme boyası. KÜHLE Sığırdili denilen ot. KÜH-SAR f. Dağ tepesi. Dağlık. KÜHUF (Kehf. C.) Mağaralar. KÜHUL (Kehl. C.) Orta yaşlı kişiler. Olgun kimseler. KÜHULET Orta yaşlılık. (35-40 yaş arası) Olgunluk çağı. Bazılarına göre: Yirmibir ile altmış yaşa kadar olan insanın hayat devresi. Veya otuz ile elli arası. KÜHURE Yüzünü pörtürmek. KÜLA Kuş kanadının sonunda olan dört telek. KÜL'A Devenin arkasında olur bir hastalık. * Koyun sürüsü. KÜLAE Tehir etmek, sonraya bırakmak. KÜLAH Takke. Kalpak. Baş örtüsü. * Kazıkların toprağa girmesini kolaylaştırmak için uçlarına geçirilen huni şeklindeki demir gömlek. KÜLALE f. Çiçek demeti. * Kıvrım kıvrım olan saç. Kıvırcık saç. Bukle. KÜLAM Kaba, muhkem ve sağlam yer. KÜLBE f. Kulübe. KÜLBE(T) Sıkıntı, zorluk, ıztırab. Şiddet. * İki sahtiyan arasına konup dikilen kırmızı kayış. KÜLÇE Eritilip tasfiye olunmamış veya topraktan çıkartıldığı gibi bulunan maden. * Büyük parça şeklinde dökülmüş maden. KÜLEF (Külfet. C.) Külfetler, zahmetler, sıkıntılar, zorluklar. * Merâsimler. KÜLENG f. Turna kuşu. KÜLFET Zahmet. Sıkıntı. Yorgunluk. Zahmetli iş. Adetten ve lüzumundan çok yorularak çalışmakla iş yapmak. * Merâsim. KÜLHAN f. Hamam ocağı. Hamamda su ısıtmak için ateş yakılan yer. KÜLHANİ f. Serseri, çapkın, âvâre. KÜLİÇE f. Külçe. KÜLİÇE-İ NÜHAS Bakır külçesi. KÜLKÜL (KÜLKÂL) Kısa boylu bodur adam. KÜLL Hep, tüm, bütün. Çok. Cüz'lerden meydana gelen.Bütün cüzlerin şumul ve istiğrak üzere ifadeleri. (L.R.) KÜLLAB (C.: Kelâlib) Çengel, kanca. Ucu eğri demir. KÜLLE f. Topuk. * Kâhkül. KÜLLE YEVM Her gün. KÜLLÎ Külle mensub. Cüz'iyat ve ferdlerden meydana gelmiş olan. Umumi, bütün. * Çok, ziyade, fazla. * Man: İnsan dediğimiz zaman küll'ü ve küllîyi ifade etmiş oluyoruz. İnsanın eli, ayağı, kolu, gözü dersek cüz' ve cüz'îyi ifade etmiş oluruz. Dünya denilirse küll; dünyanın karaları, kıt'aları veyahut denizleri dediğimiz zaman küll'ün eczasını ifade etmiş oluyoruz. Küll, cüz'lerden meydana geliyor. KÜLL-İ A'ZAM En büyük bütün. En büyük küll. KÜLLİYAT (Külliyet. C.) Bütün. Hepsi. Hepsi birden. * Bir müellifin bütün eserleri. KÜLLİYE (Külliyet) Bütünlük, umumilik, genellik. * Bolluk, çokluk, ziyadelik. * Tar: Osmanlı İmparatorluğu zamanında Arap vilâyetlerinde bazı medreselere, üniversite karşılığı verilen ad. KÜLLİYEN Kâmilen, tamamen. Cüz'î olmamak üzere. Büsbütün. Tamamıyla, toptan, kâffesi. KÜLLÜ AMM Her sene, bütün sene. KÜLLÜ DAİN Bütün hastalıklar. Bütün dertler. KÜLS Kireç. KÜLSE (C.: Ekles) Kireç renginde olmak. KÜLSUM Yuvarlak yüzlü. * Yanağı ve yüzü etli olan.KÜLTÜR : Fr. Her türlü fikir, san'at ve âdet varlıklarının hepsi. * Bir kimsenin umumi bilgi seviyesi. * Terbiye. * Ziraat. * Tıb: Tecrübe veya ilâç yapmak için mikrop besleme ve çoğaltma. KÜLUH Katı yüzlülük. KÜLÜNG f. Taşçı kazması. KÜLVE (C: Külu-Külliyât) Dağarcık altına çepeçevre diktikleri deri. * Tirşe dedikleri kayış. KÜM' Ev, beyt. KÜMAHE f. Nazarlık. KÜMAN f. (Bak: Gümân) KÜMAŞE Sürat, hız. KÜMAT (Kemi. C.) Yiğitler, kahramanlar, savaşçılar. KÜMDET Renk değiştirme. KÜMEYT Koyu doru at. * Kırmızı şarap. KÜMM (C: Ekmâm-Ekmime) Gömlek yeni. KÜMME Kavuk. KÜMMEL (Kâmil. C.) Kâmiller. Olgunlar. İlmen, dinen ve mânen kâmil olan büyük zatlar. Büyük mâneviyat ve fazilet sahibi insanlar. KÜMMELÎN (Kâmil ve kümmel. C.) Kâmiller. KÜMMÎ Konik. Koni biçiminde olan. KÜMSERAT (C.: Kümsereyât) Armut. KÜMTE Kızıllık, kırmızılık, humret. KÜMTER (C: Kemâtir) Kısa boylu kaba adam. * Yabani eşek. Vahşi hımar. KÜMUN Pusulanıp gizlenmek. * Tıb: Gözde "gümne" denilen bir dumanlı hastalık görünmesi. KÜMZE Bir yere toplanmış hurma. KÜN Ol mânasında emirdir. Allah (C.C.) bir şeye Kün dese; o şey olur. KÜN FEYEKÛN (Bak: Emr-i kün) KÜNA f. Arâzi. Tarla. Etrafı çevrilerek ekilen yer. KÜNAM f. Kuş yuvası. * Hayvan ini. * İnsanın rahat edip dinleneceği yer. KÜNAN f. "Ederek, yaparak, eden, yapan" manâlarına gelerek kelimelere eklenir. Meselâ: (Hande-künân: Gülerek) KÜNASAT (Künâse. C.) Künâseler, süprüntüler. KÜNASE Süprüntü, zibil, çöp. KÜNAT (Kâni. C.) Kinâyeciler. Kinâye söyliyenler. KÜNBED f. Kubbe. KÜNBÜL Sağlam, dayanıklı, sert, katı. KÜNC (Günc) f. Köşe. Bucak. Bodrum. KÜNC-İ KANAAT Kanaat köşesi. KÜNC-İ MİHEN Mihnet, sıkıntı ve ıztırab köşesi. KÜNCÜD f. Susam. KÜND Biçimsiz, yakışıksız, kısa. * Kesmez, kör. * Yiğit, cesaretli, cesur. * Anlayışsız. Fehim ve idraki kısa. KÜNDE f. Suçlu bir kimsenin ayaklarına geçirilen tomruk. * Kalın ve yüksek ağaç. KÜNDEKÂR f. Sedefçi. Kıymetli ağaçları işleyen. Marangoz. KÜNDGÛŞ f. Sağır, işitmez. KÜNDÜR (C: Kenadir) "Günlük" denilen nesne. * Şişman ve kısa boylu kimse. * Vahşi hımar, yabani eşek. * Büyük çuval. KÜNDÜS Saksağan kuşu. KÜNENDE f. "Edici, yapıcı" mânâlarına gelerek kelimelere eklenir. KÜNGÂN f. Toprak ve çimento gibi şeylerle yapılan su borusu, su yolu. KÜNGÜRE f. Kubbenin en yüksek yeri, tepesi. KÜNH Bir şeyin aslı, cevheri, mikdarı. Dip. Kök. Özü, nihâyeti, vechi. * Vakit, zaman. KÜNİŞ(T) f. Mecusi tapınağı. * Yahudi havrası. KÜNNAŞE (C.: Künnâşât) Kök. KÜNNE Ev kapısı üstüne yapılan sundurma. KÜNNES (Kânis. C.) Yuvasında ve yatağında olan geyikler. * Gündüzün gizlenen, gece görünen seyyar yıldızlar. (Bak: Hunnes künnes) KÜNTAN Kısa boylu. KÜNU' Yakın olmak. KÜNUD Nankörlük. Nimeti inkâr etmeklik. KÜNUN f. şimdi. El'an. KÜNUN Birşeyi gizleme, saklı tutma. KÜNUZ (Kenz. C.) Hazineler. Defineler. KÜNUZÂT Kenzler. Hazineler. KÜNÜBDÜR Kaba nesne. KÜNYE Bir kimsenin nereden ve kimden olduğunu bildiren ve hüviyeti yazılı olan kâğıt. KÜPEŞTE Geminin kenarlarındaki tahta siper. * Parmaklığın üzerindeki düz ve kalın tahta. KÜRA' (C: Ekru-Ekâri) İnsanda boyundan aşağısı; hayvanda topuktan aşağısı. * Koyun ve sığır baldırı. KÜRABE Ağaç dibine düşen hurmaları toplamak. KÜRAIYY Paça satan. KÜRAN f. Al renkli at. KÜRAT (Küre. C.) Küreler. Yuvarlak olan nesneler. KÜRAZ Ağzı dar bardak. KÜRBAK Dükkân. KÜRBE f. Dükkân. KÜRBET (Kerb. den) Sıkıntı. Tasa. Keder. * Belâ. Musibet. KÜRBET-İ GURBET Gurbetten dolayı olan keder. KÜRDABE Büyük su içinde olan çürüntü. KÜRDE (C: Kürüd) Sürülmüş tarla. KÜRDEVS (C: Kerâdis) Kemik başı. * At sürüsü. KÜRDİSTAN Kürdlerin oturdukları bölge. * İran'ın Ardelân eyaletinin eski adı. KÜRE (Kürre yanlıştır) Yuvarlak cisim. * Şeklin sathındaki bütün noktalar merkeze aynı uzaklıktadır. Dünya da yuvarlak olduğundan "Küre-i arz" denilmiştir. "Küre-i zemin" de denir. KÜRE f. Toprak ocak. Mâdenci ocağı. KÜRE-İ ARZ Dünya. (Yuvarlak olduğundan dolayı bu isim verilmiştir.)(Küre-i arz, küçüklüğüyle beraber semâvata karşı gelebilir. Çünki nasılki "Dâimi bir çeşme, varidatsız büyük bir gölden daha büyük" denilebilir. Hem, bir ölçek ile bir şey ölçerek başka yere nakledilen ve onun elinden geçmiş ve ona girmiş çıkmış bir mahsulâtla, zâhiren binler def'a ölçekten büyük ve dağ gibi bir cisimle o ölçek muvâzeneye çıkabilir. Aynen öyle de: Küre-i arz, Cenâb-ı Hak onu san'atına bir meşher ve icadına bir mahşer ve hikmetine medar ve kudretine mazhar ve rahmetine mezher ve Cennetine mezraa ve hadsiz kâinata ve mahlukat âlemlerine ölçek ve mâzi denizlerine ve gayb âlemine akacak bir çeşme hükmünde icad etmiş. Her sene kat kat ve katmerli yüzbin tarzda, masnuattan dokunmuş gömleklerini değiştirdiği ve çok def'a dolup mâziye boşaltarak gayb âlemine döktüğü bütün o müteceddid âlemleri ve arzın müteaddit gömleklerini nazara al; yani bütün mazisini hazır farzet; sonra yeknesak ve bir derece basit semavata karşı muvazene et. Göreceksin ki: Arz, ziyade gelmezse, noksan da kalmaz. İşte $ sırrını anla. S.) KÜRE-İ AYN Tıb: Göz yuvarlağı. KÜRE-İ HÂK Yeryüzü. * Zemin yüzü. KÜRE-İ HAVA Dünyayı kaplayan hava tabakası. Atmosfer. KÜRE-İ KAMER Ay. KÜRE-İ ZEMİN Dünya, küre-i arz. KÜREK CEZASI Tanzimattan önce ve yelkencilik devrinde işledikleri ağır cürümden dolayı harp gemilerinden kürek çekmek üzere gemi hizmetine verilen kimseler. Bu gibiler, gemilerde kürek çektikleri için bu tâbir meydana gelmiştir. KÜREMA (Kerim. C.) Kerimler. KÜREND (Küreng) f. Al at. KÜREVÎ Yuvarlak. Küre şeklinde. KÜREVİYAT (Küreviyet. C.) Küre gibi oluşlar. Küreler. Yuvarlaklıklar. KÜREVİYET Yuvarlaklık. Küre gibi oluş. KÜREYC Dükkân. KÜREYVAT Kandaki küçük yuvarlak cisimler. Küçük küreler. KÜREYVAT-I BEYZA Kandaki beyaz renkte ve çok küçük kürecikler. Kan ve lenf gibi vücud mâyilerinde bulunan çekirdekli ve yuvarlak hücreler. Kırmızı küreciklere nisbetle azdırlar. Vazifeleri hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır. Ne zaman müdafaaya girseler Mevlevi gibi iki hareket-i devriye ile sür'atlı bir vaziyet-i acibe alırlar. KÜREYVAT-I HAMRA Kırmızı kan kürecikleri. Kana kırmızı rengini veren, çekirdeksiz, yuvarlak, küçük hücrecikler olup kanın her mm.küpünde beş milyon kadar bulunurlar, beden hücrelerine erzak dağıtırlar ve bir kanun-u İlâhî ile hücrelere erzak yetiştirirler. (Tüccar ve erzak memurları gibi) KÜREYVE (C.: Küreyvât) Küçük yuvarlak. KÜRH Sıkıntı, meşakkat, zahmet. KÜRİZ f. Hizmetkâr, hâdim, hademe. KÜRİZÎ f. Beli bükük ve sefil ihtiyar. KÜRK Kızıl, kırmızı, ahmer. KÜRKÎ (C: Kürâki) Turna kuşu. KÜRMİH f. Çivi, mıh. KÜRNÜB Kelem dedikleri lahana. KÜRR (C: Ekrâr) Yediyüz bin kırksekiz dirhem. * Ölçek. KÜRRAS Pırasa. KÜRRASE (C: Kerâris) Elyazma kitapların sekiz sahifeden meydana gelen forması. KÜRRE f. Hayvan yavrusu. Sıpa. Tay. KÜRRE Deve ve koyun terslerinin parçası. KÜRRE (Bak: Küre) KÜRREC Top. KÜRRE-İ HAR Eşek yavrusu. Sıpa. KÜRREZ İki yaşına girmiş doğan kuşu. * Kötü ve hâzık kimse. KÜRSİ Oturulacak yüksekçe yer. Câmilerde vâizin, medreselerde müderrisin oturduğu yer. * Taht, serir. Erike. Koltuk. * Kaide. * Merkez. * Vazife. * Saltanat, kudret ve mülk. * Başkent, hükümet merkezi. * Mânevi makam. * Arş'ın altına bir semâ tabakası. (Bak: Arş) KÜRSİ-NİŞİN f. Tahtta oturan hükümdar, pâdişah. * Vâli. * Câmide vaaz eden. KÜRSU' Bilek kemiğinin ucunun serçe parmak tarafında olan yumruca kısmı. KÜRSÜB Kesbetmek, kazanmak, çalışmak. * Sert ve sağlam ağaç. KÜRSÜF (C: Kerâsif) Pamuk. KÜRTAJ Dölyatağı (rahim) veya kemik apsesi boşlukları içinde bulunan yabancı cisim veya hasta organları özel bir âletle çıkarıp almak işlemi. Rahmin temizlenmesi ameliyesi. KÜRUB (Kerb. C.) Kederler, tasalar, kaygılar, gamlar. KÜRUM (Kerm. C.) Üzüm kütükleri. Bağ kütükleri. KÜRUR Bir şeyin tekrarlanması. * Geri çekmek. * Menetmek, engel olmak. KÜRUR-U A'VAM Senelerin birbirini takib etmesi. Yılların ard arda geçmesi. KÜRUŞ (Keriş. C.) İşkembeler. KÜRUZ Dühul etmek, girmek, dâhil olmak. * Bir kimseye ilticâ etmek, sığınmak. KÜRÜK f. Deve yavrusu. KÜRZ (C: Karaze) Çan. * Dağarcık, torba. KÜS' Tâbi olmak, ittiba etmek, uymak. KÜSAHA Süprüntü. KÜSBE Bir parça süt ve hurma. * Taamdan veya başka şeyden az iken çoğalıp toplanan nesne. KÜSBE Yağı veya suyu çıkartılmış her çeşit nebâti artıklar. Yağ posası. KÜSBÜRE Kanbel otu. KÜSEYRA Bir dikenli ağacın zamkı. KÜSEYRE Hurma koruğu. KÜSFÜRE Kanbel otunun tohumu. KÜSİSTE (Güsiste) f. Gevşek, uyuşuk, tembel. * Kopuk, kopmuş. KÜSR Çok mal. KÜSSAB Küçük ok. KÜSSAR(E) Kırılan şeyin parçaları. KÜSSE Kaba sakal. KÜSTERDE f. Döşenmiş, yayılmış. KÜSTİC (C.: Kesticât) Mecusiler kuşağı. KÜSUD Çekilme, vaz geçme. Ric'at. Gayeye varmadan geri dönme. KÜSUD Az nesne. KÜSUD Kesad. KÜSUF Güneş tutulması. Ay'ın, dünya ile güneş arasına gelerek dünya üzerinde gölge yapması. * Mc: Birisinin felâketli hâlinde çok teessür göstermesi hâli.(Güneşin ve ayın tutulmaları, küsuf ve husuf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yâni gece ve gündüzün nurani âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenâb-ı Hak ibâdını o vakitte bir nevi ibâdete davet eder. Yoksa o namaz, (Açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesabiyle muayyen olan) ay ve güneşin husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdır ki; insan o vakitlerde aczini anlar, dua ile, niyaz ile Kadir-i Mutlakın dergâhına iltica eder... Eğer dua, çok edildiği halde, beliyyeler def olunmazsa; denilmiyecek ki: "Dua kabul olmadı." Belki denilecek ki: "Duanın vakti, kaza olmadı." Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle belâyı ref etse; nurun alâ nur.. o vakit dua vakti biter, kazâ olur. Demek dua, bir sırr-ı ubudiyettir. S.) KÜSUF-U CÜZ'Î Güneşin bir kısmının tutulması. KÜSUF-U KÜLLÎ Güneşin tamamının tutulması. KÜSUL Tembel, uyuşuk, gevşek. KÜSUR (Kesir. C.) Artan parçalar, geri kalan adetler. Artık. KÜSURÂT (Küsur. C.) Artan kısımlar, küsurlar, artıklar. KÜSV Bir yere yığılmış ve toplanmış nesne. * Az, kalil. KÜSVE Az, kalil. KÜŞ f. "Öldüren, öldürücü" mânalarına gelerek tamlama yapmada kullanılır. Meselâ: Düşman-küş: Düşman öldüren. KÜŞA f. "Açan, açıcı" mânâlarına gelerek tamlama yapımında kullanılır. Meselâ: Dil-küşâ : Gönül açan, gönül açıcı, ferahlık veren. KÜŞAD (Küşât) f. Açış. İlk açılış merasimi. * Açma, fethetme. * Yeni yapılan resmi bir yapının ilk defa olarak açılması. KÜŞADE (Küşude) Açık. Açılmış. Ferahlı. KÜŞADETMEK Açmak. Açış merâsimi. KÜŞAYİŞ f. Açıklık. Ferahlık. KÜŞENDE f. Öldüren, katil, öldürücü. KÜŞİŞ f. Öldürme, öldürüş. Katletme. KÜŞLE Hind vilâyetinde yetişen zehirli bir ot kökü. KÜŞTAR f. Kesilmiş veya kurban edilmiş koyun. * Et. KÜŞTE (C.: Küştegân) f. Öldürülmüş, maktul. KÜŞTEGÂN (Küşte. C.) Öldürülmüşler, öldürülmüş olanlar. KÜŞTEGÂN-I ZİNDE Şehitler. Şehid olmuş kimseler. KÜŞTEN f. Öldürmek. KÜŞTERE f. Uzun dülger rendesi. KÜŞTÎ f. Pehlivanlık, güreşme. KÜŞTÎGİR f. Pehlivan, güreşçi. KÜŞTÎGİRÎ f. Pehlivanlık. KÜŞUD Memesi küçük davar. KÜTA' (C.: Küt'ân) Tilki eniği. * Kötü adam. * Tamamlanmak, toplanmak. KÜTALE Ağırlık, sıklet. KÜTAR Kereviz. KÜTBE Dikiş. KÜTEH (Kutah) f. Kısa. KÜTFANE (C.: Kütfân-Ketâyif) Çekirgenin evvel kanatlanıp uçanı. KÜTLE (Kitle) Bir cismi terkib ve teşkil eden kısımların bütün hey'etine denir. Toplu şey. Deste. Yığın. Külçe. KÜTT Malı kazanıp yığan kimse. KÜTTAB (Kâtib. C.) Kâtipler. * Mektep, okul. * Başı yuvarlak küçük ok. (Oğlancıklar onunla ok atmayı öğrenirler.) KÜTÜB (Kitâb. C.) Kitablar. KÜTÜBHANE Kitapların bulunduğu salon veya bina. * Belli bir kaideye göre tasnif edilmiş kitaplardan meydana gelen bütün. * Kitap koymağa yarayan bölmeli dolap. KÜTÜBHANE-İ UMUMİYE Umumi kütübhâne. KÜTÜB-Ü MENSUHA-İ SEMAVİYYE İslâma ve bütün beşeriyyete gönderilen Kur'an-ı Kerim'den evvel eski peygamberlere gelen -Tevrat, İncil, Zebur- namlarındaki şimdi hükmü kalkmış olan mukaddes kitablar. KÜTÜB-Ü MUKADDESE Mukaddes kitablar. KÜTÜB-Ü MÜNZELE Vahiy ile Cenâb-ı Hak tarafından indirilmiş, ihsan edilmiş mukaddes kitaplar.(... Kur'anı nâzil eden Zât-ı Zülcelâl, Mu'cizat-ı Ahmediye (A.S.M.) ile, Kur'an vahiy olduğunu gösterir; isbat eder. Ve nâzil olan Kur'ân dahi üstündeki i'caz ile gösterir ki; Arştan geliyor. Ve münzel-i aleyh olan Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bidayet-i vahiydeki telaşı ve nüzul-i vahy vaktindeki vaziyet-i bihuşu ve herkesten ziyade Kur'ana karşı ihlâs ve hürmeti gösteriyor ki; vahiy olup ezelden geliyor, O'na misafir oluyor. M.) KÜTÜB-Ü SÂLİFE Geçmişteki eski mukaddes kitaplar. KÜTÜB-Ü SEMÂVİYYE Mukaddes kitaplar. Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'an. KÜTÜB-Ü SİTTE-İ HADİSİYYE Hadise dair altı Kitab. Bu eserler en çok tetkik edilmiş, en sahih, en doğru ve mu'teber hadis kitablarıdır.1- Sahih-i Buhâri. Müellifi: Hâfız Ebu Abdullah Muhammed İbn-i Câfii-i Buharî'dir. Sahih hadisleri tesbit için İslâm ilim merkezlerini dolaşmış, hadis âlimlerinden istifade etmiştir. Cumhurun telâkkisine göre Kur'an-ı Kerim'den sonra en sahih kitab ve ilim menbaıdır. Hicri 256'da vefat etmiş olup bu mezkur kitabında 7395 adet hadis nakletmiştir.2- Sahih-i Müslim. Müellifi: İmam-ı Müslim bin El-Haccac. (Hi: 204-261) Kitab-üs-sahihini yüzbin hadisten seçmiş ve onbeş senede vücuda getirmiştir. Mezkûr eserinde 2775 hadis nakletmiştir.3- İbn-u Mâce (Sünen-i İbn-i Mâce). Müellifi: Ebu Abdullah Muhammed Yezidi Kazvinî'dir. Vefatı: Hicri 273 senesidir.4- Ebu Dâvud (Sünen-i Ebu Dâvud 4800 hadisi muhtevidir) Müellifi : Ebu Davud Süleyman Es-Sicistânî'dir. Hicri 275'e kadar yaşamıştır. Câmi-üs-Sünen isimli kitabı meşhurdur. 500 bin hadis hıfzetmiştir. İslâm hukukçuları arasında çok mühim yeri vardır.5- Tirmizî: (Sünen-i Tirmizî). Müellifi: Hâfız Ebu İsa et-Tirmizî olup, hicri 275 de vefat etmiştir.6- Nesaî: (Sünen-i Nesaî) Müctebâ da denir. Müellifi Hâfız Ebu Nesaî olup Hicri 303 tarihine kadar yaşamıştır.Buharî ile Müslim Hadis Kitablarına: "Sahihân"; diğer dört Hadis kitabına da: "Sünen" tabir edilir. KÜTÜB-Ü TEVARİH Tarih kitabları. KÜTÜM Bir otun yaprağı. (Mersin yaprağına benzer; kına ile karıştırıp boya yaparlar.) KÜUB (Küubet) Kızın memesinin büyümesi. KÜUL İspirto. Alkol. KÜUS (Ke's. C.) Kaplar, çanaklar, çömlekler. * kadehler. Bardaklar. KÜV' Bileğin başparmak tarafı. KÜVAR (Kivar) f. Petek, bal peteği, kiler. (Bak: Kevare) KÜVB (C.: Ekvâb) Kulpsuz bardak. Küp. KÜVBE Tavla oyunu. * Dümbelek. KÜVET Fr. Leğen olarak kullanılan kapların umumi adı. KÜVH (C.: Ekvâh) Penceresiz ev. KÜVM Bir yere toplanmış olan bir miktar deve. * Yükseklik, yücelik. KÜVR (C.: Ekvâr-Ekvür-Kirân) Deve palanı. * İz. * Ateş yakacak yer. * Arı kovanı. KÜVRE (C.: Küvr-Kirân) Ateş yakacak yer. * Düz nâhiye. * şehir. KÜVS Göç vakitlerinde çalınan meşhur bir büyük sazın adı. KÜVSİYY Küçük yürügen at. KÜVVARE (C: Küvvârât) Arı kovanı. KÜVVE (KİVVE) (C.: Kivâ) Evin duvarına açılan delik. Pencere. KÜVVİRET (Tekvir. den) Toplandı, dürüldü. KÜVVİRET SURESİ Kur'an-ı Kerim'de 81. Suredir. İzeşşemsü Küvviret veya Tekvir Suresi de denir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur. KÜVZ (C: Ekvâz-Kizân-Kize) Bardak. KÜYY Pencere. KÜZAZ Tıb: Tetanos. Sinir gerilmesi. KÜZAZE Soğuğun şiddetinden olan bir hastalık. KÜZB Küsbe. KÜZEBZİB Çok yalancı. KÜZİNYAK Bez yıkayanların tokmağı. KÜZR Yay gezi. KÜZUM Ağzında dişi olmayan yaşlı deve. L Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler LA' Korkak. LÂ Arabçada kelimenin başında nefy edatı'dır. Cevap yerine veya yersiz inkârda kullanılır. "Yoktur, değildir" gibi. Mâzi fiilinin evvelinde bulunan Lâ, duâiye olur. Lâ zâle sıhhatehu: "Sıhhati zâil olmasın" sözündeki gibi. * Harf-i atıf da olur. Ve mâba'dını makabline nefyen rabt eder ve irabı da ona tâbi kılar. $ "Şeref edeb iledir, neseb ile değildir" sözündeki gibi. * Vav edatıyla beraber olursa, atıf edatı vav olur, lâ da nefyi te'kid eder. LÂ VE NEAM Hayır ve evet. (Daha çok, hiçbir fikir beyan edilmediği zamanlar kullanılır.) LÂ YEZALÎ Zevalsiz olana ait, sonu olmayanla ilgili. LAAHLÂKÎ Ahlâk dışı. Terbiye hârici. LAAKALL En az. Hiç olmazsa.(Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı, yarın ise; senin elinde sened yok ki, ona mâliksin. Öyle ise; hakiki ömrünü bulunduğun gün bil. Lâakall günün bir saatini ihtiyat akçesi gibi hakiki istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviyye olan bir mescide veya bir seccadeye at. S.) Yani beş vakit namazı kıl. LAALETTAYİN Gelişigüzel. Ayırd etmeksizin. Rastgele. LAALGUN f. Kırmızı renkte. Al renkte. LAALİK Doğrulukla kalkıp durmak. LAALLE Arabçada olması mümkün şeyler için kullanılır. Ola ki, umulur, ümid edilir, umulur ki mânâlarınadır. Ümide veya endişeye delâlet eder. (Bak: İnne) LAANALLAH Allah lânet etsin. LAANE Lânet etti. (mânâsına fiil.) LAAS Dudağın rengi açık siyâha yakın olmak. LAAS Çok yemek, çok içmek. LA'B Ağızdan salya akmak. LABE f. Yalvarma, yaltaklanma, dalkavukluk etme. Acz gösterme. * Bu yolda söylenen söz. LA'BE Bir kere oynamak. LABE'S Beis yok, zararsız. LABİRENT Fr. Bir defa içine girildiğinde çıkış yolu çok güçlükle bulunabilen bina. * Çok karışık ve birbirini kesen yol. LABİS Giyinmiş. Giyen. LABİŞARTIN (Lâ bişartın) Kayıtsız şartsız. Bir şarta dayanmaksızın.LABORATUVAR : Fr. İlmî ve sınaî çalışma ve araştırmalar yapmak için çeşitli cihaz ve malzemelerin bulunduğu yer. LABÜDD Çok lâzım. Elzem. Gerekli. * Her halde. Mutlaka. Muhakkak. * Ayrılık yok. LAC Dar şey. Geniş ve bol olmayan nesne. LAC f. Çıplak. LA'C (C.: Levâıc) Halecan etmek. * Acı vermek, elem vermek. * Yakmak. * Muhabbet ve aşktan dolayı yürekte hâsıl olan hararet. LACEREM şüphesiz, elbette, besbelli. * Nâçar, zaruri. LACEVAB Cevapsız. Cevapdışı. LACEVERD Lacivert. * Koyu mavi renkte değerli bir süs taşı. LACEVERDÎ f. Lacivert renkte. LACÎ Muslih, ıslah eden, terbiye eden. LACİN Ağaçtan dökülen yaprak. * Ağaçtan yaprak indirme. LAÇ f. Oyun etme, aldatma, hile yapma. LAD f. Duvar. LADE f. Ahmak, akılsız, ebleh. LADEN f. Çamdan çıkarılan zift gibi siyah ve kokulu zamk. LADİNE f. Kendir. LADİNÎ Dinle alâkası olmayan. Dinsiz. Din dışı. (Bak: Lâik) LAEDRÎ Bilmiyorum. (Eski zamanda şüpheci olup hiç bir şeye inanamıyan sofestailere Lâ edriye denirdi. Septisizm. (Bak: Sofizm) LAF f. Konuşma, tekellüm. * Söz, lâkırdı. LAFAHR Fahirsiz. İftiharsız. İftihar etmeksizin. * Fahrolmasın. LAF-I GÜZAF f. Boş yere söz. Boş lâkırdı. LAFİYUN Sütleğen cinsinden bir ot. LAFK İki şeyi birbirine çarpma. LAFZ (LAFIZ) Ağızdan çıkan söz, kelime. * Bir şeyi atmak. LAFZA Bir tek söz veya kelime. LAFZA-İ CELÂL İsm-i Celâl, Allah lâfzı. LAFZAN Lafız itibariyle. Söz olarak. Söyleyerek. Yazılı olmı(Zeker). LAFZEN f. Geveze, çok konuşan. * Övünen, kendini medheden. LAFZ-I ALLAH (LAFZULLAH) Allah isminin lâfzı. LAFZ-I ÂM Gayr-ı mahsur, yani sayısız müsemmaları ihata ve aynı cinsten bir çok fertlere birden delâlet eyliyen lâfızdır. Kavim, cemaat, nisa.. gibi. LAFZ-I HAS Bir mânâya münferiden başlı başına vaz' olunan lâfızdır. Hasan, Hüseyin, insan, erkek, kadın lâfızları gibi. LAFZ-I KÜLLÎ Man: Mânâsı umumi ve herkesçe müşterek olan lâfız. "İnsan" gibi. LAFZ-I MUHTEMEL Huk: İki veya daha ziyade mânâya hamli mümkün bulunan sözdür ki, hangi mânânın kast olunduğu mücerred rey ile değil; deliller ve karineler ile tayin olunur. LAFZ-I MURAD Mânâsı için olmayıp lafzı için söylenen kelime, söz. LAFZ-I MÜFESSER Huk: Tahsis ve te'vile ihtimâl bırakmıyacak derecede açık olan sözdür ki, onunla amel vâcib olur. LAFZ-I MÜREKKEB Man: Mürekkeb lafız. Cüzlerden biri, mânâsının cüzlerinden birine delâlet eden lafız. LAFZ-I MÜŞEBBİ' Doyurucu, tatmin edici söz. LAFZ-I MÜŞTEREK Huk: Birçok müsemması bulunan lafızdır ki, hangi mânâ kasdolunduğu taayyün etmediği surette mânasız addolunur, onunla amel olunmaz. LAFZ-I VÂHİD Tek söz. LAFZ-I ZÂHİR İbaresi işitilmekle ancak bilinen, yâni söyleyenin maksadı düşünülmeye muhtaç olmadan derhal mânâsı anlaşılan sözdür. Bunun zıddına hafi denir. LAFZÎ Lafza ait ve müteallik. * Gr: Kelimenin söylenişine ve yapısına aid, onlarla alâkalı. LAFZİYE Sözde ve yazıda görülen ve çok defa tasannua kaçan kelime süsleri. LAFZ-PERDAZANE f. Çeşitli ve çok söyleyerek. LAFZULLAH Allah lâfzı. (Bu kelime Kur'ân-ı Kerimde 2806 defa zikredilmiştir. Bu lâfız bütün "sıfat-ı kemâliyeyi" tazammun eden bir sadeftir.) LAG f. Lâtife, şaka. * Oyun. LAGAR f. Cılız ve zayıf hayvan. LAGARÎ f. Cılızlık, zayıflık. LAGB (LÜGÂB) Zahmet, meşakkat. * Güve yemiş kuş kanadı. * Zayıf adam. LAGIB Acıkmış ve yorulmuş kişi. LAGİYE Edebe aykırı ve fena söz. LAGLAGA (C.: Laglag) Ördekten küçük bir güzel kuştur, başında az miktar beyaz tüyü vardır. Türk diyârında yavrusunu çıkarıp kış günlerinde Mısır'a gider. LAGM İnanmayacak söz söylemek. * Bulaşmak. LAGT Hafif hafif ses çıkarma. Mırıldanma. LAGV Faydasız çirkin söz. * Köpeğin ürkmesi. * Deve avazı. * Rağbet olunmayan nesne. * Hükümsüz. * Kaldırmak. * Hata etmek. * İbtâl etmek. LAGVİYYAT (Lagv. C.) Lağvlar. Boş sözler. LAGY Avaz, ses, savt. * Yaramaz fuhuş sözler. LAGZ Kayma, sürçme. LAGZAN f. Kayan, sürçen. LAGZİDE f. Kaymış, sürçmüş. LAGZİDE-PÂ(Y) f. Ayağı kaymış. Ayağı sürçmüş. LAGZİŞ f. Sürçme, kayma. * Kayış, sürçüş.-LAH : f. Kelimenin sonuna ilâve olunarak "yer" mânâsını verir. Meselâ: (Senglâh: Taşlık yer.) LAĞIM Kaleleri düşürmek için gedik açmak veya düşman ordugâhına zarar yapmak maksadıyla açılan ve barut konulup atılan yerler. Bu işi yapanlara "lâğımcı" denilirdi. Sonradan bu türlü işlere "İstihkâm" denilmiş ve o ad altında askeri teşkilât yapılmıştır. * Kazurat ve çirkef sularının akmasına mahsus örtülü yol. LAH' (Gövde) sülpük ve sarkık olmak. LAHA Boş ve faydasız sözler konuşmak. * Ekmeği ıslatıp yemek. * Gıda. * Aldatıp kandırmak. * Karnın sarkık ve sülpük olması. LAHA f. Yama. LAHAMET Semizlik, etlilik, şişmanlık. LAHAN Bozulup kokmak. LÂHAVLE (Lâhavle ve lâkuvvete illâ billâhil-aliyyil azim" cümlesinin kısaltılmışı ki, "Kuvvet ve kudret ancak Cenab-ı Allah'tadır." meâlinde olup bir belâ ve tehlike esnasında veya sabrın tükendiğini açıklamak için söylenir. LÂHAYR Uğursuz, hayırsız. LÂHAYRE FİH Bu işte hayır ve uğur yok. LAHB Sür'atle gitmek. * Eti kemikten ayırıp soymak. LAHC Dar olmak. * Bir nesne, kabında paslanıp çıkmamak. LAHD (LUHD) (C.: Lühud) Mezar. Üstü yükseltilerek yapılan mezar. * Eğilmek. * Bir tarafına meyilli olan çukur. LAHE f. Yama. LAHF şiddetli vuruş. LAHF Örtmek, setr etmek. LAHH Ulaşmak, varmak. * Yağmuru kesilmeyen bulut. LAHH Göz yaşının çok olması. LAHHAM Kaz gibi büyük, başı kızıl, kanadı kara bir kuş. Vezega dedikleri keler. LÂHIK Yetişen, ulaşan, erişen. Eklenen, katılan. * Fık: Namaz başlangıcında imama uymuşken ayrılarak tekrar namaz bitmeden imama uyan. LÂHIKA Ek, ilâve, katılan şey. Zeyl. Sonradan ilâve edilen, eklenen. LAHİ (Bak: Lahâ') LAHÎ Oyuncu. * Boşuna ve mânasız eğlenen. Oyalayan. LAHİB Açık yol. LAHİF Zulüm görmüş, ıztırab ve sıkıntı çekmiş. LAHİK Yetişen, vâsıl olan, ulaşan. * İlâve olan, eklenen. * Sonradan tâyin edilen, yenisi. (Bak: Lâhık) LAHİKE (C.: Levâhik) Gr: Ek, ilâve. (Bak: Lâhıka) LAHİM Et yediren. * Devamlı olarak et yiyen. LAHÎM Semiz, etli, şişman. LAHİME Et yiyen hayvan. LAHİN Telâffuz esnasında hususan Kur'ân okurken yanlışlık yapan. LAHİS Susuzluk veya sıcaktan dolayı dilini çıkararak soluyan köpek. LAHÎS Dar nesne. LAHÎS Örülmüş. Dizilmiş. LAHİYANE TA'ZİB f. Oyun olsun diye zahmet vermek. Oynarcasına azab vermek. LAHİZ f. Sel suyu. LAHÎZ Benzer, misil, nazir. LAHK (Lehak) Geriden yetişmek, ardından yetiştirilmek. * Alüvyon. Liğ. Akarsuların taşımasıyla gelen maddeler. LAHLAHA Güzel kokuların karışmasından meydana gelen koku. * Güzel kokularla yapılan bir nevi macun. LAHLAHANİYE Pelteklik, kekemelik. LAHM Et. Her şeyin içi ve üzeri. * Bir işi sağlam kılmak. * Kırık şeyi kuyumcunun yapıştırması. Lehimlemek. * Bir yerde ilişip kalmak. LAHM Ü ŞAHM Et ve yağ. LAHME Et parçası. LAHN Güzel ve kaideli ses. * Nağme. * Kaideye uymayan yanlış okuyuş. * Usulüne uygun okumak. * Sadece muhatabın anlıyacağı şekilde remizle söz söylemek. * Meyl. * Fehmeylemek. * Lisan. * Lügat. Fetva. Mânâ. Mefhum. LAHS Gözün üst kapağının etli olması. LAHS Yalamak. LAHS (LİHÂS) Darlık. * Şiddet. * Meşakkat, zahmet. LAHT f. Bir şeyin parçası, cüz'ü. LAHT İri cüsseli kimse. LAHT-I CİĞER Ciğerden kopma. LAHUS Uğursuz, meş'um. LAHUT İlâhî âlem. Uluhiyet âlemi. Ruhanî, manevî alem. LAHUTÎ Uluhiyet âlemine mensub ve müteallik olan. Sır âlemi. Gaybî âleme ait. Ruhanî âlemle alâkalı. LAHUTİYAN Uluhiyet âlemine girebilen melekler. LAHV Kabuğunu soymak. LAHVA Abes, bâtıl sözleri çok söyleyen, boş konuşan kadın. (Müz: Elhâ) LAHY Sakalın bittiği yer. LAHZ Ahlâkı yaramaz kimse. LAHZ (Lahzân) Göz ucu ile bakma. LAHZA Göz açıp kapayacak kadar kısa zaman. Bir an. En kısa zaman. Göz ucu ile bir bakış. Zaman. LAİC(E) (C.: Levaic) Kalbini aşk ateşi saran kimse. LAİHA (Bak: Lâyıha) LAİK Fr. Dine istinad etmeyen. Ruhanî olmayan kimse. Dini olmayan şey. Dinî olmayan fikir, dinî olmayan müessese, sistem veya prensip. Devleti dinî esas ve hükümler ile idare etmeyen sistem. Temel esasların ve kanunların menşeini ve teşri'de (kanun yapmakta) hareket noktasını ve değer ölçüsünü dine isnad etmeyip insanın ve cemiyetin sadece dünyevi menfaat ve anlayış ölçüsüne terkeden; diğer tâbirle: İlâhi kanunu terkeden, beşeri nizamla cemiyeti idareye çalışan sistem. (...Bîtaraf kalmak, yâni: Hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişilmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet... Ş.) LÂİLAÇ Çâresiz, dermansız, imkânsız. LÂİM (Lâime) Çekiştiren. Levmeden. Başkasını kötüleyen. LÂİME (C.: Levâim) Çekiştirme, levmetme, kınama. LAÎN Lânetlenmiş, kovulmuş, merdud. Allahın rahmetinden mahrum. LÂİN Lânet eden. Lânetleyen. * Herkesin kınadığı. LAJVERD f. Lâciverd. LAK f. Hakir, zelil, aşağı. * Tahta kadeh. LA'K Yalamak. LAK' Atmak. LAKA' (C.: Elkâ) Kıymetsiz hakir nesne. LAKAB Asıl isminden başka sonradan takılan ad. Meşhur olan birinin sonradanki adı. LAKAF Duvar yıkılmak. LAKANE Zeki ve seri anlayışlı olmak. LAKANIK Sucuk gibi içi doldurulmuş olan şey. LAKAT Yabandan toplanan nesne. * Mâdende bulunan gümüş ve altın parçaları. LÂKAYD Kayıtsız. Alâkasız. Karışmayan. Kıymet ve ehemmiyet vermeyen. Aldırış etmeyen. LÂKAYDANE Kayıtsız ve alâkasızca. Mühimsemiyerek. LÂKAYDÎ Kayıtsızlık, ilgisizlik, alâkasızlık. LÂKELÂM Hiçbir diyecek yok. LAKF Yutmak, bel etmek. LAKH (LAKÂH) Davar yüklü olmak. LÂKIH (C: Levâkıh) Ağaca su yürüten rüzgâr. * Yağmur yağdıran rüzgâr. * Karnında yavrusu olan hamile deve. LÂKIS Kötüleyici ve ayıplayıcı kimse. LAKÎ (Lâkıy) İtibarsız ve değersiz, zelil kimse. * Önemsiz ve kıymetsiz şey. LAKÎM Yontulmuş veya yonulmuş. LÂKİN Amma. Fakat. Ancak. şu kadar var ki. LÂKİNNE İstidrak edatıdır. İdrak istemek, anlamak istemek edatıdır ve bulunduğu kelimede bir şeyin anlamak istendiğini bildirir. Evvelki sözden neş'et eden bir tevehhümü kaldırmak için kullanılır. (Bak: İnne) LÂKİŞE Tutmaç aşı. LAKÎT(A) Yerden kaldırıp alınmış ve sahipsiz kalmış bir şey. Sokakta bulunan mal, para. * Sokağa atılmış yeni doğmuş çocuk. (Bak: Lukata) * Üzerine ansızın gelinen kuyu. LAKK Vurmak. LAKLAK (C.: Lekâlik) Leylek. LAKLAKA Leylek sesi. * Hareketten ve ıztıraptan dolayı çıkan ses. * Şiddetli ses ve galebe ile çağrışmak. * Boş ve mânasız söz. LAKLAKIYYAT (Laklaka. C.) Faydasız, boş lâkırdılar; mânâsız sözler. LAKM Çabuk çabuk yemek yemek. Yutmak. * Seddetmek. LAKN Anlamak. Fehmetmek. Çabuk kavramak. LAKPÜŞTE f. Kaplumbağa. LAKS Yakmak. * Almak. LAKS Lâkab takmak. * Ayıplamak. * Yaramaz olmak. LAKT Dermek, toplamak, cem'etmek. * Ansızdan bir nesneye yetişmek. LAKVE Ağız çarpılması. LA'L Kırmızı. Al renk. * Dudak. Kırmızı ve kıymetli bir süs taşı. LÂL f. Dilsiz. Söz söyleyemiyen. LÂL Ü EBKEM Şaşa kalmış. Sükuta mecbur olmuş. Susmuş. LALA f. Osmanlı İmparatorluğu zamanında sadrazamlar hakkında "Atabek" karşılığı olarak kullanılan bir tâbir olduğu gibi, şehzâdelerin mürebbilerine de bu ad verilirdi. * Saraya alınan acemilerin terbiyesine memur edilenler. * Eskiden büyük memurlarla zenginler de çocuklarının terbiyesine bakmak üzere "lâla" istihdam ederlerdi. Lâla, görünüşte hizmetkâr vaziyetde idiyse de, terbiyesi kendisine havale olunan çocuğa karşı âmir yerinde bulunur; esasen yaşlı ve kâmil insanlardan seçildikleri için çocuklar da kendisine bir mürebbi, bir hoca gibi tâzim ve hürmet ederlerdi. LA'LAA Kırmak. LALE Lâle denen meşhur çiçek. * Vaktiyle suçluların ve delilerin boynuna takılan halka. * İncir koparmak için ucu çatallı değnek. LALEFAM f. Lâle renginde. Rengi lâlenin rengine benzeyen. LALEGUN f. Lâle renkli. Pembe. LALEHADD f. Lâle yanaklı. Yanakları pembe renkte olan. LALEK (Lâlekâ) f. Taç. * Papuç, ayakkabı. * Horoz ibiği. LALERENK f. Lâle renginde olan. Lâle renkli. Pembe. LALERUH f. Lâle yanaklı. Yanağı lâle gibi pembe olan. LALERUHSAR f. Lâle yanaklı, al yanaklı. LALESAR f. Lâlelik. Lâlebahçesi. * Sığırcık kuşu. LALEVEŞ f. Lâleye benziyen. Lâle gibi. LALEZAR f. Lâle bahçesi. Lâlelik. LA'L-FAM f. Kırmızı renkli, al. LA'L-GUN f. Al renkli. Kırmızı renkli. LA'L-RENG f. Kırmızı renkli. Al renkte. LA'LUS Kurt, zi'b. LÂM Kur'ân alfabesinde yirmialtıncı harf olup, ebcedi değeri otuzdur. LÂMEHALE Hilesiz. * Çaresiz, imkânsız, ister istemez. LÂMEŞRU Meşru olmayan, şeriata uymayan, umumi nizam harici. LÂM-I CER Kelimeyi cerreden lâm harfi. Kelimenin sonunu "i" diye okutur. Lillâhi, Lieclillâhi'de olduğu gibi. İstihkak ve ihtisas, has ve müstehak ve zarfiyyet, illet mânâsını verir. LÂM-I TA'RİF VEYA LÂM-I İSTİĞRAK Kelimenin mânâsını umuma teşmil ettiği için, istiğrak mânâsı verilir. El-i istiğrak veya harf-i ta'rif de denir. Meselâ: Hamd kelimesi herhangi bir hamdi ifâde ettiği halde; El-Hamd dediğimiz zaman her ne kadar hamd varsa, bütün hamd ve senâlar mânâsına gelir. Bu, harf-i ta'rif ile olur. Harf-i ta'rif bir kelimeyi belirsiz halden belirli hâle koyar. Muayyeniyyet mânâsını verir. Bunlar elif ve lâm harflerinden teşekkül eder. El-Mekteb'de olduğu gibi. Mekteb herhangi bir mektebdir. El-Mekteb dendiğinde bizce muayyen, belli olan bir mekteb mânâsını ifade eder. Başına harf-i ta'rif gelen kelimeden tenvin kalkar. Nekre iken ma'rife olur. LÂMİ' Parlak. Parlayan. LÂMİA Parlak. Parlayan. Parıldayan. LÂMİH (Lâmiha) (Lemh. den) Parlıyan, parıldıyan. Parlak. LÂMİS El ile tutup yoklayan. Dokunan. Temas eden. LÂMİSE Dokunma hissi, duygusu. El ile olan his. Bir şeyin cesâmetini anlama duygusu. LÂMİ-ÜN NUR Nur saçarak parlıyan. LAMME Cin çarpması. Çarpıklık. * Yaramaz nesne. LÂM-UL ÂKIBET Neticeyi, âkibeti bildiren lâm. LÂM-UT-TAKVİYE Takviye lam'ı. Bu harf Arabçada ve yerine ve mânâsına da kullanılır. LÂM-UT-TA'LİL İllet ve sebeb bildiren lâm'dır. LÂM-UZ-ZARFİYE Zaman bildiren lâm. LÂMÜDRİK Anlamayan. İdraksiz. İdrak etmeyen. LÂMÜSELLİM Hayır! Hiç teslim etmem! LÂM-ÜT-TAHSİS VE TEMELLÜK Ait olma ve sâhib bulunmayı bildirir. (Bak: Li) LA'N Lânet etme. Lânetleme. LÂN f. Hakikatsızlık, vefasızlık. LÂNAZÎR Eşsiz, nazirsiz, benzersiz. Eşi ve benzeri olmıyan. LANDO Fr. Üstü önden ve arkadan açılıp kapanır, körüklü, geniş araba nevilerinden biridir. Halk arasında "Landon" şeklinde telâffuz edilen bu araba, fayton ve kupalara nazaran daha ağır ve gösterişli idi. LÂNE f. Yuva, ev. LÂNEGİR f. Yuva tutan. LÂNE-İ HARAB Bozulmuş yuva. LÂNE-İ NERMİN Sıcak ve yumuşak yuva. LÂNE-İ PEDER Baba yuvası. Peder evi. LA'NET Nefret. Tiksinti. Allah'ın rahmetinden mahrumiyyet.(Ehl-i Sünnet'in ve İlm-i Kelâm'ın azîm imamlarından meşhur "Sa'deddin-i Teftezanî", Yezid ve Velid hakkında tel'in ve tadlile cevaz vermesine mukabil "Seyyid-i Şerif-i Cürcanî" gibi Ehl-i Sünnet Velcemaat'in allâmeleri demişler: "Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdirler; fakat sekeratta imansız gittikleri gaybidir. Ve kat'i bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat'i ve delil-i kat'i bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tevbe etmek ihtimâli olduğundan, öyle hususi şahsa lânet edilmez. Belki $ gibi umumi bir ünvan ile lânet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur." diye "Sa'deddin-i Teftezanî"ye mukabele etmişler. R.N.) LA'NETULLAH Allah lânet eylesin mânâsında beddua. LA'NETULLAHİ ALEYH Allah'ın lâneti onun üzerine olsun. LÂRAYB şüphesiz, şeksiz, tereddütsüz. LÂRAYBE FİH Onda hiçbir şüphe yoktur. LARKÎ Keçiboynuzu. LAS f. Köpek, kelb. * Adi ipek. * Dişi hayvan. LA'SA Dudağının rengi az siyâha yakın olan kadın. (Müz: El'as) LASAF Bir cins hurma. * Gübre otunun diplerinde biter hıyar gibi bir nesne. * Yapışmak. * Kurumak. * Parlamak. LASAGA Hindibâ denilen ot. LÂSANİ Tek, vâhid. İkincisi olmayan. LASB Yapışmak. * Dar olmak. LASG (LÜSUG) Kemik üstündeki derinin zayıflıktan kuruması. LASIB (C.: Levâsıb) Yapışkan. * Dar ve derin kuyu. LASIK Yapışık, yapışmış olan. Yapışıcı, yapışkan. LASÎF Parlayan, parıldayan. Parlayıcı. LASİYYEMA Bâhusus. Hususan. Buna gelince. Herşeyden ziyade. Ençok. LASK Yapışmak. Yapışık olmak. Ulaşmak. LASS (C.: Lüsus-Elsâs) Hırsız, sârık. LASTA ing. Bir geminin alabildiği yük. LASV (LASY) Sövmek, şetm etmek. LAŞ f. Hakir ve aşağılık kimse. Adi, zelil, itibarsız ve alçak kişi. * Çapul, yağma. LAŞE Cife. Kokmuş et parçası. * Fık: Karada yaşayıp boğazlanmaksızın ölen veya şer-i şerife uygun olmayan şekilde kesilen kanlı hayvan ve bunların tabaklanmamış (dibagat edilmemiş) derileri. * Yenilmesi şer'an haram olan ölmüş hayvan. * Zayıf ve cılız hayvan. * Mc: Kıyıda kalmış kayık veya gemi teknesi. LÂŞEHÂR f. Leş yiyen. LÂŞEK şek ve şüphe yok. şüphesiz. Elbette. LÂŞEY Bir şey değil. Değersiz. LA'T Sakınmak, sakındırmak. LAT' Yalamak. * Ayağıyla bir kimsenin belinden aşağısına vurmak. LÂT İslâmdan önce Arapların Kâbe'de bulunan putlarından biri. LAT' (LUTÛ') Yapışmak. * Ulaşmak, varmak. LAT'A Dudaklarının içi beyaz olan kadın. * Çok yaşamış, ihtiyar kadın. LATA' Dudak içinde olan beyazlık. LATAFE Hediye, armağan. LÂTAİL Boş, faydasız, abes, mânâsız. LÂTAKNETU Ayet-i Kerimeden bir kısım olup: Ümidinizi kesmeyiniz (meâlindedir.) LAT'E Alın, cebhe. LATENAHİ Nihayetsiz. Sonsuz. Bitip tükenmeyen. LATEŞBİH Benzetmeksizin. Benzetmek olmasın. LATH El ayasıyla vurmak. LATH Her şeyin azı. * Bulaşmak ve karışmak. * Birine iftira atmak. LATHA Leke. LATİF Mülâyim. Yumuşak. Nâzik. Mütenasip. * Güzel. Şirin. Küçük ve hoşa giden. * Cisimle alâkası olmayan. Göze görünmeyen. * Çok lutf edici. * Derin, gizli. LATİFE Hoş söz. Şaka. Mizah. Söz ile iltifat. İnsanın çok ince ve hassas olup kalbe bağlı bir duygusu. (Mukabili ciddiyettir) (Bak: Letâif) LATİFEGU f. Lâtifeci, şakacı. Lâtife söyliyen. LATİFE-İ RABBANİYE İnsanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı olan ince bir duygudur ki, İlâhî hakikatlar onunla hissedilip zevkedilir. LATİFEPERDAZ f. Şakacı, lâtifeci. Lâtife yapan. LATİFEPERDAZAN (Lâtifeperdâz. C.) f. Şakacılar, lâtifeciler. LATÎM Babası ve annesi olmayan kişi. * Yüzünün bir tarafı beyaz olan at. * Yarış atlarının dokuzuncusu. LATÎME (C: Letâyim) Misk. * Güzel kokular konulan kap. *Attarlar pazarı. * Güzel kokulu nesneleri götüren deve. LATİN Eski Roma civarında iken sonradan genişleyen ve devlet kuran eski bir kavim ismidir. * Eski Roma. * Şarkta Katolik mezhebinden olanın ismi. LATİNCE Eski Roma'da konuşulan ve bugünkü Fransızca, İspanyolca, İtalyanca gibi dilleri doğurmuş olan ana dil ki, Hint-Avrupa dil âilesinin önemli bir kolu olan İtalik grubundandır. LATM Karıştırmak. Yapıştırmak. * Tokat vurmak. LATMA şamar, tokat. LATMAHÂR f. Tokat yiyen. Şamar atılan kimse. LATS Dövmek. * şiddetle basmak. LATT (C: Litât) Gerdanlık. * Lâzım olmak. * İnkâr etmek. * Sarkıtmak. * Örtmek. LÂTUHSA Sayısız. Sayıya gelmez. Hesaplanmaz. LÂUBALİ Alâkasız, kayıtsız, hürmetsiz, dikkatsiz. Senli benli. ("Lâ" harfi ile" Ubâli" muzari fiilinden müteşekkildir.) LÂUBALİYANE f. Lâubalilikle. Kayıtsız, alâkasız, saygısız ve dikkatsiz bir şekilde. Senli benli olarak. LAUK Yalanmış nesne. * Az, kalil. LAV Fr. Yanardağların ve volkanların ağızlarından püskürüp soğuyunca donan madde. LA'V Ahlâkı yaramaz kişi. * Haris adam. LÂVALLAH Vallahi hayır. LAVANTA Çeşitli çiçek ve bitkilerden alınan esanslarla yapılan güzel kokulu sıvı. LAY f. Söyleyen, söyleyici. LAY f. Tortu, posa. * Kül. * Çamur. LÂYA'KIL Aklı başında olmıyan, dalgın, bîhoş. Yaptığını bilmez. LÂ-YA'Nİ Mânasız, boş. LÂYEBGIYAN Biri ötekine tecavüz edip karışmaz ve hâsiyetini bozamaz (meâlinde olup, nefyedilmiş muzari fiilidir.) LÂYECUZ Câiz değil, olamaz, müsaade verilmez. LÂYEFHEM Anlayışsız, idrakten âciz. LÂYEFNA Bitmez, tükenmez. Fenaya gitmez. Yok olmaz. LÂYEMUT Ölmez. Mahvolmaz. Hayatı sona ermez. LÂYENBAGÎ Lâyık olmaz. Yakışmaz. Uymaz. LÂYENFEKK Bölünemez, ayrılamaz. Parçalanamaz. LÂYENKATI' Aralıksız. Kesilmeksizin. LÂYETECEZZA Bölünmez. Parçalanmaz. Ayrılmaz. Tecezzi kabul etmez. LÂYETEGAYYER Değişmez, bozulmaz. LÂYETENAHÎ Sonsuz. Nihayetsiz. LÂYETENAHİYET Lâyetenahilik, sonsuzluk, nihayetsizlik. LAYETEZELZEL Sarsılmaz. Tezelzül etmez.(Tahkikî iman sâhibleri, lâyetezelzel bir itikada sâhibdirler.) LÂYEZAL Zeval bulmaz. Yok olmaz. LÂYIH (LÂYİH) Parlak. Meydanda. Aşikâr. Hatıra gelen. LÂYIHA Düşünülen veya tasavvur edilen bir şeyin yazılması. Tasarı. LÂYIHA-İ KANUNİYE Huk: Henüz tasdik edilmemiş kanun tasarısı. LÂYIK (Liyakat. den) Yakışır ve yaraşır. Uygun, münasib ve muvafık. LÂYİM Azarlayan. LÂYUAD Adedi belli olmayan. Sayısız. Pek çok. LÂ-YUGLEB Yenilmez, mağlup olmaz. LÂYUHSA Hesaba gelmez. Hesabsız. Pek çok. LÂYUHTÎ Hatâsız, hatâ işlemez. Yanılmaz. LÂYU'KAL Anlaşılmaz, akıl ermez. Akıl ile idrak olunmaz. LÂYU'LA Üstüne çıkılmaz, çok yüksek. * Galip ve üstün gelinemez. LÂYU'REF Bilinmez. Tarif edilmez. LÂYUTAK Güç yetmez. Dayanılmaz. Takat yetmez. Çekilmez. LÂYUZAL İzale edilmez, tükenmez, zeval bulmaz. LÂYÜFHEM Anlaşılmaz. Fehmedilmez. LÂYÜFNA Tüketilmez, yok edilmez. LÂYÜLHÎHİ (İlhâ. dan) Ona gaflet vermez. Onu boş şeyler meşgul etmez. Boşuna iş yapmaz. LÂYÜS'EL Mes'uliyetsiz. Mes'ul tutulamaz. Sorumsuz. LAZ Doğu Karadeniz bölgesinde, bilhassa Rize dolaylarında yaşayan bir kavim. * Bu kavimden olan kimse. LAZA Ateş. Alev. * Cehennem'in altıncı katı. LÂZÂLE (Lâzâlet) Zeval bulmasın, zâil ve eksik olmasın. * Olsun! LÂZÂLE ÂLİYEN Yüce ve âli olsun. LÂZEVAL Zevalsiz. Sonu gelmez. Zeval bulmaz. LÂZIK Yapışkan, yapışıcı. Yapışmış olan. LÂZIM Lüzumlu, gerekli. * Bir şeyden aslâ ayrılmayan. Bir işte beraber bulunmasına ve vücuduna ihtiyaç olan şey. * Gr: Müteaddi olmayan. LÂZIM FİİL (FİİL-İ LÂZIM) Fâilin zâtında kalan fiil. (Geldi, gitti, güldü gibi) LÂZIM-AMED f. Lâzım gelir, lüzum eder. Lâzım geldi. LÂZIM-ÂMED ÇÂR-ÇİZ Dört şey lâzım geldi. LÂZIM-I BEYYİN Bu tabirin masdariyet şekli "Lüzum-u beyyin" olup ikisi aynı mânaya gelir. Herhangi bir şey hatıra gelince hiç bir delil ve emareye ihtiyaç olmadan o şeyle beraber düşünülmesi zaruri olan diğer bir şey. Meselâ: İnsan denildiği zaman, kabiliyet-i ilim ve san'at akla gelmesi gibi... LÂZIM-I GAYR-I MÜFARIK Ayrılması mümkün olmayan, terki câiz olmayan, ziyade gerekli, çok lüzumlu. LÂZIM-I MELZUM Biri birisinden aslâ ayrılmaz, birisi olunca diğerinin de olması şart olan. LÂZIM-I ZATÎ Kendisine ait icab eden hal. Kendisine has vaziyet. LAZÎ (Bak: Lazâ) LAZİB Sâbit olan, yapışan. LAZİSTAN Lazlar'ın oturduğu bölge olan Rize dolayları. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Rize sancağına verilen ad. LAZLAZ Yol gösterici, kılavuz. LAZLAZA Yılanın deprenmesi. LAZUK Yapışkan nesne. * Yapışkan balçık. LAZUK Yaraya yapışıp onulmayınca kopmayan devâ. LAZZ Devamlı yağan yağmur. * Men'etmek, engel olmak. LEAL İnci. LEALİ (Leâl. C.) İnciler. Lü'lüler. LEALİ-FEŞAN f. İnciler saçan. LEALLE (Bak: Laalle-İnne) LEAMET Alçaklık, âdilik, zillet, denaet, aşağılık. LEB f. Dudak. Şefe. * Kenar. * Sahil. Kıyı. LEBAB Sahralarda ve çayırlarda az miktar olan yaş ot. LEBABE(T) Akıllılık, zeyreklik. Akıl sahibi olma. LEBAÇE f. Önü açık elbise. Hırka. LEBAD(E) f. Yağmurluk. LEBALEB Ağzına kadar dopdolu. * Ağızdan ağıza. LEBAN Göğüs. LEBB Lâzım olmak. * Akıllı olmak. LEBBAN Sütçü. LEBBE Göğsün gerdanlık takılan yeri. * Devenin ve sığırın, göğsünden boğazladıkları yeri. * Evlâdını ve erkeğini seven kadın. LEBBELEB (Leb-beleb) f. Dudak dudağa. LEBBESTE (Leb-beste) f. Ağzı bağlı. Susan, konuşmayan. LEBBEYK Buyurunuz. Emredersiniz. * Benim muhabbet ve incizâbım dâim sanadır, başkasına değildir, sıdk ve ubudiyyetim dâim sanadır (gibi mânâlar ifâde eder.) LEBBEYK-ZEN f. Lebbeyk diye söyleyen. Emre hâzır olan. Râzı olan. LEBC Güreşmek. * Sar'a tutup düşmek. LEBCÜNBAN f. Dudak oynatan. Söz söyliyen, konuşan. LEBDEĞMEZ t. Dudak değmez. * Edb: Dudaktan çıkan harflerden olan "B-F-M-P-V" sessizlerinin içinde bulunmadığı manzumeler. LEBEB (C: Elbâb) Göğüste gerdanlık takılan yer. * Atın göğsüne yapılan sinebend. * Devenin ve sâir davarın göğsüne bağladıkları nesne. * Dağ eteğinde olan azıcık yumuşak kum. LEBED Yünden yapılan keçe. * Bir yerde mukim olmak. * Bir şeye yapışmak. LEBEKE Şerit parçası. LEBEN Süt. * Boyun ağrısı. (Bak: Libâ') LEBENÎ (Lebeniyye) Sütle alâkalı. Sütlü. LEBENİYYÂT (Lebeniyye. C.) Sütlü nesneler. LEBGÜŞA f. Dudağı açık. Söyleyen, konuşan. LEBH Bir büyük ağacın adı. (Bir kimse kabuğunu yarsa filhâl o kişiye uyuşukluk gelir; o ağaçtan tahtalar biçip gemi yaparlar. Rivâyet olunur ki, iki tahtasını birbirine bitiştirip bir yıl su içinde dursa ikisi bir olup yekpâre olur, Mısır'da yetişir. Ahter-i Kebir'den) LEBÎ f. Dilim. Ekmek, kavun, karpuz vs. dilimi. LEB-İ ÂFTÂB Gölge. LEB-İ CUY-BÂR Su kenarı. LEB-İ DERYA Denizin dudağı. Deniz kenarı, kıyı, sâhil. LEB-İ HADRA Ufuk. LEBİD Küçük çuval. LEBİK Tatlı sözlü. Yumuşak konuşan. * Zeki, anlayışlı, akıllı. LEBİNE (LİBNE) (C.: Lebin) Kerpiç. LEBK (LEBÂKA) Akıllı olmak. * Islah etmek, terbiye etmek. * Karıştırmak. * Yumuşak etmek, yumuşatmak. LEBKUS Mürr denilen acı Yemen zamkının adı. LEBKÜŞA f. Dudağı açık. Konuşan, söyleyen. LEBLAB Sarmaşık denen bir bitki. LEBLEBE Esirgemek. * Oğula ve kıza çok fazla düşkün olmak. LEBN Vurmak. LEBRİZ f. Taşacak kadar. Ağıza kadar. Taşkın. LEBS Giyecek şey. * Giyme. Giyinme. * Bir mânayı diğer bir mânâ ile karıştırmak. Sözün karışık ve şüpheli olması. Sözü karıştırıp şüpheye düşmek. LEBS Bir yerde eğlenip durma. Vakit geçirme. LEBSAN Hardala benzer bir ot. * Yabani hardal. LEBT Güreşmek. LEBTEŞNE (C.: Lebteşnegân) f. Susamış. LEBUN Sütlü hayvan. Sütü bol olan hayvan. LEBUS Her giyecek ve örtünecek nesne. LEBVE Dişi arslan. LEBZ Vurmak. * Yemek. LEC f. Tepme. LECA Su boğası. LECA' Sığınmak. * Saklanmak, gizlenmek. * Zaruret. LECAC (Lecâcet) Çekişme, inad etme, ayak direme (düşmanlıkta). Taannüd. LECC Dar şey. * Düşmanlıkta ve husumette inad edip ayak direme. LECCAC İnatçılık. Muannidlik. * İnatçı, inad edip ayak direten. Muannid. LECCE Avaz, ses, savt. LECEB Avaz, ses, savt. LECEBE (C.: Elcâb-Licâb-Lecebât) Doğurduktan dört ay sonra sütü çekilmiş davar. LECEM Cemaat, topluluk. LECEN Bir şeye musallat olmak, ilişmek. LECİN Ağaçtan yaprak dökmek. LECLAC Sözü tutuk söyliyen. * Satranç oyununun icatçısı. * Bir harfi iki kere söyliyen. LECLEC Tereddüt olunan. LECLECE (Sözde) karasızlık, tereddüt. * Lokmayı ağızda döndürmek ve çiğnemek. LECM Şahmed-ül arzdan büyük bir tepenin adı. LECN Yalamak. * Deve için yem yapmak. LECNE Bir mes'ele için toplanan cemaat. LECUN Halsiz, yaşlı davar. LECÜC Pek inadçı ve hasım olan. * Suyu çok olan yer. LECZ Ulaşmak, varmak. * Yapışmak. LECZ Köpeğin kab kacak yalaması. LEÇ f. Yanak. * Yüz. LEDA Beden. LEDA (LEDE) Sırasında, yapıldığında (mânâsına kullanılır). * Yan, nezd. (Bak: Ledün) LEDD Düşmana galip olmak. * Husumet etmek, düşmanlık yapmak. LEDDAM Eski elbiseleri yamalıyan. LEDED Katı husumet, şiddetli düşmanlık. LEDE-L HAVALE Havale olunduğu zaman. LEDE-L-HÂCE İhtiyaç görüldüğü zaman. Hacet ânında. LEDE-L-İHTİYAÇ İhtiyaç halinde. Hacet ânında. LEDE-L-İKTİZA İktiza edip gerektiği zaman. LEDE-L-MÜTALAA Mütâlaa edilip okunduktan sonra. LEDE-L-MÜZAKERE Müzakere anında, konuşma sırasında. LEDEM Akrabadan nikâhı haram olan. LEDE-S-SUÂL Soruldukta, sorulduğu anda. LEDE-T-TAHKİK Tahkik olundukta. LEDEYK Senin yanında. Senin indinde. LEDG (Teldag) Yılan veya akrep sokması. * Mc: Sözle birini incitmek. * Ekşilik. LEDÎD Derenin iki tarafı. LEDÎG Yılan veya akrep gibi hayvanlar tarafından sokulmuş kimse. LEDÎM Yamanmış eski elbise. LEDÎS Tenbel kimse. LEDM Taşı taşla vurmak. * Yere düşen taştan çıkan ses. * Kaftana yama vurmak. * Defetmek, kovmak. LEDN (C.: Lidân-Ledun) Taze ve yumuşak olan ağaç budağı. LEDS Yalamak. * Davarın ayağına nal vurmak. * Yırtık dikmek. LEDÜD (C.: Elidde) Hastanın ağzına dökülen ilâç. * Çok husumet, şiddetli düşmanlık. LEDÜN İnd kelimesi gibi, zaman ve mekân zarfıdır.Hel-i istifhâmiye mânasına geldiği de vaki'dir. Kamus Müellifine göre ledün ile leda, aynı şeydir. Başkaları ise tefrik etmişlerdir. Demişlerdir ki: Ledün kelimesi zaman ve mekânın evvel ve ibtidasından muteberdir. Onun için ekseri harf-i cer olan "min" kelimesine mukarin olur. "Ledâ" kelimesinde ise, ibtidâ mânası lâzım değildir. Ve "inde" kelimesinin "min" yerinde tasarrufu daha umumidir. "Ledün" kelimesi mâba'dını izâfetle cerr eder. (L.R.) LEDÜNN (İlm-i ledünn) Garib bir ilim ismidir. Ona vakıf olan, mesturat ve hafâyayı, gizlilikleri münkeşif bir halde göreceği gibi, esrar-ı İlâhiyyeye de ıttıla' kesbeder. Bu ilm-i şerifin hocası ve sultanı Fahr-i Kâinat Aleyhi Ekmelüttahiyyât vessalâvât Efendimiz Hz. leridir. Bu ilmin ehli ise, Enbiyâ-ı izâm (A.S.) ve Ehlullâh-i Kiram Efendilerimiz Hazretleridir. LEDÜNNÎ Ledünn ilmine mensub ve müteallik. Ledünne dair ve ait. LEDÜNNİYAT (Ledünn. C.) Allah Teâlâ Hazretleri tarafından hususi vecih üzere bâtınan ihsan olunanlar. (L.R.) LEF' Örtmek, setr etmek. * şâmil olmak. LEFA Vurmak. * Soymak. LEFAİF (Lifafe. C.) Sargılar, örtüler. Zarflar. LEFAZ Dinleyenin anlayamadığı belirsiz sesler. LEFC (Lefce) Kalın dudak. LEF'E Kemiksiz et. LEFEF Pelteklik, kekemelik. * Yorgunluk. * Besililik, semizlik.LEFEHAN : Vurmak. LEFF Sarma. Dürme. İçine toplama. İliştirme. Rabtetme. LEFF Ü NEŞR Edb: Bir yazı veya şiirde söz simetrisi yapma san'atıdır. Önce iki veya daha fazla kelimeyi sıralamak, sonra da onlarla alâkalı şeyleri söylemek. İki çeşidi vardır;1- Leff ü Neşr-i Müretteb (Düzenli leff ü neşir) : Birinci cümlede sıralanan kelimelerle ikinci cümlede söylenen kelimelerin aynı sırayı takib etmesidir. Misâl:(Bu karışık mevcudat, dâr-ı fâniden dâr-ı bekâya akıp gidiyor. Elbette nasıl ki; hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman gibi şeyler Cennet'e akar. Öyle de: Şer, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler Cehennem'e yağar. Ve bu mütemadiyen çalkanan kâinatın selleri o iki havuza girer, durur)2- Leff ü Neşr-i gayr-i Müretteb (Düzensiz leff ü neşir) : Birinci cümlede söylenen şeylerle, ikinci cümlede söylenen şeylerin ters olarak sıralanmasıdır. Misâl:(Cevr-i dilber, ta'n-ı düşman, suz-i firkat, za'f-dil Dürlü dürlü dert için halketmiş Allah'ım beni.)Avni (Fatih) LEFFAF Çok konuşan, çok lâf eden. Pek fazla söyliyen. Can sıkan. LEFFAT Yaramaz huylu, ahmak adam. LEFFEN Beraber sararak. İliştirilmiş olarak. Rabtedilmiş olarak. LEFH Yakmak. * Vurmak. * Fakirlik, fakir. * İflas. * Tavşancıl kuşu. * Karga. LEFİF Sarılmış, dürülmüş. * Gr: Kökü üç harfli olduğunda iki harfi "elif" veya "yâ" nın yan yana olduğu kelime. LEFİF-İ MAKRUN Kökündeki "elif" veya "ya" nın yan yana olduğu kelime. LEFİF-İ MEFRUK Harf-i illetin aralarında başka bir harfin bulunduğu kelime. LEFK Hamâkat, ahmaklık. LEFK Giymek. * Örtünmek. * İki parçayı birbiri üstüne koyup dikmek. LEFT Yüz döndürmek. LEFTİYE Şalgam. LEFÜT Evvelki kocasından çocuğu olan ve daima çocuğuna iltifat eden evli kadın. LEFZ (C.: Elfâz) Atmak. * Söz. LEGABE Hamâkat, ahmaklık. * Zayıflık, zaaf. LEGAT Sesler kelâmla karışık olmak. LEGORN ing. Çok yumurtlayan bir tavuk cinsi. LEGUB Fikri, re'yi zayıf olan. Ahmak. LEH (LEHU) Hakkında, onun için, onun faydasına veya zararına. LEHA (Lehu. nun müennesidir) Hakkında. O kadın için. LEHA (Lehât. C.) Küçük diller. LEHAA Zayıflıktan dolayı âzâların sülpük ve sarkık olması. LEHAK Çok beyaz. * Öküz, sevr. LEHAK Çok beyaz olan. LEHAK Yetişmek. LEHAME Etlilik, semizlik. LEHAN Akıllılık. LEHAS Susuz kişi. LEHAT (C.: Lehâ ve Lehevat) Küçük dil. LEHAZ Gözucu. LEHAZA Gözucu ile bir şeye dikkatlice bakmak. LEHBAN Susuz kişi. (Müe: Lehbâ) LEHBET Susuzluk. LEHC Haris olmak. LEHCE Bir beldenin konuşma şekli, dil. Konuşma tarzı. LEHCEM Geniş yol. * Büyük kadeh. LEHD Def'etmek, kovmak. * Ağır etmek, ağırlaştırmak. LEHEB Ateşin alevlenmesi. Ateş alevi. Havaya yükselen toz. LEHEB SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 111. suresi olup "Tebbet, Mesed" Suresi de denir. Mekkîdir. LEHEBAN Ateşin alevlenmesi. LEHEB-ÜN NÂR Ateşin alevi. LEHEF Kaybolan bir şeyden dolayı müteessir olup üzülme. LEHESAN Susuzluk. LEHEVAT (Lehât. C.) Küçük diller. LEHF Yok olan şey için hasret çekip üzülmek. LEHFAN Kalbi yanık, hasret çeken. Özleyen. LEHHAN Okurken çok yanlışlık yapan kimse. LEHİB Açık yol. LEHÎB Eti az deve, zayıf deve. LEHÎD Götürdüğü yük ağır olduğundan eziyet çeken deve. LEHÎDE Koyu olan bulamaç. LEHÎF (Lehfân) Mahzun, hüzünlü, üzüntülü, kederli. LEHİNDE t. Onun faydasına, aleyhinde olmadan. Onun için, iyiliğine. LEHÎRE Kısa boylu kötü huylu kadın. LEHİV (Lehv) Günahlı, şehevi, nefsâni meşguliyet. Kadınla yabancı erkeğin oynaması. * Eğlence, oyun. LEHK şiddet. * Meşakkat, zahmet. * Birbiri içine girmek. LEHLE Süst ve zayıf nesne. * Seyrek dokunmuş bez. * Fusaha indinde makbul olmayan şiir ve söz. LEHM Bir şeyi hemen yutma. LEHS Yalamak. LEHS Nefesi kesilip dili dışarı çıkarma. LEHSAN Susuz. LEHT f. Bir bütünün cüz'ü. Bir şeyin parçası. LEHT Bir nevi yürüyüş. LEHT Vurmak. * Atmak. LEHT-İ CİĞER Ciğerden kopma parça. LEHU (Bak: Leh) LEHUM Obur, çok yiyici. LEHÜM Onlar için. Onlara. LEHÜMA (Tesniye) O ikisi için. İkisi hakkında.LEHV : (Bak: Lehiv) LEHVİYYAT f. (Lehv. C.) Lehivler, kadınlı erkekli haram eğlenceler, oyunlar. Nefsanî gayr-i meşru oyun ve eğlenceler. LEHZ Vurmak. * Dürtmek. * Karıştırmak. LEİM Alçak, deni, rezil, zelil, levm edilen. Cimri. * Mayası bozuk ve kötü. LEİMAN (Leim. C.) Alçak, zelil ve aşağılık kimseler. Pinti ve cimri insanlar. LEİMANE Alçakça. Zelilane bir tarzda. LEİN Vallahi eğer. LEK f. Ahmak, ebleh, sersem. * Yüzbin. * Kırmızı boya çıkarmaya yarayan bir maden. LEK' Isırmak. * Yapışmak. * Kir. LEK' Vurmak. LEK (LEKE) Sana, senin için, senin hakkında. LEKA' (Lek'â) : Yaramaz, hakire kadın. LEKALİK Büyük, etli, şişman kadın. * Büyük deve. LEKALİK (Laklak. C.) Leylekler. LEKANET Zeki ve anlayışlı olma. LEKE t. Benek. Kir izi. * Kusur. LEKED Yapışmak. * Lâzım olmak. LEKED f. Çifte, tepme. LEKEDAR f. Lekeli, ayıplanmış. * Pislenmiş. * İttiham edilmiş. LEKEDHAR f. Çifte yiyen. LEKEDKUB f. Çifte yiyen. Hayvanların ayakları altında ezilen. LEKEDZEDE f. Çifte yiyen. LEKEDZEN f. Tepme veya çifte vuran. Çifte atan. LEKEN (C.: Elkân) Leğen. LEKİ' Hor ve hakir kimse. LEKÎF Dolu havuz. LEKÎK (C.: Likâk) Zayıf ağaç. * Kemik aralarında olan et. LEKÎTA (Bak: Lakita) LEKLEKE Yoğun gövdeli ve şişman olmak, etli olmak. LEKM Yumrukla vurmak. LEKZ Vurmak. LEM (Arabçada cezm harfidir) Muzari fiilinin başına getirilirse, nefyeder, cezmeder, sâkin okutur. "Gelir" fiilini "gelmedi" yaptığı gibi. (Bak: Lem-yezel) LEM' Parıldama, parlama. Parlayış. LEM' Terk etmek, bırakmak. LEM'A (C.: Lemâat) Parlamak. Şimşek gibi çakmak. Güneş ve yıldız gibi parlamak. * El ile veya elbise gibi bir şeyle işaret etmek. LEM'A-NİSAR Parlaklık saçan. LEM'A-PAŞ f. Parıldayan, parlayan. LEM'A-RİZ f. Parlayan, parıldayan. LEMEAN Parlama, parıldama. LEMEAT (Lem'a. C.) Parlayışlar, parıltılar. LEMEAT-I İ'CAZİYE İ'caza dair lem'alar. İ'caz, insanları âciz bırakma, hayrete düşürme parıltıları. LEMEAT-I MÜTEFERRİKA Muhtelif, parça parça olan parlayışlar. LEMEAT-I ŞEMS Güneşin parıltıları. LEMEHAT (Lemha. C.) Bir defa göz atmalar. * Parıltılar, çakmalar. LEMEM Günaha yakın olmak. * Küçük günahlar. * Delilik, cünun. * Musibete yakın olmak. LEMH Göz atma, bir defa bakış. * Parlama, parıltı. LEMHA Bir göz atmak. * Şimşeğin bir defa çakışı. LEMHA-İ BASAR Pek az bir zaman. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen zaman. LEMH-İ BASAR (Lemhat-ül basar) Göz atma. Bakma. Çabuk bir bakış. * Çok az bir zaman. LEMÎS Câriye ismi. LEMK Yazmak. * Bozmak, mahvetmek. * Vurmak. LEMLEME Bir şeyi evvel yapmak. LEMM Parça parça şeyleri toplamak, cem' etmek. * Islâh etmek. * Bulduğu şeyi, haram helâl demeyip yemek. * Şiddet ve meşakkat. * Az şey. * Konmak. Nâzil olmak. LEMMA (Harf-i cerdendir) Vaktâki, o zaman (mânâsındadır.) İstisna için: "İllâ" yerinde de olur. LEMME (C.: Lemmât) şiddet. Meşakkat, zorluk. * Az şey. LEMS Yalamak. LEMS Dokunmak, el ile tutmak, ellemek, yapışmak. * Beş duygudan biri, dokunma duygusu. LEMSA Pürüzsüz, düz. LEMSÎ Hissedilmeğe, dokunma ile duymağa ait ve müteallik. LEMSİYET Bir cisme veya bir mâdene parmakla dokunmaktan gelen his. LEMY Dudak içinde olan siyahlık. LEM-YEZEL Zâil olmaz, bâki, zeval bulmaz. Daimî olan. LEM-YEZELÎ Devamlılık, bâkilik, zeval bulmazlık. LEMZ Ağızda olan yemek artığını dil ile araştırmak. LEMZ Ayıplamak. Dil ile tân etmek. LEMZE Göz veya kaşla işaret etmek. LEN Gr: (Muzâri fiilini nasbeden edatlardan birisi). Bir işin aslâ olamıyacağını ifade eder: $ cümlesinde; kâfirler aslâ Cennete giremezler, derken olduğu gibi. (Bak: Huruf-u nâsibe) LENC f. Edâ, naz ve cilve ile salınma. LENF (Lenfâ) Tıb: İnce damarların içinde dolaşan beyaz kan. Kanın esasını teşkil eden sıvı. * Eski tıbba göre; ahlât-ı erbaa'dan birisi. (Bak: Hılt) LENFİSAM Aslâ kırılmaz, kopmaz. LENG f. Topal, aksak. Yolcuların bir yerde iki gün kalması. * Tenasül organı. LENGÂNE f. Topalcasına. Topallı(Zeker). LENGER f. Gemiyi yerinde sâbit kılmak için denize atılan zincir ucundaki büyük demir çapa. * Bakırdan yayvan ve kenarları genişçe sahan veya tepsi. LENGER-ENDAZ f. Lenger atan, demir atan. Demir atmış olan gemi. LENGER-HANE f. Lenger yapılan yer. Lenger imal edilen yer. LENGERÎ f. Büyük bakır sahan, lenger. LENG-FAHTE f. Topal güvercin. LENGÎ f. Aksaklık, topallık. LEN-TERANÎ Beni aslâ göremezsin (meâlinde). LERZAN f. Titrek, titreyerek. LERZE f. Titreme, titreyiş. Sallantı. LERZEBAHŞ f. Titreme veren, titreten. LERZEDÂR f. Titrek, titreyici. LERZENÂK f. Titrek, titreyici. Titremeğe tutulmuş. LERZENDE f. Titreyen, titrek. LERZERESAN f. Titreme veren, titreten. LERZİŞ f. Titreme, titreyiş. LES' Yılan ve akrep gibi hayvanların sokması. LESA Islak ayakla bir şeye basmak. * Yaş olmak, ıslanmak. LESA' Kolayca çocuk doğurmak. LESAK Yaşlık, ıslaklık. LESAS Hırsızlık yapma. Sirkat. LESASET Hırsızlık. LESB Vurmak. * Yalamak. * Yapışmak. Cem'etmek, toplamak. LESD Yalamak. Emmek. LESEN Fesâhat. Düzgün, güzel ve akıcı konuşma. LESİN Ülfet, alışkanlık. LESK Yapışmak. LESLESE Men'etmek, engel olmak. LESM Ağzını örtmek. * Öpmek. * Kırmak. LESM İlzam etmek, susturmak. LESME Yüzörtüsü, peçe. LESS Yemek. * Yalamak. LESS Dâim olan. Devamlı olan. LEST f. Güzel, hoş, iyi. Kuvvetli, kavi. LESU' (Akrep veya yılan gibi hayvanlar) sokmuş. LESUS (Lesusiyet) Hırsızlık, sirkat. Hırsızlık yapmak. LEŞKER f. Asker. LEŞKERGÂH f. Ordu yeri. LEŞKERÎ f. Askere ait. Askerle alâkalı. LEŞKER-İ ARAMREM Çok asker. LEŞKERİYAN (Leşker. C.) f. Askerler, leşkerler. LEŞKERKEŞ f. Asker çeken. Askerleri idare eden. Kumandan. LEŞKERŞİKÂF f. Düşman askerini kıran. LEŞKERŞİKEN f. Düşman askerini kıran. LEŞKERŞÜKÛF f. Düşman askerini kıran. LET f. Dayak, kötek. * Dövme, vurma. * şiddetle çarpma. LET' Atmak. * Doğurmak. * Cima etmek. LETAC Vahşi sığır, yabani sığır. LETAFET Hoşluk, lâtiflik. * Cisimden alâkayı kesip bir nevi nurâniyet kesbetmek. * Güzellik, nezaket, yumuşaklık, hafiflik. LETAİF Lâtif duygular. (İman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasıl ki; bir yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkisam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesâil-i imâniye dahi akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis ve hakeza.. letaif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır. M.) LETAİF-İ AŞERE On lâtif duygu. On adet lâtifeler.(Letaif-i aşere; İmam-ı Rabbani, kalb, ruh, sır, hafi, ahfa, insanda anasır-ı erbaanın herbir unsurdan o unsura münasib bir lâtife-i insaniye tabir ederek, seyr ü sülukta her mertebede bir lâtifenin terakkiyatı ve ahvalinden icmalen bahsetmiş. Ben kendimce görüyorum ki, insanın mahiyet-i camlasında ve istidad-ı hayatiyesinde çok letaif var. Onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hatta hükema ve ulema-i zahiri dahi o letaif-i aşerenin pencereleri veyahut nümuneleri olan havass-ı hamse-i zahire, havass-ı hamse-i batına diye o letaif-i aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar. Hatta avam ve havas beyninde taarüf etmiş olan insanın letâif-i aşeresi, ehl-i tarikin letaif-i aşeresi ile münasebettardır. Meselâ vicdan, a'sab, his, akıl, heva, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye gibi letaifi kalb, ruh ve sırra ilâve edilse letaif-i aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu letaifden başka saika, şaika ve hiss-i kabl-el vuku gibi çok letaif var. R.N.) LETB Gitmek. * Devretmek. * Bir şeyden ayrılmayıp, ona bağlanmak. LETEYYA Büyük emir. LETF Sık olmak. * Bahçede ağaçların sık bitmesi. * Yaraşıklı olmak. LETHAN Karnı aç olan kişi. LETHURDE f. Dayak yemiş, dövülmüş, kötek yemiş. LETM Davarın boğazlanacak yerine bıçak çalmak. LETRE f. Parça parça. Paramparça. * Eski, yırtık. LETT Bağlama. * Karıştırma. * Vurma, dövme, dayak atma. * Yanaşma, yaklaşma. LETTA Büyük emir. LEUS Çok yeyici kişi, obur. LEÜM (LEİM) (C.: Liâm) Aslı alçak yaramaz kişi. LEV Gr: (Şart edâtı) Dahâ ziyade, olsa bile (manâsına gelir.) "İnne" gibi mâzi mânâsını muzariye çevirmeyip aksine muzâriyi de mâziye çevirir. Temenni edâtı ve vasıl edâtı olur. Meselâ : Lev-câe Aliyyun leraeytühu: Ali gelse idi, elbette görürdüm. LEV' Yanma. * Yakma. LEVA Bulgar parası. LE'VA Şiddet. * Maişet darlığı, geçim zorluğu. LEV'A (C.: Leveât) Gönül acısı, kalb acısı. Yürek yanıklığı. LEVAHIK (Lâhık. Lâhıka. C.) İlâveler, ekler. Lâhıkalar. LEV'A-İ KALB İç yanıklığı, gönül acısı. LEVAİC (Lâice. C.) Kalbleri aşk ateşiyle yananlar. LEVAİH (Levâyih) (Lâyiha. C.) Lâyihalar. LEVAİM (Lâime. C.) Bir kimsenin yüzüne karşı çekiştirmeler, levmetmeler. Zemmetmeler. Başa kakmalar. LEVAMİ' (Lâmia. C.) Parıldayan şeyler, nurlar, parıldamalar. LEVAZIM İhtiyaç maddeleri. Lüzumlu madde. * Ask: Silâhlı kuvvetlerin yiyecek ve giyecek maddelerini, silâh ve cephane dışında kalan çeşitli araç ve ihtiyaçlarını ifade etmek üzere kullanılan umumi tabirdir. LEVAZIMAT (Levazım. C.) Lüzumlu maddeler. LEVBAN Siyah taşlı yer. LEVC Ağız içinde lokma veya başka bir şeyi döndürüp çevirme. LEVCA' Hâcet, ihtiyaç. LEVEAT (Lev'a. C.) Sevgiden ve mecazî aşktan gelen iç yanıklıkları. Yürekten gelen acılar. LEVEND (Levent) f. Yeniçeri devrinde deniz erlerine verilen bir isim. Asker. * Mc: Boylu boslu, yakışıklı, çevik kimse. LEVENDÂN (Levend. C.) f. Leventler, askerler. LEVENDÂNE f. Leventçesine, hızla, süratle. LEVG Ağızda bir cismi çiğneyip sonra dışarı tükürmek. * Yalamak. LEVH Görünen ibretli manzara. * Üzerinde yazı veya şekil çizilebilir düzlük. * Seyredilen yerin çizili sureti. * Ayet, hadis veya büyüklerin ders verici sözleri. Yazılı şey. * Şimşek çakmak. * Susamak. * Zâhir olmak. * Çalıp almak. LEVHA Üzerinde yazı veya resim bulunan, duvara asılacak kâğıt. * Bir sayfanın üzerindeki kalın yazı. LEVH-İ HÂTIR Hâfıza. LEVH-İ KAZÂ VE KADER Kader ve kazanın levhası, yani: Olmuş ve olacak her bir şeyin ilm-i İlâhîdeki vücudları; yani, ilmen mevcudiyyetleri.(Alem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mevcudatın dahi mânen hayatdar bir vücud-u mânevileri ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri vardır ki, levh-i kaza ve kader vasıtası ile o mânevi hayatın eseri, mukadderât nâmı ile görünür, tezahür eder. L.) LEVH-İ MAHFUZ Her şeyin hayatının ind-i İlâhîde yazılması. İlm-i İlâhînin bir ünvanı. LEVH-İ MAHV Mahvolma levhası, bir şeyin harab oluşu ve yıkılışını gösteren manzara. LEVH-İ MAHV VE İSBAT Bir tabirdir. Levh: Görünen ve ibret verici bir vaziyeti ifade eder. Mahv ise; o vaziyetin birden ortadan kalkması, mahvolmasını ifade eder. Gökyüzü bulutlarla kaplı, şimşek çakar, yağmur yağar bir levha halinde iken birden hava açılır, hiç bir şey yokmuş gibi, eski manzarayı mahvolmuş hâlde görürüz. Bu hale mahv diyoruz. Kudret-i İlâhî ile tekrar aynı eski hale gelmesi, havanın yağmurlu, bulutlu, şimşekli manzarasına dönmesi keyfiyyetine de İsbât diyoruz. Cenâb-ı Hakk'ın tekrar mahlukatı dirilteceğine bir işâret olarak bu vaziyete de İsbat deniyor, Cenab-ı Hak levhayı yazıyor, bozuyor.(...Hem zihayatların yaşamasına en lüzumlu rızkı ve istifadece en kolayı ve nefesleri vermek ve nüfusları rahatlandırmak gibi çok vazifeler ile tavzif edilen rüzgârlar dahi; cevvi, âdetâ bir hikmete binâen "levh-i mahv ve isbat" ve yazar, ifâde eder, sonra bozar tahtası" suretine çevirmekle, Senin faaliyyet-i kudretine işâret ve Senin vücuduna şehadet ettiği gibi, Senin merhametinle bulutlardan sağıp zihayatlara gönderilen rahmet dahi; mevzun, muntazam katreleri, kelimeleriyle, Senin vüs'at-ı rahmetine ve geniş şefkatine şehadet eder!... Ş.) LEV'-İ GARÂM Aşk ile, sevgi ile yanma. LEVİD f. Çok büyük tencere. Kazan. LEVÎSE Çeşitli topluluklardan bir yere toplanmış olan kimseler. LEVİYYE Bir kimse için ayrılıp saklanan yiyecek. LEVK Çiğnemek. LEVKA Ceviz ağacı. LEVLAKE Eğer sen olmasaydın (meâlindedir).( $ beyanında "Bu hitab zâhiren Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'a müteveccih ise de, zımnen hayata ve zevilhayata râcidir." fıkrası, ta'dile muhtaçtır. Çünkü: Küllî hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı, hem ism-i âzamın tecelli-i âzamının mazharı ve bütün ziruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitab, doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder. R.N.) LEVLEB Makara deliğine soktukları ip. LEVM Çekiştirmek. Birisinin yüzüne karşı kötü söz söylemek. Zemmetmek. Paylamak. Başa kakmak. LEVMA (C.: Levâyim) Azarlama. LEVME Kınanmaya ve çekiştirilmeğe sebep olacak şey. LEVN Renk, boya. Sıfat, nev', çeşit, tür. Bir şeyi diğerinden ayıran alâmet. LEVS Pislik, murdarlık. Kir. * Zor. Kuvvet. * Tam olmayan, zayıf beyyine. * Bir şeyi ağızda öte beri gevelemek. * Deprenmek. * Bulaştırmak ve karıştırmak. Bulaşıklık. * Cerâhet, yara. LEVS Kapı aralığından veya örtü ve perde kenarından bir nesneyi görmek. LEVS-İ FÂNİ Gelip geçici murdarlık, pislik. Dünyanın fâni, faydasız eğlenceleri. LEVSİYYÂT Kirli ve pis şeyler. LEVS-ÜL KATL Birisini katletmekle müttehem olan şahısta, katlin nişânesi veyahut maktul ile aralarında zâhir bir düşmanlık bulunması gibi alâmet ve karineler. LEVŞEB Kurt, zi'b. LEVT Yapışmak. * Varmak, ulaşmak. LEVT Gizlemek, saklamak. * Sorduklarını değil de başkasını haber vermek. LEVV (LÜVV) Mürr dedikleri acı Yemen zamkı. LEVVAH Yakıcı ve bozucu. LEVVAM (Levvâme) Levm ve itâbedici. Zemmeden, çekiştiren, dedikodu yapan. Serzenişte bulunan. Başa kakan, paylayan. LEVY Bükmek. * Eğmek, meylettirmek. * Karın ağrısı. * Mide fesadı. LEVZ Sığınma, himâyesine girme.LEVZ : Bâdem. LEVZAÎ Akıllı, zarif kimse. LEVZE Bir tek bâdem. * Tıb: Bâdemcik. LEVZETÂN İki bâdemcik, bâdemcikler. LEVZETEYN Bâdemcikler, iki bâdemcik. LEVZÎNE f. Bâdemli helva. * Bâdem helvası. LEVZÎNEC Bâdemli helva. LEVZİYYAT Bademle yapılmış tatlılar. LEY f. Kab, zarf, mahfaza. * Çamur. LEYAİL (Leyl. C.) Geceler. LEYAL (Leyâli-Leyâil) (Leyl. C.) Geceler. LEYAL-İ AŞR Arabi aylardan Zilhiccenin ilk on gecesi. On geceler. LEYAL-İ HASRET Hasret geceleri. LEYAN f. Parlıyan, parıldıyan. Parlayıcı. LEYAN Huzur ve rahatta olan. LEYG İyi huylu olmak. * Sözü açık ve fasih söyleyememek. LEYH Örtünmek, bürünmek. LEYK Lâyık olmak. LEYK f. Ammâ, lâkin, fakat. LEYKİN f. Lâkin, ammâ, fakat. LEYL Gece. (Bak: Leyle) LEYL SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 92. Suresinin ismidir. LEYL Ü NEHAR Gece ve gündüz. LEYLA Çok karanlık gece. * Arabi ayların son gecesi. * Leylâ ile Mecnun hikâyesinin kadın kahramânı. LEYLAK Salkım şeklinde mor ve beyaz renkli çiçekleri olan bir nebat adı. LEYLAKÎ f. Leylak renginde olan. Mor renk. LEYLE Bir tek gece, bir gece. * Gece. (Bak: Leyl) LEYLE-İ BEDR Ayın ondördüncü gecesi. LEYLE-İ BERAT (Bak: Berat gecesi) LEYLE-İ ERBAA Haftanın dördüncü gecesi olan çarşamba gecesi. LEYLE-İ KADR Ramazân-ı mübârekin ve senenin en kudsi ve kıymetli gecesi. Kur'ân âyetlerinin ilk defa vahiy ile gelmeye başladığı gece. (Bak: Ramazan) LEYLE-İ Mİ'RAC Mirac gecesi. (Bak: Mi'rac) LEYLE-İ REGAİB (Bak: Regaib gecesi) LEYLE-İ SÜVEYDA Gece karanlığı. Geceye benzeyen siyahlık. LEYLEN Geceleyin, gece vakti. LEYLÎ Gececi. Geceleyin kalan. Yatılı. Geceye âit. Geceye mensub. LEYL-İ DİMAĞ Dimağın bozukluğu. Zihnin iyi çalışmaması. LEYL-İ MÜNEVVER Gündüze benzeyen gece. Nurlanmış gece. LEYL-İ SERD Soğuk gece. LEYL-İ TÂRIK Karanlık gece. LEYM İnsanlar arasında sulh etmek, barış yapmak. * Salâh. * Bir nârenciye meyvesi. LEYMUN (Leymon) Limon. LEYNET Yumuşak koltuk yastığı. LEYS Adem. Yokluk. Gayr-ı mevcud. (Bunun aslı "lâyese" idi. Yâ'yı tahfif için "leyse" oldu.) Hükemâlar arasında "eys" vücud, "leys" adem mânâsında kullanılmıştır. (L.R.) * Gaflet. * Bahâdırlık, kahramanlık. * Yük çekici olmak. LEYS (LÂYİS) (C.: Lüyus) Arslan. * Sinek avlayan örümcek. * Arasında yaş ot bitmiş olan kuru ot. * Birbirine girmiş ot. * Semiz ve şişman kimse. LEYSE Olmadı (meâlinde fiil-i müşebbehtir) LEYSE KEMİSLİHİ ŞEY'ÜN Ne zâtında, ne sıfâtında, ne de ef'âlinde naziri yoktur, şebihi olamaz!. LEYT Ulaşmak, varmak. LEYT Sarfetmek, harcamak. * Hapsetmek. LEYTAN şeytan. LEYTE Keşke olsa idi. Ne olaydı meâlinde olan huruf-u müşebbeh bir fiildir. İsimlerini nasbeder, (yâni, üstün okutur), haberini ref'eder (yâni ötre okutur). (Bak: İnne) LEYY Def'etmek, kovmak. * Harcamak, sarfetmek. * İlaç yapmak. * Aciz olmak. * Bir nesneyi dürüp boğazına tıkmak. LEYYA Sudan uzak olan yer. LEYYAN Def'etmek, kovmak. * Sonraya bırakmak, tehir etmek. LEYYİN Yumuşak. Mülâyim. Hafif. Yavaş olan. LEYYİN-ÜL CÂNİB Görüşülmesi kolay, mütevâzi, kibirsiz kimse. Kanı sıcak insan. LEZ' Yakmak. LEZ' Davarı iyi gütmek. LEZA (Bak: Lazâ) LEZAİZ Lezzetler. Zevk duyulan, eğlendirici, hoşa giden şeyler.(Lezaiz çağırdıkça, "Sanki yedim" demeli, "Sanki yedim"i düstur yapan sanki yedim namındaki bir mescidi yiyebilirdi; yemedi. M.) LEZAİZ-İ DÜNYEVİYE Dünyâ lezzetleri ve zevkleri. LEZAM Lâzım ve gerekli olma. * Hiç ayrılmama. LEZBE (C: Lezbât) Şiddet. * Kıtlık. LEZC Yapıştırma. Yapışmak. Sıvanıp yapışmak. LEZC (LÜZUCE) Kaypak olmak. * Çekilip uzamak. LEZEN Şiddet. * Darlık. * Halkın kuyu veya ırmak kenarında kalabalık meydana getirmesi. LEZEZ Yapışmak. LEZİM (Bak: Lizâm) LEZÎR f. Akıllı, zeki. LEZİZ (Lezize) Lezzetli. Tatlı, hoş. Tadı hoş ve güzel. (Lezzet umumidir, hâlavet ise hususidir.) LEZK Yaranın iyileşmesi, onulması. LEZK Bir şeyin diğer bir şeye vasıl olması. LEZLAZ Kurt. (Canavar) LEZN Darlık. Şiddet. Sıkıntı. LEZZ Bağlamak. LEZZ Uyku, nevm. * Sözü güzel olan, tatlı konuşan kişi. * Tatlı, leziz, lezzetli. LEZZAT (Lezzet. C.) Tatlılıklar. Lezzetler. Tadı hoş ve güzel olan şeyler. LEZZAZ(E) Lezzetli, tatlı, leziz. LEZZET (C.: Lezzât) Tad, çeşni. Hoş ve güzel olan şey.(Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezaizi terketmek evlâdır. Çünki, âkıbetin ya saadettir, saadet ise şu fâni lezaizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? Dünyasının âkıbetini küfür sâikasiyle adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam için de terk-i lezaiz evlâdır. Çünki, o lezaizin zevaliyle vukua gelen hususi ve mukayyed ademlerden adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler, o elemlere galebe edemez. M.N.) LEZZET-İ İLM İlmin lezzeti. LEZZET-ŞİNAS f. Tad alan, lezzet alan. LEZZET-YÂB f. Lezzet bulan, tad bulan, lezzetlenen. LIKF Kuyu ve havuz kenarları. LIKS Boğazına düşkün, obur. * Lokma sezdiği yere can atan kimse. LIKVE Cimanın evvelinde gebe olan kadın. * Tez yüklü olan deve. * Kova. LISB Küçük kaya yarığı. * Derenin dar yeri. Dar olan her cins madde. * İçi zorla çıkan ceviz. LISS (C.: Lüsus-Elsâs) Hırsız. LIST Hırsız. Lİ Gr: Lâm harfinin esre ile okunuşu. Bir kelimenin başına geldiğinde, "için, dolayı, ötürü, yüzünden, sebebinden" gibi mânâlara gelir. Kendinden sonraki isimleri cerreder. Yerine göre muhtelif isimler alır. Lâm-üt-tahsis ve temellük gibi. LİAB (Bak: Lüâb) LİAM (Leim. C.) Alçak, aşağılık ve zelil kimseler. Pinti ve cimri insanlar. LİAME (C.: Liem-Lüum) Kadın gömleği. LİAN Lânetleşmek. İki kişinin birbirini lânetlemesi. * Fık: Zevc ile zevcenin hâkim huzurunda şer'i usulüne uygun olarak dörder defa şahitlikte bulunduktan sonra, nefislerine lânet ve gadab okumak suretiyle olan yeminleri. Buna: Mülâene, telâun, iltiân da denir. Lİ-AYNİHÎ Kendisi ile bir. Aynı ile. * Allah tarafından emrolunan bir şeydeki güzellik, ya li-aynihi bir hüsündür veya li-gayrihi bir hüsündür. Ya kendi zatındaki bir güzellikten dolayı hasendir veya başkasında sabit bir güzellikten dolayı bir hasendir. Meselâ: Biz iman ile me'muruz. İmandaki hüsn, bir hüsn-ü zâtidir. Bu hüsün başkasından alınmış değildir. Öyle ise iman bizâtihi hasen olan bir durumdur. Biz cihad ile de me'muruz. Cihad hadd-i zatında insanları tazib, beldeleri tahribe sebeb olacağı için li-zatihi güzel değildir. Belki dini ihyaya, İslâm yurdunu muhafazaya vesile olduğu için güzeldir. Binaenaleyh cihad li-aynihi değil, li-gayrihi güzeldir, hasen'dir. (Ist.Fık.K.) Lİ-AYNİHÎ HARAM Fık: Aslında herkes için haram olan şey. LİBA' Hayvan doğurduktan sonra gelen süt. Avuz (Ağuz) LİBAB (Lebib. C.) Akıllılar, zeki kimseler. LİBAÇE f. Elbise, libâs. LİBAN Kadın sütü, insan sütü. * Süt emzirme. LİBAS Giyilecek şey. Elbise. * Karı ve koca. * Mc: İctima'. * Şübhe kabul eden söz. LİBAS-I FERSUDE Eskimiş elbise. LİBAS-I TAKVA Takva elbisesi. Sâlih ameller. LİBD (C.: Lübud) Yün. * Keçe. LİB'E (C: Libâ) Ağuz denilen koyu süt. (Her dişi davar doğurduğunda önce olur.) LİBERAL Fr. Ferdî hürriyet lehinde, hürriyete elverişli. Ferdî teşebbüs ve hürriyet haklarını korumak için en iyi vasıta, devletin salâhiyyetlerini mümkün olduğu kadar tahdid etmek fikri. Rusya'daki dinsiz sosyalistliğin zıddı. (Bak: Sosyalizm) LİBS Kâbe-i Muazzama'ya örtülen örtü. LİBSE Elbise giyme. Giyiş. LİCAC İnat ve düşmanlığı devam ettirme. Hasımlığı sürdürme. LİCAF Kapının üst eşiği. LİCAM (Ligâm) f. Dizgin. Gem. LİDAD Husumet etme. Dâvacı olma. LİDAM Eski elbiseye yapılan yama. LİDER Şef. Başkan. Siyasi bir topluluğun başı. Lİ-EB Baba bir (kardeşler). Lİ-EBEVEYN Ana ve babaları bir olan kardeşler. Lİ-ECLİ ...için, meram ve maksadı ile. Lİ-ECLİLLAH Allah için, Allah rızası için. Allah rızası dairesinde. Lİ-ECL-İL-MASLAHA İş icabı, maslahat için. Lİ-ECL-İT-TAHSİL Okumak için, tahsil yapmak için. LİF Hurma çöpü. LİFA' Örtünecek nesne. Yorgan. LİFAFE (C.: Lefâif) Sargı. * Kefen. Ölünün sarıldığı bez katlarının herbiri. * Bazı çiçeklerin etrafını çeviren değişik yapraklar. LİFAM Eskiden kadınların burun örtüsü. LİFF (C: Elfâf) Sıklığından yanındaki ağaca girmiş ve dolaşmış olan ağaç. LİFT Şalgam. * Parça, bölük. LİGAM f. Dizgin, gem. LİGAT Ses, sedâ. LİGAYRİHÎ HARAM Aslında helâl olup, başkasının hakkı olduğu için veya neticeleri itibarı ile haram olan şey. Meselâ cuma namazı esnasında ticaret yapmak gibi. LİHA (Lihye. C.) Lihyeler, sakallar. LİHA Ağaç kabuğu, kışr. * Çekişmek, niza edişmek, kavga etmek. LİHA' (Lehât. C.) Küçük diller. LİHAF (Lahfe. C.) Yumuşak beyaz taşlar. * Yufka kaymak. LİHAF (C.: Lühuf) Örtünecek ve sarınılacak şey. * Yorgan. Sargı. * Kabuk, zar. LİHAK Yetişip ulaşma. Erişme. Vâsıl olma. LİHAM Lehimleme. * Lehim. * (Lahm. C.) Etler. LİHAT (LEHÂT) (C: Lehâ-Lehevât-Leheyât-Lihâ') Boğaz ağzında olan dilcik. LİHAZ Düşünme, mülâhaza etme. * Riâyet etme, uyma. Söylenen sözü kabul edip yerine getirme. LİHAZA Bundan dolayı, buna binaen, bunun için. LİHEVÎ Lihye ile alâkalı. Sakala ait, sakalla alâkalı. LİHİKMETİN Bir hikmete mebni olarak. Bir hikmetten dolayı. LİHYANÎ Uzun ve kaba sakallı olan. LİHYE Sakal. LİHYEDÂR f. Sakallı. LİHYE-İ ŞERİF Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (A.S.M.) âit sakaldan bazıları. Sakal-ı Şerif.(Lihye-i Şerife hakkındaki suali münasebetiyle diyorum ki: Hadisçe sabittir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Lihye-i Saadetinden düşen saçların taneleri mahduttur. Otuz kırk tane veya elli altmış tane gibi az bir miktarda iken, binler yerde Lihye-i Saadetin saçları bulunması, beni bir zaman çok düşündürdü. O vakit hatırıma gelmiş ki: Lihye-i Saadet, yalnız Lihye-i Şerif'in saçlarından ibaret değil, belki re's-i mübarekinin traş oldukça hiçbir şeyini kaybetmiyen Sahabeler, o nurlu ve mübarek ve daimî yaşayacak saçları muhafaza etmişler. Onlar binlerdir. Şimdiki mevcuda müsavi gelebilirler. Yine o vakit hâtırıma geldi ki: Acaba her câmide bulunan, sened-i sahih ile bu saç Hazret-i Risalet'in saçı olduğu sabit midir ki, ona karşı ziyaret mâkul olabilsin? Birden hâtıra geldi ki: O saçların ziyareti, vesiledir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a karşı salâvat getirmeye sebeb ve bir hürmet ve muhabbete medardır. Vesilelik ciheti o şeyin zâtına bakmaz, vesilelik cihetine bakar. Onun için eğer bir saç hakiki olarak Lihye-i Saadet'ten olmazsa, madem zâhir hale göre öyle telâkki edilmiş ve o vesilelik vazifesini yapıyor ve hürmete ve teveccühe ve salâvata vesile oluyor; kat'i sened ile o saçın zâtını teşhis ve tâyin lâzım değildir. Yalnız, aksine kat'i delil olmasın, yeter. Çünki: Telâkkiyat-ı âmme ve kabul-ü ümmet, bir nevi hüccet hükmüne geçer. Bazı ehl-i takva böyle işlerde, ya takva veya ihtiyat veya azimet noktasında ilişseler de, hususi ilişirler. Bid'a da deseler, bid'a-i hasene nev'inde dâhildir. Çünki: Vesile-i salâvattır. L.) LİÎN Bostanlarda dikilen ve höyük denilen suret. LÎK f. Lâkin, amma, ancak, fakat. LİKA Kavuşmak. Rast gelip buluşmak. Görüşmek. Yalnız görüşmek. * Yüz, sima, çehre. LÎKA Eskiden mürekkep hokkalarına konulan ham ipek. LİKAF Semer, palan. LİKAH (Lükuh. C.) Süt veren dişi develer. Lİ-KAİLİHÎ Söz söyleyenin. LİKAM f. Hayvanın ağzına takılan gem. Dizgin. LİKAT Tarlada kalan başakları toplama. * Hizada olma. LİKAULLAH Allah'a kavuşmak. * Kıyamet günü, Cennet'te Allah'ı görmek. LİKA-YI ÂFÂK Sema. Gökyüzü. LİKHA Yeni doğurmuş ve sağılır deve. LÎKİN f. Lâkin, eğer, amma, fakat. Lİ-KÜLLİ Hepsi. Tamamı. Hepsi için. LİLLAHİ Allah için. Allah yoluna. Allah aşkına. LİLLÂHİ-L HAMD Ne kadar hamd ve şükürler varsa ve olmuşsa, cümlesi Allaha mahsustur, ona gider, ona âittir. (Bak: Hamd) LİL-MÜTTEKÎN Müttekiler için. Lİ-MASLAHATİN Maslahat için. İş icâbı. LİMA-YÜRİD (Bak: Fa'al) LİME f. Parça, uzun dilim. LİME Niçin? LİME LİME Parça parça. LİMİTED Mes'uliyetleri, koydukları sermayeye göre hudutlu olan ortaklık. LİMMÎ (limmiye - lümmi) (Niçin mânâsındaki "lime" den) Aleni. Açık. * Nazari. Akla dayanan. (Bak: Bürhan) LÎMU f. Limon. Lİ-MÜELLİFİHÎ Müellifi tarafından, yazarı tarafından. LÎN Yumuşaklık ve mülayim olmak. * Tecvidde: Bu sıfata sahib olan vav, ye harfleridir. LİNÇ Halk tarafından öldürülme. Halkın bir suçluyu tutup derhal öldürmesi. LÎNE (C.: Lun-Elvan) Hurma ağacı. LÎNET (Liynet) Mülâyimlik, yumuşaklık. LİRİK Heyecan ve ahenge fazla ehemmiyet verilen şiir. * Bu tarzda şiir yazan şair. LİS f. Yalayıcı, yalayan. Birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Kâse-lis $ : Çanak yalayıcı. Dalkavuk. LİSAM Yüz örtüsü, yaşmak. Nikab. LİSAN Dil. Konuşma dili. Lehçe. (Bak: Dil) LİSAN-ÂŞNÂ f. Lisan bilir. Yabancı dil bilen. LİSANEN Konuşarak. Dil ile. Söz söyleyerek. LİSAN-I EDEB Edeb ve edebiyât dili, lisânı. LİSAN-I GAYB Gaybın haberlerini bildiren dil. Ahiret ahvalini veya bizce bilinmeyen gayb hükmündeki haberleri söyleyen. "Kur'an-ı Kerim" LİSAN-I HAL Hal dili. Bir şeyin görünüşü ile bir mânâ ifade etmesi (Bak: Hal)(Akılları gözlerinde olan avama ders veren fiildir, lisan-ı haldir.)(Bütün mevcudat, her birisi birer mahsus tesbih ve birer hususi ibadet, birer hâs secde ettikleri gibi, bütün kâinattan Dergâh-ı İlâhiyeye giden bir duâdır. Ya, istidad lisaniyledir: Bütün nebatat ve hayvanatın duâları gibi ki; her biri lisan-ı istidadı ile Feyyaz-ı Mutlak'tan bir suret taleb ediyorlar. Ve Esmâsına bir mazhariyet-i münkeşife istiyorlar. S.) LİSAN-I KAL Söz ile anlatılan mâna. Konuşma dili. LİSAN-I MÂDER-ZÂD Ana dili. LİSAN-I NAHVÎ Arapçanın bir vasfı; intizam ve kaidelere, düsturlara bağlı belâgatlı dil.(...Amma nazariyat-ı diniyelerin mahfazaları olan elfazlar ise değiştirilmeye lüzum kalmaz. Çünkü nasihat ile ve sair tedris ve talim ve va'z ile o ihtiyaç mündefi' olur. Lisan-ı nahvi olan lisan-ı Arabînin camiiyyeti ve elfaz-ı Kur'aniyenin i'cazı öyle bir tarzdadır ki, kabil-i tercüme değildir. Belki muhaldir diyebilirim. Kimin şüphesi varsa i'câza dair Yirmibeşinci Söz'e müracaat etsin. M.) LİSANÎ Lisanla ilgili, dile ait. LİSANS Fr. Herhangi bir mevzuda verilen izin. Müsaade belgesi. * Üniversite tahsili tamamlanınca alınan diploma. * Bir sporcunun resmi yarışmalara katılabilmesi için spor federasyonu tarafından kendisine verilen kayıt fişi veya kimlik kartı. * İthal veya ihracı serbest bırakılmayarak muayyen bir nizama bağlanmış malların ithal veya ihracı için idare tarafından verilen müsaade. LİSANULLAH Allahın lisânı. Kur'an-ı Kerim. LİSAN-ÜN-NÂR Ateşin alevi, ateşin parıltısı. LİSAT (Lise. C.) Tıb: Diş etleri. LİSE (C.: Lisât) Diş eti. Lİ-SEBEBİN Bir sebebe mebni olarak. Bir sebepten dolayı. LİSEVÎ Diş etleriyle ilgili, diş etlerine ait. LİSME Azarlamak, paylamak. LİSSE (C.: Lisâ-Lisât) Diş diplerinin eti. LÎT Her nesnenin rengi. LÎT Boyunun bir tarafı. * Boyun. * Baş. LÎTA (C.: Lit) Kamış kabuğu. * Karnın dışarısındaki derisi. LİTAF (Latif. C.) Yumuşaklıklar. LİTAM Tokat atma. Elin ayası ile vurma. LİTAT Dağın sivri ve yüksek olan yeri. LİTLİT Kokar çürük diş. * Yaşlı kadın. LİTOSFER yun. Yeryüzünün katı kısmına verilen ad. Taşküre. LİTRE İtl. Akıcı maddelerin, sıvıların ölçü birimi. Lİ-ÜM Ana bir (kardeşler). Lİ-ÜMMİN Ana cihetinden. LİV f. Güneş, şems. LİVA Bayrak. Sancak. * Eskiden kazadan büyük, vilâyetten küçük yerleşme merkezlerine denirdi. Tugay. * Hz. Peygambere (A.S.M.) âit sancak. LİVAE Sancak, âlem. LİVATA Lutilik. * Erkekler arasındaki cinsi sapıklık. (Bak: Kebair) LİVA-ÜL HAMD Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bayrağı. Ona inananlar kıyâmetten sonra bu bayrağın altında toplanacaklardır. LİVAZ Sığınma, iltica etme. * Birbirinin arkasına gizlenme. LÎVE f. Aldatıcı, dolandırıcı. * Şakacı, lâtifeci. * Çevik, atılgan. Lİ-VECHİLLAH Allah için. Allah nâmına, Allah aşkına.(Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız, Lillâh, Livechillâh, Lieclillâh rızâsı dâiresinde hareket ediniz, o zaman sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer. L.) LİYAKAT İktidar. Ehliyet. Hüner. Lâyık olmak. Fazilet. Kıymetlilik. LİYAKATMEND (C.: Liyâkatmendân) f. Değerli, liyâkatli. * Faziletli. LİYAKATMENDÂN (Liyâkatmend. C.) f. Değerli, liyâkatli kimseler, faziletli kişiler. LİYAN (Mülâyene) Mülayemetle, yumuşaklıkla muamele etmek. Lİ-ZALİK Bundan dolayı. Bundan ötürü. LİZAM (Lezm) Lazım olmak. İcâbetmek. Lüzumluluk. * Ölüm. * Kıyamet günü hesabı. Lİ-ZATİHÎ Kendisi. Bizzat. Kendiliğinden. LİZAZ Kapı ardına konulan ağaç sürgü. LİZAZ (Leziz. C.) Lezzetli ve tatlı şeyler. LOCA İtl. Bazı toplantı yerlerinde bir veya birkaç seyirciye mahsus hususi odacıklar. * Hücre, küçük bölme. * Masonların toplandıkları yeri. LOÇA Geminin baş tarafında ve iki yanda demir zincirin geçmesine mahsus delikler. LODOS Güneyden esen ılık yel, rüzgâr. LOHUSA (Bak: Lühusa) LOJİSTİK Ask: Askerlik san'atının ve seferi orduların iaşe, muhabere ve sevkiyat şartları, hareket ve harb kabiliyeti bakımından en etkili durumda bulundurulması için lâzım gelen çalışmalara aid kısım. LOKAVT ing. Bir işverenin, isteklerini kabul ettirmek gayesiyle işyerini kapaması. LOKMAN HEKÎM Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen büyük zatlardan olup öğütleri ve ahlâkî, tıbbî sözleri ile tanınmıştır. Peygamber Davud (A.S.) zamanında yaşadığı rivayet edilmektedir. Peygamber veya veli olduğu hususunda ihtilaf vardır. LOKMAN SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 31. Suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur. LOMBAR ing. Harp gemisinin topun ağzı önündeki deliği. LUAA Yumuşak yaş ot. LU'B Oyun. Eğlence. (Bak: Sefâhet) LU'BBAZÂN f. Oyuncular. LU'BE Oyuncu. LU'BET Oynayan veya oynatılan şey. Oyuncak. * Herkesi hayrette bırakıp şaşırtacak şey. LU'BETBÂZ f. Hayâl oyunu veya kukla oynatan. Oyuncu. LU'BETGÂH f. Oyun yeri. Sefih kimselerin eğlence yeri. LU'BÎ Oyun ile ilgili olan. LU'BİYYÂT Oyunlar, eğlenceler. LUÇ f. Şaşı. LUGAT (A, uzun okunur) (Lügat. C.) Lügatlar, kelimeler. * Lügat kitapları. LUGAT Kelime. Söz. * Her milletin dili. * Lügat kitabı, sözlük. LUGATNÜVİS f. Lügat yazan. LUGATŞİNAS f. İyi lügat bilen. LUGAVÎ Lügata mensup. Lügata, kelimeye âit. Lügattan anlayan. Mecazî olmayıp hakiki bir mânaya delâlet eden kelimeye âit olan. LUGAVİYYUN Lügatçılar, kelimelerden anlayan âlimler. LUHUD (Bak: Lühud) LUK f. Kısa tüylü yük devesi. LUKA Meşhur olmuş dört İncil kitabından birisidir. Hz. İsa Aleyhisselâm'dan sonra mühim Hristiyan doktorlarından birisi olan Luka adındaki zatın yazdığı İncil'dir. Bu Zâtın (Mi: 70) yılında vefât ettiği yazılıdır. LUKME Yutmak. * Bir yudum taam, lokma. LUKME-ŞÜMAR f. Herkesin lokmasını sayan. * Mc: Pinti, hasis, cimri. LUKTA Yerden toplanan şey. LUL (Luli) f. Utanmaz, hayasız ve namussuz kadın. * Nâzik ve zarif. * Şarkı söyleyip oynayan fahişe kadın. LULE f. Çeşme, musluk gibi şeylere takılan küçük boru. * Lüle. Halka gibi dürülmüş şey. LU'LU' Serap. * Bir mevzi ismi. * Kurt. LU'MUZ Çok yiyen kişi, obur. LURÎ f. Cüzzâm veya miskinlik denilen hastalık. * Fare avlıyan bir kuş. LUSS (C.: Lüsus-Elsâs) Hırsız, sârık. LUT f. Tatlı yemekler. Lezzetli yiyecekler. * Çıplak. LUT (A.S.) Hz. İbrahim'in kardeşi Harran oğlu Lut (A.S.) onunla beraber Bâbil diyarında Şam yakasına geçmişti. Sodom nahiyesine peygamber oldu. Bu nâhiyenin ahalisi ehl-i küfr ve fücur idi. Yolsuz giderlerdi ve hiçbir kavmin yapmadığı fuhşiyatı yapalardı. Hz. Lut, onları doğru yola dâvet etti, dinlemediler ve çok nasihat etti, kabul etmediler. Cenab-ı Hak da onların başına taş yağdırdı ve zelzele ile köylerinin altını üstüne getirdi. Cümlesi helâk oldu. Yalnız Lut (A.S.) ehl-i beytiyle geceleyin içlerinden çıkıp kurtuldu. (Kısas-ı Enbiya'dan) LU'TA Koyunun boynunda olan karalık. * Siyah hat. LUT'E Tutmaç aşı. LUTF (Bak: Lütuf) LÜAB (Liâb) Salya. Tükrük. Hazmolmamış, ağızdan geri gelen gıda. LÜAB-ÂLUD Salya, tükrük karışık. LÜAB-I ANKEBUT Örümcek ağı. LÜAB-I SÜRUR Sevinç tükrüğü. LÜABÎ Tükrük ve salya ile alâkalı. * Salya gibi yapışkan. LÜANE Halka çok lânet eden kişi. LÜBAB Her nesnenin iyisi, güzidesi, seçkini. LÜBADE Yağmur için giydikleri kepenk. LÜBAHIYE Mükemmel hilkatli kadın. LÜBAN Kendir. LÜBANE (C.: Lübânât) Hâcet, ihtiyaç. * Önemli ve ehemmiyetli iş. LÜBATA Kepenk. LÜBB İç. Öz. Her şeyin iyisi, hülâsası. * Akıl, içli şeyin içi. LÜBBÎ Öz ile alâkalı. Lübbe ait. LÜBCE Çatal demir. LÜBDE (LİBDE) Çokluk. * Karıştırmak. * Yıkamak. LÜBED Çok mal mânasınadır ki sanki birbiri üstüne yığıla yığıla keçe gibi birbirine geçmiştir. LÜBNA Bal gibi yapışkanlı sütü olan bir ağaç. LÜBS Giyme. LÜBSE Sözün karışıklığı. LÜBUB (Lübb. C.) Her şeyin hâlisleri. Özler. LÜBUD Kuşun göğsü üstüne çöküp yatması. * Yapışmak. LÜBUS (Libâs. C.) Esvaplar, elbiseler. * Savaş elbisesi. LÜCC(E) Engin sular. * Gümüş. * Ayna. * Kalabalık cemaat. LÜCCÎ Büyük deniz. LÜCEC (Lücce. C.) Engin denizler. * Kalabalık topluluklar, cemaatler. LÜCEYN Gümüş. LÜCME Irmak ağzı. LÜCUBE Davarın sütünün çekilip azalması. LÜCÜM (Licâm. C.) Gemler, at dizginleri. LÜÇ f. Çıplak. LÜDANE Yumuşaklık. LÜDD Çuval. LÜDUNE Yumuşaklık. LÜFAZE Değirmenin öğüttüğü un. * Ağızdan çıkan söz. LÜFFAH Kokulu geniş yapraklı bir ot. LÜFFAN Ekşi nar. LÜGA (C.: Lügâ) Ses, sadâ. Kelâm, söz. LÜGAT (Bak: Lugat) LÜGAZ (C.: Elgâz) Meyletmek, eğilmek, yönelmek. * Yaban fâresinin delikleri. * Yolcuya zahmet veren çapraşık yol. * Bilmece. LÜGAZ Edb: Manzum bilmecelere denir. Lügaz çözülürse insan, hayvan, eşya veya başka bir mânâ çıkar. Meselâ: (Hikmetullah şehrinin bir tânesiOğlunun karnında yatar annesi.)Bu manzum çözülürse cevap olarak "İpek böceği" çıkar. LÜGD (LÜGDUD) Çene ile boyun arasında olan et. LÜGEYZA Kertenkelenin bir yeri kazıp giderken bir tarafını da kazıp eğri çapraşık yollar yapması. LÜGNUN (C.: Leganin) Çene ile boyun arasındaki et. LÜGUB Yorgunluk, açlık, meşakkat. Ta'b. LÜHA Gümüş. * Bahşiş, atâ, hediye. LÜHAB Ateş alevlenmek. * Işıklanmak, şule vermek. * Ateşi yakıp tutuşturmak. LÜHAM Her şeyi yutan. * Çok miktar asker. LÜHAZA (Bak: Lehâza) LÜHBE Sütü azalmış davar. LÜHCE Kuşluk vaktinde yenen yemek. LÜHEYM Zahmet, meşakkat. LÜHKUK (C.: Lehâkik) Yer yarığı. LÜHLE (C.: Lehalih) Serap görünen geniş çöl. LÜHM Kevsec dedikleri balık. * Yemen diyârında bir kabile. * Etli ve kaba olmak. LÜHME Bez ırgacı. * Hısımlık, yakınlık. LÜHMUM (C.: Lehâmim) İnsanlardan ve atlardan iyi ve cevvâd olanlar. * Sütü çok olan deve. LÜHNE Misafire seferden geldiğinde verilen hediye ve armağan. * Savaş gününde başa giyilen tolga. Az şey. * Kahvaltı. LÜHUD (Lahd. C.) Çukurlar, kabirler, mezarlar. LÜHUD-İ ŞÜHEDÂ Şehitlik. Şehitler mezarlığı. LÜHUF (Lihâf. C.) Örtüler, sargılar. Örtünecek şeyler. LÜHUK Ulaşmak. Yaklaşmak. Sonradan yetişmek. LÜHUM (Lahm. C.) Etler. LÜHUM Cömertler. İyiler. İyi insanlar. LÜHUM-U LEZİZE Lezzetli etler. LÜHUSA Yeni doğurmuş kadın. Henüz yataktan kalkmamış kadın. Bu hâl 9 ilâ 40 gün kadar devam eder. LÜHVE (C.: Lühâ-Lühât) Değirmencinin, eliyle değirmenin ağzına döktüğü tane. (Daha çok hediye, atâ ve hibe mânasına kullanılmıştır.) LÜK f. Kalın ve yoğun şey. * Kırmızı boya. LÜ'KA Kaşıkla alınan şey. LÜKA' Hor ve hakir kimse. * Ufak çocuk. * At. LÜKAA Zahmet, meşakkat. * Ahmak, akılsız kişi. LÜKAT Yabana dökülmüş ve saçılmış nesne. LÜKATA Fık: Sâhibi belli olmayan sokakta bulunan şey. Bu malı yerden kaldırmağa İltikat, yerden kaldırana da Mültekit denir. LÜKATA-ÇİN f. Değersiz ve artık şeyleri toplıyan. LÜKK Nar ağacına benzer bir hindi ağacının zamkı. * Kılıç ve bıçak saplarını berkitmekte kullanılan meşhur bir nesne. LÜKKAA Hazırcevap olan. LÜKKAH Hoş kokulu bir ot. LÜKKAM Şam diyârında yüksek bir dağın adı. LÜKNET Pelteklik, dil tutukluğu, kekeleme. LÜKNUNET Kekeleme, pelteklik, dildeki tutukluk. LÜKS Lât: Aşırı süs. * Işık ölçü birimi. * Kuvvetli ışık veren bir nevi petrol lâmbası. LÜKUNET Dildeki tutukluk, pelteklik, kekeleme. LÜKYA (LÜKYÂNE) Birbirini görmek. LÜKZUF Üzüm çöpü. LÜ'LÜ' İnci. * Parlak. Ziyalı. Kıymetli. LÜ'LÜ'-BÂR f. İnci yağmuru. İnci yağdıran. LÜ'LÜ'-FEŞAN f. İnci saçan, inci dağıtan. LÜ'LÜ-İ LÂLÂ Parlak inci. LÜ'LÜ-İ MESKUB Delinmiş inci. LÜ'LÜ-İ ŞEHVÂR İri inci. LÜ'LÜ'-PÂŞ f. İnci dağıtan, inci saçan. LÜM'A (C: Limâ') El ayası miktarı. * İnsan topluluğu. * Kuruması gelmiş olan bir parça ot. LÜMAH (LİMÂH) Tokatla vurmak. LÜMAZE Ağızda geri kalan nesne. LÜMEY'A Küçük pırıltı. Küçük ışıkcık. Parıltıcık. LÜMEZE Bir kimsenin arkasından ayıplarını söyliyen. Gıybet eden. LÜMME Nişan. Alâmet. Damga. Nokta. * Vesvese, kuruntu. * Çok cemaat, çok kalabalık.(İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan o büyük insanın bir fihristesi ve hulâsasıdır. İnsanda bulunan nümunelerin büyük asılları, insan-ı ekberde bizzarure bulunacaktır. Meselâ: Nasılki insanda kuvve-i hâfızanın vücudu, âlemde Levh-i Mahfuz'un vücuduna kat'i delildir. Öyle de: İnsanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye denilen bir âlet-i vesvese ve kuvve-i vâhimenin telkinatiyle konuşan bir şeytani lisan ve ifsat edilen kuvve-i vâhime, küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiplerinin ihtiyarına zıd ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini hissen ve hadsen herkes nefsinde görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat'i bir delildir.Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime, bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üflüyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerirenin vücudunu ihsas ederler. L.) LÜMME-İ ŞEYTÂNİYE şeytanın vesvesesi. Şeytanın verdiği kuruntu. LÜMMÎ Toplanmaya dâir. * Nazarî ve aklî delil. (Bak: Limmî) LÜMMİYET (Limmiyet) İllet ve sebebiyet. LÜMTA şiddet. Mihnet. LÜMZA Bir parça yiyecek. * Beyaz nokta. * Atın alt dudağında olan beyazlık. LÜNC f. Ağzın içi. * Dudak. * Çolak. LÜSAT Diş etleri. LÜSEYN Küçük dil. Dilcik. LÜSGA Söylerken rı'yı gayn'a veya lâm'a; ve sin'i te'ye kalbetmek. LÜSN (Lisân. C.) Diller, lisanlar. LÜSS (LİSS) (C.: Lüsus) Hırsız. LÜSUB (LESB) Yapışmak. LÜSUK Yapışma, bitişik olma. Yapışıp tutma. * Ulaşma, vâsıl olma, erişme. LÜSUS (Luss. C.) Hırsızlar, sârıklar. LÜSUSET (Lüsusiyet) Hırsızlık, sirkat. LÜSUSİYYET Hırsızlık yapma, sirkat. LÜSÜN (Lisân. C.) Lisânlar, diller. LÜTÎN Adam boyu miktarı bir ağacın adı. (Bakla yaprağı gibi yaprağı olur, hurnup gibi dalları olur, içinde küçük taneleri olur.) LÜTNE Kirpi. LÜTRE f. Ancak konuşanların anlıyabileceği, başkalarının anlıyamıyacağı şekilde görüşülen uydurma dil, kuşdili. * Boşboğaz. LÜTUF Rıfk ve nevâziş. İltifatla mülâyemet üzere muâmele eylemek. Allah (C.C.) Hazretlerinin kullarını rıfk ve sühuletle murâdına muvaffak eylemesi. * Güzellik, hoşluk. * İyilik, iyi muâmele. LÜTUF-DİDE Lütuf görmüş. LÜTUT Sâbit ve lâzım olmak, gerekmek. LÜUKA Sür'at, hız. LÜÜME Öküz. * Çiftçilikte kullanılan bazı âletler. LÜÜSE Uyku ağırlığı. LÜVAB (LÜVABÂ) Susamak. * Kulpsuz bardak. LÜVAM Melâmetlik, rüsvaylık, rezil kepaze olmaklık. LÜVASE Bir lokma yiyecek. LÜVB Çokluk, kalabalık, izdihamlık. LÜVBE (C.: Lüeb-Lub) Kara taşlı yer. LÜVBİYA Börülce. LÜVKA Kaymak, zübde. * Yapışmak. LÜVSE Zayıflık. * Eğlenmek. * İsabet etmek. LÜZK (Lâzık) Yapışmak. * Ulaşmak varmak. LÜZUB Yapıştırma, yapışma. Birbirine kafes gibi girdirip yapıştırma. * Sâbit olma. LÜZUCET Yapışkanlık. Yapışan, uzayan şeyin hali. LÜZUCÎ Yapışkan. * Kopmadan uzayan. LÜZUCİYYET Çekilip uzayış. LÜZUM Lâzım olmak. Bir şey bir şeyden aslâ ayrı olmayıp onunla sâbit ve dâim olmak. Gereklilik. LÜZUM-U BEYYİN İsbata ihtiyacı olmayan şey. Cehil, ilimsizliğe lüzum olması gibi. Ve yine meselâ: Kör olmak, görmemezliğe delildir. (Lüzum-u beyyin'in zıddı: "Lüzum-u gayr-ı beyyin"dir. İsbata ihtiyacı olan şey demektir.) LÜZUM-U GAYR-İ MÜNFEK Ayrılmazlık. M Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler MA' Yer yüzüne yayılıp döşenmek. MÂ f. Biz mânasınadır. (Bak: Şahıs zamiri) * Mim ile elif harfinden ibâret "Mâ". Arabçada muhtelif isimleri vardır. Ve çeşitli mânalara gelir. Cansız şeylere işaret eder. "Şu nesne, o şey ki..." mânâlarına gelerek kelimelerle birleşir. Meselâ: (Mâ-ba'd: Sondaki, alttaki.) MÂ' Su. Ab. MAA (Beraber) mânasında bir kelime olup, iki türlü kullanılır:1- İzafetle (tamlama hâlinde):a) Zarf olarak: (Celestü maa zeydin: Zeyd ile beraber oturdum)b) Sıla (cümlecik) olarak: (Musaddıkan lima maaküm: Sizdekini tasdik ederek)c) Haber olarak: (Vehüve maahüm: O, onlarla beraberdir.)2- İzafetsiz: Bu takdirde tenvinlenir ve hâl olarak bulunur: (Caû maan: Beraber geldiler.) MAAB Ayıp, eksiklik. * Ayıp şey, utanılacak nesne, ayıp yeri. MAABİD (Meâbid) (Mabed. C.) İbadet edilen yerler. Mâbetler. * (Abd. C.) Hizmetçiler. Kullar. MAABÎD (Ma'bud. C.) Ma'budlar. MAABİD-İ İSLÂMİYE İslâm mâbetleri. Mescid ve câmiler. MAABİR (Ma'ber. C.) Köprüler, geçitler, kemerler. MAACİL (Ma'cel. C.) Yollar, MAACÎN (Ma'cun. C.) Macunlar. Hamur kıvamındaki yoğurulmuş şeyler. MAAD (Meâd) (Avdet. den) Âhiret. Dönülüp gidilecek yer. * Dönüş. * Ahiret işleri. Uhrevi işler. MAADA Başka. Fazla. Bundan gayrı. (Bak: Adâ) (İstisnâ kelimesidir) MAADİN (Maden. C.) Madenler. MAAFİR Hemedan'da bir kabilenin adı. MAA-HAZA Bununla beraber. Bununla birlikte. MAAHİD (Ma'hed. C.) Buluşma yerleri. Anlaşma yapılan ve sözleşilen yerler. MAAHU Onunla beraber. Onunla. MAAK Meslek, mezheb. * Sığınacak yer. MAAKAT Derinlik. MAAKID (Ma'kad. C.) Ma'kadlar, akdedilecek yerler. Toplantı yerleri. * Düğümler. Düğüm yerleri veya noktaları. MAAKIL (Ma'kıl, Ma'kale ve Ma'kule. C.) Sığınacak yerler. * Kan pahaları. MAAKIM (Ma'kım. C.) Eklemler, eklemeler. MAAKKA Çocuğun, anababaya isyan etmesi. Veledin valideyne itaatsizliği. MAAL Yükseklik. İlerilik. Şereflilik. MAALCEMAA (Maa-l-cemâe) Cemaatle beraber, cemaatle birlikte. MAALEM İz. Eser. Nişân. * Dinî mes'ele. MAAL-ESEF Yazık ki. Maalesef. MAAL-FARIK Yanlış olarak. Farklı olarak. Farklı olmakla beraber. MAAL-FARZ Farzedilerek. Doğruluğu kabul edilmekle. Kabul edilmiş sayılmakla. MAAL-GAYR Başkası ile birlikte. Gayrısı ile. MAALÎ şerefler. Yükseklikler. * Yüksek fikirler. * şerefli vazifeler. MAALİF (Ma'lef. C.) Ot, saman gibi yem konan yerler. Samanlıklar. MAAL-İFTİHAR İftiharla. Sevinerek. Kemal-i şevk ile. MAALİM (Ma'lem. C.) Dinî inançlara, itikadlara dair mes'eleler. * İzler. Nişanlar. Eserler. MAALİYAT İnsan aklının yetişemediği veya zor yetiştiği yüksek fikir ve derin bilgiler. MAAL-KERAHE Kerih, çirkin, kötü olmakla beraber. Kerahetle beraber. Mekruh olarak. MAAL-KİFAYE Kâfi olmakla, yetmekle beraber. MAAL-MEMNUNİYYE Memnun olmak suretiyle. İsteyerek. Gönül rızası ile. Memnuniyetle. MAAMİ' (Ma'maa. C.) Ateş çatırtıları. MAAN Menzil, mekân. MAAN Birlikte. Beraber. MAANÎ (Mâna. C.) Mânalar. * Belâgatın üç şubesinden biri. Lafzın muktezâ-yı hâl ve makama uygunluğuna mahsus bir ilim adı. (Bak: Belâgat) MAANÎ-İ KUDSİYYE Kudsi mânâlar. MAANÎ-İ MEDLULE Anlaşılan mânâlar. MAANÎ-İ MUKADDESE Mukaddes mânâlar. MAANÎ-İ MÜTEZAHİME Bir kelimenin çok mânaya gelip birbiri ile yarışma hâli. MAANÎ-İ SÂNEVİ İkinci derecedeki mânâlar. İşarî, mecazî, remzî mânâlar gibi. MAANÎ-İ ÛLÂ Evvelki mânâlar, vesileler. MAAR Ar ve hayâya sebep olacak şeyler. MAARIZ (MEÂRİZ) (Muarraz. C.) Bir sözü söyleyip başka bir şey murad etme ve cem' olmak, toplamak itibariyle ma'razlar, ta'rizler, adem-i tasrihler, sarahatsizlikler. MAARÎ İnsanın daima çıplak kalan organ veya azası. MAARÎC (Mi'rac. C.) Merdivenler. MAARİF Tahsil ile elde edilen ilim, malûmat, bilgi. * Meharet. Üstadlık. Hüner. * Marifetler. Mâruflar. Kültürler. * Çehrenin manzarada zâhir olan yerleri. * Bir memleketin okullarını ve tahsil ihtiyacını idâre ve te'mine çalışan bakanlık. MAARİF-İ MÜTENEVVİA Çeşit çeşit bilgiler. MAARİF-İ UMUMİYE NEZARETİ Maarif vekâleti. Milli Eğitim Bakanlığı. MAARİF-MEND (C.: Maarifmendân) f. Bilgili, bilgi sahibi. Kültürlü. MAARİF-MENDÂN (Maarifmend. C.) Bilgi sahibi kimseler, bilgililer. MAARİF-PERVER f. Maarifin yayılıp intişar etmesine çalışan. Maârife ait şeyleri muhafaza eden. MAARİK (Ma'rek ve Ma'reke. C.) Savaş meydanları, muharebe alanları. Harp sahaları. MAARÎZ (Mi'raz. C.) Kapalı mânâlar. * Edb: Birden fazla mânası olan bir kelimenin, en uzak mânasını kasdetmeler. MAARÎZ-ÜL KELÂM Kelâmda irad olunan kapalı mânâlar. Bir sözün asıl mânâsından başka mânâyı istemeler. MAAS Ayağın siniri çekilip büzülmek. * Ayağın eğri olması. MAASIR (Ma'sara. C.) Üzüm, susam gibi şeylerin sıkıldığı yerler. MAASÎ (Ma'siyyet. C.) Günahlar. * İsyanlar. MAAŞ Geçinilecek şey. Yaşayış. Aylık para. MAAŞAT (Maâş. C.) Maaşlar. Memur, emekli, dul, yetim vs. gibi kimselere verilen aylıklar. MAAŞEN Yaşayış bakımından. MAAŞİR (Ma'şer. C.) (Bak: Ma'şer - İlticâ - Melce'). MAATIF (Ma'tıf ve Mı'taf. C.) Gözlenilecek veya bakılacak yerler. MAATÎR (Mı'târ. C.) Devamlı güzel koku sürünenler. MAA-T-TEESSÜF Yazık ki. Esefle. Teessüfle beraber. MAAVİL (Mi'vel. C.) Taş, kaya parçalamakta kullanılan sivri kazmalar. MAAVİN (Maunet. C.) Yardımlar, muâvenetler. * Yol yiyecekleri. Azıklar. MAAYİB Ayıplar. Lekeler. Kusurlar. MAAYİR Ayıplanmış. MAAYİŞ (Maişet. C.) Geçinmek için gerekli şeyler. MAAZ Şiddetle gadap etmek, çok fazlasıyla hiddetlenmek. * Bir nesne güç gelmek, zor gelmek. MAAZ Sığınacak yer. Penah. MAAZALİK Şu var ki. Bununla berâber. MAAZALLAH Allaha sığındık. Allah korusun. MAAZIM (Mu'zam. C.) Bir şeyde en büyük kısımlar. MAAZİR (Bak: Meâzir) MAAZİYADETİN Fazlasıyla, ziyadesiyle, çok miktarda, bol bol. MA-BA'D Sonra. Gelecekteki. MA-BA'DETTABİA (Mâba'de-t tabia) Metafizik. Beş duygu ile bilinmeyen varlıklar hakkında fikrî araştırma yapan felsefe kolu. Bu felsefe ile alâkalı olan. MABA'Dİ (Mâbadi) Sonrası. Bundan sonrası. MABAKİ Geri kalan, kalan, artan. MA'BED (Mâbet) (İsm-i mekân) İbadet edilen yer. (Mescid, câmi gibi) MA'BED-İ FERSUDE f. Eskimiş, yıpranmış mâbed. MA-BEKA Arta kalan, bâkiye, geri kalan. MA'BER (C.: Maâbir) (Ubur. dan) Geçit, kemer, köprü. * Geçilecek yer. MABEYN Ara. Aradaki şey. İki şeyin arası. * Haremle selâmlık arasındaki oda. * Padişah yakınlarının bulunduğu oda. MABGUZ (Bugz. dan) Nefret ve buğzedilmiş. Sevilmemiş. MA-BİHİ-L-HAYAT Yaşamaya sebep olan, hayata vesile olan. MA-BİHİ-L-İFTİHAR Kendi ile ve onunla iftihar edilecek şey. MA-BİHİ-L-İMTİYAZ Kendisi ile imtiyaz kazanılan şey. MA-BİHİ-L-İSTİHKAK Hak etme sebebi. MA-BİHİ-L-İ'TİMAD İtimada vesile ve sebep olan şey. MABSARA Bedihî ve zâhir olan hususlar. Açık ve meydanda olan hususlar. MABTAHA (C: Mebâtıh) Kavun karpuz ekecek yer. MA'BUD (Mâbud) Kendine ibadet edilen Allah (C.C.) MA'BUDE Şirk, evham ve putperestlikten doğan kadın heykeli ve emsali put. MA'BUDİYYET Mâbud oluş. Kendine ibâdet edilmeğe lâyık olan, ki bu sıfat ancak Allah'a mahsustur. Uluhiyyet.(İşte şu vaziyette bir insana hakiki ma'bud olacak; yalnız, her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her şeyin yanında nâzır, her mekânda hâzır, mekândan münezzeh, aczden müberra, kusurdan mukaddes, nakstan muallâ bir Kadir-i Zülcelâl, bir Rahim-i Zülcemâl, bir Hakîm-i Zülkemâl olabilir. Çünkü, nihayetsiz hâcat-ı insaniyyeyi ifa edecek ancak nihayetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sâhibi olabilir. Öyle ise mabudiyete lâyık yalnız Odur. S.) (Bak: Taabbüd) MA'BUD-U Bİ-L HAK Hak olan ma'bud. Hakkıyla ibadete lâyık olan Allah (C.C.) MA'BUD-U HAKİKÎ Hakiki ma'bud olan Cenab-ı Hak (C.C.) MAC Tuzlu su. MA'C Süratle gitmek, hızlı gitmek. * Yürürken dolaşmak. MACC Ağzından sular akan yaşlı deve. MA'CEL (C.: Maâcil) Yol. Menzile ulaştıran yol. MA'CEME Sabırlı, tahammüllü kimse. MACERA Olup geçen şey. Baştan geçen hadise. MACERAPEREST f. Maceracı. Macera meraklısı. MA'CES Yay kabzası. MA'CEZ Çalışmaktan ve maişetten âciz oldukları yer. MACİD Çok âli. Şerif. Yüce. Kerim. * Hoş. Nâzik meşreb. MACİN (C: Micân) Her dileğini yapan kimse. * Hile yolunu öğreten. MACUN Hamur kıvamındaki ilâç. * Hamur gibi yoğurulmuş şey. MACUŞUN Gemi, sefine. * Boyanmış elbise. MAÇ f. Öpüş. MAÇİN Çin'e tâbi, Doğu Türkistan tarafındaki çöllerde ve Târim nehrinin güneybatısındaki dağlarda oturan Türk milletinden bir kavimdir ve simaca Moğol ile Aryâ cinslerinden mürekkeb oldukları anlaşılıyor. İçlerinde sarı saçlı ve mavi gözlü adamlar dahi bulunuyorsa da lisan bakımından Doğu Türkistan'ın ahalisinden farkları yoktur. Çağatay dili konuşurlar. Kendileri çok tembel; ve zevk ve eğlenceye çok düşkündürler. Ziraat vs. işleri kadınları tarafından yapılır. Tamamı müslüman ve sünnîdirler. MAD Yumuşak taze ot. MA'D Taze hurma. * Taze ot. * Yumuşak. * Yoğunluk, gılzat. * Gitmek. * Çekmek. MADAHİK (Madhek. C.) Güldürücü ve komik kimseler. Soytarılar. MADAK Sıkıntı, darlık. MADALLE Yolun kaybolduğu yer. MADALYA İtl. Büyük işlerde muvaffak olanlara veya büyük fedakârlık ve kahramanlık gösterenlere hediye ve hatıra olarak verilen ve çok defa yuvarlak biçimde, göğüse takılacak şekilde olan kıymetli madeni parça. MÂ-DÂM Çünkü. Mâdem. Böylece olunca. Dâim ve bâki oldukça. MÂ-DÂM-EL MELEVAN Gece gündüzün devamı müddetince. MADARİB (Madrab. C.) Darbedilecek, dövülecek yerler. MADCA' Yatılan yer. * Kabir. Mezar. MADDE Zahir duygularla hissedilen, ruhâni olmayıp, ağırlığı olan, cismâni bulunan. * Asıl, esas, cevher, mâye. * Bend, fıkra, kısım. * İlm-i Kelâmda: His âzâmız üzerine bir takım muayyen ihtisâsât husule getiren veya getirebilen, her şey. * Tıb: Çıbanın içinde hasıl olan yara. MADDE-İ ACİNİYE Hamur gibi yoğurulmuş cisim. MADDE-İ MUSAVVİRE Tıb: Kanın küreciklerinden başka gıda maddesinden olup, azot ve sair maddeleri içine alan sulu cisim. Canlı hücrelerin vücudunu teşkil eden ve içinde çoğunun çekirdek bulunan albüminli madde. Protoplazma. MADDE-İ ULYÂ Kıymetli cevher maddesi, yüksek madde. Çok kıymetli şey. MADDETEN Cismen. Madde ve cisim olarak. * İş olarak, iş ile. * Gözle görülür ve elle tutulur şekilde. MADDÎ (Maddiye) Cismâni. Madde ile alâkalı olan. Maddeye ait. * Paraca ve malca. * Paraya ve mala fazlaca ehemmiyet veren. * Dokunma, koklama, görme, işitme, tatma ile hissedilip duyulan şeyler. MADDİYAT (Maddiyet. C.) Maddi ve cismâni şeyler. Gözle görülüp elle tutulur cinsten şeyler. MADDİYET (C.: Maddiyât) Gözle görülüp elle tutulan şey. Cismâni. MADDİYUNLUK Maddiyunların mesleği. Maddecilik. Hiçbir müsbet delile dayanmıyan ve sadece maddeye istinad eden ve ruhâniyatı ve mâneviyatı inkâr edenlerin bâtıl akideleri.(Maddiyunluk, mânevi tâundur ki, beşere müthiş sıtmayı tutturdu; gazab-ı İlâhiye çarptırdı. Telkin ve tenkid kabiliyeti tevessü' ettikçe o tâun da tevessü' eder. M.)(Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise, mâneviyatta kördür. M.) MADDİYYUN (Maddiyun) Maddeciler. Her şeyin esası madde olduğunu iddia edip, ruhaniyatı inkâr eden dinsizler. Her şeyi madde ile ölçenler. Masnuât-ı İlâhiye olan mahlukatı ve zerrelerin muntazam hareketini, tesadüf eseri gibi kabul ve tevehhüm edip dinsizliğe yol açmağa çalışanlar.(Maddiyyun denilen bir kısım ehl-i dalâlet, zerrattaki tahavvülât-ı muntazama içinde Hallâkiyet-i İlâhiyyenin ve kudret-i Rabbâniyenin bir cilve-i âzamını hissettiklerinden ve o cilvenin nereden geldiğini bilemediklerinden ve o kudret-i Samedâniyenin cilvesinden gelen umumi kuvvetin nereden idare edildiğini anlıyamadıklarından, madde ve kuvveti ezeli tevehhüm ederek, zerrelere ve hareketlerine âsâr-ı İlâhiyyeyi isnad etmeye başlamışlar. Fesübhanallah! İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabilir mi ki, mekândan münezzeh olmakla beraber herbir yerde herbir şeyin icadında herşeyi görecek, bilecek, idare edecek bir tarzda bulunur bir vaziyetle yaptığı fiilleri ve eserleri; câmid, kör, şuursuz, iradesiz, mizansız ve tesadüf fırtınaları içinden çalkanan zerrâta ve harekâtına vermek, ne kadar câhilâne ve hurafetkârâne bir fikir olduğunu, zerre kadar aklı bulunanların bilmesi gerektir. Evet bu herifler vahdet-i mutlakadan vazgeçtikleri için, hadsiz ve nihayetsiz bir kesret-i mutlakaya düşmüşler; yâni; bir tek İlâhı kabul etmedikleri için, nihayetsiz İlâhları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yâni; bir tek Zât-ı Akdesin hassası ve lâzım-ı zâtisi olan Ezeliyeti ve Hâlikıyeti, bozulmuş akıllarına sığıştıramadıklarından; o hadsiz, nihayetsiz câmid zerrelerin ezeliyetlerini, belki Uluhiyetlerini kabul etmeye mesleklerince mecbur oluyorlar... L.) MADE f. Dişi. Erkeğin zıddı. MA'DELE(T) (Ma'dilet) Adalet eylemek. Hak ile hükmeylemek. * Adalet yeri. MA'DELE-İ ULYÂ Büyük adalet yeri, yüksek adaletle herkesin muhakemesi görülen yer. Huzur-u İlâhiyedeki adâlet. MA'DELETGÜSTER f. İnsaflı, adaletli, vicdanlı ve doğru kimse. MA'DELETKÂR f. Âdil, adaletli. MA'DELETPERVER f. Doğru, insaflı, adaletli ve vicdanlı kimse. MA'DEN Maden. * Bir haslet veya hususiyetin kaynağı. * Herşeyin aslî mekânı, menbâ ve me'hazı olan yer. * Toprak, taş, kum gibi maddelerle karışık demir vesairelerin vaziyetlerine de maden denir. MA'DENÎ Madenden yapılmış. * Madenle alâkalı. MA'DENİYAT Madenî oluşlar. Madenler. Madenden çıkan şeyler. Maden ilmi. MÂDER f. Ana. Çocuğu doğuran. Ümm. MÂDERANE f. Annece. Anaya yakışır surette. MÂDERENDER f. Üvey ana. MÂDERÎ f. Analık. Annelik. MÂDERZÂD f. Anadan doğma. Anadan doğduğu gibi. MADG Çiğneme. Ağızda çiğneyiş. MADGARE Mukabil iki tarafın şiddetli hücumları ile meydanda gelen savaş. MADHEK Maskara. Gülünecek şey. Soytarı. Komik. MADİH Keskin. MADİH (Medh. den) Öven, medheden. MA'DİL Sapılacak yer. Ma'dul. MA'DİN (C: Meâdin) Hak Teâlâ'nın yerde halk ettiği. * İkamet ettikleri mevzi. MADİYAN f. Dişi at. Kısrak. MADREB (MADRIB) (C.: Madarib) Darb edilecek, vurulacak yer. * Kakma, çakma yeri. MADREBE Kılıncın ağzı. MADRUB Vurulmuş. Döğülmüş. Çarpılmış. Darbolunmuş. * Damgalanmış. * Mat: Darbedilen (çarpılan) sayı. MADRUBEYN Mat: Birbirine çarpılan iki sayıdan herbiri. MADRUS Örülerek yapılmış. Örülmüş şey. MA'DUD Hesabedilen. Sayılan. Addedilen. * Muayyen. Belli. MA'DUDAT Yumurta gibi sayı ile satılıp alınan şeyler. MA'DUM Mevcut olmayan. Yok olan. Yok. MA'DUMAT Yok olanlar. Yokluklar. MA'DUMAT-I HÂRİCİYYE İlm-i İlâhide olup, maddi vücudu olmayan şeyler. MA'DUMAT-I MÜMKİNE Var olacağı ilm-i İlâhîde mâlum olup, henüz mevcud olmayan hâdisat. MA'DUMİYET Yokluk, ma'dumluk, yok olma. MA'DUM-ÜL CİSİM Cismi olmayan. MA-DUN Aşağı. Alt. Alt derece. MA-FAT Kaybolan. Fevt olan. Elden çıkan şey. Kaybedilen. MA-FEVK Üstünü. Üstün olanı. * Bir şeyin üstü, üst tarafı. Baş. MA-Fİ-HA İçindekiler. O şeyin içinde olanlar. MA-Fİ-L BAL Gönülde olan maksad ve meram. (Mâ-fi-z zamir de denilir.) MA-Fİ-L YED Fık: Bir terekenin taksimi yapılmadan varislerden biri veya birkaçı ölürse, bunların terekelerinden varislerine düşen kendi mikdarları. MA-Fİ-L-BAB Kapı içinde. Bir kitabın içindeki bölümde (babda) olan şey. MA-Fİ-Z ZAMİR Kalbde ve gönülde olan. MAFSAL Tıb: Vücuddaki kemiklerin ekli olan oynak yerleri. Eklem. MAFSAL-I MÜTEHARRİK Tıb: Oynar eklem. MAFTUR (Fıtrat. dan) Yaradılışta olan. Fıtratta bulunan. * Yaradılmış. MA'FUC Dübürüne vurulmuş. MA'FUN Bozulmuş ve çürümüş şey. * Kokmuş et. MA'FÜVV Suçu afvedilmiş. Bağışlanmış. * İstisnâ edilmiş, müstesnâ kılınmış, ayrı tutulmuş. MAGABBE Akıbet, son, netice. MAGABIT İmrenilme. Gıpta edilme. MAGABİN (Magben. C.) Kasıklar, uyluk kemikleri. MAGAFİR Çirkin kokulu bir zamk. MAGAFİR (Miğfer. C.) Çelik başlıklar, miğferler. MAGAK f. Çukur. MAGAKÇE f. Küçük çukur. Çukurcuk. MAGALE şer, kötü. MAGALIB Üstün gelen, galebe eden. MAGALIK (Mağlak. C.) Kilitler, sürmeler. MAGAMİZ Ayıplı, ayıplanmış. MAGAMİZ (Magmaz. C.) Karanlık yerler. Karanlık ve çukur yerler. MAGANİ (Magni. C.) Evler, hâneler, menziller. MAGANİM (Magnem. C.) Ganimetler. Düşmandan ele geçirilen mallar. MAGARAT (Magare. C.) Mağaralar. MAGARE (C.: Magarât) Mağara. MAGARİB (Magrib. C.) Batılar, magribler, garplar. * Akşamlar. MAGARİM (Magrem. C.) Diyetler. * Ödenecek borçlar. MAGARİS (Magris. C.) Fidanlıklar, fidan bahçeleri. MAGAS (C: Emgâs) Kıymetli iyi deve. MAGASİL (Magsel ve Magsil. C.) Gusülhâneler, yıkanılacak yerler. MAGAVİR (Mugâvir. C.) Kıtal eden, harbeden, çarpışan. MAGAZİ Muharebeye âit hikâyeler. Gazâ hikâyeleri. * Savaşlar, muharebeler, gazalar. MAGAZİN Çeşitli mevzulardan bahseden resimli mecmua. MAGBAT (C.: Magabit) Gıpta edilecek ve imrenilecek yer. MAGBEN (C.: Magabin) Uyluk kemiği. Kasık. MAGBUN (Gabn. dan) Alışverişte aldanmış olan. * Şaşkın. Şaşırmış. MAGBUNİYET Şaşkınlık. MAGBUT (C.: Magabit) İmrenilmiş, gıpta edilmiş. MAGD Kurutan otu. * Yerüç otu. MAGDUB Hiddet ve gadaba uğramış. Doğru ve hak dini tanıyamamış ve rahmetten mahrum kalmış. Lütf-u İlâhîden mahrum olmuş. * Fık: Gasbolan mal. MAGDUBEN (Gadab. dan) Öfke ve hiddet ile. Gadap ile. MAGDUBUN MİNH Fık: Malı gasbolan kimse. MAGDUR (Mağdur) Gadre, haksızlığa uğramış ve gadir görmüş. MAGDURE Mağdur kadın. Haksızlığa uğramış ve gadir görmüş kadın veya kız. MAGDURİYYET Mağdurluk. Gadre uğramış kimsenin hali. MAGFELE Dudak altında biten kılların çevresi. MAGFİRET (Mağfiret) Cenab-ı Hakk'ın kullarının günahlarını örtmesi, affetmesi, rahmeti ile lütfu. MAGFİRET-İ İLÂHİYE Allah'ın mağfireti, affetmesi. MAGFUR (Mağfur) Rahmetlik olmuş. Günahlarının afvı için kendine dua edilmiş olan. Allah'ın, kendisini affı için dua edilen ölmüş kimse. MAGİB Kaybolma. MAGİN Mazaryon otu. MAGİZ İçinde ağaç bitmiş olan su birikintisi. MAGL Yürek ağrısı, kalp ağrısı. MAGLAK Kilitlenecek yer. MAGLATA Mugalata. Boş ve mânasız söz. Zihin yanıltmak için söylenen saçma sapan söz. MAGLATA-İ ŞEYTANİYE İnsanları aldatmak ve yoldan çıkarmak için söylenen karıştırıcı sözler. Şeytanın insan kalbine vesvese vermesi. MAGLATA-İ VEHMİYYE Vehmin, insanı yanıltmak için yanlışı doğru göstermesi. MAGLE Yılda iki kez doğuran koyun ve keçi. MAGLUB (Mağlub) Yenilmiş. Kendisine galib gelinmiş. Yenilen kimse. MAGLUBANE f. Mağlub olana yakışır surette. Yenilmiş bir kimseye uygun şekilde. MAGLUBİYYET Yenilme. Bir kuvvetlinin idaresi altında bulunuş. MAGLUK Kapalı. Kilitli. MAGLUL Susuz kalmış. Su sıkıntısında bulunan. * Eli bağlı. Zincirle bağlanmış kimse. * Hapsedilmiş olan. MAGLUL-ÜL YED Eli bağlı. MAGMA yun. Jeo: Yanardağlardan çıkan hamur kıvamındaki yoğun madde. MAGMAG Boğaz düdüğü. * Yemeği yağlı yapmak. MAGMAGA Karışmak, ihtilat. MAGMAS (C: Megâmıs) Çok fazla çukur olan yer. MAGMUM Gamlı. Kederli. Tasalı. Sıkıntılı. * Bulutlu. Kapalı. MAGMUMÂNE Kederlice. Gamlı olarak. * Mübhem olarak. MAGMUMİYET Kederli, gamlı olma. * Hava bulutlu ve kapalı olma. MAGMUR Şöhretsiz. Adı sanı silinmiş olan. * Harap. Yıkık. MAGMURİYET Mağmurluk, viranlık, haraplık. * Adı sanı kaybolmuş. MAGMUZ Kabâhatli, suçlu. MAGN (C: Megân) Menzil. MAGNA Durmak. MAGNATIS Mıknatıs. MAGNEM (C.: Maganim) Ganimet. Harpte düşmandan ele geçirilen mal. MAGNETİK yun. (Manyetik) Mıknatıs gibi çekici kuvveti olan. MAGRE (C: Migrât) Aşı dedikleri kırmızı balçık. MAGREFE Geniş yer. MAGREM Bir şeye çok düşkün, haris kimse. Tutkun. Aşık. * Borçlu. * Zarar, ziyan. * Cürüm, cinayet. MAGRES Fidan bahçesi. Fidanlık. MAGRİB (Mağrib) Batı taraf. Garb. Güneşin battığı cihet. Akşam vakti. Afrikanın şimâl tarafı. Türkiye'ye nisbetle garbda bulunan Fas, Tunus, Cezayir ve İspanya tarafı. MAGRUK Gark olmuş. Suda batmış olan. MAGRUKÎN (Mağruk. C.) Suda Boğulanlar. MAGRUR (Mağrur) Gururlu. Boş bir şeye güvenen. Fâni ve faydasız şeylere güvenip kendini aldatan. Mütekebbir. Kibirli kimse. Müteazzım. MAGRURANE f. Gururlanarak. Kendini beğenircesine. Kibirlenerek. Güvenilmesi boş olan şeye güvenip kendini aldatırcasına. (Sen ey mağrur nefsim! Üzüm ağacına benzersin, fahirlenme; salkımları o ağaç kendi takmamış, başkası onları ona takmış. S.) MAGRUREN Gururlanarak. Güvenerek, itimad ederek. * Aldanarak. MAGRURİYET Gururluluk, kibirlilik. * Bir şeye itimad edip, güvenip aldanma. * Kibirlenme, gurulanma, övünme, tefahhur, tekebbür. MAGRUS(E) (Gars. dan) Toprağa dikilmiş. MAGRUZ Taze. Bayatlamamış ve bozulmamış. MAGS Bağırsak ağrısı. MAGSEL (C.: Magasil) (Gasl. den) Gusülhâne. Ölü yıkanan yer. MAGSUB(E) (Gasb. dan) Zorla ve cebren alınmış. Gasbolunmuş. MAGSUL Gaslolmuş. Yıkanmış. Gusletmiş. MAGŞİ (Gaşy. den) Baygın. Gaşyolmuş. Kendinden geçmiş. MAGŞİYANE f. Bayılmış gibi, baygıncasına. MAGŞİYY Aklı gitmiş hayran kimse. MAGŞİYYEN Bayılmış olarak, baygın bir halde. MAGŞİYYÜN ALEYH Bayılmış, baygın. MAGŞUŞ Katışık. Karışık. Saf olmayan. MAGŞUŞE Gümüş ve bakır karışığı akçe. MAGŞUŞİYYET Halis ve saf olmayış. Karışıklık. MAGT Çekmek. MAGTUS Su, gaz veya hava gibi şeylerin içine batırılmış. MAGTUŞ Karanlık yer. MAGUSE Medet gelmek, yardım gelmek. MAGV Kedi miyavlaması. MAGZ Beyin. * Öz. İç. Lüb. İlik. * Dimağ. MAGZA Maksad, gaye, meram, istek, arzu. * (C.: Magazi) Harb hikâyeleri. Muharebe ve gazaya ait hikayeler. * Savaş, muharebe, gaza, harb. MAGZAB Gazap edecek yer. MAGZEBE Hiddetlenme, öfkelenme, kızma. * Hiddet ve gazabı icâb ettiren şey. MAGZUB (Bak: Magdub) MAH (Meh) f. Senenin onikide birisi. Yirmisekiz, yirmidokuz, otuz veya otuzbir günlük zaman. * Gökteki ay. Kamer. MAH Mahveden. * Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bazı kitablarda geçen bir ismidir. Nübüvvet ve risaletinin nuru, küfür karanlıklarını mahvettiğinden bu isim verilmiştir. MAH BE MAH Aydan aya. MAHABİB (Mahbub. C.) Sevilen ve muhabbet edilenler. Mahbublar. MAHABİR (Mahber. C.) Mürekkep hokkaları. MAHABİS (Mahbus. C.) Hapsedilmişler, mahbuslar. Bir yere kapatılmış olanlar. MAHABİS (Mahbes. C.) Ceza evleri, zindanlar. Hapishaneler. MAHABİZ (Mahbeze. C.) Ekmekçi fırınları. MAHACCE Geniş yol. MAHACİR (Mahcer. C.) Göz çukurları. MAHADİM (Mahdum. C.) Mahdumlar, oğullar. MAHAFET Korku. Korkmak. MAHAFETULLAH Allah korkusu. MAHAFFE Mahfe. Deve veya katır üzerine konan ve içinde iki kişi oturabilecek yeri olan kapalı mahmil. MAHAFİL (Mahfil. C.) Mahfiller. * Toplantı yerleri. Oturulup görüşülecek yerler. * Büyük câmilerde eskiden hükümdarlara veya müezzinlere ayrılmış ve etrafı parmaklıklarla çevrilmiş olan yerler. MAHAFİR (Mihfer. C.) Beller, kazmalar. MAHAK Her arabî ayın son üç gecesi. MAHAKİM Mahkemeler. MAHAKİM-İ ADLİYE Adliye mahkemeleri. MAHAKİM-İ ASKERİYE Askerî mahkemeler. MAHAKİM-İ ŞER'İYE şer'î mahkemeler. şeriat mahkemeleri. MAHAKK Mehenk. Ayar taşı. MA-HALA (Bir istisnâ edatıdır) Mâadâ mânasına gelir, kendinden sonraki kelimeyi nasb eder. $ (Allah'tan başka herşey fânidir) cümlesinde olduğu gibi. MA-HALAKALLAH Allah'ın (C.C.) yarattığı ve halkettiği her şey. * Kalabalık, izdiham. MAHALE Çare, tedbir. * Hile. MAHALİB (Mahleb. C.) Yırtıcı hayvanların tırnakları, çengelli pençeleri. MAHALL Yer. Mekân. Cây. MAHÂLL (Mahall. C.) Yerler. Mekânlar. MAHALLE (C.: Mahallât) Şehir ve kasabaların bölündüğü parçalardan herbiri. MAHALLETAN Çömlek ve değirmen. MAHALLÎ Bir yere mahsus. Yerli. MAHALL-İ SADAKA Sadaka olarak verilen mal veya parayı şer'an almağa ehil olan kimse. MAHALL-İ TEVARÜD Vâsıl olunan yer. * Birisine yetişilen mahal. MAHAMİD (Mahmedet. C.) İyi ve güzel huylar. İyi hasletler. * Şükürler, senâlar, medihler. Şükür edilmeğe değer davranışlar. MAHAMİL Deve üzerine konan oturulacak sepetler. Mahmiller. * Kılınç bağ askıları. * İhtimâller. MAHANE f. Aylık maaş. MAHARET (Bak: Mehâret) MAHARİB (Mihrâb. C.) Mihrâblar. MAHARİC Çıkacak yerler. Huruc edecek yerler. MAHARİC-İ HURUF Gr: Ağızda harflerin çıktığı yerler. MAHARİM (Mahrem. C.) Mahrem olanlar. Haram olan şeyler. MAHARİT (Mahrut. C.) Mahruti şekilller. Koniler. MAHAS Udul etmek, dönmek. MÂHASAL Hâsıl olan, meydana gelen. * Netice, sonuç. MÂHASAL-I ÖMR Evlât. Çocuk. * Hayat boyunca çalışılarak vücuda getirilen eser veya elde edilen şey. MAHASİN (Mehâsin) İyilikler. İyi ahlâklar. * İnsanın vücudunda hüsün ve cemal yerleri. * Güzel tavırlar. * İnsanın yüzüne güzellik veren bıyık ve sakal.(İşte şu kâinat hadsiz mehasin-i maddiyesiyle bir ma'nevî ve ilmî mehasinin tereşşuhâtıdır. Ve o ilmî ve ma'nevî mehasin ve kemalât, elbette hadsiz bir sermedî hüsn ü cemalin ve kemalin cilveleridir. S.) MAHASİN-İ AHLÂK Ahlâk ve huy güzelliği. MAHAŞŞE Kıç, dübür, makad. MAHATİM (Mahtum. C.) Bağlanmış ve kilitlenmiş şeyler. * Mühürlenmiş şeyler. MAHATT Konak, menzil. Yolculuk esnâsında inilip durulacak yer. MAHATTA İstasyon. MAHAVİF (Mahuf. C.) Tehlikeli ve korkulu yerler. MAHAVİR (Mihver. C.) Mihverler, eksenler. MAHAYİL Alâmet, işaret. * (Mahile. C.) Hayâl eserleri. MAHAZ Su akacak yer. * Tıb: Doğum ağrısı. Doğum esnalarında gelen sancı. MÂHÂZÂ Bu nedir? * Bu değil. MÂHÂZÂ KELÂM-ÜL-BEŞER Bu, insan sözü, beşer kelâmı değildir. MÂHAZAR Daha evvelden hazır olan. Hazır olarak ne varsa. MAHAZIR (Mahzar. C.) Mahzarlar, mürâcaatlar. Umumi istidatlar. MAHAZİ Rezalet ve kepazelik sebebi olan kötü huylar. MAHAZİL (Mahzul. C.) Rezil ve kepaze olmuş kimseler. MAHAZİN (Mahzen. C.) Mahzenler, sığınaklar, bodrumlar. MAHAZİR (Mahzur. C.) Korkulacak ve sakınılacak şeyler. Maniler, engeller. MAHAZZ Kat'edecek, kesecek yer. MAHBA (C: Mehâbi) Elbise saklayacak mevzi. Kiler. MAHBEL Hayvanın gebelik zamanı. MAHBER (Mahbere) Mürekkep hokkası. Divit. MAHBES Hapishane. Hapsedilen yer. Cezaevi. MAHBEZ (C.: Mahâbiz) Ekmekçi dükkânı. Ekmekçi fırını. MAHBUB Muhabbet edilen. Sevilen. MAHBUBAT Sevilenler. Sevgililer. MAHBUBE (Hubb. dan) Sevilmiş veya sevilen kadın. Muhabbet edilen kadın veya kız. * Vaktiyle çok kıymetli ve pahalı olan lâle cinsinden bir çiçek. MAHBUBETÜN Lİ-ZÂTİHÂ Zâtı için sevilen. Kendi zâtında sevgili olan. MAHBUBİYYET Sevilen olmak. Mahbub olmaklık. Sevilecek hâlde bulunuş. (Cenab-ı Hakk'ın kullarını her çeşit nimetler ile besleyip yetiştirmesi ve ihtiyaçlarına cevap vermesi; onları sevdiğini ve mahbubiyyetini gösteriyor.) MAHBUB-U HÜDÂ Allah'ın sevgilisi. Hz. Muhammed Mustafa (A.S.M.) MAHBUB-U LİGAYRİHÎ Faydalarından veya başkası sebebi ile sevilen. Dolayısı ile sevilen. MAHBUK Katı, şiddetli, şedid. MAHBUN Kıtlık için saklanan şey. * Edb: İkinci harfi düşürülmüş vezin. MAHBUS Hapsedilmiş olan. MAHBUSHANE f. Cezaevi, hapishâne, zindan. MAHBUSÎN (Mahbus. C.) Hapsolunmuş kimseler. Bir yere kapatılmış olanlar. MAHBUSİYET Hapislik, mahbusluk. Hapis kalınan müddet. MAHC Cima etmek. * Kovayı azıcık çekip yine dolsun diye suya vurmak. MAHC Soymak. * Yontmak. MAHCAH Lâyık olacak mevzi. MAHCER Ev, hane. Hususi yer. * Göz çukuru. MAHCİR (C: Mehâcir) Göz çukuru. * Gözün çevre yanı. Yüzde perde varken gözden ve etrafından görünen yerler. * Bahçe. MAHCUB Utanan. Utangaç. * Perdeli, örtülü. Kapalı. * A'ma. * Yaşmak veya perde ile mestur olan. MAHCUBÂNE f. Utanarak, utanmış bir hâlde. Sıkılganlıkla. MAHCUBE Namuslu ve utangaç kadın veya kız. Sıkılgan kadın. * Kapı ardına konulan ağaç. MAHCUBİYET Utangaçlık, sıkılganlık, mahcubluk. MAHCUC Kasdolunmuş olan. * Çok gidilip gelinen. * Delil ve bürhanla isbat edilmiş olan. * Mekke-i Mükerreme'nin bir adı. * Kendi yerine hacca gidilmiş olan. MAHCUCUN ANH (Bak: İhcac) MAHCUR (Hacr. den) Huk: Hacir altına alınmış, malını kullanmaktan men' edilmiş, hacredilmiş. MAHCUZ (Hacz. den) Huk: Hacz edilmiş. Mahkeme kararıyla rehin altına alınmış. MAHÇE f. Minare, kubbe, sancak gibi şeylerin başına konulan hilâl. MAHÇEHRE f. Ay yüzlü. (Aslı: Mâhçihre'dir.) MAHDEM Baldırın köstek takacak yeri. MAHDU' Hileye aldanmış olan. Kandırılmış kimse. * Boyun damarı kesilmiş kişi. MAHDUD Sınırlanmış, çevrilmiş. Az sayılı. Hududlanmış. MAHDUD Tesviye edilmiş. Silinmiş, düzgün. * Meyvesi çok olup da dalları eğilmiş. MAHDUD Dikeni kesilmiş ağaç. MAHDUDİYET Sınırlılık. Darlık. MAHDUM Oğul. Evlâd. * Kendisine hizmet olunan. Efendi. MAHDUMİYET Mahdumluk, oğulluk, evlâtlık. * Efendilik. MAHDURE Örtülü ve kapalı kadın veya kız. MAHDUŞ Vesveselendirilmiş, kuşkulandırılmış. * Tırmalanmış. MAHE f. Matkap, burgu. MA'HED (C.: Maâhid) Sözleşilen ve antlaşma yapılan yer. Buluşma yeri. MAHFAS Yuva. MAHFAZA (Hıfz. dan) Küçük kutu, kap. Zarf. MAHFED (C: Mehâfid) İkamet yeri. Oturulan yer. * Bir renk cinsi. MAHFEL (C: Mehâfil) Dernek yeri. MAHFÎ Gizli, saklı. MAHFİL (C.: Mahâfil) Toplanılacak yer. Toplantı ve görüşme yeri. * Büyük câmilerde eskiden pâdişahlara veya müezzinlere ayrılmış olan etrâfı parmaklıklarla çevrilmiş yüksekçe yer. MAHFİYYEN Gizlice. Gizli ve saklı olarak. MAHFUF Zarar gelmesin diye etrafı çevrili, kuşatılmış. MAHFUK Hafakanlı, ikide bir yüreği oynıyan. MAHFUR Kazılmış toprak. Hafriyat olunmuş. MAHFUZ (Hıfz. dan) Hıfzolunmuş, saklanılmış. * Ezberlenmiş. Hafızaya alınmış. * Korunup gözetilmiş. * Gizlenmiş, saklanmış. MAHFUZ Alçalmış veya alçatılmış. MAHFUZ LİMAN Bütün rüzgarlara kapalı olan ve her türlü hâllerde emniyet ile barınmağa müsâit bulunan limanlar. MAHFUZAT (Mahfuz. C.) Mahfuz olunmuş, gizlenilmiş şeyler. * Hıfzedilip ezberlenmiş şeyler. MAHFUZEN Polis veya jandarma gibi resmi bir muhafaza altında olarak. MAHH Yumurtanın akı. MAHICİYY Palan vurdukları at. MAHIK (Mahk. dan) Yok eden. Silen. Ortadan kaldıran. MAHIZ (C: Muhaz) Ağrısı tutmuş hâmile kadın. MAHİ (Mahv. den) Yok eden, mahveden, perişan eden. MAHİ f. Balık. Semek. MAH-İ TÂBÂN (Meh-i tâbân) Parlayan ay. Parlak ay. MAHİC Sâfi, saf, katıksız. MAHİDAN f. Balık havuzu. MAHİFÜRUŞ f. Balık satan. Balıkçı. MAHİGİR f. Balık tutan. Balık yakalayan. Balık avlayan. MAHİHAR f. Balık yiyen. Balık avlayan, balıkçıl. MAHİ-İ EMRAZ Hastalıkları yok eden. MAHİLE (C.: Mahâyil) Düşünmeğe sebebiyet veren işaret, alâmet. MAHİN (C.: Mihne-Mihan) Hizmetkâr. MAHİR Becerikli, hünerli, san'atkâr. MAHİRANE f. Ustaca, ustalıkla, maharetle. MAHÎS Kaçacak yer. Kaçamak. * Kurtulmak. MAHİYAN (Mâh. C.) Aylar. * (Mâhî. C.) Balıklar, semekler. MAHİYANE f. Ay hesabıyla verilen ücret. Aylık. MAHİYAT Mahiyetler. Esaslar. Hakikatlar. İç yüzleri. MA-HİYE O şey ki. MAHİYET Bir şeyin içyüzü, aslı, esası. Bir şeyin neden ibâret olduğu, künhü, esası, hakikatı. (Mâhiyet, hakikatten daha umumidir. Hakikat, mevcudatta, mahiyet ise, hem mevcudat hem ma'dumatta müstameldir.) (L.N.)(İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti nisbetindedir. Himmet ise, hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar. İ.İ.) MAHİYET-İ CÂMİA Çok vasıfları içinde toplayan mahiyet. (Bak: Himmet) MAHİYYE Aylık. MAHÎZ Hayız hali zamanı. (Bak: Hayız) MAHÎZA (C: Mehâyız) Hayız bezi. MAHK İnat etmek. * Birbirini tutup çekmek. MAHK Gidermek. * İptal etmek, saymamak. * Eksik, noksan. MAHKEDE İkamet mevzii, oturulan yer. MAHKEME (Hüküm. den) Dâvaların görülüp hükme, karara bağlandığı yer. İcra-yı adalet için çalışan resmî daire. MAHKEME-İ EVKAF İkinci meşrutiyetin ilânından sonra evkaf müfettişliği dairesine verilen ad. MAHKEME-İ KÜBRA Öldükten sonra, âhiretteki ve Allah (C.C.) huzurundaki mahkeme. Bütün insanların muhakemesinin huzur-u İlâhiyede yapılacağı yer. MAHKEME-İ NİZAMİYE Adliye mahkemeleri. Temyiz mahkemeleri ile hukuk ve ceza mahkemeleri. MAHKEME-İ ŞER'İYYE şeriat mahkemesi. şeriat hükümlerine göre dâvalara bakan mahkeme. MAHKEME-İ TEMYİZ Adliye mahkemelerince verilen karar ve hükümlerin son inceleme ve tahkik mercii olan yüksek mahkeme. MAHKEME-İ UZMA Büyük mahkeme. Mahkeme-i Kübra. MAHKÎ Hikâye olunmuş. Anlatılmış. Rivayet olunmuş olan. MAHKİYYUN ANH Kendisinden bahsedilen, kendisinden anlatılan. MAHKUD Hased edilen, hased olunan. MAHKUK Hakkedilmiş. Sert bir şey üzerine sert kalemle kazılarak yazılmış. MAHKÛM Aleyhinde hüküm verilmiş olan. Dâvayı kaybedip cezalanan. * Birisinin hükmü altında bulunan. * Zorunda ve mecburiyetinde olma. Katlanma. MAHKÛMUN-ALEYH Kendi aleyhinde hüküm verilmiş olan. MAHKÛMUN-BİH Kendisi hakkında hüküm verilmiş olan. MAHKÛMUN-LEH Dâvayı kazanmış olan. Lehine hükmolunan. MAHKUN Suçsuz, masum. MAHKUN-UD-DEM Fık: Katli lâzım olmayan kimse. MAHKUR (Bak: Muhakkar) MAHL Kıtlık, kaht. MAHLAS Nâm. Lâkab. Bazı muharrirlerde olduğu gibi, isme ilâve edilen başka bir isim. * Halâs olacak, kurtulacak yer. MAHLASNAME şiir söylemeye yeni başlayan bir şâire, usta şâir tarafından mahlas verildiğine dair yazılan manzume. MAHLEB (C: Mahâlib) Kedi, arslan gibi hayvanların pençesi. MAHLEB Bal. * Süt sağacak kap. * Bir cins ot. MAHLECE (C: Mehâlic) Hallaçların yün ve pamuk attıkları yer. MAHLEFE Söğütlük. MAHLU Hal' edilmiş. Tahtından indirilmiş padişah. * Reddedilmiş olan. MAHLUB Sağılmış hayvan. MAHLUC (Pamuk gibi) Atılmış, hallaçlanmış. MAHLUCE Rey ve fikri doğru olmak. MAHLUF Yemin etme, and içme, kasem etme. MAHLUF-ÜN ALEYH Hakkında yemin edilen husus. MAHLUK Yaratılmış. Yoktan var edilmiş olan. MAHLUK Traş olmuş. MAHLUKA Başkasının olup da benimsenen manzum parça. MAHLUKAT (Mahluk. C.) Yaratılmışlar. Mahluklar. Allah'ın yarattığı şeyler.(Şu mahlukat, İzn-i İlâhi ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor. Alem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zâhiri giydiriliyor. Sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor. İniyor. M.) MAHLUL Çözülmüş, dağılmış. Hallolmuş, erimiş. * Murisi ölen sahipsiz mal. Mirasçısı bulunmayıp hükümete kalan miras. MAHLUL Delinmiş. * Öbür tarafına işlenmiş olan şey. MAHLULAT Mirasçısı olmadığı için evkâfa veya hükümete kalan miraslar. MAHLULİYET Mahlul olma hali, mahlulluk. MAHLUL-U MUFASSAL Tapu usulüne ait bir tâbir olup, köyler ve mezarlar tımarıydı. Berat ile verilirdi. MAHLUL-U SIRF Fık: Hakk-ı intikal ve hakk-ı tapu sahibi bırakmaksızın mutasarrıfının vefatiyle mahlul kalan arazi. MAHLUT (Halt. dan) Karıştırılmış. Katılmış. Karışık. MAHLUTA Bulgurla karışık mercimek çorbası. MAHMASA Azlık. * Açlıktan zayıf düşme. MAHMEL Üzerine yük konulan şey. MAHMİ Korunan, himaye gören. Hıfzolan. MAHMİDET (C.: Mahâmid) Övme, senâ etme, medhetme. MAHMİDETSÂZ f. Senâ ve medheden. MAHMİL Harameyne hacı kafilesi ile birlikte gönderilen hediyeler. * Deve üzerine konulan sepet. Mahfe. Sürre. * Bir ibareye hamledilen mâna ihtimâllerinden her birisi. MAHMİL-İ ŞERİF Mekke ve Medine'ye, sürre namiyle gönderilen hediye ve paraların yüklendiği vasıta. MAHMİYE (Himâye. den) Bir şeyi koruma, muhafaza ve himâye etme. * (Muhâfazalı) büyük şehir. MAHMUD Medh olmaya müstehak, medhe lâyık. Öğülmüş, medh ü senâ olunmuş. * Peygamberimizin isimlerindendir. * Tar: Ebrehe'nin Kâbeyi yıkmak için getirdiği filin adı. MAHMUDİYE Sultan 2. Mahmud adına yapılan ve kalyon büyüklüğünde olan eski bir harp gemisi. * Sultan 1. Mahmud zamanında basılan 23 ayar altın. * Sultan 2. Mahmud zamanında basılan ve yirmibeş gümüş kuruş değerinde olan ince altın sikke. MAHMUD-U BİL-ITLAK Her cihetle ve bütün hallerde medhe ve hamde elyak olan Cenab-ı Hak.(Hiç mümkün müdür ki: Bir baharı halk edemiyen ve bütün meyveleri icad edemiyen ve yeryüzünde sikkeleri bir olan bütün elmaları inşa edemeyen; onların bir misal-i musaggarı olan bir elmayı halk edip o elmayı ni'met olarak birisine yedirsin, şükrünü kazansın, Mahmud-u Bilıtlak'a hamd noktasında iştirak etsin. Hâşâ! M.) MAHMUD-ÜL HİSÂL İyi ahlâk sahibi. MAHMUD-ÜŞ ŞİYEM Medhedilecek huylara sâhib olan. Beğenilen ve takdir edilen hasletler kendinde bulunan. MAHMUL Yüklenilmiş. Hamlolunmuş. Bir şey arkasına yüklenmiş olan. Üzerine alınmış. * Gr: Bir cümlede fâile yükletilen işi, oluşu veya hâli gösteren fiil. * Man: Müsned, haber. "İnsan nâtık" cümlesinde "İnsan" mevzu, "nâtık" mahmuldur. MAHMULE Yük. Hamule. MAHMULEN Mahmul olarak, yüklü olarak. MAHMUM Hummaya, sıtmaya tutulmuş. Sıtmalı olan. Ateşli olan. Mecnun. Saçma sapan konuşan. MAHMUMANE f. Sayıklarcasına, sayıklı(Zeker). * Ateşler içinde, ateşli olarak. MAHMUR (Hamr. dan) Sarhoşluğun verdiği sersemlik. * Uyku basmış ağırlaşmış göz. Baygın göz. MAHMURANE f. Baygın bir şekilde. Mahmurcasına. MAHMUZ (Mihmaz. dan) Binilen hayvanın sür'atini arttırmak maksadıyla dürtme için potin yahut çizmenin ökçesine takılan demirden yapılmış âlet. * Kovanların çerçevelerine peteği tesbit etmek için kullanılan mâden tekerlekçik. * Bir yapıyı veya duvarı, dıştan beslemek için kullanılan destek, payanda. * Bir köprünün ayaklarının uç kısmında çıkıntı yapan taş kütlesi. * Düşman gemisinin bordasına girmek ve onu batırmak için bazı eski harp gemilerinin ön tarafında bulunan, ileriye doğru uzanmış takviyeli kısım. MAHMUZ Oksitlenmiş, hamızlanmış. MAHN Cima etmek. * Ağlamak. * Kuyudan su çekmek. * Uzun boylu adam. MAHN Kuyudan su çıkarmak. * İmtihan etmek. * Bahşiş vermek. * Vurmak. MAHNAK Boğazın boğacak yeri. MAHNİYE (C: Mehâni) Derenin dar ve kısık yeri. MAHNUK Boğulmuş. Boğazı sıkılmış. Boğuk. MAHNUKAN Boğazı sıkılarak, boğulmuş olarak. MAHNUN Sar'alı. Cin taifesi dokunmuş hasta. Mecnun. MAHPARE f. Pek güzel kimse. * Ay parçası. MAHPERVER f. Mehtaplı. MAHPEYKER (Bak: Mehpeyker) MAHR (MUHUR) (C: Mevâhır) Yarmak. * Yükseltmek. * Rüzgârın çıkardığı gürültü. MAHRA Değerli ve itibarlı insan. * Uygun, münâsib ve elverişli şey. MAHRAB (C: Mehârib) Cenk edecek, dövüşülecek yer. MAHREC Çıkacak yer. * Ses ve harflerin ağızdan çıktıkları yer. * Mat: Bayağı kesirde çizginin altındaki sayı. (Payda) * Hususi bir meslek için adam yetiştirmeğe mahsus mekteb ve dâire. (Meselâ: Mekteb-i fünun-u harbiye zâbit mahrecidir.) * Tarik-i ilmiyede büyük bir pâyeye vesile-i irtika addolunan bir rütbe. * Mevleviyet. * Dahilde çıkarılan mahsulât ve emtianın sarfı için hariç memlekette bulunan mahal. MAHREF Bostan. Hurmalık. * Yemiş sepeti. MAHREFE Yol. MAHREK Koz: Bir gezegenin bir devrede üzerinden gittiği farzedilen dâirevi hat, hareket yeri. Mermi yolu. MAHREK (Mahrak) Yakılacak yer. Bir şeyin yandığı yer. MAHREK-İ SENEVÎ Bir seyyarenin, bağlı olduğu kürenin etrafında dönmesiyle hâsıl olan farazî daire. MAHREM İki dağ arasındaki yol. MAHREM Gizli. * Dince ve şer'an müsaade olunmayan. * Birisinin hususi hâllerine ait gizli sır. * Nikâh düşmeyen, evlenilmesi haram olan yakın akraba. (Baba, dede, anne, nine, erkek ve kızkardeş, amca, dayı, hala ve teyzeler arasında bir neseb yakınlığı, bir ebedî mahremiyet vardır. Bunlar arasında nikâh asla caiz değildir.) * Çok samimi ve içli-dışlı olan kimse. MAHREMAN (Mahrem. C.) Sırlar. Gizli şeyler. Esrar. * Sırdaşlar. MAHREMANE f. Gizli ve saklı olarak. Mahrem bir tarzda. MAHREM-İ ESRAR Gizli sırlara vakıf olan çok yakın kimse. Gizli sır söyleyen kimse. MAHREMİYYET Gizlilik. Mahrem olma hali. MAHRU (C.: Mâhruyân) f. Ay yüzlü. Yüzü ay gibi parlak olan. Güzel. MAHRUB Harabedilmiş, dağıtılmış. MAHRUB Mahrum edilmiş. Elinden varı yoğu alınmış. Bomboş bırakılmış. MAHRUF Toplanılmış devşirilmiş meyve. MAHRUK Yanan. Yanmış. MAHRUKAT Yakılacak madde. Yanan şeyler. MAHRUKAT-I MÂYİA Akaryakıt. MAHRUK-UL FUAD Yüreği yanık. MAHRUM Maddi veya manevi nimetlerden uzak kalmak. * Malı bereket bulmaz olan bedbaht. Felâhtan nasibsiz olan. * İffetinden dolayı zengin zannedildiğinden sadakadan mahrum olan. MAHRUMANE Mahrumcasına. Bahtsız ve nasipsizcesine. MAHRUMİYYET Elde edemeyiş. Yokluk. Mahrumluk. İstediğini elde edememe. MAHRUR Hararetli. Ateşli. İçi hararetli olan. MAHRURÂNE f. Ateşli ateşli. Hararetli bir surette. MAHRUS Hırsla istenilmiş. MAHRUS Himâye edilen. Korunan. Gözetilen. MAHRUSA Büyük şehir. MAHRUT Geo: Tabanı daire olup, yan kenarları bir noktada birleşen geometrik şekil, koni. MAHRUT Kasnı denilen zamkın ağacı. MAHRUTÎ Mahrut şeklinde olan. Altı daire ve üstü sivrilerek bir noktada birleşen, huni şeklinde olan. Konik. MAHRUTİYYET Mahrutilik, konik olma hâli. MAHRUYAN f. Güzeller, ay yüzlüler. * Mc: Veliler. Allah'a itaatten ayrılmayan manevî güzellik sâhibi kimseler. MAHRUZ Kepâze, rezil, rüsvay, aşağılık, âdi. İtibarsız. MAHS Hâlis olmak, saf ve katışıksız olmak. MAHS Hayaları çıkarılmış. İğdiş edilmiş. MAHSAD Ekini biçilmiş yer. MAHSEBE şüphe etme, şüphelenme, sanma. MAHSER Huy, tabiat. MAHSUB Sayılmış. Hesaplanmış. Hesabına kaydedilmiş. * Bir zata mensub kabul edilen. MAHSUB Kızamık çıkarmış kişi. MAHSUBÂT (Mahsub. C.) Hesab edilmiş olanlar. Hesaba dahil edilmişler. MAHSUBEN Hesaplanarak. Hesaplı olarak. Hesabına kaydedilerek. MAHSUBİYET Mahsubluk, mensubluk. MAHSUD Biçilmiş ekin. * Ekini biçilmiş tarla. MAHSUD Kendine hased edilen. Kıskanılan kimse. MAHSUF Husufa uğramış. Gölgelenmiş. Perdelenmiş. MAHSUL Husul bulan. Hâsıl olan. * Elde edilen şeyler. * Toprak ve hayvanlardan elde edilen şey. MAHSULÂT (Mahsul. C.) Mahsuller. Hâsılat. Tarladan, bahçeden veya hayvanlardan elde edilen gıda maddeleri. MAHSULÂT-I ARZİYE Toprak mahsulleri. MAHSULÂT-I SINÂİYE Endüstri mahsulleri. MAHSULDAR f. Verimli, bereketli. Mahsul veren. MAHSUN İstihkâmlı. Kuvvetlendirilmiş. Sarp, sağlam ve metin kılınmış. MAHSUR Etrafı çevrilmiş. Muhasara altına alınmış. Hasrolunmuş. Hududlanmış. Kuşatılmış. MAHSUR Fersiz göz. Yorulmuş, uzun uzadıya bakmaktan donuklaşmış ve göremez olmuş göz. MAHSUS Ayrılmış, tâyin edilmiş. * Herkese âit olmayıp bazılara âit olmuş olan. Yalnız birine âid olan. Hususileşmiş. Müstakil. * Bile bile, istiyerek. * Yalandan, şakadan, lâtife olarak. MAHSUS Duyulmuş. Hissedilmiş. Derk olunmuş. Duyulan. * Aşikâr, belli, zâhir, meydanda. MAHSUSA Mahsus, hususi. MAHSUSAT Gözle görülen, hisle anlaşılan şeyler. (Ma'kulât'ın zıddı) MAHSUSEN Ayrıca, bile bile, mahsus olarak. MAHSUSİYET Mahsusluk. Hususi olma hâli. MAHŞ Yakmak. MAHŞER Toplanma yeri. Kıyametten sonra insanların tekrar dirilip toplanmaları ve toplandıkları yer. Haşir meydanı. * Çok kalabalık. MAHŞER-İ ACÂİB Herkesi hayrete sevkeden toplanma. Veya toplanma yeri. * Hayret edilecek harika şeylerin bulunduğu yer. MAHŞUB Kesilmeye elverişli olmadan kesilen ağaç. MAHŞUD Toplanmış. Yığılmış. MAHŞUR Toplanmış. MAHŞUŞ (Haşşe. den) İçine girilmiş. * Buğzedilmiş. * Gizlice bir şey verilmiş. * Karalanmış. MAHŞUŞ Kuru ot. MAHŞÜV Fazla. * İçi doldurulmuş. MAHT Çıkarmak. * Çekmek. MAHT şiddetli. MAHTAB (C: Mehâtıb) Odun yığacak yer, odunluk. MAHTAB (Bak: Mehtâb) MAHTAM (C: Mehâtım) Burun. MAHTELEF-EL MELEVAN Gece ve gündüzün ihtilâfı ve değişmesi müddetince. MAHTİD Kişinin durduğu mekân. MAHTUBE Evlenmek için istenilen kadın. MAHTUM Mühürlenmiş. Damgalanmış. * Kilitlenmiş. * Bağlanmış. MAHTUMANE f. Bir kitabı hatmettikten sonra verilen ziyafet. MAHTUN Sünnet olunmuş. Hitan edilmiş. MAHTUR (Hatar. dan) Hatara, tehlikeye yakın. * Düşünme. Fikir ve endişe. MAHTUT (Mahtute) Çizilmiş. Çizgilenmiş. Yazılmış. MA'HUD(E) Vaad edilen. Söz verilen. Belli olan. * Mezkur, sözü geçen. * Mc: Fena bilinen kadın. MAHUDANE Bir ot adı. MA'HUDİYYET (Ahd. den) Söz verilmiş olma. Ahdedilmiş bulunma. Belli olma. MAHUF Korkulu. Tehlikeli. MAHULE Kocası ölmüş kadın. MAHUR f. Kumarhâne. Meyhâne. MAHUZA Temiz. İtibarlı, şerefli, asil. * Saf, hâlis, katıksız. MAHV Harab olma. Yıkılma. Ortadan kalkma. Çökme. Bozulma. * Tas: Beşeri noksanlıklardan kurtuluş hâli. MAHV VE SEKİR Fenafillâh makamında kendi varlığını hiç görmek ve bu mânevi hâlin zevk ve te'sirinden ruhi bir coşkunlukla kendinden geçme hâli. MAHVA Secdede karnını uyluklarından çekip ayıran kimse. MAHVAR f. Ay gibi. MAHVARE f. Aylık maaş. MAHVE Kuzey rüzgârı. MAHVEŞ f. Ay gibi. MAHVİYYET Alçak gönüllülük. Tevâzu. Kendi kusurunu bilip kendine haddinden fazla kıymet vermemek. Tevâzu içinde olmak. MAHY Gidermek. MAHYA Ramazanlarda, kandillerde veya bayramlarda çifte minâreli olan camilerde iki minare arasına gerilen ipe asılmak suretiyle ışıklarla yazılan yazı veya yapılan resim. * Dam çatısında iki eğik sathın birleştiği çizgi ve buradaki aralığı kapatmak için kullanılan uzunca, oluk biçiminde kiremit. MAHYA Hayat. Canlılık. MAHYANE f. Aylık. Aydan aya verilen maaş. MAHYERE Muhayyerlik, beğenip seçmede serbestlik. MAHZ Safi ve hâlis. Katıksız. Sırf. Hâs. Hulus ile muhabbet. * Tâ kendisi. * Sadece. * Su katılmamış hâlis süt. MAHZ Nikâh. MAHZ Yoğurdu çalkalayıp yağını almak. MAHZA Ancak. Yalnız. Tek. * Sâde. Hâlis. Katıksız. Tam. MAHZAN Ancak. Yalnız. Sadece. Tek. MAHZANE Güvercinlik. MAHZAR (Huzur. dan) Hazır olma. Gösteriş, görünüş. * Huzur yeri. Büyük bir insanın önü. * Birçok kimse tarafından imzalı dilekçe. * Mahkeme sicili. MAHZEM (C.: Mehazim) Atın kolan yeri. MAHZEN Yalnız, ancak, tek. MAHZEN Hazine ve define gibi şeyleri koyacak yer. * Erzak yeri. * Bodrum. Yeraltı. MAHZ-I EDEB Edebin ta kendisi. Sırf terbiye ve edeb. MAHZ-I HİKEM Akıllılığın ve filozofluğun ta kendisi. Hikmetlerin ta kendisi. MAHZ-I KERAMET Tam bir keramet gibi. Kerametin ta kendisi. MAHZÎ Kepâzelik ve rüsvaylığa sebep olan huy. Rezil olmağa sebebiyet veren kötü huy. MAHZU' Boyun eğmiş. MAHZUB Boyanmış. MAHZUD (Mahdud) Silinmiş, tesviye edilmiş. * Düzgün. * Meyvesinin çokluğundan dalları basıp bükülmüş. MAHZUF Silinmiş. * Yerinden düşürülmüş. Kaldırılmış. Hazfolunmuş. * Edb: Noktasız harflerle yazılmış olan. (Bak: Mücerred) MAHZUL Hakir. Kıymetsiz. Perişan. Hor. Rüsvay. MAHZULEN Hakir, kepaze, rezil ve rüsvay olarak. MAHZUM Burnunun halkasıyla tutulan sığır ve deve. * Her delinmiş nesne. MAHZUN Tasalı. Kederli. Hüzünlü. Gamlı. MAHZUN Hazinede saklanan şey. MAHZUNANE f. Kederlice, düşünceli, üzgünce. MAHZUNİYET Mahzunluk. Kederli ve kaygılı oluş. Üzüntülü olma. MAHZUR (Hazr. dan) Haram. Memnu şey. Yasak olan şey. MAHZUR Hazer edilecek şey. Özür. Korkulacak şey. Müsaade olmayan. Mâni. Çekinilecek şey. MAHZURAT Hazer edilip korunulacak şeyler. Yasak olanlar. Engeller. MAHZURAT Yasaklar. Mâniler. Haram şeyler. MAHZURE (C.: Mahzurât) Şer'an yasaklanmış olan şey. Men ve haram edilmiş şey. MAHZURE Çekinme, sakınma, içtinâb etme. * Cidâl, muharebe. MAHZUZ Memnun. Hoşnud. Zevkli. Hoşlanmış. Hazzetmiş. MAHZUZÂT Hoşa giden şeyler. Hazlar. MAHZUZİYET Mahzuzluk, hoşlanma, hoşa gitme. MAIZ (C.: Mevâız) Keçi. MAÎ Su cinsinden. Akıcı, su renginde, mâvi. Katı ve sert olmayıp su gibi, akıcı olan. MÂ-İ CÂRİ Akarsu. (Çay ve ırmak suları gibi.) MÂ-İ İSTİFHAMİYYE Sual için kullanılan kelimenin başında gelir. (Mâhâzâ: Bu nedir? Mâindek: Yanındaki nedir?) suallerinde olduğu gibi. MÂ-İ LEZİZ Lezzetli ve tatlı su. MÂ-İ MAGSUL (Mâ-i müsta'mel) Kullanılmış su. MÂ-İ MASDARİYE Başında bulunduğu cümleyi masdar mânasına ve hükmüne sokar. MÂ-İ MEVSUFE Şey mânasında nekre olup bir sıfattan evvel kullanılır. $ (Nazartu ilâ mâ mu'cebin leke: Sana hoş gelen şeye baktım) cümlesindeki gibi...Bazan da sıfatsız olur. $(Ni'me-mâ: Ne güzeldir) $ (Meselen-mâ: Bir misâl olarak) kelimelerinde gördüğümüz gibi. MÂ-İ MEVSULE Buna ism-i mevsul de denir. Kendinden sonra gelecek küçük cümleyi daha önce geçen cümleye bağlar. $ (Ketebtu mâ kultü: Söylediğimi yazdım, ne söyledimse yazdım) cümlesinde olduğu gibi. MÂ-İ MUKATTAR İnbikten geçirilmiş (damıtılmış), saf su. MÂ-İ MUKAYYED Herhangi bir maddenin karışması ile yaratılmış oldukları hâlden çıkmış ve hususi bir ad almış sulardır. (Gül, çiçek, üzüm, asma, et suları gibi.) MÂ-İ MUTLAK Yaratıldığı vasıf üzere duran su. (Yağmur, kar, deniz, göl, ırmak, pınar, kuyu sularıdır). MÂ-İ MÜKEDDER Bulanık su. MÂ-İ MÜNHEMİR Akıp giden su. MÂ-İ MÜSTAMEL Temiz olduğu halde temizleyici olmayan, kullanılmış olan sulardır. MÂ-İ NÂFİYYE $(Ben kâmil değilim) misâlinde olduğu gibi mânayı nefyeder. MÂ-İ RÂKİD Durgun su. MÂ-İ ŞARTİYE İki muzariyi cezmeder, şart ve cezâ mânasını ifade eder. $(Ne yazarsan, yazarım) misalinde olduğu gibi. MA-İ TESNİM Cennet ırmaklarından biri. MÂ-İ ZÂİDE Bazı edat ve fiillerin sonuna fazladan olarak gelir. $ kelimelerinde olduğu gibi. MÂ-İ ZERRİN Altun suyu. MAÎB (C.: Maâyib) Kusur, eksiklik, noksanlık. Leke. * Ayıplanmış. MAİC Dalgalı deniz. MAİDE Yemek sofrası. Üzerinde nimetler bulunan sofra. Ziyafet. * Kur'an'ın 5. Suresinin adıdır ve Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. MAİDE-İ SENİYYE Pâdişah ziyâfeti. MAİDESÂLÂR f. Sofracı başı. MAİKA Derin, amik. MAÎL Ehil, iyal, çoluk çocuk. MÂİL Eğik. Bir tarafa eğilmiş. Eğri. * Meyilli. Hevesli. İstekli. * Düşkün. * Benzer. MÂİLE Coğ: Dağların bir yana doğru alçalıp giden taraflarından her biri. * Eğri, eğilmiş. MÂİL-İ İNHİDÂM Yıkılmağa yüz tutmuş. MÂİL-İ KAMER Ayın dünya etrafında dolaştığı dâire. Ayın mahreki, yörüngesi. MÂİLİYYET Eğiklik. Meyillik. MAİN Saf, akar su. * Göz önünde akan su. * Cennet şerbeti. * Zâhir, görünen. * Göz değmiş, nazar değmiş. MAİN MEHİN Zayıf, hakir su. * Meni. MAİS Ağaçları sık bitmiş olan yer. MAİŞET (Ayş. dan) Yaşayış. Yaşama. Ömür. * Yaşamaya lüzumlu bulunan maddeler. MAİŞETGÂH f. Maişet yeri. Geçim te'min edilen yer. MAİYYET Beraberlik. Arkadaşlık. * Yüksek rütbeli bir kimsenin emri altında bulunan hey'et. * Yan. Nezd. MAİYYET-İ SENİYYE Pâdişâhın maiyyeti. Pâdişahın yakınında bulunanlar. MAİZ Keçi. * Az miktar keçi. Ufak keçi sürüsü. MAJÜSKÜL Büyüklük bakımından diğerlerinden biraz daha farklı olan harfler. MAK (C: Amâk-Emâık) Göz pınarı. MA'K (C: Emâık-Emâik) Derinlik. * Sahradan bir taraf. MA'K Ovmak. * Tehir etmek, sonraya bırakmak. MAK' Atmak. * Emmek. MAKA Hıyarşenber denilen nebat. MAKABİH (Makbaha. C.) Çirkin ve yakışıksız davranışlar. MAKABİR (Kabr. C.) Kabirler. Mezarlar. MA-KABL Öndeki. Üstteki. Geçmişteki. MA'KAD Ahidnâme yapılan, anlaşma akdedilen yer. MAK'AD Oturulacak yer. Minder. * Oturulduğunda bedene temel olan âzâ. Kıç. MAKADE Davar yedmek. MAK'ADE Kurbağa. MAKADİM (Makdem. C.) Geri gelmeler. Dönüp gelmeler. MAKADİR Mikdarlar. Kısımlar. Ölçüler. * Muayyen ve mâlum olan kısımlar. MAKADİR (Ka, uzun okunur) Kuvvetler. Kudretler. MAKAL Söz. Lâkırdı. Kavl. Söyleyiş. MA'KAL (C: Meâkıl) Sığınacak ve saklanacak yer. * Kale. MAKALAT (Makale. C.) Makaleler. Söz ve yazılar. Bahisler. MAKALE Söylenen söz. Söyleme. Söyleyiş. Kelâm. Nutuk. * Bir bahsin kaleme alınışı. MAKALİD (Ka, uzun okunur) Hazineler. * Kilitler. Anahtarlar. MAKALİD-İ İNKIYAD İnkıyad, bağlılık kilitleri. MAKALİM (Maklem. C.) Ucu budanmış ve sivrilmiş şeyler. MAKAM Durulacak yer. * Rütbeli yer. * Câh. Mesned. Mansab. * Musikide usul. Tempo. MAKAMAT (Makam ve makame. C.) Makamlar, mertebeler. * Cemaatler, cemiyetler, kalabalıklar, topluluklar. MAKAMAT-I ÂLİYE Yüksek şerefli mevkiler, makamlar. Yüce makamlar. MAKAME (C: Makamât) Meclis. * Topluluk, cemaat, cemiyet, kalabalık. * Nutuk tarzında söylenen sözler. MAKAM-I ÂLÎ Yüce ve âli makam. Eskiden bu tabir, bakanlıklar hakkında kullanılırdı. MAKAM-I CİFRÎ Cifir hesabına göre olan netice, sayı değeri. MAKAM-I HİTABÎ Zanni delil ile iktifa edilen makam. MAKAM-I HİZMET Hizmet makamı. İş görme yeri. MAKAM-I İBRAHİM (Bak: Kâbe) MAKAM-I MAHMUD (Şefaat-ı Uzmâ) En yüksek şefaat makamı. Peygamberimizin (A.S.M.) kavuşacağı, Allah tarafından vaad edilen makam. $ Cenab-ı Hak va'dettiği halde, her ezan ve kametten sonra edilen mervî duada $ deniliyor; bütün ümmet o va'di ifa etmek için dua ederler. Bunun sırr-ı hikmeti nedir?Bu kadar tekrar ile kat'i verilecek olan bir şeyin vermesini istemesinin sırr-ı hikmeti şudur: İstenilen şey, meselâ Makam-ı Mahmud bir uçtur. Pek büyük ve binler Makam-ı Mahmud gibi mühim hakikatları ihtiva eden bir hakikat-ı âzamın bir dalıdır. Ve hilkat-ı kâinatın en büyük neticesinin bir meyvesidir. Ve ucu ve dalı ve o meyveyi duâ ile istemek ise; dolayısiyle o hakikat-ı umumiye-i uzmanın tahakkukunu ve vücud bulmasını ve o şecere-i hilkatın en büyük dalı olan âlem-i bâkinin gelmesini ve tahakkukunu ve kâinatın en büyük neticesi olan haşir ve kıyametin tahakkukunu ve dâr-ı saadetin açılmasını istemektir. Ve o istemekle, dâr-ı saadetin ve Cennet'in en mühim bir sebeb-i vücudu olan ubudiyet-i beşeriyeye ve daavât-ı insaniyyeye kendisi dahi iştirak etmektir. Ve bu kadar hadsiz derecede azim bir maksad için, bu hadsiz duâlar dahi azdır. Hem Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'a Makam-ı Mahmud verilmesi, umum ümmete şefaat-ı kübrasına işarettir. Hem o, bütün ümmetinin saadetiyle alâkadardır. Onun için hadsiz salâvat ve rahmet duâlarını bütün ümmetten istemesi ayn-i hikmettir. ş.) MAKAMİ' (Mikmaa. C.) Gürzler, topuzlar. MAKANİ' (Mıkna' ve Mıknaa. C.) Başörtüleri, eşarplar. MAKARİZ (Mikrâz. C.) Makaslar, kesecek âletler. MAKARR (Karar. dan) Karar yeri. Karargâh. Kararlı yer. Merkez. Pâyitaht. MAKARR-I HÜKÜMET Hükümet merkezi. Pâyitaht. MAKARR-I İDARE İdare merkezi. Pâyitaht. Hükümet merkezi. MAKARR-I SALTANAT Saltanat merkezi. Hükümetin idare edildiği baş şehir. MAKASID Maksadlar, istekler, gayeler. Niyetler. MAKASID-I AKSÂ En uzak, en son ve en büyük maksadlar. MAKASID-I İNSÂNİYET İnsanlık maksadları. İnsanlığın gayeleri. MAKASİM (Maksim. C.) Su taksim edilen yer. MAKASİR (Maksure. C.) Bir hânedeki en mahrem taraflar. Bir evin en mahrem tarafları. * Câmilerde etrâfı parmaklıklarla çevrili yüksek yer. MAKASS Makas. MAKATI' (Ka, uzun okunur) Kesmeler. Kesişmeler. Kesişen yerler. * (Kat'. C.) Sözdeki veya nazımdaki durak yerleri. Heceler. MAKATİL (Maktel. C.) Katlin yapıldığı yerler, öldürme fiilinin geçtiği yerler, makteller. MAKATİR (Maktar. C.) Damlalar, katreler. MAKAVİD (Mekud. C.) Yularlar. MAKAVİL Sözler. Kaviller. Lisânlar. Diller. MAKAZZ Başın arka tarafından iki kulağın arası. MAKBAH (C: Mekâbih) Çirkin olmak. Çirkin olacak yer. MAKBAHA (C.: Makabih) Kabih, yakışıksız ve çirkin hareket. MAKBER(E) (C.: Mekabir) Mezar. Kabir. MAKBERE-İ ŞÜHEDÂ Şehidlerin mezarı. Şehidlik. MAKBIZ Kılıcın ve yayın kabzası. MAKBUH Beğenilmeyen. Çirkin ve kabih görülen. MAKBUHA Kabih olan ve hoşa gitmeyip beğenilmeyen hâl veya iş. MAKBUL Ayağı bağlı olan. MAKBUL (Makbule) Kabul olunan. Beğenilen. Sevablı. MAKBULİYET Beğenilmişlik, makbullük. MAKBUL-ÜŞ ŞAHÂDE Şahâdeti kabul edilen. Şahidliği kabul edilmiş olan. MAKBUR (Kabr. den) Gömülmüş, defnedilmiş, kabre konulmuş. MAKBUZ (Kabz. dan) Alınmış, kabzolunmuş. Alınan. * Daraltılmış, sıkılmış. * Bir şeyin alındığına karşı verilen imzâlı ve mühürlü kâğıt. MAKBUZAT (Makbuz. C.) Alınan paralar. Satıştan veya borçlulardan toplanan paralar. MAKDEM (C.: Makadim) (Kudum. dan) Dönüp gelme. Gelme. MAKDEM-İ BEHÂR Baharın gelmesi. MAKDERET (Kudret. den) Kuvvet, kudret, güç, zor. MAKDİS Mukaddes yer. MAKDUD Uzun boylu kişi. MAKDUH(E) (Kadh. den) Beğenilmemiş, ayıp. MAKDUNİS Maydanoz. MAKDUR Güç. Kuvvet. Kudret. * Takdir olunmuş. Allah'ın takdiri. Daha evvelden takdir olunmuş. MAKDURAT (Makdur. C.) Takdir-i İlâhi olanlar. Güç ve kuvvet. Elden gelenler. Takdir edilenler. MAKDUR-İ BEŞER İnsanın yapabileceği şey. MAKDUR-ÜT TESLİM Ele geçirilmesi mümkün olan. MA'KED (C: Meâkıd) Akdedecek yer. MA'KES Akis yeri. Akseden yer. (Ayna güneşin ma'kesi olduğu gibi.) MAKET Fr. Bina, şehir gibi eserlerin, belirli bir ölçüde küçültülmüş modeli. MAKH Sür'at, hız. MAKHUR (Kahır. dan) Kahredilmiş. Mahvedilmiş. Bozguna uğratılmış. Mağlub. Mahkum. Allah'ın (C.C.) gazabına uğramış. Yenilmiş. Hakaret görmüş. MAKHURANE Kahr ve gazaba uğramış hâlde. Gazaba uğramış olanlara benzer şekilde. MAKHURİYET Kahrolmuşluk, ezilmişlik, bitkinlik. Allah'ın kahr ve gazabına uğrama. MAKHUR-U KAHR-İ İLÂHÎ Allah'ın gazabına uğramış. Allah'ın kahrıyla kahrolmuş. MA'KIL Melce'. Sığınacak yer. MAKIT Dar yer. MAKİ Coğ: Çalı ve küçük ağaçlarla kaplı arazi. MAKİD Kesilmeyen ve daimi olan. MA'KİD Düğüm yeri. Bağ. Akdedilecek yer. MAKÎL Öğle uykusuna yatılacak yer. Kaylule yeri. Rahat edecek yer. Kuşluk uykusu. MAKİNİST Makine ustası. Makineyi çalıştırmakla vazifeli kişi. MAKİR Hile yapan. Mekreden. MAKİS (Mâkise) Durup dinlenen, duraklayıp eğlenen. MAKİS Öşür ve vergi toplayan kimse. MAKÎS (Kıyas. dan) Kıyas edilebilen. Benzetilebilen. MAKÎT Buğz edilmiş. Mebğuz. Nefret edilmiş, sevilmemiş, menfur. MAKİYAN f. Tavuk. MAKK Yarmak. MAKL Suya batırmak. * Nazar etmek, bakmak. MAKLEB Kalbetme. Bir şeyin altını üstüne çevirme. * Kalbedilecek, çevrilecek veya değişecek yer. MAKLETE Helâk olacak yer. MAKLU' Sökülmüş, kökünden çıkarılmış, kal' olunmuş. MAKLUAN Sökülerek, kökünden çıkarılmış olarak. MAKLUB (Kalb. den) Altı üstüne çevrilmiş, kalbolunmuş. Ters döndürülmüş. Başka şekle sokulmuş. * Harfleri tersinden okunduğu zaman yine aynı olan kelime veya cümle. (Anastas mum satsana cümlesi gibi) MAKLUBİYET Ters döndürülmüşlük, altı üstüne getirilmişlik. Maklub olma hâli. MAKLUD Fitil gibi bükülmüş olan. MAKLUM Yontulmuş ve kesilmiş olan. MAKLUV (MAKLİYY) Pişirilmiş kebap. MAKMAKA Sözü boğazı içinden söylemek. MAKMENE Lâyık ve münâsip olacak yer. MAKNA' Kanaat edip râzı olacak yer. * Şâhid, adâlet şâhidi. MAKNAT Ümit kesecek yer. MAKNEE (MAKNEUT) Güneş görmeyen yer. MAKR Çok acı olmak. MAKREBE Hısımlık, yakınlık. Karâbet. MAKREME (Bak: Mikrame) MAKRU' Okunan. Okunmuş olan. MAKRUF Töhmetli kimse. * Yabana atılmış nesne. MAKRUH Yaralanmış, kahredilmiş. Mecruh. MAKRUN (Karn. dan) Ulaşmış. Kavuşmuş. Yakın. * Müsaadeye mazhar. * Çatık kaşlı olmak. MAKRUNİYET Yaklaşma. Yakınlık. MAKRUN-U MÜSÂADE İzin almış, izne kavuşmuş. MAKRUN-U SIHHAT Sıhhat ve hakikata yakın. Doğruluk derecesi fazla. MAKRUT Selem ağacının yaprağıyla dibâgat olan gön ve sahtiyan. MAKRUZ (Karz. dan) Ödünç verilmiş. İkraz edilmiş. Borç olarak verilmiş. MAKS Suya dalmak. Daldırmak. MAKSAD (C.: Makasıd) (Kasd. den) Kasdolunan ve istenilen şey. Merâm, gâye. MAKSAD VE MÜSTEKARRIN TEMEYYÜZÜ Kelâmın maksadının ve karar kıldığı yerin açık olarak belli olması. MAKSAL Mahsul ekilen yer. MAKSAR Nihâyet, son, netice. MAKSARA (C: Mekâsır-Mekâsir) Köşk, kasr. MAKSEBE Sazlık, kamışlık. MAKSEE Hıyar tarlası. MAKSİM (C.: Makasim) Taksim edilecek, dağıtılacak yer. * Suyun kollara ayrılma yeri. Masluk, savak. MAKSUD Kasdedilmiş. Kasdedilen. * İstenilen şey. İstek. Arzu. Gâye. MAKSUM Taksim edilmiş, ayrılmış, bölünmüş. * Kısmet, nasib. MAKSUR (Kasr. dan) Kasrolunmuş, kısaltılmış, kasılmış, alıkonulmuş. * Mahbus. * Kasrolunmuş nesne. * Gelinin üzerine tutulan duvak. * Gr: Bir kısım arapça kelimelerin sonunda yâ şeklinde yazılan, fakat elif gibi okunan harf. ( : Dâ'vâ) kelimesinde olduğu gibi. Buna, "Elif-i maksura" denir. MAKSUR Zoraki, cebren. Elinde ve ihtiyarında olmadan. MAKSURE (C.: Makasir) Câmilerde etrafı parmaklıkla çevrilmiş biraz yüksekçe yer. MAKSUS Kesilmiş, kırpılmış. MAKSUV (MAKSIYY) Kulağının ucu kesilmiş deve veya koyun. MAKSÜE Hıyar tarlası. MAKŞUR Soyulmuş, kabuğu çıkarılmış. MAKŞUVV Men' ve kahrolmuş. Tab'ından çıkarılmış. MAKT Vurmak. MAKT Kin, hiddet. İğrençlik. Şiddetli buğz. MAKTA' Kesilen yer, kat'edilen yer, kesinti yeri. * Uzun bir cismin enliğine kesildiği yerin görünüşü. * Edb: Her manzumenin, hususen gazellerin ve kasidelerin ilk beytine matla', son beytine makta' denir; makta'da şâirin ismi bulunur. MAKTAA Eskiden üzerinde kamış kalemin ucu kesilerek düzeltilen kemikten veyâ mâdenden yapılmış âlet. MAKTANE Pamuk tarlası. MAKTAR Damla, katre. MAKTEL Birinin öldürüldüğü yer. Bir katlin yapıldığı yer. MAKTEM Tozlu yer. MAKTU' (Maktua) (C.: Makati') Kesilmiş, kat olunmuş. * Pazarlıksız, değeri ve pahası biçilmiş. * Götürü. MAKTUAN Götürü olarak, toptan. MAKTUL Öldürülmüş, katledilmiş olan. MAKTULEN Öldürülerek, katledilerek. MAKTULÎN (Maktul. C.) Öldürülmüş insanlar. Vurulmuş veya katledilmiş kimseler. MAKTUR Katranlı. Katran sürülmüş. MA'KUD (U, uzun okunur) Akdolunmuş, bağlanmış, düğümlü, bağlı. MAKUL (Kavl. den) Denilmiş, söylenilmiş. * Söylenilen söz. MA'KUL Akla yakın, aklın kabul edeceği. MAKULAT (Makule. C.) Çeşitler, takımlar. Kategoriler. MA'KULAT (Ma'kul. C.) Aklın uygun bulduğu, ancak akıl ile bilinir ve nakle müstenid olmayan meseleler ve ilimler. (Bak: Akliyat) MAKULE Takım, çeşit. Kategori. MA'KULE Diyet. MA'KULİYET Akla uygunluk, mantıki oluş. * Menkul olmayış. MA'KUL-ÜL-MA'NA Bir sebebe, illete ve maslahata dayanan şer'i mesele. (Fakat, hakiki sebeb ise emr-i İlâhidir.) Bir hikmete ve bir maslahata binâen tercih edilmiş veya o hükmün teşriine müreccih olmuş olan şer'i mes'ele. (Bak: Taabbüdi) MA'KUM Kapalı. MA'KUS(E) Tersine dönmüş, aksetmiş, başaşağı çevrilmiş, zıddı. * Uğursuz. MA'KUSEN Ters olarak, aksine, zıddına olarak. MA'KUSEN MÜTENASİB Mat: Tersine olan müvâzene. Yâni, birbirine nisbet edilen iki şeyden, biri çoğaldığı oranda diğerinin eksilmesi veya birinin azaldığı nisbetinde diğerinin çoğalması. Ters orantılı. MA'KUSİYET Terslik, zıdlık, aksilik. MAKV Cilâ yapmak. * Yıkamak. * Saklamak. MAKYA Kusmak. * Kusma yeri. MAKYE Duracak yer, konak yeri. MAKZABA Yonca ekilen yer. MAKZÎ Kaza olunmuş, ödenmiş, te'diye olunmuş olan. Ümid edildiği üzere tamam ve ikmâl edici olan. Ödeyici. Sâhib-i mucib ve muris. * Fık: Kendi irade ve kesbimizin neticesi olmak üzere Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) yaratıp vücuda getirdiği bazı şeyler vardır ki, bunlar Allah'ın rızasına muhalif olduğundan, bunları irtikâb etmesi caiz değildir. Bu usul-ü kaideye, "makzî" denilmektedir. MAKZUF (Kazf. den) İftira edilmiş. Namusu hakkında lâf edilmiş. * Hazfolunmuş. Atılmış. MAL Fık: Bir kimsenin tasarrufunda bulunan kıymetli, lüzumlu şey. (Varlık, servet, para, ticaret eşyası gibi.) MAL f. "Süren, sürülen, sarılan, takılan" anlamlarıyla terkibler yapılmada kullanılır. (Meselâ: Pâymal: Ayak altında çiğnenen) MA'L Evmek, acele etmek, tez tez gitmek. * Alıp kaçmak. MAL MÜDÜRÜ Kazâ mâliye memuru. MALAK Manda yavrusu. Buzağı. MALAKELAM Diyecek yok. Söz götürmez. MALAMAL Çok dolu, lebâleb, ağzına kadar dolu. MALANİHAYE Sonsuz, nihâyetsiz. Uçsuz bucaksız. MALARYA ing. Sıtma. MA'LAT (C.: Maâli) Derin ve yüksek fikir. * Ululuk, şeref, itibar. MALAYA'Nİ (Mâlâyâni) Mânasız, faydasız, boş söz.(Elbette en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyani şeylerle ömrünü telef etmesin. Kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin. Selâmetle kabir kapısını açıp saâdet-i ebediyeye girsin. M.) MÂLÂYA'NİYYÂT Faydasız boş sözler, boş konuşmalar, faydasızlık. MALAYUTAK Tâkat getirilmez, güç yetmez, dayanılmaz. MALAZ Sürülmüş toprak. * Sular altında kalmış tarla. MALDAR f. Malı mülkü çok olan. Zengin. MALDARÎ Zenginlik, servet. MALE f. Duvarcı malası. MA'LEB (C.: Meâlib) Oyun yeri. MA'LEF (C.: Maâlif) Ot ve saman gibi hayvan yemi konan yer. Samanlık. MA'LEM (C.: Maâlim) Eser, iz, nişan, alâmet. MALEMYEKÜN Sözden ibâret. MALEZİM (Mâlezime) Lüzumlu ve gerekli şey. Malzeme. MALÎ (Maliye) Mala ve paraya mensub. Mal ve para cinsinden. Mala ait. MALÎ f. Dolu. * Fazla, çok. MAL-İ CİZYE Araziden alınan haraç. MAL-İ GAYBÎ Bulunmuş ve sahibi çıkmamış mal. MAL-İ HULYA f. Vesvese, kara sevdâ, kuruntu, boş hayaller. MAL-İ KARUN Mc: Çok zengin. MAL-İ MAZMUN Emânet olmayan mal. MAL-İ MENKUL Taşınabilen ve nakledilebilen mal. (Arâzi ve binanın haricindekiler) MAL-İ MİRÎ Miri malı. Hükümete veya devlete ait mal. MAL-İ MÜTEKAVVİM Huk: İki mânada kullanılır: Birisi, intifâı mübah olan şeydir. Diğeri, mâl-i mührez demektir. Meselâ, denizde iken balık gayr-i mütekavvim olup, tutmak ile ihraz olundukta, mâl-i mütekavvim olur. İntifâı mübah olmayan mal veya elde edilmemiş olan mal gayr-ı mütekavvimdir. Şirâ ile intifa' mübah olduğundan, mâl-i mütekavvimdir. (Ist.F.K.) MAL-İ NÂTIK Canlı mal. (At, deve, koyun gibi) MAL-İ UHREVÎ Âhiret için kazanılan sevap. Uhrevî mal. MAL-İ ZIMAR Bir kimsenin mâlik olduğu halde, onlardan faydalanması kabil olmayan; başka tabir ile, elinden çıkıp galib-i hale nazaran bir daha eline girmeleri umulmayan mallar. MALİDE f. Sürülmüş, sürmüş. MALİH Tuzlu. MALİHULYA (Bak: Mâl-i hulya) MALİK Sâhib. Malı elinde bulunduran. Bir şeyin mülkiyetini elinde tutan. * Her şeyin sâhibi olan Allah. * Cehennem zebânilerine hâkim ve onları idare eden meleğin adı. MALİKANE f. Büyük ve gösterişli köşk. * Tar: Bir kimseye, gelirinden hayatı boyunca istifade etmek; fakat satamamak ve miras bırakamamak şartıyla verilen beylik arazi. MALİKÎ (Bak: İmam-ı Mâlik) MALİK-İ YEVMİDDİN Herkesin dünyâda yaptığının mükâfat ve cezasını göreceği yer olan âhiretin, din gününün, mâliki, sahibi olan Allah (C.C.) MALİKİYET Malik ve sahib olma. MALİK-ÜL MÜLK Bütün mülkün hakiki mâliki olan Allah (C.C.) MALİŞ f. Sürme, sürüştürme. MALİŞGÂH f. Yüz sürülecek yer. MALİŞGER f. Sürtücü, oğucu. * Tellak. MALİYAT Maliye işleriyle alâkalı. Maliye bilgisi. MALİYE Devletin gelir ve masraflarının idaresi. * Gelir gider hesablarına bakan resmi dâire. MALİYET Kıymet. Mâlolma değeri. MALİYYUN Maliyeci. MALİZME Eskiden yirmi sayfadan meydana gelen cüz, broşür. MALKOÇ Osmanlı İmparatorluğu devrinde akıncıların başı. * Akıncı beylerinden meşhur bir hânedan. MALPEREST f. Malı, mülkü ve parayı çok seven. Mala düşkün olan. MA'LUFE Yulaf verilen davar. MA'LUL İlletli, hasta, sakat, kötürüm. * Harpte bir uzvunu kaybetmiş gazi. MA'LULEN Mâlul olarak, sakat olarak. MA'LULÎN (Ma'lul. C.) Sakatlar. Hastalıklı ve illetli kimseler. MA'LULİYET Hastalıklı olma, illetlilik. MA'LUM Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bir nâmıdır. Onun geleceği, melekler, resuller ve nebiler tarafından mâlum olduğundan ve dünyaya teşriflerinden evvel kendilerinin ta'zim edilmesi ve ona intisab dileklerinden dolayı bu isim verilmiştir. * Bilinen, belli olan. MA'LUMAT Bilinen şeyler, bilinenler. Bir iş veya mevzu hakkındaki bilgiler. MA'LUMATFÜRUŞ f. Mâlumat ve bilgi satan. Bilgiçlik taslıyan. MA'LUMAT-I CÜZ'İYE Az ve hafif bilgi. Cüz'i mâlumât. MA'LUMAT-I ZARURİYE Lüzumlu ve zaruri mâlumat. MA'LUMİYET Ma'lumluk. Bilinme, belli olma. * Bilinen ve belli olan şeyin hâl ve sıfâtı. MA'MA' Kimseye birşey vermeyen kadın. MA'MAA (C: Meâmi) Acele etmek. * Ateşten çıkan ses. * Bahâdırların cenk içindeki haykırmaları. MA'MAFİH Öyle olmakla beraber. MA'MEAN Çok fazla sıcaklık. MAMELEK Elinde bulunan şeyler, sâhib olduğu şeyler. Nesi var ise, hepsi. * Huk: Bir şahsın alacak ve borçlarının hepsi. MA'MER Geniş menzil. MAMEZA Geçen veya geçmiş şey. Geçmiş zaman. Mazi. MAMHURAN Adilcevaz, Patnos, Erciş ve bilhassa Beytüşşebab havalisinde meskun olan bir aşiret ismi. MAMİSA Bir ot cinsi. MAMİZAN Vers denilen ot. MA'MUL (Amel. den) Yapılmış, işlenmiş. * Gr: Avamil'in ikinci bâbı. MA'MULÂT İmal edilmiş, yapılmış şeyler. Makine veya elle işlenmiş eşya. MA'MULÂT-I DÂHİLİYE Dâhilî mamulat. Memlekette yerli olarak yapılan şeyler. MA'MULÜN BİH Kendisi ile amel olunan. (Hukuk, nizam, program kaidesi) MA'MUR İ'mar edilen, tamir edilmiş. MA'MURE İnsanların bulunduğu bayındır yer. Ma'mur olan yer. Şehir, kasaba. MA'MURİYET Bayındırlık, ma'murluk. MA'N Az miktar. * Kolay. MA'NA (Mânâ) İç, içyüz. Bir sözden veya birşeyden anlaşılan. Lâfzın delâlet ettiği şey. * Rüya, düş. * Dilemek, irade. MANA MERTEBELERİ Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin anlaşılmasında bilinen muhtelif ma'nâlar. Zâhirî, bâtınî, sarihî, harfî, ismî, işarî, remzî, mecazî, mefhumî, riyazî mânâlar gibi. MANAHNÜ FÎH Üzerinde durduğumuz, bahsini ettiğimiz mes'ele. Hakkında konuştuğumuz. MA'NAT Dilemek, iradet. * Kasdolunmuş nesne. MA'NA-YI HARFÎ Kendisini değil de başkasını veya sahibini, ustasını, kâtibini anlatan, bildiren, tarif eden mânâ. MÂNÂ-YI İSMÎ İsme dair mânâ. Bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak. Bir şey başka şeyleri tanıttığı, bildirdiği veya sevdirdiği için olan mânâya da mânâ-yı harfî denir. Bir ağacı gölgesinden, zahirî görünüşünden, bize verdiği meyvesinden dolayı alâka gösterir ve seversek mânâ-yı ismî ile seviyoruz demektir. Ağacı görmek ve tanımakla ve meyvelerini almakla Rahmet-i İlâhiyeyi tanıyor, Cenab-ı Hakk'a sevgi ve şükrümüzü arttırıyor ve O'nun emri dairesinde ağaca Rabbimizin iltifatı, rahmeti olarak alâka gösteriyor isek; bu mânâya da mânâ-yı harfî deniyor.(...Dünyayı ve ondaki mahlukatı mânâ-yı harfî ile sev. Mânâ-yı ismî ile sevme! " Ne kadar güzel yapılmışlar" de. " Ne kadar güzeldir" deme ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü, bâtın-ı kalb, âyine-i Samed'dir ve O'na mahsustur. Meselâ; nasıl ki bir pâdişâh-ı âli, sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var: Biri; elma, elma olduğu için sevilir ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet pâdişaha ait değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bazan olur ki, padişah o nefisperverâne olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz'idir. Hem zeval bulur, elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır. İkinci muhabbet ise; elma içindeki elma ile gösterilen iltifâtât-ı şâhânedir. Güyâ o elma, iltifât-ı şâhânenin nümunesi ve mücessemidir, diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem iltifatın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkindedir. İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır. Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir!.. S.)(Aynen onun gibi, bütün nimetlere, meyvelere, zatları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleri ile gafilâne telezzüz etse, o muhabbet nefsanîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenab-ı Hakk'ın iltifâtât-ı rahmeti ve ihsânâtının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifâtâtın derece-i lütuflarını takdir etmek suretinde kemâl-i iştiha ile lezzet alsa; hem mânevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir... S.) MANCINIK Eskiden kale kuşatmalarında ağır taşlar fırlatmak için kullanılan, bir ucunda bir kepçe, öbür ucunda da bir karşı ağırlık bulunan kaldıraç biçiminde eski bir savaş âleti. MANÇURYA (Mançu memleketi) Asya'nın kuzeydoğu tarafında büyük bir memleket olup, son zamana kadar kuzeyde Ohurcuk Denizine ve Sahalin Adasını ayıran Tataristan Boğazı'na kadar uzandığı halde; doğudan Japon Deniziyle sınırlanmış iken, sonraları kuzey ve kuzeydoğu tarafları Ruslar tarafından zaptedilerek Sibirya'ya katılmıştır. Bir kısmı da Amur ismiyle bir eyalet halinde kalmış ve diğer bir kısmı da sahiller eyaletine eklenerek o taraflardan Mançurya'nın sahili kalmamış ve kuzeyde Amur Irmağı ve doğuda Usuri Nehri Mançurya'nın hududunu teşkil etmiştir. Şimdiki siyasî coğrafyada Mançurya ismi, bu memleketin sadece Çin'e tâbi olan kısmına verilmektedir. MANDA Fr. Kendini idare edemeyen bir memleket ahalisini başka bir yabancı devletin idare etmesi. * t. Camız denen hayvan. Kömüş. MANDE f. Kalmış, gitmemiş olan. MANDIRA yun. Süt ve süt ürünlerinin elde edildiği; süt veren hayvanların barındığı yer. MA'NE Ekmek. * Az olan akıcı su. * Şey. MANEN Mânâca. Mânâ cihetiyle. Ruhca. Esasca. Bâtınen. İç varlık bakımından. MANEND f. Benzer. Denk. Eş. Gibi. MANEND-ÂBÂD Ölümle kıyamet arasında geçen zaman. MANENDE Benzeyen, mümâsil. MANEND-İ BÎMİSAL Misilsiz, benzersiz olan. MANEVÎ (Ma'nevi) Mânaya âit. Maddî olmayan. Mücerred. Ruhani. MANEVİYYAT Maddi olmayan kuvvet. Mânâ âlemine âit olanlar. Dinden, imândan, mukaddesât ve imândan gelen kuvvet (Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise, mâneviyatta kördür. H.) MANEVİYYUN Allah'a, dine, mukaddesata inanmış olanlar. MANEVRA Fr. Bir makinenin, bir cihazın işleyişini düzenleme veya idare etme işi ve şekli. * Ask: Muharebede düşmanın savaş gücünü yok etmek maksadıyla eldeki askerî kuvvetlerin en te'sirli bir biçimde düzenlenmesini te'min eden bütün hareketler. * Barış zamanında kıt'alara ve kurmay hey'etlerine harptekilere benzer şartlar içinde eğitim sağlamak için yaptırılan hareket. MANGA Ask. Tek bir kumandanın kolaylıkla sevk ve idare edebileceği kadar erden kurulu küçük askerî birlik. (Yaklaşık olarak on erden kurulabilecek olan mangada birkaç makinalı tüfek veya tabanca ile avcı erleri bulunur.) * Savaş gemilerinde erlerin yattığı koğuş. MÂNİ' Men'eden. Geri bırakan. Esirgeyen. Engel. Özür. MÂNİA Men'eden şey. Engel. Özür. Zorluk. MA'NİDAR (MÂNİDAR) f. Bir mânâyı mutazammın olan. * Nükteli, ince mânâlı. Bir mâna ifade eden. Bir mânayı şâmil olan. (Farsça bir ifade olup, mânâ; ma'ni diye okunmuştur.) MA'NİDARANE f. Mânâlı şekilde. MÂNİ-İ ŞER'Î şeriatça kabule engel olan, mâni' olan hâl. MANİVELA Ağır şeyleri çekmek ve kaldırmak için vasıtanın dönen merkezine bir ucu takılıp döndürülen kol. MANKEN Fr. Elbiseleri prova veya teşhir etmek için terzilerin ve hazır elbise satıcılarının kullandığı tahtadan, kartondan, madenden vb. insan şekli. MANSAB (Mınsab) Rütbe. (Bak: Mansıb) MANSIB (Nasb. dan) Devlet hizmeti. * Memuriyet. * Bünyad. Merci'. MANSIBDÂR f. Mansıbda bulunan. MANSUB Nasbolunmuş, me'muriyete konulmuş. * Konulmuş, dikilmiş. * Gr: Sonu fetha (üstün) kılınmış kelime. Meftuh olan. MANSUBÎN (Mansub. C.) Memuriyette bulunanlar. Hizmette olanlar. MANSUR Yardım edilen, yardım görmüş. * Gâlib, muzaffer. (Bak: Mensur) MANSURİYYET Allah'ın (C.C.) yardımıyla muvaffak ve muzaffer olma, başarma. MANSUS Nass ile sâbit kılınmış. Âyetle tesbit edilmiş. İzhar ve beyan edilmiş. * Kur'anda açıkça anlatılmış. MANŞET Fr. Bir gazetede ilk sayfanın en üst kısmındaki büyük puntolu başlık. * Bir gömleğin kol kısmına geçirilen ve elbisenin kolundan dışarı çıkan kumaş parçası. MANTIK (İntak. dan) Konuşturan, söyleten. * Doğru muhakeme ve doğru düşünceyi öğreten ilim. Akıl kaidesi. * Akıl, nutuk, söz. MANTIKAN Mantığa göre. Mantıkça. MANTIKÎ Mantıka dâir. Aklî ve müsbet olan düşünce, fikir. Mantık kaidelerine uygun. MANTIKÎ KIRÂET Acele etmeyerek fakat imlâ kaidelerine dikkat ederek, yâni virgüllerde biraz, noktalı virgüllerde biraz daha durmak, teâcüb ve istifhamları anlatmak, muhaverelerde konuşanların sözlerini ayırmak suretiyle okumaktır. MANTIKİYYÂT Mantıkla alâkalı mes'eleler. MANTIKİYYUN Mantıkla uğraşanlar. Mantık âlimleri. MANTUH Boynuzlu hayvan tarafından yaralanan veya öldürülen. MANTUK Bir lâfzın nutuk hâlinde, söz sahasında üzerine delâlet ettiği şey. " Şu kitabı satın aldım", sözünde bu lâfzın mantuku, o kitabın satın alınmış olmasıdır. * Söz, nukut, mânâ, mefhum. MANYATİZMA Birisinin bâzı hareketleri ile başkası üzerinde uyuşukluk verici te'sir. (Bak: İpnotizma) MANYETİK (Bak: Magnetik) MANZAM (C.: Menâzım) Sıra, dizi. MANZAR (Manzara) (Nazar. dan) Bakılan yer, görülen yer. Görünüş. MANZARA Dışarıyı görecek pencere. MANZARANÎ Gösterişli ve güzel adam. MANZAR-I ÂLÂ En yüksek bakış yeri. Kudsi ve en yüksek manzara. Cennet manzarası, arş-ı azam. MANZAR-I ÇEŞM Gözbebeği. MANZARÎ Güzel, gösterişli ve yakışıklı adam. MANZUD Sık yetişmiş ağaç. * Üstüste istif edilmiş. MANZUM Ölçülü, mizanlı, tertibli. * Vezni ve kafiyesi olan söz. Edebi ölçüsü olan sözler. (Kaside ve şiirler gibi). * Dizilmiş, sıralanmış, düzenlenmiş. MANZUMAT Manzumeler. MANZUME Tertibli, ölçülü yazı, şiir. Vezinli ve kafiyeli olan söz. * Sıra, dizi. Sistem. MANZUME-İ ŞEMSİYE Güneş sistemi, güneş ve etrafında dönen seyyâreler topluluğu.(Şu kâinatın lâmbası olan güneş, kâinat Sânii'nin vücuduna ve vahdâniyyetine güneş gibi parlak ve nurani bir penceredir. Evet, manzume-i şemsiye denilen küremizle beraber oniki seyyare: Cirmleri, küçüklük - büyüklük itibariyle pekçok muhtelif ve mevkileri, uzaklık - yakınlık noktasında pek çok mütefâvit ve sür'at-i hareketleri, çok mütenevvi' olduğu halde kemal-i intizam ve hikmet ile ve kemal-i mizan ile ve bir saniye kadar şaşırmı(Zeker) hareketleri ve deveranları ve güneş ile, câzibe kanunu tâbir edilen bir kanun-u İlâhi ile bağlanmaları, yâni onlar imamlarına iktidaları, büyük bir mikyasta bir azamet-i kudret-i İlâhiyyeyi ve Vahdâniyyet-i Rabbâniyyeyi gösterir. Çünki: O câmid cirmleri, o şuursuz büyük kütleleri, nihayet derecede intizam ve mizan-ı hikmet içinde muhtelif şekillerde ve muhtelif mesafelerde ve muhtelif hareketlerde döndürmek, istihdam etmek, ne derece bir kudreti ve bir hikmeti isbat ettiğini kıyas et. Bu büyük ve ağır işe zerre miktar tesadüf karışsa, öyle bir patlayış verecek ki, kâinatı dağıtacak. Çünki: Bir dakika, tesadüf birisini tevkif etse, mihverinden çıkmasına sebebiyet verir, başkaları ile müsademe etmesine yol açar. Küre-i arzdan bin def'a büyük cirmlerle müsademenin ne derece dehşetli olduğunu kıyas edebilirsin.Manzume-i şemsiyenin, yâni şemsin me'mumları ve meyveleri olan oniki seyyarenin acâibini ilm-i muhit-i İlâhiye havale edip, yalnız gözümüzün önünde seyyaremiz bulunan arza bakıyoruz. Görüyoruz ki: Bu seyyaremiz bir azamet-i şevket-i Rububiyyeti ve haşmet-i saltanat-ı Uluhiyyeti ve kemâl-i rahmeti ve hikmeti gösterir bir surette Güneşin etrafında, emr-i Rabbâni ile - Üçüncü Mektupta beyan edildiği gibi - pek büyük bir hizmet için bir uzun seyr ve seyahat, ona ettiriliyor. Bir sefine-i Rabbâniye olarak acâib-i masnuât-ı İlâhiye ile doldurulmuş ve zişuur ibâdullaha seyrangâh gibi bir mesken-i seyyar vaziyeti verilmiş. Ve evkat ve hesabı bildirecek saat akrebi gibi, Kamer dahi dakik hesaplarla azim hikmetlerle ona takılmış ve o Kamere başka menzillerde ayrı seyr ve seyahat verilmiş. İşte bu mübarek seyyaremizin şu halleri, küre-i arz kuvvetinde bir şehadetle, bir Kadir-i Mutlak'ın vücub-u vücudunu ve vahdetini isbat eder. Mâdem şu seyyaremiz böyledir. Manzume-i şemsiyeyi ona kıyas edebilirsin. Hem Şemse, kendi mihveri üstünde cazibe denilen mânevi ipleri yumak yaptırmak için dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi, bir Kadir-i Zülcelâl'in emriyle döndürüp, o seyyaratı o mânevi iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyaratı ile saniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir sür'atle, bir tahmine göre "Herkül Burcu" tarafına veya Şems-üş-şümus cânibine sevk etmek, elbette ezel ve ebed Sultanı olan Zât-ı Zülcelâl'in kudretiyle ve emriyledir. Güya haşmet-i Rububiyyetini göstermek için, bu emirber neferleri hükmünde olan manzume-i şemsiye ordusu ile bir manevra yaptırır. S.) MANZUR Görülen, bakılan, nazar edilen. * Beğenilen. MANZURE Belâ, musibet, felâket, âfet. * Noksan ve kusuru olan, ayıplanacak kadın. MAR f. Yılan. MA'RA Vücudun çok zaman çıplak olan yeri. MARAN (Mâr. C.) f. Yılanlar. MARATON yun. Kırk kilometreden uzun bir yolda mukavemet için yapılan hız koşusu. MARAZ Hastalık, illet, dert. Belâ. MA'RAZ (Ma'rez-Ma'riz) Bir şeyin arzolunduğu yer. Göründüğü yer. Sergi, meşher. MA'RAZGÂH Arzolunan yer, sergi. MA'RAZ-I ACÂİB Acâiblerin teşhir olunduğu yer. MARAZ-I MÜSTEVLÎ Salgın hastalık. MARAZ-I SÂRÎ Tıb: Bulaşıcı hastalık. MARAZÎ (Maraz. dan) Hastalıkla alâkalı. Hastalığa ait. Hastalıklı. MARAZİYYÂT Hastalıklar ilmi, patoloji. MA'REC Çıkacak yer, merdiven. MA'REF Yüzün, devamlı olarak açık görünen yeri. MA'REFE Atın yelesi bittiği yer. MAR-EFSA f. Yılan tutan, yılan efsuncusu. * Yılan sokmuş kimseyi tedâvi eden kişi. MA'REKE Muhârebe meydanı, çarpışma yeri. * Çarpışma. Kıtal. Cenk. MAREŞAL Fr. (Bak: Müşir) MA'RET Kabahat, suç, ayıp, günah. MAR-GİR f. Yılan tutan, yılan tutucu. MARHİC Yılan balığı. MARHUK Kuşkonmaz bitkisi. MARIK Dinsiz, mürted, hak dinden çıkan. MARIN (Mârına) Çekiçle dövülerek açılmağa müsait olan. * Kireçtaşı. * Çeşitli renklerde olan bir çeşit toprak. MARIZ Hasta, alil, mariz. MA'RIZ (Ma'raz. dan) Bir şeyin görünüp çıktığı yer. Bir şeyin bildirildiği, arzolunduğu makam. MARİC Dumansız ateş, alev. * Dumansız barut. MA'RİC Merdiven, yükseliş yeri. MARİD Azgın, sapkın. İnad ve isyanda benzerlerinden çok ileri gitmiş olan. Kibir, inad ve dinsizlikle tanınmış olan. Mütemerrid. MA'RİFE Gr: Arabçada mübhem olmayan " " harf-i ta'rifi ile bildirilen kelime. Böyle bir kelimeden tenvin kalkar, kelime belirli olur. (Bak: Lâm-ı ta'rif) MA'RİFET Bilme, bir şeyi cüz'i vecihle bilmek. * Hüner. Üstadlık. San'at. * Tuhaflık, garib hareket. * Vasıta, tavassut. * İlim ve fenlerle tahsil olunan mâlumat. İrfan kazanmak. (Bak: İrfân) MA'RİFET MERTEBELERİ (Bak: Yakin) MA'RİFETPERVER f. Hünerli, marifetli. MA'RİFETULLAH Masnuat-ı İlâhiyeyi ve Kur'âni hakikatleri tefekkür ve tahsil ile veya lütf-i İlâhi ile kalbi inkişâf ve basirete sâhib olmak. Esmâ-i İlâhiyyeyi tanımak. İlâhi hakikatlara vukufiyet. Her işte Allah rızâsına en uygun hareket tarzını bilip amel etmek. (Ma'rifetin zıddı; inkârdır. İlmin zıddı ise; cehildir.) (Bak: Vicdan-İrfân)(Muhyiddin-i Arabi, Fahreddin-i Râzi'ye mektubunda demiş: "Allah'ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır." Bu ne demektir? Maksad nedir soruyor?Usul-üd-din imamları ve ulema-i ilm-i Kelâmın akaide dair ve vücud-u Vâcib-ül-Vücud ve Tevhid-i İlâhiye dair beyanatları, Muhyiddin-i Arabi'nin nazarında kâfi gelmediği için, İlm-i Kelâm'ın imamlarından Fahreddin-i Râzi'ye öyle demiş.Evet, İlm-i Kelâm vasıtasiyle kazanılan Mârifet-i İlâhiye, mârifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur'an-ı Mu'ciz-il Beyan'ın tarzında olduğu vakit, hem mârifet-i tâmmeyi verir; hem huzur-u etemmi kazandırır ki, inşâallah, Risale-i Nur'un bütün eczaları, o Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın cadde-i nurânisinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.Hem, Muhyiddin-i Arabi'nin nazarına, Fahreddin-i Râzi'nin İlm-i Kelâm vâsıtasiyle aldığı mârifetullah ne kadar noksan görülüyor; öyle de; tasavvuf mesleğiyle alınan mârifet dahi, Kur'an-ı Hakim'den doğrudan doğruya veraset-i Nübüvvet sırriyle alınan mârifete nisbeten o kadar noksandır. Çünki: Muhyiddin-i Arabi mesleği, huzur-u dâimiyi kazanmak için $ deyip, kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sâirleri ise, yine huzur-u dâimiyi kazanmak için $ deyip, kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi, acib bir tarza girmişler. Kur'an-ı Hakim'den alınan mârifet ise, huzur-u dâimiyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkum-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki, başıbozukluktan çıkarıp, Cenâb-ı Hak nâmına istihdam eder. Herşey mir'at-ı mârifet olur. Sa'di-i Şirazi'nin dediği gibi: $ Herşeyde Cenâb-ı Hakk'ın mârifetine bir pencere açar.Bâzı Sözlerde ulema-i İlm-i Kelâm'ın mesleğiyle, Kur'andan alınan minhâc-ı hakikinin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki; meselâ: Bir su getirmek için, bâzıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir; tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmağa ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de: Ulema-i İlm-i Kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhâliyeti ile kesip, sonra Vâcib-ül Vücud'un vücudunu onunla isbat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur'an-ı Hakim'in minhâc-ı hakikisi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir âyeti, birer Asâ-yı Musâ gibi nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. $ düsturunu, herşeye okutturuyor.Hem imân yalnız ilim ile değil, imânda çok letâifin hisseleri var. Nasılki: Bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesâil-i imâniye dahi, akıl midesine girdikten sonra derecata göre ruh, kalb, sır, nefis ve hâkezâ.. letâif, kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır. İşte Muhyiddin-i Arabi, Fahreddin-i Râziye bu noktayı ihtar ediyor. M.) MARİN Burun ucunda olan yumuşak kemiksiz yer. MARİSTAN f. Hastahâne. MARİZ (Maraz. dan) Hasta. İlletli. Dertli. MARİZANE f. Hasta olarak. MÂRR Geçen, geçmiş, yürüyen. MÂRRE Fık: Herkesin gittiği umumi yoldan yürüyen. MÂRRÎN (Mâr. dan) Geçenler. MÂRRİN Ü ÂBİRÎN Gelip geçenler. Gelen giden. MÂRR-ÜL BEYAN Beyânı yukarıda geçmiş olan. MÂRR-ÜZ ZİKR Yukarıda zikri geçmiş olan, yukarda bahsedilmiş olan. MARSUS (Bak: Mersus) MARTULOS (Martoloz) Osmanlı Devletinin teşekkülü sıralarında ve yeniçeri teşkilâtından önce, Hristiyanlardan, ordunun geri hizmetlerinde çalışmış olan teşekküllerden biridir. Silâhlanmış kişi mânasında Rumca bir kelimedir. * Eskiden Tuna gemicileri, korsanı mânasında da kullanılmıştır. MA'RUF Bilinen, tanınmış. Belli, meşhur. * Şeriatın makbul kıldığı veya emrettiği. * Adl, ihsan, cud, tatlı dil, iyi muamele. (Bak: Emr-i bi-l ma'ruf) MA'RUFAT Bilinen şeyler. Şeriatın emrettiği hususlar. MA'RUF-İ CİHÂN Dünyaca tanınan ve meşhur. Cihânın bildiği. MA'RUFİYET Ma'rufluk. Ünlülük, meşhurluk, tanınmışlık. MA'RUR Uyuz. MA'RUŞ Üstü çardak şeklinde yapılı bina. MA'RUZ Bir şeyin etkisine uğramak veya uğratmak. * Arzolunmuş, arzolunan. * Serilmiş, yayılmış. * Verilmiş, sunulmuş. * Anlatılmış. * Bir şeye karşı siper alan. MA'RUZÂT (Ma'ruz. C.) Arz olunanlar. Arzedilenler, takdim edilenler. Küçükten büyüğe bildirilenler. MARZAT Rızâ. Memnuniyet, hoşnudluk. MARZÎ Razı olmağa dâir. * Kabul edeceği, razı olacağı. MARZÎ-İ İLÂHÎ Cenab-ı Hakk'ın rızasına uygun işler. MARZİYAT Razı olunacak şeyler. Allah'ın rızasına dair olanlar. MARZİYE Razı olma, hoşnud olma, memnuniyet. MAS Yeyni, hafif kimse. MA'S Tıb: Adalelerin tutulması, kasların büzülmesi. Kramp. MA'S Ovmak. * Dürtmek. MAS' Davarın kuyruğunu salması. * Vurmak. * Parlamak. MASA' Kılıçla vuruşmak. MASABAK (Bak: Masebak) MASAD (C: Musdân-Emside) Dağın yüksek ve yüce yeri. MAS'AD (C.: Masâid) Yukarı çıkılacak yer. Suud yeri. MASADAK Bir sözü veya hükmü tasdik eden husus. "Söylendiği gibi, denildiği şekilde, doğru, sâdık, olduğu gibi, muvâfıktır, mutâbıktır, tıpkısı" gibi mânâlara gelir. Mânânın fertlerine de mâsadak denilebilir. MASADIR (Masdar. C.) Masdarlar. MASAFF Savaş, muhârebe, harp, cidâl yeri. MASAHA Sıhhat mevzii. * Kamer, ay. MASAİB (Bak: Mesaib) MASAİD (Mas'ad. C.) Yukarı çıkacak yerler. MASAİF (Masif. C.) Sayfiyeler, yazlıklar. Yaz mevsiminde oturulacak yerler. MASAK Darlık. MASAL Az miktar olan şey. MASALE Sızıntı. MASAM Duracak yer. MASAME Duracak yer. MASAN Eşya saklanacak yer. MASANİ' (Masna. C.) Sarnıçlar. Su mahzenleri. MA'SARA (Üzüm ve susam gibi şeylerin) sıkıldığı yer. MASARİ' (Mısrâ'. C.) Mısrâlar. * (Masra'. C.) Güreş meydanları. MASARİF (Masruf. C.) Harcananlar, sarfolunanlar. MASARİF (Masraf. C.) Sarfiyatlar, masraflar. (Masârifât da denir.) MASARİFAT (Masârif. C.) Masraflar, giderler. Harcanan paralar. MASARİF-İ UMUMİYE Umumi masraflar. MASARÎN Bağırsaklar. MASBAH Doğacak zaman ve yer. MASBU' Kibirli, gururlu, mağrur. Kendini beğenmiş. MASBUG (C.: Mesâbig) Boyalı, boyanmış. Mülevven. MASD Cima etmek. * Emmek. MASDA' Taşlık yerlerden geçen düz yol. MASDAR Bir şeyin sudur ettiği (çıktığı) menba. * Gr: Fiilin şahsa ve zamana bağlı olmayan şekli, fiil kökü. Okumak, yazmak, kitabet, kıraat, ahz, almak... gibi. Masdar kelimesi.; ism-i mekândır, sudur etmek mânasına gelir. Fiilin mâna ve lâfız ciheti ile mebde' ve me'hazidir. MASDAR-I CA'LÎ (Mec'ul) yapma olan masdar. Arapçada, bazı isim ve sıfatların sonlarına (-iyyet) ilâve edilerek yapılır. Meselâ: İnsan: İnsaniyyet, Şâir: Şâiriyyet. Câhil: Câhiliyyet. Merbut: Merbutiyyet gibi.Arapça veya Farsça kelimenin sonuna (-îden) eki getirilerek yapılır. Meselâ: Cenk. den, Cengîden: Cenk etmek. Fehm. den, Fehmîden: Anlamak.Taleb. den, Talebîden: istemek. MASDAR-I MERRE Fiilin bir defa yapıldığını belli eden masdar. Merre, kerre, lem'a, darbe gibi, "fa'le" vezninden gelen masdarlardır. MASDAR-I MİMÎ Başında mim harfi bulunan masdar. (Ketb: Yazmak) masdarının mimisi (mekteb) olduğu gibi. MASDU' Baş ağrısına tutulmuş olan. Başı ağrıyan. MASDUK Doğruluğu kabul edilmiş, tasdik edilmiş. MASDUKA (C.: Masdukat) Doğru söz. Hakikat ve gerçek olan kelâm. MASDUM Çarpılmış. Kendisine vurulmuş. MASDUR Gönderilmiş, yollanmış olan. * Göğsü incinmiş veya ağrımış olan. MASEBAK Geçen, geçmiş olan, geçmişteki. MASELEF Evvelki, geçmiş. MA'SERE (Ma'seret) Zorluk, güçlük. MASFUF (Masfufe) Saf bağlamış, dizilmiş. Sıra ile dizilmiş. MASH Tutmak. * Çekmek. MASH (MUSUH) Sâbit olma. * Mahvolup belirsiz olmak. * Kısa olmak. MASHARA Maskara, soytarı. * Tuhaflıklar yapan kimse. * Komik, gülünç. * Zevklenme, eğlenme. * Kepaze, utanmaz, rezil. MASHARA (C: Mesâhır) Büyük taşlı yer. MASHARA-İ ÂLEM Âlemin maskarası. Kepaze, rezil. MASHUB (C.: Mesâhib) Beraber alınıp götürülmüş. Kucaklanmış. MASHUBEN Beraberce, birlikte olduğu halde. Yanında bulunarak. MASI' Sağlam vücutlu kimse. MASIR Mâni, engel. MASÎ f. Pervasız, korkusuz. MASİF (C.: Mesâif) (Sayf. dan) Yazlık. Yazın oturulacak yer. Sayfiye yeri. MASİK Yapışkan. * Zapteden, istilâ eden, tutan. MASİLE Üzerinde mum veya fitil yakılan çıra ve şamdan. MASÎR (C.: Masâyi) (Sayruret. den) Sürüp giden. * Karargâh. * Suyun aktığı yer. * Rücu etmek, dönüp gitmek. * Dönüp varılacak yer. MASİT Acı su. * Bir ot cinsi. MASİVA Ondan gayrısı. (Allah'tan) başka her şey hakkında kullanılan tâbirdir) Dünya ile alâkalı şeyler. (Bak: Taabbüd)(...Ey insan! Kur'anın desâtirindendir ki; Cenab-ı Hakkın mâsivasından hiçbir şeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlukat ma'budiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi mahlukiyet nisbetinde de birdirler. M.N.) MA'SİYYET İtaatsizlik, günah, isyan.(Mâsiyetin mâhiyetinde, bilhassa devam ederse, küfür tohumu vardır. Çünki, o mâsiyete devam eden ülfet peyda eder. Sonra ona âşık ve mübtelâ olur. Terkine imkân bulamıyacak dereceye gelir. Sonra o mâsiyetinin ikaba mucib olmadığını temenniye başlar. Bu hal böylece devam ettikçe küfür tohumu yeşillenmeye başlar. En nihâyet, gerek ikabı ve gerek dâr-ül-ikabı inkâra sebeb olur.Ve keza, mâsiyete terettüp eden hacâletten dolayı, o mâsiyetin mâsiyet olmadığını iddia etmekle o mâsiyete muttali olan melekleri bile inkâr eder. Hattâ şiddet-i hacâletten yevm-i hesabın gelmiyeceğini temenni eder.Şayet yevm-i hesabı nefyeden ednâ bir vehmi bulursa, o vehmi kocaman bir bürhan addeder. En nihayet nedâmet edip terketmiyenlerin kalbi küsufa tutulur, mahvolur gider. El-iyazü Billâh! M.N.) MASK Muhkem, sağlam. (Müe: Maske) MASKAT Düşülen yer. MASKAT-I RE'S Doğum yeri. Vatan. Bir kimsenin doğduğu yer. MASKU' Kırağı düşmüş yer. MASKUL Cilâlanmış, saykal vurulmuş. Mücellâ. MASL Tarhana. * Yoğurt ve süt içinde bulunan yeşilimsi su. MASLAHAT İş, mes'ele. * Sulh yolu. * Fayda, maksad, keyfiyet. (Zıddı; mefsedettir) MASLAHATBÎN f. İş yapabilen. İş görmesini bilen. MASLAHATGÜZÂR f. İş bilir. * Elçi vekili. Elçi namına işleri tâkible vazifeli kimse. MASLAHAT-I MÜRSELE Şeriat tarafından ne itibar ve ne de ibtâl ve ilgâ edildiği mâlum olmayan bir mes'elenin maslahat üzere fakihler tarafından hükümlendirilmesi. MASLAHATKÂRÂNE f. Maslahata, işe ve maksada uygun surette. MASLAHATŞİNÂS f. İşten anlıyan, iş bilen. MASLAK Su yolu üzerinde bulunan su haznesi. * Dâima akan su borusu. * Büyük yalak. MASLİYE Tarhana çorbası. * Koruk aşı. MASLUB Salbolmuş, asılmış. Asılarak idam edilmiş. MASLUBEN Asılarak, asılmış olduğu hâlde. Asılma suretiyle. MASL-ÜD DEM Kanın sulu kısmı. MASMASA Ağzın önü. MASNA' (Masnaa) Su mahzeni. Sarnıç. * Şimdiki Arapçada: Fabrika. * Bucak, köşe. MASNEA İçine yağmur suyu toplanan büyük havuz. MASNU' (Sun'. dan) San'atla yapılan, yapılmış. Yapma, yapmacık. MASNUAT San'atkârâne yapılan şeyler. Yapılanlar. MASNUAT-I SAYFİYYE Cenab-ı Hakk'ın yaz mevsiminde yarattığı san'atlı güzel eserler. MASNUK Nezleli kimse. MASNU-U VÂHİD Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) (bir tek olan) san'at eseri. MASON Fr. Duvarcı mânasına bir kelimeden alınmış isimdir. Dinsiz, imânsız mânâsına kullanılır. Fermeson veya farmason da denir. MASR Parmak uçlarıyla süt sağmak. * Bir şeyi incelemek. * Az olmak. * Dağılmak. (İmtisar veya immisar ile aynı manadadır.) MASRA' Çarpışma, ölme. * Güreş meydanı. MASRAF Sarfedilen, harcanan. Gider. MASRİF (Sarf. dan) Sarfetme ve harcama mahalli. MASRU' Sar'a hastalığına tutulmuş, sar'alı. MASRUAN Sar'alı olarak, sar'a hastalığına tutulmuş olarak. MASRUF Sarfolunmuş, harcanılmış olan. MASS Yakın olan. * Dokunan. Değen. MASS (Mâssa) Emici, massedici. MASS Emmek. Bir şeyi eme eme içmek. MASSA Maraz, hastalık. * Zahmet. MASSETMEK Emmek, emerek içmek. MAST f. Yoğurt. MASTABA (C.: Masâtıb) Sedir, peyke. MASTAKİ Sakız. MASTİHİ Kıbrıs ve Sakız adalarında yetişen bir ağacın adı. MASTUB Damarlardan taşmış kan. MASTUR (Satır. dan) Çizilmiş, yazılmış. MASUBE İsâbet etmiş (felâket, musibet, belâ, âfet). MASUG Kalıba dökülmüş. * Örneğe uygun. * Düz. MA'SUM Günahsız, suçsuz. MA'SUMÂNE Günahsızcasına, suçsuz olarak. MA'SUME Suçsuz kadın veya kız. MA'SUMİYET Ma'sumluk, kabahatsizlik, suçsuzluk. MASUN Korunan, mahfuz, emin, muhafaza olunan. * Sâlim, sağlam. MASUNİYET Eminlik, sağlamlık, muhafaza altında bulunmak, dokunulmazlık. MASUR Birbirine katılmış şey. Mümtezic. MA'SUR Sıkılmış. Suyu veya yağı çıkarılmış. MA'SUR Zor, güç, zorlaştırılmış. MASUS Sirke ile pişmiş güvercin. MASVAT Çok bağıran. MASVER Sütsüz keçi. * Sütü zor çıkan deve. MASYEF (C.: Mesâyıf) Yaz gününde oturulacak yer. * Su yolunun eğri büğrü yeri. MAŞAALLAH Allah'ın istediği gibi. * Allah korusun, Allah saklasın (meâlinde duâdır.) MAŞE f. Maşa. MA'ŞEB Otlu yer. MA'ŞER Cemâat, müttehid cemâat. Birinin ehil veya iyâli. İns ve cin cemaatı. * Bölük, topluluk. MA'ŞERÎ Cemiyete âit. Topluluğa âit. Ortaklaşa. Pek çok. MAŞITA (Meşşâta) Baş tarayan. MAŞÎ (Mâşiyye) (C.: Müşşât) (Meşy. den) Yürüyen, yürüyücü. MAŞİYE (C.: Mevâşi) Koyun ve keçi gibi hayvan. * Oğlu ve kızı çok olan kadın. MAŞİYEN Yaya olarak, yürüyerek. MAŞRIK (Bak: Meşrık) MA'ŞUK(A) Aşk ile sevilen, sevgili. MA'ŞUKİYET Sevilme hâli. Sevilen bir kimsenin hâli. MA'ŞUŞ Zayıf ve cılız adam. MATA (C.: Emtâ) Arka. MA'TAB (C: Meâtıb) Helâk olacak yer. MATABİ' (Matbaa. C.) Matbaalar, basımevleri. MATABİH (Matbah. C.) Mutfaklar. Yemek pişirilen yerler. MATABÎH (Matbuh. C.) (Tabh. dan) Tabholunmuş yani pişirilmiş şeyler. MATAF (C.: Matâif) (Tavâf. dan) Tavâf edilecek, etrâfı ziyaret edilip dolaşılacak yer. MATAHİR (Mathare. C.) Mataralar, su kapları. * Gusülhâneler. İçinde yıkanılıp temizlenilecek yerler. MATAİF (Matâf. C.) (Tavaf. dan) Tavaf edilecek, etrâfı ziyaret edilip dolaşılacak yerler. MATAİM (Mat'am. C.) Yemek yenilecek yerler. Yemek odaları. MATAÎM (Mıt'âm. C.) Oburlar, doymakbilmez kimseler. * Başkalarını beslemeler. MATAİN (Matin. C.) Balçıkla sıvanmış yerler. MATAÎN (Mıt'ân. C.) Mızrakla yaralamakta mâhir ve usta olan. MATALİL (Matlul. C.) Nemli, ıslak ve yaş şeyler. MAT'AM (C.: Matâim) Yemek yenilecek yer. Yemek odası. MATAMİH (Matmah. C.) Göz dikilen şeyler. Göz dikilen yerler. MATAMÎR (Matmure. C.) Mezarlar, kabirler. * Bazı şeyleri saklamak için kullanılan toprakaltı yerler. MATAR (C.: Emtâr) Yağmur. MATARA Askerlerin kullandığı üzeri aba ve çeşitli kumaşlarla kaplı madeni su şişesi veya yolculukta kullanılan deriden yapılmış su kabı. MATARE Kuşu çok olan yer. MATARIK (Mıtrak ve Mıtraka. C.) Demirci çekiçleri. MATARİD (Mıtred. C.) Mızraklar, zıpkınlar. MATARİH (Matrah. C.) Bir şey atılan yerler. * Tarhedilecek yerler. MATAVİ (Matvi. C.) Kıvrımlar. Bükülmüş şeyler. MATAYA (Matiyye. C.) Binek hayvanları. MATBAA (Tab'. dan) Tab'edilen yer. Kitab, gazete ve sâir yazıların basıldığı yerler. Basımevi. MATBAA-İ ÂMİRE Devlet matbaası. MATBAH(A) Mutbah. Yemek pişirilen yer. MATBAHA-İ KUDRET Cenab-ı Hakk'ın âşikâr kuvvet ve kudreti ile bahçe, bağ, tarla ve bostan gibi yerlerde pişmiş gibi hazır gıda maddelerinin yetiştiği yer. Kudret mutbahı. MATBAH-I ÂMİRE Saray mutfağı. MATBU' Tab' olunmuş. basılmış, kitap veya gazete haline gelmiş. Basılıp matbaadan çıkmış olan. MATBUAT Tab' edilmiş neşriyat. Basılmış şeyler. (Kitap ve gazeteler gibi) MATBUH (C.: Matâbih) (Tabh. dan) Kaynatılmış veya haşlanmış (ilâç). * Pişirilmiş yemek. MATBUHAT (Matbuh. C.) Kaynatılmış veya haşlanmış ilâçlar. * Pişirilmiş yemekler. MATE Öldü. MATEAHHAR (Mâ-teahhar) Sonra gelen. Sonradan gelen. MA'TEBE Kızgınlık ve hiddetle hitabetmek. MATEKADDEM (Mâtekaddem) Geçmiş zaman, mâzi. * Sâbık. Geçen şey. * Önceleri. MÂTEM Ağlama. Üzüntü veya kederden ağlayıp sızlama. Kederinden yas tutma.(...Bak! Öyle bir ziya-yı hakikat neşreder ki, eğer O'nun o nurâni daire-i hakikat-ı irşadından hariç bir surette kâinata baksan, elbette kâinatın şeklini bir matemhâne-i umumi hükmünde ve mevcudatı birbirine ecnebi, belki düşman ve câmidatı dehşetli cenâzeler ve bütün zevil-hayatı zevâl ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün. Şimdi bak; O'nun neşrettiği nur ile o matemhâne-i umumi şevk-i cezbe içinde bir zikirhâneye inkılâb etti. O ecnebi düşman mevcudat, birer dost ve kardeş şekline girdi. S.) MÂTEMDÂR f. Mâtemli, acılı, yaslı. MÂTEMENGİZ f. Mâtemi ve yası iktiza eden. MÂTEMFEZÂ f. Yası ve mâtemi ziyadeleştirip arttıran. MÂTEMHANE f. Ağlanılan, yas tutulan yer. MÂTEMÎ Yaslı, mâtemli, üzüntülü. MÂTEMKÜNÂN f. Yas tutup mâtem ederek. MÂTEMZEDE Mâtemli. Yaslı. MATERYAL Fr. Bir işin meydana çıkması için lâzım gelen şeyler. MATERYALİST Fr. Maddeci. Her şeyi madde ile kıymetlendiren. (Bak: Maddiyyun) MATERYALİZM Fr. Maneviyatı ve Allah'ı inkâr eden maddiyyunların mesleği. MATFA (İtfâ. dan) Söndürülmüş. MATH El ile vurmak. * Yalamak. * Birbiri ardınca sulamak. MATHARE (C.: Matâhir) Gusülhâne. İçinde yıkanılıp temizlenilecek yer. * Su kabı, matara. MATHUM Dolu, dolmuş. MATIR (Matar. dan) Yağan, yağıcı. MATİ' Uzun, tavil. * Her nesnenin iyisi. MATÎN (C: Metâyın) Balçıklı yer. MATÎR Yağmurlu gün. MATÎRAT Tehlikeli yerler. MATÎTA (C: Metâyıt) Havuz dibinde kalan balçıklı bulanık su. MATİYYE Binek hayvanı. Binek. * Gerinip sevinerek yürüyen. MATİYYE-RÂN Bindiği hayvanı yola süren. MATL Atlatma, geçirme, defetme. * Çekme. MATLA' Güneş veya yıldızların doğdukları yer, ufuktan çıktıkları yer. * Yıldız veya güneşin zuhur etmesi. * Edb: Kaside ve gazelin kafiyeli olan ilk beyti. (Bak: Musarra') MATLAB İstek, istenilen şey. * Hallolunacak mesele. Mebhas. * Kaziye. MATLAB-I DİL-HAH Gönlün isteği, arzu, maksad. MATLUB İstek, istenilen şey. * Alacak. Ödünç verilmiş. MATLUBAT (Matlub. C.) İstenilen, talebedilen ve aranılan şeyler. * Alacaklar. Ödünç olarak verilmiş olan şeyler. MATLUL (C.: Matâlil) Yaş, ıslâk. * Islanmış, nemlenmiş. MATMA' Tamâ edilecek şey. Çok istenilecek şey. MATMAH Tamâh olunan şey, hırsla göz dikilerek bakılan şey veya yer. MATMAH-I CİHANÎ Bütün herkese ait tamah olunan ve büyük istekle üzerine bakılan şey. MATMAH-I NAZAR Hırsla bakılan şey. MATMAZEL Fr. Evli olmayan gayr-ı müslim kız. MATMU' (Tama'. dan) Tama' olunmuş. Hırsla istenen şey. MATMUR Gömülmüş, defnedilmiş. Toprak altına konulmuş. MATMURE Toprak altında bazı şeyleri saklamağa mahsus yer. * Kabir, mezar. MATMUS Gözü doğuştan değil de, sonradan kör olmuş adam. MATNEB (C: Metânib) Omuz. * Omuzla boyun arası. MATRAH (C: Matârih) (Tarh. dan) Mahal, yer. * Tarh olunacak şey, tarh edilecek nesne. * Bir şey atılan yer. MATRAN Taç giymiş piskopos. MATRED(E) Irak eden, uzaklaştıran. MATRİS Fr. Dizilmiş harflerin hususi bir mukavva üzerine alınan kalıbı. * Dizme makinelerinde harf kalıbı. MATRUD Kovulmuş. Tardedilmiş. Uzaklaştırılmış olan. MATRUDÎN Kovulmuş olanlar. Kovulmuşlar. MATRUH Tarh edilmiş, çıkarılmış. * Belirtilmiş, konulmuş (vergi) * Temeli atılmış (Binâ). MATRUK Gevşek ve uyuşuk adam. * Kuruduktan sonra yine yağmurla tazelenmiş. MATRUŞ Traş olmuş. Sakalsız. * Sağır kimse. MATT Çekmek. MATTA İncil kitaplarından birisinin adı. Tahrif edilmiş dört yüz muhtelif İncil içinden seçilen biri. (Bak: Havari) MATTAL (Mattâle) Devamlı olarak borcunu ileri atıp geciktiren. MATTE Vesile, sebep. MA'TUF Ait ve râci' olan. * Bir tarafa meyletmiş. Mâil olan. * İsnadedilen. Yöneltilmiş. MA'TUFUN ALEYH f. Bir rabt edatı ile kendisine bağlı olan kelime (Bak: Harf-i atıf) MA'TUH(E) (Ateh. den) Bunamış, bunak. * Sakat, kötürüm. Amelmânde. MA'TUHANE Bunakçasına, bunamışçasına. MA'TUK(A) (C.: Maâtik) (Atâk. dan) Azat olunmuş. Azatlı. MAT'UM (C.: Mat'umat) Yenecek yemek. Taam. MAT'UMAT (Taam. dan) Yemekler. Taamlar. Yenecek şeyler.("Hem hiç mümkün müdür ki: Fâtır-ı Kerim, Halik-ı Rahim, küçük midenin cüz'i arzusunu ve muvakkat bir beka için lisan-ı hal ile duasını hadsiz enva-ı mat'umat-ı lezizenin icadiyle kabul etsin de, umum nev-i beşerin pek büyük bir ihtiyâc-ı fıtriden gelen pek şiddetli bir arzusunu ve külli ve daimi ve haklı ve hakikatlı, kalli, halli bekaya dâir gayet kuvvetli duâsını kabul etmesin? Hâşâ.. yüzbin defa hâşâ.." L.) MAT'UN (Tâun. dan) Belâya tutulmuş. Musibet ve tâuna giriftar olmuş. * (Ta'n. dan) Ayıplanmış. MAT'UNEN Vebâya tutularak. MATURİDÎ Mâturidi Mezhebi ve bu mezhebden olan. Semerkand şehrinin Mâturid köyünden olan Ebu Mansur-u Mâturidi'yi (Hicri: 280-332) itikadda imam olarak kabul edenler. Amelde Hanefi Mezhebinden olanlar, itikadda Maturidi mezhebindendir. Çünkü bu Zât, Ehl-i Sünnet itikadına muhalif görüşleri, eserleri ile reddederek ıslâh etmiştir. MA'TUT Mağlup, yenilmiş. MATV Çekmek. MATVÎ Bükülü, dürülmüş, kıvrılmış şey. MATVİYY Dürülmüş nesne. MATVİYYÂT Dürülmüş ve bükülmüş olanlar. Kitap sahifeleri gibi toplanmış olanlar. MATVİYYEN Sarılı olduğu halde. Dürülerek. Kıvrılarak. MAUK şer, yaramaz. MAUL Üstün gelinmiş. MA-UL HAYAT Mc: Haysiyyet. Şeref, yüz suyu. * Hayat suyu. (Bak: Ab-ı hayat.) MA-UL VERD Gül suyu. MAUN Eve lâzım şeyler. Ev eşyası. * Malın zekâtı. * Ufak tefek ihtiyaçlar. * Nefaseti sebebi ile (nefsin çok hoşuna gittiğinden) kimseye verilmek istenmeyen şey. MAUN Yardım, imdat. * Taat. İnkiyad. İtaat. MÂUN SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 107. Suresidir. "Eraeyte Suresi" de denir. MAUNE Mavna. Yük taşıyan büyük kayık. MAUNET Yardım. İmdat. * Azık. Yol yiyeceği. * Cenab-ı Hakk'ın salih kullarına olan imdadı, inayeti. * Huk: Masarif. MÂ-ÜL BAHR Deniz suyu. MÂ-ÜL HAYAT Hayat suyu. (Bak: Ab-ı hayat) MA'V Olmuş taze hurma. * Ses, avaz. MA-VAKAA Vaki' olan. Hâdise. Sergüzeşt. MA-VEKA' (Mâ-Vaka') Vâki olan, olup biten. MA'VEL Ağıt edecek yer. MA-VERA Bir şeyin gerisinde, arkasında veya ötesinde bulunanlar. MÂ-VERAÎ Öteye mensub ve âid. * Diğer âlemle alâkalı. MAVERA-ÜN NEHR Ceyhun ırmağının doğusunda kalan ülkelere müslüman coğrafyacıların verdiği ad. Türklerin yaşadıkları bu ülkeler, Ceyhun ve Seyhun ırmaklarının havzalarını ihtiva ediyordu. * Dicle ile Fırat arası. MAVİYE Billur taşı. MAVNA Limanlarda, şamandıralara bağlı olarak yükleme ve boşaltma yapan gemilerden, kıyılara römorkör yedeğinde yük götürüp getiren tekne. MAVTIN (C.: Mevâtın) (Vatan. dan) Vatan. Yurt edinilen ve yerleşip oturulan yer. MAVZER Alm. Mavzer adında bir Alman'ın yaptığı çaplı harp tüfeği. Askerlikte kullanılan bir silâh. MA'Y Su arkı. Su mecrâsı. MAYE Damızlık. * Esas. Temel. * Bir şeyin mayalanması ve ekşimesi (tahammürü) için konulan madde. * Para, mal. İktidar. Güç. * İlim. * Dişi deve. MAYEDAR f. Kudretli, paralı. MAYE-İ ŞEB Gece karanlığı. MAYHOŞ f. Biraz ekşice lezzetli tatlı. MAYIH (C: Mâha) Kova doldurmak için kuyu içine inen kişi. * Bahşiş veren, atâ eden. MAYIN ing. Karada ve denizde, daha çok gizlendirilerek konulan ve temas edilince patlayan bomba. MÂYİ' Akıcı. Akıcı madde. MÂYİÂT (Mâyi'. C.) Akıcı cisimler. Su halinde bulunan, akan şeyler. MÂYİ'-İ NÂRÎ Ateş halinde su veya buhar. MÂYİİYYET Mâyilik, akıcılık, sıvılık. MAYİR (C: Miyâr) Taamlandıran, yiyecek veren. MA'YUB Ayıplanmış. Ayıplanan. Bir kusuru ve eksiği olan. MA'YUBAT (Ma'yube. C.) Ayıplanacak şeyler. Eksiklikler, noksanlıklar, kusurlar. MA'YUBEN Kusur ve ayıp sayılarak. Ayıplanarak. MAYUHDES Sonradan olan. MAYU'KAL Anlaşılır. MAYU'REF Bilinmez. * Minder altında saklanan şey. MA'Z Keçi. Karaca. MA'Z Çekmek. MAZ' Gön yağlamak. * Ağaç kabuğunu soymayıp üstünde bırakmak. MAZ' Çiğnemek. MAZA (Mezâ) Geçti (mânasına fiil). MAZ'A Her nesnenin bakiyyesi, artığı. MAZA MA MAZA Olan oldu. Geçen geçti. MAZACI' (Mazca. C.) Kabirler, mezârlar. MAZACİR (Mazcer. C.) Gönül daralacak ve sıkıntılı yerler. MA'ZAD Alemi, giyen kişinin pazusuna gelen alemli elbise. MAZAĞ Çiğnenecek veya çiğnedikleri yemek. MAZAHİR (Mazhar. C.) Mazharlar. Eşyanın görüldüğü, çıktığı yerler. * Nâil olmalar. * Şereflenmeler. MAZAK Darlık. MAZALİM (Mazleme. C.) Haksızlık ve adaletsizlikler. Zulümler. * Adâlet dâiresi. MAZALLE (C.: Mazâil) (Zıll. dan) Gölgelik yer. MAZALLE Yol aranılan yer. MAZALLENİŞİN f. Gölgelikte oturan. MAZAMÎN (Mazmun. C.) Mânâlar, mefhumlar, kavramlar. * Ödenmesi gereken şeyler. * Cinaslı, nükteli sözler. MAZANNE (Mazınne) Zannolunduğu yer. Zan götüren. * Ermiş sanılan. MAZANNE-İ HAYR Kendisinden yalnız iyilik umulan kimse. MAZANNE-İ SU' Kendisinden ancak kötülük beklenen kimse. MAZARR Zararlar, ziyanlar. Mazarrât. MAZARRA Meşakkat, zahmet. * Ziyân. MAZARRAT Zararlar. Ziyanlar. Mazârr. MAZAYIK (Mazîk. C.) Zor güç işler. * Sıkıntılı ve dar yerler. MAZAZ Musibet, felâket ve belâ acısı. * Acıma, üzülme, kederlenme. MAZBATA Bir toplantıda konuşulanların neticesinin yazılı şekli. Kararnâme. MAZBUT Zabtolunmuş, elegeçirilmiş. * Sağlam. * Yazılmış. Kaydedilmiş. Hatırda tutulmuş. Derli toplu. * Muhâfazalı. Korunmuş. * Belli, belirtilmiş. MAZBUTÂT (Mazbut. C.) Ele geçirilmiş; kaydedilmiş; hatırda tutulmuş şeyler. Mazbut olan şeyler. MAZCA' (Madca) Yatılacak yer. Mezar, kabir. MAZCER (C.: Mazâcir) Gönül daralacak ve sıkıntılı yerler. MA'ZEL (C: Meâzil) Irak, uzak, baid. MAZEM İki dağ arasında olan dar yol. * Dar olan her yer. MA'ZERET Elde olmadan suç, kabahat işleme. * Mücbir sebeblerini söyleyerek yardım dileme. Özür dileme. MA'ZERETCU f. Özür arıyan. MA'ZERETHÂH f. Özür dileyen. Afvedilmesini isteyen. MA'ZERETMEND f. Özürlü, kusurlu. Mazeretli. MAZFUF Yanında olan şeyleri tamamen tükenmiş olan kimse. MAZG Ağızda çiğneme. MAZGAL yun. Eskiden kale, hisar, sur veya şato duvarlarında açılan iç yanı geniş, dış yanı dar gözleme siperi. MAZHAK (C: Mezâhık) Gülünç kimse. MAZHAR Sahib olma, nâil olma. Şereflenme. * Bir şeyin göründüğü, izhar olunduğu yer. Çıktığı yer. MAZHAR-I ESMÂ Çok sıfatlara ve isimlere mensub hâller kendinde görünen. İsimlere, isimlerinin üzerinde te'sirlerine mazhar (sâhib) olan. * Cenab-ı Hakkın isimlerinin tecellisine mazhar ve âyine olmuş olan.(Cenab-ı Hak insana giydirdiği vücud libasını san'atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış. O vücud libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder; muhtelif esmasının cilvesini gösterir. L.) MAZHAR-I İLHÂM Kendine ilhâm olunan. (Arı, hayvan ve insanlara olduğu gibi) Kalbine ilhâm gelen zât. MAZHARİYET Mazhar ve nâil olma. Elde etme. Muvaffakiyet. MAZIG Çiğneyen, çiğneyici. MAZINNE (C: Mezânin) İçinde bir şey olduğu tahmin olunan yer. MAZIR Ekşi, hâmız. MAZİ Geçmiş zaman. Geçen, geçmiş olan. * Gr: Bir işin geçen zamanda yapıldığını bildiren fiil. Fiil-i mâzi. Mazi sigası.(O Kadir-i Mutlak, bütün istikbaldeki acaib-i imkânata muktedirdir. Dünü getiren, yarını getirdiği gibi; maziyi icad eten O Zât-ı Kadir, istikbali dahi icad eder. Dünyayı yapan o Sani-i Hakim âhireti de yapar... M.) MAZİF Herkese sofrası açık olan ev. Kapısı açık, misafir sever ev. Misafirperver olan hâne. MAZİFE İzâfe olunmuş. * Keder, hüzün, tasa, gam. MAZİ-İ NAKLÎ Yalnız işitilen bir şeyi anlatan fiil sigası. "Nuri gelmiş" gibi. MAZİ-İ ŞÂD Neş'eli, sevinçli mâzi. MAZİ-İ ŞUHUDÎ Gözle görünen veya görmüş gibi bilinen bir şeyi anlatan fiil sigası, kipi. "Nuri geldi" gibi. MAZÎK Dar yer. MA'ZİL Ayrı. Ayrı bir yer. * Uzak. Baid. MAZİLLE Kıldan yapılma büyük çadır. MAZÎM Mazlum. MAZİN Karınca yumurtası. * Bir kabilenin adı. MAZÎR Ekşi, hâmız. MA'ZİRE (C: Meâzir) Özür etmek. MAZÎRE Ayran. MAZİRYUN Şahtere otu. MAZİYAN Kendisinden küçük arklara ayrılan büyük su arkı. MAZİYAT Geçmişler. Geçen zamanlar. MAZİYE Şarap, hamr. * Beyaz iyi bal. * Beyaz ince yumuşak gömlek. MAZÎZ Musibet ve belâya uğramış. Felâket acısına giriftar olmuş. MAZLEME (C.: Mezâlim) Zulüm ve adaletsizlik. Haksızlık. Can yakma. MAZLUM Zulüm görmüş. Kendine zulmedilmiş. * Halim, selim, sakin, sessiz. MAZLUMANE Zulüm görmüşe yaraşır surette. * Sessizce. Sessizlikle. MAZLUMÎN Zulüm görmüş kimseler. MAZLUMİYYET Mazlumluk. Zulüm görmüşlük. * Sessizlik, yavaşlık. MAZMAZ (İbranice) Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Suhuf-u İbrahim ve Tevrat'taki ismi. MAZMAZA Gusül veya abdest alırken, elleri yıkadıktan sonra üç kere ağız dolusu su alıp ağızda çalkalamak. MAZMİ Sulanan ekin. MAZMUM (Zamm. dan) Zammolunmuş. İlâve olunmuş. * Yapışmış. * Zamme ile okunan. MAZMUN Meâl. Mâna. Mefhum. * Nükteli, san'atlı, ince söz. * Ödenmesi lâzım olan. * Fık: Gasb, telef veya zulüm sebebi ile ödenmesi lüzum etmiş şey. MAZNUK Nezle olmuş. Nezleli. MAZNUN (Zann. dan) Zannolunmuş. Zan altında bulunan, kendisinden şüphe edilen. * Huk: Bir suç dolayısı ile sorguya çekilen kimse. Sanık. MAZNUNÎN (Maznun. C.) Zan altında bulunanlar. Şüpheli kimseler. MAZRA Ayran. Bir nevi yemek. MAZRAC (C: Mezaric) Eski elbise. MAZRAHÎ Akbaba. * Ulu, şerefli kimse. * Her beyaz nesne. MAZREB Vuracak yer. * İlikli kemik. MAZRUB (Zarb. dan) Zarbolunmuş. Çarpılmış. Dövülmüş. * Basılmış, damgalanmış. * Mat: Çarpılan. (Bak: Madrub) MAZRUBEYN Birbirine çarpılan iki sayıdan herbiri. MAZRUF Zarflanan. Sarılıp muhafaza edilen. Zarfa konan. MAZRUFÂT (Mazruf. C.) Zarflı olanlar. MAZRUFEN Zarf içinde olarak. Zarflı surette. MAZRUR Zarar etmiş. Ziyan görmüş. MAZRUS Örülmüş, örülerek yapılmış. Diş takımı. MA'ZUB Kötürüm kimse. MAZ'UF Zayıf ve cılız. Zayıflamış. MAZUFE İzâfe olunmuş. MA'ZUL (Azl. den) İşinden çıkarılmış, kovulmuş, azledilmiş. MA'ZULEN Azledilmiş olarak. İşinden çıkarılmış olarak. MA'ZULÎN (Ma'zul. C.) İşinden çıkarılmış olan kimseler. Azledilmişler. MA'ZULİYET Azledilme hâli. Açıkta kalınış. MA'ZUR Özürlü. Özrü olan. MA'ZURİYYET Ma'zurluk. Özürlülük. MA'ZUZ Katı, şiddetli, şedid. MAZZ Gönlün gamdan ve tasadan yanması. * İkrar etmek, kabul etmek, açıktan söylemek. MAZZ Nar. MEAB Ayıp yeri. * Ayıp. MEAB Dönülecek yer. Sığınılacak yer. Melce'. MEABİD (Bak: Maâbid) MEAD Ahiret. (Bak: Maâd) MEADİB (Me'debe. C.) Ziyâfetler. MEADİN (Bak: Maâdin) MEAHİZ (Me'haz. C.) Me'hazler. Bir şeyin çıktığı veya alındığı yerler. Kaynaklar. MEAKİL (Me'kele. C.) Yenilecek şeyler. Yemekler. Erzâk. MEÂL (Geri dönmek ve rücu eylemek. den) Meydana gelen netice. Mefhum. * Mânası. Kısaca mânası. * Kaymak. * Husul yeri, peyda olunacak yer. * Son, sonuç.(Meâl, te'vilin me'hazi olan "evl" mânasına masdar-ı mimîdir. Bir şeyin varacağı gâye mânasına ism-i mekân da olur ki, te'vilin hasılı demektir. Bundan başka meâl, bir şeyi eksiltmek mânasına da gelir. Onun için örfte bir kelâmın mânasını her vechile aynen değil de, biraz noksaniyle hasılına göre ifade etmeğe de meâl denilmiştir. E.T.) MEÂLEN Mânâca aynısı olmadan eksiği ile anlaşılan neticesi. Mânaya göre. (Bak: Te'vil) MEALÎ (Bak: Maâlî) MEÂLÎ Kısaca mânasına ait. MEÂL-İ İCMALÎ Kısaca hülâsası, kısaca mânâsı. İcmalî meâl. MEALİM (Bak: Maalim) MEALPERVER f. Mânâlı. * Mâna anlatan. MEÂN Mekân, menzil. MEANN Enli, geniş. * şişman gövdeli kimse. * Hatip. MEAR Saç ve sakalın dökülmesi. MEAR Arlanacak, utandıracak şey. MEARİB İhtiyaçlar, hâcetler, lüzumlu ve istenen şeyler. İstekler. MEARİC (Mi'rac. C.) Mi'raclar. Merdivenler. Çıkılacak yerler. MEARİC SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 70. Suresi olup Seele veya Mevaki Suresi de denir ve Mekkîdir. MEARRE Keffaret, diyet. * Elem, meşakkat, dert, günah. MEASİ (Bak: Maâsi) MEASİM Günahlar. * Günah işlenecek yerler. MEASİR (Me'sere. den) Güzel eserler. Nişanlar. İzler. MEASİR-İ BERGÜZİDE Seçme güzel eserler, izler, nişanlar. MEASS Talep mevzii, isteme yeri. MEASS Çok cür'etli. Hiç çekinmeyen. MEAYİB Kusurlar, ayıblar, lekeler. (Bak: Maâyib) MEAZ (Bak: Maâz) MEAZİB (Mi'zab. C.) Oluklar. Su yolları. MEAZİF Sazlar. Çalgılar. Saz âletleri. MEAZİN (Me'zene. C.) Ezan okunan yerler. MEAZİR (Mi'zer. C.) Peştemallar. MEAZİR Perdeler. Hicablar. * Özürler. MEBAD (Mebâdâ) f. Sakın, olmaya ki... MEBADİ (Mebde. C.) Mebdeler, başlangıçlar, ilk unsurlar. * Çekirdekler. * Prensipler. MEBADİ-İ ZARURİYYE Bir hakikat tam bilinmeden önceki isbat edici zaruri emâreler, başlangıçlar, hazırlıklar. (Bak: Hads) MEBAHİS Bahisler. Mebhaslar. * Araştırma yerleri. MEBAHİS-İ İLMİYE İlmi bahisler. MEBAL (Bevl. den) Sidiğin çıktığı yer. MEBALİĞ (Meblâğ. C.) Paralar, akçeler. MEBANİ Temeller. Esaslar. * Yapılar. Binâlar. MEBANİ-İ KELÂM Sözün esâsını teşkil eden şeyler. MEB'AS (C.: Mebâis) Yollanma, gönderilme. MEB'AT Yaban sığırının yatağı. * Davar ve deve yatağı. * Mekân, menzil. ME'BAZ (C: Meâbiz) Diz altındaki çukur. MEBDE' Baş taraf. Başlangıç. Başlama. * Kaynak. Kök. Temel. Esas. MEBDE-İ SUKUT Sukutun başlangıcı. Düşüşün mebdei. MEBDEİYET Başlangıç olma işi. ME'BELE Deve duracak yer. * Devesi çok olan yer. MEBERRAT (Meberre. C.) Sevab için, hayır kazanmak için yapılan işler. MEBERRE (C.: Meberrât) Sevab için, hayır kazanmak için yapılan iş. MEBERRET Nöbet şekeri. MEBGA Talep mevzii, isteme yeri. MEBGUZ Sevilmemiş. Buğzedilmiş. Nefret edilmiş. MEBHAS Kısım. Bahis. Fasıl. Bir mes'eleye âid söz. * Arama, araştırma yeri. * Bir şeyin arandığı yer. MEBHUR Nefes darlığına mübtelâ olan, hırhır soluyan. MEBHUS Bahsolunan. Bahsolunmuş. Evvelce bahsi geçmiş. MEBHUS-ÜN ANH Sözü geçmiş şey. Bahsolunan şey. MEBHUT Hayretle, şaşkın, mütehayyir. Sersem. MEBİ' (Bey'. den) Satılmış şey. MEBİT (Beyt. den) Geceleyin kalınacak yer. Geceliyecek yer. MEBİZ (C.: Mebâyiz) Tıb: Yumurtalık. MEBKALE (C: Mebâkıl) Sebzevat yetiştirilen yer. MEBLAĞ Para, mevcud para miktarı. * Yetişmek. MEBLEVLE (MİBVELE) İçine bevledilen kap. MEBLU' (Bel'. den) Yutulmuş. MEBLUL Nemli, yaş. Islak, ıslanmış. MEBNA Temel. Yapı yeri. * Üss-ül esas. Asıl ve esas. MEBNİ Yapılmış. Kurulmuş. * Bir şeye dayanan. Nazar ve itibâr ve isnad olunarak. * ... den dolayı... e binâen. * Gr: Son harfi harekesi değişmeyen kelime. Tasrife tâbi olmayan (fiil çekimine uğramıyan) kelime. MEBRADE Soğukluk. * Soğukluk verecek zaman ve mekan. MEBREZ Abdesthâne. MEBRUD Soğuk, soğumuş. MEBRUK Tebrike şâyeste kimse. Tebrike değer nesne. MEBRUR Hayırlı. Makbul. Beğenilmiş. Sadık olmakla makbule geçmiş olan. MEBRUZ Gösterilmiş, ibraz olunmuş. * Açılmış mektub. MEBSEM (C: Mebâsim) Tebessüm etmek, hafif gülümsemek. MEBSUS Dağılmış. Yayılmış. Herkesçe duyulmuş. şayi' olmuş. MEBSUT Açılmış. Yayılmış. Serilmiş. * Mufassal. Etraflıca beyan olunan. Bast olunmuş. Uzun uzadıya anlatılmış. MEBSUTEN Mebsut olarak. MEBSUTEN MÜTENASİB Birbirlerine nisbetli olan iki şeyden birinin artmasıyla, diğerinin de aynı nisbetle artması; veya eksilmesiyle diğerinin de eksilmesidir. Doğru orantılı. MEBŞURE Yüzü ve vücudu güzel yaratılmış kadın. MEBŞUŞ (C.: Mebâşiş) Silinmiş. İzi eseri kalmamış. MEBTUN Karnı hasta olan kimse. MEBTUŞ Tutulmuş. * Hışım olunmuş. MEBTUT Kesilmiş ve ayrılmış. MEBTUTE Fık: Üç talak ile boşanmış olan kadın. MEB'UC Karnı delinmiş. MEB'US Gönderilen. Ba's edilen. * Halk arasından seçilerek Millet Meclisine âzâ edilen. * Allah tarafından gönderilmiş olan. * Öldükten sonra diriltilen. MEB'USÂN f. Meb'uslar. Milletvekilleri. MEB'USİYET Mebusluk. Milletvekilliği vazifesi. MEBYET Geceliyecek yer. Gece vakti kalınacak yer. MEBZUL Bol. Çok sarf olunan. Ucuz. MEBZULÎ Bolluk, çokluk, kesret. MEBZULİYYET Ucuzluk. Bolluk. MEBZULİYYET-İ ELVAN Renk bolluğu. MEC' Hurmayı sütle ıslatıp yemek. MECA' Açlık. MECAA Hilebazlık etmek, hile yapmak. MECADİF (Micdâf. C.) Kayık veya sandal kürekleri. MECADİL (Micdel. C.) Köşkler, kasırlar. MECAE (Mecâet) Açlık. Acıkma. MECAL Tâkat. Güç. Kuvvet. * İktidar. İmkân. * Fırsat. MECALÎ (Meclâ. C.) Aynalar. MECALİS Meclisler. Toplantılar. Toplantı yerleri. MECAMİ' (Mecmua. C.) Mecmualar. Dergiler. MECAMİR (Micmer. C) İçlerinde tütsü yakılan kaplar, buhurdanlar. MECANE Ne bulursa sakınmadan yapmak. Mecnunluk. MECANİK (Mencenik. C.) Mancınıklar. (Bak: Mancınık) MECANİN Mecnunlar. Deliler. MECARÎ (Mecrâ. C.) Mecralar. Su yolları. Su yatakları. MECAZ Yerinden ve haddinden tecavüz etmek. Hududunu aşmak. * (Cevaz. dan) Geçecek yer. Yol. * Edb: Hakiki mânâsı ile değil de ona benzer başka bir mânâ ile veya istenileni hatırlatır bir kelime ile konuşmak. İstenilene benzer bir mâna ifadesi. Meselâ: Bazı Hadis-i Şeriflerde dünyaya nezâret eden iki melâikenin öküze ve balığa benzetildiği gibi.Edebiyat: Lügatı'nın, "Mecaz" Maddesinde şu tafsilât vardır: Bir kelime, kendi mânasında kullanılırsa; hakikat olur. Eğer bir münasebetle asıl mânasından başka bir mânada istimâl edilir ve kendi mânasında kullanılmasında "karine-i mânia" bulunursa mecaz'dır. Meselâ; tahta kelimesi ağaçtan satıh mânasına olduğu halde hakikattır. Fakat yazı levhası mânâsına kullanılır. Faraza, Muallim tarafından talebeye "tahta başına geç" denilirse, mecaz'dır. Çünkü, levhanın tahtadan yapılmış olması münasebeti ile, bir de başına geçilecek tahtanın ancak yazı tahtası olup döşeme ve tavan tahtalarının başına geçilemiyeceği karine-i mâniası ile, o kelime hakikat mânâsından mecâz mânâsına naklolunmuştur.Nakildeki münasebete alâka denilir. Alâkası teşbih olan mecazlar istiâre, başka türlü alâkası bulunanlar da mecaz-ı mürsel'dir. Mecaz-ı mürselin alâkaları teşbihten başkadır ve en meşhurları şunlardır:1- Hulul : Hakikat ve mecaz mânalarında birinin ötekine mahal olmasıdır. (Derse girildi) denildiği vakit, hâl olan dersin söylenip onun mahalli bulunan dershânenin kasdedilmesi. (Yemekhâneye indi) denilince de, mahal bulunan yemekhânenin zikrolunup yemeğe inildi, denilmek istenmesi gibi.Mânâca cüz'i bir fark ile buna, zarfiyyet, mazrufiyyet alâkası da diyebiliriz.2- Sebebiyyet, müsebbebiyyet : Hakiki ve mecazi mânâlardan birinin diğerine sebeb müsebbeb olmasıdır. "Bir muharrir, kalemiyle geçinir" cümlesinde sebeb olan kalemin zikredilip müsebbeb olan yazı ücretinin kasdedilmesi; kar yağarken söylenilen "bereket yağıyor" cümlesindeki müsebbeb olan bereketin zikredilip, sebeb olan karın murad edilmesi gibi.3- Cüz'iyyet, külliyet : Hakikat ve mecaz mânâlarından biri, diğerinin cüz'ü olmasıdır. Diğer bir tabir ile; bir şeyin bütünü kasdedilmesidir. "Marmaradan her yelkenUçar gibi neş'eli"beytindeki yelken kelimesi gibi. (ki, onun zikriyle bütünü söylenip parçası, yahut parçası söylenip bütünü bulunan kayık murad edilmiştir).4- Itlâk ve takyid : Hakikat ve mecaz mânâlarından birinin mutlak yâni umuma; o birinin mukayyed, yâni hususa delâlet eder olmasıdır. Hayvan kelimesindeki mânâ umumidir. Hayvan deyip de meselâ "At" ı murad etmek onu mukayyed bir mânâda kullanmak demek olacağından "Mecaz" olur.5- Kevniyyet : Bir şeye eski hâlinin ismini vermektir. Bir vâlidenin, yetişmiş oğluna; "bizim çocuk" demesi gibi.6- Evveliyyet : Bir şeyi sonra olacağı isim ile zikretmektir. Tıbbiye ve deniz mekteblerine yeni girmiş talebeye "Doktor ve Kaptan" denilmesi gibi.(Mecaz ilmin elinden cehlin eline düşerse, hakikate inkılâb eder, hurâfata kapı açar. S.) MECAZE Cevizlik yer. MECAZEN Mecaz olarak. Gerçek değil de mecaz yoliyle. MECAZ-I MÜRSEL Edb: Kelimenin asıl mânâsıyla mecazî mânâsı arasında benzerlik bulunmasından başka bir alâka bulunmasıyla olan mecazdır. MECAZÎ Mecazla ilgili. MECAZİB (Meczub. C.) Meczublar. Cezbeye tutulmuş olanlar. MECBE Geniş ve işlek yol. MECBEE Mantar yetişen yer. MECBUB Hayası ve zekeri kesilmiş. MECBUL(E) (Cibillet. den) Yaratılmış. Yaratılışında bir hâl veya sıfat bulunan. MECBUR Zor görmüş. Zorla bir işe girişmiş. İcbar görmüş. * Hatırı alınmış, gönlü yapılmış. (Hakiki manası: Kırıldıktan sonra bütünlenmiş.) MECBUREN İster istemez. Cebirle. Zaruret icâbı. Zorla. MECBURÎ Zor altında, ister istemez, yapma mecburiyetinde. MECBURİYET Zora tutulma. Mecburluk. MECC Ağızla su püskürmek. * Sulu şeyler atmak ve saçmak. MECCAN Parasız, karşılıksız, ücretsiz, bedâva, meccânen. MECCANEN Ücretsiz, parasız. MECCANÎ Bedavacı. Parasız. MECCANİYET Ücretsizlik, meccanilik. MECD Büyüklük. Azamet. * şeref, itibar. MECDERE Lâyık olacak mekân. MECDEYE Kıtlık yeri. MECDUD Rızkı bol, nasibli, bahtiyar. * Kesilmiş, maktu. MECDUL Sağlam ve muhkem şey. * Sağlam yapılı ve kemikli kimse. * Bükülmüş. MECDUR Tıb: Çiçek çıkarmış kimse. ME'CEL (C: Meâcil) Su toplanan yer. MECELLAT (Mecelle. C.) Mecmualar, kitaplar, dergiler. MECELLE Mecmua. Fikir topluluğu. Risale. Kitab. Hikmetli sahife. * Fıkıh kitabının muâmelât kısmının toplu bir parcası. * İslâm Hukukuna dâir bir mecmua. MECENNE Kalkan, siper. * Delilik, mecnunluk, divanelik. MECER Koyunun karnındaki kuzu büyüdükçe durmaya kadir olmaması. * Büyük asker. * Susuzluk. MECERRE (Mecerret-üs Sema) Kehkeşan, Samanyolu denilen büyük, parlak yıldız kümesi. MECFER Beli kalın olan at. MECHEL (C.: Mecâhil) Belirtisiz, işaretsiz, nişansız. * Yolu ve izi olmayan çöl. MECHELE Birini câhilliğe sevkeden şey. MECHUD (Cehd. den) Çalışmış uğraşmış, didinmiş, cehdetmiş. * Kuvvet, kudret, güç. MECHUL Bilinmeyen. Belli olmayan. MECHULAT (Mechul. C.) Mechul olan ve bilinmeyen şeyler. MECHULİYET Bilinmezlik, mechullük. MECHUL-ÜL AHVAL Kimin nesi olduğu bilinmeyen kimse. MECHUL-ÜN NESEB Kimin çocuğu olduğu bilinmeyen kişi. MECHURE Harf, hareke ile okunduğu vakit, nefesin hapsolunup sesin âşikâr olmasında okunan harfler. Bu harfler nefesi kendileri ile cereyandan men'ederler. MECHURİYE Aşikâre olunmuş, açıklanmış, meydana konulmuş. MECİ (Meciyyen) Gelme, geliş. MECİD Azametli. Şerefli. Gâlib. * Esmâ-i İlâhiyedendir. MECİDİYE Sultan Abdülmecid zamanında 1840'da basılmış 20 kuruş değerinde gümüş para. MECL Elin kabarması. * Balta gibi bir nesne tutmaktan veya çalışmaktan dolayı elin kabarıp nasırlanması. MECLA (C.: Mecâli) Ayna, mir'at. * Çıkma ve görünme yeri. * Başın tepesinde kıl bitmeyen yer. MECLEB Beyaz çiçekli bir otun adı. (Adam boyu uzar ve yaprağı zerdaliye benzer.) MECLİS Oturulacak, toplanılacak yer. * Görüşülecek bir mes'ele için bir araya gelmiş insan topluluğu. * Devlet işlerini görüşmek üzere Millet Vekillerinin toplandıkları büyük bina. MECLİS-ARA f. Meclisi süsleyen. MECLİS-ÂRÂ Meclisi süsleyen. MECLİS-EFRUZ f. Meclisi parlatan. Meclisi aydınlatan. MECLİS-FÜRUZ f. Meclisi parlatan. Meclisi aydınlatan. MECLİSÎ Meclisle alâkalı. Meclise ait. MECLİS-İ A'YÂN Osmanlı İmparatorluğu zamanında hükümet tarafından seçilmiş olan meclis. (Bunun karşılığı, zamanımızda, senato meclisidir.) MECLİS-İ MEBUSAN Halk tarafından seçilen meb'usların meclisi. Millet Meclisi. MECLİS-İ ÜLFET Konuşma meclisi. MECLİS-İ VÜKELÂ Kabine toplantısı. Bakanlar kurulu toplantısı. MECLİSİYAN Meclis ehli. Mecliste bulunan âzâlar. MECLUB Celbolunmuş. Çekilmiş. Kapılmış. * Tarafdarlığı kazanılmış kimse. * Aşık. Tutkun. MECLUBİYET Tutkunluk, meclubluk. MECLÜVV Parlak, cilâlı. Mücellâ. MECMA' Toplanılacak yer. Kavuşulan yer. MECMA-I EKBER En büyük toplanma yeri. Mahşer. MECMA-I HAKAİK Hakikatlerin toplandığı yer. Hakikatlerin merkezi. MECMA-İ ALEYH Hakkında toplanılan, ittifak edilen, birleşilen şey. MECMA-ÜL EZDÂD Zıtların toplandığı yer. * Mutlak hürriyet. MECMA-ÜL KÜLL Hepsinin toplandığı yer. MECMECE Yazının karışık olması. * Kalbinde olanı demek isteyip, yine demeyip gizlemek. MECMEDE Buzluk, karlık. MECMU' Bütün, hepsi. Topluca. Yığılmış. Cem' olunmuş. Bir araya getirilmiş şey. MECMUA Toplanıp biriktirilmiş, tertip ve tanzim edilmiş şeylerin hepsi. * Seçilmiş yazılardan meydana getirilen kitap. Risâle. * Kolleksiyon. MECMUAN Toptan, birden, toplu olarak. MECMUAT-ÜL AHZAB Şeyh Ahmed Ziyaeddin-i Gümüşhanevî'nin üç ciltlik bir duâ mecmuası. MECMUİYYET Topluluk. Bütünlük. Tamlık. MECNEB Çok şey. MECNUB Güney rüzgârı yetişen kişi. * Akciğer zarı iltihabı olan kişi. MECNUN Deli. Çılgın. * İnsanlara çok hususta uymayan. * Birini çok fazla sevip aklını kaçıran. Âşık. MECNUNANE f. Delice, divanece. Mecnunlara ve delilere yakışır surette. MECNUNİYET Delilik. Mecnunluk. MECR Bir nesneyi devenin karnındaki yavrusuna bey'etmek. Devenin karınındaki yavrusunu bir malla değiştirmek. * Çokluk asker. * Akıl. MECRA Suyun aktığı yol. Su yolu. Kanal. * Cereyan eden yer. * Bir haberin yayılma yolu. * Bir şeyin dolaştığı yer. MECRUH Yaralı. Yaralanmış. * Huk: İnandırıcı sözlerle çürütülmüş fikir, davâ. MECRUHÎN (Mecruh. C.) Yaralılar. Yaralanmış olanlar. MECRUR Sürüklenmiş. * Gr: Başında harf-i cer bulunan kelime. İzafet halinde son kelime. Cerr'li okunan kelime. (i, ı diye okunan kelime, yani esreli) MECS Ovmak. Dibagat etmek. MECUBE Cevap. MEC'UL Yapılmış. Meydana çıkarılmış. İkame ve ihdas olunmuş olan. ME'CUR Karşılık almaya, mükâfata hak kazanmış kimse. * Kiraya verilen. MECUS Kulakları küçük olan adam. * Ateşe tapan kişi. MECUSİ Çok eskiden yaşamış, kulağı küçük olan birisinin adıdır. Ateşperestlik âyinine sebeb olduğundan "Ateşperestlere" bu isim verilmiştir. * Eski İran dini olan Mecusilikten olan kimse. MECUSİYÂN (Mecusi. C.) Mecusiler. Ateşe tapanlar. MECUSİYET Mecusilik. MECVED Doymaya yakın olmak. * Yağmur taneleri değmiş cisim. MECZİR (C: Mecâzir) Deve boğazlayacak yer. MECZUB Başkasının te'siri ile hareket hâlinde olan. Cezbedilmiş. Aklı gitmiş olan. Aşk-ı İlahî ile kendinden geçmiş. * Deli. Divane. Mecnun.(Sultan Mehmed Fatih'in zamanında hikâye edilen meşhur ve mânidar "Cibâli Baba kıssası" nev'inden olarak bir kısım ehl-i velâyet, zâhiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczubdurlar. Ve bir kısmı dahi; bâzan sahvede ve daire-i akılda görünür, bâzan aklın ve muhakemenin haricinde bir hâle girer. Şu kısımdan bir sınıfı; ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir hâlinde gördüğü bir mes'eleyi hâlet-i sahvede tatbik eder, hatâ eder ve hatâ ettiğini bilmez. Meczubların bir kısmı ise; indallah mahfuzdur, dalâlete süluk etmez. Diğer bir kısmı ise, mahfuz değiller; bid'at ve dalâlet fırkalarında bulunabilirler. Hattâ, kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.İşte; muvakkat veya dâimi meczub olduklarından, mânen '"mübarek mecnun" hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için muahaze olunmuyorlar. Kendi velâyet-i meczubaneleri bâki kalmakla beraber, ehl-i dalâlete ve ehl-i bid'aya tarafdar çıkarlar, mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imânı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş'umane bir sebebiyet verirler. M.) MECZUBÎN (Meczub. C.) Meczublar. Deliler, mecnunlar. Cezbeye gelmiş olanlar. MECZUM (Cüzam. dan) Cüzam hastalığına tutulmuş kimse. MECZUM Kat'i niyet edilmiş, cezmolunmuş. Kat'i karar verilmiş. * Gr: Son harfi harekesiz okunan kelime. Cezimli kelime. (İlim, kilim, kitab kelimelerinin son harflerinin okunduğu gibi.) MECZUR Cezr olunmuş, kare kökü alınmış sayı. (On sayısı yüz sayısının meczurudur, yani kare köküdür.) MECZUZ Kesilmiş, münkatı'. MEÇ Ateşli silahların icadından evvel kullanılan harp âletlerinden biri. Keskin olmayan tâlim kılıcı, uzun ve ince kılıç. MED Uzatma, çekme. Yayma ve döşeme. * Çoğaltmak. * Bir şeye dikkatlice bakmak. * Nihayet, son. * Sönmek. Bir şeyi söndürmek. * Yardım etmek, mühlet vermek. * Yâr ve yâver olmak. * Tarlaya fışkı ve gübre dökmek. * Sel suyu. ME'D Yumuşak taze ot. * Titremek. * Sallanmak. MEDA Mesafe, nihâyet. Son. MEDACİ' Yatacak yerler. (Bak: Madcâ') MEDAFİ' (Medfa. C.) Ask: Toplar. MEDAFİN (Medfen. C.) Mezarlar, kabirler. Gömülecek, defnolunulacak yerler. MEDAHEK (Bak: Madhek-Mudhike) MEDAHİL (Medhal. C.) Girişler. Girilecek yerler. MEDAİH Medhetmeler. Övmeler. Medhedişler. MEDAİN (Medayin) Şehirler, medineler. Büyük memleketler. * Şimdi harabe olup İslâmiyyetten evvel yaşamış Kisralıların Nuşirevan zamanında kurdukları merkez-i hükümetleri olan büyük şehir. Peygamber Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın doğduğu gece bu şehirdeki büyük sarayın eyvanları yıkılmıştı. MEDAK Bir şeyi ezmekte kullanılan yassı taş. MEDAMİ' Göz yaşları. * Gözler. MEDAMİ'-İ HİCRAN Hicran gözyaşları. Ayrılık gözyaşları. MEDAR Sebeb, vesile. * Bir şeyin etrafında döneceği nokta. Bir şeyin devredeceği, üzerinde hareket edeceği yer. * Gezegenlerin gezerken hareket noktalarının çizdiği dâire. (Dünya, güneş etrafında seyrederken medar-ı senevîsi bir dâireyi andırır.) MEDARE Kova gibi dikip su çekmekte kullanılan deri. MEDAR-I FAHR İftihara sebeb olan. Övmeğe vesile. MEDAR-I İBRET İbret almağa yarıyan. MEDAR-I MAİŞET Geçim vasıtası. MEDAR-I SENEVÎ Dünya, güneş etrafında seyrederken çizdiği farazi dâire. MEDAR-I TAAYYÜŞ Maişet tedarikine sebeb olan, geçim vesilesi. MEDARİC (Medrec ve Medrece. C.) Merdivenler. * Meslekler, yollar. MEDARİS Medreseler. Ders okunan yerler. Talebe-i ulumun ikametgâhları. Din, imân, ahlâk dersi ve fenni ilim okutulan ve aynı zamanda talebenin ikamet ettiği mektebler. MEDAR-ÜL AYN Göz çukuru. MEDAS Harman yeri. MEDASE Harman yeri. MEDAYİH Medhe lâyık işler ve hareketler. MEDAYİH-İ BÂHİRE Çok açıktan birisini veya bir şeyi övmek, medhetmek. MEDAYİN (Midyân. C.) Dâima borçlanan kimseler. MEDBEE (MEDBE) Kabaklık, kabağı çok olan yer. * Kul, abd. MEDBUG Dibâgat olunmuş, tabaklanmış. MEDBUR Zengin. Malı mülkü ve serveti çok olan. * Yaralı, mecruh. MEDCEN Bulutlu gün. MEDD İŞARETİ Harekenin uzun okunacağını gösteren işaretin adı. * Hemze ile elifin birleşmesi. MEDD Ü CEZİR Coğ: Deniz sularının kabarması ve tekrar geriye çekilmesi. MEDDAH (Mübalâga ile) Çok çok medheden, sena eden. * Edb: Taklidli hikâyelerle halkı eğlendiren hikâyeci. MEDD-İ BİSAT Kilim yayma, halı serme. MEDD-İ NAZAR Uzağa bakma. Gözün görebildiği kadar göz alımı. MEDD-İ YED El uzatma. MEDED İnayet, yardım, imdad, eman. Eyvah. MEDEDCU f. Meded isteyen, yardım arayan. MEDEDCUYANE f. Medet isteyene, yardım arayana yakışacak surette. MEDE-D-DÜHUR Dünyanın sonuna kadar. MEDEDHÂH f. Meded isteyen, yardım bekleyen. MEDEDHÂHÎ f. Meded arayıcılık, yardım isteyicilik. MEDEDKÂR f. Yardımcı, muin, nâsır. Nusret veren. MEDEDKÂRANE f. Medet ve yardım edercesine. MEDEDKÂRÎ f. Yardımcılık. MEDEDRES f. Yardımcı. İnâyet eden. Yardım eden. Mededresân da denir. MEDEDRESANÎ Yardımcılık. Yardım ve inâyet edicilik. MEDE-L-BASAR Gözün görebildiği kadar. MEDE-L-EYYAM Günlerin sonuna kadar. MEDENİ Faziletli, terbiyeli, kibâr. * Medineli. Şehirli. * Kur'an-ı Kerimin Medine şehrinde nâzil olan âyet ve sureleri. MEDENİ-İ BİTTAB' Doğuştan, yaradılıştan huyları ile medeni oluş. * Cenab-ı Hakkın yaratması ile tab'an iyi huylu, kibar, faziletli kimse. MEDENİYET Adaletseverlik, insanca iyi ve ferah yaşayış. Şehirlilik. Yaşayışta, içtimaî münâsebetlerde, ilim, fenn ve san'atta tekâmül etmiş cemiyetlerin hâli. * İslâmiyetin emirlerine göre, usulü dâiresinde yaşayış.(Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Tâdili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza, beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması ancak Allah'ın lutfuna mazhar olanlara müyesser olur. M.N.)(Sual: Sen eskiden şarktaki bedevi aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden, kırk seneye yakındır, medeniyet-i hâzıradan "mimsiz" diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivâya sokuldun?Elcevab: Medeniyet-i hâzıra-i Garbiye, semâvi kanun-u esasilere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hatâları, zararları, fâidelerine râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakiki olan istirahat-ı umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisad, kanaat yerine israf ve sefahet.. ve sa'y ve hizmet yerine tenbellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, biçâre beşeri hem gayet fakir, hem gâyet tenbel eyledi. Semâvi Kur'anın kanun-u esasisi $_ $_ $ ferman-ı esasisiyle: "Beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisad ve sa'ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avâm tabakası birbiriyle barışabilir." diye Risale-i Nur bu esası izaha binaen kısa bir-iki nükte söyleyeceğim:Birincisi : Bedevilikte beşer üç-dört şey'e muhtaç oluyordu. O üç-dört hâcatını tedarik etmiyen on adette ancak ikisi idi. Şimdiki garb medeniyet-i zâlime-i hâzırası su'i-i istimâlât ve israfat ve hevesatı tehyic ve havâic-i gayr-i zaruriyeyi, zaruri hâcatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle şimdiki o medeni insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı yerine, yirmi şey'e bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcatı tam helâl bir tarzda tedarik edecek yirmiden ancak ikisi olabilir. Onsekizi muhtaç hükmünde kalır. Demek bu medeniyet-i hazıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmağa sevk etmiş. Biçâre avâm ve havas tabakasını dâima mübarezeye teşvik etmiş. Kur'anın kanun-u esasisi olan "vücub-u zekât, hurmet-i riba" vasıtasiyle avâmın havassa karşı itâatini ve havassın avâma karşı şefkatini te'min eden o kudsi kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeğe mecbur etmiş. İstirahat-ı beşeriyeyi zir ü zeber etti!..İkinci Nükte : Bu medeniyet-i hâzıranın hârikaları, beşere birer ni'met-i Rabbaniye olmasından, hakiki bir şükür ve menfaat-ı beşerde istimâli iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki: Ehemmiyetli bir kısım insanı tenbelliğe ve sefahete ve sa'yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için sa'yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisadsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevkediyor. Meselâ Risale-i Nurdaki "Nur Anahtarı"nın dediği gibi: Radyo büyük bir ni'met iken, maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmek ile bir mânevi şükür iktiza ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz malâyani şeylere sarf edildiğinden; tenbelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeğe sevk edip, sa'yin şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor. Hattâ çok menfaatli olan bir kısım hârika vesait, sa'y ve amel ve hakiki maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye istimâli lâzım gelirken, ben kendim gördüm; ondan bir-ikisi zaruri ihtiyâcata sarf edilmeğe mukabil, ondan sekizi keyf, hevesat, tenezzüh, tenbelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz'i misâle binler misâller var.Elhâsıl : Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semâvi dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş... İktisad ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tama'ı ziyadeleştirmeğe; zulüm ve harama yol açmış. Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o biçare muhtaç beşeri tam tenbelliğe atmış. Sa'y ve amelin şevkini kırıyor! Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faidesiz zâyi ediyor.Hem o muhtaç ve tenbelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Su'-i istimâl ve israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hâtıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasiyle intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedi suretinde gösterip, her vakit beşeri tehdid ediyor. Bir nevi cehennem azâbı veriyor...İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur'an-ı Hakim'in dörtyüz milyon talebesinin intibahiyle ve içinde semâvi, kudsi kanun-u esasileriyle bin üçyüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dörtyüz milyonun kendi kudsi esasi kanunlariyle beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini; ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saâdet-i hayat-ı dünyeviyesini, hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını; ve ölümü, idam-ı ebediden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini ve şimdiye kadar olduğu gibi; dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini Kur'an-ı Mu'ciz-il-Beyan'ın işarat ve rumuzundan anlaşıldığı gibi, Rahmet-i İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor!. R.N.) MEDENK f. Kapı sürgüsü. Kilit. MEDER Tezek, toprak tezeği. * Çakıl. Kuru çamur. Kuru balçık. * Köy, mahalle. MEDFA' (C.: Medâfi') Ask: Top. MEDFEE Deve sürüsü. Çok miktar deve. MEDFEN Mezar. Defnedilen, gömülen yer. MEDFU' Dışarı çıkarılmış, def olunmuş, kovulmuş. * Verilmiş, vezneden çıkarılmış. MEDFUAT (Medfu'. C.) Defedilip dışarı çıkarılmış olanlar. * Sarfedilmiş ve verilmiş paralar. Harcanan veya kasadan çıkan paraların, hesap defterinde kaydedildiği hâne. MEDFUN Defnedilmiş. Gömülmüş. MEDH Büyük bahşiş. MEDH Birisinin iyiliğini, iyi vasıflarını söylemek. Övmek. MEDHA Övmek, medhetmek. MEDHA Deve kuşunun yumurtladığı yer. MEDHAL Girilecek taraf. Dahil olacak yer. * Giriş. Esere başlangıç. Önsöz. Mukaddeme. MEDHALDAR f. Bir işte parmağı olan. Bir işe karışmış olan. MEDHAZA (C: Medâhız) Ayak kayacak yer. MEDHENE Yağhâne. MEDHİYAT (Medhiye. C.) Medh etmeler, övmeler. MEDHİYE Birini medhetmek için yazılan yazı. MEDHUL (Dahl. den) Ayıplanacak kusuru olan. * Dile düşmüş. * Kendisine birşey girmiş olan. MEDHUN f. Tabaklanmış deri. MEDHUR Uzaklaştırılmış veya kovulmuş olan. Tardedilmiş olan. MEDHUŞ Dehşete uğramış. Şaşırmış. Korkmuş. MEDHUŞÂNE Ürkmüş gibi. Ürkmüş bir hâlde. MEDİ (C: Emdiye) Bir yerde birikip toplanmış su. MED'Î Dâvet edilmiş, davetli. Çağrılmış. MEDİBB Selin aktığı yer. MEDİD Devamlı. Çok uzun süren. * Uzatılmış. Çekilmiş. MEDÎH (Medh. den) Övmeye ve medhetmeye sebeb olan şey. Övme mevzuu. MEDÎH Keskin. MEDİHA Medih için yazılan kaside, övme. MEDİHAGÛ f. Medheden, öven. MEDİHASENC f. Medihnâme yazan, övücü yazılar yazan. MEDÎN Borçlu. * Kul, köle, abd. MEDİNE Şehir. * Hicazda Hz. Peygamberin (A.S.M.) türbesi bulunan şehirdir. Buranın İslâmiyyetten evvel ismi "Yesrib" idi. MEDİNE-İ MÜNEVVERE Nurlu, nurlanmış şehir. MEDİNE-İ SELÂM Bağdat şehri. MEDİNET-ÜN NEBİ Eski ismi Yesrib olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammedin (A.S.M.) türbesinin bulunduğu Medine şehri. MEDKUK Döğülmüş, toz hâline getirilmiş. MEDL Zayıf, yeyni kimse. MEDLEBE Çınarlık. MEDLUL Delâlet olunan. Gösterilen. * Mânâ. Meâl. Mefhum. Delil getirilen şey. Bir kelime veya bir işâretten anlaşılan. MEDLULİYYET İşâret ve delil olma hâli. MEDMA' (C.: Medâmi') Göz. Ayn. * Gözyaşı. MEDMEC Kadeh. MEDMUM Kırmızı renkli olan. * Dolu, dolmuş. MEDN Durmak, ikamet. MEDR Havuzun içini sıvamak. * Düzmek. MEDRAA Ferâce, kaftan, çarşaf. MEDREC(E) (C.: Medâric) Basamaklı yol. Merdiven. * Meslek. * Tarikat. * Dar yol. Dağ yolu. MEDRESE (Ders. den) Ders görülen yer. Ders okutulan yer. İslâmi ilimleri okuyan talebelerin yatıp kalktıkları ve tahsil için çalıştıkları vakıf odalarının bulunduğu binâ. MEDRESE-İ YUSUFİYE Hz. Yusuf'un (A.S.) iftira, haksızlık ve zulüm ile hapiste kalmasından kinâye olarak, İmân ve Kur'an hizmetinden dolayı tevkif edilenlerin hapsedildiği yere verilen isim. MEDRESENİŞİN Medreseli. Medresede oturan. MEDRESETÜZZEHRA (Medreset-üz Zehra) 1914'de Birinci Cihan Harbinden evvel Van'da; Üstad Bediüzzaman Said Nursî'nin açılması için teşebbüse geçtiği ve Artemit'te (Edremit) temelini attığı Şark Üniversitesi'nin bir adı.(Münazarat Risalesi'nin ruhu ve esası hükmünde olan, hâtimesindeki Medreset-üz Zehra hakikatı ise, istikbalde çıkacak olan Risale-i Nur'a bir beşik, bir zemin ihzar etmek idi ki; bilmediği, ihtiyarsız olarak ona sevkolunuyordu. Bir hiss-i kablelvuku ile o nurani hakikatı, bir maddî surette arıyordu. Sonra o hakikatın maddî ciheti dahi vücuda gelmeye başladı. Sultan Reşad 19 bin altun lirayı Van'da temeli atılan o Medreset-üz Zehra'ya verdi. Temel atıldı, fakat sâbık harb-i umumi çıktı, geri kaldı. Beş-altı sene sonra Ankara'ya gittim, yine o hakikata çalıştım. 200 meb'ustan 163 meb'usun imzalarıyla o medresemiz -150 bin banknota iblağ ederek- o tahsisat kabul edildi. Fakat binler teessüf medreseler kapandı. Onlar ile uyuşamadım, yine geri kaldı. Fakat Cenab-ı Erhamürrâhimîn o medresenin manevî hüviyetini Isparta vilayetinde tesis eyledi. Risale-i Nur'u tecessüm ettirdi. İnşâallah istikbalde Risale-i Nur şakirdleri o âlî hakikatın maddî suretini de tesis etmeye muvaffak olacaklar. K.L.) MEDRUK Anlaşılmış, derk olunmuş. MEDRUS Eskimiş elbise. * Deli, mecnun. * Ders olarak okunmuş. MEDSUS Gömülerek saklanmış olan. Gizli bulunan. * İçine desise karışmış şey. MEDŞ Elin zayıf olması. Elin eti az ve siniri sarkmış olması. MEDUF Islanmış. * Dövülmüş. MED'UV Davet olunan. Çağırılmış. Davetli. MED'UVVEN Çağrılarak, davetli olarak, davet olunarak. MED'UVVÎN (Med'uvv. C.) Davetliler, davet olunmuşlar, çağrılmış olanlar. ME'DÜBE Ziyafet. Düğün. MEDYUM (Medyom) Lât. İspirtizmacılık için vasıtalık eden.(Nurlarla şiddetli alâkası bulunan birkaç has kardeşimizin nazarını, fikrini başka tarafa çevirmek veya zevkli ve ruhani bir meşreb ile meşgul edip, hizmet-i imaniyeye karşı zaifleştirmek için bâzı şahıslar ispirtizma denilen ölülerle muhabere nâmı altında cinnilerle muhabere etmek gibi hattâ bâzı büyük evliyalarla, hattâ peygamberlerle güya bir nevi konuşmak gibi eski zamanda kâhinlik denilen.. şimdi de medyumluk nâmı verilen bu mes'ele ile bâzı kardeşlerimizi meşgul ediyorlar. Halbuki:Bu mes'ele, felsefeden ve ecnebiden geldiği için ehl-i imana çok zararları olabilir. Ve çok su'-i istimalâta menşe' olmakla beraber içinde bir doğru olsa on yalan karışıyor. Çünki, doğruyu ve yalanı tefrik edecek bir mehenk, bir mikyas olmadığından ervah-ı habise ve şeytana yardım eden cinnilerin bu vesile ile hem onun ile meşgul olanın kalbine ve hem de İslâmiyete zarar vermek ihtimali var. Çünki: Mâneviyat nâmına hakaik-ı İslâmiyeye ve akide-i umumiyeye muhalif ihbarat oluyor. Ervâh-ı habise iken kendilerini, ervah-ı tayyibe zannettirip belki kendilerine bâzı büyük veliler nâmını verip İslâmiyetin esasatına muhalif sözlerle zarar vermeye çalışabilirler. Hakikatı tağyir edip, safdilleri tam aldatabilirler.Meselâ: Nasılki güneş, bir küçük cam parçasında ziyasiyle, hararetiyle, şekliyle görünüyor. Fakat, o küçücük camın içindeki güneşin o küçücük timsali, kendi nâmına eğer konuşsa ve dese: Benim ziyam dünyayı istilâ ediyor. Benim hararetim herşeyi ısıtıyor. Ve küre-i arzdan bir milyon defadan daha büyüğüm dese, ne derece hilâf-ı hakikat olduğu anlaşılır. Aynen bu misal gibi; bir peygamber, güneş gibi hakiki makamında iken o ispirtizmanın veyahut medyumluğun cam parçası hükmündeki istidadına göre bir cilvesinin tezahürü, o hakikat nâmına konuşamaz. Eğer konuşsa yüz derece muhalif olur. İspirtizmanın veya medyumluğun o mazhardaki cüz'i cilvesi, vahyin mazharı olan o mânevi güneşin kudsi mahiyetine hiçbir cihetle kıyas olamaz. Çünki: Esfel-i sâfilindeki bir cam parçası mânen a'lâ-yı illiyyinde olan o mânevi güneşin hakikatını yanına getiremez. Getirmeye çalışmak da hürmetsizlikten başka birşey değildir. Ancak onun makamına karib olmak için, Celâleddin-i Süyuti ve bir kısım evliyalar gibi seyr ü süluk ile terakki ederek o mânevi güneşin sohbetine mazhar olunur. Fakat böyle terakki, Risale-i Nurun isbat ettiği gibi, peygamberin velâyetiyle bir nevi sohbeti.. kendi derecelerine göre ve kendi istidatları derecesinde olur.Fakat Nübüvvet hakikatı, velâyetten ne derece yüksek ise, ispirtizma vasıtasiyle veyahut terakkiyat-ı ruhiyye cihetiyle mazhar olunan sohbet ve muhabere dahi hiçbir cihette hakiki peygamberle muhabereye yetişemiyeceğinden yeni ahkâm-ı şer'iyyeye medar-ı ahkâm olamaz.Evet, dinden gelmeyen, belki felsefenin hassasiyetinden gelen celb-i ervah da; hem hilâf-ı hakikat, hem hilâf-ı edeb bir harekettir. Çünki a'lâ-yı illiyyinde ve kudsi makamlarda olanları esfel-i sâfilin hükmündeki masasına ve yalanların yeri olan oyuncak tahtasına getirmek tam bir ihanettir ve bir hürmetsizliktir. Adetâ bir padişahı kulübeciğine çağırıp getirmek gibidir. Belki ayn-ı hakikat ve edeb ve hürmet ve istifade odur ki, Celâleddin-i Süyuti, Celâleddin-i Rumi ve İmam-ı Rabbâni gibi zâtların seyr ü süluk-u ruhanileri gibi seyr ü süluk ile yükselerek o kudsi zâtlara yanaşmak ve istifade etmektir.Rü'ya-yı sâdıkada ervah-ı habise ve şeytan peygamber suretinde temessül edemez. Fakat celb-i ervahta; ervah-ı habise, belki peygamberin lisanen ismini kendine takıp; Sünnet-i Seniyyeye ve ahkâm-ı Şer'iyyeye muhalif olarak konuşabilir. Eğer bu konuşması şeriatın ahkâmına ve Sünnet-i Seniyyeye muhalif ise, tam delildir ki, o konuşan ervah-ı tayyibe değildir. Mü'min ve müslüman cinni de değildir. Ervah-ı habisedir. Bu şekilde taklid ediyor. R.N.) (Bak: İspirtizma) MEDYUN Borçlu. Vereceği bulunan. MEEKA Ağlamaktan ârız olan hıçkırık. * Gayretlenmek, gayrete gelmek. MEENNE Alâmet, nişan, işaret. MEFAD Fayda vermek. MEFAFUN Aklı ve fikri zayıf olan. MEFAHİM Mefhumlar. Anlaşılan şeyler. Anlaşılan mânâ ve mefhumlar. MEFAHİR İftihar edilecek, övünülecek şeyler. Mefharetler. MEFAHİS (Mefhas. C.) Kuş yuvaları. MEFAİL (Mef'ul. C.) İşlenmiş ve yapılmış işler. MEFAKA Ansızın tutmak. MEFALİS (Müflis. C.) Müflisler. İflâs edenler. MEFARİK (Mefrak ve Mefrik. C.) Başın tepe kısımları. Başta saçın ikiye ayrıldığı noktalar. MEFARİŞ (Mefruş. C.) Kadın eşler. MEFASIL (Mafsal. C.) Mafsallar. Vücuttaki oynak yerleri, eklenti yerleri. MEFASİD (Mefsedet. C.) Fesadlıklar. Bozgunculuklar. Münafıklıklar. MEFAT (Bak: Müfad) MEF'AT Yılanlı yer. MEFATIR Yaradılıştan olan huylar. Fıtri olan huylar. MEFATİH (Miftah. C.) Anahtarlar. MEFATİH-ÜL GAYB (Bak: Mugayyebat-ı hamse) İmam-ı Razi'nin bir tefsiri. MEFATİR (Muftır. C.) Oruç açanlar, iftar edenler. MEFAVİZ (Mefâze. C.) Sahralar, çöller. MEFAZ Feyz, halâs, zafer. * Korkulardan, acılardan kurtulup murada ermek. MEFAZE (C.: Mefâviz) Çöl, sahra. MEFDERE Dağ keçisinin durağı. MEF'EM Karnı geniş olan kişi. MEFERR Kaçılacak yer. MEFHAR İftihara, övünmeğe, sevinmeğe sebeb olan. İftihara vesile olan şey. MEFHARET Birine şeref veren şey. İftihar edilecek, övünülecek şey. MEFHAR-I KÂİNAT (Mefhar-i Mevcudat) Kâinatın, kendisi ile iftihar ettiği zat mânâsına Hz. Muhammed'e (A.S.M.) alem olmuş bir tâbirdir.Bu tâbirin kavranabilmesi için nurâni bir bahsi naklediyoruz: "Bak, hârika bir surette hüsn-i suretle hüsn-i sireti cem'eden O Mürşid-i Umumi, O Hatib-i Kudsi; cevâhir dolu bir Kitab-ı Mu'ciz-ül Beyan eline alarak, bütün insanlara mele-i a'lâdan nâzil olan bir hutbe-i ezeliyeyi okuyor ve bütün beni âdemi ve cinleri ve mevcudatı dinletiyor. Evet, pek büyük bir emirden haber veriyor. Hilkat-ı âlemin acib muammasını açıyor. Kâinatın sırr-ı hikmetine dâir tılsımı açıyor. Felsefe ve fenn-i hikmetin, nev-i beşere: "Siz kimlersiniz? Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz?" diye irâd ettiği, akılları acz ve hayrette bırakan üç suâle cevap veriyor...Arkadaş! Şu Zât-ı Nurâni (A.S.M.) Mürşid-i İmâni Resul-ü Ekrem, bak; nasıl neşrettiği hakikatın nuriyle, Hakkın ziyası ile, nev-i beşerin gecesini gündüze, kışını bahara çevirerek, âlemde yaptığı inkılâb ile âlemin şeklini değiştirerek nurâni bir şekle sokmuştur. Evet, O Zâtın nurâni güzelliği ile kâinata bakılmazsa, kâinat bir mâtem-i umumi içinde görünecekti. Bütün mevcudat birbirine karşı ecnebi ve düşman durumunda bulunacaktı. Cemâdat, birer cenaze suretini gösterecekti. Hayvan ve insanlar, eytam gibi zevâl ve firakın korkusundan vâveylâlara düşeceklerdi. Ve kâinata, harekâtiyle, tenevvüü ile ve tagayyüratiyle, nukuşiyle tesadüfe bağlı bir oyuncak nazarı ile bakılacaktı. Bilhassa insanlar, hayvanlardan daha aşağı, zelil ve hakir olacaklardı. İşte, O Zâtın telkin ettiği imân nazarı ile kâinata bakılmadığı takdirde, kâinat böyle korkunç, zulümatlı bir şekilde görülecekti. Fakat O Mürşid-i Kâmil'in gözü ile ve imân gözlüğü ile bakılırsa; her taraf nurlu, ziyadar, canlı, hayatlı, sevimli, sevgili bir vaziyette arz-ı didar edecektir. Evet, kâinat iman nuru ile mâtem-i umumi yeri olmaktan çıkıp mescid-i zikir ve şükür olmuştur. Birbirine düşman telâkki edilen mevcudat, birbirine ahbab ve kardeş olmuşlardır. Cenâze ve ölü şeklini gösteren cemâdât, ünsiyyetli birer hayattar ve lisan-ı hâliyle hâlıkının âyâtını nâtık birer müsahhar me'muru şekline giriyorlar. Ağlayan müteşekki ve eytâm kıyafetinde görünen insan; ibâdetinde zâkir, Hâlikına şâkir sıfatını takınıyor. Ve kâinatın harekât, tenevvüât, tagayyürât ve nukuşu, abesiyyetten kurtuluyor. Rabbâni mektublar, Ayat-ı tekviniyyeye sahifeler, Esmâ-i İlâhiyyeye âyineler suretine inkılâb ederler.Hülâsa: İman nuriyle âlem öyle terakki eder ki: "Hikmet-i Samedâniye Kitabı" nâmını alıyor. Ve insan zelil ve fakir ve âciz hayvanların sırasından çıkar. Za'fının kuvvetiyle, aczinin kudreti ile, ubudiyyetinin şevketi ile, kalbinin şuâı ile, aklının haşmet-i İmâniyyesi ile hilâfet ve hâkimiyyetin zirvesine yükselmiştir. Hattâ, acz, fakr, ihtiyaç ve akıl onun sukutuna esbâb iken, suud ve yükselmesine sebeb olurlar. Zulmetli, karanlıklı bir mezar-ı ekber suretinde görünen zaman-ı mâzi, enbiya ve evliyanın ziyâsı ile ziyâdar ve nurâni görünmeğe başlar. Karanlıklı gece şeklinde olan istikbal, Kur'ânın ziyası ile tenevvür eder. Cennetin bostanları şekline girer. Buna binâen, O Zât-ı Nurâni olmasa idi; kâinat da, insan da, her şey de adem hükmünde kalır; ne kıymeti olur ve ne ehemmiyeti kalırdı.Binaenaleyh bu kadar garib, acib, güzel kâinat için böyle târifat ve teşrifatçı bir Mürşid-i Harika lâzımdır! "Eğer bu Zât (A.S.M.) olmasa idi kâinat da olmazdı" meâlinde $ olan Hadis-i Kudsi şu hakikatı tenvir ediyor." M.N.) MEFHAS (C.: Mefâhis) Kuş yuvası. MEFHUM Kömürleşmiş olan. MEFHUM Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden çıkarılan mânâ. MEFÎS Kaçacak yer. MEFKAD Kaybolacak yer. MEFKARET İhtiyaç, zaruret. MEFKUD Kaybolmuş. Olmayan. Yok. Gayr-ı mevcud. * Fık: Ölü veya diri olduğu bilinmeyen, kayıp kimse. MEFKUDİYET Mefkudluk. Bulunmama, kayıplık, yokluk. MEFKUK (C: Mefakik) Ayrılmış olan. * Sökülmüş, çıkarılmış. MEFKUR (C.: Mefâkir) Omurga kemikleri kırılmış olan hayvan veya insan. MEFKURE (Fikir. den) Gâye. Gâye olan şey. Tasavvur hâlindeki gâye. İdeâl. MEFLUC Felc olmuş. İnmeli. Kımıldayamaz hâle gelmiş. MEFLUCEN Felce uğramış olarak. Mefluc olarak. MEFLUK Yoksul, zavallı, biçare, miskin. MEFLUL Kınında bulunan kılınç. * Kapalı, kilitli. MEFRAH Kuluçka çıkarma yeri. Folluk. MEFRAK (C.: Mefârik) Başın tepesi. Tepe kısmı. Başın üstünde, saçların ikiye bölündüğü yer. MEFRAT Çok büyük. MEFRED Çok büyük, kocaman, aşırı derecede iri. MEFREŞ Eskiden göç sırasında yatak ve şilte taşımada kullanılan meşinden veya çadır bezinden yapılmış harar. MEFRUG (C.: Mefârig) (Ferağ. dan) Başkasına bırakılmış, feragat edilmiş. MEFRUGÜN BİH Bir kimseye bırakılan şey. MEFRUGÜN LEH Kendisine bir şeyin mülkiyeti ve tasarruf hakkı bırakılmış olan kimse. MEFRUK Ovulmuş nesne. * Zâ'ferân ile boyanmış nesne. MEFRUK Bölünmüş, ayrılmış tefrik edilmiş. MEFRUŞ Döşenmiş, ferş olunmuş, serilmiş. * Nikâhlı karı. MEFRUŞAT (Ferş. ten) Ev döşemeğe yarayan şeyler. Kilim, halı v.s. MEFRUŞAT-I BEYTİYE Ev eşyası. MEFRUZ (Farz. dan) Farz olunmuş. Farz hâline gelmiş. Çok lüzumlu. Farz kabilinden olmuş. * Var sayılan. MEFRUZ İftira olunmuş, ayrılmış, bölünmüş. MEFRUZ-ÜL EDÂ Edâ edilmesi, ödenmesi farz olmuş. MEFSAH Bozma. * Feshedecek, bozacak yer. MEFSAH Geniş olacak yer. MEFSAKA (Fısk. dan) Günah işlenen yer. MEFSEDET Bozukluk, fenâlık, fesatçılık. Münâfıklık. MEFSİL (C: Mefâsıl) Her âzada olan ek yerleri. Mafsal. MEFSUD Kendinden kan alınmış kimse. MEFSUH Hükümsüz bırakılmış. Yürürlükten kaldırılmış. Battal edilmiş. MEFSUHİYET Mefsuhluk. Yürürlükten kaldırılma hâli. Hükümsüzlük. MEFTAH Hazine. MEFTUH Açılmış. Fethedilmiş. * Ele geçirilmiş, zabtedilmiş. * Gr: Fethalı (üstünlü) okunan harf. MEFTUHANE f. Başlangıç için verilen ziyâfet. Bir kitabı okumaya veya yeni bir derse başlarken, talebelere hocası tarafından verilen başlama ziyafeti. MEFTUK Fıtıklı. MEFTUL (Fetl. den) Bükülmüş, kıvrılmış. Fitil hâline getirilmiş. MEFTUM Sütten ve memeden kesilmiş çocuk. MEFTUN Fitne ve belâya tutulmuş olan. Âşık. Mecnun. * Cünun. Fitne. MEFTUNANE Meftuncasına, kendinden geçmiş olarak, tutkuncasına. Şaşarak, hayrancasına. MEFTUNİYET Tutkunluk. Aşıklık. MEFTUR Füturlu, kederli, üzgün, bezgin. MEFTURANE f. Bitkin bir halde, bezmişcesine. MEFTURİYET Bıkkınlık, bitkinlik, bezginlik. MEFTUT Ufalanmış, parça parça edilmiş, parçalanmış. MEF'UL Yapılan iş. Fâilin eseri. * Gr: Fâilin fiilinin te'sir ettiği şey. "Nuri kitabı okudu" cümlesinde, kitab mef'uldür. MEF'UL-Ü SARİH Doğrudan doğruya mef'ul demektir. Bir harf-i cerle ifâde olunmaz. "Nuri dalı kırdı" cümlesinde "dal" mef'ul-ü sarihtir. "Nuri daldan düştü" dersek, bunu arapça ifâde için (min) harf-i cerri ile söyleyebiliriz. İşte böyle harf-i cerle söylenen mef'ullere, "mef'ul-ü gayr-i sarih" denir. Bunlar mef'uldeki harf-i cerlerin adına göre isim alırlar. Meselâ: Mef'ul-ü maa, mef'ul-ü fih, mef'ul-ü leh gibi. MEFZA' Korku. Korku yeri. * Sığınacak yer. MEFZAHA Rezilliğe ve kepâzeliğe sebebiyet veren şey. MEFZUL Üstün gelen. Fazla gelmiş olan. MEFZUR Eskimiş. * Parçalanmış. MEGAD Bir ot cinsidir, ağaca sarmaşır çıkar; üzüm çubuğundan ince olur ve yaprağı uzun olur. MEGAFİR (Miğfer. C.) Miğferler. Eskiden muharebelerde başa giyilen demir başlıklar. MEGAFON Sesi yükseltip büyüten alet. MEGAK Mezar, kabir, çukur. MEGANİM Ganimet malları. Harbde alınan mallar. MEGAVİL (Migvel. C.) Hançerler. Ufak ve ince kılınçlar. MEGER f. Meğer, halbuki, ancak, oysa ki, şu kadar ki. MEGES f. Sinek. MEGESGİR f. Örümcek ağı. MEGES-İ ENGÜBİN Bal sineği. Arı. Nahl. MEGESRAN f. Yelpâze. MEGESVAR f. Sinek gibi. Sinek şeklinde. MEGLUL (Bak: Maglul) MEGMUM (Bak: Magmum) MEGS (Bak: Meges) MEGZ (Bak: Magz) MEH f. Ay. Kamer. (Bak: Mah) * Senenin onikide biri. Ay. MEHAB Dehşetli ve heybetli yer. MEHABB (Mehebb. C.) Rüzgârın estiği yerler. MEHABBET (Bak: Muhabbet) MEHABET Heybet. * Hürmetle karışık korku. * İhtiram. Azamet. Büyüklük. MEHABİL (Mehbil. C.) Tıb: Rahim yolları. MEHACİM (Mihcem. C.) Hacamat şişeleri. * Çekip emmeye yarayan âletler. MEHAFET (Bak: Mahafet) MEHAH Tazelik, güzellik. MEHAİL (Mehil. C.) Tehlikeli ve korkunç yerler. MEHAK Durgun suyun yeşilliği. MEHAKİM (Bak: Mahâkim) MEHAL Süre, mühlet, vâde. * Korku yeri. MEHALİK (Mehleke. C.) Tehlikeler. Tehlikeli işler. Korkulan yerler. MEHAMİD Şükür ve hamdler. Medihler. Sebeb-i şükür ve hamd olan hasletler. MEHAMİL Mahmiller. * İhtimaller. (Bak: Mahmil) MEHAMM (Mühim. C.) Mühim şeyler. Kıymetli işler. Umur-u azime. * Düşündürücü şeyler. MEHAMMŞİNÂS f. İşinin ehli. İşden anlıyan. MEHAN (Bak: Mühan) MEHAN Ağızdan akan su, ağız suyu. MEHANE Hakaret. MEHANEN Küçümsenerek, hafifsenerek. MEHANET Küçültme. Küçük görülme. * Hor ve zelil olmak. Zayıf ve zebun olmak. * Tedbiri azca olmak. MEHANNE Burun. MEHAR f. Dizgin, yular. * Devenin burnuna takılan burunluk. MEHAR Noksan, eksik. * Merci. MEHARET Ustalık, beceriklilik, üstadlık. Meleke ve mümârese. * Kur'anda meharet: Hıfzın kuvvetiyle harflerin mahreçlerine riâyettir. MEHARİC (Mahrec. C.) Mahreçler. Dışarı çıkacak şeyler. MEHARİC-İ HURUF Tecvidde: Ağızda harf seslerinin çıktığı yerler. MEHASİN (Bak: Mahasin) MEHAŞ Ev eşyası. Mal, mülk, metâ. MEHAT (C: Mehâ-Mehevât) Billur taşı. * Güneş. * Dağ sığırı. * Tazelik. * Güzellik. MEHATT Menzil, konak. MEHAVE Doğru. * İnce olmak. MEHAVİ (Mehva. C.) Çöller, sahralar. * Vâdiler. * İki yükseğin arası. MEHAVİF Korkulu yerler. MEHAZ Su akacak yer, su mecrası. * Gebe kadının ağrısının tutması. * Gebe deve. ME'HAZ Menba'. Bir şeyin alındığı, çıkarıldığı yer. Bir şeyin aslının alındığı kaynak.(Cumhur-u avâmı, bürhandan ziyâde me'hazdaki kudsiyet imtisâle sevkeder. M.) MEHAZA İşlek yol. ME'HAZÎ Me'hazle ilgili. Bir şeyin aslının alındığı kaynakla ilgili. MEHAZİN Mahzenler. Hazineler. Mal doldurulan yerler. MEHBEL Rahim sonu. (Veled yatağı derler) * Veled yolu. MEHBİL (C.: Mehâbil) Rahim yolu. * Rahim, döl yatağı. MEHBİT Bir şeyin indiği yer. İnilecek yer. Yukarıdan aşağı inilecek yer. Düşülen yer. MEHBİT-İ VAHY Vahyin indiği kimse. Vahyin ineceği yer. Münzel-i aleyh. MEHBUT Hastalık veya bir illetten zayıf nahif olmuş olan. MEHBUT Korkudan şaşırmış. Hayret ve korkuya kapılmış. MEHC Cömert, eli açık. MEHCEBİN f. Ay alınlı. Alnı ay gibi parlak olan. MEHCENET Küçük hurma ağacı. MEHCUR(E) (Hicr. den) Uzaklaşmış, uzakta kalmış, ayrı düşmüş. Bırakılmış, metruk, unutulmuş, gayr-i müstâmel. * Saçma sapan, hezeyan. Amel edilmeyen. Kullanılmaz olmuş. Ayrılmış. MEHCURİYET Uzaklık, ayrılık. * Bırakılıp unutulma, metrukiyet. MEHCÜV Hicvolunmuş. Zemmolunmuş. Kötülüğü ilân ile zevklenilmiş. MEH-ÇE Minâre, kubbe ve bayrak direğinin üstüne konulan küçük hilâl, ay. MEHD Beşik. Beslenilecek, büyüyecek yer. * Yeryüzü. * Yayıp döşemek. * Kâr kazanmak. * Hazırlanmak. MEHD-ARA f. Beşik süsleyen. MEHDED Hindibâ otu. * Acı marul. MEHDİ Hidâyete eren veya hidayete vesile olan. Sâhib-üz-zaman. "Hususi ve şahsi bir tarzda Allah'ın hidayetine mazhar olan, kendisine Cenâb-ı Hak tarafından yol gösterilen" mânasınadır. Bu kelime ihtida etmiş olanlar için de kullanılmıştır. Mehdi-yi Resul, Mehdi-yi muntazır da denir. Ahir zamanda gelip bütün müslümanları Hakaik-ı imâniye ve Kur'âniyeyi câmi' eserleri ile uyandıracak, dinlerini takviye ve imânlarını tecdit edecek olan ve Peygamberimizin (A.S.M.) Al'inden bir Zâttır. Hz. Peygamberimizin Mehdi hakkındaki tavsiflerinden anlaşılıyor ki; "Cenab-ı Hak kemâl-i kereminden Din-i Muhammedinin (A.S.M.) ebediyyetine bir alâmet olarak her asırda, her fitne zamanında Mehdi mânâsında bir zâtı gönderip onunla Din-i İslâmı te'yid buyurmuştur." Mehdi-misâl zâtlar gelmişlerdir. Deccâl ismiyle tâbir edilen dehşetli bir şahsın, Müslümanları İslâmiyetten uzaklaştırmak ve sefâhet ve dalâlete ve dinsizliğe sevk etmeğe çalışmasına karşı, İslâmiyyeti, Kur'ânî eserleriyle müdafaa eden ve Kur'ânın ve imânın hakikatlarını izah ve isbat ile müslümanların imânlarını kuvvetlendiren, taklidi imânları tahkiki imân kuvvetine tebdil eden ve ehl-i imânı ikâz edip uyandıran ve her hâliyle Hz. Peygambere (A.S.M.) tâbi olan evliyaullahtan, mücâhid, ferid ve cadde-i Kübra-i Kur'âniye yolunda giden ve bu cadde-i kübrayı gösteren rehber-i zaman, yüksek bir zâttır. (Bak: Deccâl)(Suâl : Ahir zamanda Hz. Mehdi geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslâh edeceğine dâir müteaddid rivâyât-ı sahiha var. Halbuki, şu zaman, cemaat zamanıdır; şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dâhi derecesinde olsa bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevisini temsil etmezse; muhalif bir cemaatin şahs-ı mânevisine karşı mağlubdur. Şu zamanda kuvvet-i velâyeti ne kadar yüksek olursa olsun böyle bir cemaat-i beşeriyenin ifsâdat-ı azimesi içinde nasıl ıslâh eder? Eğer Mehdinin bütün işleri harika olsa, şu dünyada Hikmet-i İlâhiyyeye ve Kavânin-i Adetullâha muhalif düşer. Bu Mehdi mes'elesinin sırrını anlamak istiyoruz?Elcevab: Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, Şeriat-ı İslâmiyyenin ebediyyetine bir eser-i himâyet olarak, her bir fesâd-ı ümmet zamanında bir müslih veya bir müceddid veya bir halife-i zişân veya bir kutb-u a'zâm veya bir mürşid-i ekmel veyahud bir nevi Mehdi hükmünde mübârek zâtları göndermiş, fesadı izâle edip milleti ıslâh etmiş. Din-i Ahmediyi (A.S.M.) muhafaza etmiş. Mâdem âdeti öyle cereyan ediyor; âhir zamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müctehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mühdi, hem mürşid, hem kutb-u a'zâm olarak bir zât-ı nurâniyi gönderecek; ve o zât da Ehl-i Beyt-i Nebeviden olacaktır. Cenâb-ı Hak, bir dakika zarfında beynes-semâ ve-l arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin nümunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadir-i Zülcelâl, Mehdi ile de Alem-i İslâmın zulumatını dağıtabilir ve vâdetmiştir, vâdini elbette yapacaktır. Kudret-i İlâhiyye noktasında bakılsa, gâyet kolaydır. Eğer dâire-i esbâb ve Hikmet-i Rabbâniye noktasında düşünülse, yine o kadar ma'kul ve vuku'a lâyıktır ki; "Eğer Muhbir-i Sâdıktan rivâyet olmazsa dahi, her hâlde öyle olmak lâzım gelir ve olacaktır", diye ehl-i tefekkür hükmeder. M.) MEHD-İ UHUVVET Uhuvvet beşiği. Kardeşlik kazanılan yer. MEHDİ-İ MUNTAZIR (Şiilerin itikadına göre) Kıyameti bekleyen mehdi. MEHDİ-MİSAL Mehdiye benzer surette. Mehdi gibi hidayete vesile olan. MEHDİ-Yİ ABBASÎ (Hi: 120-163) Abbâsi Halifesidir. Ebu Abdullah Muhammed diye de anılır. Halife Mansurun oğludur. Meşhur ve iyiliği ile umumi kabul gören bir zat olup hususan sulh zamanında imparatorluğun inkişafı için çok çalışmıştır. Yeni yollar yaptırmış, postayı ıslâh etmiş ve Abbâsi Sülâlesinin en iyi hükümdarı olarak tanınmıştır. MEHDİYYE Mehdiye âit ve mensub olan. Mehdiye dâir ve müteallik. * Hediye. Armağan. MEHDUM(E) (Hedm. den) Yıkılmış, hedmolunmuş, yıkık. MEHDUR (Hedr. den) Yazık edilmiş, ziyan edilmiş. Boş yere gitmiş. MEHEBB (C.: Mehâbb) Rüzgârın estiği yer. MEHEL (C: Mühul-Emhâl) Yavaş yapmak. * Sonraya bırakmak, te'hir etmek. MEHENK Ölçü. Miyar. * Altın ve gümüş ayarını anlamaya mahsus taş. Üzerinde altın tecrübe edilen siyah taş. MEHERE (Mâhir. C.) Mâhirler, ustalar, üstadlar. Hüner sahibi ve elinden iş gelen kimseler. MEHFAK Bol nesne. MEHÎB İnsanın kendisinden korktuğu. Heybetli, azametli, korkunç kimse. * Arslan, esed, gazanfer. MEHÎL Korkulu yer. Korkunç ve tehlikeli yer. MEHÎN Hor ve hakir. Zayıf. Zebun. * Az şey. * Rey', fikir ve tedbirde temyizi zayıf, ahmak. MEHÎR f. Ay, kamer. MEHÎRE Usta, mâhir, hünerli. * Hür olan kadın. * Nikâh bedeli çok olan kadın. MEHİST f. Ağır, sakil. MEHÎZ Ayran. * Yağı alınmış yoğurt. MEHK İyice ezme. MEHK Suyun rengi yeşil olmak. MEHL Vakit verme. Vâde. Mühlet. Bir işi belli bir zamana kadar te'hir etme. MEHLEKE (C.: Mehâlik) Tehlikeli yer veya iş. MEHLİKA f. Güzel. Ay yüzlü. MEHMA-EMKEN Olabildiği kadar. Mümkün mertebe. MEHME (C.: Mehâme) Irak, uzak. * Issızlık. * Korkunç sahrâ. Büyük çöl. MEHMED Muhammed isminin Türkçede meşhur olmuş değişik şeklidir. Resul-i Ekrem Efendimize verilen ve sadece ona lâyık bulunan Muhammed (A.S.M.) ismine hürmeten bu değişiklik âdet olmuştur. MEHMED AKİF (1873-1936) Şiir ve manzumeyi sırf İslâmiyete hizmet için yazdı. İlk Türkiye Büyük Millet Meclisinde İstiklâl Marşı manzumesi kabul edilerek milletin mâneviyatına büyük faydalar sağladı. Çanakkale Şehidlerine hitaben yazdığı manzumesi de aynı mahiyettedir. Bu İslâm mücahidinin şiirleri Safahât isimli yedi kısımdan ibâret bir kitabda toplanmıştır. (R. Aleyh) MEHMEDCİK Kahraman ve mücahid mânasında Türk askerine verilen ünvandır. MEHMUM Endişeli. Düşünceli. MEHMUSE Gizli. Gizlenmiş eşya. * Örtülmüş. * Tecvidde: Gizli okunan harfler. Fısıltı ile okunan harfler. $ sözü, bu harfleri toplamıştır. Bunun zıddı "Huruf-u mechure" dir. MEHMUSEN Gizli olarak. MEHMUZ Gr: Hemzeli kelime. Harfin kökünde hemze varsa o kelimeye denir. MEHMUZ-UL AYN Kelime kökündeki ikinci harf "hemze" olursa, o kelimeye denir. Birinci harfi "hemze" olursa ona: Mehmuz-ul fâ; üçüncü harf hemzeli olur ise ona da: Mehmuz-ül lâm denir. MEHN (MİHN) Hizmet. * Mübtezellik, değersizlik. MEHPARE f. Ay parçası. * Çok güzel kimse. MEHPEYKER Nurlu, ay yüzlü. Yüzü ay gibi parlak ve güzel olan. MEHR Aşk, şefkat, muhabbet. * Güneş. * Huk: Mihr. Evlenme muamelesinde erkek tarafından kadına verilen nikâh bedeli. MEHRAK (C: Mehârik) Sahife, sayfa. MEHREB Sığınılacak yer. * Ürküp kaçma. MEHREC (Bak: Mahrec) MEHRECAN Eylül ayının onaltıncı günü. MEHR-İ MUACCEL Nikâhta erkek tarafından kız tarafına verilen ağırlık, para. MEHR-İ MÜECCEL Boşanma veya ölüm halinde, kız tarafına verilmesi nikâhta kararlaştırılmış olan para. MEHR-İ MÜSEMMA İki tarafın rızası ile nikâh bedeli olarak kararlaştırılan para. MEH-RU (C: Mehruyân) f. Ay yüzlü, güzel. MEHRU' Sar'alı kimse. Sar'a hastalığı olan kişi. MEH-RUYAN f. Ay yüzlüler. Ay gibi parlak olanlar. * Mc: Manevî güzellik. Ahlâk sahibi ve dindar olanlar. MEH-ŞİD f. Ay, kamer. * Ay ışığı, mehtâb. MEHTAB f. Mâhtâb. Ay ışığı. MEHTER (Mih-ter) f. Daha büyük. * Reis. * Seyis. Osmanlı askeri mızıkası ve buna mensub müzikçiler. * Vaktiyle Bâb-ı âli çavuşu. * Rütbe, nişan veya vazife alanların evlerine müjde götürenler. * Tanzimattan önce Pâdişah çadırını kurmağa vazifeli asker. * At uşağı. MEHTERÂN (Mehter. C.) Mehterler. MEHTERHANE f. Tar: Zurna, nakkare, nefir, zil, davul ve kösden kurulu askeri mızıka takımı. MEHTUK (Hetk. den) Bozulmuş, yırtılmış, hetkolunmuş. MEHUB Heybetli. Azametli. Korkunç. * Arslan. MEHUL Yumuşak yay. MEHUL Benli, benekli. ME'HUL Ma'mur, imar edilmiş. ME'HUZ Ahzolunmuş. Çıkarılmış. Alınmış. * Ödünç olarak başka bir yerden alınmış. ME'HUZÂT Alınmış olanlar. Alınan paralar ve bu paraların defterde yazılı kısmı. MEHV İnce kılıç. * Sulu süt. MEHVA (C: Mehâvâ) Sahrâ, çöl, * Uçurum, yar. * İki dağ arası. * İki şeyin arası. MEHVARE f. Ay gibi. * Aylık maaş. Aylık ücret. MEHVAT Çöl, sahra. * İki şeyin arası. MEHVEŞ f. Ay gibi. * Mc: Güzel. MEHYUM Şaşmış, hayrette kalmış, şaşırmış. * Sevgi ve aşkdan serseme dönmüş. MEHZUL Düşkün. Zayıf. Arık. MEHZUM Hezimete uğramış. Mağlub olmuş olan. MEIK Gayretli kişi. * Hiddeti galip kimse. MEİN Ağlanacak ve inlenecek yer. MEJENG f. Keder, hüzün, tasa, gam. * Hoşa gitmeyen, beğenilmeyen, nefret edilen, iğrenilen. ME'K (MÜ'K) (Amâk-Emâk) Göz pınarı. MEKA (C: Emkâ) Tilki, tavşan ve bunlara benzer hayvanlar. * Canavarların inleri ve yatakları. MEKABİR (Bak: Makabir) MEKAD(E) Yakın olmak, yakınlık. MEKADİR (Bak: Makadir) MEKAHİL (Mikhal, mikhel ve mükhüle. C.) Göze sürme çekecek âletler, miller. MEKAİD (Mekide. C.) Hileler, aldatmalar, düzenler, dalavereler. MEKAL (Bak: Makal) MEKAMİN (Mekmen. C.) Gizlenilecek yerler, pusular. MEKÂN (Kevn. den) Yer. Durulan yer. Ev, hane, mesken. Mahal. MEKÂNE (C: Emkine-Emâkin) Kudret, kuvvet, güç. MEKÂNEN Mahal ve yer bakımından. MEKÂNET Ağır başlılık. * Kuvvet. Güç. MEKÂN-I BAÎD Uzak mekân, uzay yer. (Mekân-ı baîd, yâni: İmanın faide vereceği teklif zamanı, teklif dünyası geçtikten, azab gelip çattıktan sonra iman, iman-ı yeis faydasızdır. E.T.) MEKANİK Lât. Cisimlerin hareketleriyle alâkalı hâdiseleri inceleyen ilim. Mihanikiyetten bahseden kitap. * Makina. Makina aksamının hey'et-i mecmuası. * Kafa yormaksızın el veya makina ile yapılan. MEKÂNİS (Miknese. C.) Süpürgeler. MEKANİZMA Lât. Bir şeyin makina kısmı. * Mc: Oluş ve işleyiş. Meydana çıkış. MEKÂRE Eskiden kira ile tutulan yük hayvanı. * Tar: Osmanlı ordusunda taşıma işlerinde kullanılan hayvanlara verilen ad. (Mekâre denilen at, katır, deve gibi hayvanlar, harp zamanlarında halktan satın alınırdı. Bazen geçici bir zaman için, savaş bölgesindeki halktan hayvan toplanır ve belirli miktar ücret ödenirdi.) MEKÂRİB (Mikreb. C.) Çift sürülen sabanlar. MEKÂRİH (Mekrehe. C.) İnsana tiksinti veren şeyler. * Sıkıntılar, dertler. MEKÂRİM (Kerem. C.) Keremler. İyilikler. * Güzel ahlâk sahibi olmak. * Ahlâk-ı hamide, Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği, beğendiği güzel ahlâk. MEKÂRİM-İ AHLÂK Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ahlâkına ve onun sünnet-i seniyesine ittiba ve imtisâl edenlerin ahlâkı. MEKÂRİMKÂR f. Cömert, eliaçık. Kerem sâhibi. MEKARÎS (Mıkrâs. C.) Makaslar, kesecek aletler. MEKÂSİB (Mekseb ve Meksib. C.) Kazançlar. Kazanç yer ve araçları. Kesbedilen ve kazanılan yerler. MEKÂTİB (Mekteb. C.) Mektebler, okullar. MEKÂTÎB (Mektub. C.) Mektublar. MEKÂTİB-İ ÂLİYE Yüksek mektebler. Yüksek okullar. Üniversite ayarındaki mektebler. MEKÂTİB-İ HUSUSİYE Hususi mektebler. Özel okullar. MEKÂTİB-İ İBTİDÂİYYE İlk mektebler, ilk okullar. MEKÂTİB-İ İ'DÂDİYYE Yüksek mekteblere talebeyi hazırlayan, rüştiyeden sonra gidilen mektebler. Liseler. MEKÂTİB-İ LEYLİYYE Yatılı mektebler. MEKÂTİB-İ RÜŞDİYYE Orta mekteb derecesinde ve altı sınıflık olan Osmanlı Devleti devrindeki mektebler. MEKÂYİD (Mekide. C.) Hileler, düzenler, aldatmalar. MEKÂYİL (Mikyâl. C.) Ölçekler, tahıl ölçekleri, kileler. MEKAYÎS Mikyaslar. Ölçüler. * Mukayeseler. MEKÂZA Şiddetli mümârese. Alışkanlık. MEKBİR İhtiyarlama, yaşlanma. MEKBUD Ciğerinde hastalık olan. MEKBUT Mahzun kişi. Hüzünlü, üzüntülü kimse. MEKD Azlık. * İkamet, oturmak. MEKDUR Kederlenmiş, kederli. ME'KEL (Ekl. den) Yemek yenecek yer. Geçim yeri. * Yemek. ME'KELE (C.: Meâkil) Yenilecek, eklolunacak şey. MEKENE Kertenkele yumurtası. MEKER (C.: Mükur) Bir ağaç cinsi. MEKERR Cenk edecek yer, savaş meydanı. MEKFERE Örtecek, sertredecek yer. MEKFUF Kulplarından sıkıca bağlanıp heybe gibi asılmış. * Kilitlenmiş. * Heybe. * Dürülmüş, toplanmış. * Men olunmuş. Yasak edilmiş. MEKFUF-ÜL AYN Gözü keffolmuş. Kör, âmâ. MEKFUL (Kefâlet. den) Kefil olmuş veya kefil olunmuş. MEKFUL-ÜN ANH Kendisine kefillik edilen kimse. MEKFUL-ÜN BİH Kefâlet olunan kimse veya şey. MEKHUL(E) (Kuhl. dan) Sürme çekilmiş, sürmeli. MEKÎD Tuzağa düşen veya düşecek olan. MEKÎDE (C.: Mekâid) Hile, aldatma, düzen, dalavere. MEKÎDET Düzen, hile, fesat. MEKÎL Ölçmek. * Kilo ile ölçülen şey. MEKÎLÂT (Mekîl. C.) Buğday, arpa gibi kile ile ölçülen şeyler. MEKÎN Yüksek rütbe sâhibi. Vakarlı. Temkinli. Nüfuz ve iktidar sahibi. * Yerleşmiş. Oturmuş. Sâkin, Muhkem. MEKÎNET Onur, vakar, ciddiyet, ağırbaşlılık. MEKİR (Mekr) Hile. Aldatma. Oyun. Düzen. (Birisinin kötü veya iyi hâllerini öğrenmek veya kötülüğe sevketmek ya da gayesinden alıkoymak için yapılır.) MEKÎS Vakarlı. Onur sahibi. Ciddi ve ağırbaşlı kimse. MEKK Emmek. * Helâk etmek. * Noksan etmek, eksiltmek. MEKKÂR Hilekâr. Düzenbaz. Çok aldatıcı. Mekir yapan. MEKKÂRÎ Mekkârlık, hile, düzen. Hilekârlık. MEKKE Hicaz'da Kâbe'nin bulunduğu en mukaddes şehrin ismidir. Aynı zamanda Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) doğduğu şehirdir. MEKKE-İ MÜKERREME İlk ismi Mekke olan bu şehire, Hz. Peygamber'in (A.S.M.) gelmesi ve Mukaddes Kâbe'nin putlardan temizlenmesi ile Mükerrem Mekke mânâsında bu isim verilmiştir. MEKKÎ Mekke'den olan. Mekke'ye dâir ve mensub. * Mekke'de nâzil olan âyet veya sure. MEKKUK (C.: Mekâkik) Birbuçuk sa' alır kile. MEKLA' Otlu yer. MEKLUM Yaralı, mecruh. Yaralanmış. MEKMEN (C.: Mekâmin) Gizlenilip pusu kurulan yer. Pusu yeri. MEKMENE Pusu, gizlenilecek yer. * Define, hazine. MEKMUN Gizli. Saklı. MEKN Kudret, kuvvet, güç. MEKNAN Bir ot cinsi. MEKNE (C: Miken-Mekenât) Kuş yuvası. MEKNİYYAT (Mekniyye. C.) Kinayeli cümleler. MEKNUN Örtülü, gizli. Saklı. * Dizilmiş. Dizili. Manzum. MEKNUS Süpürülmüş. MEKNUZ Gömülü define, örtülü, gizli. Hıfzedilmiş, mahfuz. MEKR (Bak: Mekir) MEKRE (C: Mekârih) Şiddet. * Bıkkınlık. * Kerahet, iğrençlik. MEKREME İzzet, ikram yeri. Seha, cud, şeref. Cömertlik. MEKREME-İ UZMÂ Büyük ikrâm, izzet yeri. MEKREMET-GÜSTER Merhamet dağıtan, merhamet yayan. MEKRUB Kederlenmiş. Musibete uğramış. Tasalı, gamlı insan. MEKRUBİYET Kederli, hüzünlü ve tasalı olma. MEKRUH İğrenç, nahoş görülen şey. * Fık: Şeriatın haram etmediği, fakat zaruret olmadan yapılmasına izin vermediği, zanna dayanan delil ile işlenmesi caiz olmayan iş. * Mihnet. Şiddet. MEKRUHA Keder, mihnet. şiddet. MEKRUHAT (Mekruh. C.) Mekruh olan şeyler. MEKRUHİYET İğrençlik, mekruhluk. MEKRUME (Bak: Mekreme) MEKS (C.: Mükus) Bir şeyin pahası noksan olma. * Öşür. Vergi. Vergi almak. MEKS Durma, eğlenme, bekleme. MEKSEB (C.: Mekâsib) (Kisb. den) Kazanç, gelir. * Kazanç yeri. Kazanç vasıtası. MEKSEFE (Bak: Miksefe) MEKSUB(E) Kesbolunmuş. Kazanılmış. * Sonradan tahsil olunmuş, elde edilmiş. * Yüksekten dökülen. * Çağlayan. MEKSUF Küsufa uğramış, ziyâsı, aydınlığı tutulmuş. Kararmış. MEKSUF Kesafetli, sık ve çok olmuş. Koyu. MEKSUR (Kesr. den) Kırılmış, kesrolunmuş. * Gr: "İ" şeklinde kesreli okunan harf. MEKSUR Çoğaltılan, çoğaltılmış. MEKŞUF Keşfolunmuş, meydana çıkarılmış. Açık. Belli. MEKŞUF-ÜL AVRE Görünmemesi icab eden yeri açık olan kimse. MEKŞUF-ÜR RE'S Başı açık. MEKTEB (C.: Mekâtib) Yazı yazacak yer. * Okul. MEKTEB-İ ÂLÎ Yüksek mekteb, yüksek okul. MEKTEB-İ HARBİYE Harp okulu. MEKTEB-İ HUSUSÎ Özel okul, hususi mekteb. MEKTEB-İ İBTİDAÎ İlk mekteb, ilk okul. MEKTEB-İ İ'DADÎ Osmanlılar devrindeki rüştiyeden, yani eski orta mektebden sonra gelen ve talebeyi yüksek mektebe hazırlayan tahsil devresi. Lise. MEKTEB-İ LEYLÎ Yatılı mekteb, yatılı okul. MEKTEB-İ SULTANÎ İstanbul'da Galatasaray Lisesi. MEKTUB Yazılı, yazılmış kâğıt. MEKTUBAT Mektublar. Yazılı kâğıtlar. * Bazı meşhur ve mühim kitapların ismi. * Bir yerden başka bir yerdeki şahsa gönderilen yazılı kâğıtlar. * Risale-i Nur Külliyatından bir mecmuanın ismi. MEKTUB-U SAMEDANÎ Hiç bir şeye muhtaç olmayan Allah'ın eserleri. Yeryüzü. İnsanlar, ağaçlar, çiçekler, çekirdekler, dağlar, denizler gibi çok hakikatlı mâna ifâde eden Allah'ın mektupları. MEKTUB-U SÂMÎ Başbakanlık (sadaret) makamından yazılan resmi mektublar. MEKTUF İki eli arkasına bağlanmış olan. MEKTUM Gizli. Saklı. Gizli kalmış. * Hükümetten gizli tutulan. MEKTUMAT (Mektume. C.) Hükümetten kaçırılarak gizlenmiş ve yazdırılmamış nüfus, mal veya gelir. ME'KUL Ekl olunmuş, yenmiş şey, yiyecek. ME'KULÂT (Me'kul. C.) Yenilecek gıdâ maddeleri. ME'KUM Tilki ve tavşan ini ve yatağı. MEK'UM Ağzı bağlı deve. MEKUR Hileci, yalancı, dolandırıcı. MEKYES Akıllılık ve ferâsetle bilinen kimse. MEKYUL Kile ile ölçülmüş. MEKZEBE Yalan söz, doğru olmayan kelâm. Palavra. MEKZUBE Palavra, yalan söz. MEKZUM Kederli, hüzünlü, tasalı, üzüntülü, gamlı. MEL' Seri seyr. MELA Gece ve gündüz. MELA (C.: Emlâ) Ova, sahra. * Vakit. * Sıcak kül.MELA'Â : Meşveret. * Cemaat. Güruh. * Bir kavmin ileri gelen mes'uliyetli şahısları. * Huy, ahlâk. (Bak: Mele') * Doldurmak. MELA' Otu olmayan yer. MELAB Bir cins güzel koku. MEL'AB (La'b. dan) Eğlence yeri. Oyun yeri. MEL'ABE (La'b. dan) Oyun. Eğlence vasıtası. Oyuncak. MEL'ABEGÂH f. Oyun oynanan yer. Mel'abe yeri. MEL'ABE-İ SIBYÂN Çocuk oyuncağı. MELABİS Elbiseler. Giyecek şeyler. MELACE Husumeti uzatmak, düşmanlığı çoğaltmak. MELACİ' (Melce. C.) İlticâ edilecek ve sığınılacak yerler. Bearbeiten .*Karoglan*. Gast 4 28. August 2013 MELAGIM Ağız çevresi. MELAH Atın ayağında olan verem. MELAH f. Çekirge. MELAHA (MÜLUHA) Tatsızlık, tuzsuzluk. MELAHA (MÜLUHA) Tuzluluk. * Güzellik. MELAHAT Yüz güzelliği. Cemal. * Tuzluluk. Tuzlu su. MELAHİ Oyunlar, eğlenceler. Cümbüşler. MELAHİDE Mülhidler. Dinsizler. İmânsızlar. MELAHİF (Milhaf ve Milhafe. C.) Sarınacak veya bürünecek şeyler. Yorganlar. MELAHİM Muharebe ve cenk yerleri. (Bak: Melhame) MELAİB (Mel'ab-Mel'abe. C.) Oyuncaklar. Oyun oynanacak yerler. MELAİK (Mil'aka. C.) Tahta kaşıklar. MELAİK(E) (Melek. C.) Melekler. Nurdan yaratılmış, fıtratları sâfi, makamları sabit, kendileri ma'sum mahluklar. MELAİKE-İ KİRAM Büyük meleklerin büyükleri: Cebrâil, Mikâil, İsrâfil, Azrâil (A.S.)(... Melâike, bir ümmet-i azimedir ki; sıfat-ı iradeden gelen ve şeriat-ı fıtriyye denilen evamir-i tekviniyesinin hamelesi ve mümessili ve mütemessilleridirler. S.)(... Hem meselâ küre-i arz, küre-i arzın nevileri adedince başlar ve o nevilerin ferdleri sayısınca diller ve o fertlerin a'za ve yaprak ve meyveleri mikdarınca tesbihatlar yaptığı için elbette o haşmetli ve şuursuz ubudiyyet-i fıtriyeyi bilerek, şuurdârâne temsil edip Dergâh-ı İlâhiyeye takdim etmek için kırk bin başlı ve her başı kırk bin dil ile ve her bir dil ile kırk bin tesbihat yapan bir melek-i müekkeli bulunacak ki, ayn-i hakikat olarak Muhbir-i Sâdık haber vermiş ve hilkat-ı kâinatın en ehemmiyetli neticesi olan insanlarla münasebât-ı Rabbâniyeyi tebliğ ve izhâr eden Cebrâil (A.S.) ve zihayat âleminde en haşmetli ve en dehşetli olan diriltmek ve hayat vermek ve ölümle terhis etmekteki Halika mahsus olan icraat-ı İlâhiyeyi, yalnız temsil edip ubudiyetkârâne nezâret eden İsrafil (A.S.) ve Azrâil (A.S.) ve hayat dâiresinde rahmetin en cemiyetli, en geniş, en zevkli olan rızıktaki ihsânât-ı Rahmâniyeye nezâretle berâber şuursuz şükürleri şuur ile temsil eden Mikâil (A.S.) gibi meleklerin pek acib mâhiyette olarak bulunmaları ve vücudları ve ruhların bekaları, saltanat ve haşmet-i Rububiyyetin muktezasıdır. Onların ve her birinin mahsus tâifelerinin vücudları, kâinatta güneş gibi görünen saltanat ve haşmetin vücudu derecesinde kat'idir ve şüphesizdir. Melâikeye âid başka maddeler bunlara kıyas edilsin. Ş.) MELAİN (Mel'un. C.) Herkesin nefretini kazanmış olanlar. La'netlenmiş olanlar. MELAİN (Mel'ane. C.) Lânet edilecek iş ve hareketler. MELAK Mala. MELAK Lütuf, muhabbet, sevgi. MELAL Can sıkıntısı. Usanç. Gamlılık. Zaaf ve fütur. MELAL-AVER f. Usanç verici, usandıran, sıkan. MELAM Kınanmış. * Rezillik. Hakirlik. Kıymetsizlik. MELAMET Kınanmışlık. İtab ve serzenişlik. Rezillik ve rüsvaylık. MELAMETZEDE (C.: Melametzedegân) f. Melamete uğramış, ayıplanmış, azarlanmış, kınanmış. MELAMET-ZEDEGÂN (Melametzede. C.) f. Ayıplanmış, kınanmış kimseler, azarlanmış olanlar. MELAMİ' (Lem'a. C.) Parıltılar. Aydınlıklar. MELAMÎ Kınanmış ve ayıplanmışlardan olan. * Hükema-i Kelbiyyun. (Bak: Kelbiyyun) * Melami adındaki tarikata mensub olan. MELAMİH (Lemha. C.) Lemhalar. Bir şeyin başka bir şeye benzeme noktaları. Güzellik ve çirkinlik eserleri. MELAMİYYUN (Melamî. C.) Melamî tarikatından olanlar. MEL'AN Dolu olan, taşkın. MEL'ANE(T) (La'n. dan) Lânete sebeb olan. Lânete müstehak iş. * Yol ayrımı ve insan menzili. MEL'ANETKÂRANE f. Lânete müstehak surette. MEL'ANET-PİŞ f. Mel'unluktan başka işi olmayan. İşi gücü mel'unluktan ibaret olan. MELAS Kaypakça olmak. MELAS Saracak ve dürecek yer. MELASET Yumuşaklık. (Zıddı: Huşunet) MELASSA Hırsız ve haydut yatağı. MELAVET Vakit, zaman. MELAZ Sığınılacak yer. Melce'. MELAZE Badem ağaçları olan yer. MELAZE f. Küçük dil. MELAZİB (Milzâb. C.) Çok tamahkâr ve cimri olanlar. MELAZZ Yalancı, kezzab. (Melzuz. C.) Leziz nesneler, lezzetli şeyler. MELBES Giyecek şey. Elbise. MELBES Ü ME'KEL Giyecek ve yiyecek. MELBUS Giyilen. Giyilmiş olan. * Giyinmiş. Elbise giymiş. MELBUSÂT Giyilecek şeyler. Elbiseler. MELC(E) Emmek. MELCE' Sığınılacak yer. Halas olacak, kurtulacak yer. MELD Yumuşak olmak. MELDA Çok genç ve körpe vücud veya dal. İnce ve nâzik bedenli kız. MELDUG (Ledg. den) Zehirli bir hayvan tarafından ısırılarak sokulmuş. ME'LE (C: Miâl) Hazırlanmak. * Şişman kadın, semiz avret. * Bahçe. MELE' (C.: Emlâ) Bir cemâatin ileri gelenleri. * Hırs, tama'. * Zan. * Güzellik. * Fls: Kâinatta hiçlik şeklinde boşluk olmadığını, her yerin dolu olduğunu ifade eden bir tabirdir. * Dolu mekân. * Kalabalık, güruh, cemaat, topluluk. Halk. MELED Tazelik, körpelik, nâziklik, gençlik. MELE-İ A'LÂ Kerrubiyyun ve melâike cemaati. En yüksek hey'et. Melekler âlemi. Felekler ve unsurlar. MELEK Nurdan yaratılmış, fıtratları sâfi, masum mahluk. * Güzel huylu ve güzel olan kimse. (Bak: Melâike) MELEKA Düz kayacak nesne. MELEKÂT (Meleke. C.) Melekeler. Tecrübe neticesi elde edilen alışılmış bilgiler. İsti'datlar. MELEKÂT-I AKLİYYE Tecrübe neticesi aklen bilinen kolaylık, tecrübeden doğan bilgililik. MELEKE Tekrar tekrar yapılan bir iş veya tecrübeden sonra hasıl olan bilgi ve mehâret. * Mümârese. MELEKÎ (Melekiye) Meleğe mensub, melekle alâkalı. * Paklık, temizlik, ismet. * Hükümdara, melike âit. Melikle alâkalı. MELEK-İ MÜEKKEL Muayyen bir işle tavzif edilmiş melek. (Bak: Melâike) MELEK-İ SİYÂNET Allah'ın emri ile insanları koruyan, muhafaza eden melek. MELEKUT Tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin esrarı. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti. * Hükümdarlık. Saltanat. * Ruhlar âlemi. (Bak: Arş)(İnsan mülk ciheti ile kalbe zarf olur, melekut cihetiyle de mazruf olur. M.N.) MELEKUTİYÂN Melekut âleminden olanlar. MELEK-ÜL BİHAR Denizlere nezaret eden melek. MELEK-ÜL CİBÂL Dağlara nezâret eden melek. MELEK-ÜL EMTÂR Yağmurla vazifeli olan melek. MELEK-ÜL MEVT İnsanların ruhlarını kabzeden Azrâil. (A.S.) MELEK-ZAD Melekten olmuş gibi, çok güzel. MELEL Bıkma, usanma, bezme. MELEM Yaramaz tenbel kimse. MEL'EM (MİL'EM) Ölçüsünde cimrilik yapan. MEL'EME Cem'etmek, toplamak. * Terbiye etmek, düzeltmek, ıslâh etmek. * Yara yırtığını bağlamak. MELEVAN Gece ve gündüz. MELEZ (Meles) İki ırkın karışması neticesi hâsıl olan yeni bir nesil. Ayrı iki cinsten doğmuş olan. * Aydınlıkla karanlık arası, alaca karanlık. MELFUF Sarılı. Bir mektup veya bir şey içine konulmuş olan. MELFUFAT (Melfuf. C.) Zarf içinde veya tezkereye ilişik yazılar. MELFUFEN Sarılı olarak. Melfuf olarak. Leffen, ekli olan şey. MELFUHA (C: Melâfih) Ana karnındaki erkek çocuk. MELFUZ (Lâfız. dan) Telâffuz olunmuş, okunmuş olan. Söylenmiş. * Ağızdan çıkan söz, hece, kelime veya harf. MELFUZÂT (Melfuz. C.) Konuşulan şeyler. MELH Kibirlenmek, gururlanmak. * şiddetli seyir. MELH Yemeğe tuz koymak. * Çocuk emzirmek. MELHAME Kanlı harb. * Büyük muharebe sahası. MELHAME-İ KÜBRÂ Büyük ve kanlı savaş, harp. MELHEC (C: Melâhic) Darlık. MELHED Kabrin çukur açılacak yeri. MELHEM Hurma ağacı çok olan yer. MELHEZ (C: Melâhız) Darlık çekecek yer. MELHUB (Lehb. den) Alevli, alevlenmiş. MELHUD (Lahd. dan) Mezara sokulmuş, kabre konulmuş. Lâhid içine konulmuş. MELHUF Hasrette kalan. * Kederli, tasalı. * İmdad bekleyen. MELHUFÂN (Melhuf. C.) Kederliler, tasalılar, kaygılılar, üzüntülüler. * Hasrette kalanlar. MELHUFÎN Hasrette kalıp yardım isteyenler. MELHUK Karışmış, kavuşmuş. İltihak etmiş. MELHUZ Mülâhaza ve tefekkür olunmuş olan veya olunabilen. Düşünülebilen. Akla gelebilen. Olabilir. MELHUZÂT (Melhuz ve Melhuze. C.) Olabilir şeyler. Hatıra gelen şeyler. İhtimâller. MELİ' Otu olmayan yer. MELÎH (C.: Milâh-Emlâh) Güzel, şirin. Sâhib-i melâhat. * Tuzlu. MELÎH Tatsız tuzsuz yemek. MELİK Mülk ve melekut sâhibi. Padişah. Mutasarrıf. * Bir kavmin başı. Mâlik. (İsimdir) MELÎK Hâkim-i Mutlak. Hükümdar. Sultan. Memleket sahibi. Padişah. Kadir. (Daimî sıfattır.) MELÎKÂNE f. Hükümdar ve melike mensub. Onunla alâkalı. MELÎKE Kadın hükümdar. Hükümdar karısı. Kraliçe. MELÎL (MELİLE) Kül içinde pişirilen ekmek. * Hararet, sıcaklık. * Üzgün, kederli. Melul. MELÎS Bir şeyi şiddetle tutmak. MELÎS şişman ve tenbel olan kişi. MELÎT Cenin. MELİYY Uzun zaman. * Zengin. Varlıklı. Maldâr. Gani. Eşraf. MELK Kudret, kuvvet. Şiddet. * Mübalağa. MELK Dalkavukluk. * Yumuşaklık yapmak. * Mahvetmek. * Yıkamak. * Emmek. * Vurmak. MELKEAN Kötü, yaramaz kimse. MELKEME El ile vurulan yerin yarası. MELKUHA (C: Melakih) Anasının karnında olan çocuk. MELKUT Yerden kaldırılıp alınan şey. * Sokağa, virâneliğe, câmi veya kilise kapısına bırakılmış çocuk. MELL Küsmek, darılmak. * Yorgunluk. * Kakma, dürtmek. * Mahzun olmak, kederli olmak. * Hamuru külün içinde pişirmek. MELLA Zengin kimse. MELLAH Dalkavukluk eden, yaltaklanan. Tez tez yürüyen, hızlı yürüyen. MELLAH (C.: Mellâhân-Mellâhin-Mellâhun) Gemici. Kaptan. Denizci. MELLAHA Tuz çıkan yer. MELLAHAN (Mellâh. C.) Kaptanlar, denizciler, gemiciler. MELLAHE Tuzla. MELLAHÎN (Mellâh. C.) Denizciler, gemiciler, kaptanlar. MELLASE Yeri düzeltmede kullanılan âlet, sürgü. MELLE Çukur. MELMUS (C.: Melâmis) (Lems. den) El ile dokunulmuş. MELMUSAT (Melmus. C.) El ile dokunmalar. El ile temas etmeler. MELS Yalan vâde, yalan söz. * Güzellik, hüsün. MELS Enemek. Hayvanı iğdiş etmek, erkekliğini gidermek. MELSA' Pürüzsüz ve düz yer. * şarap. MELSUK Yapıştırılmış. Bitiştirilmiş. MELSUN (C.: Melâsin) Yalancı, kezzâb. MELTAFA Güzellik, lâtiflik yeri olan şey veya vasıf. MELTEM Yaz mevsiminde karadan denize doğru esen rüzgâr. MELTUT Karışmış, mahlut. MEL'UB Salyalı ağız. ME'LUF Alışılmış. Ünsiyyet edilmiş. * Alışık. Huy edinmiş. ME'LUFİYET Alışıklık, ünsiyet. ME'LUK Deli. Divâne. MELUL Usanmış. Bıkmış. Bezmiş. * Mahzun. MELULÂNE Acıklı ve mahzun bir hâlde. MELUM Azarlanmış, tahkir edilmiş, levmolunmuş. ME'LUM Kederli. Eleme, derde tutulmuş. MEL'UN Lânetlenmiş. Lânete lâyık. * Kovulmuş, tard olunmuş. MELVAN Gece ve gündüz. MELYENE Yumuşaklık. MELZE At seğirtirken koltuklarını uzatmak. * Süngü ile veya gayrı nesne ile ta'n eylemek. MELZUM Mevcud bir şeyle birbirinden ayrılmayan. Mevcud bir şeyle beraber bulunması lâzım gelen. Lüzumlu olmuş olan. Lüzumlu kılınmış. MELZUMİYET Lüzumlu kılma. Melzumluk. MEMALİK (Memleket. C.) Memleketler. MEMALÎK (Memluk. C.) Köleler. kullar. MEMALİK-İ HÂRRE Sıcak memleketler. İklimi çok sıcak olan mıntıkalar. MEMALİK-İ OSMANİYE Osmanlı memleketi. Osmanlılara aid memleketler. MEMAT Ölüm. Ahirete göç etmek. (Bak: Mevt) MEMDUD (Medd. den) Uzatılmış, yayılmış olan. Çekilmiş. MEMDUDE Balçıklı ve kesekli yer. MEMDUDÎ Tel çeken. MEMDUH(A) Beğenilmiş. Medholunmuş. Övülmüş. * Fık: Peygamberimizin (A.S.M.) sevmiş olduğu hareket, iş. MEMDUHAT (Memduh ve Memduha. C.) Medhedilecek ve övülecek şeyler. Övülmeğe değer şeyler. MEMDUHİYYET Makbul oluş. Makbullük. Beğenilmiş oluş. MEMEDD (Masdar-ı mimî ve mekân ismi) Bir şeyin uzandığı, serildiği yer. ME'MEN Sağlam. Güvenilir. Emin yer. MEMERR Geçilecek yer. Cadde, sokak. Geçit yeri. MEMERR-İ NÂS Herkesin geçtiği yol. Geçit. MEMERR-ÜL MAHLUKAT Mahlukatın geçtiği yer. Dünya. MEMHUR Mühürlenmiş. Damgalanmış. MEMHURE Sürülüp nadas olmuş yer. MEMHURE Nikâh bedeli verilmiş olan kadın. MEMHUS Parlatılmış, cilâlanmış. * Etli, şişman, dolgun insan veya hayvan. MEMHUVV (Mahv. dan) Mahvolmuş, perişan olmuş. MEMHUZ Yağı alınmış yoğurt. MEMÎL Meyletme, bir yana eğilme, temâyül etme. MEMKÛR (C: Memâkir) Av kanıyla kirlenmiş. * Kızıla boyanmış. MEMKURE Sirkeli ve sarmısaklı balık. MEMKÛRE Uysal, yakışıklı. MEMKUT Düşmanlık edilen, hased edilen. MEMLAHA (Milh. den) Tuz çıkarılan yer. Tuzla. MEMLEKET (C.: Memâlik) Bir devletin toprağı, ülke, yurt. * Şehir. İl, kasaba. * Bir insanın doğup büyüdüğü yer. MEMLU Doldurulmuş. Dolu. MEMLUH Tuzlanmış. Tuzlu. MEMLUHAT (Memluh. C.) Tuzlanmış şeyler. Tuzlu şeyler. MEMLUK Köle. Kul. Esir. Bende. Hizmetkâr. * Birinin malı olan. MEMLUKÂNE f. Köleye yakışır hâlde. Kölece. * Eskiden çok defa bir büyüğe sunulan yazılarda, kendinden bahsederken kullanılırdı. MEMLUKİYYET Esirlik. Hizmetkârlık. Kulluk. Kölelik. MEMLUL (Memlule) Usanmış, usanılmış, bıkılmış, bezilmiş. MEMNU' Yasak. Menedilmiş. Mâni olunmuş. MEMNUAT (Memnu ve Memnua. C.) Yasak şeyler. MEMNUİYYET Yasaklık. Haram veya yasak oluş. MEMNUN (Minnet. den) Hoşnud. Razı. Minnet altında bulunan. İyiliğe nâil kılınmış. Çok muteber olan şey. Çok beğenilen. Ölçülü ve hesaplı olan. * Kesilmiş. MEMNUNEN Sevinerek, memnun olarak. MEMNUNİYYET Mesrur oluş. Şâdlık. Mesruriyet. MEMRU' Otlu yer. MEMSUD Vücudu kuvvetli ve sağlam yapılı olan. MEMSUDE Devrik yüzlü, münkabız kimse. MEMSUH El ile sıvanmış, mesh olunmuş. Temas edilmiş. MEMSUH Suratı, daha çirkin şekle sokulmuş. Biçimsiz ve çirkin surete girmiş olan. MEMSUN Mesâne hastalığına tutulmuş kimse. MEMSUS Dokunulmuş. MEMSUS Massolunmuş, emilmiş. * Baldır, incik. MEMŞA (Meşy. den) Ayak yolu. Üzerine basıp yürüdükleri yer. MEMŞUK Yazılmış olan, meşkolunmuş. * Uzun boylu zayıf at. MEMTUL Çekiçle döğülerek işlenmiş. MEMTUR Üzerine yağmur yağmış. Yağmur yağarak ıslanmış. MEM'UD Midesinde hastalık olan. ME'MUL Umulan. Ümid edilen. Beklenilen. ME'MUM İmama uyan kimse. İlerdekine uyan. ME'MUME Beyine ulaşan yara. ME'MUN Emin. Mahfuz. Korkusuz. Emniyyet verilmiş. Sağlam. Tehlikeden azâde olan. * Abbasi halifelerinden Hârun Reşid'in kendisinden ve kardeşi Eminden sonra hükümdar olan oğlunun adı. ME'MUN-ÜL ÂKİBE Akibetinden emin. Sonu emin, korkusuz. ME'MUR Emir ile hareket eden. Emir altında olan. Vazifeli. Kendi istediği gibi olmayıp başka emre göre çalışan. Bir emir alan. Bir işe tâyin olunmuş adam. ME'MUREN Me'mur olarak, memurlukla. Bir iş ile vazifelendirerek. ME'MURÎN (Me'mur. C.) Devlet hizmetinde bulunan kimseler. Me'murlar. ME'MURİYET Me'murluk. Vazife, görev, hizmet. ME'MURİYET-İ ASLİYE Asıl me'murluk. ME'MUR-ÜN BİH Emrolunan şey. MEMUT Meyyit. Ölmüş. MEMZUC Bitişik. Karışık. Karışmış. Birlik olmuş. Birbirine mezc olmuş. * Şakalaşmak. * Oynamak. MEN (İsm-i Mevsuldür) Şahsa delâlet eder. "O kimse ki, yahut, kimi, kim, kim ki" gibi mânâlara gelir. İstifham için olur, yerine göre tesniye (Menân) şeklinde ve cemi (Menun) gibi okunabilir. Akıl sahibleri hakkında kullanılır. Mevsule, şartiye, nekre-i tâmme, nekre-i mevsule olur. MEN f. Ben. (Farsçada birinci şahıs zamiri) (Bak: Mâ) ME'N (C: Müün-Me'nât) Böğür. * Yer kazmakta kullanılan ucu demirli ağaç. MEN' Yasak etmek. Durdurmak. Bırakmamak. Bir şeyi diriğ etmek, esirgemek. MEN DAKKA DUKKA Kapı çalanın kapısı çalınır. Yâni, kim birisine bir kötülük yahut iyilik yaparsa ona o şey yapılır. Meselâ: Su-i zan eden su-i zanna mâruz olur. MEN ENE Ben kimim? MEN HÜVE O kimdir? MEN LEHÜL HAKK Fık: Hak sahibi olan kimse. MEN LEM YEZUK LEM YEDRİ Tatmayan bilemez. Kim ki tatmamış; o, tadını bilemez. MENA İki rıtıl. (İkiyüz altmış dirhem) MEN'A Ölüm haberi. Vefat haberi. MENAAT Sarplık, çetinlik, kavilik, güçlük. MENAAT-I MEVKİİYE Arazi sarplığı. MENAB Birinin yerini tutmak, nâib olmak. Birisine vekil olmak. Vekillik yeri. MEN'AB Cömert. * Hızlı yürüyen. MENABİ' (Menba'. C.) Kaynaklar. Pınarlar. Nebeân eden yerler. * Her şeyin zâhir olduğu yerler. * Servetlerin çıktığı yerler. MENABİ-İ AŞERE On menba. MENABİ-İ SERVET Zenginlik kaynakları. MENABİK Batman. MENABİR (Minber. C.) Minberler. Camilerde hatiblerin hutbe okumalarına mahsus kürsüler. MENABİT (Menbet ve Menbit. C.) Çayırlar, otlaklar. MENACİL (Mincel. C.) Ekin orakları. MENACİM (Mencem. C.) Terâzi kolları. MENADİF (Mindef. C.) Hallaç yayları. MENADİL (Mendil. C.) Mendiller. Küçük havlular, peçeteler. MEN'AF (C.: Menâif) Dağın sivri tepesi. MENAFİ' (Menfaat. C.) Menfaatler. Faydalar. MENAFİH (Minfâh. C.) Körükler. MENAFİ-İ UMUMİYE Umumi menfaatler, umumi faydalar. MENAFİZ (Menfez. C.) Delikler. Menfezler. * Nüfuz edecek yerler. MENAH f. Geniş, bol, ferâh. * Dar. MENAHE (C.: Menâih) (Nevha. dan) Ölü için ağlanacak yer. Mâtemhâne. MENAHİ (Nehi. C.) Menedilmiş şeyler. Şer'an yasak edilmiş olan şeyler. MENAHİC (Minhac-Menhec. C.) Açık ve geniş yollar. Bilinen büyük yollar. MENAHİC-İ HÜKEMÂ Hakîmlerin, ilm-i kelâm âlimlerinin meslekleri ve gittikleri mânevi yollar. MENAHİL (Menhel. C.) Durak yerleri. Durulacak sulak yerler. * Hayvan sulanan yerler. MENAHİR (Menhir. C.) Burun delikleri. MENAHİR (Menhar. C.) Hayvan kesilecek yerler. Hayvan boğazlıyacak yerler. Mezbahaneler. MENAHİS (Minhas. C.) Uğursuz şeyler. MENAHİT (Minhat. C.) (Tahta veya taş) yontma âletleri. MENAHİZ (Minhaz. C.) Burun delikleri. MENAÎ (Men'â. C.) Ölüm haberleri. Vefat haberleri. Kötü haberler. MENAİF Dağların sivri tepeleri. MENAİH (Menâhe. C.) Ölü için ağlanacak yerler. Mâtemhâneler. MENAİR (Menâvir) Minâreler. * Nur yerleri. * Alâmet. MENAKIB (Menkıbe. C.) Menkıbeler. Hayat hikâyeleri. MENAKİB (Menkeb. C.) Yollar. * Omuzlar. MENAKİR (Münker. C.) Günah ve kötü şeyler. MENAKÎR (Minkar. C.) Minkarlar, gagalar. Yırtıcı kuşların gagaları. Taşçı kalemleri. MENAL Yetiştirme, nâil olma, kavuşma. * Ele geçirilen şey. Nâil ve sahib olunan şey. MENAM Uyku. Uyku zamanı. * Rüya. Düş. * Uyunacak yer, yatak odası. MENAME Yatak, döşek. MENAMEN Uyuyarak. Uykuda olarak. MENAR Nur yeri. Fener kulesi. * Câmi minâresi. * Yol işaretleri. MENARE (C: Menâr-Menâvir) Alâmet, işaret. * Kandil. * Minare. MENAS Sığınacak yer. Melce'. Penah. * Deprenmek. * Fevt. MENASI' (Minsa'. C.) Medine-i Münevvere'nin dışında meşhur bir yer. MENASIB (Mansıb. C.) Devletin başlıca hizmetleri. Makamlar, rütbeler, pâyeler. MENASIB-I SEYFİYE Askerlik hizmetleri. MENASİK (Mensek. C.) İbâdet edecek yerler. İbâdet ederken lüzum eden usul, yol ve tarz. MENASİK-ÜL HAC Hacı olmak için Mekke-i Mükerreme'ye gidenlerin Kâbe'yi ziyaret etme, Arafat'ta vakfeye durma, kurban kesme, ihram giyme, muayyen bir yerden bir yere kadar yürüme gibi yapılan ibadet rükünleri. (Bak: Sa'y) MENASİM (Mensim. C.) Yollar, tarikler, meslekler. * Alâmetler, izler, eserler, nişânlar. MENASİR (Minser. C.) Yırtıcı kuşların gagaları. * Taşçı kalemleri. MENASSA Çeyiz odası. * Yüksek yer, çardak. MENAŞİR (Minşâr. C.) Testereler. * (Menşur. C.) Tar: Padişâhın verdiği vezirlik veya müşirlik fermanları. * Mat: Prizmalar. MENAT Dönecek yer, merci'. * İlişip asacak yer. MENAT İslâmiyyetten evvel cahiliyyet devrinde Kâbedeki bir putun adı. MEN'AT Ölüm haberi. MENATIK Mıntıkalar, bölgeler. MENATIK-I BAÎDE Uzak mıntıkalar. Uzak bölgeler. MENATIK-I DUŞİZE-İ TAHAYYÜL Tahayyülün bâkir mıntıkaları. MENAVİR (Minare. C.) Minareler. MENAYA (Meniyye. C.) Ölümler. * Maksatlar. Gâyeler. MENAZIM (Manzam. C.) Sıralar, diziler. MENAZIR Manzaralar. Seyredilecek, görülecek güzel yerler. Güzel görünüşler. MENAZİ' (Menze'. C.) Niza ve kavga edilecek yerler. MENAZİL (Menzil. C.) Menziller. İnecek yollar. Duralar. Konak yerleri. MENBA' Kaynak. Nimetin veya herhangi bir şeyin çıktığı yer. Suyun çıktığı yer. Pınar. MENBAT Suyun çıktığı yer. Menba'. MENBEL Tembel, uyuşuk. MENBER (C: Menâbir) Yüksek olacak yer. MENBİC Mevzi ismi. (Oraya nisbetle "menbicâni" derler.) MENBİT Otlu yer, otlak, çayır. MENBUŞ Açılmış, soyulmuş. MENBUZ Piç. Veled-i zinâ. * Hemen doğmasını müteakib bir yere atılmış çocuk. MENCA (Bak: Mence') MENCAT Kurtulma, necât bulma. Halâs olma. MENCE (Mencâ) Kurtulacak yer. Necat bulacak yer. * Necat bulma. Kurtulma. MENCED (C: Menâcid) İnci ve altından olan gerdanlık. MENCEM (C.: Menâcim) Terazi kolu. * Maden. MENCENİK (Bak: Mancınık) MENCENUN (C: Menâcin) Sığırın döndürdüğü dolap. * Sığırların çektiği kağnı. MENCINIK (C: Mencınıkât) Mancınık. MENCUB Dibâgat olunmuş deri. * Geniş kadeh. MENCUD Kederli, tasalı, gamlı. MENCUK f. Bayrak direkleri ve minâre başına takılan küçük ay. * Sancak, bayrak. * Şemsiye. MEND f. Kelimelerin sonuna getirilerek "sahip" mânasına edattır. MENDEB Tehlike. Ölüm. * Gürültü ve şamata ile ağlama. MENDEME Pişman olma. Nedâmet etmek. * Pişman olacak yer. MENDİL (Mindîl) (C: Menâdîl) Mendil. * Küçük havlu, peçete. MENDUB Yapılması beğenilen iş. Şeriatın yasak etmediği veya emretmediği iş olmakla beraber yapılmasında sevab ve mendubiyet olan amel. Müstehab. * İyilikleri anlatılarak arkasından gözyaşı döküp ağlanan ölü. MENDUD Meyvesi aşağıdan yukarıya yığılı, istifli. MENDUF Didilmiş, atılmış. MENDUHA Genişlik. * Kifâyet, kâfi gelmek. * Mahlas. ME'NE Böğür, hâsıra. MEN'E Dibâgat için ısladıkları deri. MENEA (Mâni. C.) Engeller, mâniler, özürler. * Engel olanlar, mâni olanlar, geri bırakanlar. * Kuvvet ve cemâat. MENEND (Mânende-Mânend) f. Nazir. Eş. Benzer. şebih. Müşabih. MENFA Nefyolunan yer. Birinin sürüldüğü yer. Nefiy yeri. MENFAAT Fayda. Kâr. Gelir. İhtiyaç karşılığı olan şey. MENFAATBAHŞ f. Faydalı, yararlı. Menfaat ve fayda veren. MENFAATDÂR f. Menfaat ve fayda gören. MENFAATPEREST f. Yaptığı işin sadece faydasını düşünen. Sadece nefsine ait kârları, faydaları düşünerek çalışan. Allah rızasını esas gaye yapmayan kimse. MENFED Tükenmek, yok olup gitmek. MENFER Geri kaçılacak yer. Nefret edilecek, sevilmeyecek yer. MENFES (Nefes. den) Nefes deliği. Nefes alacak yer. MENFEZ Nüfuz edecek delik, pencere. Delik. Ağız. Yarık. Girilecek yer. MENFÎ Müsbetin zıddı. Müsbet olmayan. * Nefyedilmiş, sürgün edilmiş. Sürgün. * Bir şeyin olmayacak cihetini düşünen. * Hakikatın aksini iddia eden. * Gr: Başında nefiy edatı bulunan kelime veya cümle. * Nâkıs. Negatif, olumsuz. MENFİYYEN Sürgün olarak. MENFUH Üfürülmüş. * Büyük karınlı. Nefholunmuş. MENFUR Kendisinden nefret edilen, sevilmeyen. İğrenç. * Mebguz. MENFUS Yeni doğmuş çocuk. MENFUŞ (Pamuk veya yün gibi) atılmış ve didilmiş. Dağılmış, didik didik edilmiş. MENGENE Tazyik veya sıkıştırma için kullanılan demir veya tahta âlet. MENGUŞ f. Küpe. MENH Burun deliği. MENH Verme, ihsan etme. MENHAR (C.: Menâhir) Hayvan kesilecek yer. Hayvan boğazlanan yer. Mezbaha. MENHAT Mâni, nehyedici, engel. MENHEB Yağma etmek. Yağma edecek yer. MENHEC (C.: Menâhic) Geniş, açık yol. MENHEC-İ SEDÂD Doğruluk yolu. Sırât-ı müstakim. MENHEL (C.: Menâhil) Hayvan sulanan yer. * Menzil, durak. Konaklanacak yer. MENHERE (C: Menâhir) Mahalle arasındaki süprüntülük. MENHÎ Şer'an yapılması yasak olan, haram olan şey. MENHİR (C.: Menâhir) Burun deliği. MENHİYYAT Şer'an haram edilenler. Yasak edilmiş, İlâhi emirle men'edilmiş olanlar. Nehyedilenler. Yasak olanlar. MENHUB Korkak adam. * Muhtar, müntehab, seçkin. MENHUB(E) (Nehb. den) Talan edilmiş, yağma edilmiş. MENHUM Nasıl yerse yesin karnı doymaz kimse. * Bir şeye çok hırs gösteren kişi. MENHUS Zayıf, etsiz. MENHUS Kuyruğunun yanları uyuz olan deve. MENHUS Uğursuz. Kötü. Meş'um. MENHUŞ Yılan, akrep cinsinden bir hayvan tarafından sokulmuş. MENHUT Yontulmuş. Tıraş edilmiş. Yontulmuş ağaç. MENİ Erkek veya dişinin bel suyu. Döl suyu. Nutfe. Sperma. MENİ' Sarp. Çetin. Zor. El erişmez. Zabtı zor. MENÎ f. Benlik. Benlik iddiası. Hodbinlik. MEN-İ MUHAKEME Muhakemeyi durdurmak, muhakemeye lüzum görmeyip menetmek. MENİE Ölüm, mevt. MENİHA Hediye, armağan, bahşiş. MENİN Toz. * Zayıf kişi. * Zayıf ip. MENİŞ f. Tabiat, huy, mizac. MENİYYE Ölüm, mevt. * Takdir olunmuş olan. MENKA' Su toplanan çukur. MENKAB (MENKABE) (C: Menâkıb) Dağ arasında olan yol. * Dar yol. * Güzel hareket ve fiil. * Delik açılacak yer. MENKABE Meşhur kimselerin ahvâline dair hayat hikâyesi. Kıssa. Hikâye. Menkıbe. MENKAL Nakledecek mekân. MENKASE Eksiklik, noksanlık. MENKEL Ayak bileziği. Süs olarak kadınların ayak bileklerine taktıkları bilezik. MENKİB (C.: Menâkib) Omuzbaşı. Omuz ile kol kemiğinin birleştiği yer. MENKU' (Menkua) Haşlanmış. Suda kaynatılmış. MENKUB (Nekbet. den) Dert ve meşakkatlere mâruz kalmış olan. * Rütbe ve haysiyyetten düşmüş olan. MENKUB (U, uzun okunur) Delinmiş. Oyulmuş. MENKUHA Nikâhlı karı. Nikâhlanmış olan kadın. MENKUL Nakledilen. Akli olmayıp mukaddes kitapla bildirilen. * Bir yerden başka yere taşınmış olan. Taşınabilen. * Anlatılan. MENKULAT Nesilden nesile veya ağızdan ağıza yayılıp duyulan. Nakle dayanan bilgiler. Nakledilenler. (Bak: Mürtecel) MENKUR İnkâr olunmuş. MENKUR Delinmiş. Oyulmuş. MENKUS (Naks. dan) Noksanlaştırılmış. Eksik olan. MENKUS (Nüks. den) Tersine çevrilmiş. Baş aşağı edilmiş. MENKUŞ (Nakş. dan) Nakşolunmuş. İşlenmiş. Nakış yapılmış. Boya ile süslenmiş. MENKUŞE Nakşolunmuş, işlenmiş. * Kemik çıkmış olan baş yarığı. MENKUT (Nokta. dan) Noktalanmış. Noktalı. MENKUZ Nakzedilmiş. Bozulmuş. Hükümsüz bırakılmış. MENMUL (Neml. den) Üzerine karınca üşüşmüş olan şey. MENN Nimet vermek. İyilik etmek. * Minnet. * Rıza. * Esiri fidye almadan, ücretsiz salıvermek. * Kesmek. * Zayıf etmek. * Ettiği iyiliği başa kakmak. * İki batman ağırlık. * Kudret helvası. MENNÂ' (Men'. den) Alıkoyan, mâni olan, yaptırmayan. * Önleyici, men'edici. MENNAC Çok bahşiş veren. İhsan eden. MENNAN İhsanı bol. Çok çok ihsan eden. En çok nimet veren. (Allah) MENNANE Malı, mülkü, serveti için kendisiyle evlenilen kadın. MENNÂ-UL HAYR Hayır ve iyiliğe mâni olan. Hayrı önleyen. MENSAF (C: Menâsıf) Her şeyin yarısı. MENSEA (C: Menâsi') Otu tez biten yer. MENSEC (Nesc. den) Bez, çulha vs. dokunan yer. Örücü işyeri. Trikotaj atelyesi. MENSEK (C.: Menâsik) İbâdet yeri. İbâdetgâh. * İbâdet yapma usulü. * Kurban kesecek yer. MENSIB (C: Menâsıb) Demir sayacak. * Asıl. * Mertebe, derece. MENSÎ (Mensiyye) (Nisyan. dan) Unutulmuş, hatırdan çıkmış. MENSİC (MENSEC) (C: Menâsic) Bez dokuyacak yer. * Boyun ile kürek arası. MENSİK (MENSEK) (C: Menâsik) İbadet edecek yer. * Kurban kesilecek yer. * Kesilmiş kurban. MENSİM (C.: Menâsim) Alâmet, işaret, nişân, iz, eser. * Yol, tarik. * Deve tırnağı. MENSİYAT (Mensi. C.) Hatırdan çıkıp unutulmuş şeyler. MENSİYET Unutulma, hatırdan çıkma. MENSİYY Unutma yeri. * Hiç bahsedilmeyen terkedilmiş nesne. MENSUB Bir şeye veya kimseye nisbeti olan, alâkası bulunan. Bir şeyle ilgili olan. MENSUB (Bak: Mansub) MENSUBÂT (Mensub. C.) Bir yere mensub olanlar. Bir yerin adamları. MENSUBÎN (Mensub. C.) Mensublar. Mensub ve alâkadar olanlar. Bir daire veya yerin adamları. MENSUBİYYET Mensubluluk, ilgili, bağlı oluş. Alâkalı bulunuş. MENSUC (Nesc. den) Dokunmuş, dokunulmuş, dokunulan. Örülmüş. İşlenmiş. MENSUCÂT Bez veya kumaş gibi dokumak suretiyle yapılan tezgâh veya fabrika mahsulü mallar. MENSUCÂT-I HARİRİYYE İpek dokumalar. MENSUH (Nesh. den) Hükmü kaldırılmış. Nesholunmuş. Hükümsüz bırakılmış. MENSUK (Nesk. den) Düzgün olarak dizilmiş olan. MENSUR (Nesr. den) Dağılmış. Saçılmış. * Gece vaktinde güzel kokan bir çiçek. * Edb: Manzum olmayan nesir halindeki yazı. Bunun mânaca çok güzel ve şiir gibi ahenkli yazılmış olanına "mensur şiir" denir. MENSUR (Nasr. dan) Yardım görmüş. * Muzaffer. Zafer bulmuş. * Cenab-ı Hak tarafından her işinde nusrete mazhar olduğundan Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir ismi de Mensur'dur. MENSUS (Bak: Mansus) MENŞAR Yayıp dağıtacak yer. * Öldükten sonra dirilecek yer. MENŞAT (C: Menâşıt) Neşat, sürur, neşe. MENŞE' (Neş'et. den) Esas. Kök. Bir şeyin çıktığı, neş'et ettiği yer. Beslenip yetişilen yer. MENŞED İsteme, talebetme. MENŞELE Küçük parmağın yüzük takılan yeri. MENŞER Neşredilip dağıtılan yer. MENŞUD Matlup, istenen şey. MENŞUR (Neşr. den) Neşrolunmuş. Dağıtılmış. Yayılmış. Herkese ilân edilmiş. * İşleri dağınık. Perişan. * Sultanın emri, mühürsüz mektubu, fermanı. * Bayrak. * Mat: Alt ve üst tabanları birbirine müsavi ve müvâzi (eşit ve paralel), kenarları da müsâvi ve müvâzi olup yüzleri birbirine benzeyen şekil. Prizma. MENŞUR-U MUKADDES Mukaddes ferman. (Kelime-i şehadet kastedilmektedir) MENTEC Doğuracak vakit. MENUAT Men'etmeler. Yasaklar. ME'NUB (Bak: İhcâc) MENUC Sütü diğer develerden sonra çekilen deve. ME'NUF Burunda hastalığı olup koku alamayan. MENUN (Menn. den) Kesmek. * Vakit, zaman, ömür ve sâireyi kesen mânâsınadır. ME'NUS Alışılmış. Alışık. Ünsiyet edilmiş. * Beğenilmiş. Mergub. ME'NUSE Ateş. ME'NUSİYET Alışılmış olma. Alışılma. Ünsiyet edilmiş olma. MEN'UŞ Hayır ile yâdedilen ölü. * Yukarı kaldırılmış. * Fakir olduktan sonra sevindirilmiş. * Tabuta konulmuş. MENUT Asılı, muallâk. * Bağlı. Mütevakkıf. Merbut. Vâbeste. * Bir milletten olmayıp sonradan o millete dahil olmuş olan. ME'NUT Hased olunmuş kişi, mahsud. MEN'UT Medhedilmiş. İyiliği, güzelliği söylenilmiş olan. MENVÎ Kasdedilen. * Niyet. Maksad. Meram. MENVÎ-İ ZAMİR İçindeki niyet ve maksat. MENY Meniyi dışarı getirmek. * Takdir etmek. * Okumak. * Hükmetmek. MENZAM (C: Menâzım) Çeşitli şeyleri bir yere dizmek. MENZEHE Gezinti yeri. MENZİL İnilen yer. Konulacak yer. * Yer. Dünya. Ev. * Mesafe. MENZİLET Derece, pâye, rütbe, mertebe. Yükseklik derecesi. * Konak yeri, inecek yer. Hane, ev. MENZİLGÂH f. Konak. Yer. Ev. Bir müddet durulan yer. MENZİLHANE f. Konak yeri. Hayvan değiştirilen yer. MENZİL-İ KAMER Koz: Ayın dünya etrafındaki mahreki. Bu mahrekte aynı noktaya tekrar gelmek için geçen zaman. MENZİL-İ KÜLLÎ Mahrekin en son noktasına kadar olan mesâfe. MENZİLNİŞİN f. Yerinde oturan. MENZU' (Nez. den) Nez olunmuş, koparılmış. MENZUF Susuzluktan dolayı dili kurumuş kimse. * Kan kaybından dolayı dermansız ve güçsüz kalmış olan insan. MENZUL (Nüzul. den) Nüzüllü, inmeli. MENZUR (Nezr. den) Adanmış, nezrolunmuş, va'dedilmiş. Adak olarak belirtilmiş. MENZUT Haris kimse. MER f. Elli (Sayısı). Hamsin. (50) ME'R Katı, şiddetli, şedid. * Fesad. MER' (C: Müru') Er, erkek. * Güzel manzara. MER' Ot çok olmak. MERA (C: Merâyâ) Sütü çok olan dişi deve. MERA Boş yer. * Otsuz yer. ME-RA f. Beni. Benim. Bana. MER'A Aynalar. MER'A Hayvanların otladığı yer. Kır. Mera. Çayırlık. Otlak. MERAA Ucuzluk. MER'ABE Ansızın olarak birdenbire korkutmak. * Tenha ve korkunç yer. MERABİ' (Mürabba. C.) Mürabbalar, kareler. * (Merba. C.) İlkbaharda oturulan evler. MERABİH (Ribh. den) Ticâretten elde edilen kazançlar. MERACİ' (Merci. C.) Rücu edilecek ve dönülecek yerler. * Mürâcaat edilerek başvurulacak kimse veya yerler. MERAD Boğaz. * Talep mevzii, isteme yeri. MERADET Kuvvetlilik, kavilik. Salâbet. MERAE Hazmetmek. * Güzel manzara. MERAFIK (Mirfak. C.) Dirsekler. * Ev kilerleri. * Mutfaklar. MERAG Davar ağnanmak ve toprağa yuvarlanmak. MERAH (C.: Merahân) Aşırı derecede sevinme. MERAH Yer. Mekân. * Sevinç. * Rahat edilecek yer. * Meşhur bir nahiv kitabının ismi. MERAHİL (Merhale. C.) Menziller, merhaleler, konaklar, duraklar. MERAHİL-İ BAÎDE Uzak konaklar. Uzak menziller. MERAHİLPEYMA f. Seyyah, yolcu. Seyahat eden kimse. MERAHİM (Merhem. C.) Merhemler. MERAHİM (Merhamet. C.) Acımalar, merhametler. MERAÎ (Mer'a. C.) Otlaklar, çayırlıklar. MERAÎ (Mir'at. C.) Aynalar, mir'atlar. MERAK Etsuyu. * Çorba. MERAK Bir şeyi öğrenmek istemek. Çok şiddetli arzu. Heves. Düşkünlük. * Dalgınlık. Kara sevdâ. * Kuruntu, telâş. İç sıkıntısı. İç darlığı.(... Merak, hastalığı ziyade ettiği gibi hikmet-i İlâhiyeyi ittiham ve rahmet-i İlâhiyeyi tenkid ve Hâlik-ı Rahiminden şekva hükmünde olduğu için aksi maksadiyle tokad yer, hastalığı ziyadeleşir. L.) MERAKÂVER f. Merak verici. Düşündürücü. Meraklandırcı. MERAK-ÂVER Merak verici. Merak veren. MERAKIM (Mirkam. C.) Kalemler. Yazma işinde kullanılan âletler. MERAKÎ Vesvese ve kuruntu içinde bulunan kimse. * (Mirkat. C.) Merdivenler, basamaklar. MERAKİB (Merâkibe) (Araba, at, kayık, vapur gibi) binecek vasıtalar. Merkebler. MERAKİB-İ BAHRİYE Vapur, gemi, tekne, kayık vs. gibi deniz nakil vâsıtaları. MERAKİB-İ BERRİYE Araba, otomobil, kamyon, at vs. gibi kara nakil vasıtaları. MERAKİD (Merkad. C.) Merkadlar, kabirler, mezarlar. MERAKİZ Merkezler. Karargâhlar. Karar yerleri. MERAL (Aslı, marâl'dır) Ceylan, karaca, dişi geyik. MERAM Maksad. Niyet. Arzu. İstek. İçten tasarlanan. MERAMBAHŞ f. Bir kimseye isteyip arzuladığı şeyi veren. MERAMİ (Mermi. C.) Mermi atma yeri. Mermiler. * Nişan okları. MERAMİR Çok etli, şişman kişi. MERANET Yumuşaklık. * Bir mâdenin çekiç vasıtası ile dövüldüğünde yayılması vasfı. MERARE (C: Merâir) Öd kesesi. MERARET Acılık. Tatsızlık. MERARET-İ ESARET Esirliğin acılığı. MERASET şiddet. MERASÎ (Mersâ. C.) Limanlar. Gemilerin sığınıp barındıkları yerler. MERASÎ (Mersiye. C.) Mersiyeler, ağıtlar. MERASİD (Mersad. C.) Gözetleme yerleri, rasat yerleri. MERASİM (Mersem. C.) Resmi merasimler. Âdet hükmündeki gösterişler. Resmi muameleler. * Şiveler. Âdetler. MERAŞİD (Merşed. C.) Gaye ve maksada ulaştıran doğru yollar. MERATİ' (Merta. C.) Çayırlıklar, mer'alar, otlaklar. MERATİB Mertebeler. Basamaklar. Kademeler. Dereceler. MERATİB-İ HAYAT Hayat mertebeleri.(Birinci sual: Hz. Hızır (A.S.) hayatta mıdır? Hayatta ise niçin bazı mühim ulema hayatını kabul etmiyorlar?Elcevap : Hayattadır, fakat merâtib-i hayat beş'tir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten bazı ulemâ, hayatında şüphe etmişler.Birinci Tabaka-i Hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıtlarla mukayyeddir.İkinci Tabaka-i Hayat : Hz. Hızır ve İlyas Aleyhimesselâmın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yâni bir vakitte pekçok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levâzımatiyle daimi mukayyed değillerdir. Bazan istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde ehl-i şuhud ve keşif olan evliyânın, Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Hattâ makamat-ı velâyette bir makam vardır ki, "Makam-ı Hızır" tâbir edilir. O makama gelen bir veli, Hızırdan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bâzan o makam sahibi yanlış olarak, ayn-ı Hızır telâkki olunur.Üçüncü Tabaka-i Hayat : Hazret-i İdris ve İsa Aleyhimesselâmın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüd ile, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letafet kesbederler. Adeta beden-i misali letâfetinde ve cesed-i necmi nuraniyetinde olan cism-i dünyevileriyle semavatta bulunurlar. Ahirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek meâlindeki hadisin sırrı şudur ki: Ahirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfriye ve inkâr-ı Uluhiyete karşı İsevilik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılab edeceği bir sırada, nasıl ki isevilik şahs-ı mânevisi, Vahy-i Semâvi kılınciyle o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevisini öldürür; öyle de: Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, İsevilik şahs-ı mânevisini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevisini temsil eden deccalı öldürür... yâni inkâr-ı Uluhiyet fikrini öldürecek.Dördüncü Tabaka-i Hayat : Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur'anla şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet, şüheda, hayat-ı dünyevilerini tarik-ı hakta feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak kemâl-i kereminden onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı Alem-i Berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar.. yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar.. kemal-i saadetle mütelezziz oluyorlar.. ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir, fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saâdet, şühedanın lezzetine yetişmez. Nasıl ki iki adam bir rü'yada Cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rü'yada olduğunu bilir. Aldığı keyf ve lezzet pek noksandır. "Ben uyansam şu lezzet kaçacak" diye düşünür. Diğeri rü'yada olduğunu bilmiyor, hakiki lezzet ile hakiki saâdete mazhar olur.İşte Alem-i Berzahtaki emvât ve şühedanın hayat-ı berzahiyyeden istifadeleri, öyle farklıdır. Hadsiz vâkıatla ve rivâyatla şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sâbit ve kat'idir. Hattâ Seyyidüşşüheda olan Hazret-i Hamza Radıyallahü Anh, mükerrer vâkıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevi işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vâkıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve isbat edilmiş. Hatta ben kendim Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rü'ya-yı sâdıkada, taht-el-Arz bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O, beni ölmüş biliyormuş. Benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor; fakat, Rus'un istilâsından çekindiği için, yer altında kendine güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz'i rü'ya, bâzı şerait ve emârâtla, geçen hakikata, bana şuhud derecesinde bir kanaat vermiştir.Beşinci Tabaka-i Hayat : Ehl-i kuburun hayat-ı ruhânileridir. Evet mevt; tebdil-i mekândır, ıtlâk-ı ruhtur, vazifeden terhistir. İdam ve adem ve fena değildir. Hadsiz vâkıatla ervâh-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri.. ve sâir ehl-i kuburun yakazaten ve menâmen bizlerle münasebetleri ve vâkıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delâil, o tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Zâten beka-i ruha dair "Yirmidokuzuncu Söz" bu tabaka-i hayatı delâil-i kat'iyye ile isbat etmiştir. M.) MERATİB-İ İLİM Bilmek mertebeleri. (Bak: Dimağ) MERAVİH (Mirvaha. C.) Yelpâzeler. MERAVİH (Mirvaha. C.) Etrâfı açık ve rüzgârlı yerler. Çöller, sahralar. Ovalar. MERAYA Aynalar. Mir'âtlar. * Tıb: Hayvanın memeye süt gelen damarları. MERAZİBE (Merzuban. C.) Serhat beylerbeyi. MERBA' (C.: Merâbi') (Rebi'. den) Yazlık. Yazın oturulan mesken. MERBAA (MURABBAA) Dört bucaklı. * Dört katlı. MERBA'-NİŞİN f. Yazlıkta oturan. MERBAT Davar bağlayacak yer. Ahır, ağıl. * Manastır. * Tekke. MERBU' Orta boylu olan. MERBU' Köle, kul, memlük. MERBUB Köle, kul. MERBUT Bağlı. Rabtedilmiş. Mensub. Ekli. Ulaşmış, bitişmiş, bitişik. MERBUTAN Merbut olarak. Bağlanmış ve ekli olarak. MERBUTÂT (Merbut. C.) Rabt olunup bağlanmış şeyler. Ekli ve bağlı şeyler. MERBUTİYYET Bağlılık. Mensub oluş. Mensubiyyet. Eklilik. MERC (Merec) Katıştırmak. * Kararsızlık. * Iztırab. * Bozulmak. * Boşa gitmek. * Serbest bırakmak, salıvermek. * Hayvanların salındığı otlak. MERCAN Denizde geniş resif meydana getiren ve mercanlar takımının örneği olan hayvan ve bunun kalkerli yatağından çıkarılan çoğu kırmızı renkte ve ince dal şeklinde bir madde. Bu madde boncuk gibi süs eşyası olarak kullanılır. Mercanlar ancak 40 metre kadar derinlikte yaşayabilirler. MERCANE Mercan tanesi. (Bak: Mercan) MERCEFAN Leğen ve ibrik. MERCİ' Merkez. Kaynak. Baş vurulacak yer. Müracaat edilecek yer. Dönülecek yer. Sığınılacak yer. * Söylenen sözün kendine fayda verdiği kimse. MERCİ'-İ KÜLL Bütün işler için müracaat edilen makam. MERCİ'-İ RESMÎ Bir idare veya memurun bağlı bulunduğu üst makam. MERCİ'-İ RÜ'YET Bir işin görülmesi için başvurulan yer. MERCU Ümid edilen. Ümid edilmiş. Rica olunan. MERCU' Geri döndürülmüş olan. MERCUH (Rüchân. dan) Başkası ona tercih edilmiş olan. * Fık: Mahkemede hasmından evvel müddeasını isbata salâhiyyetli olmayan şahıs. Evvelâ hak iddiaya salâhiyetli olan râcih, ikinci derecede iddiaya sahib olan ise mercuh olur. MERCUM(E) (Recm. den) Recmolunmuş. Taşlanmış, taşa tutulmuş. MERD Misvak ağacının yemişi. * Emmek. * Silmek. Mesh etmek. MERD f. Adam. Kişi. İnsan. Erkek. Sözünün eri. MERDA Yaralılar. Hastalar. MERDA' (C: Merâd) Ot bitmeyen kumlu yer. MERDAN (Merd. C.) Merdler. İnsanlar, erkekler, yiğitler. MERDANE f. Erkekçesine. Merdcesine. Er'e yakışır surette. * Matbaada baskı, baskı makinelerinde ve ofset makinelerinde ise plâteye değerek mürekkeb vermek; ve toprağı bastırmak gibi çeşitli işlerde kullanılan silindir. * Yufka açmağa yarıyan oklava. * Erkek ayakkabısı. MERDANEGÎ f. Cesurluk, yiğitlik, merdlik, erkeklik. MERDBAZ f. Merd olmayan. Nâmerd. Sözünde durmayan. (:::). MERDBEÇE f. Yiğit oğlu yiğit. Merd oğlu merd. MERDEGA (C: Merâdıg) Boğaz ile göğüs arası. MERDEKUŞ Merzencüş otu. MERDÎ f. Erlik, erkeklik. * Merdlik, cesurluk, yiğitlik. * İnsanlık, hamiyet. MERD-İ GARİB Yabancı yerlere, gurbete düşmüş kişi. MERDİVEN (Bak: Nerdbân) MERDİYE (Bak: Marziye) MERDUD Reddolunmuş. Kabul edilmemiş. Geri döndürülmüş. Kovulmuş. (Namaz kılmayan hâindir, hâinin hükmü merduddur.) MERDUDİYET Merdudluk. Kovulmuşluk, geri çevrilmişlik. MERDUD-ÜŞ ŞEHÂDET Şahitlikleri kabul edilmiyenler. * Fâsık, yani devamlı günah işleyenler, yalan söyleyenler, müslümanları aldatan kimseler merdud-üş şehâdettir. MERDÜM f. İnsan. Adam. MERDÜMAN (Merdüm. C.) f. İnsanlar, kişiler, adamlar. MERDÜM-AZAR f. İnsanları inciten. Halka eziyet veren. MERDÜME f. Gözbebeği. MERDÜMEK f. Küçük adam. Bebek. MERDÜMGİRİZ İnsanlardan sıkılan, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteyen. MERDÜMHAR f. Yamyam. * İnsan eti yiyen vahşi hayvan. MERDÜMÎ f. Adamlık, insanlık. MERDÜM-İ ÇEŞM Gözbebeği. MERDÜMKÜŞ f. Katil. Adam öldüren. İnsan katleden. MERDÜMZAD f. İnsan oğlu. Beni Adem. MER'E (Mer'et) Kadın. Zen. MEREB İnsan toplanan yer.ME'REBE $ (Me'ribe) : (C: Meârib) İhtiyaç. * Ümitli bulunma. Ümitvar olmak. MEREC Kararsız ve mütehayyir olma. * Mecburi olma. MERED Kötülükte inad. * Sakal belirmemek, sakal çıkmamak. MEREDE (Mârid. C.) İnadçılar, muannidler, direnenler. MEREHAN Sevinç, ferah, sürur. * Zayıf olma. * Fâsid olmak. * Kurumak. MEREK Köy evlerinin yanında ot, saman ve yaprak gibi şeylerin ve umumiyetle hayvan yiyeceklerinin muhafazasına mahsus kârgir veya kerpiçten yapılmış bina. Samanlık. MEREMMET Onarma, tamir. * Üstünkörü tamir edip onarma. MERERE (C: Merirât) Sert bükülmüş kıvrık ip. * Arsa. MERESE (C: Mires-Emrâs) İp. MERFAK Yumuşak yer. MERFU' Yükseltilmiş. Yüksekte. Terfi ettirilmiş. Ref' olunmuş. * Hükümsüz bırakılmış. * Gr: Zamme ile harekelenmiş harf. Yani: Harfin harekesi, ötre (mazmum) "u, ü, o, ö şeklinde" okunan harf. MERFUÂT Bir yerde kullanılmak için kaldırılan eski eşya. * Gr: Mazmum olan, zamme ile harekelenmiş kelimeler. MERFUD İhsan edilmiş, armağan olarak verilmiş, bağışlanmış şey. MERG Tükrük. * Salya. MERG f. Çayır. * Sebze. MERG f. Ölüm, mevt. MERGÂ MERG f. Umumi vebâ hastalığı. MERGÂ MERGÎ Hastalıktan dolayı umumi ölüm. MERGAM (C: Merâgım) Girecek ve kaçacak yer. MERGAME Kahretmek. * Galip olmak. MERGUB(E) Rağbet edilmiş. Beğenilmiş. Çok kıymet verilen. Çokları tarafından istenen. MERGUL (Mergule) Kıvrılmış veya bükülmüş saç. Kıvırcık saç. * Ahenkli ses. * Kuş sesi. MERGZAR f. Çayırlık, çimenli ve sulak yer. Mer'a. MERH Fesâd. MERH Un yoğurmak. * Deriye ve gövdeye yağ sürmek. * Yağ ile oğmak. * Bir yeşil ağaç. MERHA (C: Merâhi) Değirmen yeri. MERHA Gözüne sürme çekmeyi âdet edinmeyen kadın. MERHABA Şâdlık, neşeli oluş. * Genişlik, vüs'at. * Müslümanlar arasında bir nevi selâmlaşma kelimesi olup, "rahat olunuz, serbest olun, hoş geldiniz" mânasında söylenir. * Nazımda medholunan kimseye hitâb olarak kullanılır. MERHALE (Rihlet. den) Menzil. Konak. * İki konak arası mesafe. * Bir günlük yol. * Derece, kademe. MERHALENİŞİN f. Seyyah, yolcu, turist. MERHAMET (Rahm. den) Acımak, şefkat göstermek. Korumak, iyilik etmek. Biçârelere yardımda bulunmak. Esirgemek. MERHAMETBAHŞ f. Merhamet eden. Merhametli. MERHAMET-DİSAR Çok merhametli, acıma hissi fazla olan. MERHAMETEN Acı(Zeker), merhamet ederek. MERHAMETGÜSTER f. Merhametli, merhamet edip acıyan. MERHAMETPENAH f. Merhametli. MERHAMETPERVER f. Merhametli, esirgeyici, acıyan. MERHAMETPERVERANE f. Acıma ve şefkat ile, esirgeyip acımak suretiyle. MERHAMETPERVERÎ f. Merhametlilik, esirgeyicilik. MERHAMETŞİAR f. Çok merhametli. MERHAMETŞİARÎ f. Merhametlilik, merhametli oluş. MERHAZ (C: Merâhiz) Don yıkayacak yer. * Abdest alacak yer. MERHEB (C: Merahib) Kaçacak yer. MERHEM Melhem. Deriye, yaraya sürülen ilâç. * Mc: Acıyı teskin eden şey. * Kederi, derdi gideren. MERHEMSÂ(Y) f. Merhem süren. Çare ve deva bulan. MERHEMSÂZ f. Çare bulan. Merhemci, ilâç yapan. MERHEMSÂZÎ f. Çare buluculuk. MERHESA (C: Merâhis) Mertebe, derece. MERHUB Korkulan ve kendisinden kaçılan şey. * Aslan. MERHUM (Rahm. den) Kendine rahmet edilmiş. * Rahmete kavuşmuş. Dünyanın sıkıcı ahvâlinden kurtulup rahmet-i İlâhiyeye kavuşmuş olan. Dünya imtihanından kurtulup, vazifesini bitirmiş, paydosa kavuşmuş olan. (Vefat etmiş müslüman hakkında söylenir.) MERHUME Vefât etmiş, rahmete kavuşmuş kadın. MERHUN (Rehin. den) Rehin edilmiş olan. Ödünç alınan bir şeyi teminata bağlamak için, onun yerine verilen herhangi bir şey. * Belirli müddetle bir şeye bağlı olan. * Edb: Mânası diğer beyit ile tamamlanan beyit. MERHUZ Yıkanmış, gusül etmiş. MERİ' (C: Emrâ-Emru) Otu çok olan yer. * Ucuzluk olan yer. MER'Î Görmeğe âid. Görünür olan. Gözle görülen. Manzara. MER'Î (Mer'iyye) Riayet edilen, hükmü geçen. Makbul sayılan, hürmet edilen. MERİC Çalkantılı, dalgalı. MERÎC Muzdarip, sıkıntılı. * Çeşitli nesne, muhtelif. Karışık, muhtelit. MERÎD Katı, yoğun. Güçlü, kuvvetli kimse. * Süt içinde ıslatılıp yumuşatılan hurma. * Baş kaldıran. Sadece fesadlık çıkaran. İnatçı. Şerli. Haddini aşmakta, azgınlıkta ve günahkârlıkta çok ileri gitmiş olan. MERİDYEN (Bak: Hatt-ı nısf-un nehar) MERİH Beyaz servi. MERİH Koz: Güneş etrafında seyreden seyyarelerden dünyadan sonra güneşe en yakın olanı. (Aslı: Merrih veya Mirrih okunur.) * Mars. MERİK Usfur otu. MERİN Hal, durum. * Ahlâk. MERİR (C: Merâyir) Uzun ve sağlam ip. MERİRA (MARURE) Buğday arasında olan acı bir tohum. MERİRE Azimet. (Ruhsat'ın zıddıdır) MERİŞ Üzerinde kuş tüyü olan nesne. MER'İYYAT (Mer'î. C.) Gözle görülen şeyler. MER'İYYET Mer'î oluş. Makbul olma. Muteber olma. Hükmü geçer olma. MER'İYY-ÜL HÂTIR İtibarlı. Sözü geçer. MERK Kokmuş deri. * Derinin yününü yolmak. * Kazımak. * Nüfuz etmek, içine işlemek. MERK f. (Bak: Merg) MERKAAN Ahmak kimse. MERKAB Gözetleme yeri. MERKAD Uyku yeri. Yatacak yer. * Mezar, kabir. MERKAŞ Bir şeyin üstünde siyah ve beyaz noktalar olması. MERKAT (Bak: Mirkat) MERKEB (Rekb. den) Binilen vâsıta. Binilen şey. * Eşek. MERKEL (C: Merâkil) Yol. * Hayvan üstüne binen kimsenin iki tarafından ayağı dibindeki yer. MERKEZ (Rekz. den) Bir şeyin ortası. Vasat. Yol. Durum, vaziyet. Hal, suret. * Şubeleri bulunan bir teşkilâtın idâre olunduğu ve emir veren yeri, makamı. Bir şeyin en işlek yeri. Teşkilât olan yerin en yüksek makamı. * Geo: Dairenin orta noktası. Çaplarının kesim noktası. MERKEZÎ (Merkeziye) Merkeze mensub. Merkezde bulunan. Merkezle alâkalı. MERKEZ-İ ÂLEM Güneş, şems. MERKEZ-İ ARZ Arzın merkezi. Dünyanın merkezi, iç tarafı. MERKEZ-İ DEVR Hareket eden bir cismin, etrafında devrettiği nokta. MERKEZ-İ SIKLET Ağırlık merkezi. MERKEZ-İ TEŞRİ' Kanun yapma merkezi. MERKEZİYYET İşlek yerde, merkezde bulunmuş olmak. * Bütün işlerin bir yerden idare edilir olması, merkezleştirilmesi. MERKU' Eski, yırtılmış elbise. MERKUB (Rükub. dan) Üzerine binilmiş, bindirilmiş. * Üzerine binilen hayvan veya nakil vasıtası. MERKUM Cem'olmuş, toplanmış, birikmiş. MERKUM (Rakam. dan) Yazılmış. Adı geçmiş. Rakamla söylenmiş. Sayılmış. * Basit ve âdi insan. (Bak: Mezbur) MERKUN Büyük havuz. MERKUZ Tahrik olunmuş, harekete getirilmiş. * Ayakla tepilmiş. MERKUZ (Rekz. den) Dikilmiş. Saplanmış. Batırılmış. Sâbit kılınmış. MERKUZİYET Dikilme, saplanma. MERMA(T) Etli, şişman kadın. MERMAHUR Bir cins güzel koku. MERMAK Yaramaz nesne. MERMARE (MERMURE) Yumuşak vücutlu kadın. MERMAZ (C: Merâmız) Harâretinden, üzerindeki yanacak gibi olan kumluk yer. MERMERÎS Zahmet, meşakkat. MERMİ (Remiy. den) Atılmış. * Ateşli silâhlar içine konan kurşun, gülle. Fişek. MERMİYAT (Mermi. C.) Atılmış şeyler. * Ateşli silâhlarda atılan tâneler, mermiler. MERMUK Mahfuz, hıfzolunmuş. MERMUZ (Remz. den) Açıktan belirtilmeyip, işaret ve remz ile anlatılan. İmâ edilmiş olan. MERMUZAT (Mermuz. C.) İşaret ve remz ile anlatılan şeyler. MERMUZE (C.: Mermuzât) İşaretle anlatılmış. Remzolunmuş. Açıktan değil de işaretle anlatılmış şeyler. (Bak: Mermuz) MERN (C: Emrân) Kürek. MERNEA Ucuzluk. MERNUSA Mübârek. MERR Geçmek. Mürur etmek. * İp. * Bel dedikleri âlet. * Demir külünk. MERRAT Kerrât. Kerreler. Birçok def'alar. MERRE Bir hareketin bir defa olduğunu bildiren fiil. Def'a. Kerre. MERRE-İ VÂHİDE Bir defa. Bir kere. MERRETEN BA'DE UHRÂ Diğerinden sonra, tekrar. MERS Ekmeği suyla ıslatmak. MERSA (C: Merâsi) Liman. Gemilerin demir atıp barındığı yer. MERSAD Rasad yeri. Gözetleme yeri. (Bak: Mirsâd) MERSA-YI KOSTANTİNİYYE İstanbul limanı. MERSED Arslan, esed. MERSEN Burun. MERSİN (MERSİNÎ) Mersin ağacı. MERSİYE Birisinin ölümü hakkında yazılan, teessürü anlatan manzume. MERSİYEHÂN f. Ağıt okuyan. Mersiye söyliyen. MERSİYEKÂR f. Ağıtçı. Ağıt ve mersiye okuyan. MERSUD Birbiri üstüne yığılmış kumaş. MERSUD Rasad olunmuş, ölçülüp biçilmiş, hesab edilmiş. MERSUM (Resm. den) Yazılmış, çizilmiş. Alâmetli, işaretli. * An'ane, gelenek, örf ü âdât. * Adı ve bahsi geçmiş. Bahsedilmiş. MERSUS Sağlam yapı. Birbirine kenetlenmiş, kurşun veya lehim ile birbirine bağlanmış sağlam yapı. MERŞ (MARŞ) (C.: Müruş) Tırnak ucuyla deriyi yırtmak. * Yağmur suyunun durmayıp üzerinden çabuk geçtiği yer. * İncitici söz. MERŞA' Her hayvanın yavuzu ve yırtıcısı. * Otu çok olan yer. MERŞE Yuvarlak cisim. MERŞED Hakiki maksada ulaştıran doğru yol. MERŞUŞ Saçılmış, dağılmış. MERT f. Çevik, zinde, hareketli. MERTA Sür'atle yelmek. Seğirtmek. MERTA' Otlak, çayır, mer'a, çimen. MERTEBA' Dağ üstünde olan yüksek yer. MERTEBE Derece. Basamak. Rütbe. Pâye. MERTEBE-İ ÂLİYE Yüksek derece, âli mertebe. MERTEBE-İ BÂLÂ Üst derece. MERTEBE-İ KUSVÂ En son derece. MERTUB (Ratb. dan) Rütubetli, ıslak, nemli, yaş. MERTUM Zor bir işi yapmağa memur edilmiş olan. MERTUM Kırılmış, parça parça olmuş, ufalanmış. MERTUS Bir fesleğen çeşidi. MER'UB (Ru'b. dan) Ürkmüş, korkmuş. MER'UBEN Ürkerek, korkarak, korku ile. MERUE Hazmetmek. ME'RUŞ Yer. Arz. Yeryüzü. ME'RUZA Ağaç kurdunun yediği ağaç. MERV Bir cins güzel koku. MERVAHA (C.: Merâvih) Ova, çöl. Her tarafından rüzgâr esen yer. MERVE Mekke-i Mükerreme'de bir tepenin adı olup hacılar, Merve ile Safâ arasında yedi def'a gidip gelirler. Bu, haccın rükünlerindendir. Bu gidip gelmeye "sa'y" denir. MERVEB (C: Merâvib) Yoğurt koydukları kap, yoğurt kabı. MERVEHA (C.: Merâvih) Ova, sahrâ. MERVÎ Rivâyet edilen. Anlatılan. Nakledilen. MERVİYAT (Mervi. C.) Rivayet olunmuş şeyler. Kulaktan kulağa söylenerek gelmiş olan sözler. MERY Sağılır davarın memesini meshedip sağmak. MERYEM İsâ Aleyhisselâmın annesinin adı. (Süryânicede hâdim mânasınadır) (Bak: Zekeriyya) MERYEM SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 19. Suresidir. MERZ Parmak ucuyla çimdiklemek ve tırmalamak. MERZ f. Toprak, yer. * Sınır, hudut. MERZA (Mariz. C.) Hastalıklar, illetler. Hastalar. MERZA' Meme. MERZAGA Bataklık, çamur. MERZAT Rıza, hoşnutluk. Râzı olma, kabul etme. MERZBAN f. Sınır muhafızı, hudut muhafızı. Sınır beyi, vâli. MERZBUM f. Hududu belli olan memleket. MERZE Hamur parçası. MERZEGAN f. Cehennem. * Mangal. * Kabristan, mezarlık. MERZENCUŞ Bir ot cinsi. MERZGUN f. Tenâsül organı. MERZÎ (Bak: Marzi) MERZİH Şiddetli ses. MERZUBAN (C: Merazibe) Mecusiler reisi. MERZUF Ateş ile kızmış taş üzerinde pişirdikleri et. MERZUK Rızıklanmış, ihtiyaçları verilmiş. * Bahtiyar. Saadetli, mutlu. MERZUKİYYET Rızıklanış. Bütün mahlukatın rızkını bulması hali. MERZUL Rezil ve kepaze edilmiş. MERZUZ Dövülmüş. * Parçalanmış. MERZÜBUM f. İklim. MERZVAN f. Hudut muhafızı, sınır beyi. ME'S İnsanların arasını bozmak, araya fesad sokmak. MESA Akşam. Akşam vakti. Akşam olmak. * Gamlı olmak. * Öğleden güneş batıncaya kadarki vakit. MES'A Çirkin yürümek. MES'A (C. Mesâi) "Sa'y: Çalışma" manasına mimli masdar. MESA' Kuyumcu eşyası. MESAB Rücu edecek, geri dönecek yer. Kuyu ağzında su çeken kimsenin durduğu yer. * Havuz ortası. * Suyun biriktiği yer. MESABE Derece. Menzile. Rütbe. * Sevab yeri. * Merci, melce'. MESABİH (Misbah. C.) Lâmbalar. Fenerler. Siraclar. MESACİD Mescidler. Namazgâhlar. Küçük namaz yerleri. MES'AD Merdiven. İp merdiven. MES'ADET Bahtiyarlık. Saadete sebeb olacak haslet. İyilik. MESAET Fena ve kötü bir iş yapma. Fenalık etme. MESAFAT (Mesâfe. C.) Mesafeler. Uzaklıklar. MESÂFÂT-I BAİDE Uzak mesafeler. MESAFE Uzaklık. Uzunluk. * Ara. * Bir nevi uzaklık ölçme usulü. MESAFF (Saff. dan) (C.: Mesâff) Sıra sıra dizilme yeri. MESAFİR (Mesfer. C.) Bir şeyin görülen tarafları. MESAG Açlık. * Geçmesi kolay olan. * İtibar, değer. * İzin. Müsaade. Ruhsat, cevaz. MESAG-İ KANUNÎ Kanunen izin ve ruhsat verilmiş. MESAG-İ ŞER'Î Şeriatın verdiği izin. MESAH (MÜSUHA) Yemeğin tatsız ve tuzsuz olması. MESAHA Genişlik. * Genişlik ölçme. MESAHİF Sahifeler. Kitap sahifeleri. * Kur'anlar. Mushaflar. MESAİ Çalışma. Çalışmalar. * İş zamanı. MESAİB Musibetler. * Güçlükler. MESAİB Felâketler. Uğursuzluklar. Suubetler. Güçlükler. MESAİB-İ DÜNYEVİYE Dünya musibetleri ve güçlükleri. MESAİD (Mesâdet. C.) Saâdet ve mutluluğa sebep olan hâl ve ahlâklar. MESAİD (Mas'ad. C.) (Sayd. dan) Av yerleri. MESAİD (Mas'ad. C.) Yukarı çıkacak yerler. MESAİ-İ CEMİLE Güzel çalışmalar. MESAİL Mes'eleler. MESAİL-İ AMÎKA Derin mevzular. Derin mes'eleler. MESAİL-İ DİNİYE Dinî mes'eleler. MESAİL-İ HİLAFİYE İhtilaf mevzuu olan mes'eleler. MESAİL-İ HUKUKİYE Hukuk meseleleri. MESAİL-İ İMANİYE İmanî mes'eleler. MESAİL-İ ŞETTA Dağınık mes'eleler, maddeler. MESAİR (Mis'ar. C.) Ateşi karıştırmağa yarıyan demirler. MESAJ Fr. Sözle veya yazı ile gönderilen haber. * Bir devlet adamının veya makam sahibi şahsiyetin, diğer bir şahsiyete veya cemaate gönderdiği yazılı haber. MESAK Bir şey ileri sürmek. * Sevk edilecek yer. MESAK-I KELÂM Kelâmın sevk edildiği yer, maksad. MESAKIB (Miskab C.) Delme âletleri, matkablar. MESAKIL (Mıskal. C.) Cilâlayan veya parlatan âletler. MESAKIT (Maskat ve Maskıt. C.) Bir şeyin düştüğü yerler. * İnsanın doğduğu yerler. MESAKÎL (Miskal. C.) Miskaller, 1,43 dirhemlik ağırlık ölçüleri. MESAKİN Meskenler. Oturacak yerler. MESAKÎN (Miskin. C.) Ziyadesiyle fakir olanlar. Miskinler. Uyuşuklar. Zavallı, fakir kimseler. * Oturanlar. MES'AL Boğazda öksürecek yer. MESA'LEBE Tilkisi çok olan yer. MESALİB Eksiklikler. Ayıplar. Kusurlar. MESALİH (Maslahat. C.) Maslahatlar. İşler. MESALİH-İ MÜRSELE (Bak: Maslahat-ı mürsele) MESALİK (Meslek. C.) Meslekler. Tutulan yollar. Süluk edilen yollar. MESALL Kabından çıkmış nesne. MESAM (Mesâmet) Duracak yer. MESAMAT (Bak: Mesammât) MESAMİ' (Misma'. C.) Kulaklar. * İşitme âletleri. MESAMİR (Mismar. C.) Mıhlar, çiviler. MESAMM (Mesemm. C.) İnsan veya hayvan cildi üzerindeki teneffüse yarayan küçük delikler, gözenekler. MESAMMÂT (Mesâmm. C.) Mesammlar. Delikler, gözenekler. MESAMM-ÜL CİLD Tıb: Cilt üzerindeki küçük delikler. MESANE Sidik torbası. Sidik kavuğu. MESANÎ (Mesnâ. C.) Bir şeyin tekrarı. İki. Çift. Mükerrer. MESANİD (Mesned. C.) Mesnedler. Dereceler. Rütbe ve mevkiler. MESANİD-İ ÂLİYE Yüksek rütbeler, âli mevkiler. ME'SAR (C.: Meâsır) Hapsetmek. * Hapsedecek yer. MESARİB (Mesrebe. C.) Otlaklar, çayırlar, mer'alar. * Karından göğüse kadar olan yerde biten kıllar. MESARİH (Mesrah. C.) Çayırlar, otlaklar, mer'alar. MESARR (Meserret. C.) Sevinçler, meserretler. Sürurlar. Zevkler. MESAS Esas, asıl, kök. MESATIR (Mistar. C.) Cetveller, mistarlar. Çizgi çizme için kullanılan âletler. MESAVİ (Su'. C.) Kötü haller. Fenalıklar. Seyyieler. (Mehâsinin zıddı.) MESAVİ (Mesvâ. C.) Meskenler. Haneler. Evler. MESAVİ-İ MEDENİYYET Medeniyyetin fenalıkları, kötülükleri. (İsraf ve sefahet gibi) MESAVİK Misvaklar. MESBAA Yırtıcı ve vahşi hayvanların çok olduğu yer. MESBAH Doğacak yer ve zaman. Tulu' edecek yer. Tulu' edecek vakit. MESBE' Şarabı satın almak. * Dağ içinde olan yol. MESBERE Kadının veled getirdiği yer. * Devenin yavruladığı yer. MESBUK Geçmiş. * Sebkedilmiş. Arkada bırakılmış. Başkasından geri kalmış. * İlmihalde: Evvelce imamla namaza durmamış olup, sonradan imama uyan. MESBUK (Sebk. den) Kalıba dökülmüş. MESBUK-UL EMSÂL Benzerleri ve emsali önceleri de görülmüş ve geçmiş. MESBUK-ÜL HİDME Hizmet ve emeği geçmiş. MESBUK-ÜZ ZİKR Adı ve zikri geçmiş, bahsedilmiş. MESBUT Meyyit, ölü. * Deli, aklı gitmiş. MESCEN Cezaevi, zindan, hapishâne. MESCİD Secde edilen yer. Namazgâh. Cami yerine kullanılan namaz yeri. MESCİD-İ AKSÂ Kudüs'te çok eskiden gelen peygamberlerin (A.S.) yaptırdıkları mâbed. MESCİD-İ HARAM Mekke-i Mükerreme'de ve içinde Kâbe'nin bulunduğu en büyük, mukaddes ibadet yeri. (Bak: Kâbe) MESCUD Secde edilmiş. Kendisine secde edilmiş olan. Allah (C.C.) MESCUM Saçılmış, dökülmüş. MESCUN Hapsedilmiş. MESCUR Sulu süt. * Dizilmiş salkım olmuş inci. * Yanmış. * Kızdırılmış. * Doldurulmuş. Taşkın su. * Alevli ateş, kızgın fırın. * Deniz. * Boş. * Muhtelit. * Mc: Firavun'un battığı deniz. MESD İp bükmek. MESDUD Seddedilmiş. Kapatılmış. Hududlanmış. MESDUL Salıverilmiş, serbest bırakılmış. MESED Hurma lifi. * Liften yapılan ip. * Deve kılından ve yününden yapılan urgan. * Yemen diyarında biten bir ağacın adı. * Bağ. ME'SEDE Arslanlı yer. MESEKE (C: Misek) Fil kemiğinden veya deniz boğası kemiğinden yapılan bilezik. MESEL Bir umumi kaideye delâlet eden meşhur söz. Ata sözü. İbretli ve küçük hikâye. * Dokunaklı ve mânalı söz. * Benzer. Misil. * Delil. Hüccet. MESEL Suyun aktığı yer. MESELA Misal olarak, söz gelişi, şunun gibi, örnek tarzında. MESELE Gölgelik. MES'ELE Düşünülecek iş ve husus. Halledilmesi lâzım iş. Ehemmiyetli iş. * Savaş, muharebe, ceng, harp. MES'ELE-İ HİLÂFİYE Hakkında ihtilaf bulunan mes'ele. (Bak: Hilâf) MESELEN Misâl ve örnek olarak. Söz gelişi. Meselâ. MESEL-UL A'LÂ En kıymetli, en güzel misal. En güzel ta'rif ve söz. ME'SEM (Me'seme) Günah. Kabahat, suç. MESEMM (C.: Mesâmm) Tıb: Cild üzerindeki küçük delik. Gözenek. MESEMME (C.: Mesâmm-Mesâmmât) Ciltteki ufak delik. Gözenek. MESEN Kişinin bevlini tutmaya âciz olması. Bir kimsenin, idrarını tutamaması. MESER f. Soğuk, berd. * Buz. ME'SERE (Meâsir) Eskiden kalma güzel eser. * Cömertlik. * Güzel hareket ve fiil. MESERRAT (Meserret. C.) Meserretler, sevinçler, sürurlar. MESERRET Sevinç. şenlik. Sürur. MESERRETÂVER f. Sevinç ve meserret getiren. Sürurlandıran. Sevindiren. Sevindirici. MESERRETEFZÂ f. Meserret. Sevinç ve süruru arttıran. MESERRETENGİZ f. Sevindiren. Meserret meydana getiren. MESFİYY Üç kez karısı ölmüş adam. (Üç kez kocası ölmüş kadına "mesfiye" derler.) MESFU' Nazar değmiş. MESFUH Dökülüp akıtılmış olan. * Dağ eteği. MESFUK (Sefk. den) Sefkedilmiş. Dökülüp akıtılmış olan. MESFUR Yazılmış, adı geçmiş. (Bu tabir, eskiden daha ziyade hakaret görmesi icabeden aşağılık kimseler hakkında kullanılırdı.) MESGABE Açlık. Meşakkat ve yorgunluk içinde açlık. MESGUR Dişi düşmüş kimse. MESH Bir şeyin suretini çirkin ve kötü hale çevirmek. * Hayvanı kovarak koşturup onu sıkıştırmakla yormak, bitâb hale getirmek. MESH El sürme. * Silme. * Abdest alırken başı ıslâk temiz el ile sığamak. * Taramak. MESHA' İnişi ve yokuşu olmayan düz yer. Düzlük. * Ufak taşlı, otsuz düz yer. * Yürüdüğünde iki uyluğu birbirine sürüşen zayıf kadın. * Uylukları ince ve zayıf olan kadın. MESHARA (C.: Mesâhir) Maskara. MESHEK Yel gidecek yer. MESHELE Yumuşak yer. * Alçak yer. MESHUF Susamış. Suya kanamamış. MESHUK (Sahk. dan) Döğülerek toz haline getirilmiş. MESHUN Isıtılmış. MESHUR Büyülenmiş, kendine sihir yapılmış. * Büyülü gibi tutkun. MESHUT Beğenilmeyen iş. MESİH Bir şey üzerined eli yürütmek, bir şeyden ondaki eseri gidermek demektir. * İsa Aleyhisselâm'ın bir ismidir. Elini sürdüğü, meshettiği hastaların iyileşmesinden kinâye olarak "İsa Mesih" denmiştir.(Rivayetlerde Hazret-i İsa Aleyhisselâm'a Mesih nâmı verildiği gibi her iki deccala dahi Mesih nâmı verilmiş ve bütün rivâyetlerde Min-fitneti mesihid-deccal, min-fitneti-mesihid-deccal denilmiş. Bunun hikmeti ve te'vili nedir?Elcevab: Allahu a'lem bunun hikmeti şudur ki: Nasıl ki emr-i İlâhî ile İsa Aleyhisselâm, Şeriat-ı Museviye'de bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarap gibi bazı müştehiyatı helâl etmiş. Aynen öyle de; büyük deccal şeytanın iğvası ve hükmü ile şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp hristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak, anarşistliğe ve "Ye'cüc ve Me'cüc"e zemin hazır eder. Ve İslâm deccalı olan Süfyan dahi, Şeriat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleri ile kaldırmağa çalışarak hayat-ı beşeriyenin maddi ve mânevi râbıtalarını bozarak serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak hürmet ve merhamet gibi nurani zincirleri çözer; hevesât-ı müteaffine bataklığında, birbirine saldırmak için cebri bir serbestiyet ve ayn-i istibdad bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdaddan başka zabt altına alınamaz. Ş.) MESİH Mesh olunmuş. Başka bir şekle, hayvan kılığına girmiş. * Şuurunu kaybedecek hale gelen. Sarhoş ve şuursuz. * Acibe. Garibe. * Güzelliği olmayan. * Tuzsuz ve tatsız yemek. MESİH Yağ sürülmüş. MESİHA (C: Mesâyih) Gümüş parçası. * İyi ve yeni yay. MESİHÎ (Mesihiyye) Hristiyan. Hristiyanlığa âit. Hz. İsâ Aleyhisselâma âit ve ona müteallik. MESİHİYYUN Hristiyanlar. MESİH-ÜD DECCAL Deccal'a da bu isim verilmesinin bir sırrı şudur ki: Bir gözü silik, yani kör ve ayıplı olmasındandır. Sadece bu dünyayı görüp, âhireti görecek gözünün kör olmasındandır. * Mesih, uğursuzluğundan nâşi Deccal'ın lâkabıdır. Nakşı silinmiş para, çok gezen adam, çok cima' eden kimse, yalancı, kezzab ve bir tarafında gözü silik olan adama denir. (L.R.)Hak Dini Kur'an Dili, Cilt: 5, sh: 4172'de şu tafsilât vardır: (Yalancı bir Mesih demektir. Vârid olan hadis-i şeriflerde; Deccal; bir yalancı ve halkı aldatmakta meharetli bir sahtekârdır ki, kâfirliği sahtekârlığı yüzünden belli olduğu hâlde bir takım harikalar göstererek uluhiyyet da'vâ eder. Deccalın bu suretle yalancı bir Mesih olması, onun hıristiyanlık taklidi altında zuhur edeceğini anlatır.) (Bak: Deccal) MESİK Pinti, hasis, cimri. MESİL Su yatağı. Suyun akacak olduğu yer, boru. MESİL Benzer. Misil. Gibi. Şibih. Eş. Nazir. MESİR Seyretmek. * Yol yol alacalı elbise. MESİRE Seyredilecek, gezilecek yer. Tenezzüh ve gezme yeri. * Seyir. MESİREGÂH f. Seyir yeri. Seyrangâh. MESİS Cimâ etmek. * Yapışmak. MESİT Küçük sel. MESK (C: Müsuk) Deri. MESKAB Yakın olacak yer. MESKAT Doğum yeri. * Düşecek yer. MESKAT (C: Mesâk-Mesâki) Su maslağı. MESKAT-I RE'S Bir kimsenin doğduğu yer. MESKEN Ev. Sâkin olunacak yer. Hâne. MESKENE Tevazu etmek, alçakgönüllülük göstermek. MESKENET Miskinlik. Tembellik. Uyuşukluk. Bitkinlik. Beceriksizlik. Fakirlik. Yoksulluk. MESKENET-FİKEN f. Miskinliği gideren. MESKENİYET Mesken oluş. Sâkin olup durulacak yer olmak. MESKIT Düşecek yer. MESKUB Kalıba dökülmüş. Akıtılmış. MESKUB Delikli. Delinmiş. MESKUK (Meskuke) Sikkeli. Damgası vurulmuş. * Para hâline konulmuş. MESKUKAT (Meskuk. C.) Sikke hâline getirilmiş mâdeni paralar. Akçeler. MESKUM Hasta ve yoksul kimse. MESKUN İçinde oturanları olan yer. İnsan bulunan şenlenmiş yer. MESKUR Sarhoş olan. MESKUT Söylenmemiş. Sükut edilmiş. Hakkında bir şey söylenmemiş. MESL (C: Mislân) Yer yarığı. MESLAH (C.: Mesâlih) Tulu decek yer, doğacak yer. * Bir şey gözetecek yüksek yer. MESLAH Mezbaha. Davar kesilen yer. MESLAHA Sınır kalesi. Derbent. MESLEB Zorla birşey alınan yer. Zorla alma yeri. MESLEBE (C.: Mesâlib) Eksik, kusur, noksanlık, ayıp. MESLEC Karlık. MESLEK Yol. Usul. Gidiş. * San'at. Geçim için tutulan yol. * Sistem. * Mezheb. Mâneviyatta tutulan yol.(Sen, mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, "mesleğim haktır veya daha güzeldir" demeye hakkın var. Fakat "yalnız hak benim mesleğimdir" demeye hakkın yoktur. $ sırrınca insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz. Başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez. M.) MESLEKÎ (Meslekiyye) Meslekle alâkalı. Mesleğe ait. MESLEK-İ MÜTEASSİFE Sapık meslek. MESLES (C: Mesâlis) Üçer üçer olmak. * Üç kıllı tanbur. MESLU' Vücudunda ur bulunan kimse. MESLUB Selbedilmiş. Soyulmuş. Alınmış. Giderilmiş. MESLUB-ÜL AKL Aklı alınmış. Deli. MESLUB-ÜŞ ŞUUR Anlayışsız, idraksiz, şuursuz. MESLUC Yutulmuş, bel'olunmuş. MESLUFE Düzelmiş yer. * Kabuksuz arpa ve buğday. MESLUH Derisi yüzülmüş. Teslih edilmiş. MESLUK Kaynamış. MESLUL Çekilmiş. Kınından çıkmış kılınç. * Din uğruna kendini fedâ eden kahraman. * Tıb: Verem. MESLUS Üç kat olan nesne. * Üçte biri alınmış. MESLUS Deli, divane. MESLUT Kemiği üzerinden eti sıyrılmış. * Tıraş edilmiş. Yontulmuş. MESLUT Mağlub. Yenilmiş. * Zayıf, cılız, arık. MESMEL Sığınacak yer. MESMESE Karıştırmak. MESMESE (MİSMÂS) Karışık ve mültebis olmak. MESMU' Dinlenilen. İşitilen. * Duyulmuş. İşitilmiş. MESMUA Duyulmuş. Kulakla dinlenmiş olan. MESMUÂT İşitilenler. Duyulanlar. MESMUD Fukarânın çok istemesinden vere vere hiç birşeyi kalmayan kimse. MESMUM Zehirlenmiş. Ağu katılmış. Zehirli. MESMUMEN Zehirli olarak. Zehirlenmiş olarak. MESMUR Cismen ufak olmakla beraber, sinirleri kuvvetli olan adam. MESMUS Zehirli. MESNA Bevlini tutmaya kadir olmayan kadın. (Müz: Emsen) MESNA İkişer ikişer. * Derenin büklüm ve boğaz yeri. * Çalgının ikinci teli. MESNED Dayanacak yer, nokta. * Mertebe. Makam. * Destek. MESNED-İ MEŞİHAT Şeyhül-islâmlık mertebe ve mevkii. MESNEDNİŞİN f. Bir mesned veya makamda bulunan. MESNEVÎ İkilik manzume. Her beyti ayrı kafiyeli olan manzume. MESNEVÎ-İ NURİYE Aslı Arapça olup, sonradan tercemesi de yapılmış olan Risale-i Nur Külliyatı'ndan bir eserdir. MESNEVÎ-İ ŞERİF Mevlâna Celaleddin-i Rumî'nin meşhur farsça olan eserinin ismi. (Bak: Mevlâna Celaleddin-i Rumî) MESNEVİYYAT (Mesnevî. C.) Mesnevi tarzında yazılmış olan eserler. MESNUN Sünnet olan. Sünnet olmuş olan. * Âdet edilen şey. * Bilenmiş bıçak. * Üzerinden ömürler geçmiş olan. * Şekillendirilmiş. * Kalıba dökülmüş. * Kokusu değişmiş. MESRA Gece vakti yola çıkma. MESRA(T) Çok olmak. Çok olacak yer. MESRAH (C.: Mesârih) Çayırlık, otlak, mer'a. MESRAT Adet çokluğu. MESREBE (C.: Mesârib) Deve ve koyun sürülerinin çayırlık, mer'a, otlakları. * Vücudda karından göğüse kadar olan kıllı yer. MESRECE Gece kandili konulan şişe. MESRUBE Uzun saç. * Saç kesecek âlet. MESRUD (Serd. den) Söylenmiş, bilidirilmiş, mezkur. Serdolunmuş. MESRUD f. Sihir, efsun, büyü. MESRUDAT (Mesrud. C.) Söylenenler. Bildirilmiş olan şeyler. MESRUDE Ulaştırmak. * Zırh halkalarının birbirine girmesi. MESRUE Çekirgenin yumurtasını döktüğü yer. MESRUK Çalınmış, sirkat edilmiş olan. MESRUR Sevinçli. Sürurlu. Meserretli. Merâmına ermiş. MESRURİYET Sevinçlik. Sürur içinde oluş. Dileğine ermiş olanın hâli. MESS Yapışmak, değmek, dokunmak. * Meydana gelmek. MESSAH Ölçü âletleriyle arazi ölçen. Mühendis. * (Mesh. den) Uğuşturan, mesheden. Masaj yapan. Dellâk. MESS-İ HÂCET Lüzum görülme, iktiza etme, gerekme. MEST Ayakkabı. * Sarhoş. Aklı başında olmayan. Kendinden geçercesine haz duymak mânasında "mest olmak" şeklinde kullanılır. MEST Adamın elini deve karnında yavrunun yattığı yere sokması. * Bağırsak içinde iken sıvayıp çıkarmak. MESTAN (Mest. C.) f. Sarhoşlar. MESTANE Sarhoşcasına. Sarhoş bir kimseye yakışır surette. MESTÎ f. Sarhoşluk. MEST-İ ELEST Elest meclisinde hitab-ı İlahî ile mest olan. MEST-İ HARAB Çok sarhoş olmuş kimse. MEST-İ MÜDAM Her zaman, devamlı sarhoş. MEST-İ SERŞAR Haddinden fazla sarhoş, çok sarhoş. MEST-İ TEMAŞA Seyretme sarhoşu. Bakıp seyretmekten sarhoş gibi olan. MESTÎ-ÂVER f. Bayıltıcı, sarhoş edici. MESTÎ-BAHŞ f. Sarhoşluk veren, sarhoş edici. Bayıltıcı. MESTUR Satırlanmış. Çizilmiş. Yazılmış. MESTUR Örtülmüş. Setredilmiş. Gizlenmiş. (Bak: Tesettür) MESTURE Örtülü kadın. İslâmiyetin emrettiği şekilde örtülmesi farz olan yerlerini örtmüş olan kadın. (Bak: Tesettür) * Gizli tutulan resmi işlerde harcanmak için hükümetin emrine verilen para. (Buna tahsisat-ı mesture de denir.) MESUBAT (Mesube. C.) İyiliğe karşı Allah (C.C.) tarafından verilen mükâfatlar. MESUBE (C.: Mesubât) İyiliğe karşı Cenab-ı Hakk'ın vereceği mükâfat. MESUBE (MUSİBE) (C: Mesâyib) Belâ, zahmet. * Mekruh emir. MES'UD Saadetli, iman ehli olan, bahtiyar. Mutlu. MES'UDANE f. İman ehline, bahtiyar olana yakışır halde. Saadetlice. Cenab-ı Hakk'ın emrine, rızasına uygun şekilde. Sevinçli ve ferahlıkla. MES'UDİYET Mes'udluk, kutluluk, bahtiyarlık. MESUK (Sevk. den) Sevkolunan. İleri sürülen, yollanan. Gönderilen. MESUK-U LEHU-L-KELÂM Kelâmın söyleniş gayesi, garazı ve maksadı. MESUK-UN LEH Bir mânaya sevk olan, mânaya göre söylenen söz. Asıl mevzu (siyaka doğru) ve maksad için söylenen söz. MES'UL Yaptığı iş ve hareketlerden hesap vermeğe mecbur olan. Mes'uliyetli. Bir işin idâresi kendisine âit olan. * Ceza verilmiş olan. MESULAT Azab, ukubet. Cezâ çekme. MESULE (C: Mesulât) Azap vermek, eziyet etmek. * Hayvanı oka nişan edip atmak yahut diri iken bir tarafını kesmek. MES'ULİYET Mes'ul olma hâli. Yaptığı iş ve hareketten hesap vermeğe mecbur oluş. ME'SUM Günahlı, suçlu, maznun. ME'SUR Esir edilmiş. * Hürriyeti alınmış olan. ME'SUR(E) Ecdaddan rivayet edilen. * Meşhur. * İtibarlı. Beğenilmiş olan. * Rivayet yolu ile öğretilmiş meşhur ve mühim haberler. * Bir kılınç ismi. MESUS Yavan su. * Panzehir taşı. MESÜNN (Mesünniyyet) Yaşlı olmak. (Bak: Müsinn) MESV Mürr dedikleri acı yemen zamkı. MESVA (Mesâvi. den) Mesken, hane, ev, me'va. Yurt. MESVERE (C: Mesâvir) Minder. MEŞ' Kesbetmek, kazanmak. * Toplamak, cem'etmek. Davar sağmak. MEŞA Havuç. MEŞA' Evlad çokluğu. MEŞA' Duyulan, intişar eden, açıklanan, yayılan. Etrafa yayılmış olan. * Bölünmeyip ortaklaşa kalmış olan. Müşterek olan. MEŞ'AB Yol, tarik. MEŞACİR (Meşcer ve Meşcere ve Meşcire. C.) Koruluklar, ağaçlık yerler. MEŞAD Mukavemet ve galebe yeri. MEŞAET Taleb etme, isteme, dileme, arzulama. MEŞAGİL Meşguliyetler. İşler. Meşgaleler. MEŞAGİL-İ DÜNYEVİYE Dünyâ meşgaleleri. MEŞAGİL-İ KESÎRE Aşırı meşguliyetler. MEŞAGİL-İ UHREVİYE Ahirete ait çalışmalar. Din için yapılan çalışmalar. MEŞAHAT (Bak: Müşahha) MEŞAHİD Meşhedler. Şehidlikler. * İnsanların toplanacağı yerler. MEŞAHİR Meşherler. Teşhir olunan yerler. MEŞAHÎR Meşhurlar. Çok kimselerce tanınanlar. MEŞAHİR-İ ÜDEBÂ Meşhur edibler. MEŞAÎ Meşşaiyyundan olan kimse. (Bak: Meşşaiyyun) MEŞAİL (Meş'al ve Meş'ale. C.) Meşaleler. MEŞAİM (Meşime. C.) Dölyatakları, ana rahimleri. MEŞAÎM (Meş'um. C.) Uğursuz olan şeyler. Meş'um şeyler. MEŞAİN (Şeyn. C.) Kabahatler, ayıp ve lekeler. MEŞAİR (Meş'ar. C.) Beş duygu, his. Hasseler. * Akıl ve vahiy. * Hacı olmadan evvel durulması lâzım gelen mühim makamlar. MEŞAİYYUN (Bak: Meşşâiyyun) MEŞAKİ (Mişkât. C.) İçerisine lâmba, kandil gibi şeyler koymak üzere duvarda yapılan küçük hücreler, oyuklar. MEŞÂKK Eziyetler. Sıkıntılar. Meşakkatler. Mihnetler. MEŞÂKKA Muhalefet ve adâvet etmek. Karşı gelip düşmanlık yapmak. MEŞAKKAT Zahmet. Sıkıntı. Güçlük. Zorluk. (Bak: Himmet) MEŞÂKK-I HAYAT Hayatın meşakkat, zahmet ve sıkıntıları. MEŞ'ALE Aydınlatıcı âlet. Lâmba, kandil. Ucunda ateş yanan değnek. MEŞ'ALE-İ DİL Gönül meş'alesi. MEŞ'ALKEŞ f. Meş'aleci. MEŞAMM (şemm. den) Koku alacak yer. Burun. Geniz. MEŞ'AR (C: Meşâır) Bilecek yer.Hasse. Duygu. * Hacıların ziyaret ettikleri yerler. MEŞARE Bostan. Tarla. * Çiftçiler arasında meşhur olan tahta yer. MEŞARIK Güneşin doğduğu taraflar. Şark tarafları. MEŞARİ' Caddeler. Doğru ve açık yollar. * Su akan oluklar. MEŞARİB Meşrebler. Mizaclar. Tabiatlar. Huylar. * Fehimler. Anlayışlar. Ahlâklar. * Su içecek şeyler. Maşrabalar. * Köşkler. MEŞARİT (Mişrat. C.) Keskin bıçaklar. Ameliyatta kullanılan keskin hekim bıçakları. MEŞ'AR-ÜL HARAM Hac zamanında ziyaret edilecek muayyen yer. Cebel-i Kuzah, Müzdelife'de bir yerin ismi. MEŞAŞ Beyaz servi. MEŞATÎ (Meştâ. C.) Kışlıklar. Kış mevsiminde barınılacak yerler. MEŞAVÎZ (Mişvâz. C.) Sarıklar. MEŞAYİH Şeyhler. Pirler. İhtiyarlar. MEŞBU' Tok. Doymuş. Kanmış. MEŞBUB (C.: Meşâbib) İki ayağı beyaz olan at. * Güzel nesne. MEŞC Karıştırmak. Haltetmek. MEŞCER (Meşcere) Ağaçlık yer, koru, şeceristan. MEŞCUC Yüzü gözü yaralanmış olan. MEŞCUN Yarılmış. MEŞDEN (C: Meşâdin) Buzağısı büyük olup anasından müstağni olan dişi geyik. MEŞDUD (Meşdude) Kuvvetlice bağlanmış olan. Sıkıca bağlı. Sıkı. MEŞDUH Şaşkın, şaşırmış. Ürküp korkmuş. MEŞE Bir cins ağaç. Odunu sert, sağlam ve parlak olur. MEŞEGÂH f. Meşelik. Meşe ağaçlarının bulunduğu yer. MEŞ'EME Sol taraf. Sol. * Kötü. Uğursuz. MEŞERE Dış kısım. MEŞERRE Eyerin içine konulan yastık. MEŞFER (C: Meşâfir) Sarkık hayvan dudağı. MEŞFU' Müşterek sınırlı gayrimenkul. MEŞGALE İş. Meşguliyyet. Boş durmayış. MEŞGEL f. Yol kesen, haydut, şaki, eşkiyâ. MEŞGUF(E) (Şagaf. dan) Âşık, tutkun. Sevgi ve aşk yüzünden deli olmuş. MEŞGUL (Şugl. den) Bir işle uğraşan. * Dalgın. * Doldurulmuş, tutulmuş, işgal olunmuş. MEŞGULİYET Meşgul olma, bir iş yapma. * Uğraşılan ve meşgul olunan şey. MEŞHED Bir kimsenin şehid düştüğü yer. Şehidlerin mezarlığı olan yer. * İnsanların cemaat olarak hazır olacakları yer. * Şehâdet yeri. Hz. Hüseyinin (R.A.) Kerbelâdaki şehid düştüğü yer. * İranda bir şehir adı. MEŞHER Teşhir yeri. Gösterme yeri. Sergi. MEŞHERGÂH f. San'at-ı İlâhiyyenin gösterildiği yer, yeryüzü. * Teşhir yeri. Sergi. MEŞHER-İ A'ZAM Büyük teşhir yeri. Ahiret meydanı. Haşir meydanı. MEŞHUD Görünen. Şehadet edilen. * Resul-u Ekrem'in (A.S.M.) dünyaya teşrifinden ve risaletinden önce meleklerce ve enbiya hazerâtının dilinde nübüvvet ve risaletlerine şehâdet edilmiş olduğundan kendilerine verilen bir isim. * Suç üstü yakalanan. * Göz ile görülmüş. * Cuma günü. * Kıyâmet günü. MEŞHUDÂT Görünenler. Seyredilenler. Hislerimizle ve gözlerimizle görüp bildiğimiz ve bazı evliyanın keşfen gördükleri.("Fütuhât-ı Mekkiye" sâhibi Muhyiddin-i Arab (K.S.) ve "İnsan-ı Kâmil" denilen meşhur bir kitabın sâhibi Seyyid Abdülkerim (K.S.) gibi evliyâ-i meşhure, küre-i arzın tabakat-ı seb'asından ve Kaf Dağı arkasındaki Arz-ı Beyzâdan ve Fütuhatta Meşmeşiye dedikleri acâibden bahsediyorlar. "Gördük" diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise; halbuki, bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilâf-ı vâki ve hilâf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir?Elcevap: Onlar ehl-i hak ve hakikattırlar; hem ehl-i velâyet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler, fakat ihâtasız olan hâlet-i şuhudda ve rü'ya gibi rü'yetlerini tâbirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi rü'yasını tâbir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşf ve şuhud dahi rü'yetlerini o halde iken kendileri tâbir edemezler. Onları tâbir edecek, "Asfiyâ" denilen verâset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, Asfiya makamına çıktıkları zaman, Kitab ve Sünnet'in irşadiyle yanlışlarını anlarlar, tashih ederler; hem etmişler.Şu hakikatı izah edecek şu hikâye-i temsiliyeyi dinle. Şöyle ki:Bir zaman ehl-i kalb iki çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanlarına bıraktılar. Kaval tâbir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı. Birisi "uykum geldi" deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat eder, bakar ki; sinek gibi bir şey, yatanın burnundan çıkıp, süt kâsesine bakıyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çıkar gider, bir geven altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner, yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da uyanır. Der ki: "Ey arkadaş! Acib bir rü'ya gördüm." O da der: "Allah hayır etsin, nedir?" Der ki: "Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acib bir köprü uzanmış. O köprünün üstü kapalı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir meşelik gördüm ki, başları hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine girdim, altun dolu bir hazine gördüm. Acaba tâbiri nedir?"Uyanık arkadaşı dedi: "Gördüğün süt denizi, şu ağaç çanaktır. O köprü de, şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik de şu gevendir. O mağara da, şu küçük deliktir. İşte kazmayı getir, sana hazineyi de göstereceğim." Kazmayı getirir. O gevenin altını kazdılar. İkisini de dünyada mes'ud edecek altunları buldular.İşte, yatan adamın gördüğü doğrudur, doğru görmüş, fakat rü'yâda iken ihâtasız olduğu için tâbirde hakkı olmadığından, âlem-i maddi ile âlem-i mâneviyi birbirinden farketmediğinden, hükmü kısmen yanlıştır ki, "Ben hakiki maddi bir deniz gördüm." der. Fakat uyanık adam, âlem-i misâl ile âlem-i maddiyi farkettiği için tâbirde hakkı vardır ki, dedi: "Gördüğün doğrudur, fakat hakiki deniz değil; belki şu süt kâsemiz senin hayâline deniz gibi olmuş; kaval da köprü gibi olmuş ve hâkezâ..." Demek oluyor ki: Alem-i maddi ile âlem-i ruhâniyi birbirinden farketmek lâzım gelir. Birbirine mezcedilse, hükümleri yanlış görünür. Meselâ: Senin dar bir odan var; fakat dört duvarını kapayacak dört büyük âyine konulmuş. Sen içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen: "Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum." doğru dersin. Eğer "Odam bir meydan kadar geniştir." diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünki, âlem-i misâli, âlem-i hakikiye karıştırırsın.İşte Küre-i Arz'ın tabakat-ı seb'asına dâir, bâzı ehl-i keşfin, Kitab ve Sünnet'in mizaniyle tartmadan beyan ettiği tasvirat, yalnız coğrafya nokta-i nazarındaki maddi vaziyetten ibâret değildir. Meselâ, demişler: "Bir tabaka-i Arz, cin ve ifritlerindir. Binler sene genişliği var." Halbuki bir-iki senede devredilen küremizde, o acib tabakalar yerleşemez. Fakat âlem-i mâna ve âlem-i misâlde ve âlem-i berzah ve ervâhda küremizi bir çamın çekirdeği hükmünde farzetsek, ondan temessül ve teşekkül eden misâli şeceresi, o çekirdeğe nisbeten koca bir çam ağacı kadar olduğundan, bir kısım ehl-i şuhud, seyr-i ruhânilerinde, Arz'ın tabakalarından bâzılarını âlem-i misalde pek çok geniş görüyorlar; binler sene bir mesafe tuttuklarını görüyorlar. Gördükleri doğrudur; fakat âlem-i misâl sureten âlem-i maddiye benzediği için, iki âlemi memzuç görüyorlar; öyle tâbir ediyorlar. Alem-i sahveye döndükleri vakit, mizansız olduğu için, meşhudatlarını aynen yazdıklarından hilâf-ı hakikat telâkki ediliyor. Nasıl küçük bir âyinede büyük bir saray ile büyük bir bahçenin vücud-u misaliyeleri onda yerleşir. Öyle de: Alem-i maddinin bir senelik mesafesinde, binler sene vüs'atında vücud-u misâli ve hakaik-ı mâneviye yerleşir.HATİME : Şu mes'eleden anlaşılıyor ki: Derece-i şuhud, derece-i imân-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yâni: Yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velâyetin ihâtasız keşfiyatı, verâset-i nübüvvet ehli olan Asfiya ve Muhakkikinin şuhuda değil, Kur'ana ve vahye, gaybi fakat sâfi, ihâtalı doğru hakaik-ı imâniyelerine dâir ahkâmlarına yetişmez. Demek bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşâhedatın mizânı: Kitab ve Sünnettir. Ve mehenkleri, Kitab ve Sünnetin desâtir-i kudsiyeleri ve Asfiya-i Muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir. M.) MEŞHUDİYYET Gözle görüş. şâhid oluş. şâhidlik. MEŞHUM Cesaretli. Sözü geçer kimse. Zeyrek. Zeki. Akıllı. * Korkmuş. Korkutulmuş. * Çok güzel hareketli at. MEŞHUN Doldurulmuş. Dolu. Dopdolu. MEŞHUN-U MESÂRR Sevinçler ve zevklerle dolu. MEŞHUR Tanınmış, herkesin bildiği. Çoklarının bildiği. MEŞHUR HADİS VEYA HADİS-İ MEŞHUR Asr-ı evvelde, Ahâdi hadis kabilinden iken ikinci asırda iştihar edip, kizb üzerine ittifakları aklen tecviz olunmayan bir cemaat tarafından rivâyet olunan hadis. İlm-i yakin derecesinde karib bir surette kalbe itmi'nan verir. MEŞHURAT (Meşhur. C.) Şöhret kazanmış ve meşhur olmuş kimseler. Şöhretliler. MEŞÎ Yürüyüş. Gidiş. Doğru yola gitmek. MEŞÎB İhtiyarlık. Yaşlılık. Saç ağarması. MEŞÎD Harçla yapılmış sağlam bina. Sıvanmış bina. MEŞİET Meşiyyet. Dilemek. İrade. Arzu. Matlub. Murad. İstek. MEŞİET-İ HÂSSA-İ İLÂHİYYE Allah'a ait, O'na mahsus meşiet, dilek, arzu ve işler. MEŞİH Göğsü çukur, kanbur. MEŞİHAT Mürşidlik, şeyhlik. * Eskiden İstanbul'da din işlerini tedvir eden Osmanlı Devletinin Diyanet İşleri Dairesi. MEŞİHAT-I İSLÂMİYYE İslâmî işlerin ilmî mes'eleleri ile uğraşan devlet dairesi.(Zaman gösterdi ki, hilâfeti temsil eden şu Meşihat-ı İslâmiyye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâma şâmil bir müessese-i celiledir. Bu sönük vaziyetle, değil koca âlem-i İslâmın, belki yalnız İstanbul'un irşadına da kâfi gelmiyor. Öyle ise, bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimad edebilsin. Hem menba', hem ma'kes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâma karşı vazife-i diniyesini hakkiyle ifa edebilsin.Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve tadil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatden çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevidir ki, şûralar o ruhu temsil eder.şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şura-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı mânevi olmak gerektir. Tâ ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevkedebilsin. Yoksa ferd dâhi de olsa, cemaatin ferd-i mânevisine karşı sivri sinek kadar kalır. Şu mühim mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye maruz bırakıyor.Hatta diyebiliriz, şimdiki za'f-ı diyânet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaydlık ve içtihadâtdaki fevza, Meşihatın za'fından ve sönük olmasından meydan almıştır. Çünkü, haricde bir adam re'yini, ferdiyete istinad eden meşihate karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûraya istinad eden bir şeyhülislâmın sözü, en büyük bir dâhiyi de, ya içtihadından vazgeçirir, ya o içtihadı ona münhasır bırakır.Her müstaid çendan içtihad edebilir. Lâkin içtihadı o vakit düstur-ul-amel olur ki, bir nevi icma' veya cumhurun tasdikine iktiran eder. Böyle bir Şeyh-ül-islâm mânen bu sırra mazhar olur. Şeriat-ı garrada dâima icma' ve rey-i cumhur, medar-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevza-i âra' için, böyle bir faysala lüzum-u kat'i vardır. R.N.) MEŞİK İnce uzun nesne. * Giyilmiş kaftan. MEŞİM Benli kimse. MEŞİME (C.: Meşâim) Dölyatağı, ana rahmi. MEŞİYYET (Bak: Meşiet) MEŞK f. Kırba. Tulumdan yapılmış su kabı. MEŞK Yazı örneği. Öğretici yazı. * Bir şeyi uzatmak. * Uzun uzun yazmak. * Bilmeyene bir şeyi öğretmek. * Sür'at, hız. MEŞKA Fark edip ayıracak yer. MEŞKÂ şikâyet etmek. MEŞKÛ Şikâyet etmek. MEŞKUK şekli, şüpheli. Kendinden şüphe edilen. MEŞKUK Yarılmış. Yarık. MEŞKUKİYET Şüphelilik. Şüpheli oluş. MEŞKUL Ön ayaklarıyla arka ayağının birisi bileklerine varana kadar beyaz olan at. MEŞKUR Şükre lâyık olan. Teşekküre ve kendine şükredilmeğe lâyık olan. Kendine şükür arzolunan. Az şükredene çok ihsan eden. MEŞKÜVV Kendinden şikâyet olunan. MEŞLAH Meşlehe. Maşlah. Altı üstü bir olan ve kol yerine yarıkları bulunan bir çeşit elbise. MEŞMEŞİYE Tas: Âlem-i gaybdan veya âlem-i misalden bir âlem. Bazı evliyanın keşfen müşahede ettikleri bir yer. (Bak: Meşhudât) MEŞMUL (Şümul. den) Kaplanmış, şümullenmiş, etrafı çevrilmiş. * Bir şeyin içinde bulunan. MEŞMULE şarap. MEŞMUM Koklanmış. * Itır ve misk gibi güzel kokulu olan şey. MEŞN Kamçı ile vurmak. * Deri yüzmek. MEŞNU' Çirkin kimse. * Buğzolunmuş. MEŞNUF Uzun başlı at. MEŞRA' Yol. Rah. Tarik. * Su oluğu. MEŞREB Huy. Yaradılış. Adet. Ahlâk. * Gidiş. * İçmek. İçilecek yer. * Fehmetmek. * Mânevi haz ve feyz alınan yer ve yol. MEŞREBE (C: Meşârib) Maşrapa. MEŞREF İyi kılıçlar işlenir bir köyün adıdır. MEŞREKA Güneşte oturacak yer. MEŞRIK Güneş doğacak cihet. Gündoğusu. Doğu. Şark ciheti. * Şems-âbâd, güneşi bol yer. Kış vakti ısınmak için güneşe karşı oturacak yer. * Tövbe kapısının adı. MEŞRIK-I NUR Nurun kaynağı. Nurun geldiği cihet. MEŞRIK-I TULU' Işığın, nurun geldiği şark ciheti. MEŞRU' Doğru. Hak. Şeriatın kabul ettiği. Haram ve yanlış olmayan. MEŞRUA Şeriatın kabul ettiği hâl. Yapılması serbest olup, haram olmayan. Allah'ın (C.C.) kanununda müsaade edilen. Şeriatça yapılması günah olmayan. MEŞRUAT (Meşru. C.) Hak ve meşru olan şeyler. Haram ve yasak olmayan şeyler. * Şeriatla alâkalı şeyler. MEŞRUB (Şürb. den) İçilecek şey. * İçilmiş, şürbedilmiş. MEŞRUBAT İçilen şeyler. Herhangi bir içilecek şey. Şarap. ("Hamr" denen içkiye de şarap denir.) MEŞRUBE İçine yiyecek veya elbise koyup sakladıkları yer. MEŞRUH Şerh olunmuş. Anlatılmış. Açıklanmış. İzah olunmuş. MEŞRUHÂT Açıklama ve izahlar. MEŞRUİYYET Meşruluk. Meşru' olma. Kanuna, şeriata uygun bulunma. Yasak olmayış. MEŞRUM Yarılmış. MEŞRUT Şartlı. Şart ile bağlı. MEŞRUTA Bir kimseye veya bir zümreye bırakılmış, bazı şartlara bağlı oluş. * Sahibi tarafından veresesine satılmamak şartiyle bırakılmış ev vesaire. MEŞRUTÎ Bir şahıs veya millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi. MEŞRUTİYYET Bir hükümdarın başkanlığı altında millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi. MEŞŞ Elini bez ile silmek. * Bir şeyi aldıktan sonra yine almak. * Davarın sütünü sağıp bazısını koymak. MEŞŞAİYYUN Meşşâiler. Derslerini gezerek veren, peygamberlere uymayarak yalnız akıl ve fikir ile hakikatı bulmaya çalışan ehl-i dalâlet. Dinsizlik yolunu açanlar, sadece akla itimad eden ve vahye tâbi olmayan imânsızlar. (Bak: İşrakiyyun) MEŞŞAT(A) Tarak yapan, tarakçı. * Süsleyen, tarayan. MEŞT Baş tarama. * Tarak. MEŞTA (C.: Meşâti) (Şitâ. dan) Kış mevsiminde barınılacak yer. Kışlık otlak, kışla. MEŞTAT (C: Meşâti) Kışlak. MEŞTUM Şetm olunmuş. Sövülüp sayılmış. MEŞUB Karışmış. MEŞUK Âşık, tutkun. MEŞUM Vücudu benekli adam. MEŞ'UM Kötü. Uğursuz. Bedbaht. MEŞ'UMÂNE f. Kötü bir şekilde. Bedbahtcasına. MEŞ'UN Dağınık saç. MEŞ'UR Bir şeyi iyice idrak eylemek. * Şuurlu. Kendini bilen. * Tanımak. MEŞ'URAT (Meş'ur. C.) şuur hâlinde geçmiş şeyler. MEŞUŞ Mendil. MEŞÜVV Müshil. MEŞVERET Danışma. Konuşup anlaşma. Fikir edinmek için konuşup görüşme. Görüşme meclisi. (Bak: istişâre) MEŞY Yürüme. MEŞYEN Yayan olarak, yürüyerek. MEŞY-İ ASKERÎ Asker yürüyüşü. Askerî yürüyüş. MEŞYUHA Yavşan otunun yetiştiği yer. MEŞYUM Bedeninde beni olan, benli adam. MET' Vurmak. * Çekmek. MET' Uzun ve yüce olmak. META Ne vakit? Ne zaman? mânasında olup, mutlak ve mübhem vakit edatıdır. Bazan "Min" harfi-i cerri yerinde ve suâl için de kullanılır. META' Fayda. Menfaat. * Kıymetli eşya. Tüccar malı. METAB Tevbe etmek. * Rücu etmek, geri dönmek, caymak, vazgeçmek. MET'ABE (C.: Metâib) Meşakkat, zahmet. Yorgunluk. METABİ' (Matbaa. C.) Matbaalar, basımevleri. METABİH (Matbah. C.) Mutfaklar. METAF Tavaf edecek yer. METAFİZİK (Bak: Mâba'det tabia) METAİB Yorgunluklar. Meşakkatler. Eziyet verecek şeyler. METAİB Seçilmiş ve güzel şeyler. METAİB-İ SEFER Muhârebe veya yol yorgunlukları. METAL Lât: Mâden. * Matbaacılıkta harfleri teşkil için eritilen kurşun, karışık madde. METALİ' Matla'lar. Tulu' edecek yerler veya zamanlar. Güneş veya benzerinin doğduğu yerler. * Ast: Herhangi bir yıldızın i'tidal-i rebii (Arz'ın güneş etrafındaki gezmesinde, 20 Mart'ta bulunduğu) noktasından geçmek üzere başlangıç kabul edilen daire ile bu yıldızın semavî istiva dairesi üzerindeki ara kesitleri arasında kalan kavis. * Edb: Kaside veya gazelin ilk beyitleri. METALİB İstekler. Arzular. Taleb edilen şeyler. METALİB-İ İSTİKBAL İstikbale aid istekler. Gelecek için olan arzu ve talebler. METANET Sağlamlık. Kavilik. Sözünden ve kararından dönmemeklik. İnsanın, fikrinde sabır, azminde kavi ve akidesinde rüsuh sahibi olması. (Mukabili zaaf'dır) (Hak, iman ve İslâmiyet uğrunda metanet göstermek, çok kıymetli bir seciyyedir.) METANET-İ KALBİYE Kalb sağlamlığı. METARIK (Mıtrak ve Mıtraka. C.) Mızraklar. Tokmaklar. Çekiçler. Değnekler, sopalar. META-UL GURUR Gurur metaı. İnsanı aldatıp Allah yolundan alan dünya zevki veya menfaatı, insanlara riyakârlık için kullanılan dünya malı. METAVİ' (Mıtvâ. C.) İtâat edenler. Mutiler. METBENE Samanlık. METBU' Kendine uyulan. Tâbi olunan. Halkın, kendine tâbi olduğu zat. * Hükümdar. METBUİYYET Kendine uyulmaklık. Başkasının kendisine tâbi olması. Birisine tâbi oluş. METBU-U MÜFAHHAM Hükümdar. Padişah. ME'TEM (C: Meâtim) Kadınlar cemiyeti. METERS f. Harpte, korunmak gayesiyle yapılan toprak tümsek, siper. * Kapının açılmaması için arkasına konulan ağaç. METH Kuyudan su çekmek ve sulamak. METH Yerinden koparmak ve çıkarmak. * Cima. Tohum bırakmak için çekirgenin kuyruğunu yere sokması. * Vurmak ve uzaklaştırmak. METHAF Müze. ME'TÎ Gelecek yer. METİN Sağlam. Metanet sahibi. Kendine güvenilir olan. (Bak: Metânet) METİNÂNE f. Metanetle, sağlamlıkla. METİT Çulha tarağı. METK İğne ucu. Zeker ucu. METL Tahrik etmek, kımıldatmak, harekete getirmek. METN Sağlam ve sert yer. * Yüksek yer. * Her nesnenin yüzü, üstü, arka ve ortası. * "Vurmak ve seyr" mânâsına mastar. * Bir yazının tamamı. Yazının aslı veya sureti. METOD Fr. Bir neticeye ulaşmak için takib edilen fikir yolu. Usul. Kaide. Yol. Sistem. METR Kesmek. * Çekmek. * Atmak. (Bazan fercten kinâye olur.) METREBE Fakirlik, miskinlik. METRUD (Bak: Matrud) METRUK Terk olunmuş. Bırakılmış. * Boşanmış olmak. * Ölen bir kimsenin bıraktığı eşya. METRUKAT (Metruk. C.) Bırakılan şeyler, metruklar, miraslar. METRUKE (Terk. den) (Erkekten) boşanmış. * Kocası tarafından bırakılmış kadın. METRUKİYYET (Terk. den) Terk edilme, boşanmış olma. * Bırakılmışlık, kullanılmazlık. * Bir işten çekilip uğraşmama. METS Necisle atmak. METT Çekmek. * Ulaşmak. * Kuyudan su çıkarmak. METTA Hz. Yunus'un (A.S.) annesinin adı. METTE f. Burgu. METTİHA (METYİHA) Hafif sopa. * Yaş çubuk. MET'UB (Ta'b. dan) Bitkin, yorgun. METUH Devamlı suyu çekilen işlek kuyu. * Suyu ağzına yakın olan kuyu. METVÎ (Bak: Matvî) METY Çekmek. MEUNET Birisinin ölmeyecek kadar yiyip içeceği. * Külfet. * Masraf. Bir şeyin toplamak, devşirmek, nakil ve boşaltmak ve saymak gibi levazımının teslim yerine kadar olan masraflarına denir. ME'V Çekmek. ME'VA Mekân. Varılacak yer. Mesken. * Sığınacak yer. MEV'A Her nesnenin evveli. MEVACİB (C.: Mevacibât) Maaşlar, aylıklar. * Tar: Yeniçerilerin üç ayda bir defa verilen ulûfeleri. MEVACİBAT (Mevâcib. C.) Mevâcibler. Maaşlar, aylıklar. MEVACİB-İ LEŞKER Asker aylıkları. MEVACİD Vecd hâlleri. Kalbî zevk veren istiğrak halleri. (Bak: Vecd) MEVADD (Madde. C.) Fezâda, boşlukta yer kaplayan varlıklar. Maddeler. Cisimler. * Kısımlar. * Kanunlar. Kaideler. İşler. Hususlar. * Söz ve beyana sebeb olan mevcudat. Her şeyin aslı, mayası. MEVADD-I HAYATİYYE Hayata lüzumu bulunan maddeler. MEVADD-I İBTİDÂİYE İlkel maddeler, ham maddeler. MEVADD-I MUZIRRA Zararlı maddeler. Zarar veren şeyler. MEVADD-I MÜNCEZİBE Cezbolunan, çekilen maddeler. MEVADD-I NÂFİA Faydalı maddeler. MEVADD-I ZÜLÂLİYE Azotlu maddeler. MEVAHIF Zayıf deve. MEVAHİB Mevhibeler. İhsanlar, bahşişler. MEVAHİB Hibe olunan şeyler. Karşılıksız verilenler. (Bak: Mevhube) MEVAHİB-İ KUDRET Cenab-ı Hakkın verdiği nimetler. MEVAHİR Yararak akıp gidenler. (Denizdeki gemi gibi) MEVAIZ (Mev'ıza. C.) Öğütler, nasihatlar. MEVAİD (Mâide. C.) Sofralar, mâideler. MEVAİD (Mev'ud ve Miad. C.) Söz verilmiş vakitler. Vaad edilen muayyen, belli zamanlar. MEVAİD-İ KÂZİBE Yerine getirilmeyen va'dlar. Yapılmayan va'dlar. MEVAKA Hamâkat, ahmaklık. MEVAKIF Durulacak yerler. Vakıflar. Durak yerleri. MEVAKIT (Mevkıt. C.) Evvelden belirtilmiş olan vakitler. MEVAKİ' Mevkiler. Duracak yerler. MEVAKİB (Mevkib. C.) Cemaatler, kalabalıklar, güruhlar, topluluklar. MEVAKİ-İ BAÎDE Uzak mevkiler. MEVAKİ-İ HARBİYE Muhârebe mevkileri. Savaş yerleri. MEVAKİ-İ MÜHİMME Önemli mevkiler. Ehemmiyetli yerler. MEVAKİN (Mevkin. C.) Kuş yuvaları. MEVAKİT (Mikat. C.) Hacıların ihrâma girdikleri yerler. * Bir iş için tâyin edilen vakitler. MEVALÎ Efendiler. * Azad edilmiş köleler. * Azad edenler. * Mevleviyyet pâyesine ulaşmış sarıklı âlimler. * Dost ve komşular. * Yardımcılar. MEVALİD Mevcudlar. Doğmuşlar. Vücud bulmuşlar. Mevludlar. MEVALİD (Mevlid. C.) Doğulan yerler. Mevlidler. Doğma vakitleri. Milâdlar. MEVALİD-İ SELÂSE Nebat, hayvan ve maden. MEVALİD-İ TÜRABİYE Topraktaki mevâlid. Mâdenler, nebatlar. MEVAMİT Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) İncil'deki bir ismi. MEVANİ' Mâni'ler. Engeller. Mâni olanlar. Mâniâlar. MEVARİD Gelecek yerler. Varacak yerler. Caddeler, yollar. Bir yere vasıl olacak yollar. MEVARÎS Miraslar. Verasetle nâil olunan mülk ve mallar. MEVASİK Mevsuk şeyler. Misaklar. Ahd ü peymanlar. Yeminler. Sözleşmeler. MEVASİM Mevsimler. * Pazar yerleri. MEVASİM-İ ERBAA Dört mevsim. Rebi' (İlkbahar), Sayf (Yaz), Harif (Sonbahar), Şitâ (Kış). MEVAŞİ Davar, koyun, keçi, inek ve öküz gibi hayvanlar. MEVAT (Mevt. den) Cansız şeyler. Sürülmemiş topraklar. * Sahibsiz yerler. MEVATIN (Mevtın. C.) Yurtlar. Şenlendirilmiş ve bayındır yerler. MEVATİ (Mevti. C.) Ayak basılan yerler. MEVATÎ Mevâta yani cansız şeye ait, bununla alâkalı. * İşlenmemiş toprağa ait. MEVAZI' (Mevzi. C.) Mevziler, yerler. MEVAZİN (Mizan. C.) Mizânlar. ölçüler. Terâziler. MEVBED Mecusiler reisinin ulusu. MEVBİK (C.: Mevbikat) Korkulu yer. MEVBİKAT (Mevbik. C.) Korkulu yerler. MEVBİL Kaba büyük sopa. * Bir kucak odun. MEVC Dalga. Denizin dalgası. * Titreşim. * Mc: Devir, devre. MEVCÂ-MEVC Çok dalgalı. Dalga dalga. MEVCE Bir dalga. * Ses, elektrik ve hararetin yayılma dalgalarından herbiri. MEVCEDAR f. Dalgalı. MEVCENÜMUD f. Dalga gibi. MEVCET-ÜŞ ŞEBÂB Gençlik çağı. MEVC-HÎZ f. Dalga kaldıran. MEVCUB Kendisine bir şey vâcib kılınmış. MEVCUD Var olan. Bulunan. Hazır olan. Topluluğun hepsi. * Kâinat. Mükevvenat. MEVCUDAT Var olan her şey. Kâinat. Yaratılmış şeyler. MEVCUDAT-I BAHARİYE Bahar mevsimindeki renk renk, çeşit çeşit varlıklar. MEVCUDEN Kendisi berâber olarak. Mevcud olarak. MEVCUDÎN (Mevcud. C.) Mevcudlar, var olan ve bulunan şeyler. Mevcudât. MEVCUDİYET Mevcudluk, varlık, mevcud ve var olma. MEVCUD-U HARİCÎ Maddî vücudu bulunan eşya. MEVCUD-U MANEVÎ Mânevi varlık. MEVC-ZEN f. Dalgalanan, dalgalı deniz. Dalga vuran. MEVDU (Mevdua) Emanet bırakılmış, tevdi olunmuş. MEVDUAT (Mevdu. C.) Emanet bırakılmış şeyler. * Bankaya konan para ki, faizle olduğundan haramdır. (Bak: Riba) MEVDUD(E) Sevilmiş, kendisine muhabbet edilmiş. Sevgi gösterilmiş. MEVDUNE (Mevzune) Altın, inci veya elmasla işlemeli şey. Murassa. MEVECAT (Mevce. C.) Dalgalar. MEVEDDET Dostluk. Sevgi. Muhabbet. Muhabbet etmek. Sevmek. MEVETAN Canı olmayan nesneler. * İhya olunmayan, ekilip biçilmeyen arazi. MEVFUR (Vefir. den) Tam olan şey. Çoğaltılmış. Çok. Kesir. Bisyâr. Evfer. * Edb: Aruz kalıblarından biri. MEVH Kuyunun suyu çok olmak. MEVH Avucuyla su içmek. MEVHİBE İhsan. Sevgi. Hediye. MEVHİBE-İ İLÂHİYE Cenab-ı Hakk'ın ihsan ve hediyesi. MEVHİL (Vahl. den) Çamurlu yer. MEVHİN Gece yarısına yakın vakit. MEVHUB (C.: Mevâhib) (Vehb. den) İhsan edilmiş, verilmiş, hibe olunmuş, bağışlanmış. * Fık: Karşılıksız olarak birine verilmiş. MEVHUBAT (Mevhub. C.) Bağışlar, ihsanlar, bahşişler. MEVHUBE Verilmiş. İhsan edilmiş. Karşılıksız olarak birisine verilmiş mal. MEVHUM Aslı olmayıp evham mahsulü olan. Vehim. MEVHUMÂT Mevhumlar. Asılsız olduğu hâlde zihinde meydana gelen şeyler. MEVHUME Vehim, kuruntu ve hayâl nev'inden bir şey. MEVHUN Zayıf ve arık adam. Zayıflamış kimse. MEV'İD Va'din yerine getirildiği yer. * Vaad etmek. Vaad. Söz vermek. MEV'İD-İ MÜLÂKAT Buluşma yeri. MEV'İL Sığınacak yer. * Sel suyunun karar kıldığı yer. MEV'İZA Mev'ize. Öğüt. Nasihat. * Bir cemaate veya kimseye kalbini yumuşatacak ve iyiliğe sevkedecek surette hakikatları ders vermek. MEV'İZA-İ DİNİYE Dinî nasihat. MEV'İZAKÂR f. Nasihat veren, öğüt eden. Nâsih. MEVK Örümcek, ankebut. MEVK Bir şeyin ucuz olması. MEVKIF Durak. Durulacak yer. Ayakta duracak yer. İstasyon. MEVKİ' Yer. * Sınıflandırılmış yerlerden her biri. * Vapur, tren gibi yerlerde sınıflandırılmış, değeri yüksek olan yer. * Bir şeyin bulunduğu veya vukua geldiği yer. MEVKİB Kafile. Alay. Atlı veya yaya giden kafile. Cemaat. MEVKİB-İ İKBAL Talihli kafile. MEVKİD Ateş ocağı. MEVKİN (C.: Mevâkin) Kuş yuvası. MEVKİT (C.: Mevâkit) Tâyin ve tesbit edilip kararlaştırılan yer veya zaman. MEVKUD (İkad. dan) Yakılmış. Yandırılmış olan. MEVKUF Durdurulan. Vakfedilen. Dâimi bir halde bırakılan. * Tevkif edilen. Tutulup hapsedilen. * Ait, bağlı. MEVKUFAT (Mevkufe. C.) Bir zaman için tutulup alıkonulmuş mal veya para. * Vakfedilmiş mal, emlâk. * Gelirden artıp hazineye mâl edilen para. MEVKUFEN Mevkuf olarak. MEVKUFÎN (Mevkuf. C.) Tevkif edilmiş kimseler. Tutuklular. Mevkuflar. MEVKUFİYYET Maznunun hüküm giyinceye kadar hapsedilmesi. Hapsedilme hâli. * Bağlı olma. MEVKÛL (Vekâlet. den) Bir vekile emanet edilen. MEVKÛLÜN İLEYH Kendisine bir iş bırakılan adam. Vekil. MEVKUM Hüznü şiddetli olan. MEVKUT Vakitli. Vakti belli olan. Mahdud ve muayyen olmuş vakit. MEVKUTE Zamanı muayyen, belirli olarak çıkan matbuât. Gazete, mecmua gibi şeyler. MEVKUZE Ağaçla vurulmuş. MEVLA Sahib. Rabb. * Efendi. Köleyi âzad eden. * Şanlı. Şerefli. Mâlik. * Mün'im-i Mutlak olan Cenab-ı Hak (C.C.). * Terbiye eden, mürebbi. * Yardımcı, muavenet eden. * Dost ve komşu. * Azâd olan. MEVLANA Efendimiz, mevlâmız mânâsında olan bu kelime, hürmeten büyük kimselere söylenmiştir. Hazret mânâsında da kullanılır. MEVLANA CAMİ (Bak: Câmi) MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ Hi: 672 de Belh'de doğdu. Konya'ya geldi ve yerleşti. Mühim eseri Farsça ve manzum yazdığı Mesnevi'sidir. İkişer mısralı kafiyeli şekilde olduğundan bu isim verilmiştir. Mevlevi Tarikatının piri ve serefrâzıdır. MEVLANA HALİD (Hi: 1192-1242) Yüzyıl evvelinin müceddidi olduğu milyonlarca irşad ettiği kimselerin şehadetiyle sabit olmuştur. Şam'da vefat etmiştir. Hz. Osman bin Affan (R.A.) soyundandır. İlim ve takvada ve her çeşit makbul vasıflarda, devrindeki en ileri âlimlerin ve velilerin fevkinde idi. Bütün ömrünü zühd ve verâ ile geçirdi. Çok âlim ve veli yetiştirdi. Nahivde, kelâmda, fıkıhda, tasavvufda kıymetli eserler verdi. O zamanda Hindistanda bulunan Kutub Abdullah Dehleviden ders almıştı. MEVLÂ-YI KERİM İkram sahibi olan Cenab-ı Hak (C.C.) MEVLEVÎ Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretlerinin tarikatından olan müslüman. MEVLEVİYYET Mevlevilik. Mevlevi tarikından olmak. * Mollalık. * Müderrislikten sonra gelen ilmiye sınıfından oluş. * Eyâlet kadılığı; yani, bir eyâletin bütün hukuki ve kazai işlerine bilfiil bakan kadı. "Mevâli" de denir. MEVLİD Doğma. Dünyaya gelme. * Doğulan yer veya zaman. * Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın doğumunu anlatan manzum eser, dini manzume. (Bak: Süleyman Çelebi) MEVLİD-HÂN Mevlid okuyan. MEVLİM İncitip acıtan. Elem veren. MEVLUD Çocuk. Yeni doğmuş çocuk. * Birisinin doğması. * Mevâlid-i selâseden herbiri. MEVLUDAT (Mevlud. C.) Belirli bir zaman içinde doğanlar. MEVLUDÜN LEH Çocuk kendisinin olduğu tebeyyün eden, bilinen baba. MEVMAT (C: Mevâmi) Sahrâ. Çöl. * Yazı. MEVN Bir kimsenin zahmetini çekmek. * Nafakalarını vermek. MEVR Başka te'sirle bir şeyin dalga gibi gidip gelmesi. Çalkanmak. * Suyun yeryüzüne yayılması. * Hayvanlardan yün almak. * Yol, tarik. * Toz, gubar. * Rücu etmek, döndürmek. MEVRİD Varılan yer. Vasıl yeri. * Cadde. Yol. Tarik. MEVRİD-İ NASS Nass ile gelen mes'ele. Nass olan yer. Kat'i delil olan husus. MEVRUD (C.: Mevrudât) Gelmiş. Vürud etmiş. Gelen. MEVRUDÂT (Mevrude. C.) Gelen şeyler. MEVRUDE (C.: Mevrudât) Ulaşmış, gelmiş. MEVRUS(E) Vereseye âit olan. Miras edilmiş. Miras edilen eşya. MEVRUSAT Mirastan gelenler. MEVS Yıkamak. MEVS Ekmeği suyla ıslatmak. MEVS Yolmak. Traş etmek. MEVSIK İtimad etmek. Emniyet etmek. İnanmak. * Yemin. Sözleşme. MEVSİL (Vusul. den) Kavşak. Kavuşacak yer. * Ek yeri. MEVSİM (C: Mevâsim) Pazar yeri. * Arap pazargâhları. * Yılın dört kısmından biri. * Zaman. Vakit. Alâmet. MEVSİM BE MEVSİM Zaman zaman. Mevsimden mevsime, zamanı geldikçe. MEVSİM-İ HARİF Sonbahar, güz devresi. MEVSİM-İ SAYF Yaz mevsimi, yaz devresi. MEVSİM-İ ŞİTÂ Kış mevsimi. MEVSUF Vasıflanan. Bir sıfatla tavsif edilen. * Kendisinde bir sıfat mevcud olan, kendisine bir sıfat isnad edilmiş olan. MEVSUK Kendisine inanılır olan. Şâyân-ı itimad olan. * Sağlam. * Vesikalı. Delile dayanan hakikat. MEVSUKAN Sağlam, delile dayanır, itimad edilir şekilde. MEVSUKİYET Sağlamlık, gerçeklik. İnanılır hâl. MEVSUK-UL KELİM Sözlerine inanılır. Söylediği şeylere itimad edip güvenilir. MEVSUL Erişen. Vasıl olan. * Birleşmiş. Kendine başka şey vasıl olmuş olan. Bitirmiş. Vasledilmiş. MEVSULE Bitiştirilmiş. MEVSUM (Vesm. den) İşaretlenmiş, damgalanmış, nişanlanmış. * Ad verilmiş, isimlendirilmiş. MEVSUME Tamamen baştan aşağı süslü zırh. * Bahar yağmuru ile ıslanmış toprak. MEVSUT Ortada. Vasat olan. MEVT Ölüm. Âhirete göç. Dünyadan gitmek. * Mevt, mü'minler için dünya vazifelerinden ve imtihanından bir paydostur.(Sual: Furkan-ı Hakîm'de $ gibi âyetlerde: "Mevt dahi, hayat gibi mahluktur, hem bir ni'mettir." diye ifham ediliyor. Halbuki zâhiren mevt, inhilâldir, ademdir, tefessühtür, hayatın sönmesidir, hâdim-ül-lezzattır... Nasıl mahluk ve ni'met olabilir?Elcevab: "Birinci Suâl"in cevabının âhirinde denildiği gibi, mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bâkıyeye bir dâvettir, bir mebde'dir, bir hayat-ı bâkıyenin mukaddimesidir. Nasılki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir. Çünki, en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebâtiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i san'at olduğunu gösteriyor. Zira meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti tefessüh ile, çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizâcat-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülât-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sünbülün hayatiyle tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sünbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahluk ve muntazamdır.Hem zihayat meyvelerin yahut hayvanların mide-i insaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe' olduğundan; "o mevt, onların hayatından daha muntazam ve mahluk" denilir.İşte en edna tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti; böyle mahluk, hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvisi olan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt, elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da, âlem-i berzahta elbette bir hayat-ı bâkıye sünbülü verecektir. M.)(Sizlere müjde! Mevt: İdam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firâk-ı ebedî değil, adem değil, tesâdüf değil, fâilsiz bir in'idam değil; belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahim tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediyye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksandokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır. M.) MEVTA Ölüler. Ölmüşler. Cenâzeler. MEVTA' Ayağın bastığı yer. MEVTAÎ Ölü gibi, ölüye benzer. MEVT-ALUD f. Ölüm gibi. Ölümlü. Korkunç. Ölü gibi. MEVTAN (Mevetan) Cansız. * Baygın. MEVTIN (C.: Mevatın) Yerleşip oturulan, yurt edinilen yer. MEVTÎ Ölümle ilgili, mevte ait. MEVT-İ AHMER Kızıl ölüm. Kanlı ölüm. Öldürülmek. * Tas: Nefse karşı koymak. MEVT-İ EBYAZ Ani ölüm. * Açlık. MEVT-İ ESVED Boğazı sıkılmak veya suya atılmak suretiyle husule gelen ölüm. MEVT-İ HÂİL Korkunç ölüm. MEV'UD Söz verilmiş. Vaadedilmiş. Vâdeli. Vadesi muayyen ve mukadder olan. * Evvelden takdir olunmuş. MEV'UDE Küçükken diri diri gömülüp öldürülen kızcağız. ME'VUM Koca başlı ve gövdeli kimse. MEV'ÜF Afete uğramış nesne. MEVVAC Çok dalgalanan. Çok dalgalı. Fırtınalı. * Radyo. MEVVAR Seri, çabuk, hızlı, sür'atli. MEVZ Muz ağacı. MEVZİ' Bir şey konulacak yer. MEVZU' Bahis. Üzerinde durulan mes'ele. * Aşağılanmış olan. * Konulmuş. Vaz olunmuş. * Uydurma. Doğru ve hakikat olmayan. * Geçer olan, muteber, işlemekte olan, câri. MEVZUA Kabul edilmiş esas. İlk önce ele alınan fikir. Müsellem ve âşikâr olan kaziyye, hüküm. MEVZUAT Bahsedilen hususlar. Bir şeyin esasını teşkil eden hususat. Tatbikat halinde olan hükümler ve kaideler. MEVZUAT-I BEŞER İnsanların koyup kabul ettikleri hükümler ve kanunlar. MEVZUN Vezinli. Ölçülü. Tartılı. Düzgün. * Yakışıklı. * Her bir vasfı ölçülü ve i'tidal üzere bulunup, sırf iyi ve güzel şeylere nâil olan. MEVZUNAT (Mevzun ve Mevzune. C.) Vezinli ve tartılı şeyler. MEVZUNEN Vezinli olarak. Ölçülü olarak. MEVZUNİYET Düzgün, hesaplı ve düzenli. * Mevzun olma hâli. MEVZU-U BAHS Kendisinden bahsedilen. Bahis konusu. MEY f. şarap, içki. (Bak: şarab) MEY' Eriyip akma. MEY'A (Mey'at) Yiğitlik başlangıcı. * Atı koşuya alıştırmak. * Erimiş sıvı madde. * Yere dökülen bir sıvının akıp gitmesi. * Bir şeyin ilk zamanı. Tâzelik vakti. MEYADİN (Meydan. C.) Meydanlar. Geniş yerler. Arsalar. MEYADİN-İ HARB Savaş meydanları. Muhârebe alanları. MEYAMİN (Meymun. C.) Bereketliler, uğurlular. * Maymunlar. MEYAMİN (Meymenet. C.) Bereketler, mutluluklar, uğurlar. MEYAN (Bak: Miyân) MEYASİR Acem merkepleri. (Atlas ve ipek ile süslenen eşeklerdir.) MEYASİR (Meysur. C.) Kolaylaştırılmış şeyler. MEYASİR (Meysere. C.) Ordunun sol kanatları. Sol cenahlar. * Zenginlikler, servetler. MEY-AŞAM f. İçki içen. Şarap içen. MEYAZİB Oluklar. Su yolları. MEYD Deprenmek. Sallanmak. * Ziyaret etmek. * Hareket etmek. * Kırağı çalmak. * Meyletmek. * Neşv ü nemâ bulmak. * Başı dönüp midesi bulanmak. MEYDAN Arsa. * Geniş yer. * Etrafı çevrilmiş, üstü açık geniş yer. MEYDAN DAYAĞI Eskiden askeri mekteblerle kışlalarda tatbik edilen cezalardan biridir. Meydanda tatbik edildiği için bu adı almıştır. Arkadaşını yaralamak, hoca ve zâbitine hakarette bulunmak gibi büyük kabahatlerden dolayı verilen bu dayak cezası, saf saf dizilen bütün talebelerin; asker ise kışladaki askerlerin huzurunda atılırdı. Cezaya çarpılacak talebe yahut asker, meydana getirilerek cezayı icab ettiren kabahatle meydan dayağının tatbiki için verilen karar okunduktan sonra serilen bir battaniye üzerine yüzükoyun yatırılır, başının ucuna ve ayaklarının üstüne kuvvetli birer hademe yahut asker oturtulur, okulun inzibât subayı, asker ise bölüğün subaylarından biri ince kızılcık sopasıyla kaba etlerine vururdu.Bu gibi cezalar, herkes ibret alıp bu suçlar işlenmemesi için herkesin gözü önünde icra edilirdi. MEYDAN-I HARB Savaş meydanı, muhârebe alanı, harp meydanı. MEYDAN-I HAŞİR Haşir meydanı. Haşrin yeri.(Sual: Meydan-ı Haşir nerededir?Elcevab: $ Hâlik-ı Hakîm'in herşeyde gösterdiği hikmet-i âliye, hatta tek küçük bir şey'e, çok büyük hikmetleri takmasiyle tasrih derecesinde işaret ediyor ki: Küre-i Arz; serseriyane, bâd-ı heva azim bir dâireyi çizmiyor.. belki mühim bir şey etrafında dönüyor ve meydan-ı ekberin daire-i muhitasını çiziyor, gösteriyor. Ve bir meşher-i azimin etrafında gezip, mahsulât-ı mâneviyesini ona devrediyor ki, ileride o meşherde, enzar-ı nâs önünde gösterilecektir. Demek, yirmibeş bin seneye karib bir daire-i muhitanın içinde, rivayete binaen Şâm-ı Şerif kıt'ası bir çekirdek hükmünde olarak o daireyi dolduracak, bir meydan-ı haşir bastedilecektir. Küre-i Arzın bütün mânevi mahsulâtı, şimdilik perde-i gayb altında olan o meydanın defterlerine ve elvahlarına gönderiliyor ve ileride meydan açıldığı vakit, sekenesini de yine o meydana dökecek; o mânevi mahsulâtları da, gaibden şehadete geçecektir. Evet Küre-i Arz; bir tarla, bir çeşme, bir ölçek hükmünde olarak o meydan-ı ekberi dolduracak kadar mahsulât vermiş ve onu istiab edecek mahlukat ondan akmış ve onu imlâ edecek masnuat ondan çıkmış. Demek Küre-i Arz bir çekirdek ve meydan-ı haşir, içindekilerle beraber bir ağaçtır, bir sünbüldür ve bir mahzendir. Evet, nasılki nurani bir nokta, sür'at-i hareketiyle nurani bir hat olur veya bir daire olur. Öyle de: Küre-i Arz; sür'atli, hikmetli hareketiyle bir daire-i vücudun temessülüne ve o daire-i vücud mahsulâtiyle beraber, bir meydan-ı haşr-i ekberin teşekkülüne medardır. $ M.) MEYDAN-I İMTİHAN-I İNS Ü CÂN İnsan ve cinlerin imtihan meydanı, yani dünya. MEYDAN-I MAHŞER Mahşer meydanı. MEYEH Su, mâ. MEYELAN Bir tarafa eğilmiş olma. Ziyâde meyil gösterme. İltizam.(Fıtrat yalan söylemez. Bir çekirdekteki meyelân-ı nümuvv der: "Ben sünbülleneceğim, meyve vereceğim." Doğru söyler. Yumurtada bir meyelân-ı hayat var. Der: "Piliç olacağım." Biiznillâh olur. Doğru söyler. Bir avuç su, meyelân-ı incimad ile der: "Fazla yer tutacağım." Metin demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelânlar, iradeden gelen evâmir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir. M.) MEYEZD f. Düğün veya işret meclisi. MEY-FÜRUŞ f. Şarap satan, meyhâneci, şarapçı. MEY-GUN f. Şarap renginde olan, kırmızıya yakın olan. MEY-GÜSAR f. İçki arkadaşı. Birlikte içki içen. MEYH Kuyunun suyunun çok olması. MEYH şefâat etmek. * Vermek. * Avuçta su tutmak. * Sallanarak yürümek. MEY-HANE f. İçki satılan ve içilen yer. MEY-HAR (Mey-hâre) f. İçki içen, içkici, ayyaş. MEYHEM Hâlin nedir, nasılsın? mânasına kullanılır. MEY-HOŞ f. Ekşimtrak, mayhoş. MEY-KEŞ f. İçki içen, şarap içen. MEYL Ortadan bir tarafa eğik olmak. * İstek. Yönelme. Arzu. * Sevme, tutulma, âşık olma. * Gönül akışı. MEYLA Çok budaklı ağaç. MEYLA' Otsuz sahra, çöl. * Acele, hızlı, seri. MEYLAB Za'ferân. MEYLAK Seri ve aceleci kimse. MEYLEN Eğilerek, meylederek. O taraftan olarak. MEYLETMEK Bir tarafa doğru eğilmek. Bir tarafa yönelmek. * Sevgisini vermek, eğilmek. Gönül vermek. MEYL-İ TAHADDÎ Meydan okuma meyli. Üstünlüğünü göstermek fikri. MEYLİYAT Bir tarafa meyleden istekler. MEYL-ÜT TAHRİB Bozma ve yıkma isteği, meyli. MEYL-ÜT TEFEVVUK Üstünlük elde etmek meyil ve arzusu. (Bak: Himmet) MEYL-ÜT TEVESSÜ' Genişleme isteği. Genişleme meyli. MEYL-ÜT TEZEYYÜD Tekellüfle sözü uzatma, artırma arzusu. MEYMENE Sağ kol, sağ taraf. * Meymenet, yümn-ü bereket. Bereket. Kuvvetlilik. Uğurluluk. Kutluluk. MEYMUM Denize atılmış olan. MEYMUN Bereketli, uğurlu. Kuvvetli. Kutlu. MEYN (C.: Müyun) Yalan. Yalan söyleme. MEY-PEREST (C: Meyperestân) f. Devamlı şarap içen. MEYS Ceviz ağacı. * Sallana sallana yürümek. MEYSA (C: Miyes) Yumuşak yer. MEYSAN Sallana sallana yürümek. MEYSEME (Vesm. den) Damga, damgalanmış. MEYSERE (C.: Meyâsir) Ordunun sol cenâhı. Sol cenâh. * Zenginlik, servet. MEYSİR Meyser. Kolaylık yeri. Kolaylık. * Kumar. Arablar arasında ok ile oynanan kumar. * Kumar için kesilen hayvan. MEYSUR Kolay. Kolay olmuş. Asan. Kolay kılınmış şey. MEYSURAT (Meysur ve Meysure. C.) Kolaylatılmış şeyler. Asan edilmiş şeyler. MEYŞ Halt etmek, karıştırmak. * Koyun sütünü keçi sütüne karıştırmak. * Yünü kıla karıştırmak. * Sözün birazını söyleyip, bir kısmını söylememe. MEYT (Meyyit) Ölü. Cansız. Ölmüş. Hareketsiz. MEYT (MİYÂT) Irak olmak, ırak etmek. Uzak olmak, uzaklaştırmak. Karışmak. MEYTE Hayvan leşi. MEYTEHÂR Hayvan leşi yiyen. ME'YUS Ümidsiz. Kederli. Ye'se düşmüş. Ümidi kesik. ME'YUSÂNE Ümidsizlikle. (Bak: Ye's) MEYVE (C: Meyvecât) f. Meyva, yemiş. MEYVEBAR f. Yemiş veren, meyveli. MEYVECAT (Meyve. C.) f. Yemişler, meyveler. MEYVEDAR f. Yemişli, meyveli, meyve veren. MEYVEFÜRUŞ f. Meyve satan, yemiş satan. Manav. MEYVEHA (Meyve. C.) f. Meyveler, yemişler. MEYVE-İ DİL Gönül meyvesi: Evlât, çocuk. MEYVE-İ HUŞK Kuru yemiş. MEYYAL Çok meyleden, eğilen. Çok istekli, düşkün. MEYYAL-İ İNHİDÂM Yıkılmak üzere bulunan. Neredeyse göçecek durumda olan. MEYYAL-İ İ'TİLÂ Yükselmeğe çok meyilli ve istekli. MEYYAN Yalancı. MEYYİT (Mevt. den) Ölü. Cansız. Ölmüş. MEYYİTÂNE f. Ölü gibicesine. Ölmüşçesine. MEYYİTE Hayvan leşi. * Kadın cenazesi. MEYYİT-İ MÜTEHARRİK Hareket halindeki ölü. * Mc: Sağ olup, gayret sahibi olmayanlara söylenir. MEYYİT-İ SÂMİTE f. Susan ölü. Sessiz ölü. * Hareketsiz. MEYZ Ayırmak, birşeyi denklerinden üstün tutmak. * Bir yerden bir yere geçmek. MEYZER (C: Meyâzir) Peştemal. MEZ' Haberin bazısını söyleyip bazısını gizlemek. MEZ' Evmek, acele, sür'at. * Kesmek. MEZA Geçti mânâsına mâzi fiilidir. MEZA MA MEZA Geçen geçti. Giden gitti. MEZABBE Keleri çok olan yer. MEZABIT (Mazbata. C.) Mazbatalar, tutanaklar. MEZABÎ Yer yarmak, kazmak. MEZABİH Mezbahalar. Hayvan kesilen yerler. MEZABİL (Mezbele. C.) Mezbelelikler, süprüntülükler, çöplükler. MEZABİR (Mizber. C.) Kalemler, kamışlar. MEZAD Artırma ile yapılan satış. * Tuluk, dağarcık. MEZADE (C.: Mezaid) Tuluk, dağarcık. MEZAHİB Mezhebler. İslâm itikadı ve amel hususunda esas ittihaz olunan yollar. (Bak: Müctehid) MEZAHİB-İ ERBAA Dört mezheb. (Bak: Mezheb) MEZAHİM Zahmetler. Sıkıntılar. Belâlar. MEZAHİM-İ HÂZIRA Bu zamandaki belâlar, zorluklar, anarşik hadiseler. İçtimâi zorluklar. MEZAHİR Çiçekli yerler. MEZAHİR Şereflenmeler. Mazharlar. Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın görünen tarafları. Zâhir ve meşhud olanlar. (Bak: Müzâhir) MEZAK Sür'atli yürüyen deve. MEZAK Tatmak. * Zevk tadacak yer. Damak. * Zevk. Tat duyma. ME'ZAK (Me'zel) : Dar yer. MEZALİK (Mezlaka. C.) Kaygan yerler. Ayak kayacak yerler. MEZALİM Zulümler. Haksızlıklar. Eziyet ve işkenceler. MEZAMİR Zebur kitabının sureleri. * Düdükler. MEZAMİR (Mızmar. C.) Koşu meydanları. MEZAMM Zemmetmek. Ayıplamak. MEZAN Zannolunan yerler veya şeyler. Zan ve şübhe verecek şeyler. MEZAN-ÜL ÎCAZ İcaz zannedilen yerler. MEZAR Ziyaret yeri. Ziyaretgâh. * Mezar. Kabir. Ölünün gömüldüğü yer. Makber. MEZARAT (Mezar. C.) Kabirler. Mezarlar. MEZARE Kalb katılığı. * Büyüklük, azamet. MEZARET Kalbin şiddeti. MEZAR-I ZÂR f. Ağlayan mezar. MEZARİ' (Mezraa. C.) Tarlalar, bostanlar. Zirâat olunacak yerler. MEZARİ' (Mezru. C.) Sürülüp tohum atılmış ve zirâat olunmuş yerler, tarlalar. MEZARİB (Mızrâb. C.) Mızraplar. Kanun, ud gibi çalgı âletleri. MEZARİ-İ MÜNBİTE Münbit ve verimli tarlalar. MEZARİK (Mızrâk. C.) Mızraklar, kargılar. MEZARİSTAN f. Mezarlık. MEZARRE Isırmak. MEZAYA Meziyyetler. İyilikler. Hasletler. MEZAYA-YI GALİYE Çok kıymetli, yüksek meziyetler. MEZAYIK Dar ve sıkıntılı yerler. MEZBAHA Hayvanları kesecek yer. MEZBELE (C: Mezâbil) Otun sıcaktan solacak olduğu yer. MEZBELE Çöplük. Pis şeylerin bulunduğu süprüntü yeri. MEZBUB Sinekli. MEZBUBE Sineği çok olan yer. MEZBUH Kesilen. Zebhedilen. Boğazlanmış. * Kurban edilmiş. MEZBUHÂNE f. Boğazlanır gibi. Boynundan kesilircesine. * Çırpınarak, son ümid ve son kuvvetle. MEZBUL Solmuş çiçek. * Zayıf, arık ve zebun olmuş olan. MEZBUR(E) Adı geçen. İsmi yukarıda geçen. (Bak: Merkum) * Taş ile örülmüş kuyu. MEZC Katma. Karıştırma. MEZCEN Karıştırmakla. Katma suretiyle. MEZCETMEK Katmak. Karıştırmak. MEZCÎ Katıp karıştırmakla alâkalı. Mezce dair. MEZC-İ İTTİHAD İttihadın verdiği imtizac. Kuvvetli birlik ve beraberlik. MEZCUC Süngülenmiş. Süngü ile dürtülmüş. MEZD Misvak ağacının yemişi. MEZE Tad. Çeşni. Zevk. * Eğlence, alay, lâtife. MEZEBBE Sinekli yer. * Dizin aşağısındaki kaba etlerin etrafı. MEZELLET Alçaklık. Zelillik. ME'ZEM (C: Meâzim) Dağ içinde olan dar yol. Cenk yeri, dövüş meydanı. MEZEMMET Ayıplama. Kınama. Yerme. * Kınanacak, yerilecek iş. MEZEN Usul, kaide. Yol. Âdet. Örf. ME'ZENE (C.: Meâzin) (Ezan. dan) Ezan okunacak yer. ME'ZER (C: Meâzir) Sığınacak yer, melce. MEZFUFE Gönderilmiş. MEZG Yemeği ağızda çiğnemek. MEZH (Müzâh-Müzâha-Mizâh) : Lâtife, şaka. * Mezc, katma, karıştırma. MEZHAR (C: Mezâhır-Mezâhir) Karın içi. * Damar. MEZHEB Yol. Gidilen yol. Tutulan çığır. * Dinin esaslarında ve esas temel mes'elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes'eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı müctehidlerin yolları. Müctehidlerden, kendilerine tâbi olunanların seçtikleri meslekleri. Füruatta Hanefi ve Şâfii; ve Akaidde Mâturidi ve Eş'ari gibi... Bu "Mezheb" kelimesi asıl ve esas mânasına da kullanılır. Beyn-el ulemâ ve mukakkiklerce ince tedkik neticesinde Kur'ân-ı Kerim'in esaslarından, Peygamber'in (A.S.M.) emir ve sünnetlerinden ayrılmamış "Dört Mezheb" Hak olarak seçilmiştir: 1- Hanefî Mezhebi, 2- Şâfiî Mezhebi, 3- Hanbelî Mezhebi. 4- Mâlikî Mezhebi. (Bak: İmam)(Eğer desen: Hak bir olur; nasıl böyle dört ve oniki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?Elcevab: Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır; şöyle ki: Birisine, hastalığının mizacına göre su, ilâçtır, tıbben vacibdir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine, ne zarardır, ne menfaattir; âfiyetle içsin, tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüd etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki: "Su, yalnız ilâçtır; yalnız vacibdir, başka hükmü yoktur."İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiyye; mezheplere, hikmet-i İlâhiyyenin sevkiyle ittiba edenlere göre değişir, hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i İlâhiyyenin tensibiyle İmam-ı Şâfiî'ye ittiba eden, ekseriyet itibariyle Hanefîlere nisbeten köylülüğe ve bedeviliğe daha yakın olup, cemaatı birtek vücud hükmüne getiren hayat-ı içtimaiye de nâkıs olduğundan, herbiri bizzat dergâh-ı Kadıy-ül-Hâcat'ta kendi derdini söylemek ve hususi matlubunu istemek için, imam arkasında, Fâtiha'yı birer birer okuyorlar. Hem ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmam-ı A'zama ittiba edenler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle, İslâmî hükümetlerin ekserisi, o mezhebi iltizam etmesiyle, medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimaiyeye müstaid olduğundan; bir cemaat, bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umum namına söyler; umum, kalben onu tasdik ve rabt-ı kalb edip, onun sözü, umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam arkasında Fâtiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.Hem meselâ, mâdem, şeriat, tabiatın tecavüzatına sed çekmekle onu tâdil edip nefs-i emmareyi terbiye eder. Elbette ekser etbâı, köylü ve nim-bedevi ve amelelikle meşgul olan Şâfiî Mezhebine göre: "Kadına temas ile abdest bozulur; az bir necaset zarar verir." Ekseriyet itibariyle hayat-ı içtimaiyeye giren, nim-medeni şeklini alan insanlar, ittiba ettikleri mezheb-i Hanefîye göre: "Mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necasete fetva var."İşte, bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı maişet itibariyle; ecnebi kadınlarla ihtilâta, temasa ve bir ocak yanında oturmaya ve mülevves şeylerin içine karışmaya mübtelâ olduğundan; san'at ve maişet itibariyle, tabiat ve nefs-i emmaresi meydanı boş bulup tecavüz edebilir. Onun için, şeriat onların hakkında, o tecavüzata sed çekmek için, "Abdest bozulur, temas etme; namazını ibtâl eder, bulaşma" mânevi kulağında bir sada-yı semâvi çınlattırır. Amma o efendi, namuslu olmak şartiyle, âdât-ı içtimaiyesi itibariyle, ahlâk-ı umumiye namına, ecnebi kadınlara temasa mübtelâ değil, mülevves şeylerle nezafet-i medeniye namına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun için şeriat, mezheb-i Hanefî namiyle ona şiddet ve azimet göstermemiş; ruhsat tarafını gösterip, hafifleştirmiştir. "Elin dokunmuş ise, abdestin bozulmaz; hicab edip, kalabalık içinde su ile istinca etmemenin zararı yoktur. Bir dirhem kadar fetva vardır" der, onu vesveseden kurtarır. İşte, denizden iki katre sana misal... S.) MEZHER Çiçeklik. Bir çiçeği içine alan şeylerin hepsi. MEZHERE Çiçek yeri. Çiçek bahçesi. MEZHÜVV Kibirli, gururlu. MEZİ İlm-i Halde: Kadınla oynamak veya şehvetle yanına gelmek gibi hâllerde erkeğin tenasül cihazında zuhur eden yapışkan renksiz akıcı cisim. (Bu hâl abdesti bozar, gusül icab ettirmez) MEZÎD Çoğalma. Ziyade etme. MEZÎK Su ile karışık süt. MEZİL Daralıp gönlündeki sırrı ifşâ eden, sıkıntıdan içindeki sırrı açıklayan. * Ayağı uyuşmuş. * Malını ve sırrını herkese gösterip açıklayan. * Küçük cüsseli, zayıf, hafif kimse. MEZİLLET Yanlışlığa sebeb olacak şey. * Ayak kayacak yer. MEZİR Fâsid olmak, fesatçılık yapmak. MEZİR Zarif kimse. * Katı kalbli ve cesur. * İşlerinde nüfuzlu olan. MEZİYYAT (Meziyyet. C.) Meziyyetler. Üstünlük vasıfları. MEZİYYET İyilik. İyi ve salih hareket ve faaliyet.(Dünyaca havas tanınan insanlardaki meziyet, sebeb-i tevazu' ve mahviyet iken, tahakküm ve tekebbüre sebep olmuştur. Fukaranın aczi, avâmın fakrı, sebeb-i merhamet ve ihsan iken; esaret ve mahkûmiyetlerine müncer olmuştur. M.) MEZİYYET-İ İFÂDE İfâde meziyeti. MEZK (Mezâk-Mezka) : Tatmak, tadına bakmak. * Tadacak yer. MEZK Yarma, yırtma. Kesme. MEZKUM Zükâm hastalığına tutulmuş. Nezle olmuş, nezleli. MEZKÛR Zikri geçen. Zikredilmiş. Evvelce bahsi geçmiş olan. (Bak: Mezbur-Merkum) MEZL Muztarib olmak, acı ve ıztırab çekmek. MEZLAKA Ayak kayacak yer. Kaypak yer. * Mc: Yanlışlığa düşmeye sebeb olan hal. MEZMERE Çok şiddetli hareket ettirmek. MEZMUM Zemmolunmuş. Makbul olmı(Zeker) ayıplanmış. Kötü. MEZMUN (Bak: Mazmun) MEZMUR Terennümle okunan kaside, ilâhi ve münâcat. * Hz. Dâvuda (A.S.) inen "Zebur"un Surelerinden herbiri. MEZNEB (C: Mezânib) Kepçe. * Suyun akacak olduğu yer. MEZR Fâsit olma. Bozuk olma. * Pis. * Ayrılık. MEZR (Mezra) Zarif adam. * Bir kimseye düşmanlık etmek. * Parmakla çimdiklemek. * Su kırbasını tamamen doldurmak. * Tadını anlamak için biraz ağzına almak, içmek. MEZRAA Tarla. Ekilip mahsul alınan mülk, yer. MEZREVAN Dizin aşağısındaki kaba etlerin etrafı. MEZRU' (C.: Mezruât) (Zirâ. dan) Arşınlanmış, ölçülmüş. Arşınla ölçülmüş. MEZRU' Ekilmiş. Tohum ekilmiş yer. MEZRUAT (Mezru. C.) Arşınlanmış şeyler. Ölçülmüş nesneler. MEZRUAT Ekili olan şeyler. Ekili yerler. MEZ'UB Koyununa kurt gelen. MEZ'UK Mesrur, neşeli, sürurlu. * Tuzlu. ME'ZUN İzinli, izin almış. Salâhiyetli. * Diplomalı. İcâzetli. ME'ZUNEN İzinli olarak. ME'ZUNÎN (Me'zun. C.) Mezunlar. İzin almış kimseler. Salâhiyetliler. İcâzet sahibleri. Diplomalılar. ME'ZUNİYET Me'zun olma. İzinli ve salâhiyetli olma. Diplomalı olma. ME'ZUNİYET-İ KAT'İYE Kat'i mezuniyet, kesin izin. ME'ZUNİYET-İ RESMİYE Resmi izin ve selâhiyet. MEZ'UR (Mez'ure) Korkmuş, çekinmiş. MEZZ(E) Emmek, mass. MEZZA' (C.: Mezâyi) Koğucu. * Yalan. * Sırrını gizlemeyen kişi. MEZZAH Lâtifeci, şakacı. MEZZER Halep vilâyetinden getirilen siyah taş. MI'CAZ Mak'adı büyük olan. MIGREFE (C: Megârif) Kepçe. MIGŞA Bahadır, kahraman. MIGTAS Burun, göz çanağı. MIHBASA (C: Mehâbıs) Helva küreği. MIHBAT Davar için ağaçtan yaprak dökmekte kullanılan sopa. MIHBAZ (C: Mehâbız) Hallaç tokmağı. MIHCEN (C: Mehâcin) Çomak. * Başı eğri ağaç. MIHDAME Hizmeti çok olan kişi. MIHFAK Enli yassı kılıç. MIHKAN (Mıhkana) Şırınga. Tenkıye âleti. MIHLAC Yufka oklavası. * Yün ve pamuk atacak âlet, hallaç tokmağı. MIHSAL Kilit. * Zenbil. MIHTAB Balta gibi odun kesmekte kullanılan âlet. MIHTAT Cetvel tahtası. MIHZAK Makat. MIKASS (C: Makâs) Kesecek âlet, mikrâz. MIKATTA Üzerinde kamış kalemlerin uçları kesilen sedef, kemik, ağaç, fil dişi veya mâdenden yapılan âlet. MIKBES (MIKBÂS) (C: Mekâbis) Ateş parçası. MIKDEHA (C: Mekâdih) Kepçe. * Çakmak. MIKLA' (Mıklât) (C: Mekâli) Çelik çeldikleri ağaç. * Kebap tavası. MIKLA' Sapan. MIKLAD (C.: Mekâlid) Anahtar, miftah. Kilit dili. * Hazine. MIKLAT Evlâdı yaşamayan kadın. * Bir kez doğuran ve daha hâmile olmayan deve. MIKLEB Eski kitap ciltlerinin sol kenarındaki kapak. Ekseriya okunan yer belli olsun için araya konurdu.* Saban demiri. MIKLEM (MIKLEME) (C: Mekâlim) Kalem koyacak kap, kalemlik. MIKMA' (C: Mekami') Fil başına vurdukları demir çomak. MIKMAA (C.: Mekami') Gürz ve topuz gibi parçalayıcı ve yarıcı silâh. MIKNA' (Mıknaa) (C.: Mekani') Başörtüsü. MIKNATIS yun. Demir ve benzeri mâdenleri kendine çekici hususiyeti bulunan câzibe. * Başka te'sir altında kalmadan kuzey ve güney kutuplarına doğru yönünü değiştiren demir çubuk. (İki kutbu bulunan bu mıknatıslı çubuğun şimale bakan kısmına şimal (kuzey) ucu, cenuba çekilen ucuna da cenub (güney) ucu diyoruz. * Mağnetik oluş. MIKNATISİYYET Mıknatıs kuvveti ve hassası. MIKNEB (C: Mekanib) Otuz kırk kadar olan at sürüsü. * Avcılar torbası. MIKNEVA Hizmet eden, hizmetçi. MIKRA' Hekimlerin, hastanın vücudunu dinledikleri âlet. MIKRA' Balta gibi bir âlet olup, onunla taş parçalanır. MIKRAME Nakışlı eşarp. Mendil. Havlu. Peştemal. MIKRAZ (C.: Mekariz) Makas. Kesecek âlet. MIKTAL (C.: Mekâtıl) Bıçkı. MIKTARE Kuş ayağına yapılan köstek. * Kelepçe. MIKVEM (C: Mekâvim) Saban ağacının tutulacak yeri. MIKVES Yay kabı. MIKZAF Kayık küreği. MIKZEF Tanbur. MI'LA Çulhaların çukur içinde ayak ile basıp oynadıkları nesne. MI'LAK (MA'LUK) (C: Meâlik) Üzengi kayışı. * Üzüm hevneği. * Et ve üzüm asılan çengel. MINKARÎ Gaga biçiminde. Gagaya benzer olan. * Gaga ile alâkalı. MINTAKA (Mıntıka) Muayyen bir yer. Havali. Taraf. Kısım. Kuşak. Kenar. Yeryüzünde bir kısım. Bölge. MINTAKA-İ MEMNUA Yasak bölge. MINTIKA-İ HARRE Sıcak mıntıka. Ekvator iklimi olan yerler. Hatt-ı istiva mıntıkası. MINTIKAT-ÜL BÜRUC Burçlar mıntıkası. Coğ: Oniki burcun bulunduğu tutulma dairesi. (Bak: Büruc) MINTÎK Çok düzgün konuşan. MINZAR Röntgen. * Bakma âleti. MIS'AD Merdiven. Yükseğe çıkmakta kullanılan âlet. Asansör. MI'SAM (C: Meâsım) Kolun bilezik takacak yeri. MI'SAR (C: Meâsır) Yeni hayız görmüş ve büluğuna yetişmiş olan kız. MISBAH Kandil. Çıra. Meş'ale. Lâmba. (Aya, güneşe, yıldızlara ve mecâzen de Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) bu isim verilmiştir.)Sabah ve sabahat maddesinden ism-i âlettir ki; sabah gibi lâtif ve kuvvetli aydınlık veren lâmba demektir. (E.T.) MISBAH-ÜL MESHUR Sabahlayan, sabahlamış. MISDAGA Yüz yastığı. MISDAK (Sıdk. dan) Bir şeyin doğru olduğunu isbata yarayan şey. Tasdik âleti. * Alâmet. Tavır. Tarz. Düstur. * Değer ölçüsü. MISDAKIYYÂT Mısdak ilmi. MISFAT Süzgeç. Tasfiye âleti. MISGAR Sarı yüzlü. MISKA' (C: Mesâki) Fasih dilli, güzel sesli kişi. MISKAB Delme âleti. MISKAL Cilâlayan, parlatan âlet. * İnce. Zarif. MISKAT Su kovası. MISR (C.: Emsâr) İki şey arasındaki perde, hâil. * Memleket. Şehir. * Afrika'nın şimalinde bir memleket ismi. * Bir hububat adı. MISRA' Kapı kanadı. * Edb: Bir manzum yazının her bir satırı. Tam bir vezin ölçüsüne göre tanzim edilmiş söz. MISRÂ-İ ÂZÂDE Edb: Başlıbaşına mânası bulunan mısra. MISRÂ-İ BERCESTE Edb: En güzel ve en kuvvetli olan mısra. MISRAM (C: Mesârim) Orak. MISRAN Basra ile Kufe şehirleri. MISRÎ (Mısriyye) Mısırlı. * Mısır ülkesiyle alâkalı. MISTABA (C.: Mesâtıb) Peyke, sedir. MISTABANİŞİN f. Sedirde oturan. MISTAR Yazının güzelliğine, düzgünlüğüne yarayan âlet. Yazı yazarken satırları doğru gösterebilmek için lâzım olan çizgileri yapmağa yarayan âlet. * Sıvacıların bir âleti. MISTAR-I HİKMET Hikmetin mıstarı. MISVA Uylukları zayıf ve etsiz olan kadın. MISVAT Çok haykıran, çok bağıran. * Ses kuvveti. MISVELE (C: Mesâvil) Harman süpürgesi. MISYAF Yaz günlerinde çok yağmur yağan yer. * Sakalı ağarmayınca evlenmeyen erkek. MISYED(E) Av avlamağa mahsus âlet. Tuzak, kapan. MIŞAT (Mışt. C.) Taraklar. MIŞMIŞ Zerdali, erik veya kayısı. MIŞRAK Güneşi bol olan yer. MI'TA (C: Mıât-Mıâtâ) Bahşişi ve hediyesi çok olan kişi. MIT'AM Çok yeyici, fazla yiyen. MIT'AM Çok yemek yediren. MIT'AN (C.: Metâin) At sürücüsü. MI'TAR (C: Meâtır) Devamlı güzel kokular sürünen. MITFEHA Kevgir. MITHAN Değirmen. MITHAR Uzağa giden ok. MITHERE Su kabı. Matara. MI'TÎR Güzel kokular sürünen. MITLA (C: Metâli) Dikenli otlar biten yumuşak yer. MITLAK Sık sık kadın boşayan erkek. MITMER Yapı ipi. MITRAB Neşeli adam. Neşesi bol kimse. MITRAK(A) (C.: Metârık) Sopa, değnek. * Tokmak. * Mızrak. * Çekiç. MITRED (C: Metârıd) Avın ardından atılan kısa süngü. MITREDE Yünden veya haz denilen kumaştan yapılan elbise. MITRÎ Cendereci. MITV (C: Mitâ) Hurma salkımı. MITVA' Çok muti', çok itaatli. MI'VEL (C: Meâvi) Sivri külünk ve balta. MIZFAR Zafer kazanan. Galib. olan. Asma çubuğuna sarmaşık gibi sarılan filiz. MIZMAR (C.: Mezâmir) Koşu meydanı. Yarışma sahası. MIZRAB (MIZRÂB) (C.: Medârib) Saz zahmesi. (Onunla saz çalarlar). MIZRAK Ucu sivri uzun saplı harp âleti. Kargı. MIZREB Büyük çadır, oba. MIZYA' Malını çok harcayan kimse. Malını fazlaca zâyi eden adam. MIZZ Yemeğin lezzetinden ağzını şapırdatmak. MİA Günlük adı verilen zamk. MİÂ' (C.: Em'â) Bağırsak. MİAD Vaad edilen gelecek zaman veya yer. * Müsaade edilen zaman. * Kıyâmet. Mahşer. * Vaad. Müddet. MİÂÎ (Miâiyye) Bağırsakla alâkalı. MİÂ-İ A'VER Körbağırsak. MİÂ-İ GALİZ Kalınbağırsak. MİÂ-İ İSNÂ-AŞER Oniki parmak bağırsağı. MİÂ-İ RAKİK İncebağırsak. MİAT (Mie. C.) Yüzler. Yüz sayıları. Mİ'BER (Mi'bere) İğne kutusu, iğne kabı. Mİ'BER Suyu geçmeğe yarıyan kayık, sal gibi vâsıtalar. * Köprü. Su geçme geçidi. MİBLA' (Bel'. den) Obur. MİBNAH Heybe. MİBRED Eğe. * Eğe cinsinden bir yazı âleti. MİBREE Kalemtraş. Kalem açmağa yarıyan âlet. MİBTAN Çok yemekten karnı şişen etli ve yağlı kişi. MİBVEL (Mibvele) Sidik kabı. Küçük abdest edilecek delikli taş veya oluk. MİBZA' Kan almakta kullanılan âlet. Neşter. MİBZAG Nişter, kan alacak âlet. MİBZEL (C: Mebâzil) Süzgeç. MİBZELE (C: Mebazil) Her gün giyilen kaftan, günlük elbise. MİBZER Tohum ekmekte kullanılan bir âlet. MİCDAF (C: Mecâdif) Sandal, kayık küreği. MİCDAH (C: Mecâdih) Kavut karıştırdıkları ağaç. * Menazil-i Kamerden bir yıldız. MİCDAR Bostan korkuluğu. Korkuluk. MİCDEL (C.: Mecâdil) Köşk, kasır, kâşâne. MİCENE (C.: Mevâcin-Meyâcin) Kassar tokmağı. MİCENN Kalkan, siper. Mİ'CER Bir cins kadın başörtüsü. Eşarp. MİCERR Gem çenberi. * Matkap kayışı. MİCERRE (C: Mecirr) Yer düzeltilen sürgü. * Demir kürek. ("Bel" denir) MİCESSE Ağaç budamada kullanılan keskin demir. MİCEŞŞ El değirmeni. MİCHAR Yüksek sesle konuşan. MİCLAT Ağaç budamada ve bağ filizini kesmekte kullanılan demir. MİCMER İçinde tütsü yakılan bakır yahut bronzdan küçük şamdan şeklindeki aletin adıdır. "Buhurdan" da denilir. MİCR Çenber. MİCREFE (C: Micref-Mecarif) Ateş küreği. MİCSED Cesede yapışık olan elbise. MİCVAD Güzel şiirler söyliyen şâir. MİCVEB Bir şey kesmeye yarıyan demir. MİCVEL Gömlek. * Küçük esvap. * Kalkan. MİCZAF (C: Mecâzif) Gemi küreği. MİCZAM Pek keskin kılıç. MİCZEM Çok keskin kılıç. MİDA' Bir şeyin son bulduğu yerin sonu. * Yolun sıklaştığı yeri. MİDA' (MİDEA) (C.: Mevadi') Eski kaftan, eski elbise. MİD'A(T) Şehrin burcu. MİDAD Yazı mürekkebi. Mürekkeb. MİDADİYE Mürekkep konan şey. Mürekkep hokkası. MİDAE Kırba. Deriden su kabı. İbrik. Matara. * Çeşme lülesi. * Abdest alınan yer. MİDAKA (MİDAKKA) Kendisiyle bir şey dövülüp ezilen şey. Havan. MİDANEM f. Biliyorum. MİDARE Çuvaldız gibi bir demir. (Kadınlar onunla saç düzeltirler.) MİDAS Pabuç. MİD'AS Çok işlek olduğundan yumuşamış olan yol. MİDDE Cerahat, irin. Mİ'DE (C.: Miad) İnsan ve hayvanlarda, yenen şeyleri hazmetmek vazifesi olan bir iç uzvu. MİDE-NÜVAZ Mide okşayan (maydanoz). MİDEVÎ Mide ile alâkalı mideye ait. * Mideye yarar. MİDFA' (C.: Medâfi') Ask: Top. MİDHANE Buhurdan. MİDHAT Medhetme, övme. MİDHATGER f. Övücü, medhedici. MİDİLLİ At cinsinin küçük çaptaki nev'ine verilen addır. Bu türlü atlar Midilli adasında yetiştirildiği için bu adı almıştır. MİDKAS İpek. MİDLES (C: Medâlis) Def'edecek yer. MİDMAK Binanın iskeleti. MİDMEK (C: Medâmik) Ziynet verecek âlet. * Haberi şâyi eden, duyuran nesne. MİDRA Boynuzdan veya demirden çuvaldız gibi bir nesne. (Kadınlar onunla saçlarını düzeltip islâh ederler ve tarakla da tararlar.) MİDRAR Yağmur yağdıran bulut. * Çok su döken. MİDRAS Okuma yeri. * İçinde Tevrat dersi verilen ev. MİDRE Bahadır, kahraman. MİDREBE Demir yerine ucuna boynuz takılan süngü. MİDVEK Bir şey ezmekte kullanılan taş. MİDYAN (C.: Medâyin) Daima borç eden kimse. MİE Yüz. Yüz sayısı. MİETEYN İki yüz. (200) MİFAD Kebap demiri. MİFER Hizmetkâr, hizmetçi. MİFEZZA Tokmak. MİFRAK (C: Mefârik) Başın ortası (saçın bölük olduğu yerdir.) MİFRAS (MİFRÂS) (C: Mefâris) Gümüş kesecek âlet. * Demir. MİFSAD Kan almakta kullanılan âlet. Neşter. MİFSAL Dil, lisan. MİFTAH Açan âlet. Anahtar. Kilidleri açan anahtar. MİFTELE Yün eğirmekte kullanılan çatal değnek. MİFZAL Gündelik iş elbisesi. MİFZAL Fazilet ve şeref sahibi. MİG f. Duman, sis, duhân. * Kara bulut. MİGDAD Çok gadaplı, çok kızgın. MİGFER Ateşli silâhların icadından evvel, muharebede kılıç, mızrak ve ok gibi harp âletlerinden korunmak için başa giyilen bir nevi başlık idi. Miğfer, zırh ile beraber bir bütün teşkil ederdi. Osmanlı miğferleri çeşitli şekillerde olmakla beraber genel olarak iki kısma ayrılırdı. Bir kısmı ince bakırdan, diğer kısmı ise çelikten yapılırdı. Miğfer; tepesi sivri fes biçiminde idi. Asıl tepeye gelecek yer temrenle süslenir, temrenin ucu kâh sivri olur, bazan da lâfza-i Celâl ve bazı kere de hilâl ile son bulurdu. MİGFERÎ Miğfer şeklinde olan, miğfer biçiminde olan. * Miğferle ilgili. MİGLAK (C.: Megalik) Kilit, mandal. MİGNAK f. Dumanlı, sisli. Bulutlu. MİGSEL Tas, ibrik. Yıkanmada kullanılan kab. MİGVEL (C.: Megavil) İnce kılıç. Hançer. MİGZEL (C.: Megazil) İplik eğirmekte kullanılan âlet. iğ. MİH (C.: Mihâ) f. Ulu, büyük. Azim, kebir. MÎH f. Çivi, mıh. Kazık. MİHA Yaş değnek. MİHAD Yer. Arz. * Beşik. * Döşeme. Döşek. MİHADDE Baş ve yüz altına koydukları yastık. * Kazma. * Balta. MİHAFFE Mahfe. Katır veya develerin sırtına konulan ve iki kişinin oturabileceği büyüklükte olan sepet. MİHAH (Muhh. C.) Beyinler. * İlikler. MİHAİL Resul-i Ekremin (A.S.M.) geleceğini haber veren ve bir ismi de Mişâil olan eski zaman Peygamberlerinden bir Zâttır. Kitabının 4. bab'ında: "Ahir zamanda bir ümmet-i merhume kaim olup, orda hakka ibadet etmek üzere, mübarek dağı ihtiyar ederler. Ve her iklimden oraya birçok halk toplanıp Rabb-ı Vâhide ibadet ederler. O'na şirk etmezler." diye bahsetmiştir.(İşte şu âyet, zâhir bir surette dünyanın en mübarek dağı olan Cebel-i Arafat ve orada her iklimden gelen hacıların tekbir ve ibadetlerini ve ümmet-i Merhume nâmıyla şöhret-şiar olan ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) tarif ediyor. M.) MİHAK (Mahâk-Muhâk) Her arabi ayın son üç gecesi. MİHAL Kuvvet. Azab. Ukubet. MİHAMME Yer süpürgesi. MİHAMME Küçük bakır ibrik. MİHAN (Mih. C.) Ulular, büyükler. MİHAN (Mihnet. C.) Mihnetler, sıkıntılar. MİHANİKÎ KIRAET Kelimeleri, terkibleri doğru telâffuz etmekle beraber ezber dersi dinletiyormuş gibi çabuk çabuk okumaktır. Böyle okuyuş dinleyene bir şey anlatmaz. Ancak okuyanın mevzuu kavramış olduğunu anlatır. Öyle kıraet bir makinanın duygusuz işlemesine benzetilir. MİHANİKİYYET yun. (Mihanik. den) Makine sanayiini ihate eden fen ve ilimler. Makine gibi cansız şeyler. * Cansız ve duygusuz fakat ahenkli hareket ve hareket kabiliyeti. MİHAR (Mühür. C.) At yavruları. Taylar. MİHAŞŞ(E) Ot biçtikleri âlet. Orak ve tırpan. * Ot koydukları kap. MİHATT Deriden kıl ve yün yolacak demir. MİHAZ Çizme mahmuzu. MİHBAZ (C.: Mehâbiz) Hallaç tokmağı. MİHBEB Tâne tâne kesecek âlet. MİHBERE (C.: Mehâbir) Mürekkep koydukları kap. MİHCEM(E) (C.: Mehâcim) Hacamat şişesi. * Çekip emmeğe mahsus âlet. MİHDA İçine hediye konulan kap. MİHEK f. Küçük çivi. * Karanfil. MİHEN (Bak: Mihan) MİHENK (Mihek) Altının ayarını anlamaya mahsus bir taş. Ölçü. İyiyi kötüyü ayıran, ayar âleti. * Mc: Bir insanın kıymetini, ahlâkını anlamaya yarayan vasıta. MİHFAR Toprak kazan âlet. Kazma. MİHFEN Değirmen sepeti. MİHFER(E) (C.: Mahâfir) Kazma. Bel. MÎHÎ f. Çivi şeklinde. Çiviye âit. MİHÎN (Mihine) Daha büyük, daha ulu. MÎHKADEM f. Ayağı kırık. MİHLA(T) İçine yulaf koyup davara vermekte kullanılan torba. MİHLAF Vaadinde çok hilâf eden, sözünde durmayan kimse. MİHLAK Ustura. MİHLEB İçine süt sağılan kap. MİHLEB (C.: Mehâlib) Yırtıcı kuşların tırnağı, pençesi. * Orak, bıçak. MİHMAN f. Misafir. MİHMANDAR f. Misafire hizmet ve yardım eden. Misafiri ağırlayan. MİHMANDAR-I KERİM Dünya misafirhanesinde kullarına yardım ve in'am eden Rabbimiz, Allah (C.C.). * Müslümanlara dünya misafirhanesinde rehberlik eden, Hazret-i Peygamber (A.S.M.) MİHMANDARÎ f. Mihmandarlık. Misafir ağırlayıcılık. MİHMANHANE f. Misafirhane. Misafir edilecek yer. Otel. * Mc: Dünya. MİHMANÎ f. Mihmanlık, misafirlik. MİHMANNEVAZ f. Misafire iyi muamele ederek ikram eden. Misafir ağırlayan. MİHMANPERVER f. Misafir ağırlayan, misafire ikram eden, misafir seven. MİHMANPERVERÎ f. Misafirperverlik, misafir ağırlayıcılık. MİHMANSERAY f. Misafirhane. Otel. * Mc: Dünya. MİHMEL (C.: Mehâmil) Kılıç bağı. * Büyük mahfe. MİHMER (C.: Mehâmir) Semer atı. MİHMEZ (MİHMÂZ) Çizme mahmuzu. MİHNEKA (C.: Mehânık) Maktul. * Gerdanlık. * Boğacak âlet. MİHNET Zahmet. Eziyet. Dert. Belâ. * Mc: Tecrübe, sınamak. MİHNET-ÂBÂD f. Keder, mihnet ve gam dolu olan yer. * Mc: Dünya. MİHNETDİDE f. Musibete uğramış. Keder ve mihnet görmüş. MİHNETGÂH f. Keder, gam ve mihnet çekilen yer. * Mc: Dünya. MİHNETKEDE f. Gam ve keder çekilen yer. Nihnet yeri. * Mc: Dünya. MİHNETKEŞ f. Keder, eziyet ve mihnet çeken. MİHNETZEDE f. Afet ve belâya uğramış. Keder, mihnet ve musibete giriftar olmuş. MİHR (Bak: Mehr) MİHRAB Camide imamın namaz kılarken cemaatin önünde durduğu yer. * Şiddetli harbeden cengâver. Bahadır. * Evin şerefli yüksek yeri, çardak. * Meclisin sadrı ve ekrem mevzii. * Mc: Harb âleti. * Orman. * Melikin hususi makamı. * Mc: Şeytan ve hevâ ile muharebe edecek yer. * Ümit bağlanan yer. MİHRAB-I CEMŞİD Güneş, Şems. MİHRACE (Hind'ce: Mahraca) Hindistan'da Hindu dininden olan hükümdarların büyüklerine verilen ünvandır. Hindu kral. MİHRAF Hekimin yarayı muâyene ettiği âlet. MİHRAK Fiz: Küre içi biçiminde (içbükey) bir aynaya müvâzi (paralel) gelen ışıkların, aksettikten sonra toplandıkları nokta. Yakıcı nokta. * Hareket merkezi. MİHRAK Çok hareket eden. * Hareket âleti. Karıştıracak nesne. MİHRAK (C.: Mehârik) Ağaç kılıç. * Yırtıp parçalayacak âlet. MİHRAKÎ Mihrak noktasına âit. MİHRAS (C.: Mehâris) Dibek taşı. MİHRAT (C.: Mehârit) Her yıl derisi kavlayıp soyulmak âdeti olan yılan. MİHRAT Tennur odunu karıştırdıkları âlet. * Çiftçi sabanı. MİHRBAN f. Merhamet ve şefkat sahibi. Muhabbetli, sevimli, yumuşak huylu ve güleryüzlü. MİHRBANÎ f. Dostluk, muhabbet, sevgi. MİHRE f. Acemi ördekleri avlamak için su kenarlarına bağlanan ördek. MİHREF (C.: Meharif) İçine yemiş koydukları kap. MİHREZ İğne, ibre. MİHRGAN f. Sonbahar. Güz mevsimi. * Eski İranlıların iki büyük bayramlarından birinin adı. MİHRNAZ f. Naz güneşi. Çok nazlı. MİHSAD Ekin orağı. MİHSAF (C.: Mehâsıf) Biz dedikleri ince uzun demir. MİHSAL Keskin kılıç. MİHSAL Ok yapılan demir. MİHSARRE Bir kimsenin elinde tuttuğu sopa veya değnek. MİHSERE Süpürge. MİHŞAH (C.: Mehâşi) Kaba kilim. MİHTAB Balta. Odun kesmekte kullanılan âlet. MİHTAT Cetvel tahtası. MİHTER (C.: Mihterân) Daha büyük. Daha ulu. MİHTERÂN (Mihter. C.) f. Daha büyükler. MİHTERÎ f. Büyüklük, ululuk, azimlik. MİHVAL Çok hilekâr. Hileci. Dolandırıcı. MİHVEKA Süpürge. MİHVER Dünyanın kuzey ve güneş kutbu arasından geçtiği farz olunan hat, dönen bir şeyin ortasından geçen mil. Düzgün geometrik şekilleri iki eşit kısma ayıran doğru çizgi. Çark ve tekerlek gibi dönen şeylerin ortasından geçen mil. Merkez. * Mat: Üzerinde bir müsbet ciheti var farzedilen sonsuz hat. * Kağnı arabasının dingili. MİHVER-İ ÂLEM Arzın merkezinden geçerek semâ küresini her iki tarafta kesen mevhum hat. MİHVER-İ ARZ Arzın kuzey ve güney kutupları arasında uzanıp, merkezden geçtiği farz olunan hat. MİHVER-İ HAREKÂT Askeri harekâtın yapıldığı yer. MİHVER-İ NEBAT Kök, gövde ve yaprakların tamamı. MİHYAC Şiddetli. * Çok, ziyâde, fazla. MİHYAF Tez susayan davar. MİHYAL Bir yıl ekilip, bir yıl ekilmeyen arazi. MİHYAT İğne. MİHZA (MİHZAB) Ateş karıştırmakta kullanılan ağaç. MİHZAB Boyacıların elbise boyadıkları küp. MİHZAC Çamaşır tokacı. MİHZAK Çok gülen kadın. MİHZAR Mânâsız ve saçma sapan sözler konuşan. MÎK Çabuk ağlayan, yufka yürekli olan. MÎK f. Çekirge. MİKA Muhabbet, sevgi. MİKAA Kassarların üzerinde bez döğdükleri ağaç. * Kassarlar tokmağı. * Yaşlı ve uzun boylu kimse. Mİ'KAB Kızdan sonra oğlan doğuran kadın. Bir oğlan sonra bir kız doğuran. MİK'AB Geo: Küb. * Mat: İki defa kendisi ile çarpılan sayı. MİK'AB (C.: Mekâıb) Topuk mesti. MİKÂİL Rezzakıyyet arşının hamelesi olan büyük Melek. Dört Büyük Melekten birisi. (Bak: Melâike) MİKAMME Süpürge. MİKAT Bir iş için tayin edilen zaman veya yer. * Mekke-i Mükerreme yolu üzerinde hacıların ihrama girdikleri yer. MİKAT Bağırdak ipi, (oğlancıkları beşikte onunla bağlarlar.) * Kesilme ânında koyunun ayağını bağladıkları ip. MİKAT SÜNNETİ Hacca niyet edenin ihrama girmesi. MİKATÎ Hacc mevsimini beklemek üzere Mekke-i Mükerreme'de kalan kimse. MİKATT (C.: Mikât) Üzerinde kalem kesecek âlet. MİKDAD Demir kesme âleti. MİKDAM (C.: Makadim) Çok ayaklı. * Kıdemli. * Çok çabalayıp uğraşan. Fazlaca gayret sarfedip ikdâm eden. MİKDAR Parça. Kısım. Bölük. * Kıymet. Değer. Derece. MİKDAR-I KÂFİ Yeter derecede. MİKDAR-I KAMET Namaza başlamak için okunan kamet zamanı kadar. MİKELE Sofra takımı. MİKHAL (C.: Mekâhil) Göze sürme çekmekte kullanılan âlet. MİKLEB Eskiden ciltlenen kitapların sol tarafındaki fazlalık parçanın adı. MİKLEME Kalemlik, kalem konacak âlet. MİKNE (C: Mekenât) Süpürge. MİKNESE Süpürge. MİKNET Güç, kudret, kuvvet. MİKRA' Balta gibi bir alettir ve onunla taş parçalarlar. MİKRAA (C: Mekâri) Davul çomağı. * Çoban değneği. MİKRAM Çok ikram ve kerem eden. Bağışlayan, ihsan eden. MİKRAM (MİKRAME) (C: Mekârim) Kadınların başını ve yüzünü örttükleri nakışlı bez. MİKRAT (C: Mekârâ) Su mecrâsı. (Her taraftan gelen yağmur suyu orada toplanır.) * Büyük havuz. * Büyük çanak. MİKRAZ (C.: Mekariz) Makas. MİKREB (C.: Mekârib) Çift sürmede kullanılan saban. MİKRON Fr. Metrenin milyonda biri. Milimetrenin binde biri. MİKROSKOP Fr. Gözle görülmeyecek kadar küçük cisimleri, çok defa büyük göstermeye yarayan âlet. MİKSAHA (C.: Mekâsih) Süpürge. MİKSAL Çok keskin kılıç. MİKSAR Çok konuşan, sözü uzatan, geveze. * Çoğaltan, teksir eden. MİKSEFE (Kesâfet. den) İçine elektrik enerjisi yığılan âlet. (Kondansatör) MİKSEHA (C.: Mekâsih) Süpürge. MİKSİR Çok söyleyici, çok konuşan. MİKŞAT Hattatların, kamış kalemlerinin kabuğunu soymakta kullandıkları âlet. MİKTA' Kesecek âlet. MİKTEBE Tabak üstüne örttükleri nesne. MİKTEL Onbeş sa' miktarı nesne alır ölçek. MİKVAL Çok konuşan. MİKVED (C.: Mekavid) Yular. MİKVEL Lisan. Dil. MİKYAL (C.: Mekâyil) (Keyl. den) Ölçek. Tahıl ölçeği. MİKYAS Kıyas edecek, ölçecek âlet. Ölçü âleti. Uzunluk ölçüsü. Ölçek. MİKYAS-I KUVVET Kuvvet ölçer. Dinamometre. MİKYAS-I MÂ Hidrometre. MİKYAS-I ZELAZİL Yer sarsıntısının şiddet ve yönünü gösteren âletler. MİKYAS-ÜL HARARE Harâret derecesini ölçen âlet. Termometre. MİKYAS-ÜL MÂYİAT Sıvıların yoğunluk derecesini ölçen âletin adı. MİKYAS-ÜR RİYAH Rüzgâr hızını tâyin eden âlet. MİL İğne gibi ince ve uzun bir âlet. * Göze sürme çekecek âlet. * Ucu sivri çelik kalem. * Sivri dağ tepesi. * Bir çarkın, üzerinde döndüğü mihver, eksen. * Elektromotordan iş tezgâhına kuvvet nakleden uzun çelik çubuk. * Selin bıraktığı en verimli münbit toprak. * Mesafeyi gösteren işaret çubukları. * Bir kilometreden fazla mesafe, uzaklık. MİLA Bir kap dolusu nesne. MİLAD (Velâdet. den) Doğum günü. * Hz. İsa'nın (A.S.) doğum günü kabul edilen yıl başı. MİLADÎ Milada ait. Milada dayanan. Ekser Avrupalıların takvim başlangıcı yaptıkları Milad yılına ait. * İsa'nın (A.S.) doğumundan itibaren başlayan takvim ki, miladî tarih denir. MİLAH (Milh. C.) Milhler, tuzlar. MİLAHAT Gemicilik. Gemicilik bilgisi. MİLAK Bir nesnenin kıyam ve sebâtına sebep olan nesne. MİL'AKA (C.: Melâik) Tahta kaşık. MİL'AKA-TIRAŞ f. Tahta kaşık yapan. MİLAT Duvara yaptıkları çamur. Sıva balçığı. Mİ'LAT (C: Meâli) Yas tuttuğunda, kadınların gözyaşı sildikleri bez. MİLBEN Kerpiç kalıbı. * Süt sağacak kap. MİLDEM (MİLDÂM) Çekirdek dövdükleri taş. * Ahmak ve iri vücutlu kimse. MİLDES Hurma çekirdeğini dövdükleri büyük taş. MİL'E Dolu, dolusu. * Cemaat. (Bak: Mele') * Havuz. MİLEL (Millet. C.) Milletler. Bir millet sayılan topluluklar. * Bir din veya mezhebde olan topluluklar. MİLEL-İ MÜTEMEDDİNE Medenileşmiş milletler. MİLEL-İ SÂİRE Başka, diğer milletler. MİLEZZ Katı, şiddetli, şedid. MİLG Ahmak. MİLH (C.: Emlâh-Milha-Milah) Tuz. MİLHA Kutu. Dağarcık. MİLHA (Milh. C.) Tuzlar. MİLHA (Milhât) (C.: Melâhi) Eğlence, oyun, cümbüş. MİLHAB (C.: Melâhib) Kesecek âlet. * Ber nesnenin kabuğunu soyacak âlet. MİLHAFE Bürünecek şey. Yorgan. MİLHE Güzel kelâm, lâtif söz. MİLHEZ Mürekkep karıştırmakta kullanılan bir âlet. MİLHÎ (Milhiye) Tuzla alâkalı. Tuzdan. MİLİ f. Kedi. MİL-İ BAHRÎ İngiliz deniz mili. (1852 metre) MİL-İ BERRÎ Kara mili. (1609 metre) MİLİS Fr. Orduya yardımcı halk kuvveti. MİLK Mal cinsinden olan yer. Birisinin tasarrufu altında bulunan yer. Mülk. MİLKA Eskiden mürekkep hokkalarına konulan ham iplik. MİLKAT (C: Melâkıt) Tandırdan ekmek çıkaracak âlet. MİLKAT Cerrah cımbızı. MİLKDAR f. Hükümdar, pâdişah. Mülk sâhibi. MİLKED Nesne dövecek âlet. MİLK-İ YEMİN Köle, cariye. MİLLET Bir dinden olanların topluluğu. Din, dil ve târih beraberliği bulunan insan cemaatı. Sınıf. Topluluk. * Bir sülâleden gelenlerin hepsi. * Maddi, mânevi bir unsurdan sayılıp beraber yaşayanların hepsi. MİLLET-İ BEYZA Bütün Müslümanlar. MİLLET-İ HÂKİME Hâkim millet. MİLLET-İ MERHUME Müslümanlar, İslâm Milleti. (Allah'a ve onları ebedi saadete sevkeden emirlerine itaat ettiklerinden, kendileri rahmete mazhar olmuşlardır.) MİLLÎ (Milliye) Din ve millete âit, milletle alâkalı, millete mensub. MİLLİYET Ümmet. Aralarında din, dil ve tarih birliği olan topluluktaki hâl. Millet olma. Aralarında maddi mânevi birlik ve beraberlik râbıtaları bulunan topluluktaki vasıf. (Milliyetimiz bir vücuddur. Ruhu, İslâmiyyet; aklı, Kur'ân ve imândır.)(Kimin himmeti milleti ise, o tek başiyle küçük bir millettir. M.)(Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zâlimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki, parçalayıp, onları yutsunlar.Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsâni var; gafletkârâne bir lezzet var; şeâmetli bir kuvvet var. Onun için şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara, "Fikr-i milliyeti bırakınız!" denilmez. Fakat, fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfîdir. Şeâmetlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle devam eder, mütayakkız davranır. Şu ise, muhâsamet ve keşmekeşe sebebdir. Onun içindir ki, hadis-i şerifte ferman etmiş: $Ve Kur'an da ferman etmiş: $ İşte şu hadis-i şerif ve şu âyet-i kerime; kat'i bir surette menfî bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünki: Müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti, ona ihtiyaç bırakmıyor... M.) (Bak: Türk)(Menfî milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki:Evvelâ: şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülâta mâruz olmakla beraber; Merkez-i Hükümet-i İslâmiyye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı sâireden pervane gibi çokları içine atılıp, tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa ancak hakiki unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakiki unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti bina etmek mânasız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki: Menfî milliyetçilerin ve unsuriyet-perverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi mecbur olmuş; demiş: "Dil, din bir ise; millet birdir." Mâdem öyledir. Hakiki unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münâsebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir. M.) MİLLİYETPERVER f. Milliyetini seven. MİLSAH (C.: Melâsıh) Keten tarağı. MİLT Nesebi bilinmeyen. MİLTAN Yağ değirmeni. MİLTAT Dimağa ermiş olan baş yarası. * Deniz kenarı. MİLVAH Tuzak yanında koydukları kuş. * Semiz olmayan hayvan. MİLVAT Mala. MİLZAB (C.: Melâzib) Aşırı derecede cimri, pek hasis. MİM Kur'ân-ı Kerim alfabesindeki yirmidördüncü harf olup, ebced hesabında kırk sayısının karşılığıdır. * Tarih yazarken bazan Muharrem ayına bir işaret olabilir. * Bir kitap veya ibarenin sonuna veya altına temme (bitti) yerine ve "mâlum oldu, görüldü" makamında konulan bir harftir. (Bak: Ebced) Mİ'MAR İmar eden. Hüner sâhibi. İnşaat plânlarını yapan ve bunların kurulmasına bakan san'atkâr. Binâ inşa eden mühendis. Mİ'MARÂN f. Mimarlar. Mİ'MARÎ (Mi'mariyye) Mimarlıkla alâkalı. Mimarlığa âit. * Bir yapı için mimara verilen para. MİMHA Meni silmeye mahsus bez parçası. MİMHAZA Yayık. (Onunla yoğurttan yağ çıkarırlar.) MİMÎ (Mimiyye) Mim harfi ile alâkalı. İçinde mim harfi bulunan kelime. MİMLAKA Yer düzeltecek taş. MİMLEHA Tuzlu yer. MİMRAZ Hastalıklı, illetli. MİMSAH Yalancı. MİMSAHA Adi basacak nesne. * Yüz silecek mendil. MİMSİZ MEDENİYET Vahşilik, denîlik. Alçaklık. * Medeni kelimesinin, Kur'ân alfabesine göre "mim" harfini kaldırırsak, denî kelimesi kalır. Buna binaen, "mimsiz medeniyyet" de denî, alçak ve zâlim yerinde kullanılmıştır. MİMTAR Yağmurluk. MİN Arabçada harf-i cerrdir. 1- Mekân ve bir şeye başlamayı ifâde eder.Meselâ: $ "Haftadan haftaya" da olduğu gibi.2- Teb'iz için olur. Meselâ: $"Kim bir kavme benzemeğe özenirse onlardan sayılır" cümlesinde olduğu gibi. Bazılarını, bir kısmını ifâde ediyor. 3- Cinsi beyan için olur. Meselâ: $ "İşlediğiniz hayrı Allah bilir" cümlesinde "min" tebyine (açıklamaya) vesile oluyor.4- Bedel-i ivâz (karşılık) için olur. Meselâ: $ "Ahirete bedel, dünya hayatına râzı mı oldunuz" cümlesinde olduğu gibi.5- Tâlil (sebeb bildirmek) için olur. Meselâ: $ "Allah'tan korktuğu için ağlıyor." cümlesinde olduğu gibi. Önündeki kelime mef'ulün leh olur.6- İstiğrak ifadesi için olur. Gâyet, hiç bir, hiç... gibi. "Bize hiç bir yorgunluk dokunmadı" cümlesinde olduğu gibi. $ Bâzı fiiller mef'ul-ü bihini, "min" ile alır. Bu takdirde... den, dan... manası ile tercüme edilmez.7- Tahsis-i alel umum (katiyyet ifadesi) için olur. Bu da zâidedir. Meselâ: $ "Hiç kimse bana gelmedi" cümlesinde olduğu gibi. Bunlardan başka "min" harf-i icerri;fasıl mânasına, birbirine zıd iki kelimeden ikincisine dahil olur. Bâ-i cerreye, an $, fi $, ind $, alâ $'ya müradif olur. $ Rubbemâ, mânasına ve sıla olur. Lâm-ı zâide ve $ müz ve ba-i kasem yerinde de kullanılır. MİN GAYR-I HADDİN Had harici, edeb dışı olarak. * Haddim olmayarak. MİN KÜLL-İL VÜCUH Her yönden. Her cihetle. MİN.. İLA den... ye kadar. MİNA Şişe, cam, billur. * Parlak saray. * Sırça. Kuyumcuların kullandıkları lâcivert renkli sırça. MİNA' (C.: Miyâni) Liman. MİNAFAM f. Cam mavisi, sırça renkli. MİN'AM Çok in'am ve ihsan eden. MİNARAT (Minare. C.) Minareler. MİNARE (C.: Minarat) (Aslı menare'dir) Nur mevzii. Ezan mevkii. MİNA-RENK f. Gök mavisi. Mİ'NAS Kız doğuran kadın. MİN-BA'D Bundan sonra, bundan böyle. MİNBAZ Hallaç tokmağı. MİNBER Camide hatibin hutbe okumasına mahsus kürsü. (Rif'at mânasına olan nebr'den ism-i âlettir.) (Bak: Hutbe)(... Minber, Vahy-i İlâhinin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki o makâm-ı âliye çıkabilsin. S.) MİNBEZE Yastık. MİNCAB Zayıf kimse. * Yeleği ve temreni olmayan ok. MİNCAR Havan. Havan eli. MİNCEDE Küçük asâ, küçük sopa. * Yorgancı çubuğu. MİNCEL (C.: Menâcil) Orak. Ekin orağı. MİNCEM (C.: Menâcim) Terâzi kolu. MİNCERE Soğuk suya harâret veren kızmış sıcak taş. (O suya "necire" derler.) MİN-CİHETİN Bir cihetten, bir bakıma göre. MİNCİLAB Murdar su, pis su. MİNDAG Hücum edecek âlet. MİNDAS Yeyni avret, hafif kadın. MİNDEF (C.: Menâdif) Hallaç yayı. MİNDEL Hırslı, doymaz ve açgözlü insan. Yırtıcı kimse. * Zorba, eşkiya. MİNDİF Atılmış pamuk. MİNDİL (C: Menâdil) Peşkir. Mendil. Bez parçası. MİN-EL EVVEL Evvelden beri. MİN-EL EZEL Ezelden beri. MİN-EL KADİM Çok evvelden. Eskiden beri. MİN-EL MÜHLİKAT Helâk edenlerden. Mühlik olanlardan. MİN-EL-ARŞ İLE-L-FERŞ Arştan yeryüzüne kadar. MİNEN (Minnet. C.) Minnetler. MİNESSERA İLESSÜREYYA (Mines serâ il-es süreyyâ) Yerden göğe kadar. MİN-EŞ ŞEMS Güneşten. MİNFAH (C.: Menâfih) Körük. MİNFAK Çok fazla nafaka veren. MİNFEHA Peynir mayası. MİNH (MİNHÜ) (C.: Minhüm) Ondan. (Müzekker hâli.) MİNHA (C: Minah-Menâyih) Atiyye, bahşiş. MİNHA (C.: Minhünn) Bundan, ondan. (Müennes hâli) MİNHAC Meslek. Yol. Açık ve belli yol. * f. Büyük ve işlek cadde. MİNHAC-I HİDAYET Doğru yol. Hidayet yolu. MİNHAC-ÜS SÜNNET Sünnet yolu. Sünnet caddesi. Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) gittiği, emrettiği şeriat yolu. MİNHAR Misafirperver. Misafir kabul edip ağırlayan. MİNHAS (C.: Menâhis) Uğursuz şey. MİNHAT (C.: Menâhit) Dülger rendesi. Taş veya tahta yontmada kullanılan âlet. MİN-HAYSÜ-LAYAHTESİB Hesab edilmedik ve umulmadık yerden veya kadar (mânasında). MİNHÜM Onlardan. MİNKAA Küçük taş çömlek. MİNKAB Delecek âlet. Ateş yakmak ve tutuşmak. MİNKAL (C: Menâkıl) Çamur teknesi. MİNKALE Geo: Yarım dâire şeklinde dereceli geometri âleti. İletki. MİNKAR (C.: Menâkir) Yırtıcı kuşların gagası. * Taşçı kalemi. Taş yontmağa mahsus kalem. MİNKAR-I MAHRUT Gagaları konik biçimde ve kuvvetli olan kuşlar. (Serçe, karga gibi) MİNKAR-I MEŞKUK Kırlangıç ve çobanaldatan gibi gagaları kısa ve çok yarık olan kuşlar. MİNKARÎ Gaga biçiminde. Gagayı andırır tarzda. MİNKAŞ (Minkaşe) Cımbız, kıskaç. * Demir kalem. MİNKAZ Uzunluğuna yarılmış, boylamasına bölünmüş. MİN-MA (Mimmâ okunur) Şey, nesne. O şeyden. MİNMAS Kıl yolacak âlet. MİNNET İyiliğe karşı duyulan şükür hissi. * Birisine iyilik etmek. * Yapılan iyilikleri sayarak başa kakmak. MİNNETDAR f. Bir iyiliğe karşı minnet duyan. Yük altında kalır gibi birisinin iyiliğine karşı mahcubiyet. MİNNETDARANE f. Minnetli olarak. Minnet eder surette. MİNNETDARÎ f. Minnetdarlık. MİNNETDİDE f. Minnet ve iyilik görmüş. MİNNETKEŞ (C.: Minnetkeşân) f. Minnet altında bulunan. Minnet çeken. MİNNETKEŞÂN (Minnetkeş. C.) Minnet altında bulunanlar, minnet çekenler. MİNNETŞİNÂS (C.: Minnetşinâsân) İyilik tanıyan. Minnet bilir. MİNNETŞİNÂSÎ f. İyilik tanıyıcılık, minnet bilirlik. MİNSAF (C: Menâsıf) Hizmetkâr, hizmetçi. MİNSAR (MİNSİR) Yardımı çok olan kimse. * Yardım edecek âlet. MİNSEC (C: Menâsic) Çulhaların bez tarağı. MİNSEE (MİNESSEE) Asâ, sopa. MİNSEF (C: Menâsif) Elek. Kalbur. Külünk. MİNSEGA (C: Menâsıg) Ekmekçilerin ekmek tozunu sildikleri nesne. * Yufka yuvarlağı. MİNSER (C: Menâsir) Yırtıcı kuşların gagası. * Taşçı kalemi. * Yüz ile ikiyüz adet arasında olan asker. * Önlerinde ne bulunur yıkıp yakıp târumar eden asker. * Otuz ile kırk arasında olan at. * Kırktan elliye veya altmışa; ve yüzden ikiyüze kadar olan at. MİNŞAA Çulha mekiği. MİNŞAKKA Yarık, çukur, oyuk. MİNŞAR (C.: Menâşir) Testere, biçki. MİNŞEFE Sünger, bez gibi su silmeğe mahsus nesne. MİNŞEGA Ot ve yem koydukları kap. MİNŞEL (MİNŞÂL) (C: Menâşil) Yemek çatalı. MİN-TARAFİLLAH Allah tarafından. Cenâb-ı Hakk'ın emriyle. MİNTAŞ (C: Menâtiş) Kıl yolacak âlet. Cımbız. MİNU Şişe, sırça, cam. * Zümrüt. * Cennet, firdevs. MİNU-YU HÂK Mezar, kabir. MİNVAL Hareket tarzı, davranış. Usul, yol. * Fayda. * Uslub, tarz. * Bez dokuyan cüllah. MİN-VECHİN Bir bakımdan, bir cihetten. MİNYATÜR Eski el yazısı kitapları süslemek için sulu boya ile yapılan ince resimler hakkında kullanılır bir tâbirdir. İtalyanca "minyatura" kelimesinden alınmadır. Buna vaktiyle küçük nakış demek olan "hurde nakış" denilirdi. (O.T.D.S.) * İnce bir san'atla yapılmış küçük resimler. MİNZAR Ayna. Bakma âleti. Gözlük. MİR Amir. Bey. Baş. Kumandan. Vâli. MİRA' (Riya. dan) Riya etme, riyakârlık yapma. * Başkasının sözüne itiraz edip mücâdele etme. * İçindekinin aksini söyleme. MİR-AB f. Bir kentin su işlerine bakan kişi. Mİ'RAC Merdiven, süllem. * Yükselecek yer. * En yüksek makam. * Huzur-u İlâhî. Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimizin, Receb ayının 27. gecesinde Cenab-ı Hakk'ın huzuruna ruhen, cismen, hâlen çıkması mu'cizesi ki; en büyük mu'cizelerinden birisidir.(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nasılki Arz ahâlisine inşikak-ı Kamer mu'cizesini göstermiş; öyle de: Semâvat ahâlisine, Mi'rac mu'cize-i ekberini göstermiştir. İşte Mi'rac denilen şu mu'cize-i âzamı, Otuzbirinci Söz olan Mi'rac Risalesi'ne havale ederiz. Çünki o risale, o mu'cize-i kübrâyı, ne kadar nurani ve âli ve doğru olduğunu kat'i bürhanlarla, hattâ mülhidlere karşı da isbat etmiştir. Yalnız, mu'cize-i Mi'racın mukaddimesi olan Beyt-ül-Makdis seyahatı ve sabahleyin Kureyş kavmi, Ondan Beyt-ül Makdis'in târifatını istemesi üzerine hâsıl olan bir mu'cizeyi bahsedeceğiz. Şöyle ki:Mi'rac gecesinin sabahında, Mi'râcını Kureyş'e haber verdi. Kureyş tekzib etti. Dediler: "Eğer Beyt-ül Makdis'e gitmiş isen, Beyt-ül Makdis'in kapılarını ve duvarlarını ve ahvâlini bize târif et." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman ediyor ki: $Yâni: "Onların tekziblerinden ve suâllerinden pek çok sıkıldım. Hattâ öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Birden Cenab-ı Hak, Beyt-ül-Makdis'i bana gösterdi; ben de Beyt-ül-Makdis'e bakıyorum, birer birer herşey'i târif ediyordum." İşte o vakit Kureyş baktılar ki: Beyt-ül-Makdis'ten doğru ve tam haber veriyor...Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Kureyş'e demiş ki: "Yolda giderken sizin bir kafilenizi gördüm kâfileniz yarın filân vakitte gelecek. Sonra o vakit kâfileye muntazır kaldılar. Kâfile bir saat teehhür etmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ihbarı doğru çıkmak için, ehl-i tahkikın tasdikıyla, Güneş bir saat tevakkuf etmiş. Yâni Arz, O'nun sözünü doğru çıkarmak için; vazifesini, seyahatını bir saat tâtil etmiştir ve o tâtili, Güneş'in sükunetiyle göstermiştir. İşte Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ın birtek sözünün tasdikı için, koca Arz vazifesini terkeder; koca Güneş şâhid olur. Böyle bir Zâtı tasdik etmeyen ve emrini tutmayanın, ne derece bedbaht olduğunu.. ve O'nu tasdik edip emrine $ diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarını anla. M.) Mİ'RAC GECESİ Leyle-i Mi'rac da denir. Arabî aylardan Receb-i şeri'fin yirmiyedinci gecesidir. Mİ'RACİYYE Mi'raca âid. Mi'rac hakkında. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Mi'rac mu'cizesi hakkında yazılmış manzume veya bu hususta yazılan eser. Mİ'RAC-UN NEBİ Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) huzur-u İlâhîde yükselmesi.(Mi'râc-un Nebi : Zât-ı Ahmediyye (A.S.M.) Efendimizin seyr-i sülukundan ibârettir. Zât-ı Muhammediye'nin bütün kâinatın fevkine çıkıp, bütün mevcudattan geçip, bütün mahlukatın Hâlikı ile umumî, küllî, ulvî bir sohbetidir.)(Mi'rac meselesi erkân-ı imaniyyenin usulünden sonra terettüb eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat isbat edilmez. Çünkü Allah'ı bilmeyen, peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvatın vücudunu inkâr eden adamlara Mi'rac'dan bahsedilmez. Evvelâ o erkânı isbat etmek lâzım geliyor. S.) (Bak: Bast-ı zaman) MİRADE Mancınık taşı. MİRADES (C: Merâdis) Kuyu içinde su var mıdır diye bilmek için bıraktıkları taş. * El değirmeni. MİRAH Sürur, neşat, sevinç. MİR-AHUR f. Sarayda at işlerine bakan memurun ünvanıdır. MİRALAY Alay kumandanı. Albay. MİRAN (C: Mârin) Vahşi canavar yatağı. MİRAN (Mir. C.) Beyler. MİRAN AŞİRETİ Cizre havalisinde Bühti ismi ile de anılan bir aşiret adı. MİRAR Kerreler. Def'alar. MİRAREN Defalarca, birçok kere. MİRAS Ölen kimseden akrabalarına ve yakınlarına kalmış olan mal, mülk.( $ olan hükm-ü Kur'anî, mahz-ı adâlet olduğu gibi, ayn-ı merhamettir. Evet adâlettir. Çünki; ekseriyet-i mutlaka itibariyle bir erkek, bir kadın alır, nafakasını taahhüt eder. Bir kadın ise, bir kocaya gider, nafakasını ona yükler; irsiyetteki noksanını telâfi eder. Hem merhamettir, çünki: O zaife kız, pederinden şefkate ve kardeşinden merhamete çok muhtaçtır. Hükm-ü Kur'ana göre o kız, pederinden endişesiz bir şefkat görür. Pederi ona, "Benim servetimin yarısını, ellerin ve yabanilerin ellerine geçmesine sebeb olacak zararlı bir çocuk" nazariyle endişe edip bakmaz. O şefkate, endişe ve hiddet karışmaz. Hem kardeşinden rekabetsiz, hasedsiz bir merhamet ve himayet görür. Kardeşi ona, "hânedanımızın yarısını bozacak ve malımızın mühim bir kısmını ellerin eline verecek bir rakib" nazariyle bakmaz; o merhamete ve himayete bir kin, bir iğbirar katmaz. Şu halde o fıtraten nazik, nâzenin ve hilkaten zaife ve nahife kız, sûreten, az bir şey kaybeder; fakat ona bedel akaribin şefkatinden, merhametinden, tükenmez bir servet kazanır. Yoksa rahmet-i Hak'tan ziyade ona merhamet edeceğiz diye hakkından fazla ona hak vermek, ona merhamet değil, şedit bir zulümdür. Belki zaman-ı câhiliyette gayret-i vahşiyaneye binaen kızlarını sağ olarak defnetmek gibi gaddarâne bir zulmü andıracak şu zamanın hırs-ı vahşiyanesi, merhametsiz bir şenâate yol açmak ihtimali vardır. M.) MİRASHAR f. Mirasyedi. Kendine kalan mirası yiyen. Mirashor. MİR'AŞ (MER'AŞ) Çok yüksekten uçan güvercin. MİR'AT Ayine. Ayna. * Meşhur bir cins lâle. MİR'AT-ÜL AYN Bir şeyin dış görünüşü. Mİ'RAZ Süs için giyilen güzel elbiseler. Mİ'RAZ (C: Meâriz) Zıpkın adı verilen yeleksiz uzun ok. * Bir sözün gizli mânâsı. Ta'riz. MİRAZZA Harmanı sürecek döven. MİRBA Ganimet malının dörtte biri. MİRBA (MİRBÂE) Gözcülerin üstüne çıkıp baktıkları yüksek yer. MİRBAA Asâ, değnek, sopa. MİRBAT Davar bağlanacak bağ. MİRBED (C: Merâbid) Ev içinde olan küçük hücre (içine esvap koyarlar). * Davar ahırı. * Davar duracak yer. * Hurma kuruttukları yer. MİRCEL (C.: Merâcil) Kazan. MİRDA Gemicilerin kullandıkları uzun ağaç. MİRDİYAN (Mirdiyane) Mersin ağacı. Mİ'RE (C: Miâr) Kin, adâvet, düşmanlık. MİREMME Sığır ve deve gibi tırnaklı hayvanların dudağı. MİRFA(T) İttifak etmek, bir olmak, birleşmek. MİRFAK Dirsek. * Mutfak. Kiler. * Semânın şimal tarafında bir yıldız ismi. MİRFAKA Dirsek yastığı. MİRFED Büyük kâse. MİRFEŞE Kürek. MİRGAH Kaymak alacak âlet. MİRHA İrhâ denilen yelmekle yelip seğirten at. MİRHA(T) Salıverilmiş, bırakılmış perde. MİRHA(T) (C.: Merâhâ) Yürüyücü at. MİRHAZ (MİRHÂZA) Gasilhâne, abdesthâne, kenif. * Çamaşır tokmağı. MİR'IZZA (MİR'IZÂ) Keçi kılının altında olan tiftik. MİRÎ Devlete âid. Devlet hazinesine mensub. MİR-İ KELÂM Güzel ve zarif konuşan. MİRİLU Uzayan harblerde ve askerin kifayetsizliği zamanlarında aylıkla toplanan askerler. Bunlar talimsiz, intizamsız oldukları için "Nefer-i âm: Bütün halkın cenge sürülmesi" hükmünde kalıyor, bir istifade te'min olunamıyordu. Yeniçeri Ocağı'nın ilgasıyla muntazam askerî teşkilât yapılınca bu türlü asker istihdamından vaz geçilmiştir. * Hükümete ait gelir menbaları yerinde de mirilu tabiri kullanılırdı. MİRKAK Oklava. MİRKAM (C.: Merâkım) Kalem. MİRKAT Merdiven. Basamak. Derece. MİRKEN (C: Merâkin) Don yıkayacak kap. * Küçük leğen. MİRLİVA Tugay kumandanı. Tuğgeneral. MİRMA(T) (C: Merâmâ) Nişan oku. MİRRE Kuvvet. * Öd. * Akıl. * Kat. * Sağlamlık. MİRRİD Müfsid, kötü ve şerir kimse. MİRRİH Uzun ok. ("Pertev oku" derler) * Yeleği olmayan ok. * Bir yıldız adı. MİRRİH Şâd, neşeli ve mesrur kimse. MİRSAD Gözetleme yeri. Rasad yeri. * Gözetleme âleti. * Suçluları gözleyip duran. * Pusu. * Suçlular için hazır bekleyen. MİRSAD (C: Merâsıd) Geniş yol. MİRSAD-I İBRET İbretle seyretme yeri. MİRSAD-I TEFEKKÜR Tefekküre sebep olan. MİRSAL (C: Merâsil) Tenbel yürüyüşlü davar. * Küçük ok. MİRSAT Gemi demiri. Lenger. MİRŞAH (Mirşaha) Süzgeç. MİRŞAHA Eyer altına konulan keçeyi davardan almak. MİRŞEKA (C: Merâşik) Terzi yüksüğü. MİRŞEM Ekmek tozunu silecek tüy süpürge. MİRT (C: Mürât) Yünden veya haz denilen kumaştan elbise. * Kadınların, esvapları üstüne giydikleri elbise. MİRTAC Yarış atlarının beşincisi. MİRTAC Kapı kilidi. * Dar yol. MİRTAL (MİRTALE) Bulaşmak. MİRTAZ Dinin yasaklarından sakınan kimse. MİRVAHA (C.: Merâvih) (Rih. den) Yelpaze. MİRVAHA CÜNBÂN f. Yelpaze sallıyan. MİRVED (C.: Merâvid) Milve makara ortasındaki demir, mihver. MİRYE Şek, şüphe. * Münazara. Cedel. (Bak: Temâri) MİRZA Reis. Bey. * Büyük kimselerin çocuğu. Beyzâde. * Bazı İslâm topluluğunda iyi sülâleden olanlara, şehzâdelere, seyyidlere verilen ünvân olmakla beraber, bugün bir isim olarak çokca kullanılmaktadır. MİRZAB (C: Merâzib) Ululuk. * Uzun ve büyük gemi. MİRZAH Üzüm çubuğunu yerden kaldırıp bağlayıp sardıkları ağaç. MİRZAH (C: Merâzıh) Çekirdek ve ona benzer şeyleri dövüp ezdikleri taş. MİRZAZ Havan eli. MİRZEBE (C: Merâzib) Tokmak. MİS f. Bakır. MİS' Şimal yeli, kuzey rüzgârı. MİS'AB (C: Mesâib) Değirmen oluğu. * Havuz oluğu. MİSAFİR Seferde olan. (Bak: Müsafir-Mukim) MİSAHA Ölçmek, miktarını bilmek. MİSAK Sürme, gütme, sevketme. * Havada uçarken kanadını birbirine vurup uçan güvercin. MİSAK Anlaşma. Sözleşme. Yeminleşme. Verilen söz. MİSAL Bir şeyin benzer hali. Benzer. Örnek. * Düş. Rüya. * Ahlâk ve âdâbla ilgili kıssa ve hikâye. * Bir şeyin örneği ve sıfatı. Kısas. * Gr: İlk harfi harf-i illet olan (yani; elif, vav veyahut da yâ olan) fiil veya kelime. MİSAL-İ VAVÎ İlk harfi "vav" olan kelime. MİSAL-İ YAYÎ İlk harfi "ye" olan kelime. MİSALİYYE Misale dair. Mİ'SAM Nabız yeri. Bilek. MİSANE Dizgin kayışı. Mİ'SAR (Mi'sara) Mengene. MİS'AR (MİS'ÂR) (C: Mesâir) Uzun. * Ateş küsküsü yapılan ağaç. Ateş karıştırmağa mahsus âlet. MİSAS El sürme, değme, dokunma. * Cima etmek. * Almak. MİSBAH Yüzgeç. MİSBAH Lâmba. (Bak: Mısbah) MİSBAH-I SADRÎ Göğüs yüzgeçi. MİSBAH-I ZENEBÎ Balıkların kuyruğu. MİSBAR (C.: Mesâbir) Yaraya konulan fitil. MİSBEKE Mâden eritilip dökülecek kap. MİSDAK (Bak: Mısdak) MİS'EB Bal konulan tulum, bal tulumu. Mİ'SELE (Asel. den) Arı kovanı. MİSELLE (C: Misâl) Çuvaldız. MİSELLÎ Çuvaldızcı kimse. MİSEM Dağlama eseri. * Dağ yapılan âlet. * Güzelin çehresindeki cemâl eseri. MİSENN Bileği taşı. MİSFAT Süzgeç. Tasfiye âleti. MİSFEN Törpü. MİSFERE Süpürge. MİSHA(T) (C: Mesâhi) Demir kürek, bel. MİSHAB (C: Mesâhib) Sacayak. MİSHAB Bel âletinin sapı. MİSHAL Eğe, törpü gibi yontma aletleri. MİSHANE Taş parçaladıkları nesne. MİSHAT Şarap koyacak kap. MİSHEB Siyah at. MİSHEL Dil, lisan. * Eğe, törpü. * Ziynet verecek nesne. * Yabâni eşek. * Dizgin. MİSHELÂN Geminin iki tarafındaki iki halka. MİSİL (Misl) Benzer. Eş. Nâzır. Tıpkısı. MİSİLLİ (Misillü) Benzeri. Gibi. Aynısı. MİSK Bir cins güzel koku ismi. (Asya'nın büyük dağlarında yaşayan bir cins erkek ceylanın karınderisi altındaki bir bezden çıkarılır.) MİSK İLE ANBER Tamamıyla isteğe uygun. (Misk ü anber de denir). MİSKÂ' Sıklık vermek. MİSKA(T) (C: Mesâki) Su bardağı. Su kovası. MİSKAB (C: Mesâkıb) Mâden, kemik veya tahta gibi şeyleri delmekte kullanılan âlet, matkap. MİSKAL Devamlı tenbel olmak. MİSKAL Yirmidört kıratlık (4,5 gr. kadar) bir ağırlık ölçüsü. (Bir kırat, beş normal arpa ağırlığında olup, bir dirhemin 1/14 üdür.) MİSKAM Hastalıklı, illetli. MİSKATA Düşürtücü ilâç veya sebep. MİSKET Fr. Alaybozan tüfeği. Patlayan bombadan etrafa sıçrayarak tahribe, yaralanmaya ve ölüme vesile olan sert parça. Eskiden kullanılmış geniş çaplı bir silâh. * Güzel kokulu meyve. (Elma, üzüm vs.) MİSKİN Uyuşuk, tenbel, hareketsiz. Zavallı. * Cüzzam hastası. * Fık: Kendi kendini idâre edemiyen, iktisabtan âciz, mal ve mülkü hiç olmayan kimse. MİSKİNÂNE f. Tenbelcesine, miskincesine. MİSL (Bak: Misil) MİSLAH Ham iken hurması dökülen hurma ağacı. MİSLAK Fesih, beliğ konuşan kimse. MİSLAK Fesih lisanlı, güzel konuşan. * Kırkbeş sene yaşayan adam. MİSLAT (C: Mesâlit) Anahtarın bir dişi. MİSLİYET Benzeri ve misli olmak. Benzerlik. MİSMA' (C.: Mesâmi') (Sem'den) Kulak. * Hastanın iç organlarını dinlemeğe yarıyan âlet. MİSMAK Çadırı yükseğe kaldıracak ağaç. MİSMAR Ensiz çivi, mıh. Demir kazık. MİSMAR-I ÂHENİN Demir kazık. MİSMAS Karıştırmak. MİSMAZ Deyyus kimse. MİSRED Büyük taş, çanak. MİSSİK Çok cimri. Hasis ve tamâhkâr. MİSTAH Yatık bardak. * Çadır direği. * Hurma yayıp kuruttukları yer. MİSTAR (Bak: Mıstar) MİSTİK Fr. Mistisizm ile âlâkalı. * Fls: Bâtıni. Kalben çok dindar. Sofi. MİSVAK Kullanılması pek çok faydalı olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ehemmiyetle tavsiye ettiği, diş fırçası vazifesini de gören, hoş kokulu ve meyvesiz bir ağacın dallarından kesilip kullanılan parça. MİSVAT Kazan kepçesi. MİSVAT Ekincilerin sürgüsü. MİSYON Fr. Bir vazife ile bir yere gönderilen hey'et. * Bir şahıs veyâ hey'ete verilen vazife. MİSYONER Fr. Hıristiyanlığı neşre ve tanıtmağa çalışan kimse. MİŞ f. Koyun, ganem. MİŞ' Aşı dedikleri kızıl balçık. MİŞA' Kumsuz yer. Mİ'ŞAB Otu bol olan çayırlık yer. MİŞAİL (Bak: Mihâil) MİŞ'AL (C: Meşâıl) Köylülerin deriden yaptıkları ayaklı küp. MİŞAR Testere. Mİ'ŞAR Mat: Onda bir. (1/10) * Bâzılarınca da binde bire denir. MİŞ'AR Şan, şeref, haysiyet ve vakar. Mİ'ŞAR (MİŞÂR) (C: Meâşir) Dülger testeresi. MİŞAT (Meşt. C.) Taraklar, baş taramağa mahsus taraklar. MİŞ'AT (C: Meşâi) Kuyunun toprağını çıkardıkları zenbil. MİŞATİYE Tarak kılıfı. MİŞCEB (C: Meşâcib) Üzerinde çamaşır kuruttukları kafes. * Yüksek yere erişmek için yapılan sandalye. MİŞCER (C: Meşâcir) Çamaşır asacak yer. * Mahfe ağacı. * Ağaçlık. MİŞEZAR f. Küçük koruluk, ağaçlık, meşelik. MİŞHAZ Bileği taşı. MİŞİN f. Meşin. MİŞK Aşı dedikleri kızıl toprak. MİŞKA Tarak. MİŞKAS (C: Meşâkıs) Ensiz uzun demir. MİŞKAT İçine lâmba konan küçük hücre. Duvarda içine ışık konulan yer. * Kandil. MİŞMAA Şamdan. MİŞMAK Kağnının iki kolu. * Bir nevi araba. MİŞMEL Kaftan altında götürüldüğü hâlde görünmeyen küçük kılıç. MİŞMİŞ Zerdali yemişi. MİŞRAK Her zaman güneşli olan yer. MİŞRAT (C.: Meşârit) Keskin bıçak. MİŞTAT Kış günlerinde oturulacak yer. MİŞVAR Tarz, tavır, gidiş, gidişât. * Gümeçten bal peteği sağılan âlet. * Davar satılacak yer. MİŞVARE Testi, çömlek. MİŞVARGÂH f. Gösteri yeri. * Pehlivanların güreştikleri saha. * At pazarı. Satılık atların koşturulduğu meydan. MİŞVAZ Sarık. MİŞVEL Orak. MİŞVERE Minder. MİŞVEZ (C: Meşâviz) Tülbend. MİŞYA' Boşboğaz. Çok konuşan. MİŞYE Bir yürüme çeşidi. MİŞZEB Dişli orak. * Bağcıların asma çubuğu kesecek âletleri. MİTA' Bir şeyin son bulduğu yerin sonu. * Geniş yol. * Yolların birleştiği yer. MİTADE Matkap başı. MİTAM Her zaman ikiz doğuran kadın. MİT'AM (C.: Matâim) Çok yemek yiyen. Yemeği bol olan. MİTAN (C: Meyâtın) At yarıştırdıkları yer. MİTAT (Bak: Midhat) MİTE Bir nevi ölmek. MİT'EM Bir defalık ikiz doğuran kadın. MİTHARA (Tahâret. den) Matara. MİTİN f.. Taşları kayaları paçalamada kullanılan büyük çekiç. MİTİNG İng. İçtimaî ve siyasî bir mes'ele için yapılan büyük toplantı. MİTOLOJİ Fr. Efsane bilgisi. MİTRALYÖZ Fr. Makinalı tüfek. MİTRES Kapı ardınca koydukları ağaç. MİV f. Kıl. Mİ'VAN Ahâliye yardım eden, halka yardımı çok olan kimse. MİVE Meyve kelimesinin aslıdır. Mİ'VEL (C.: Meâvil) Büyük taşları ve kayaları parçalamaya yarıyan sivri kazma. Mİ'VEZ(E) (C: Meâviz) Çocuk sardıkları bez, kundak. * Eski kaftan. MİYAH (Mâ. C.) Sular. MİYAH-I CÂRİYE Akar sular. MİYAH-I HÂRRE Kaplıca suları gibi olan sıcak sular. MİYAH-I MALİHE Tuzlu sular. MİYAH-I MERRE Acı sular. MİYAN f. Orta, ara, vasat, meyan. MİYANBEND f. Kemer, kuşak. MİYANBESTE f. Bel bağlamış. * Mc: Hemen işe hazır. MİYANE f. Ara. * Orta, vasat. * Helva gibi bazı yemeklerin pişme kıvamı. * Ortaya serilen halı. * Gerdanlığın ortasındaki büyük inci. MİYANÎ (Minâ. C.) Limanlar. MİYANSER f. Yarısı kıymetli taşlarla süslü bir cins taç. MİYANSERA (Miyânserây) Avlu. Ev meydanı. Mİ'YAR Ölçü. Bir şeyin kıymet ve vasfını gösterir olan. MİYERE Taam, yemek. MİYSERE (C: Mevâsir) Eyer yastığı. * Eyer altına koydukları keçe. * Çul içine koyulan keçe. * Yatacak döşek, yatak. MİZ Misâfir. * Sofra, mâide. * Temiz, pak. Mİ'ZA Ufak taşlı sert yapılı sağlam yer. MİZ'A Ayıracak alet. Kesecek alet. MİZAB (C.: Meâzib) Oluk, su yolu. Mİ'ZAB (C: Meâzib) Dam oluğu. MİZAB-I BÂRÂN Yağmur oluğu. MİZAC Huy, tabiat, fıtrat, bünye. * Bir şeyle karıştırılmış olan başka bir şey. MİZ'AC Bir yerde karar etmeyen kadın. MİZAC-DAN f. Mizac bilen, mizaçtan anlıyan. MİZACGİR f. Mizâc ve keyiflere göre hareket eden. MİZAC-I NÂZİK İnce yaradılış. Nâzik tabiat. MİZAD Sürur, sevinç, neşe. Mİ'ZAD Ağaç veya tahta budama bıçağı. * Pazvant, kolçak. MİZAE Abdest alacak kap. MİZAH Şaka, lâtife. * Edb: Bâzı düşünceleri nükte, şaka veya takılmalarla süsleyip anlatan bir yazı çeşidi. Hoş, nükteli söz. (Zıddı ciddiyettir) MİZAHÎ Mizahlı, eğlenceli. MİZAH-NÜVİS f. Eğlenceli mizahlı yazılar yazan. Mİ'ZAL (C: Meâzil) Zayıf ahmak adam. * Silâhsız kimse. * Davarını halktan ayırıp uzak yerlerde otlatan kimse. MİZAN Terazi, ölçü, tartı. * Akıl, idrak, muhakeme. Mikyas. * Fık: Mahşerde herkesin amellerini tartmağa mahsus bir adâlet ölçüsü olup, hakiki mâhiyeti ancak âhirette bilinecektir. * Mat: Yapılan hesabın doğruluğunu anlamak için yapılan diğer bir hesap. Sağlama. MİZAN-ÜL HARARE Sıcaklığı, soğukluğu ölçen âlet. Termometre. (Mikyas-ul hararet de denir.) Mİ'ZAR (C.: Meâzir) Örtü, perde. MİZBAH Bıçak. MİZBAN (C.: Mizbanân) f. Ev sahibi. Misafir kabul eden kimse. MİZBANÂN (Mizban. C.) Misafirleri ağırlayanlar, ev sahipleri. MİZBED (C: Mezâbid) Hayvan ahırı. MİZBER (C.: Mezâbir) Kamış kalem. MİZCEL Harbe denilen küçük kılıç. MİZDEA Yüz yastığı. MİZEBBE Yelpaze. MİZEC Küçük süngü. Mİ'ZEF (Mi'zefe. Azf) Çalgı âleti, saz v.s. MİZEFFE Gelin mahfesi. MİZEK f. İdrar, sidik. Mİ'ZENE (MİZENE) Ezan okunacak yer. Mİ-ZENEND (f. Fiil) Söylüyorlar, vuruyorlar. " : Zeden" vurmak" masdarındandır. Mİ'ZER (C.: Meâzir) Peştemal. MİZKÂR Dâima erkek doğuran dişi. MİZLAC (MİZLÂK) El ile açılan kilit. MİZLAKA Uzun burunlu ışık fitili makası. MİZMAN f. Misâfiri ağırlıyan, misâfire ikram eden ev sâhibi. MİZMAR Düdük, kaval. * Mukaddes Zebur Kitabının her bir suresi. * Hançere, nefes borusu. (Bak: Mezâmir) MİZMAR (C: Mezâmir) Meydan. At yarıştıracak ve at oynatacak yer. * İnce belli at. MİZMAR-ZEN f. Düdük çalan. MİZR Bir nevi meşrubat. * Ahmak kimse. MİZRA (C: Mezâri) Yaba, kürek. MİZRAK (C: Mezârık) Harbe, kısa kılınç. MİZRAKA Küçük şırınga. MİZVAC Çok koca değiştiren kadın. Çok kocalı kadın. MİZVED (C: Mezâvid) Azık koyacak kab. MİZVED Dil, lisan. MİZZ Bir şeyin diğeri üzerine olan fazlı, üstünlüğü. MODA Fr. Geçici yenilik. Elbise ve süslenmede geçici hevesler ve fantezi düşkünlüğü sebebiyle çıkartılan yeni tarz ve şekiller. Bunlar israfı artırır ve iktisada aykırıdır. MODEL Fr. Biçim, örnek, şekil. * Resim yâhut heykel yapılırken bakarak benzetilmeğe çalışılan şey veyâ şahıs. MODERN Fr. şimdiki zamana uygun, asri. (Bak: Medeniyet) MOĞOL Turâni milletlerinin en büyüklerinden bir kabile olup Türkler ve Mançurlarla cinsi yakınlıkları vardır. Asyanın ortalarında bugün Çin Devletine tâbi olan ve Moğolistan ismiyle bilinen geniş bir çölde ve Sibirya ve Türkistan'ın da bazı taraflarında bulunurlar.Cengiz Hanla beraber Asyanın batı taraflarına akın ettikleri zaman, Asyanın büyük bir kısmıyla Avrupanın da bir kısmını yakıp yıkmışlardır. MOLA İstirahat için işe ara vermek ve duraklamak. * Denizcilike: Gevşetme, koyverme manâsındadır. MOLEKÜL Fr. Kim: Vasıflarını kaybetmemek şartıyla ayrılabilen herhangi bir maddenin en küçük cüz'ü, parçası. MOLLA Eskiden büyük âlimlere verilen isim. * Büyük kadı. * Efendi, hoca, Medrese talebesi. MOLLA CÂMİ (Bak: Câmi) MOLLAYANE Mollaya yakışır şekilde. Mollaca. MOLOZ Yapılardan artan veya viranelerden çıkartılan ufak taşlar. * Bir işe yaramaz insan. MONARŞİ Fr. Hâkimiyetin kaynağı birtek şahısta (Kral, padişah, han v.s.) olduğu kabul edilen devlet şeklidir. Bu şahsın, yani devlet başkanının yanında bir meclis (parlamento) olursa; meşruti monarşi; olmazsa; mutlak monarşi ismini alır. Ayrıca devlet başkanının iş başına gelmesi şekline göre, irsi veya seçimli monarşi adlı çeşitleri de vardır.Monarşi, istibdat demek değildir. 1877 yılına kadar Osmanlı Devletinde bir parlamento yoktu. Fakat kanunlar âdil bir şekilde tatbik ediliyordu. Bu tarihte mutlak monarşi sona ermiş, meşruti monarşi devri başlamıştır. Asırlardır İngiltere de, meşruti monarşi devlet şekline sâhiptir. Monarşi, bir devlet şekli olduğu için, hükümet şeklinden ayrıdır. Yâni monarşik bir devlette, hükümetin kurulması ve vazife görmesi hukuk ve adâlete uygun olabilir. Eğer meşruti monarşi ise, hükümetin teşkili ve faaliyeti, parlamenter demokrasi esaslarına uygun olarak tanzim edilebilir ve yürütülebilir. MUABBİR (İbâret. den) Rüyâ tabir eden. Görülen rüyalardan mânâ çıkaran. MUABBİRÎN (Muabbir. C.) Görülen rüyalardan mânâ çıkaranlar. Rüya tabir eden kimseler. MUACCEL Acele olunmuş, ta'cil edilmiş, mühletsiz. Peşin. Va'desiz. MUACCELÂNE Acele olarak. Peşin olarak. MUACCELAT (Muaccel. C.) Peşin ödemeler. MUACCELE Beylik ve evkaf kiralarından peşin alınan kısım. MUACCELEN Peşin olarak. * Çabuk ve acele olarak. MUACCİZ Sıkıcı. Bıktırıcı. Usandırıcı. Taciz edici. Rahatsız eden. Yapışkan. Sırnaşık. MUAD Geri çevrilmiş, iâde edilmiş, döndürülmüş. MUADADAT Yardım etme, muvavenet etme. MUADAT Karşılıklı düşmanlık, karşılıklı husumet. MUADD Hazırlanmış. İdâd olunmuş. MUADDEL Tadil edilmiş. Eski hâli değiştirilmiş. MUADDIL (Muazzıl) Güçleştiren, güç duruma sokan, daraltan. MUADDİL Tadil eden. * Düzelten. Müsâvi ve beraber kılan. Denkleştiren. MUADELAT (Muâdele. C.) (Adl. den) Beraberlikler, musâvilikler. MUADELE Müsâvilik, eşitlik. İki şey arasında mikdarca, vasıfca beraberlik. * Karşılıklı anlayış. * Adâlet. * Mc: Anlaşılmaz iş. Muammâ. MUADELET Müsâvilik, denklik. Karşılıklı uygunluk. Eşitlik. MUADİL Müsâvi, eşit, denk. * Fiz: Eş değer. MUAF Afvolunmuş. İstisna edilmiş, ayrı tutulmuş. Bağışlanmış. Serbest. MUAFAT Afvetmek. * Sıhhat vermek. * Sıhhat ve âfiyet bulmuş, iyileşmiş kimse. * Hastalık veya belâdan korunma. Musibetlerden muhafaza olunma. MUAFESE Tedavi etmek. MUAFÎ Afiyet verici. * Belâ ve musibeti def eden. MUAFİR Yavaş yürüyen kişi. MUAFİYYET Bir hastalığa $karşı aşı ile elde edilen hâl. * Afvolunmuş olma. Bağışlanmış olma. MUAFNAME f. Afv kâğıdı. Bir şeyin muaf tutulup afvedildiğini gösteren kâğıt. MUAHAT Kardeşlik edinme. MUAHED Zimmi kâfir. MUAHEDAT (Muâhede. C.) Muâhedeler, antlaşmalar. MUAHEDE Karşılıklı yeminleşme, anlaşma. Devletler arasında andlaşma. MUAHEDE-İ İTTİFAKİYYE Bir savaş çıktığında birbirlerini desteklemek üzere iki veya daha fazla devletler arasında yapılan andlaşma. MUAHEDE-İ TİCARÎ Yalnız ticâret işleriyle alâkalı olmak üzere devletler arasında yapılan andlaşma. MUAHEDE-NAME f. Ahdleşmenin yazıldığı ve imzalandığı kâğıt. MUAHEZ Muâheze olunan. Tenkid edilen, çekiştirilen. MUAHEZAT (Muâheze. C.) (Ahz. den) Tenkid ve itirazlar. * Azarlama ve paylamalar. Çıkışmalar. MUAHEZE Azarlama. Çıkışma. Darılma. Alay eder tarzda karşısındakini küçümseme. Tenkid. MUAHEZEKÂR f. Tenkid ve itiraz edici. * Azarlayıp çıkışan. Paylayan. MUAHHAR Sonraya bırakılmış, te'hir edilmiş, geriye bırakılmış. Sonradan. MUAHHAREN Sonradan, bilâhare. Muahhar olarak. MUAHİD Andlaşma yapanlardan her biri. Yeminli ve anlaşmalı olanlardan her biri. * İslâm hükümetine vergi ödeyerek kendini himâye ettiren gayr-ı müslim. (Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) Arab müşriklerinden muâhid ve halifleri vardı, beraber harbe giderlerdi.) MUAHİZ (Ahz. den) Çekiştiren, muâheze eden. Tenkid edip itiraz eden. MUAKAB Cezalandırılmış. MUAKABE Bir kimseyi cezalandırma. Cezaya çarpma. MUAKADE (Akd. den) Mukavele yapma. Akid yapma. Anlaşma. MUAKARA Nefret etmek. MUAKIB Cezalandıran. * Takibeden. MUAKİD Birbiriyle akid yapan, sözleşen. MUAKKAB (Akab. dan) Ardına düşülmüş, tâkib olunmuş, peşinden gidilmiş. MUAKKAD İnce ve müşkil olan. Zor anlaşılan söz. * Ukdeli, düğümlü. MUAKKID Düğümleyen, sihir yapan, cadı. MUAKKİB Ardına düşen, takib eden, ardından koşan. * Tağyir ve ibtal eden. MUAKKİBÂT Gece ve gündüz melâikesi. * Namazı müteakib otuz üçer defa tekrar edilen tesbih. (Bak: Tesbih) MUAKKİBÎN Tâkipçiler, arkasından koşanlar, ardından gelenler. MUALEBE Erkeğin, karısı ile oynaması. MUALECAT Tedâviler, ilâç kullanmalar. * Bir hususta çalışmalar. MUALECE Bir hususa çalışıp devam etmek. * Hastaya bakmak. İlâç kullanmak, ilâç vermek. * Bir işe teşebbüs, bir işe girişmek. MUALLA Yüksek, yüce, âli. Makamı ve rütbesi yüksek. MUALLAK Askıda. Hakkında karar verilmemiş, hallolunmamış. * Havada boşta duran. * Sürüncemede kalmış iş. * Edb: Açık hece, bir vokalle okunan hece. (Bak: Müsned) MUALLEKA (C.: Muallekat) Askılar. Henüz karar verilmemiş olanlar. * Kocası kaybolan kadın. * İslâmiyet'ten evvel Arabların meşhur edib ve şâirlerinin Kâbe duvarına astıkları yazılar ve şiirler. MUALLEKAT-I SEB'A (Yedi askı) Kur'ân henüz nâzil olmadan, câhiliyet devrinde meşhur Arap şâirlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâbe'nin duvarına astıkları yedi meşhur kaside.(Ceziret-ül Arab ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka itibariyle ümmi idi. Ümmilikleri için mefâhirlerini ve vukuat-ı tarihiyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardım edecek durub-u emsâllerini kitabet yerine şiir ve belâğat kaydiyle muhafaza ediyorlardı. Mânidar bir kelâm, şiir ve belâgat cazibesiyle eslâftan ahlâfa hafızalarda kalıp gidiyordu. İşte şu ihtiyac-ı fıtri neticesi olarak o kavmin mânevi çarşı-yı ticaretlerinde en ziyade revac bulan, fesâhat ve belâgat metâı idi. Hattâ bir kabilenin beliğ bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millisi gibi idi. En ziyâde onunla iftihar ediyorlardı. İşte İslâmiyetten sonra âlemi zekâlariyle idare eden o zeki kavim, şu en revaçlı ve medar-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâgatta akvâm-ı âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâgat, o kadar kıymetdar idi ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musâlaha ediyorlardı. Hattâ onların içinde "Muallekat-ı Seb'a" nâmiyle yedi edibin yedi kasidesini altınla Kâbe'nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı. İşte böyle bir zamanda, belâgat en revaçlı olduğu bir anda Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyan nüzul etti. Nasılki, zamân-ı Musâ Aleyhisselâm'da sihir ve zaman-ı İsâ Aleyhisselâm'da tıb revaçta idi. Mu'cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte o vakit bülegâ-yı Arabı, en kısa bir suresine mukabeleye dâvet etti: $ fermaniyle onlara meydan okuyor. Hem der ki: "İman getirmezseniz mel'unsunuz. Cehennem'e gireceksiniz." Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli surette kırıyor. O kibirli akıllarını istihfaf ediyor. Onları bidâyeten idam-ı ebedî ile ve sonra da Cehennem'de idâm-ı ebedî ile beraber dünyevî idam ile de mahkûm ediyor. Der: "Ya muâraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir."İşte eğer muâraza mümkün olsaydı acaba hiç mümkün mü idi ki, bir iki satırla muâraza edip dâvâsını ibtal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkilâtlı muharebe tariki ihtiyar edilsin! Evet o zeki kavim, o siyasi millet ki, bir zaman âlemi, siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terketsin! En tehlikeli ve bütün mal ve canını belâya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir? Çünki: Edipleri, birkaç hurufatla muâraza edebilseydi; Kur'an, dâvasından vazgeçerdi. Onlar da maddi ve mânevi helâketten kurtulurlardı. Halbuki, muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek, muâraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bissüyufa mecbur oldular. Hem, Kur'anı tanzir etmek, taklidini yapmak için gayet şiddetli iki sebep var. Birisi, düşmanın hırs-ı muârazası; diğeri, dostlarının şevk-i taklididir ki, şu iki sâik-ı şedid altında milyonlar Arabi kitablar yazılmış ki hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, âmi olsun her kim O'na ve onlara baksa kat'iyyen diyecek ki: "Kur'an, bunlara benzemez. Hiçbirisi onu tanzir edemez." Şu hâlde, ya Kur'an, bütününün altındadır. Bu ise bütün dost ve düşmanın ittifakıyla battaldır, muhaldir. Veya Kur'an, o yazılan umum kitabların fevkindedir. S.) MUALLEKİYYET Muallak olma, askıda oluş, boşta durma. MUALLEL Sakat, eksik, noksan. * Hasta, illetli. MUALLEM Ta'lim görmüş, ta'limli. MUALLEM ASKER Tâlim görmüş asker. MUALLÎ Yücelten, yükselten. * Sağılır davarın sağ tarafından sağmaya varan kişi. MUALLİL Ta'lil eden. Sonradan bir sebeb ve bahane ileri süren. * Eyyam-ı acuzdan bir gün. MUALLİM Ta'lim eden, öğreten, ilim öğreten. MUALLİMÂT Öğretici kadınlar, kadın hocalar. MUALLİME Hanım hoca. Öğreten ve tâlim eden kadın veya kız. MUALLİMÎN Muallimler. Hocalar, ta'lim edenler, öğretenler. MUAMELAT (Muâmele. C.) Muameleler. MUAMELE (C.: Muâmelât) Hatt-ı hareket. Davranma, davranış. Birbiri ile iş görme, amel etme. Alış veriş. * Resmi dairelerde yapılan herhangi bir iş. MUAMERE İmaret etmek. MUAMİL (Amel. den) İş yapan. Muamele yapan. Muameleci. MUAMMA (Amâ. dan) Anlaşılmaz iş. Karışık şey. Bilinmeyen hâl. MUAMMEM Başı sarıklanmış. İmamelenmiş. Sarıklı olan. MUAMMER Ömür süren. Çok yaşamış. Uzun ömürlü, bahtlı. MUAMMERÎN (Muammer. C.) (Ömr. den) Muammerler. Uzun ömürlü kimseler. MUANAKA Birbirinin boynuna sarılma. Kucaklaşma. MUAN'AN An'aneli. Senedli. Kimden kime haber verildiği şâhid ve râvilerin isimleri ile bildirilmiş olarak. MUANAT Bir şeyin zahmetini çekme. * Bir nesneyi dikkatle göz altında bulundurma. Ona göz kulak olma. MUANBER (Anber. den) Güzel kokan. Güzel kokulu. MUANEDE (Anud. dan) İnad etme, ayak direme. MUANIK Birbirinin boynuna sarılan. Kucaklaşan. MUANİD İnadcı. Kimseye uymayan. Dediğini yapmak isteyen. MUANİK (Unk. dan) Birbirinin boynuna sarılan, kucaklaşan. MUANNE Muhâlefet etmek, karşı gelmek. MUANNİD İnadcı. Muânid. MUANNİF Ta'nif eden. Şiddetle azarlayan. MUANVEN İsim sahibi. Ünvanlı. Ünvan verilen. Meşhur. Tantanalı. MUAR Ödünç alınmış olan mal. MUARAZA Bir şeyden yan verip sapmak. * Biri ile yarışmak. * Birbirine karşı gelmek. Sözle karşılıklı mücadele. Söz mücadelesi. MUARAZA-İ BİL-HURUF Söz, yazı veya fikir ile birisine karşı gelmek. Sözlü mücâdele. (Bak: Muallekat-ı seb'a) MUARAZA-İ BİS-SÜYUF Kılınçla, kuvvetle, silâhla mücadele etmek. Silâhla karşı koymak. MUARE Zarar etmek. MUAREFE Karşılıklı görüşme ve tanışma. * Gr: Nekre olmayan kelime. Muayyen ve harf-i târifli olmak. (Bak: Lâm) MUAREKAT (Muâreke. C.) (Ark. dan) Vuruşmalar, savaşlar, kavgalar. MUAREKE (C.: Muârekât) Kavga. Vuruşma. Muharebe. Döğüşme. MUARIZ Bir şeyden yan çizen. Muâraza eden. Karşı gelen. (Bak: Münâkaşa) MUARIZÎN (Muârız. C.) Muârızlar, muhalifler. Karşı gelenler. MUARIZ-ÜL KELÂM (Bak: Maarîz-ül kelâm) MUARRA Fenalıktan uzak. Boş. Beri. Yüksek. Temiz. Çıplak. MUARREB Arablaştırılmış. Arablaşmış. MUARREF Târif edilmiş, anlatılıp bildirilmiş. Bildik. Belli. Bilinen. * Gr: Harf-i târifli kelime. * Mat: Sınırlı. Hududlu. MUARRES Çömlek koyacak yer. Gecenin geç vakitlerinde inilecek yer. MUARRIK (Arak. dan) Tıb: Terletici ilâç. MUARRIZ Dokunaklı söz söyliyen. MUARRİF Târif edici. Anlatıcı. İzah edip bildirici. Tanıtan. Tercüman. MUARRİFÂN (Tesniye şeklindedir) İki tarif edici. * f. Tarif ediciler. Muarrifler. MUARRİYE Hekim bıçağı. MUASAME Hıfzetmek, korumak. MUASARA (Muâsarat) (Asr. dan) Muâsır olma. Aynı asır ve zamanda yaşama. MUASAT İtâatsizlik etme. Baş kaldırma. İsyân etme. MUASERE Fakirlik. * Zorluk, güçlük. MUASFER Usfur ile boyanmış nesne. MUASIR Bir asırda yaşayanlardan herbiri. Hem asır olan. Aynı devirde yaşayan. MUASIRÎN (Muasır. C.) (Asr. dan) Aynı asırda yaşayanlar. Bir asırda yaşamış olanlar. MUASÎ İtaatsiz, isyan eden, baş kaldıran. MUASKER (Asker. den) Ordu yeri, asker karargâhı. Ordunun muharebe zamanında toplandığı yer. MUASSEL İçine bal katılmış. Ballı. MUAŞAKA Sevişme. Ziyadesiyle arz-ı muhabbet etme. Birbirini sevme. Karşılıklı aşk ve muhabbet. MUAŞERE Karışmak. MUAŞERET Birlikte yaşanılanlar. * Sünnet dâiresinde insanlarla iyi münâsebet. MUAŞIK (Işk. dan) Seven, âşık olan. Muhabbet eden. MUAŞİR Muâşeret eden ve birbiriyle iyi geçinir olan. MUAŞİRÂN (Muaşir. C.) Muaşirler. Birbirleriyle iyi geçinen kimseler. MUAŞŞER (Aşr. dan) Onlu, onluk. On kısma bölünmüş. * Edb: Onar mısralık bendlerden teşekkül eden manzumeler. MUAŞŞEŞ Ağaçlarında kuş yuvası çok olan yer. MUAŞŞİR (Aşr. dan) Ondalıkçı. Öşürcü. Aşar memuru. MUATAT Birbirine atâ etmek, karşılıklı hediyeleşmek. * Vermek. MUATEB(E) Azarlanılan. Tekdir olunan. Azarlanmış. * Paylamak, çıkışmak. MUATİB (İtâb. dan) Tekdir eden, paylıyan, azarlıyan. MUATTAL Tatil edilmiş. Kullanılmaz olmuş. Battal edilmiş. Terkedilmiş. * İşsiz. Tenbel. MUATTAR Itırlı, kokulu. * Güzel kokulu bir lâle çiçeğinin adı. MUATTIL Atıl bırakan. İşsiz eden. İşe yaramaz hâle getiren. MUATTILA Boş bırakılmış. Atâlete atılmış. * Hâlık'a itikat etmeyen. (Bak: Ta'til) MUATTIŞ (Atş. dan) Susatan, susatıcı. MUATTİS (Ats. dan) Aksırtan, aksırtıcı. MUÂVAZA İki tarafın da ivaz vererek, anlaşarak yaptığı akit. Sayışma. Bir şeyi diğer bir şeye bedel, ivaz olarak vermek. Aslı olmadığı halde menfaat celbi için hususi bir surette müzakere ile yapılan hileli iş. Yapmacık. MUÂVAZATEN Değiş yapma ile. İki tarafın da rızası dâhilinde değiştirme ile. * Hileli, dalavereli. MUAVEDE(T) (Avdet. den) Dönüş, geri dönme, avdet etme. * Adet edinme. MUAVEME (Ağaç) bir sene meyve verip, bir sene vermeme. * Bir seneliğine tutma. MUAVENAT (Muâvenet. C.) Muâvenetler, yardım etmeler. MUAVENET Yardımcılık. Yardım. Teâvün. MUAVENET-İ NAKDİYE Para yardımı. MUAVİD Geri dönen, avdet eden. MUAVİN Yardımcı. Yardım eden. Vekil. * Mekteblerde ve resmi dairelerde müdürden sonra gelen idare memuru. MUAVİYE Tilki eniği. MUAVİYE (Mi: 603 - 682) Sahabe-i Kiramdan olup Şam'da yirmi seneden ziyade valilik yaptı, sonra hilâfetini ilân etti. Yirmi sene de halifelik yaptı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâmın kayın biraderi ve vahiy kâtibi idi. Beni Ümeyye sülalesinden olan bu zattan itibaren İslâm Devletine, Emevi Devleti denmiştir. (Bak: Emevi Devleti)(Eğer denilse: Neden hilâfet-i İslâmiye Al-i Beyt-i Nebevide takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstehak onlardı?El-Cevab: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Al-i Beyt ise hakaik-ı İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur'aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilâfet ve saltanata geçen, ya Nebi gibi mâsum olmalı veyahud Hulefâ-i Râşidin ve Ömer ibn-i Abdulaziz-i Emevi ve Mehdi-i Abbasi gibi harikulâde bir zühd-i kalbi olmalı ki; aldanmasın. Halbuki, Mısır'da Al-i Beyt nâmına teşekkül eden Devlet-i Fatımiyye hilâfeti ve Afrikada Muvahhidin hükümeti ve İranda Safeviler devleti gösteriyor ki; saltanat-ı dünyeviye Al-i Beyte yaramaz, vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur'ana hizmet etmişler. M.) MUAVVAK (Avk. dan) Ta'vik edilip geriye bırakılmış iş. MUAVVEC (İvec. den) Eğik, eğri, eğilmiş. MUAVVEZ Gerdanlık. Nazarlık. Nüsha geçirilecek yer. * Evin etrafındaki mer'a. MUAVVEZETÂN (Muavvezeteyn) Kur'ân-ı Kerim'in son iki suresi. (Dâima okunacak gâyet lüzumlu dersleri verdiği ve her çeşit şerli işlerden Allah'a sığınmayı tavsiye ve emrettiği için bu isim verilmiştir.) MUAVVIK Ta'vik eden. Geriye bırakan. Oyalanan. MUAVVİZAT (Bak: Felak) MUAYEDE (Îd. den) Bayramlaşmak. MUAYENE Zâhir ve âşikâre olmak, görünmek, belli olmak. * Gözden geçirme, yoklama, kontrol etmek. MUAYENEHANE f. Hekimlerin, hastaları muayene ettikleri yer. MUAYERE Ayarlama. MUAYEŞE Beraberce hoşça geçinme. MUAYİN (Ayn. dan) Kat'i ve kesin olarak belli olan. Görülmüş olan. MUAYYEB (C.: Muayyebât) (Ayb. dan) Ayıplanmış. MUAYYEBAT (Muayyeb. C.) Ayıp ve iğrenç şeyler. MUAYYEN Görülmüş olan, kat'i olarak belli olan, belli, ölçülü, tayin ve tesbit olunmuş, karalaştırılmış. MUAYYİN (Ayn. dan) Tâyin eden, belirten, belirtici. MUAZ İBN-İ CEBEL (Ebu Abdurrahman el Ensarî) Ashâb-ı Kirâm arasında hürmetle yâd olunan büyük fakihlerdendir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sağlığında Kur'an-ı Kerim'i cem'edip ezberleyen bahtiyarlardandır. Peygamberimiz, "Kur'ânı, Muaz İbn-i Cebel'den alınız" buyurmuştur. 157 hadis rivâyet etmiştir. Ürdün nâhiyesinde otuz yaşında olduğu hâlde ebediyete intikal etti. (R.A.) MUAZADE Yardım etme. MUAZALE Bir sözün mânasını başka sözle bağlayıp kelâmı arka arkaya getirme. * Kafiyeyi ayrılmıyacak şekilde mâkabliyle bağlama. * Sözde kelimeleri tekrarla kullanma. MUAZERE İnadlaşmak. * Yardımlaşmak. * Birbirinden kaçmak. * Ekin kuvvetlenmek. MUAZERE Ma'zeret, özür dileme. MUAZID Yardım eden. MUAZZAM Büyük, iri, cesim, mükerrem, mübeccel, koskoca. MUAZZAMÂT Büyük ve ağır işler. Muazzam şeyler. MUAZZEB Eziyet çeken, azap içinde bulunan. Sıkıntıda kalan. MUAZZEF Nefsin arzularını terkeden, zühd sâhibi. MUAZZEL Ayıplanmış, ta'zil edilmiş. Azarlanmış, paylanmış. MUAZZEZ Çok aziz. Muhterem. Çok sevgili, kıymettâr, izzetlendirilmiş. MUAZZEZEN İzzet ve ikram ile, ikram olunarak, ağırlanarak. MUAZZİ Sabredici. MUAZZİB Ta'zib edin, azapla eziyet veren. MUAZZİR (Özür. den) Ta'zir eden, sahte özür süren. MUBADİL (Bak: Mübâdil) MUBAH (İbâhe. den) İşlenmesinde sevab ve günah olmayan şey. * Fık: Yapılması ve yapılmaması şer'an câiz bulunan şey. (Yemek, içmek, uyumak gibi.) MUBAHASE (Bak: Mübâhese) MUBAHAT (Mubah. C.) Mübahlar. Günahı, sevabı olmayan, işlemesi ne haram, ne de helâl olan şeyler. MUBAHHAL Cimri, tamahkâr, pinti. MUBAHHAR Tütsülenmiş. * Buhar hâline gelmiş, buharlanmış. MUBAREK (Bak: Mübârek) MUBAREZE (Bak: Mübâreze) MUBASARA Görme yarışına çıkma. İki kişinin, "hangimiz evvel görüyor" diye bir yere bakması. MUBASSIR Gözetici, bekleyici, bakıcı. * Eskiden gümrüklerde muhafaza memuru ve mektebte talebenin inzibatına bakan memur. MUBAŞERET (Bak: Mübâşeret) MUBATAŞA İki kişi elleriyle birbirlerini kucaklamağa çalışma. MUBATTIN Kin tutan, hased eden. * Karnı zayıf ve içine çökük olan. MUBEMU f. Tel tel, kıl kıl. Birer birer. İnceden inceye, çok dikkatle. MUBEND f. Saç bağı. MUBİD Zerdüşt. Mecusi din adamı. * Tedbirli, akıllı adam. MUBİK (C.: Mubikat) Helâk edici. * İsyan. * Büyük günah. MUBİKAT (Vebk. den) Helâk edici şeyler. Mühlik. MUBİKAT-I SEB'A İnsanı felâkete götüren yedi kebâir, yedi büyük günah: Katil, zinâ, şarab içmek, ukuk-ı vâlideyn (yâni; sılâ-yı rahmi terk), kumar oynamak, yalan şâhidliği, dine zarar verecek bid'alara tarafdarlık. (Bak: Kebâir) MU'BİLE (C.: Meâbil) Yassı, uzun ok temreni. MU'BİR Terkolunmuş, bırakılmış, terkedilmiş. MUBSIR Görücü, gösterici, görünen, bilici, bildirici, vazıh ve âşikâr. * Mantık. Kelâm ve seyrin mutediline denir. MUBSIRÂT (Mubsır. C.) Görünenler, görünen âlem. MUBTAL İptal edilmiş. MUBTIL İptal eden. MUCEB İcâb etmiş, lâzım gelmiş. Bir söz veya emrin icâb ettiği şey, netice. * Büyük bir memurun, kendisine sunulan evrakı tasdik için ettiği işaret. MU'CEM İ'câm edilmiş, noktalanmış, noktalı. * Hadis şeyhlerinin herbirisi. * Harf-ı heca sırasına konularak, her birisinin tarikından müellife kadar gelen rivayetleri toplayan kitaba denir. MUCER (Ecr. den) Kiraya verilmiş olan şey. MUCEZ (İcaz. dan) İcaz yoluyla. Muhtasar ve mücmel bir tarzda. Kısaca. MUCİ' (Vecâ'. dan) Elem ve acı veren. MUCÎ (Vecâ. dan) Acıtan, ağrıtan. MUCİB (Mucibe) İcâb eden, lâzım gelen. * Bir şeyin peydâ olmasına vesile ve sebep olan. Gereken. Gerektiren, lâzım gelen. MU'CİB (Aceb. den) Taaccübe, hayrete düşüren. Şaşkınlık veren. MUCÎB (Cevab. dan) İcabet eden, uyan. Kendisinden istenilen iş ve suali cevaplandıran. MUCİBAT (Mucib. C.) Sebepler. MU'CİBE Taaccüb edilecek, şaşılacak şey. MUCİBE-İ KÜLLİYE Man: Müsbet ve umumi (şumüllü) olan kaziye. MUCİB-İ BİZZAT İster istemez kendisi işi yapmaya mecbur olan. Serbest ve istediği gibi hareket edemeyen. (Meselâ: Güneş ışığının, güneşin kendi zâtının zaruri neticesi olması gibi.) MUCİB-İ İSTİKRAH Nefrete, sevmemeye sebeb olan. MUCİB-İ TEYAKKUZ Teyakkuzu, yâni uyanıklığı icâb ettiren. MUCİD Yeni bir şey icad eden, meydana getiren, bulan. * Yaratan. Yoktan var eden.(Ve keza, bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise, aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mucidine fedâ et. Mukabilinde büyük bir fiat alacaksın!.. M.N.) MUCİD-İ HAKİKÎ İcad etme iktidarının yegâne sahibi mânasında olarak (Allah) hakkında kullanılır. MUCİR (Ecir. den) İcar eden, kiraya veren. (Bak: Mücir) MU'CİR Bir çeşit kadın başörtüsü. Eşarp. MUCİZ Kısa. Muhtasar. Özlü. Az sözün çok mânâ ifâde edeni. MU'CİZ İnsanı âciz bırakan iş. Aynısını yapmakta başkalarını acze düşüren, kudretsiz kılan, kimsenin yapamıyacağı yolda olan. MUCÎZ İcâzet veren, izin veren. MU'CİZAT Mu'cizeler. Allah tarafından verilip, yalnız peygamberlerin gösterebilecekleri büyük harika işler. MU'CİZAT-I AHMEDİYE (A.S.M.) Hz. Muhammed'in (A.S.M.) mu'cizeleri. (Bak: Mu'cize) MU'CİZAT-I SEB'A Yedi meşhur mu'cize, yedi külli i'caz esasları. MU'CİZBEYAN f. Anlatış tavrı herkese benzemeyen. Tarz-ı beyanı mu'cize olan. Kur'an-ı Kerim. MU'CİZE İnsanların, yapmasında âciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından peygamberlere nasib olan hârika. Kerametten yüksek, fevkalâde hâdise. * Mu'cize, Halik-ı Kâinat tarafından peygamberlerin hakkaniyetine ait bir tasdiktir. Sahih hadislerle mu'cizeler haber verilmiş ve tesbit edilmiştir.(... Mu'cize davâ-yı nübüvvetin isbatı için münkirleri ikna etmek içindir. İcbâr için değildir. Öyle ise davâ-yı Nübüvveti işitenler için ikna edecek bir derecede mu'cize göstermek lâzımdır... S.) MU'CİZ-EDA f. Mu'cize gösteren. Başkalarının yapamıyacağı kadar mu'cize derecesinde iş ortaya koyan. Edası mu'ciz olan. MU'CİZEGU(Y) f. Mu'cize gibi söz söyleyen. MU'CİZEKÂR f. Mu'cizeli, mu'cize hâlinde, başkalarını âciz bırakan. MU'CİZNÜMA f. Mu'cize gösteren. MU'CİZ-ÜL BEYAN Beyanı herkesi âciz bırakan. MUÇİNE f. Cımbız. MUDA' Fık: Emâneten kendine bir şey bırakılan kimse. * Serkeş ve oynak olmayıp, mazlum ve sâkin olan at. MU'DAL (Mu'dıl) Güç, içinden çıkılmaz, girift. MUDAREBAT (Mudarabe. C.) Mudarebeler, döğüşmeler, vuruşmalar. MUDAREBE (Darb. dan) Döğüşme, vuruşma. * Bir taraftan sermaye diğer taraftan emek ile kurulan ticaret şirketi. (O.L.) MUDARİB (Darb. dan) Döğüşen. Birbirlerine vuran. MUDCER (Ducret. den) Sıkıntılı olan. Sıkılmış. MUDCİR (Ducret. den) Sıkıntı veren, sıkan, gamlandıran. MU'DEM Bir şeyi yitiren, kaybeden. MUDGA Et parçası, bir çiğnem et. MUDHAK Kendisine gülünen. Soytarı. Gülünç hâle düşen. MUDHİK Güldürücü, güldüren, maskaralık ederek halkı güldüren. MUDHİKÂT (Mudhike. C.) (Dıhk. den) Gülünecek şeyler. Mudhikeler. MUDHİKE Gülünç şey, gülünecek hâl. Komedya. MUDİ' Fık: Malının muhâfazasını başkasına emânet ve havâle eden. MUDÎ Işık verici, parlak ve ruşen olan. MU'DÎ Sirâyet edici, bulaşıcı, sâri. MUDÎK (Bak: Muzîk) MU'DİL(E) (C.: Mu'dilât) Zor, güç ve çetin. MU'DİLAT (Mu'dal. C.) Büyük, ağır, çetin ve zor işler. MUDİLL İdlâl edici, yoldan çıkaran, eğri yola teşvik edici. MUDİLLE (Dalâlet. den) Baştan çıkaran, azdıran, doğru yoldan saptıran. MU'DİM Öldüren, idam eden. MUDİYYEN Giderek, geçerek. MUFAD (Bak: Müfad) MUFADALA (Bak: Mufâzala) MUFADDEL Faziletlendirilmiş, diğerlerinden ayrıca fazilet itibarıyla temayüz etmiş, yükselmiş. MUFADDIL Faziletlendiren, iyilik eden ve nimet veren. MUFADDILÎN Faziletliler. Yüksek ve büyük zatlar. MUFAHHAM (Fahm. dan) Kömürleşmiş, kömür halini almış. MUFAHHAM Büyüklük kazanmış, kerem sahibi, itibarlı, azim, büyük. MUFARAKAT Ayrılık, ayrılmak. MUFARRİT (Fart. dan) Kusur yapan, eksik işleyen. Aşırı giden. MUFASALA Ayrılma. MUFASSAL Tafsilli, tafsilâtlı, izahlı. Geniş mâlumatlı, kısımlara ayrılıp anlatılmış. MUFASSALAN Geniş, izahlı olarak. Tafsilâtlıca. Kısımlara ayrılıp anlatılmış olan. MUFASSIL Kısımlara ayrılan, fasıl fasıl ayıran, adalet eden. MUFAVVAZ Yapılması ısmarlanmış. MUFAVVİZ Bir kimseye bir vazifeyi veren. Yapmasını ısmarlıyan. MUFAZ Çok, bol. Bereketli, feyizli. MUFAZALA Fazilet ve meziyetle birbiri ile yarışma. MUFAZZAL (Fazl. dan) Başkalarına üstün tutulmuş. Tafdil edilmiş. MUFAZZAZ Gümüş kaplamalı, gümüşlü. MUFAZZİH Rezil eden. MUFÎ İfa eden, ödeyen, yerine getiren. MUFSİH Fesâhetle ve düzgün olarak konuşan. MUFTIR (Fıtr. dan) Oruç açan, iftar eden. MUG (C.: Mugan) Mecusi. Ateşperest. Ateşe tapan. Zerdüşt dininde olan. MUGABBER Tozlu nesne. MUGABENE (Gabn. dan) İki taraf birbirini aldatma. MUGABESE Karıştırmak. MUGADDÎ (Mugazzi) Gıdalı, besleyici, gıdası çok, faydalı. MUGADERE (Mugaderet) Bırakmak, salıvermek. MUGAFAZA Ansızdan tutmak. MUGALAKA Diğerleri karışmayarak iki kişinin atlarıyla yarışması. MUGALATA (Galat. dan) Karşısındakini yanıltmak için söz söylemek. Doğruya benzer yanlış sözler. Safsata. Hatalı ve yanlış söz. Demagoji. * Man: Vehimlerden terekküb eden kıyastır. MUGALATAT (Mugalata. C.) Safsatalar. Demagojiler. Mugalâtalar. MUGALAZA Düşmanlık, husumet, adâvet. MUGALEBE Üstün olmağa, galib gelmeyeğe çalışmak. Birisine galib gelmek. MUGALGAL Haber. MUGALLAT(A) (Galat. dan) Yanlış telâffuz edilmiş. MUGALLEB Defâlarca mağlup olan kişi. MUGALLÎ (Galeyân. dan) İyice kaynatılmış. * Ihlamur, papatya gibi çiçeklerin kaynatılmış suyu. MUGAMERE (Ga, uzun okunur) Nefsini zorluğa ve şiddete zorlama. MUGAMESE Suya daldırışmak, birbirini suya daldırmak. MUGAMEZE Birini göz işaretiyle zemmetme. MUGAMİR Nefsini tehlikeye koyan kişi. MUGAMMED (Gamd. dan) Örtülü, kılıflı. Kınına konmuş. MUGAMMER İşten anlamıyan bön kimse. MUGAN (Mug. C.) f. Mecusiler, ateşe tapanlar. Zerdüştler. MUGANE Ateşe tapan mecusilerin âyini. MUGANNÎ Nağmeli ve çeşitli sesle okuyan, ahenkle okuyucu. * Hoş sesle öten. MUGANNİYE Şarkıcı kadın. MUGAR Düşman üzerine hücum etmek. MUGARRAK (Gark. dan) Suya daldırılmış. * Gümüşle süslü. MUGARRİD Pek güzel öten kuş. * Yüksek sesle nefse hoş gelen şarkılar söyliyen. MUGAS Yaban narının kökü. MUGASMER Kaba dokunmuş kötü bez. MUGASSAS Kalıba dökülmüş. MUGAŞŞÎ (Gaşy. den) Bayıltıcı, bayıltan. MUGATTÎ Perdelenmiş, örtülmüş. Üstü örtülü. MUGAVELE Bir kimseyi azdırıp yoldan çıkarmak. * Helâk etmek. MUGAVERE Yağma, çapul. MUGAYEBE Kaybolma. * Bir kimseyi arkasından zemmetme. Gıybet etme. MUGAYERET (Gayr. den) Aykırılık. Uymazlık. Başka türlü olma. MUGAYİR Aykırı. Uymaz. Zıd. Başka türlü. MUGAYLAN Çölde yetişen bir nevi dikenli çalı. Deve dikeni. MUGAYLANGÂH f. Dünya. MUGAYLANZAR f. Dünya. * Deve dikeni biten yer, dikenlik. MUGAYYEB (C.: Mugayyebât) (Gayb. dan) Kayıp. Kaybedilmiş. MUGAYYEBAT (Magibât) Zâhir duygularla bilinmeyen, bizce gaip olan, bilinmeyen şeyler. MUGAYYEBÂT-I HAMSE Beş bilinmeyen. Bizce gaib olan beş şey:1- Kıyamet vakti, 2- Yağmurun ne zaman yağacağı, 3- Ana rahmindeki çocuğun mahiyeti ve ceninin isti'dadı ve mânevi simasının ne olduğu, 4- Yarın insan hayr ve şer olarak ne kazanacağını, 5- İnsanın nerede öleceğini Allah bildirmedikçe kimse bilemez. Bunlara mefâtih-ül gayb da denir.("Mugayyebât-ı Hamse"ye dair Sure-i Lokman'ın âhirindeki âyetin hakkında mühim sualinize gayet mühim bir cevap isterken, maatteessüf şimdiki hâlet-i ruhiyem ve ahvâl-i maddiyem o cevaba müsaid değildir. Yalnız sualinizin temas ettiği bir iki noktaya gayet mücmel işaret edeceğiz. Şu sualinizin meâli gösteriyor ki, ehl-i ilhad tarafından tenkid suretinde mugayyebât-ı hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-i mâderdeki ceninin keyfiyetine itiraz edilmiş. Demişler ki: "Rasathânelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzulü keşfediliyor. Onu da Allah'dan başkası da biliyor. Hem röntgen şuâiyle rahm-i maderdeki ceninin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor. Demek mugayyebat-ı hamseye ıttıla' kabildir"?Elcevap: Yağmurun vakt-i nüzulü bir kaideye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya meşiet-i hâssa-i İlâhiyye ile bağlı ve hazine-i rahmetten hususi iradeye tâbi olduğunun, bir sırr-ı hikmeti şudur ki: Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymetdar mahiyet, nur, vücud ve hayat ve rahmettir ki, bu dört şey; perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya Kudret-i İlâhiyye ve meşiet-i hassa-i İlâhiyyeye bakar. Sair masnuatta zahiri esbab; kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicab oluyor. Fakat vücud, hayat ve nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünki; perdelerin sırr-ı hikmeti o işte cereyan etmiyor. Madem vücudda en mühim hakikat rahmet ve hayattır; yağmur, hayata menşe ve medâr-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesait perde olmıyacak. Kaide ve yeknesaklık dahi, meşiet-i hassa-i İlâhiyyeyi setretmiyecek; tâ ki, her vakit herkes herşeyde şükür ve ubudiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dahilinde olsaydı, o kaideye güvenip şükür ve rica kapısı kapanırdı. Güneşin tuluunda ne kadar menfaatler olduğu mâlumdur. Halbuki muttarid bir kaideye tabi olduğundan, Güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın Güneşin çıkacağını bildiği için, gaibden sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz'iyatı bir kaideye tâbi olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlâhiyyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî, vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telâkki edip hakiki şükrediyorlar.İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü, Mugayyebat-ı Hamse'ye idhal ediyor. Rasadhanelerdeki âletle, bir yağmurun mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değil, belki gaibden çıkıp âlem-i şehadete takarrubu vaktinde bazı mukaddematına ıttıla' suretinde bilmektir. Nasıl, en hafi umur-u gaybiye vukua geldikte veyahud vukua yakın olduktan sonra hiss-i kabl-el-vukuun bir nev'iyle bilinir. O, gaybı bilmek değil; belki o, mevcudu veya mukarreb-ül-vücudu bilmektir. Hatta ben kendi âsâbımda bir hassasiyet cihetiyle yirmi dört saat evvel, gelecek yağmuru bazen hissediyorum. Demek yağmurun mukaddematı, mebâdileri var. O mebâdiler, rutubet nev'inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaibden çıkıp daha şehadete girmiyen umura vüsule bir vesile olur. Fakat daha âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hassa ile rahmet-i hassadan çıkmıyan yağmurun vakt-i nüzulünü bilmek, ilm-i Allâm-ül-Guyub'a mahsustur.Kaldı İkinci Mes'ele: Röntgen şuâiyle rahm-ı mâderdeki çocuğun erkek ve dişisini bilmek ile $ âyetinin meâl-i gaybîsine münafi olamaz. Çünki: Âyet yalnız zükuret ve ünuset keyfiyetine değil, belki o çocuğun acib istidad-ı hususisi ve istikbalde kesbedeceği vaziyetine medar olan mukadderat-ı hayatiyesinin mebâdileri, hatta simasındaki gayet acib olan sikke-i Samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâm-ül-Guyub'a mahsustur. Yüzbin röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrâd-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i fârikası bulunan yalnız hakiki sima-yı vechiyesini keşfedemez. Nerede kaldı ki sima-yı veçhisinden yüz defa daha harika olan istidadındaki sima-yı mâneviyi keşfedebilsin. Başta dedik ki: Vücud ve hayat ve rahmet, bu kâinatta en mühim hakikatlardır ve en mühim makam onlarındır. İşte onun için o câmi hakikat-ı hayatiye, bütün incelikleriyle ve dekaikiyle irade-i hassaya ve rahmet-i hassaya ve meşiet-i hassaya bakmalarının bir sırrı şudur ki; hayat, bütün cihazatiyle ve cihâtiyle şükür ve ubudiyet ve tesbihin menşe' ve medârı olduğundandır ki, irade-i hassaya hicab olan yeknesaklık ve kaidelik ve rahmet-i hassaya perde olan vesâit-i zahiriye konulmamıştır. Cenab-ı Hakkın rahm-ı mâderdeki çocukların sima-yı maddî ve mânevîlerinde iki cilvesi var:Birisi : Vahdetini ve Ehadiyetini ve Samediyetini gösterir ki, o çocuk âzâ-yı esasîde ve cihazat-ı insaniyenin envâında sair insanlarla muvafık ve mutabık olduğu cihetle, Hâlık ve Sâniinin vahdetine şehadet ediyor. O cenin bu lisan ile bağırıyor ki: "Bana bu sima ve âzâyı veren kim ise, bütün esasat-ı âzâda bana benzeyen bütün insanların sânii dahi O'dur. Ve hem bütün zihayatın sânii O'dur."İşte rahm-i mâderdeki ceninin bu lisanı, gaybî değil, kaideye ve ıttırada ve nev'ine tâbi olduğu için mâlumdur, bilinebilir. Âlem-i şehadetten âlem-i gayba girmiş bir daldır ve bir dildir.İkinci Cihet : Sima-yı istidadiye-i hususiyesi ve sima-yı veçhiye-i şahsiyesi lisaniyle Sâniinin ihtiyarını, iradesini ve meşietini ve rahmet-i hassasını ve hiçbir kayd altında olmadığını, bağırıp gösteriyor. Fakat bu lisan, gayb-ül-gaybdan geliyor. İlm-i ezeliden başkası, kabl-el-vücud bunu göremiyor ve ihata edemiyor. Rahm-i mâderde iken bu simanın binde bir cihazatı görünmekle, bilinmiyor!Elhasıl: Ceninin sima-yı istidadîsinde ve sima-yı veçhiyesinde hem delil-i vahdaniyet var, hem ihtiyar ve irade-i İlâhiyyenin hücceti vardır. L.) MUGAYYEBE Gizli şey. Görünmeyen ve saklı olan nesne. MUGAYYER (Gayr. dan) Değiştirilmiş, başkalaştırılmış. Tağyir edilmiş. MUGAYYİR Tağyir eden, değiştiren. MUGAZANE Gözün yanlarında olan büklüm. MUGAZEBE Karşılıklı olarak birbirini kızdırıp gazaba getirme. MUGAZELE (Ga, uzun okunur) Aşıkane şakalaşma, lâtifeleşme. MUGAZIB Gadap etmek, kızmak, hiddetlenmek. MUGBEÇE (C.: Mugbeçegân) f. Meyhaneci çırağı. * Mecusi çocuğu. MUG-BEÇEGÂN (Mugbeçe. C.) f. Mecusi çocukları. * Meyhâne çırakları. MUGBER (Gubar. dan) Gücenmiş, darılmış, küskün. * Tozlanmış, tozlu. MUGBERR-ÜL HÂTIR Hatırı kalmış, gücenmiş. MUGBİR Gücenmiş. İğbirar sahibi. * Toz koparan. MUGF Uyuyan. MUGFEL (Guful. den) Aldatılmış, iğfâl olunmuş. Kandırılmış. MUGFİL Aldatan, iğfal eden. MUGİDD Gadap edici, kızgın, hiddetlenici. MUGÎS Yardım eden, yardıma koşan. Medet edici. Muin. MUGİŞŞ Birisini fenalığa bırakan, aldatan. MUG-KEDE f. Meyhane. * Ateşe tapanların ibadethanesi. MUGLAK (Galak. den) Kapalı, kilitli. * Anlaşılmaz, çapraşık söz. MUGLİYY Kaynamış çiçek, papatya veya ıhlamur suyu. MUGNAT İhtiyaç. MUGNÎ Def'edici, kovan. * Zengin eden, müstağni kılan. * Doyuran gönlünü tok eden. MUGRAK (Gark. dan) Batmış veya batırılmış (suya). Gark edilmiş. MUGRE Bulanıklık. MUGREM Âşık, tutkun. MUGREMUN Ağır borca uğratılmış olanlar. MUGRİB Anka kuşu. MUGRÎL şişmiş maktul. MUGŞA (Gaşy. den) Bürünmüş, örtülmüş. MUGTAB Gıybet söyleyici, gıybet eden. MUGTANEM Ganimet olarak alınmış olan, alınan. MUGTASIB Gasb eden, zorla alan. MUGTEBIT Gıbta olunmuş, hâli iyi olan kimse. MUGTEDÎ (Gıda. dan) Gıda alan, gıdalanan. Beslenen. MUGTELİM Hırs ve şehveti çok olan. MUGTEMİZ Gammazlıyan. MUGTENEM (Ganimet. den) Ganimet olarak alınmış. MUGTENİM Ganimet olarak alan. Bedava alan. Ganimet bilen. MUGTERİB (Gurub. dan) Batan, gurub eden. * Gurub. * (Gurbet. den) Gurbete giden. Gurbete çıkan. MUGTERİF Elini daldırarak avucuyla su alan. MUGTERİK Batan, suda boğulan, garkolan. MUGTESİL (Gusl. den) Yıkanan, gusleden. MUGVE (C: Mugveyât) Canavarı düşürüp yakalamak için kazıp ağzını örttükleri kuyu. MUGZİB (Gazab. dan) Gazaba getiren, kızdıran. MUĞLAKAT (Muğlak. C.) Kapalı ve anlaşılması zor olan şeyler. MUĞLAKİYYET Muğlak olma hali. Anlaşılmazlık. MUHAB Kendisinden ürkülüp korkulan. MUHABA Korku, perva, havf, çekingenlik. MUHABBET Sevgi, sevme. * Sohbet. Ruhun, kendisinden lezzet duyduğu şeye meyletmesi. (Zıddı: Buğzetme ve adavettir.)(Eğer denilse: Al-i Beyt'e muhabbeti, Kur'an emrediyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm çok teşvik etmiş. O muhabbet, Şialar için belki bir özür teşkil eder. Çünki ehl-i muhabbet, bir derece ehl-i sekirdir. Ne için Şialar hususan Râfızîler, o muhabbetten istifade etmiyorlar; belki, işâret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbetten mahkûmdurlar.Elcevab: Muhabbet iki kısımdır:Biri : Mâna-yı harfiyle, yâni; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenab-ı Hak nâmına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyt'i sevmektir. Şu muhabbet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın muhabbetini ziyadeleştirir. Cenab-ı Hakk'ın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adavetini iktiza etmez.İkincisi : Mâna-yı ismiyle muhabbettir. Yâni: Bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ı düşünmeden Hazret-i Ali'nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah'ı bilmese de, Peygamber'i tanımasa da yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın muhabbetine ve Cenab-ı Hakk'ın muhabbetine sebebiyet vermez; hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adavetini iktiza eder.İşte işaret-i Nebeviye ile, Hazret-i Ali hakkında ziyade muhabbetlerinde, Hazret-i Ebu Bekir-is Sıddık ile Hazret-i Ömer'den teberri ettiklerinden hasârete düşmüşler. Ve o menfi muhabbet, sebeb-i hasârettir. M.) MUHABBETDARANE Muhabbete yakışır şekilde. MUHABBETKÂR Muhabbetli, sevgi gösteren. MUHABBETNAME f. Sevgisini bildiren yazılı kâğıt. Aşkını bildiren yazı. MUHABBETULLAH Cenab-ı Hakk'a karşı beslenen ihlâslı sevgi.(...Sende, senin nefsine olan şedid muhabbetin O'nun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen su-i istimal edip kendi zâtına sarfediyorsun. Öyle ise, nefsindeki eneyi yırt, hüveyi göster. Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, O'nun esmâ ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir. Sen su-i istimal etmişsin, cezasını da çekiyorsun. Çünkü yerinde sarfolunmayan bir muhabbet-i gayr-i meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir. Rahman-ür-Rahim ismiyle hurilerle müzeyyen Cennet gibi senin bütün arzularına câmi' bir meskeni, senin cismani hevesatına ihzar eden ve sair esmâsiyle senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sair letâifin arzularını tatmin edecek ebedi ihsanatını, o cennette sana müheyya eden ve her bir isminde mânevi çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelinin, elbette bir zerre muhabbeti, kâinata bedel olabilir. Kâinat O'nun bir cüz'i tecelli-i muhabbetine bedel olamaz. S.)(Velâyet yollarının ve tarikat şubelerinin en mühim esası ihlâsdır. Çünkü, ihlâs ile hafi şirklerden halâs olur. İhlâsı kazanmıyan, o yollarda gezemez ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet muhabbet; mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemâline delâlet eden zayıf emâreleri, kavi hüccetler hükmünde görür. Dâima mahbubuna tarafdardır.İşte bu sırra binaendir ki, muhabbet ayağı ile marifetullaha teveccüh eden zâtlar şübehata ve itirâzata kulak vermezler, ucuz kurtulurlar. Binler şeytan toplansa, onların mahbub-u hakikisinin kemâline işaret eden bir emareyi, onların nazarında ibtal edemez. Eğer muhabbet olmazsa, o vakit kendi nefsi ve şeytanı ve harici şeytanların ettikleri itirazât içinde çok çırpınacak. Kahramancasına bir metanet ve kuvvet-i imân ve dikkat-ı nazar lâzımdır ki, kendisini kurtarsın.İşte bu sırra binaendir ki, umum meratib-i velâyette, mârifetullahtan gelen muhabbet, en mühim mâye ve iksirdir. Fakat muhabbetin bir vartası var ki, ubudiyyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten, naza ve dâvaya atlar, mizansız hareket eder. Mâsiva-yı İlâhiyeye teveccühü hengâmında, mâna-yı harfîden mâna-yı ismîye geçmesi ile, tiryak iken zehir olur. Yâni gayrullahı sevdiği vakit Cenab-ı Hak hesabına ve onun nâmına, onun bir âyine-i esmâsı olmak ciheti ile rabt-ı kalb etmek lâzım iken; bazan o zâtı o zât hesabına kendi kemâlât-ı şahsiyesi ve cemâl-i zâtîsi nâmına düşünüp, mâna-yı ismîyle sever. Allah'ı ve Peygamber'i düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mâna-yı harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir. M.)( $ âyetinde i'cazlı bir îcaz vardır. Çünki çok cümleler, bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir. Şöyleki: Şu âyet diyor ki: "Allah'a (Celle Celâluhu) imanınız varsa elbette Allah'ı seveceksiniz. Mâdem Allah'ı seversiniz, Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah'ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz. Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allah'ı seversiniz, tâ ki, Allah da sizi sevsin". L.) MUHABERAT Muhabereler. Haberleşmeler. Haberleşme yapan dâireler. MUHABERE Haberleşme. Karşılıklı birbirine haber verme. MUHABERE MEMURU Telgrafçı. MUHABİR Haber veren, haberci. * Gazeteye havadis gönderen kimse. MUHACAT Bilmece hususunda birbiriyle zekâ yarışına çıkma. MUHACAT (Hecv. den) Birbirini hicvetme. Karşılıklı olarak birbirlerini yerme. MUHACCE (Hüccet. den) İddiâ edip münakaşa ederek deliller ve hüccetler gösterme. İsbatlar gösterme. MUHACCEB Perdelenmiş, tecrid edilmiş. Perde ile ayrılmış. MUHACCEL Ayağı sekili, beyazlı at. * Gerdeğe konulmuş. MUHACCİL (Haclet. den) Utandıran, tahcil eden. MUHACEMAT Hücumlar, üşüşmeler. Her taraftan ve birden hücum etmeler. MUHACEME Hücum etme, saldırma. MUHACERAT Göç etmeler, hicretler. Muhacirlik. MUHACERE Birbirini men'etmek, birbirine engel olmak. MUHACERET (Hicret. den) Hicret etme, göç etme, göçme. MUHACET (Hecv. den) Karşılıklı olarak birbirini hicvetme, yerme. MUHACEZE Fısıldamak. MUHACİM Hücum eden, saldıran. MUHACİMÎN (Muhâcim. C.) Hücum edip saldıranlar, üşüşenler. MUHACİR Göç eden, bir memleketten kalkıp, başka bir yere yerleşen. * Mc: Allah'ın yasak ettiğinden uzaklaşan. MUHACİRÎN Göç edenler, hicret edenler. İslâmiyetin ilk zuhurunda İslâm olanlardan Mekke'den Medine'ye hicret eden sahâbeler. (Bak: Ensar) MUHADAA(T) (Had'. dan) Aldatma, hile yapma, oyun etme. MUHADAT Hediyeleşmek. Karşılıklı olarak hediyeler vermek. MUHADDA' Aldana aldana bilgi ve tecrübe sâhibi olan. MUHADDAB Boyanmış. MUHADDAR Yeşil renkle boyanmış. Rengi yeşil yapılmış. MUHADDE Muhâlefet, uyuşmazlık. MUHADDE (Hadde. den) Bilenmiş. * Sınırlanmış, belirlenmiş, hudutlandırılmış. MUHADDEB Kamburlu, tümsekli, üstü yumru olan. Dürbin camı gibi yumru olan. MUHADDED Eti buruşmuş olan. MUHADDED Sınırı belirtilmiş olan. Sınırlanmış, tahdid edilmiş. MUHADDER (Muhaddere) Kapalı, örtülü. * Nâmuslu müslüman kadını. MUHADDES Haber verilmiş. Tahdis olunmuş, şükranla bildirlimiş. Sadık-ül hads olan kimse. * Her zan, tahmine feraseti isabetli olan. * Nakil ve rivayet edilmiş olan. MUHADDİD Keskinleştirici, bileyici. * Sınırlıyan, sınırını tâyin eden. Tahdid eden. Hududlandıran. MUHADDİR Şişiren, kabartan. MUHADDİR(E) Uyuşturucu ilâç. MUHADDİRAT (Muhaddire. C.) Uyuşturucu ilâçlar. MUHADDİS Hadis ilminin bir çok usul ve füruunu bilen zât. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) hâl ve sözlerini bize nakleden ve hadis ilminin mütehassısı. MUHADDİSÎN Hadis ilmiyle uğraşan eskiden gelmiş büyük ve kâmil zâtlar. Peygamberimizin (A.S.M.) sözünü işiterek bildirenler. (Bak: Hâfız) MUHADDİSÎN-İ MUHADDESÛN Allah tarafından kendilerine ilham olunan muhaddisler. MUHADDİŞ Kulağı tırmalıyan. Tahdiş eden. MUHADEA Aldatmak, hilecilik, oyun etmek. MUHADEME Hizmet etmek. MUHADENET Barışma. * Veda etme. MUHADENET Yakın ahbablık, samimiyet. Dostluk. MUHADERE Sür'at etmek. MUHADESE (Hadis. den) Konuşma. Birbirine hikâye söyleme. MUHADEŞE Tırmalama. Sıkıntı ve zahmet verme. MUHADİ' (Had'. dan) Aldatan, kandıran. Hile eden, oyun yapan. MUHADİANE f. Aldatarak, hile yaparak. MUHADİŞ Zahmet, ıztırab ve sıkıntı verici. Tırmalayıcı. MUHAFAZA Zarar ve ziyandan sakınıp korumak. * Himâye ve hıfzetmek. Gözetlemek. * Bir şeye devamlı olmak. MUHAFAZAKÂR f. Koruyucu. * Dinî amel ve işlere muhabbet eden. Dinî inanışında sağlam olan ve değiştirmeden muhafaza eden yüksek ve sâdık insan. MUHAFAZAT Muhafızlık, koruyuculuk. MUHAFETE Söyleme, yavaş okuma. MUHAFFEF Hafiflendirilmiş, hafif edilmiş olan. MUHAFFİF (Hıffet. den) Hafifleten, hafifletici. MUHAFIZ Muhafaza eden. Değiştirmeyen. Saklayan. Koruyan. Bekçi. MUHAFIZÎN (Muhafız. C.) Muhafızlar, bekçiler. Bir yeri koruyup bekleyen kimseler. MUHAHA Kemikten çıkan nesne. MUHAK (Mahâk - Mihâk) Her arabi ayın son üç gecesi. MUHAKAT Müşabehet eylemek. Bir kimseyi taklid etmek. * Birbirine hikâye söylemek. MUHAKAT Bir kimseyi ahmak yerine koyma. MUHAKEMAT (Muhakeme. C.) Muhakemeler. MUHAKEME (C.: Muhakemât) (Hüküm. den) Dava için iki tarafın mahkemeye baş vurması. * İki tarafın mahkemeye baş vurması. * İki tarafı dinleyip hüküm vermek. * Düşünmek. * Zihinde inceleme yapmak. * Karar vermek için iyice düşünmek. MUHAKEME-İ GIYABİYE Dâvâcılardan biri veya her ikisi de bulunmadıkları hâlde mahkemece verilen karar. MUHAKÎ Benzeyen, benzer olan. MUHAKKA Çekişme. * Hak iddia etme. MUHAKKAK(A) (Hakk. dan) Hakikatı ve gerçeği belli olmuş. Tahkik edilmiş. Doğru. * Mutlaka ne olursa olsun. MUHAKKAR Hakir görülen. Hakarete uğramış. MUHAKKİK Hakikatı araştırıp bulan. İç yüzüne inceliyerek vakıf olan. * Hakikat âlimi. Hakikatlara hakkı ile vakıf ve ehl-i tahkik olan büyük İslâm âlimi. MUHAKKİKANE f. Gerçeği ve hakikatı araştıran bir kimseye yakışır surette. Muhakkik olan bir insana yakışacak şekilde. MUHAKKİKÎN Hakikatı bulup meydana çıkaranlar. * İç yüzünü araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri ve velileri. Hakikat araştıran, hak âlimleri. MUHAKKİR Hakir gören, zelil ve hor gören. MUHAKKİRÂNE f. Tahkir edercesine. Hakarette bulunurcasına. MUHAL İmkânsız, vukuu mümkün olmayan. Bâtıl, boş söz. * Hurâfe olan nazariye. MUHALAA (Muhâlaat) Birbirlerinden resmen ayrılma (karı-koca.) MUHALAT (Muhal. C.) Mümkün olmayanlar. Muhaller. Muhal ve bâtıl olan şeyler. MUHALATA (Halt. dan) Karışma, güzel uyuşma, anlaşma. MUHALATÂT Güzel anlaşmalar, karışmalar, uyuşmalar. MUHALE Dostluk, sadâkat. MUHALEBE Beraberce süt sağmak. MUHALEFET Kabulsüzlük. Karşı durma. Uyuşmazlık. Zıt gitmek. Zıddiyet. Muvafık olmamak. MUHALEFET-ÜN Lİ-L HAVADİS Cenab-ı Hakk'ın ne zâtında ne sıfâtında (mevcud olsun, mevhum olsun, muhayyel olsun), hiç bir şeye hiç bir cihette benzememesi. MUHALESE Bir şeyi alıp kaçmak. MUHALESET (Hulus. dan) Birbirlerine iyi muamele etme. Birbirleriyle dostça geçinme. MUHALHİL Havayı hafifleten. MUHAL-İ ÂDİ Herkesin anlayabileceği imkânsızlık ve muhal. Az düşünenlerin de bilebileceği, mümkün olmayan iş. MUHALİB Süt sağan. * Devrin hayır ve şerli işlerini tecrübe eden. MUHALİF Yardımcı. MUHALİF Uymayan. Birbirine benzemiyen. Birbirine zıt olan. * Başka şekilde düşünen. * Karşı duran. MUHALİFÎN Muhalif olanlar. Muhalifler. MUHALLA Süslenmiş. Süs yapılmış. MUHALLA Tahliye olunmuş. Boşaltılmış. * Serbest bırakılmış. MUHALLAK Tıraş olmuş. * Hacıların Mina'da tıraş oldukları yer. MUHALLASA Mevruz otu denilen bir nevi ot. MUHALLEB Nakışı ve güzelliği çok olan elbise. * Cam. * Aldanmış. MUHALLED (Huld. dan) Ebedî. Dâimî. Bâki. Sürekli olarak kalan. MUHALLEDAT (Muhalled. C.) Dâimî olarak kalacak şeyler. * şâheserler. MUHALLEDÎN (Muhalled. C.) Sürekli ve dâimî olarak kalan şeyler. MUHALLEDÛN Bâki ve dâimî olanlar. * Dâimî surette Cennet'te kalacak olanlar. MUHALLEF Bir ölünün bıraktığı mal. * Geride kalan. MUHALLEFAT (Muhallefe. C.) Ölen bir kimsenin bıraktığı şeyler. Metrukât. MUHALLEFE Ölen bir adamın dul kalan karısı. MUHALLES Kurtarılmış. Tahlis olunmuş. MUHALLIK Tıraş eden. * Tıraş olan. MUHALLÎ Boşaltan. Tahliye eden. MUHALLÎ Süslendiren, yaldızlayan. MUHALLİD (Huld. den) Ebedîleştiren. Devamlı, sürekli ve ebedî kılan. MUHALLİL (Hall. den) Eriten. Analiz yapan, tahlil eden. * Fık: Üç talakla boşanan ve iddetini bitiren bir kadınla evlenen erkek. (Karıyı boşayan birinci kocaya: Muhallelün leh denir.) * Tıb: Şişlere, iltihablara yarıyan ilaç. MUHALLİM Halim selim eden. Yavaş kılan. (Öfkeli birisini) yumuşatan. MUHALLİS (Halâs. dan) Kurtaran, halâs kılan, tahlis eden. MUHALLİT (Halt. dan) Karıştıran, tahlit eden. MUHALÜN ALEYH Fık: Havaleyi ödeyecek kimse. Üzerine havale yapılan şahıs. MUHALÜN BİH Fık: Birine havale olunan mal. MUHALÜN LEH Lehine gönderilen Alacaklı olan kişi. MUHAMAT Korumak. * Avukatlık etmek. * Birinden birşeyi def etmek. MUHAMERE Karışmak. * Gizlemek. MUHAMESE Fısıldaşma. MUHAMÎ Avukat. * Himaye eden. MUHAMMAT Kızdırılmış nesne. MUHAMMED Pek çok tekrar tekrar övülmüş, medhedilmiş meâlinde bir isim olup ilk olarak Peygamberimize (A.S.M.) verilmiştir. (Allahımızın bütün insanlara son peygamberi olan Hz. Muhammed (A.S.M) Efendimiz, Arabistan'da Mekke-i Mükerreme şehrinde milâdi 571 tarihinde dünyaya teşrif etmişlerdir.Fahr-i Âlem Efendimiz, Kureyş kabilesinden ve Haşim âilesindendir. Muhterem pederinin adı Abdullah, dedesinin adı Abdülmuttalib, vâlidesinin adı ise Amine'dir.Peygamberimizin (A.S.M.) baba cihetinden mübarek nesebleri şöyledir. Hz. Muhammed İbn-i Abdullah, ibn-i Abdulmuttalib, Haşim, Abdi Menaf, Kusey, Hakim, Mürre, Keab, Lüey, Galib, Fihr, Mâlik, Nazr, Kinane, Huzeyme, Müdrike, İlyas, Mudar, Mirar, Mead, Adnan. Adnan da İsmâil Aleyhisselâm'ın oğlu Kıyzar'ın neslindendir. Adlarını yazdığımız bu zatlardan her birinin evlâdı birçok kabilelere ayrılmış, Mâlik'in oğlu Fihr'in evlâdından da Kureyş kabilesi teşekkül etmiştir.Resul-i Ekrem Efendimizin (A.S.M.) vâlidesi cihetinde yüksek nesebleri de şöyledir: Hz. Muhammed ibn-i Amine Bint-i Vehb, ibn-i Abdi Menaf, ibn-i Zühre, ibn-i Hâkim.Peygamber Efendimizin (A.S.M.) babası tarafından mübârek nesebiyle anası tarafından nesebi, Mürre oğlu Hâkim'de birleşirler.Peygamber Efendimizin dedesi ve zamanında Kureyş kabilesinin reisi bulunan Abdülmuttalib, Kâbe-i Muazzama'nın mütevellisiydi. Ebu Tâlib, Ebu Leheb, Hâris, Zübeyr, Hamza, Abbas, Abdullah v.s. adında onüç oğlu vardı. Fakat bunların içinde en fazla Abdullah'ı severdi. Çünki onda başka bir güzellik, başka bir nuraniyet vardı. Abdülmuttalib, bu sevgili oğluna Benî Zühre reisi Vehb'in kızı Amine'yi nikâhla aldı. Abdullah Hazretleri, Peygamber Efendimiz doğmadan iki ay evvel bir ticaret kafilesiyle Medine-i Münevvere'ye gidip orada vefat etti ki, daha yirmibeş yaşında bulunuyordu. Bu cihetle Fahr-i Âlem Efendimiz (A.S.M.) yetim kaldı.Peygamber Efendimizin çocukluk devresi pek kudsi bir halde geçmiştir. Daha doğar doğmaz bir takım hârikalar meydana gelmiştir. (Bak: Delâil-i Nübüvvet) Süt anası, Beni Sa'd kabilesinden Haris'in refikası Halime idi. Dört sene onun yanında kaldı. Annesi Hz. Amine ile birlikte Medine-i Münevvere'ye dayı-zâdeleri bulunan Neccar oğullarını ziyarete gittiler. Sonra Mekke-i Mükerreme'ye dönerlerken Hz. Amine, Ebva denilen yerde daha yirmi yaşında olduğu halde vefat etti. Altı yaşında öksüz kalan Peygamberimizi, Ümmieymen adındaki dadısı alıp, Mekke-i Mükerreme'ye getirip dedesi Hz. Abdülmuttalib'e teslim etti. İki sene sonra da dedesi vefat edince amcası Ebu Tâlib'in yanında kaldı.Peygamber Efendimiz gençliğinde Kureyş kabilesi arasında büyük bir şeref ve şânı haiz bulunuyordu. Kendisine "Muhammed-ül Emin" deniliyordu. Yirmibeş yaşında iken, pek yüksek bir ruha sahib, pek şerefli bir hânedana mensub olan ve daha genç iken dul kalmış olup çok zengin olan Huveylid kızı Hatice ile evlendi. Peygamber Efendimiz, tam kırk yaşlarına girince Peygamberlik şerefine nâil oldu. Kendisine peygamberlik verilince ilk evvel çevresinde bulunan kişileri hususi surette İslâm dinine dâvet etmişti. Bu dâveti ilk önce Hz. Hatice vâlidemiz kabul etti. Sonra Kureyşin büyüklerinden olan Hz. Ebubekir-is sıddık ile Peygamberimizin âzatlısı olan Zeyd ibn-i Harise ve peygamberimizin amcası Ebu Tâlib'in oğlu olup, henüz dokuz-on yaşlarında olan Hz. Ali kabul ettiler. Bir müddet sonra da Hz. Ebubekir'in vasıtasıyla Osman bin Affan, Abdurrahman ibn-i Avf, Sa'd ibn-i Ebu Vakkas, Zübeyr ibn-ül Avvam, Talha-t-übnü Ubeydullah Hazretleri İslâmiyetle müşerref oldular.Bi'setin ondördüncü senesinde Mekke'deki müslümanlar, Medine-i Münevvere'ye hicret ettiler. Peşinden de Peygamberimiz Hz. Ebubekir ile birlikte hicret etti. (Bak: Hicret)Peygamberimiz (A.S.M.) hicretin onbirinci senesinin Rebiülevvel ayının onikisinde pazartesi günü Medine-i Münevvere'de hücre-i saadetinde vefat etti.) (B.İ.İ.)(Şu kâinatın Sâhib ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor. Ve her tarafı görerek tedvir ediyor. Ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade ederek tedvir ediyor. Mâdem yapan bilir; elbette bilen konuşur. Mâdem konuşacak, elbette zişuur ve zifikir ve konuşmasını bilenlere konuşacak. Mâdem zifikirle konuşacak; elbette zişuurun içinde en cem'iyetli ve şuuru külli olan insan nev'i ile konuşacaktır. Mâdem insan nev'i ile konuşacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitab ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Mâdem en mükemmel ve istidâdı en yüksek ve ahlâkı ulvi ve nev'-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakı ile, en yüksek isti'datta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktida etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyası ile bin üçyüz sene ışıklanmış; ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip, ona dua-i rahmet ve saadet edip, ona medh ve muhabbet etmiş olan Muhammed (A.S.M.) ile konuşacak.. ve konuşmuş ve Resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır. M.) (Bak: Fahr-i Kâinat ve Resulullah ve Mefhar-ı mevcudat)(Zât-ı Zülcelâl (C.C.) demiş: $ Bütün ümmet, hattâ düşmanları da dahil olduğu halde icma etmişler ki, bütün ahlâk-ı haseneye câmi'dir.Nübüvvetten evvel ondaki ahlâk-ı hamidenin kemâline tercüman olan Muhammed'ül Emin ünvaniyle iştihar etmişler.Hazret-i Aişe (R.A.) her vakit derdi: $ Demek Kur'an tazammun ettiği bütün ahlâk-ı haseneye câmi idi. İşte o Zât-ı Kerimde icma-ı ümmetle tevatür-ü mânevî-i kat'îyle sabittir ki; insanların sîreten, sureten en cemili ve en halimi ve en sâbiri ve en şâkiri ve en zâhidi ve en mütevazii ve en afifi ve en cevâdı ve en kerimi ve en rahimi ve en âdili, herkesten ziyade mürüvvet, vakar, afv, sıhhat-ı fehim, şefkat gibi ne kadar secâya-yı âliyye varsa en mükemmel bir fihriste-i nuranîsidir. Bunların içindeki nokta-i i'caz şudur ki: Ahlâk-ı hasene çendan birbirine mübayin değil, fakat derece-i kemâlde birbirine müzaheme eder. Biri galebe çalsa öteki zayıflaşır. Meselâ: Kemâl-i hilm ile kemâl-i şecaat, hem kemal-i tevazu ile kemal-i şehamet, hem kemal-i merhamet ve mürüvvet, hem tam iktisat ve itidal ile tamam-ı kerem ve sehavet, hem gayet vakar ile nihayet haya, hem gâyet şefkat ile nihayet Elbuğzu fillah, hem gayet afv ile nihayet izzet-i nefs, hem gayet tevekkül ile nihayet içtihad gibi mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime birden derece-i âliyyede bir zâtta içtimâı müzayakasız inkişafları mu'cizelerin mu'cizesidir. Bediüzzaman) MUHAMMED SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 47. Suresi olup Kıtal Suresi de denir. Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. MUHAMMEDÎ Hz. Muhammed'e (A.S.M.) mensub olan. Müslüman. (Ecnebi dillerinde geçen bu mânadaki tabirlere göre Muhammedî, Muhammedîlik: Müslüman ve Müslümanlık mânasına gelmektedir.) MUHAMMEDİYYUN Müslümanlar. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ümmetinden olanlar. MUHAMMEN (Hamn. den) Tahmin edilen. Ortalama olarak bir değer kabul edilen. Sanılan. MUHAMMER (Himâr. dan) Kendine eşek denilmiş. Eşeğe benzetilmiş. Tahmir olunmuş. MUHAMMER (Hamr. dan) Mayalanmmış, ekşiyip kabarmış. * Yoğurulmuş. MUHAMMERE Başı beyaz, cesedi siyah olan koyun. * Örtülmüş nesne. MUHAMMES Beşli. Beş katlı. Tahmis edilmiş. * Edb: Her bendi beş mısrâlı olan manzume. * Birbiri ardından gelen ve kapalı olarak uç uca eklenmiş beş kenarın meydana getirebileceği çeşitli şekillerden her biri. Beşgen. MUHAMMES Ateş üzerinde kızdırılıp kurutulmuş. (Kavrulmuş kahve gibi) MUHAMMES-İ MUNTAZAM Geo: Düzgün beşgen. MUHAMMEZ (Hamz. dan) Oksitlenmiş, paslanmış. MUHAMMIS Mısır, kahve gibi şeyleri kavuran veya kavurarak satan kimse. * Tava. MUHAMMİN Tahmin eden, sanan, karar veren, değer biçen kimse. Eksper. MUHAMMİR Kızdırıcı ilâç. MUHAMMİR (Hamr. dan) Tahmir eden. Mayalayan. Ekşitip kabartan. Yoğuran. MUHAN Kendine ihanet olunmuş. * Alçak kimse. MUHANNA Çarpık, bükük, eğri. * Kınalanmış. MUHANNES Kadınlaşmış erkek. Alçak tabiatlı. * Korkak. Nâmerd. Kalleş. MUHANNET Mumyalanmış, tahnit edilmiş. MUHANNİT Mumyalayan, tahnit eden. MUHAREBAT (Muhârebe. C.) (Harb. den) Harpler, muhârebeler. Harbetmeler, savaşmalar. MUHAREBE (C.: Muharebât) Harbetmek. Karşılıklı cenk. Cidal. MUHARECE Parmaklarıyla hesap edip taksim etmek. MUHAREDE Men'etmek, engel olmak. MUHAREF Fakir. MUHARESE(T) (Hirâset. den) Muhâfaza, koruma. MUHAREŞE Kışkırtma, halkı birbirine düşürme. MUHAREZE Saklamak. MUHARİB Harbeden. Cenkci. Cengâver. * Cesur. Atılgan. Kahraman. * İyi harbeden. Harb usullerini iyi bilen. MUHARİBEYN İki savaşçı, iki cengâver, iki muhârib. MUHARRAK (Harik. den) Yakışmış, yanmış. Tahrik olunmuş. MUHARRECE Boynunda tasması olan köpek. MUHARREF (Harf. den) Tahrif edilmiş. Değiştirilmiş. kalem karıştırılmış. Bozuk. İfsâd ederek tahrib edilmiş. MUHARREFAT (Muharref. C.) Tahrif edilmiş ve değiştirilmiş şeyler. MUHARREM Arabi ayların başı, birincisi. * Haram edilmiş olan. * Bu muharrem ayında Müslümanlıktan evvel Arablar arasında muharebe yasaktı. Bundan dolayı bu isim verilmiştir. * Haram kılınmış, tahrim olunmuş. (Bak: Eşhür-ü hurum) MUHARREMÂT Haramlar. Haram edilen şeyler. Dinimizce helâl olmayan şeyler. MUHARRER Tahrir olunmuş. * Yazılmış. Yazılı.(Muharrer : İyice azadlanmış, tam hürriyetine kavuşturulmuş demektir ki; ibadette muhlis veya mâbed hâdimi yahut da dünyadan azade mânalarıyla da tefsir edilmiştir. E.T.) MUHARRERÂT Yazılı şeyler. Yazılmış kâğıtlar. Mektuplar. MUHARRERÂT-I RESMİYE Resmi mektublar veya yazılar. MUHARRİB Tahrib eden. Harâb eden. Yıkan. Bozan. Perişan eden. MUHARRİBÎN (Muharrib. C.) Yıkıp yok edenler. Harab edenler. MUHARRİC (Bak: Tahric) MUHARRİF Tahrif eden. Bozan. Silen. Hilecilik yapan. MUHARRİK Harekete getiren. Hareket veren. Tahrik eden. Teşvik eden. Ayaklandıran. MUHARRİK (Hark. dan) Tahrik eden, çok yakan. * Çok susatan, çok harâret veren. * Yakıp yıkan. MUHARRİKE Hareket veren duygu. MUHARRİR Yazan. Tahrir eden. Kâtib. Kitab te'lif eden. Gazetede yazı yazan. MUHARRİRÎN (Muharrir. C.) Muharirler, yazarlar. Eser sâhipleri, müellifler. MUHARRİS Hırslandıran. Tamah ve hırsı artıran. MUHARRİSÂNE f. Hırslandırırcasına. MUHARRİŞ Tırmalayan, azdıran, tahriş eden. MUHARRİT İshâl verici bir ilâç. MUHARRİZ Kışkırtan. Teşvik ve tahriz eden. MUHASAMA (Muhasamet) (C.: Muhâsamât) Muhalefet. İki taraf arasındaki düşmanlık. Birbiri ile çekişmek. Birbirine husumet etmek. MUHASAMAT (Muhasama. C.) Düşmanlık. İki taraf arasındaki husumet. MUHASAMET (Bak: Muhasama) MUHASARA Bir kişinin, diğer kimsenin elini tutup yürümesi veya ellerini birbirinin kuşağına sokup yürümeleri. MUHASARA Etraftan çevirmek. Kuşatmak. Düşmanı etraftan sarmak. Abluka etmek. MUHASEBAT (Muhasebe. C.) Hesap işleri, hesap görme işleri. Hesap dâireleri. MUHASEBE Hesablaşmak. Hesab görmek. Hesab işi ile uğraşmak. Hesab işini gören resmi makam. MUHASEDE (Hased. den) Birbirini çekememe, hased etme, kıskanma. MUHASIM Düşmanlık eden. Düşman olan taraflardan biri. Hasım olan. Birbirini dâva edenlerden her biri. Karşı tarafı tutan. MUHASIMEYN Bir dâvâ veya çekişmede birbirine karşı olan iki kimse. MUHASIMÎN (Muhasım. C.) Düşmanlar, muhasımlar. MUHASIR (C.: Muhasırîn- Muhasırûn) (Hasr. dan) Etrafının kuşatıp saran. Muhasara eden. MUHASIRÎN (Muhâsır. C.) Muhasara edenler, etrafını kuşatanlar. MUHASIRÛN (Muhasırîn) Düşmanı etraftan kuşatanlar. Muhasara edenler. MUHASİB Hesab eden. Hesap işi ile uğraşan. Muhasib. MUHASSAL Netice. Husule gelen. Tahsil olunan. Hâsıl olmuş bulunan. Toplanılmış, cem'olunmuş. Hülâsa. Sözün kısası. MUHASSALA (Husul. den) Elde edilen netice, hâsıl olan sonuç. * Fiz: Bileşke. MUHASSAL-İ KELÂM Sözün kısası. MUHASSAN (Hısn. dan) Kuvvetlendirilmiş, istihkâmlandırılmış. MUHASSAS Birine âid kılınmış. Tahsis edilmiş. Has kılınmış. Ayrılmış. Tâyin edilmiş. MUHASSASAT (Muhassas. C.) Devlet bütçesinden, devlet dâireleri için ayrılan para. * Bir kimseye verilmiş olan maaş veya tayın. MUHASSENAT (Muhassene. C.) Üstünlük sebepleri. * Güzel, hayırlı ve faydalı işler. MUHASSER Hasret kalmış, tahsir olunmuş. MUHASSIL Husule getiren. Hâsıl eden. Meydana getiren. MUHASSIN Kale gibi mahfuz ve sağlam kalan ve kendini haramdan koruyan. (Bak: Muhsın) MUHASSIR Hasrette bırakan. * Mina ile Arafat arasında Muhassir vadisi. Ebrehe'yi mağlub eden Ebabil kuşlarının taş yağdırdıkları mevki. MUHASSİL Sütü çok emdiğinden hasta olan çocuk. MUHASSİN (Hasen. den) Güzelleştiren, güzellik veren. MUHASSİR (C.: Muhassirîn) (Hasar. dan) Zarara uğratan. Hasar ve ziyan verdiren. MUHASSİRÎN (Muhassir. C.) Zarar ve ziyan verdirenler. Hasara uğratanlar. MUHASSİS Tahsis eden. Has kılan. Hususileştiren. MUHAŞ Yanmış nesne. MUHAŞŞA Hâşiye yazılmış. Tahşiye olunmuş. MUHAŞŞEM Sarhoş, mest. MUHAŞŞİ Hâşiye yazan. Hâşiyeliyen. MUHAŞŞİ' Kibirli bir kimsenin kibir ve gururunu kıran. MUHAŞŞÎ (Haşyet. den) Korkutan, ürküten. MUHAŞŞİD Tahşideden. Bir yere toplayan. MUHAŞŞİM Keskinliği dolayısıyla sarhoş edici şey. MUHAŞŞİN Öfkelendiren, kızdıran. Gücendiren. MUHAT Burundan akan sümük. * Sümük gibi ve yapışkan cisim. MUHAT İhâta olunmuş. Etrafı çevrilmiş. Etrafı kuşatılan. Bir şey içinde bulunan. MUHATAB Söyleyeni dinleyen. Kendisine hitab edilen. * Gr: İkinci şahıs. MUHATAB İTTİHAZ ETMEK Karşısındakilerini dinleyen. * Dinleyici kabul edip, sözünü dinliyor bilmek. * Konuşmaya lâyık görmek. MUHATABA Birbirine söz söyleme, hitabetme. * Mc: Çekişme. MUHATABAT (Muhâtaba. C.) Konuşmalar. MUHATARA Tehlike. Korkulacak hâle tutulmak. * Zarar. Ziyan. Korku. * Tehlike ve zarar ihtimali olan. MUHATARA-İ İZMİHLÂL Dağılma tehlikesi. MUHATARAT (Muhatara. C.) Zararlar, ziyanlar, hasarlar. * Korkular. Tehlikeler. MUHATIB (Hutbe. den) Birine söz söyliyen. Hitâbeden. MUHATTAT (Hatt. dan) Çizilmiş, resmi yapılmış. MUHATTATA İstasyon. MUHATTIT (Hatt. dan) Çizen, resmini yapan. MUHAVELE İsteme, taleb etme. Bir şeyi yapmaya girişme. MUHAVERAT (Muhavere. C.) Konuşmalar. Muhâvereler. Karşılıklı görüşüp konuşmalar. MUHAVERE (C.: Muhaverat) Konuşma. Görüşerek konuşma. MUHAVEZE Muhalefet, uyuşmazlık. MUHAVVEF Korkulu. Korkutulmuş. MUHAVVEL Hâvâle edilmiş. Ismarlanmış. Tebdil ve tağyir edilmiş. Değiştirilmiş. Bırakılmış. MUHAVVEN Hâinleşen. Tahvin edilen. MUHAVVET Etrafına sur ve duvar çekilmiş yer. MUHAVVIT Duvar çeken, tahvit eden. MUHAVVİC Muhtaç edici. MUHAVVİF Korkutan. Korkutucu. MUHAVVİFÂNE f. Dehşetlice. Korkutucu bir vaziyette. Korkutmak suretiyle. MUHAVVİL Başka hâle koyan. Değiştiren. Tahvil eden. MUHAVVİLE (Havl. den) Fiz: Elektrik cereyanını, akımını başka hâle koyan. Transformatör. MUHAVVİL-ÜL HAVLİ VE-L AHVÂL Havli, kuvveti ve hâlleri değiştiren, başka şekle sokan Cenâb-ı Hak (C.C.) MUHAYA Bölünemiyen bir şeyi nöbetleşe ve sıra ile kullanma. MUHAYEE Pay edilmesi ve bölünmesi mümkün olmayan bir şeyi sıra ile nöbetleşe kullanma. MUHAYENE Belirli bir zaman için kiralama. MUHAYYA Yüz, vech. MUHAYYEB Yoksun bırakılmış, mahrum kılınmış. MUHAYYEBEN Mahrum ederek. Yoksun bırakarak. MUHAYYEL Tahayyül edilmiş. Hayâl olarak düşünülmüş. Zihinde tasarlanmış. MUHAYYELAT (Muhayyele. C.) Hayâl edilmiş olan şeyler. Muhayyel olan şeyler. MUHAYYEM (Hayme. den) Çadırı kurulmuş ordugâh. * Kurulmuş çadır. * Çadırda yatan insan. Kamp yeri. MUHAYYEMGÂH f. Ordu çadırlarının kurulduğu yer. Ordugâh. MUHAYYER (Hayr. dan) Seçilmesi serbest olan. Seçmece. Beğenmece. MUHAYYİB Yoksun bırakan, mahrum kılan. MUHAYYİBÂNE f. Mahrum ve yoksun bırakırcasına. MUHAYYİL Tahayyül eden. Hayal kuran. Zihinde olmayacak şeyleri düşünen. MUHAYYİLE Kuvve-i hayâliye. Hayâl kurma merkezi. Zihinde bulunan hayal kuvveti. MUHAYYİR Hayret veren. Hayrette bırakan. Şaşkınlık veren. MUHAYYİR İlmî şeyler arasında seçim yaparak beğenmeyi serbest eden. Muhayyer kılan. MUHAYYİR-ÜL UKUL Akıllara hayret veren. Akılları şaşırtan, akılları durduran. MUHAZAH Mukabele olmak, karşılık olmak. MUHAZANE Çocuklara şaşırtıp sevindirecek şeyler söylemek. MUHAZARA (C.: Muhazarât) (Huzur. dan) Hatırda tutulan şeyler. * Tarihi ve edebi fıkra ve hikâyeler anlatma. * Konferans verme. MUHAZARA Yemiş olmadan henüz ham iken satmak. MUHAZARÂT (Muhazara. C.) Akılda tutulan faydalı bilgiler veya hikâyeler. MUHAZAT Aynı hizâda bulunmak, karşı durmak, karşı olmak. MUHAZAT Yüz yüze gelme, karşılaşma. MUHAZAT-I NİSA Fık: Kadınlarla erkeklerin namazda aynı hizada aynı safta beraber durmaları (ki, bazı şartlar müvacehesinde namazı ifsad eden bir haldir.) MUHAZELE Hakirlik, aşağılık, rezillik. MUHAZERE Birbirini korkutmak. * İhtiraz etmek. * Uyanık olmak. MUHAZÎ (Hiza. dan) Birbirinin karşısında ve bir hizada bulunan. Paralel. MUHAZREB Katı bükülmüş ip. MUHAZZA Birbirini tahrik edip bir işe kandırmak. MUHAZZAB Boyanmış, tahzib olunmuş. MUHAZZAR Yeşile boyanmış. Yeşil renk ile renklendirilmiş. MUHAZZİ' Saman ve ot kesmekte kullanılan bir çeşit ziraat makinesi. MUHAZZİL Korkutucu. MUHAZZİL Alçaklık ve bayağılık içinde bırakan. Tahzil eden. MUHAZZİLÂNE f. Alçaklık ve bayağılıkla. MUHAZZİR Tahzir eden. Sakındıran. Çekindiren. MUHBİR Haber veren. Haberci. Haber toplayan. * Birisinin fenâlığını alâkadar makama haber veren. Jurnalcı. MUHBİR-İ SÂDIK Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. Diğer Peygamberlere de denebilir. Çünkü hepsi sâdık, sağlam, doğru haberleri insanlara ulaştırmışlar, kendilerine bildirilenleri aynen bildirmişler, insanları doğruluğa, felâha, hakka, hakikata, imana dâvet etmişlerdir. MUHBİT Alçak gönüllü, mütevazi. Mütezellil. MUHCEN Kısa boylu ve suyu az olan bir bitki çeşidi. MUHDA' (MIHDA') Kiler. MUHDAR (Muhzar) Hazırlanmış. * Amellerinin sâhifelerini müşâhede etmiş olarak. MUHDEC İçine esvap koydukları küçük ev, kiler. * Azâsı noksan olan. MUHDES İhdas edilmiş. Sonradan meydana gelmiş, eskiden olmayan. * İlm-i Hâlde: Şer'î temizliği gitmiş, abdest veya guslü lâzım gelmiş olan. MUHDÎ (Bak: Mühdi) MUHDİS Hâdiseye sebeb olan. İhdas eden. Yeni bir şey ortaya çıkaran. MUHEYH Beyincik. MUHFES Seri, hızlı. MUHH Yumurtanın sarısı. * Eskiyip köhne olmak. MUHH (C.: Mihâh) İlik. * Beyin. * Cevher, madde. MUHIKK (Muhik) Haklı. Hakkı yerine getiren. Haklı olan. MUHIKKANE f. Haklı olarak. Haklı olmak suretiyle. İhkak-ı hak etmek suretiyle. MUHİBB Seven. Muhabbet eden. Dost. Hayrı isteyen. MUHİBBAN f. (Muhibbin) Dostlar. Muhabbet edenler. Sevilenler. Sevgi besleyenler. Bir kimsenin taraflıları. MUHİBBANE f. Severek. Dostça. Dosta yakışır surette. MUHİBBE Kadın sevgili. Kadın dost. MUHİBBÎ Muhibb ile alâkalı. * Kanuni'nin nazımda kullandığı mahlâs. MUHÎF (Muhife) Korkunç. Korkutucu. MUHÎL İhâle eden. Havâle eden. * Fık: Borcunu başkası ödemesi için havâle eden kimse. Başkasının borcuna nakleden. MUHÎLÎ Hilekârlık. Sahtekârlık. Hile. MUHİLL (Halel. den) İhlâl eden. Bozan. Sakatlayan. Karıştıran. MUHİLL-İ ÂSÂYİŞ Asâyişi ihlâl eden. Güvenliği bozan. MUHİLL-İ NÂMUS Nâmusa zarar veren, nâmusa dokunan. MUHİN Zayıflatan, hor ve hakir eden. İhanet eden. MUHÎS Zindan. MUHİSS (Hiss. den) Hissettiren, duyuran. MUHİŞ Korkutan, korku veren. MUHİT İhata eden. Etrafını kuşatan, çeviren. * Etraf. Çevre. * Büyük deniz. Okyanus. * Mc: Büyük âlim. MUHİTAT (Muhit. C.) Çevreler, muhitler. MUHİT-İ ARZ Dünyanın çevresi. MUHİT-İ DÂİRE Mat: Daire çevresi. Çember. MUHİT-İ NİGÂH Göz çevresi. MUHKEM Sağlam. Metin. Sıkı sıkıya. Kuvvetli. Tahkim edilmiş. Sağlamlaştırılmış. * Fık: Tefsir edilenlerden daha kuvvetli olan söz. İhtimalli olmayan söz. MUHKEM KAZİYE Huk: Kat'i ve sağlam bozulmaz hüküm. Mahkemenin en sonunda vermiş olduğu kararlar. Temyiz mahkemesince tetkik ve tasdik edildikten sonra veyahut temyiz müddeti geçen bir mahkeme kararının, mevzuunu teşkil eden hâdise hakkında, kat'i bir karine ve delil ve kanunen değişmez bir hüküm olarak kabul edilmesi. (Bak: Kaziye-i muhkeme) MUHKEMAT Muhkem olanlar. Sağlam ve kuvvetli olanlar. * İçinde hüküm bulunan ve mânası açık olanlar. MUHKEMAT-I KUR'ANİYYE Mânası açık ve te'vile ihtiyacı olmayan âyetler. Başka bir mânaya ihtimali olmayıp sarih emir ve nehiyleri müştemil olan âyetler. Bu âyetler mensuh veya anlaşılmayan şekilde müteşabih ve muhtemel olmayıp muhkem ve mübeyyin olmakla aslâ te'vile muhtaç olmazlar. Bâzı şeylerin haram olması veya enbiya kıssaları (Ekasis-i enbiya) gibi. MUHKİM Kuvvetleştiren, sağlam kılan, ihkâm eden. MUHLA Ot biçecek âlet, orak. * Nalbantların tırnak yonacak âleti. MUHLED Saçı ve sakalı geç ağaran kişi. MUHLES Orta yaşlı kimse. MUHLES İhlâsı dâimi olan. Devâmlı hâlis olan. MUHLEVLAK Düz kaypak nesne. MUHLİK (Bak: Mühlik) MUHLİS Hâlis olan. İhlâsı kazanmak için gayret gösteren, samimi ve itikadı doğru olan. Her hâli içten ve riyâsız olan. Katıksız. MUHLİS Saç ve sakalına kır düşmüş olan kimse. MUHLİSÂNE f. Hâlisâne. Samimi olarak. Dostlukla. Riyâsızlıkla. MUHLİSEN Hâlis olarak. Muhlis olarak. MUHMEL Tüylü ve saçaklı nesne. MUHMİD Ateşin alevini bastıran. MUHNAK (C: Mehânik) Zayıflamış davar. MUHNİK (Hank. dan) Boğucu, boğan. MUHNİS Yumuşak kimse; yâni şiddeti ve katılığı olmayan. Mülâyim. MUHNİS Birine verdiği sözü geri alan. MUHRAZA (C: Mehârız) Çöğen koyacak kap. MUHREC (Huruc. dan) Dışarı çıkarılmış, ihrâc olunmuş. * Bir şeyin sureti çıkarılmış. MUHRENBIK Başını eğip tınmayan, sükut eden, susan ve fırsat bulduğu gibi fevri söyleyen kimse. MUHRENŞİM Azametli, kibirli kimse. * Zayıf ve rengi değişmiş kişi. MUHRENZİM Gadaplı, hışımlı, kızgın. MUHREZ Kazanılmış, elde edilmiş. * Sudaki balık, av hayvanları v.s. gibi, kimsenin malı olmayıp herkesçe faydalanılan bir şeyin ele geçirilmesi. MUHRİB Tahribeden. Yıkan. Muharrib. Harâb eden. MUHRİB Harp gemisi. Torpidoları avlayan ve hızla giden bir nevi harp gemisi. MUHRİBÎN (Muhrib. C.) Muhribler. Yıkıp yok edenler. Harâb edenler. MUHRİCE Çıkrıkçı. MUHRİK Yakan. Yakıcı. * Çok acıtan. İhrak eden. MUHRİK-DEM f. Nefesi yakıcı olan. Âşık. MUHRİZ (İhraz. dan) Elde eden, kendi payına alan, kazanan. MUHSAN Fık: Akıl. Büluğ. İslâmiyet. Hürriyet. Nikâh-ı sahih ile teehhül vasıflarını câmi olan kimse. MUHSANAT (Muhsana. C.) Muhsan olan kadınlar. MUHSANE Muhsan olan kadın. Temiz ve namuslu kadın. MUHSAR (Bak: İhsar) MUHSIN Kale gibi mahfuz ve sağlam olan. Kendini haramdan saklayan. MUHSÎ Sayı sayan. MUHSİN İhsan eden, iyilik eden. Kerim. Cömert. * Allah'ı görür gibi O'na ibadet eden. MUHSİNÎN (Muhsin. C.) Muhsinler. MUHTAC İhtiyacı olan. Akşam evinde yiyeceğini bulamayacak derecede fakir olan. Bir şey kendine lâzım olan kimse. Bir eksiğini tamamlamak isteyen. Fakir. MUHTAC-I TA'RİF Tarif edip anlatmağa muhtaç. MUHTACÎN (Muhtac. C.) Muhtaç kimseler. İhtiyaç sâhibleri. Fakirler, yoksullar. MUHTACİYET İhtiyaç sahibi olmak. Muhtaçlık, fakirlik, sefalet, yoksulluk. MUHTAL Mütekebbir. Kibirli. MUHTAL (Hile. den) Hilekâr, dalavereci, hileci. MUHTALE Hileci ve dalavereci kadın. MUHTAN Kendisine hıyanet edilen kimse. * Hâin. Hıyanet eden. MUHTAR İhtiyar eden. Seçilmiş olan. * Hareketinde serbest olan. İstediğini yapmakta serbest olan. Hür. * Köyde veya şehrin mahallesinde seçimle o semtin idâre ve hükümet işlerini üzerine alan kimse. * Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ism-i şerifi. MUHTARİYET Muhtarlık. Kendi kendine hareket edebilme. İhtiyar ve iradesi kendi elinde olma. MUHTASAR Az. Kısa. Uzun olmayan. * Tekellüfsüz. * İhtisar edilmiş. Kısaltılmış. MUHTASARAN Kısa olarak. Muhtasar olarak. Kısaltılmış tarzda. MUHTASID (Hasad. dan) Ekinci, çiftçi. İhtisâd eden, ekin biçen. MUHTASIM Düşmanlık yapan. Adavet eden. Husumet eden. MUHTASIRA Kısaltma. Hülâsa. MUHTASS (C: Muhtassin) (Husus. dan) Bir şeye veya bir kimseye ait olan. MUHTASSAN Ençok, bilhassa. Daha ziyâde. MUHTASSÎN (Muhtass. C.) (Husus. dan) Bir şeye mahsus olanlar, bir kimseye ait olan şeyler. MUHTATİB Nikâhla isteyen. MUHTATİF Göz kamaştıran. * Kapıp götüren. MUHTAZAR Hazırlanmış. * Ölüme hazır. MUHTAZI' Boyun eğen. Tevâzu yapan. Alçak gönüllülük gösteren. MUHTAZIÂNE f. Alçak gönüllülükle. Tevâzu ve mahviyetle. Boyun eğerek. MUHTAZIB Renklenen, boyanan. MUHTAZIR Can çekişen. MUHTAZIRANE Can çekişiyormuşcasına. MUHTEBA Dizlerini yere dikip ellerini dizlerine kavuşturup oturan; dizlerini iple bağlayıp oturan kimse. MUHTEBER Tecrübe ve imtihan eden, deneyen. MUHTEBES (Habs.den) Hapsedilmiş. MUHTEBIT Gece vakti dilenen. MUHTEBİL Delirmiş olan. MUHTEBİR Yoklayan, deneyen, tecrübe eden. * Sağlam haberi olan. İyice bilen. MUHTEBİRÂNE f. Yoklar ve denercesine. Tecrübe eder tarzda. MUHTEBİS Zorla alan. MUHTECİB Hicablanmış. Perdeli. Örtülü. Örtülmüş. Saklanan. Gizlenen. MUHTED (Hadd. dan) Hiddetlenmiş, kızmış. * Keskin. Keskinleşmiş. MUHTEDİ' Hilekâr. Dolandırıcı. MUHTEDİÂNE f. Hile ve dalaverecilikle. MUHTEFÎ Gizlenen. Saklı, gizli. * İftira eden. MUHTEFİD Seri kesici olan. MUHTEKİR İhtikâr yapan. Vurguncu, ihtiyaç mallarını kıymeti artsın da satayım diye saklayan. Halkın zararına çalışarak malı saklayan. (Bak: İhtikâr) MUHTEKİR Hakir ve hor gören. Aşağı ve adi kabul eden. İhtikar eden. MUHTEKİR Yardımcı. MUHTEKİRÂNE f. Vurgunculukla, ihtikârcılıkla. MUHTEKİRÎN (Muhtekir. C.) İhtikâr edenler. Vurguncular. MUHTELEF Uyuşmamış. Birbirine uymamış. İhtilâf olunmuş. MUHTELEF-ÜN FİH Hakkında ihtilâf olunan mes'ele. MUHTELİ' Kocasından boşanan kadın. İhtilâ eden kadın. MUHTELİB Hilekâr, aldatıcı, hile yapan, dalavereci. MUHTELİC (Halecân. dan) (Kendi elinde olmı(Zeker)) titreyen. MUHTELİF(E) Çeşitli. Bir türlü olmayan. Birbirine uymayan. MUHTELİF-ÜL CİNS Çeşit çeşit cinste. Muhtelif cinste. MUHTELİK Yalancı. Yalan uyduran. MUHTELİK Tıraş eden. MUHTELİM İhtilâm olmuş. MUHTELİS Beylik maldan çalan. Çalıp çırpan. MUHTELİSÂNE f. Çalarcasına. Çalıp çırparcasına. MUHTELİT Karışmış. Karışık. Karma. MUHTELL Bozuk. Berbâd. Karışmış. İşgal ve ihlâl edilmiş. * İntizamsız. Nizamsız olmuş. * Fakir kimse. * Çok susuz kalmış olan. MUHTELL-ÜS SIHHA Sıhhati bozulmuş. MUHTEMEL (Haml. den) Olabilir. Mümkün. Ümid edilir. Kabil. Me'mul. MUHTEMELAT (Muhtemel. C.) Olabilir ve umulur şeyler. İhtimâl dahilindeki şeyler. MUHTEMEL-ÜZ ZIDDEYN Edb: Birbirine zıt ve iki mânâya da gelebilen ifadelere denir. MUHTEMER Mayalandıran. Ekşiyip kabartan. MUHTEMÎ Perhiz yapan. İhtima eden. MUHTEMİR (Hamr. dan) Mayalanan. Mayalanarak ekşiyip kabaran. * Örtü ile örtünen. Yaşmaklanan. MUHTENİK (Hank. dan) Nefes alamayıp boğulan. Boğuk. Boğulmuş. MUHTER Yol, tarik. MUHTERA' İcad edilmiş. İhtira' olunmuş. Uydurulmuş. MUHTERAAT Yeni icad edilmişler. Yeniden meydana çıkarılmış olanlar. İhtira' olunmuşlar. MUHTEREM Hürmet görmüş. İhtiram olunmuş. Kıymetli ve şerefli kimse. MUHTERİ' Misli görülmedik bir şey icâd eden. İcâd eden. Yeni bir şey bulan. Yeni bir şey meydana getiren. * Uydurma şeyler ortaya atan. Müfteri. MUHTERİÂNE f. Yeni bir şeyler icad ederek. Yenilikler ortaya koyarak. * İftirada bulunarak. MUHTERİB (C.: Muhteribin) (Harb. den) Savaşan, harbeden, muhârib. MUHTERİBÎN (Muhterib. C.) Harbedenler, savaşanlar, muhâribler. MUHTERİF(E) (Hiref. den) Sanatkârlar. İş sâhibleri. MUHTERİK Ateşle yanmış olan. Yanan. MUHTERİS (Muhteriz) Sakınan. Çekinen. Çekingen. MUHTERİS İhtiras sahibi. Çok fazla hırslı istiyen. MUHTERİZ Sakınan. Çekinen. Çekingen. MUHTERİZÂNE f. Sakınarak, çekinerek. Çekine çekine. MUHTESİB (Hisab. dan) Belediye işlerine bakan memur. * Kanundan ziyâde idâri ve örfi işler için karar veren. İhtisâb ağası. (Bak: İhtisab) MUHTEŞEM Büyük, debdebeli, tantanalı. * Etraflı ve taraftarlarının çokluğu ile büyük. MUHTEŞİ' Kendini aşağı gören. MUHTEŞİD Biriken, toplanan. MUHTETIB (Hatab. dan) Koruluk, orman, meşelik. * Odun toplıyan. MUHTETİM Sona erdiren. Hitâma vardıran. MUHTETİN Sünnet olmuş. MUHTEVA Bir şeyin içindekiler. Kaplanan, içine alınan. İçindeki şey. MUHTEVÎ İhtivâ eden. Bir yere toplayan. İçine alan. Kaplayan. MUHTEVİYYÂT İçindekiler. Kapladığı şeyler. MUHTEZEN Biriktirilip ambar veya hazineye konmuş. MUHTEZİN Kederli, hüzünlü, mahzun, mükedder. MUHTEZİR Sakınan, çekinen. (Bak: Muhteriz) MUHTIR (Hatır. dan) Hatıra getiren, hatırlatan. MUHTIRA Hatırlatmak veya hatırlamak için yazılan tezkere. MUHTÎ Hatâ işleyen. Günahkâr. Hatâlı. * Hatâya düşürten. Yanıltan. MUHVİL Bir yaş tamamlamış. MUHYEM (C: Mehâyim) İkâmet yeri, oturma yeri. MUHYÎ Maddî mânevî hayat veren, dirilten, canlandıran, can ve ruh veren mânalarında olup, Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir.(Ehl-i dünya küfür ve dalâlet karanlığında mânen ölü gibi iken Resul-i Ekremin (A.S.M.) mübarek irşadları ve iman nurları ile dirilmelerine ve o mânevî ölümden kurtulmalarına binaen Peygamberimize de (A.S.M.) Muhyî denilmiştir) MUHYİDDİN-İ ARABÎ (Hi: 560 - 638) İspanya'da doğmuş, Anadolu ve Arabistan'ı gezmiştir. Mutasavvıf ve büyük âlim idi. Birçok ilmi eserler yazmıştır. Kendisine Şeyh-i Ekber de denir. Fütuhat-ı Mekkiye, Füsus-ül Hikem adlı eserleri meşhurdur. Şam'da vefat etmiştir. (K.S.) MUHZAR İnce belli. Beli ince olan. MUHZIR (Huzur. dan) Eskiden şeriat mahkemelerinde mübâşir hizmetini gören kimse. Alâkalı kimseleri mahkemeye çağırmaya memur kişi. MUHZİN (Hüzn. den) Hüzün verici. Acıklandırıcı. Kederlendirici. MUÎD Yardımcı. Mubassır. * Dersi iade eden, tekrar ettiren. Muallim yardımcısı. * Geri çevirtici. * Bir şeyi âdet edinmiş olan. * Tecrübeli. Hâzık. * Güçlü. Kuvvetli. * Arslan. * Gazâ ve cihad eden kimse. MUİDD Hazırlayıcı. Amâde edici. * İâde eden. * Sayan. MUÎL Evlâd ü iyâli, yâni çoluk çocuğu çok olan kimse. MUİLL Hasta eden. MUÎN Yardımcı. Muâvin. İane eden. MUÎR Ödünç olarak veren. Borç veren. Karz-ı hasen tarzında veren. MUİZZ İzzet ve ikram eden. Ağırlayan. Aziz ve şerif eyleyen. MUJE f. Musibet, belâ. * Keder, gam, tasa, hüzün. MUJİK (Rusça) Rus köylüsüne verilen isim. MUK f. Diken. MUK Göz pınarı. * Akılsızlık. * Kanatlı karınca. * Mest üzerine giyilen çizme. MUKA Islık çalmak. MUKA'AR (Ka'r. dan) Oyuk, çukur, çökük. MUKA'ARİYET Çukurluk, oyukluk. MUKABBEB (Kubbe. den) Kubbeli. MUKABBEL (Kabl. dan) Öpülmüş, takbil edilmiş. MUKABBIZ (Kabz. dan) Sıkan, daraltan. MUKABBİL (C.: Mukabbilîn) Öpen, takbil eden. MUKABBİLÎN (Mukabbil. C.) Öpenler, takbil edenler. MUK'ABE Kadeh gibi çukur göbek. MUKABEDE şiddet ve zahmet vermek. MUKABELE Karşılık, karşılamak. * Mücadele. * Karşılaştırmak. Karşılıklı yapılan iş, karşılıklı yapılan okuma. * Camide Kur'ân-ı Kerimi okuyup halka dinletmek.* Yüz yüze olmak. * Düşmanın şerrinden kurtulmak ve onun şiddetini kaldırmak için onu yıldıracak tedbirde bulunmak. MUKÂBELE Hapsetmek. * Sonraya bırakmak, tehir etmek. * Meşveret etmek, danışmak. * Bir kimsenin evi yanında bir ev satıldığında; "başka kimse satın alsın, ben ondan şüf'a yolu ile alayım" diye şirâsına muhtaç iken tehir etmek. MUKABELE-İ BİLHURUF Söz ile konuşmak ve hakikatı müdafaa etmek suretiyle karşı çıkıp mukabele etmek. (Bak: Muaraza-i bilhuruf) MUKABELE-İ BİLMİSİL Karşılaştığı aynı muameleyi sahibine iade etmek, o kimseye aynı muameleyi yapmak. Mukabil hareketi karşısındakine icra etmek. MUKABELE-İ BİSSÜYUF Silâha, kılınca sarılmak suretiyle karşı koymak. MUKABİL Karşılık olan. Karşı taraf. İvaz, bedel, karşılığı. MUKAD Ağır yüklü. MUK'AD Kötürüm. MUKADDED Parçalanmış. MUKADDEM Zaman ve mekân cihetiyle daha evvel olan. * Askerin ön tarafına sevkedilen karakol. * Değerli, üstün. * Küçükten büyüğe sunulan, takdim edilen. MUKADDEMA Önce. Evvelce. Eskiden. Bundan evvel. MUKADDEMAT (Mukaddeme. C..) Başlangıçlar. Mebde'ler. İleride bulunanlar. MUKADDEMÂT-I İHZARİYE Bir şeyi hazırlamak için önceden yapılan işler. MUKADDEME İlk söz. Başlangıç. * Önde gelen. Medhal. Giriş. * Man: İki kaziyeden ibaret olan sözün evvelki kaziyesi. MUKADDEME-İ İSTİSNAİYE Man: İçinde istisnâ edatı olan evvelki kaziye. "Eğer güneş doğarsa gündüz olacak. Güneş doğmuştur." kaziyelerinde: "Eğer güneş doğarsa" kaziyesi Mukaddeme-i istisnâiyedir. MUKADDEM-ÜL AYN Gözün kenarı. Gözün pınarı. MUKADDER Tâyin olunmuş. * Kısmet. Kader. Miktarı tâyin ve takdir olunmuş olan. * Kazâ. * Kıymeti biçilmiş. * Beğenilmiş. * Yazılmış olan. * Edb: Yazılı olmayıp da sözün gelişinden anlaşılan. Lafzan zikredilmeyip, mânen murad edildiği anlaşılan. Meselâ: Kur'an-ı Kerim'de, her sureden evvel "Bismillâh" yazılı olması, bize her işimizde veya her okumaya başlarken Bismillâh diye emir olduğu "mukadder" dir. Meselâ: Kur'an-ı Kerim'de ( De ki:) mânasındaki Cenab-ı Hakk'ın hitabında: "Ya Muhammed (A.S.M.), Sen kullarıma de ki!" mânası, mukadder olarak vardır. Aynı zamanda Peygamber'in (A.S.M.) yolunda olanlara ve bütün vâris-i nebi olabilen büyük hakikatlı ve veli kullara aynı emir mukadderdir. Çünkü, emir olarak hitabdır. Hitab ise muhakkak bir muhataba söylenir. Vahiy hitabında birinci muhatab ise, Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır. (Bak: Kader) MUKADDERAT (Mukadder. C.) Kader. Ölçü ve miktarı tâyin olunan şeyler. Alın yazısı. (Bak: Kader)(Hayat, "İman-ı Bil'kader" rüknüne bakıyor; remzen isbat eder. Çünki, madem hayat, âlem-i şehadetin ziyasıdır ve istilâ ediyor; ve vücudun neticesi ve gayesidir; ve Hâlik-ı Kâinat'ın en câmi âyinesidir; ve faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir, temsilde hata olmasın, bir nevi programı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb yani mâzi, müstakbel yani geçmiş ve gelecek mahlukatın hayat-ı mâneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve mâlumiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evâmir-i tekviniyeyi imtisâle müheyyâ bir vaziyette bulunmalarını sırr-ı hayat iktiza ediyor. Nasılki bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi aynen ağaç gibi bir nevi hayata mazhardırlar. Belki, ağacın kavânin-i hayatiyesinden daha ince kavânin-i hayatı taşıyorlar. Hem nasılki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler, bu bahar gittikten sonra, gelecek baharlara bırakacağı çekirdekler, kökler, bu bahar gibi cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavânin-i hayatiyeye tâbidirler... Aynen öyle de; şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklariyle herbirinin bir mâzisi ve müstakbeli var. Geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz'ünün ilm-i İlâhiyyede muhtelif tavırlar ile müteaddit vücudları bir silsile-i vücud-u ilmî teşkil eder. Ve vücud-u hârici gibi o vücud-u ilmî dahi, hayat-ı umumiyenin mânevi bir cilvesine mazhardır ki, mukadderat-ı hayatiye, o mânidar ve canlı elvâh-ı kaderiyeden alınır. Evet âlem-i gaybın bir nevi olan âlem-i ervah, ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zâtları olan ervah ile dolu olması, elbette mâzi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev'i de ve ikinci kısmı dahi, cilve-i hayatîye mazhariyetini ister ve istilzam eder. Hem herbir şeyin vücud-u ilmîsindeki intizam-ı ekmeli ve mânidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları; bir nevi hayat-ı mâneviyeye mazhariyetini gösterir. Evet, Hayat-ı Ezeliye Güneşinin ziyası olan bu gibi cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hâzıra ve bu vücud-u hâriciyeye münhasır olamaz; belki, herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine mazhardır; ve kâinat, bütün âlemleriyle o cilve ile hayattar ve ziyadardır. Yoksa nazar-ı dalâletin gördüğü gibi muvakkat ve zâhirî bir hayat altında herbir âlem, büyük ve müdhiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktı. S.)(Eşyanın mürur-u zamanla giydikleri suretler ve ettikleri harekât ile hâsıl olan vaziyetler dahi, bir intizam-ı kadere tâbidir. Evet, bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irade ve evâmir-i tekviniyenin ünvanı olan "Kitab-ı Mübin"den haber veren ve işaret eden, ham nazarî olarak emir ve ilm-i İlâhinin bir ünvanı olan "İmam-ı Mübin" den haber veren ve remzeden iki kader tecellisi var. Bedihî kader ise, o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın, maddi keyfiyat ve vaziyetleri ve hey'etleridir ki, sonra göz ile görünecek. Nazarî ise, o çekirdekte, ondan halkolunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihatlardır ki, tarihçe-i hayat namiyle tâbir edilen vakit-bevakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller; o ağacın dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî miktarı vardır. Mâdem en âdi ve basit eşyada böyle kaderin tecellisi var. Elbette umum eşyanın vücudundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır. Şimdi; vücudundan sonra herşey'in sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise âlemde "Kitab-ı Mübin" ve "İmam-ı Mübin"den haber veren bütün meyveler ve "Levh-i Mahfuz"dan haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şahittir, birer emâredir. Evet herbir meyve, bütün ağacın mukadderat-ı hayatı onun kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılıyor. İnsanın sergüzeşt-i hayatiyle beraber kısmen âlemin hâdisat-ı mâziyesi kuvve-i hâfızasında öyle bir surette yazılıyor ki, güya hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insanın sahife-i a'mâlinden küçük bir senet istinsah ederek, insanın eline verip, dimağının cebine koymuş. Tâ, muhasebe vaktinde onunla hatırlatsın. Hem, tâ mutmain olsun ki; bu fena ve zeval herc ü mercinde beka için pek çok âyineler var ki, Kadir-i Hakîm, zâillerin hüviyetlerini onlarda tersim edip ibka ediyor. Hem, beka için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm, fânilerin mânalarını onlarda yazıyor... S.) (Bak: İmam-ı mübin) MUKADDERAT-I HAYATİYE Bütün canlıların hayatları müddetince geçirdikleri ve geçirecekleri tavır, hareket, şekil ve amelleri gibi hususiyetleri. MUKADDES (Kuds. den) Takdis edilmiş olan. Temiz ve pâk. Noksan ve kusurdan müberra ve uzak olan. Her çeşit noksan, ayıp ve kusurlardan münezzeh ve uzak olan. Kudsi. MUKADDESÂT (Mukaddes. C.) Kudsi olanlar. Mukaddes olanlar. MUKADDİM (Kıdem. den) Takdim eden. Sunan. Öne, ileriye geçiren. Öne koyan. * Cür'etli çeri kimse. * Gözün pınarı, ("mukdim-ül ayn" da derler.) MUKADDİMAT (Mukaddime. C.) Mukaddimeler. İlk gelenler. İlk sözler. MUKADDİME Evvel gelen. Öne geçen. Her şeyin evveli. * Bir kitapta asıl maksada başlamadan evvel kitapda olan bahisler hakkında ve kitabın muhteviyatına dâir yazılan makale, önsöz. * Alın. Nâsiye. Alındaki perçem. MUKADDİME-İ KÜBRÂ Büyük başlangıç. MUKADDİR Takdir eden. Bütün mahlukatın ve her şeyin esaslarını tanzim ve takdir edip sıralayan. Allah (C.C.). Bir şeyin kıymetini biçen, takdir eden. Beğenen. MUKADDİRÂNE f. Takdir edercesine, kıymetini bilircesine, kıymetine göre sıralarcasına. Mukaddire yakışır hâlde. MUKADDİRÎN (Mukaddir. C.) Kıymet ve paha biçenler. Takdir edenler. MUKAFFA Kafiyeli, kafiyelenmiş. Birbirini tâkib eden. MUKAFFEL (Kufl. den) Kilitlenmiş, kilitli. MUKAFFÎ Resul-i Ekremin (A.S.M.) bir ismidir. (Çünkü, O'nu dünyanın hiç bir şeyi Allah'a tâbi olmaktan ayıramamış ve bütün enbiyâ ve resullerin iyi yollarını da tâkib etmiştir.) MUKAHHİR (Kahr. dan) Kahreden, tahkir eden, yok eden. MUKALKAL Kararsız. * Şarap, hamr. MUKALKALE şişe. Sürahi. MUKALLED (Kald. dan) Boynuna gerdanlık takılmış. * Padişah tarafından nişan takılan kimse. * (Taklid. den) Taklid edilen. Örnek tutulan. Misal alınan. MUKALLEF Kalafatlanmış, taklif edilmiş. MUKALLİB (Kalb. den) Başka tavra geçiren. Başka hâle değiştiren. Bir başka tarafa döndüren. MUKALLİD Benzemeye veya benzetmeğe çalışan. Taklid eden. * Bir şeyi boynuna takan, asan. * Kuşatan. MUKALLİDÂNE f. Benzetmeğe, taklide özenircesine. Taklid edercesine. Benzemeğe çalışırcasına. MUKALLİDÎN (Mukallid. C.) Taklidçiler. Örnek ve misâl alanlar. * Takınanlar. Boyuna takanlar. MUKALLİS Ağaç oynatıcı. MUKAM Durduracak mekân. İkamet mevzii. * Durmak, ikamet. MUKAME İkamet, oturma. * İkamet yeri, vatan. * Ümmet. MUKAMEHA Başını yukarı kaldırmak. MUKAMERE Kumar oynama. MUKAMİK Sözü boğazı içinden söyleyen. MUKAMİR Kumarbaz. Kumar oynatan. MUKANAT Karıştırmak. MUKANFEZ Üzeri yumuşak dikenlerle örtülü olan hayvan. Kirpi. MUKANNA' Peçeli. MUKANNEN (Kanun. dan) Muntazam. Tertibli. * Kanun ile vâcib ve mukarrer olan. * Zaman ve miktarı hiç şaşmayan. Tertibe dahil olarak kararlaşmış olan. MUKANNİBE Gelin süsleyen kadın. MUKANNİN Kanun yapan. İntizama koyan. Kanun tertib ve ihdas edici olan. MUKANNİT Yer altından kanalla su akıtan kişi. * Muti kimse, itaat eden, emre boyun eğen kişi. MUKANTAR(A) (Kantara. dan) Kemer şeklinde olan köprü. * Birbiri üstüne yığılmış çok şey. * Muhkem. MUKANTARAT (Mukantara. C.) Köprüler. Kemer şeklinde olan yapılar. MUKARAA (Kur'a. dan) Ad çekişme. Karşılıklı kur'a çekme. * Kılınç kullanarak döğüşmek. Cenkte, muharebede kahramanların birbiriyle vuruşmaları. * Bir şeyin taksiminde atışmak. MUKARAZA Kazanca ortak olup zararı sermâyeye ait olmak üzere bir kimseye belirli bir miktar sermaye verme. MUKAREBET (Kurb. dan) Akrabalık, yakınlık. MUKARENET (A, uzun okunur) Yakınlık. Ayrılmayıp musâhebe etmek. * Bitişmek. Birleşmek. * Uygunluk. * Bir yere gelmek. MUKARİB Birbirine yakın ve karib olan. İyi ve kötü ortasında orta hâlli olan. MUKARİB-ÜL VÜCUD Olması yakın, vücuda gelmesi yakın. MUKARİN Yakın olan. Bitişen. Ulaşan. Ulaşmış olan. MUKARNES Kubbe biçiminde olan. * İşlemeli, nakışlı ve rengarenk olan. * Merdiven şeklinde dereceleri olan kubbe. MUKARR (Karâr. dan) İkrâr olunmuş. "Vardır, öyledir evet." denilmiş. MUKARRE Göz yaşının durması. MUKARREB (Kurb. dan) Yakınlaşmış. Yakınlaştırılmış. Yakın. * Büyük zât veya padişah gibi kimselere hizmette yaklaşmış olan. MUKARREBUN (MUKARREBÎN) Büyük meleklerden bir zümre. * Takva ve ubudiyyet ile evliya derecesine gelmiş, Cenab-ı Hakk'ın indinde çok kıymetli ve mübarek büyük zâtlar. * Yakınlaşmış olanlar. MUKARREN Bağlanmış nesne. MUKARRER Kararlaşmış. Takrir edilmiş. Karar verilmiş. Kat'i. Şek ve şüpheden beri olan. Muhakkak ve müsellem olan. Anlatılmış. Bildirilmiş. MUKARRERÂT Kararlaştırılan şeyler, kararlar. MUKARRİ' Azarlıyan, paylıyan, başa kakan. MUKARRİB Takrib eden. Yaklaştıran. MUKARRİB-ÜL VÜCUD Vücudunu yakın eden, yaklaştıran. MUKARRİH (C.: Mukarrihât) Yara açan ilâç. MUKARRİHAT (Mukarrih. C.) Yara açmakta kullanılan etkili ilâçlar. MUKARRİN Birlikte bulunduran. MUKARRİR (Karar. dan) Yerleştiren. Takrir eden. Sabit kılan. * Tekrar eden. Dersi tekrar ederek anlatan müderris. MUKARRİZ (C.: Mukarrizin) (Karz. dan) Medheden, öven. Bir eseri medheden. MUKARRİZÎN (Mukarriz. C.) Medhedenler, övenler. Medih yollu yazı yazanlar. Bir eseri medhedenler. MUKARRÜN-BİH Başka birisine âit olduğu, birisi tarafından haber verilen hak. İkrâr olunan hak. MUKASAT Zahmet ve eziyet çekme. MUKASEME (Kısm. dan) Paylaşma, bölüşme, taksim etme. MUKASIM (Kısm. dan) Paylaşan, bölüşen, taksim eden. MUKASMEL Asâsı çok şiddetli olan. MUKASSA Kısas etmek. * Üzerlerinde olan borcu birbirine takas edişmek. MUKASSAT (Kıst. dan) Taksitli. MUKASSATAN Taksitli olarak, taksitle. MUKASSEM (Kısm. dan) Ayrılmış, bölünmüş, taksim edilmiş. * Güzel yüzlü. MUKASSIR Taksir eden, yapabilir iken yapmayıp çekinen. * Kusur işleyen. * Gücü yetmediği için yapmayan. MUKASSÎ (Kasvet. den) Kasvet verici. Sıkıntılı, kasvetli. Sıkıcı, dar. MUKASSİM (Kısm. dan) Ayıran, bölen, taksim eden. MUKAŞŞER (Kışr. dan) Kabuğu soyulmuş. MUKATAA (Kat'. dan) Kesişmek. * Ülfeti terk eylemek. * Birbirinden kesmek ve kesişmek. * Muayyen bir kira karşılığında arazinin kesime verilmesi. * Ekilen toprak için verilen muayyen vergi. MUKATANE Mukim olmak, oturmak, ikamet etmek. MUKATELAT (Mukatele. C.) (Katl. den) Muharebeler, savaşlar, kavgalar, dövüşler. * Vuruşmalar, düello yapmalar. MUKATELE (A, uzun okunur) Birbirini vurmak, öldürmek. Vuruşmak, kavga, döğüş. MUKATİL (Katl. den) Birbirini öldüren, birbiriyle vuruşan. Düello yapan. MUKATİLUN (Mukatil. C.) Düşmanla muharebe eden mücâhidler. MUKATTA' Kesilmiş. * Parçalanmış. MUKATTAA (Kat'. dan) Bitişik olmayan. Kesik, ayrı. MUKATTAAT (Mukattaa. C.) Kat' edilmiş, kesilmiş şeyler. * Kısaltmalar. * Çeşitli gazel ve kasidelerden seçilmiş beyitler. * Herbiri bir kelimeye delâlet eden harfler. MUKATTAAT-I HURUF Edb: Matlâsız şiir parçaları. Muhtelif olarak alınmış şiir parçaları. * Kısaltmalar. Tamamlanmamış cümleler. (Bak: Huruf-u mukattaa) MUKATTAR (Katr. den) İnbikten geçirilmiş saf su. Taktir edilmiş. Damıtılmış su. MUKATTARAT (Mukattar. C.) Taktir edilmiş, damıtılmış sular. MUKAVELAT (Mukavele. C.) Mukaveleler. MUKAVELAT MUHARRİRİ Noter. Kâtib-i adl. MUKAVELE Kavilleşmek. Karşılıklı anlaşmak. Sözleşmek. * Anlaşmada imzalanan ve karar altına alınanların yazıldığı kâğıt. MUKAVELENAME Anlaşma yazılı olan kâğıt. Mukavele yapılan kâğıt. MUKAVEMET Karşı durmak, dayanmak. Karşı koymak. Muhalefetle kıyam etmek. MUKAVEMET-SUZ f. Dayanmayı te'sirsiz hâle koyan. Tahammülsüzlük veren. Mukavemeti kıran. MUKAVEMET-ŞİKEN f. Mukavemeti kıran. MUKAVERE Zayıflamak. MUKAVİM Sağlam. Dayanıklı. Mukavemet eden. Direnen. Karşı duran. MUKAVİMÎN (Mukavim. C.) Karşı koyanlar, direnenler. MUKAVVA (Kuvvet. den) Sağlamlaştırılmış, kavileştirilmiş. MUKAVVER Ziftle karışık veya ziftle kaplı. * Yuvarlak kesilmiş. MUKAVVES (Kavs. den) Yay gibi bükülmüş ve eğri olan. * Kavis teşkil etmiş, bükülü. MUKAVVÎ Takviye eden. Kuvvetlendiren. Kuvvet veren. Takviye eden ilâç. MUKAVVİM Kıvama getiren. Biçimine koyan. Tesviye ve tanzim edici. Eğriyi doğrultucu. MUKAYAZA Trampa etme, değişme. Mübadele. MUKAYEFE Firâset etmek. * Bir kimsenin ardınca gitmek. MUKAYESAT (Mukayese. C.) Mukayeseler. Kıyas etmeler. MUKAYESE (Kıyas. dan) Kıyas etme. Ölçme. Karşılaştırma. MUKAYYED Kayıtlı. Serbest olmayan. Sınırlı. Bağlı. * Deftere geçmiş, kaydedilmiş olan. Bağlanmış. El veya ayağında zincir, kelepçe bulunan. Mevkuf olan. * Bir işe ehemmiyet veren. İşine önem verip bakan. MUKAYYİ Kay ettiren, kusturan. MUKAYYİAT (Mukayyi. C.) Kusturucu ilâçlar. MUKAYYİD Kayd eden. Kayıt me'muru. Kayıt takan. MUKAYYİDÎN (Mukayyid. C.) Kayıt memurları, mukayyidler. MUKAZEFE Sövüşmek. MUKAZZEZ Heyeti hafif olan kimse. MUKBİL Mübârek. İkbali kutlu, mutlu. Mes'ud. Bahtiyar. MUKBİLAN (Mukbil. C.) (Kabl. den) Mutlular, bahtiyarlar, mes'ud kimseler. MUKBİLÎN (Mukbil. C.) (Kabl. den) Bahtiyarlar, mutlular, mes'udlar. MUKDİM İşine düşkün, gayret ve fedakârlıkla çalışan. Cüretli ve cesaretli olan. MUKDİMÂNE f. Gayret ve dikkatle. MUKES'AL İyi yonulmamış ok. MUKHEM Cümle arasındaki lüzumsuz ve fazla kelime. MU'KIB Ökçeli ayakkabı. MÛKID Ateş yakan. MUKILL Malı az olan. Fakir. MUKILLÎN Fakirler. Muhtaç olanlar. MÛKIN Şüphesiz ve kat'i olarak bilen. MÛKINÛN Yakîn sahibi olanlar. Şüphesiz ve tereddüdsüz olarak imanî ve Kur'anî hakikatlara vâkıf olanlar. (Bak: Yakin) MU'KIR Malı mülkü çok olan kimse. MÛKIR Yemişinin çokluğundan dolayı dalları sarkmış olan ağaç. MUKIRR (Karâr. dan) Doğruyu ve gerçek olanı söyliyen. Kabahat veya ayıbını gizlemeden söyliyen. * Fık: Birinin, kendisinde hakkı olduğunu haber veren kimse. MÛKIZ (Yakaza. dan) Uyandıran, ikaz eden. * Gaflet ve dalgınlıktan kurtaran. MUKİBB Lüzumlu olan, icab eden. MUKÎL Hataları, yanlışları afveden. MUKÎM İkamet eden. Ayakta duran. * Okuyan. * Bir memlekette devamlı duran. * Fık: Vatanında veya vatanı sayılan bir yerde onbeş günden fazla kalan kimse. (18 saatlik uzağa gidene "Misâfir" denir.) * Esmâ-i İlâhiyyeden olup "Her şeyi ayakta tutan, devam ettiren ve kayyumiyet sırrıyla bir an bile hiç bir şeyden alâkasız olmayan" meâlindedir. MUKÎM-ÜS SÜNNET Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Tevrat ve Zebur'daki ismi, sünnet ikame eden. MUKÎT Muhafaza eden. Hâfız. Amelleri zâyi' etmeyip koruyan. Gizliyi bilen. Gıda ve rızık veren. MUKKA (C: Mükâyâ-Mükâki) Hicaz diyarında yaşıyan bir cins beyaz kuş. MUKLE (C: Mukul) Gözün karası. Göz bebeği. * Göz. * Su taksimi için kullanılan taş. MUKMAH Başını kaldırıp gözünü bir yere dikip duran kişi. MUKMEHUN Elleri boyunlarına bağlı veya boyunlarından zincir takılı olarak azab çekenler. * Başı yukarı kalkmış, gözleri bir yere dikilmiş ve etrafa bakamayan somurtmuş kimseler. MUKMİR(E) (Kamer. den) Mehtaplı. Ay ışığıyla aydınlanmış. MUKNİ' İkna eden. Kanaat veren. Kâfi derecede izah ve isbât eden. * Başını kaldırıp gözünü önüne dikip duran. MUKNİA Kurbağa yavrusunun, yumurtadan çıktığı ilk hâli. MUKRAZ (Karz. dan) Ödünç verilmiş, borç verilmiş. İkrâz olunmuş. MUKREM Bir kavmin ulusu, seyyidi. MUKRİ' Kur'an-ı Kerimi kaidelerine uygun okuyan. MUKRİB (MUKREB) Nöbete tutulmuş at. MUKRİF Babası köle, anası hürre olan kimse. * Anası arabi, babası arabi olmayan deve. MUKRİN Birlikte. Berâber. MUKRİZ (Karz. dan) Ödünç veren. Borçla emânet para ve sâir şeyler veren. MUKSA Uzaklaştırılmış. Uzak kalınmış. MUKSEM (Kasem. den) Yemin edilmiş, kasem edilmiş. MUKSİM (Kasem. den) Yemin edilecek yer. * Yemin eden, kasem eden. MUKSİT Adaletle iş gören. Haklı hareket eden. * Nefsine lâyık görmediği zararlı şeyi başkasına da münasib görmeyen. MUKSİTÎN (Muksit. C.) Haklı iş görenler. Hakkı edâ edenler. MUKŞA Kabuğu çıkarılmış. * Derisi soyulmuş. MUKŞAİRR Ürperen. MUKTASIR Kısa kesen, uzatmıyan. MUKTATAF (C.: Muktatafât) (İktitaf. dan) Toplanmış, devşirilmiş. * Derleme, toplama. Derlenmiş. MUKTATAFAT (Muktataf. C.) (İktitaf. dan) Derlemeler, toplamalar. Derlenmiş şeyler. MUKTATIF (İktitaf. dan) Derleyen, toplayan. MUKTEB (C: Mekâtib) Yazı talim eden kimse. MUKTEBES İktibas olunmuş olan. Bir yerden alınan, bir kitab ve sâir yerden istifade ederek alınan. MUKTEBESAT (Muktebes. C.) (Kabs. dan) Muktebes olan şeyler. İktibas edilmiş ve faydalanmak üzere alınmış olan şeyler. MUKTEBİS (C.: Muktebisîn) (Kabs. dan) İktibas eden. Faydalanmak üzere aktaran. Birinin bilgisinden faydalanan. MUKTEBİSÎN (Muktebis. C.) (Kabs. dan) Aktaranlar, iktibas edenler. Faydalanmak için alanlar. MUKTEDA Kendisine uyulan. Önde giden. * Müçtehid. Pişivâ. Peşivâ. * Namazda kendine uyulan imam. MUKTEDÂ-BİH Kendisine tebaiyyet edilen. Kendisine uyulan. MUKTEDÎ Tâbi olan, uyan. İmama uyan. MUKTEDİR Güçlü, kuvvetli, becerikli. İşe gücü yeten. İktidarlı. MUKTEDİRÎN (Muktedir. C.) İktidar sahibleri. Muktedirler, gücü yetenler. MUKTEF Kendine uyulmuş, kendisi tâkib edilmiş meâlinde olup, Hz. Resul-i Ekreme (A.S.M.) verilen isimlerden biridir. MUKTEFA (Kafâ. dan) İzinden gidilmiş. Ardına düşülmüş. Misâl alınmış, örnek tutulmuş. MUKTEFÎ Ardından giden. İzinden giden. İktifâ eden. Misâl alan, örnek tutan. MUKTEHİM Mülâhazasız bir işe hücum edip giren. * (Bak: İktiham) MUKTELA' (Kal'. den) Kökünden koparılmış. Kökünden koparan. MUKTELİ' (Kal'. den) Kökünden koparan. MUKTERİH Bir şeye kasd eden, araştıran. * Yeniden meydana çıkaran. * Düşünmeden, aklına geldiği gibi söyleyen, iktirah eden. MUKTERİN (İktiran. dan) Yaklaşan, yakın gelen, iktirân eden. MUKTESEB (Bak: Mükteseb) MUKTESİD İktisadlı, tutumlu. Malını, ömrünü, vaktini boşuna geçirmeyen, lüzumsuz masrafta bulunmayan. (Bak: İktisad) MUKTESİDAN (Muktesid. C.) Muktesidler. Lüzumsuz masrafda bulunmayan ve vaktini boşa geçirmeyenler. İktisadlılar, tutumlular. MUKTESİR Kısa kesen, iktisar eden. MUKTEZA Lâzım getirilmiş. Lüzumuna binaen istenmiş. İcab eden. Lâzım gelen. (Bak: Dâll-i bi-l iktiza) MUKTEZA-İ HÂL Duruma göre. İcabına göre. Hal ve vaziyetin gerektirdiğine göre. MUKTEZA-İ HİLKAT Yaradılışın gerektirdiği şey. Yaradılış itibariyle olan hal ve netice. MUKTEZÎ (Muktazî) Lüzumlu olduğu taayyün etmiş, anlaşılmış. * İktiza eden. Gerekli. Lâzım. MUKTEZİYYAT İktiza eden şeyler. Gerekli olan ve icab eden şeyler. MUKTİR Dar hâlli, durumu sıkıntılı. * Kocasını nafaka bakımından sıkıştıran kadın. MUKVERE İnce, zayıf kadın. MUKZA Tamamlanmış. * Lüzumlu görülmüş. MUKZA' Seri, hafif nesne. MUKZI' Fuhşiyat söyleyen, ahlâksızca şeyler konuşan. MUKZÎ Gerekli görülmüş. * Hüküm ve kazâ olunmuş. * Tamamlanmış. MU'LAT (C: Meâli) şeref kazanmak. * Yüksek derece. MULEKKIN (Bak: Mülekkın) MU'LEM (İlm. den) Belirtilmiş, işâretlenmiş. MULİ' Tutkun, düşkün, ihtiraslı. MULİF (Ülfet. den) Alışık, alışmış. Ülfet etmiş. MULİM (Elem. den) Elem ve keder verici. MU'LİN İlân eden. Herkese bildiren. MUM f. Yumuşak. * Mum. MUMAHELE Hile etmek. * Oyunla aldatmak. Hilekârlık. MUMA-İLEYH (Mumâileyhâ) Kendisine işâret edilen. İsmi evvelce geçen. MUMA-İLEYHİM İsmi evvelce geçenler. * İmâ edilenler, yukarıda anlatılmış olanlar. MUMA-İLEYHİNN (Mumâ-ileyhâ. C.) Adı geçen kadınlar, yukarıda anılan kızlar, imâ edilenler. MUMATELE (Bak: Mümatala) MUMDAR f. Mum tutan. Işık veren. Işık tutan. MUMÎL Bir tarafa doğru eğen. Meylettiren. MUMİYAN f. Belleri ince olan güzeller. Kıl belliler. MUMYA f. Uzun müddet çürümemesi için ilâçlanmış ölü. İnsan ve hayvan ölüsünün kurusu. * Çok zayıf (kimse).(Kur'anda çok tekrar edilen kıssa-ı Musa Aleyhisselâm'ın cümleleri ve cüz'leridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir cüz'ü, bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor. Meselâ: $ Fir'avun, vezirine emreder ki: "Bana yüksek bir kule yap, semâvatın hâlini rasad edip bakacağım. Semanın gidişatından acaba Musa'nın (A.S.) dâva ettiği gibi semada tasarruf eden bir İlâh var mıdır?" İşte Î kelimesiyle ve şu cüz'î hâdise ile, dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve Hâlik'ı tanımadığından tabiat-perest olup Rububiyyet dâva eden ve âsâr-ı ceberutlarını göstermekle ibka-yı nâm eden şöhret-perest olup dağ-misâl meşhur ehramları bina eden ve sihir ve tenâsuha kail olup cenazelerini mumya edip dağ misillu mezarlarda muhafaza eden Mısır fir'avunlarının an'anesinde hükümferma bir düstur-u acibi ifade eder.Meselâ: $ Gark olan Fir'avuna der: "Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim" unvaniyle umum Fir'avunların tenâsuh fikrine binaen cenazelerini mumyalamakla mâziden alıp müstakbeldeki ensal-i âtiyenin temâşâgâhına göndermek olan mevt-âlud, ibretnüma bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan Fir'avunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahali-i gark denizinden sahile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır sahiline atılacağını, mu'cizâne bir işaret-i gaybiyye, bir lem'a-yı i'cazı ve bu tek kelime bir mu'cize olduğunu ifade eder. S.) MUMZA (Mazâ. dan) İmza edilmiş olan. MU'NAN Su arkı, su mecrâsı. MUNASSAB (Nasb. dan) Birbirinin üzerine tertiplenmiş olan. MUNAZZAF (Nazif. den) Temizlenmiş, arınmış, tanzif edilmiş. MUNAZZAMA Tanzim olunmuş, yoluna konulmuş olan. İntizamlı teşkilât. Nizamlı. Adaletli. MUNAZZIM Sıralayıp dizen, tanzim eden. * Nazm yazan. Vezinli, kâfiyeli, tertibli yazan. MUNDAK Dövülüp ufalanmış. MUNFASIL İnfisal etmiş. Birbirinden ayrılmış. Yerinden ayrılmış, fasl olmuş. İşinden ayrılmış. MUNFASIL ZAMİR Gr: Başka kelimeye bitişik olmayan zamir. Ene, Ente: Ben, sen.. gibi. MUNFASILAN Ayrı ayrı olarak. Ayrılmış olarak. Munfasıl tarzda. MUNFASIM Kırılan, kırılmış olan, kırık. Eksilen. MUNFASÎ Bir şeyden ayrılıp kurtarılmış olan. MUNFATIR Yarılan, infitar eden. MUNFAZİH Rezil ve kepaze olmuş. MUNİKA Hoşa giden, beğenilen şey. Güzel. MUNİS Alışılmış. Ehlileşmiş. Cana yakın. Sevimli. Ünsiyyet edilmiş. MUNİSE Hayat yoldaşı. Can yoldaşı. MUNKABIZ Sıkıntılı. Mânevi sıkıntı. * Çekilmiş. Büzülmüş. Daralmış. Toplanmış. * Barsakları sıkışmış. Kazâ-i hâcet edemeyen. Kabız. MUNKALİB İnkılâb eden. Dönen. Dönmüş. Başka bir şekle ve kılığa girmiş olan. Değişmiş, değişen. MUNKARIZ İnkıraz bulmuş. Batmış. Bitmiş. Son bulmuş. Mahvolmuş. Sönmüş. MUNSABB (Bir denize veya nehire) dökülen, karışan. MUNSABİG (Sıbg. dan) Boyanan, insibâg eden. MUNSADI' Yarılmış, bölünmüş. MUNSALİH Sulh üzere olan. Barış hâlinde olan. MUNSAMÎ Dökülüp akıtılmış. MUNSARIM Kesilen, kat edilen. MUNSARİF (Sarf. dan) Geri dönen, çekilip giden. * Gr: Esre ve tenvin kabul eden isim. MUNSARİH (Sarâhat. dan) Açık, meydanda, zâhir. MUNSIF İnsaflı. Merhametli. Hakkı kabul eden. Hakka riayet eden. MUNSIFÂNE İnsaflıca. İnsaflılıkla. MUNTABI' (Tab. dan) Yaradılışdan olan, fıtraten. * Basılmış, tab' edilmiş, damgalanmış. * Hoş görülen, güzel. MUNTABIH (Tabh. dan) Pişmiş, pişen. MUNTABIK İntibak eden. Birbirine uyan. Uygun. MUNTAFİ Sönmüş. Sönen. * Bastırılmış. MUNTALİK (Talâk. dan) Salıverilmiş, bırakılmış. * Bağsız. * Kederi, hüznü ve gamı olmıyan. Sevinçli, mesrur, neşeli. MUNTAMIS Belirsiz olan. İntımâs eden. MUNTASIF (Nısf. dan) Orta, yarı. * Yarıya varılmış, yarılanmış. MUNTASIF-I SENE Yılın ortası. Senenin yarısı. MUNTASIH (Nush. dan) Nasihat dinliyen. Öğüt dinliyen. MUNTASIHÂNE f. Nasihat dinliyerek. MUNTASIR Öç alan. İntikam alan. MUNTAVİ' Söz dinler. Muti. MUNTAVÎ (Tayy. dan) Dürülmüş, dürülüp bükülmüş, devşirilmiş. MUNTAZAM Düzenli. Tertibli. İntizamlı. Düzgün sıralanmış. Her şeyin yerli yerinde olması. Derli toplu olma. MUNTAZAMAN İntizamlı ve düzgün olarak. Muntazam bir tarzda. * Devamlı ve sürekli olarak. Dâima. MUNTAZAR Ümid ile gözlenen. Beklenen. Gözetilen. MUNTAZIR Bekleyen. Gözleyen. Birisinin gelmesini bekleyen. MUNTAZIRAN Bekliyerek, intizâr ederek. MUNTAZIRÂNE f. Bekliyerek, muntazıran, intizâr ederek. MUNTAZIRÎN (Muntazır. C.) Bekliyenler, gözliyenler. İntizar edenler. MUNZACIR Yüreği sıkılmış. MUNZALİM Kendi isteğiyle veya istemiyerek zâlimin zulmüne boyun eğen. MUNZAMM Zamm edilen. İlâve edilen. * Ek. Üste konan, katılan. MUNZAR Geciktirilmiş, te'hir edilmiş. Sonraya bırakılmış. MUNZİC Hazmettirici, sindirici. * Tıb: Yara veya çıbanı cerahatlendiren. * Kemâle eren, inzâc eden. MUNZİCÂT Yaranın iltihabını yok edici, irinini akıtıcı (ilâçlar). MUR f. Karınca. Neml. MURA Kedi sesi. Kedi miyavlaması. MURABAA Yazlığa çıkmak üzere mukavele yapma. MURABAHA Bir malı kâr ile satmak. * Bir miktar ilâve ederek ödünç para alıp vermek. * Fâiz ile para alıp vermek. MURABATA Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip sebatla nöbet beklemek. * Mülâzemet etmek. * Bağlamak. MURABBA Terbiye görmüş. * Kaynatıp kıvama geldikten sonra dondurulmuş. * Meyve suyu tatlısı. Reçel. Ezme. MURABBA' Dört köşeli şekil. * Dörde çıkarılmış. Dörtlü. Dört şeyden olmuş. * Geo: Kare. MURABBA-İ TÂMM Geo: Tam kare. MURABBANİŞİN f. Bağdaş kurup oturan. MURABBAYAT (Murabbâ. C.) Kaynatılıp kıvamına getirildikten sonra dondurulmuş meyve suyu tatlıları. MURABIT Kalbini Allah'a bağlayan. * Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip nöbet bekleyen. MURABITÎN (Murâbıt. C.) Kalblerini Allah'a bağlayanlar. * Şeyhler, dervişler. MURAD İstenerek, ümid ederek beklenen. Arzu edilen şey. * Gâye. Maksad. Emel. MURAD-I HAK Allah'ın isteği ve muradı. MURAFAA Karşılıklı hak iddia ederek konuşmak. * Bir dâvâ için birisini hâkim huzuruna celb ettirmek. Yüzleşerek muhakeme olunmak. MURAFAKAT Beraberlik, arkadaşlık. MURAFIK Refakat eden, beraber bulunan, yoldaş, arkadaş. MURAFİ' (Ref'. den) Murâfaa eden. MURAGABET Arzu etme, dileme. MURAGIB Rağbet eden. MURAHHAM Kısaltma. * Son harfleri veya heceleri düşürülmüş. MURAHHAS Devlet veya herhangi bir teşekkül nâmına, salâhiyyetli olarak bir yere bir vazife ile gönderilen kimse. * Terhis edilen. İzin verilen. Tâlimat verilen kimse. MURAHHASA Ermeni piskoposu. MURAHHASİYET Murahhaslık, delegelik. MURAHHİL (Rıhlet. den) Bir yerden diğer bir yere göçüren. Terhil eden. MURAÎ (Bak: Mürâi) MURAÎ Riayet eden. Bakıp gözeten. MURAKABE Kontrol etmek. İnceleyip vaziyeti anlamak. Teftiş etmek. * Kendini kontrol etmek. İç âlemine bakmak. Gözetmek. * Hıfz etmek. * Beklemek. İntizar. * Dalarak kendinden geçmek. * Tas: Kendisini tamamen nâfile ibâdet ve itaate vermek için mâbede kapanmak. MURAKASA (Raks. dan) Raksetme, dans. MURAKIB Murakabe eden. Teftiş ve kontrol eden kimse. * Hıfzeden. * Allah'a (C.C.) bağlanmış olan. MURAKKA' (Ruk'a. dan) Yamalı, yamanmış. MURAKKAK (Rikkat. den) İnce. İncelmiş. MURAKKAM (Rakam. dan) Yazılı, yazılmış. * Numaralanmış, numara konulmuş, sayı konulmuş. MURAKKAN Bozulmuş, aradan çıkarılmış. MURAKKIK Tecvidde bir harfi ince okumağa; terkik, ince okunan harflere ise; murakkık denir ki, şunlardır: Elif, nun, şın, ra, ha, dal, yâ, se, ayın, lam, mim, kef, sin, vav, fe, te, cim, he, ze, bâ, zel. MURAKKIM (Rakam. dan) Pusulanın iğnesi. MURAN (Mur. C.) Karıncalar. MURANE f. Karıncavâri, karınca gibi. MURASADE (Rasad. dan) Rasad etme, gözetleme. * Dikkatle bakma. MURASSA' Süslü. Kıymetli taşlarla süslenmiş. Sırmalı. * Birbirine yanaştırılmış. Oturtulmuş. * Edb: İki mısra veya iki fıkrası birbiri ile aynı vezin ve kafiyede olan söz veya beyit. * Bir nevi yazı. MURASSAAT (Murassa'. C.) Murassâlar. Cevher ve inciler gibi şeylerle. Süslenmiş olanlar. Takdir edilip yerleştirilmiş süslü ve kıymetli şeyler. MURASSAS Lehimlenmiş. * Kurşun veya kalayla kaplanmış. MURAVAGA Güreşme. MURAVAZA Bir kimseyi kahır veya hile ile iknâ etme, aldatma, kandırma. MURAZAA (Rızâ. dan) Emzirme. MURÇE f. Küçük karınca. MURD f. Mersin ağacı. MURDAR f. Pis. Kirli. Mülevves. Temiz olmayan. * İslâmiyetin gösterdiği kaidelere uygun olmı(Zeker) kesilmiş hayvan. MURDİA Süt emziren. Süt anası. MU'REB Gr: Sonu her çeşit harekeyi alabilir olan. Mebni olmayan. İrablanmış. Sonu harekelenmiş olan kelime. MU'RİB İzhar edici, izhar eden, gösteren. MURİS Getiren. Veren. Kazandıran. * Fık: Miras bırakan. MU'RİZ İ'raz eden. Yüz çeviren. Başka tarafa dönen. Ta'riz eden. Dokunaklı konuşan. MURTABİT Bağlı. İrtibatlı. Birbirine bitişik. Ekli. MURTAD (Bak: Mürted) MURTAZ Alıştırılmış, tâlimli hayvan. MURTAZI' (Rızâ. dan) Süt emen, irtiza eden. MURTEZA Beğenilmiş. Seçilmiş. Makbul. Rağbet gören. Beğenilen. * Hz. Ali'nin (R.A.) bir lâkabı. MURZI' (Rızâ. dan) Çocuk emziren. MURZİA (Rızâ. dan) Çocuğa süt emziren. Meme veren. Sütnine. Bebeğe süt vermek üzere para ile tutulmuş kadın. MUS Bıçak. MUSA Vasiyet olunan mal. * Menfaat. MUSA Beni İsrâil peygamberlerinden Hz. Musa'nın (A.S.) ismi. Dört büyük kitaptan birisi olan Tevrat, vahiy yoluyla kendisine gelmiştir. Yahudilerin en büyük peygamberidir. Şeriatı, İsa'ya (A.S.) kadar devam etti. Yusuf'un (A.S.) soyundan Yuşa nâmındaki peygamberi yerine tâyin ederek vefat etmiştir. Mısır firavununa karşı mücadele etti. Harun (A.S.) kardeşi ve kendi veziri hükmünde idi.(Mısır Kıt'ası, kumistan olan Sahra-yı Kebir'in bir parçası olduğundan Nil-i Mübarek'in feyziyle gâyet mahsuldâr bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahra komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraatı, ahalisinde pek mergub bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki ziraatı, kudsiye; ve vasıta-ı ziraat olan "Bakar"ı ve "Sevr"i mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ o zamandaki Mısır milleti, sevr'e, bakar'a ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte o zamanda Benî-İsrail dahi, o kıt'ada neş'et ediyordu ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, "İcl" mes'elesinden anlaşılıyor.İşte Kur'an-ı Hakîm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm'ın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakar-perestlik mefkuresini kesip öldürdüğünü, bir bakar'ın zebhi ile ifham ediyor. S.) MUS'A (C: Musu) Böğürtlen otunun meyvesi. * Bir kuşun adı. MUSA BİH Vasiyyet olunan şey. MU-SA(Y) f. Ustura. MUSAARA Büyüklük taslayarak birisinin yüzüne bakmayıp başını çevirmek. MUSAB Kendine bir şey isabet eden. Hasta. Musibetzede. Musibete uğrayan. MUSAB Sevab kazanmış olan. Ameline karşılık ecir kazanmış olan. MUS'AB Aygır at. * Her nesnenin erkeği. MUSABBAG Boyalı, boyanmış. MUSABE Musibet, belâ, âfet. MUSABERET Karşılıklı sabır. Sabırlılık. Katlanmak. MUSABİYET Bir hastalığa tutulma. Bir musibete giriftar olma. MUSADAKAT (Sıdk. dan) Karşılıklı dostluk. MUSADDA' (Sad'. dan) Başı ağrıtılmış, rahatsız edilmiş. MUSADDAK Doğruluğu tasdik edilmiş. Sadakati ve doğruluğu tanınmış, isbat edilmiş olan.(Hem zâtiyle, hem lisâniyle, hem delâlet-i hâliyle, hem kaliyle kâinatın Sâniine delâlet eden şu delil; hem hakikat-ı kâinatça musaddak, hem sâdıktır. Çünkü bütün mevcudatın vahdâniyete delâletleri, elbette vahdaniyeti söyleyen Zâtı tasdik hükmündedir. Demek söylediği da'vâ da umum kâinatça musaddaktır. M.) MUSADDAR (Sudur. dan) Çıkmış, sudur etmiş. MUSADDE Muhâlefet, uyuşmazlık, zıtlık. MUSADDIK Tasdik eden. İmzalayan. * Doğruluğunu kabul eden. MUSADDİ' Tasdi' eden. Baş ağrıtan. Rahatsız eden. MUSADE Avlanan canavar. MU'SADE (İ'sad. dan) Sımsıkı kapatılmış, kilitlenmiş olan. MUSADEFE Bulmak. * Yetişmek. MUSADEKA Dostluk. MUSADEMAT Çarpışmalar. Vuruşmalar. Müsademeler. MUSADEME İki şeyin birbiriyle çarpışması. Çarpışmak. Vuruşmak. MUSADERE Zulüm ve cebir etmek. (Bak: Müsadere) MUSAF Cenk, harp. N Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler NA Farsçada nefy edatıdır. Müsbet mânâyı menfi yapar. Kelimenin başına getirilir. Meselâ: Nâ-ehil $ : Ehliyetsiz, ehil olmayan. NA Arabçada "Biz" mânasına gelen zamirdir. Meselâ: Kitabünâ $ : "Kitabımız" misalinde olduğu gibi, kelimenin veya fiilin sonuna eklenen bitişik zamirdir. NA'AB Aceleci. Hızlı yürüyen, tez giden kişi. NA'AL Nalbant. Nalin yapan. NAAM (Bak: Neam) NA'AR Fesad ve fitneye çalışan. * Kanı kaçmış olup sâbit olmayan damar. NA-AŞNA f. Bilinmeyen, yabancı. NAAT (Bak: Na't) NAB f. Katıksız, hâlis, saf. * Oluk. * Berrak. NAB (C.: Enyâb) Azı dişi. * Yaşlı deve. NA'B Karga veya horoz ibiği. NA-BALİG f. Henüz büluğa ermemiş, daha bâliğ olmamış. * Erişmemiş, yetişmemiş. NA-BAYESTE f. Lüzumsuz, gereksiz. Uygun ve münasib olmıyan. NABAZAN Nabız atması, damar vurması. NA-BECA f. Yersiz, uygunsuz, münasebetsiz. NA-BEDİD (Bak: Nâ-bercâ) NA-BEHENCAR f. Usulsüz, kuralsız, yolsuz, kaidesiz. NA-BEHENGÂM f. Vakitsiz, mevsimsiz, zamansız. NA-BEHRE f. Azim, ulu. * Karışık. * Soysuz. NA-BEKAİDE f. Kural ve kaideye uymayan. Kaidesiz, kuralsız, nizamsız. NA-BEKÂR İşsiz, işe yaramaz. NA-BEMAHAL f. Yerinde olmadan. Mahallinde olmayan. * Münasebetsiz. Yersiz. NA-BERCA (Nâ-bedid) Belirsiz, görünmez olan. NA-BESÎ f. Yokluk, adem. NA-BESUD f. El dokunulmamış, el değmemiş, yeni şey. NABIZ Atar damarın vuruşu. Şah damarının atması. Kırmızı kan damarının oynaması hali. NÂBIZ Hareket eden. NÂBIZA (C.: Nevâbız) Nabız damarı. NABIZ-ÂŞNÂ f. Nabızdan anlayan. Mizaç bilen. Karşısındakinin zayıf taraflarını bilen. NABIZ-GİR f. Her mizaç ve tabiata göre davranıp muamele etmesini bilen. NABİ Yüksek, yüce. NABİ Haber veren, haberci. * Urfa'lı kıymetli bir şâirin ismi. (Mi: 1626- 1712) NABİ' (Nâbia) (Nebean. dan) Yerden fışkıran, kaynayan, akan. NABİGA (C.: Nevabig) Şanı, şöhreti büyük adam. ulu, şerefli kimse. * Sonradan şâir olan. * Üstün zekâlı hârika ve çok fasih kimse. NABİGAT-ÜL CA'DÎ Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın duasına mazhar olmuş mühim bir Arab şâiridir. İran'ın fethinde bulundu. Rivayete göre Mi: 684'de İsfehan'da Rahmet-i Rahman'a kavuştu. NABİGAT-ÜZ ZÜBYANÎ Câhiliyet devrinde meşhur ve Suk-ı Ukaz'da hakemlik yapmış Arab şâirlerindendir. Tahminen Mi: 535-604'de yaşamıştır. NABİL Ok yapan. * Üstad, hâzık kimse. * Irgaç. NA-BİNA (C.: Na-binayan) Kör, a'mâ, gözleri görmez. Anadan doğma kör. NA-BİNAYAN (Na-bina. C.) Gözü görmeyenler, a'mâlar, körler. NA-BİNAYÎ f. Körlük, a'mâlık. NABİT Ağaç ve nebat gibi yerden bitip büyüyen. NABİTE Bir kabilede yeni çıkan küçük çocuk. NABİZ Savaşçı, muharip, savaşan. NABUD (Nâ-bud) f. Mâdum, yok olan, bulunmayan. * İflas etmiş. Perişan olmuş. * Sonradan yok olan. NA-BUDMEND f. Yoksul, fakir. NA'BÜDÜ Biz ibadet ederiz mânâsında fiil. ( Bak: Nun-u na'büdü) NABZ (Bak: Nabız) NABZA Damarın bir defa atması. NABZ-AŞNA f. Nabızdan anlayan, mizac bilen. NABZ-GİR f. Mizaca göre hareket etmesinden anlıyan, nabza göre davranmasını bilen. NABZÎ Damarın atmasıyla ilgili. NA'C (C: Niâc-Neacât) Koyun. NA-CAİZ f. Yapılmaz, câiz değil. NACAK Bir ağaç sapa geçirilen, ağzı keskin, genişçe demir âlet. Balta. NA'CAT (Na'ce. C.) Dişi koyunlar. NA'CE (C.: Niâc-Na'cât) Dişi koyun. * Dişi sülün. * Kadına da istiare ile söylenir. NACİ Kurtulan. Necat bulan. * (Mi: 1849-1892) Muallim Naci diye meşhur olan bir İstanbul'lu şâir. Lügat-ı Naci'yi "Fetva" kelimesine kadar hazırlamıştır. NACİ' Hazmı kolay olan yiyecek. NACİ(YE) Kurtulmuş, necat bulmuş. Cennetlik olan. NACİL Nesli kerim, şerefli olan, soyu temiz. NACİLEYN Ana ve baba, ecdad ve evlâd, dedeler ve babalar. NA-CİNS f. Aynı cinsten olmayan. * Cinsi bozuk. NACİR Ağaçlarda yaprak saplarının dibindeki filiz. NACİS İyileşmez hastalık. NACİŞ Avı ürküterek avcının tarafına kovalayan adam. NACİYE (C.: Nâciyât) Sür'atli deve. NACİZ Hâzır. NACİZ Azı dişi. NACU f. Çam ağacı. NACUD f. Büyük kadeh. NA-CUNBAN f. Kımıldamaz. Yerinde durur. Sağlam. NACUR Sırça tabak. NACÜV f. Çam ağacı. NA-ÇAR f. Çaresiz, elinden iş gelmeyen. Mecbur kalmış olan. NA-ÇARÎ f. Çaresizlik. NA'ÇE f. Yumuşak yer. NA-ÇESPAN f. Uygun ve yakışık olmıyan. NAÇİZ (Nâ-çiz) f. Çok küçük, ehemmiyetsiz şey, değersiz, hükümsüz. NAÇİZANE f. Çok ehemmiyetsiz olarak. Pek ufak olarak. NA-ÇİZÎ f. Naçizlik, ehemmiyetsizlik, kıymetsizlik, değersizlik. NA-DAN f. Cahil, bilmez, haddini bilmez. NÂ-DANÎ f. Terbiyesizlik, haddini bilmezlik. * Cahillik. NÂ-DANİST (Nâ-dâniste) f. Câhil, bilmez. NADAR (Nadâret) Altun. NA-DARÎ f. Olmamazlık, bulunmayış. NADAS Tarlayı temizleyip otlarını kurutmak için önceden sürüp hazırlama. NA-DAŞT f. Hayâsız, utanmaz. NADC Kıvam. Büluğa erme. Pişme. NADD Azık, rızık. NADDAHATAN Püsküren çifte pınarlar. NA-DEMSAZ f. Uymayan, uygun olmayan, âhenksiz. NA-DERİDE f. Delinmemiş, delik açılmamış. NADH Su serpmek, sulamak. Su içip kanmak. * Musallat olanı defetmek. * Suyun feveran etmesi, püskürmesi. NADIC (C.: Nevadıc) Olgunlaşmış, olmuş, kıvama gelmiş. NADİ Nidâ eden, haykıran, çağıran. * Halkın, meşveret gibi, birşey konuşmak üzere bir yere toplanmaları. Nitekim İslâmdan evvel Mekke'de Kureyş'in toplandığı meclis binasına "Darünnedve" denilirdi. Nâdi; orada ve o gibi yerlerde toplanan heyettir ki; bezm, meclis, mahfil, kongre tâbirleri gibidir. (E.T.) NADİB Geçmiş. * Hafif adam. * Yas tutan. NADİC Olgun meyve. * İyi pişmiş et. NADİD Salkımları sık olan üzüm veya muz. * İçi doldurulmuş yastık, minder, şilte gibi şeyler. NA-DİDE f. Az bulunur, çok değerli. Az görülen, görülmemiş. NADİM Nedamet etmiş, pişman. NADİMÂNE f. Pişmanlıkla, pişman olarak, nedamet duyarak. NADİMİYET Pişmanlık, nedamet. NADİR(E) Az bulunan. Seyrek. NADİRÂT Az bulunan şeyler. NADİREDÂN f. Zarif, âlim. NADİREKÂR f. Nâdir işler ve san'atlar yapan. NADİREN Nâdir ve az olarak. Çok aralıklı. Pek az bulunur. NADİRE-PERDÂZ f. Güzel söz söyleyen. NADİRE-SENC f. Nükteli konuşan, güzel fıkralar anlatan, zarif kimse. NADİRET Güzellik, parlaklık, tazelik. * Hoş ve lâtif. NADİYE Sudan uzak olan hurma ağacı. NA-DÜRÜST f. Doğru olmayan. Eğri. * Sağlam, dürüst ve gerçek olmayan. * Yanlış, haksız. NA-DÜRÜSTÎ f. Gerçek olmama, doğru olmama. NA-EHİL f. Ehliyetsiz, beceriksiz. Ehil olmayan. NA-ENDAM f. Muntazam olmıyan. Biçimsiz, gayr-ı muntazam. NA-ENDİŞ f. Uzun uzadıya düşünmeğe değmez. Açık, muhakkak. NA-ENDİŞÎDE f. Düşünülmemiş. NÂ-EVS f. Manastır, kilise. NA'F Sütü çok olan deve. NÂF f. Göbek. * Mc: Orta. NAFAKA Yiyecek parası. Geçim için lüzumlu olan şey. * Geçindirmeğe mecbur olduğu kimselere veya çocuklarına mahkeme karariyle verilen iaşe parası. NAFAKA-İ İDDET Fık: Kadının iddeti içinde muhtaç olduğu nafaka. Koca, boşadığı karısını iddeti bitinceye kadar infakla mükellef olduğu için bu müddet zarfındaki nafaka hakkında bu tâbir meydana gelmiştir. NAFAKA-İ MAKZİYYE Fık: Hâkim tarafından takdir olunan nafaka. NAFAKAT (Nafaka. C.) Nafakalar. NAFATA Vücutta çıkan sivilce veya kabarcık. NAFE f. Derisi kürk yapımında kullanılan hayvanların postlarının karnı altındaki deri kısmı. NA-FERCAM f. Asıl ve esastan âri olan, akibetsiz olan. Faydasız. NAFE-RİZ f. Koku saçan. * Göbek düşüren. NÂF-I ÂLEM Mekke-i Mükerreme. NÂF-I ŞEB Gece yarısı. NÂF-I ZEMİN Zeminin ortası. Mekke-i Mükerreme. NAFIA Bayındırlık işleri. NAFIK Geçer para. Geçer akçe. NAFIKA (C.: Nevâfık- Nüfeka) Arab tavşanının (diğer adı; tarla fâresi dedikleri hayvanın) iki yuvasından gizli olanın adıdır. Bu hayvan, bunun tavanını yeryüzüne çok yakın yapar. Belirli olan kasia dedikleri yuvasında tehlike hissederse hemen nâfıkanın tavanını delerek kaçar. Münafıklar buna benzediği için nifak, münafık kelimeleri bu kelimeden gelmiştir. (Kamus). NAFIZ Çok titreten. Sıtma. NAFİ (Nefiy. den) Giderici, yok eden, nefyeden, menfi yapan. NAFİ' Menfaatli. Faydalı. Yarar. Şifalı. * Esma-i Hüsnâdan bir isim. NAFİA İnşaat işleri. * Faydalı işler. Menfaatli olanlar. NAFİC (C.: Nevâfic) Kaburga kemiklerinin sonu. NAFİCE (C.: Enfice) Misk göbeği. NAFİH (Nefh. den) Üfürücü, üfleyici. NAFİKA (Nüfeka) (C.: Nevâfık) Keler yuvalarından biri. NAFİLE Fık: Farz ve vâcibden gayrı mecburiyet olmadığı hâlde yapılan ibadet. Fazladan yapılan iş. * Menfaatli olmayan. Ziyâdeden olan. * Torun. * Ganimet malı. Bahşiş. Atiyye. NAFİR Nefret eden. Ürken, korkan. Sevmeyen. * Galip olan. * Öksürüp burnundan sümüğü saçılan koyun. NAFİS (Nefs. den) Gözü nazar değer olan kimse. * Açan ve ferahlandıran. NAFİS Okuyup üfüren. NAFİS-ÜL KERB Sıkıntı ve belâlara, göz değmesine, nazara te'sir edip kaldıran. NAFİZ İçe işleyen. Delip geçen. İçeri giren. * Sözü geçen, kendine itaat edilen. Te'sirli, nüfuzlu. NAFİZ Çok fazla titreten sıtma. NAFİZE Karından vurulup arkaya çıkmış olan yara. NAFİZİYET Sözü geçerlik, nâfizlik. NAFİZ-ÜL EMR Emri geçip sözü dinlenilen. * Kendisine itaat edip boyun eğilen. NAFİZ-ÜL KELİM Sözü geçen. NAFUR (Nâfure) Fıskıye, fevvâre. NAGÂH f. Birdenbire, ansızın, hemen. (Nâgeh, nâgehan, nagehâne, nagehânî) NAGAM (Nağme. C.) Nağmeler, âhenkler, türküler. NAGAMÂT Nağmeler, âhenkler, güzel sesler. NAGAM-KÂR f. Nağmeler söyleyen, ezgici. NAGAM-PERVER (C.: Nagamperverân) f. Türkü söyleyen, nağmeci. Nağme seven. NAGAŞAN Iztırab, acı. NA-GEHAN f. Birdenbire, ansızın, âniden. NAGFA Ceviz ağacına benzer bir ağacın adıdır ve Beyrut dağlarında olur; dut gibi yemiş verir. NAGIZ Şaşırdığında başını sallayan kimse. * Kürek başında olan kıkırdak. NAGK (C.: Nuguk) Karga çağırmak. NAGL Çürük sahtiyan. NAGM Gizli kelâm, gizli söz. NAGR Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Kin tutmak. * Çömlek kaynamak. NAGS Kederli, gamlı olmak. NA-GÜŞADE f. Kapalı, açılmamış. NA-GÜVAR (Nâ-güvâre) f. Midede zor hazmolunan şey. Sindirimi zor. * Yenilmesi veya içilmesi acı olan şey. NAGZ f. Güzel, iyi. Göze hoş ve güzel görünen. NAGZ Devekuşunun erkeği. *Başını sallayıp depretmek. * Bulutun koyu ve kesif olması. NAĞME (C.: Nağamât) Ahenk, güzel ses, âvaz, ezgi, teganni. NAĞME-GER f. Türkü söyleyen, öten. NAĞME-HÂN f. Türkü söyleyen, şarkı söyleyen. NAĞME-HÂNÎ f. Türkü söyleyicilik, nağme söyleyicilik. NAĞME-HİZ f. Nağme uyandıran. Türkü, şarkı söyleyen. NAĞME-KEŞ f. Türkü söyleyen, şarkı söyleyen. NAĞME-PERDAZ f. Türkü söyleyen, şarkı söyleyen. NAĞME-SAZ f. Ahenkle söyleyen, terennüm eden. NAĞME-SERA f. Türkü okuyan, şarkı söyleyen. NAĞME-ZEN f. Türkü söyleyen, şarkı söyleyen. NAH f. Göbek. NAH f. İp, ince ip. * Tel. * Halı, kilim. NAH' Kesme, boğazlama. NAHA' Boyun kemiğindeki beyaz iliğe varana kadar kesmek. * Yemen taifesinden bir kavim. * Hâlis etmek. * Uzaklık, ıraklık. NAHABE (C.: Nuhab) Geçit ağzı. * Çokluk asker. * Her nesnenin iyisi. NAHAFET Aksırma. NAHAFET Zayıflık, arıklık, cılızlık. NA-HAH f. İstemeyerek, râzı olmayarak. Zoraki. NA-HAK f. Haksız, beyhude, boş. NA-HANDE f. Câhil, ümmi, okumamış. NAHARİR (Nihrir. C.) Bilgili, akıllı ve âlim kimseler. Fâzıl ve mâhir kişiler. NAHASET Esircilik. * Canbazlık. NA-HAST f. İsteksiz. İstenilmemiş. İstemeden. NA-HAST f. Kötürüm. NAHB Yüksek sesle ağlama. * Önemli iş, mühim iş. Nezretmek, adamak. * Seri seyr. * Vakit, müddet. Ecel, ölüm, mevt. NAHB Çekip çıkarma. NAHÇİR f. Av hayvanı. Sayd. * Av yeri. * Yaban keçisi. NAHÇİR-GÂH f. Av yeri. NAHÇİR-GİR f. Avcı, sayyad. NAHÇİR-VÂN f. Avcı. NA-HEMTA f. Denk ve eşit olmayan. Müsavi olmayan. NA-HEMVAR f. Eğri, düz olmayan. * Uymayan, mutabık gelmeyen. * Uygunsuz. NA-HENCAR f. Doğru olmayan. NAHF Aksırmak. Nefes almak. NAHH Davar sürmek. * İplik. * Zeyli denilen döşek. * Güç seyr. * Deve çökertmek için söylenen söz. NAHHAM Tamahkâr, cimri, hasis, pinti. * Boğazını temizlemek için fazlaca soluyup balgam çıkaran adam. NAHHAS Bakırcı. NAHHAS Esirci, esir ticareti yapan kimse. * Hayvan alıp satan kişi. NAHHAT Gururlu, kibirli. NAHHAT Marangoz. Doğramacı. Ağaç oymacısı. Taş yontucusu. NAHI' Âlim. NAHİ (Nehy. den) Nehyeden, yasak eden, önleyen. NAHİB Avaz avaz ağlamak, feryad ile ağlamak. NAHİB Korkak, cebin. NAHİB (Nehb. den) Yağma eden, talan eden, önleyen. NAHİDE Yeni yetişmiş kız. * Zühre (Venüs) yıldızı. NAHİF Çelimsiz, zayıf, ince. Arık. NAHİF Sümkürdüğünde genizden gelen ses. NAHİK (Nehak. dan) Eşek gibi anıran, eşek sesli. NAHİKA (C.: Nevâhik) Dudaklı hayvanların göz pınarı. NAHİL Susayan kimse. * Suya kanmış kimse. NAHİL Kalburcu. NAHİL Hurma ağaçları, hurmalık. * Hurma ağacı. * Balmumundan yapılan ağaç, yapraklı dal ve yemiş taklidi işlere denir ki, sathı altın ve gümüş yapraklarla süslenerek, eskiden gelin giderken önünde alayla götürülür ve gelin odalarına süs olarak konurdu. (O.T.D.S.) NAHİL (Nâhile) Zayıf, arık, ince. NAHİLE Huy, tabiat, mizac. NAHİR Çürümüş kemik. * İçine rüzgâr girip çıkmakla öten kemik. NAHİR Burundan hırıltı çıkarma. NAHİR (Nahr. dan) Kesilmiş, boğazlanmış. NAHİRAN Atın göğsünde olan iki damar. NAHİRE Ayın birinci günü. * Ayın son gecesi. NAHİRE Ufalanmış. * Çürümüş. * Rüzgârla savrulur, yel estikçe ses verir, delik deşik olmuş kemik. NAHİS Vuran, vurucu. * Devenin kuyruğunda veya göğsünde olan uyuz. NAHİS Dönmekten dolayı genişlemiş olan makara deliği. NAHİS Kıtlık. * Yümünsüz, uğursuz. NAHİS Kıtlık yılı. NAHİSE Koyun sütüyle karışık keçi sütü. NAHİT (Nahite) İnilti. NAHİYE Yan taraf, kenar, civar, çevre. * Küçük yer, bölge. İdari taksimatta, kazadan küçük, köyden büyük olan yerleşme merkezi. NAHİZ f. Pusu. NAHİZ Eti çok olan. NAHİZ Uçmaya hazırlanmış ve kanatları bitmiş olan kuş. * Tavşancıl yavrusu. NAHİZGÂH f. Pusu yeri. NAHL Bal arısı. * Bedelsiz bir şey vermek veya bedelsiz verilen şey. * Sövmek, iftira etmek. NAHL Hurma ağacı. * Gelinler için yapılan süs ağacı. * Un elemek. NAHL SURESİ Kur'an-ı Kerim'de 16. Suredir. Mekkîdir. NAHL-BEND f. Ağaçları budayıp tanzim eden kişi. * Balmumundan taklid süs ağacı yapan, balmumcu. NAHLE Bir tek arı. NAHLE Tek hurma fidanı. * Bir fidan. NAHLİSTAN f. Hurma fidanlığı, hurmalık. * Ağaçlık, fidanlık. NAHLİYE Hurmalar. NAHME Göğüsten çıkan ses. NAHNAHA Deveyi çökertmek. NAHNAHA Hırıltı ile soluma. * Öksürük. NAHNU Biz. NA-HOŞ f. Hoş olmayan, hoşa gitmeyen. NA-HOŞ-GÜVAR f. Hazmı zor, sindirimi güç. Tatsız. NA-HOŞÎ f. Nahoşluk, fenalık, iğrençlik. Hoşa gitmemeklik. NA-HOŞNUD f. Razı ve hoşnud olmayan. Gayr-i memnun. NAHR Boğazlamak. Bir hayvanın göğsü üstünden bıçak vurup boğaz damarını kesmek. * İki şeyin birbirine göğüs göğüse olması. * Boyun. Boğaz çukuru. * Sadır. * Gündüzün evveli. * Namazda kıyamda iken sağ eli sol elin üstüne koymak. NAHR Eskimek. * Çürümek. * Parçalamak. NAHR-ÜN NEHAR Gündüzün evveli. NAHR-ÜŞ ŞEHR Ayın evveli. NAHS Vurmak. NAHS Uğursuzluk, yümünsüzlük. * Bahtsız, uğursuz. NAHŞ Zayıflamak. NAHT Sümkürmek. NAHT Ağacı yontmak suretiyle kabartma şekiller yapma san'atı. * Yontma, oyma. NAHU (Kürdçe) Öyle ise şöyle ki, işte. NA-HUDA f. Allah'tan korkmaz. * Gemi kaptanı. NÂHUN f. Tırnak. NÂHUN-BE-DENDÂN f. Hayretten veya kederden dolayı parmağını ısırmış olan. NÂHUNBÜR f. Tırnak makası. NÂHUN-BÜRÂ(Y) f. Tırnak makası, tırnak çakısı. NÂHUN-TIRAŞ f. Tırnak makası, tırnak çakısı. NAHV (Nahiv) Yol, cihet. Etraf, yön. * Misâl. * Miktar. * Kasd ve azmeylemek. * Gr: Kelimelerin birbirine rabt, izafet ve amel eylemeleriyle ilgili olan kaideleri içine alan ilim. Nahiv ilmi ile Arapça kelimelerin yeri ve usulü bilinir, yani cümle tahlili yapılır. NAHVE Çörek otu. NAHVET Kibir, gurur. Kibirlenme, büyüklenme, böbürlenme. NAHVETFÜRUŞ f. Böbürlenen, gururlanan. NAHVÎ Nahiv ilmine ait. Arapça gramere ait. Nahiv ilmini iyice bilen. NAHVÎ LİSAN Kaidelere bağlı olan çok tertibli, ince ve geniş mânâlı lisan. NAHVİYYUN Kelime dizimi ve nahiv ilminin ehli olan âlimler. Arapça dil âlimleri, gramerciler. NAHZ Kemiğin etini ayıklama. NAHZ Bir şeyle dürtme. NAHZA Et parçası. NAIT Dağ. * Hemeden kabilelerinden bir kabile. NAÎ Kötü haber veren. NAİB Karga gibi çirkin sesli kuşların ötüşü. NAİB(E) (Nevb. den) Vekil, birinin yerine geçen. * Şeriat hâkimi olan kadı vekili. * Nöbet bekleyen. NAİB-İ FÂİL Meçhul fiilin mevzuu olan kelime ki, harekesi merfu olur. (Küsirel kalemü: "Kalem kırıldı" cümlesinde " kalem", "Naib-i fâil" olmuş ve fâilin yerine geçmiştir.) NAİB-ÜL ÂM Cumhuriyet müddei-i umumisi. Cumhuriyet savcısı. NAİCE Yumuşak yer. NAİF Zayıf, cılız. NAİK Karga ötüşü veya horoz sesi. * Çobanın koyuna bağırması. NAİKAN Cevzâ burcundan iki yıldız. NAİL(E) Muradına eren, nâil olan, ele geçiren. Erişmiş. NAİLİYET Ele geçirmek, murada ermek, elde etmek. NAİM Uyuyan, uykuda olan. NAİM Taze, körpe. * Kılçıksız, yumuşak, kemiksiz. * Etli sebze. NAİM Bolluk ve bahtiyarlık içinde yaşayış. Nizam-ü hal ve mal. * Cennet'in sekiz kısmından dördüncü tabakası. NAİMÂNE f. Uyur gibi, uyuklayarak, uyurcasına. NAİME Rahatlık içinde nazlı büyütülmüş kadın. * Yumuşak yapılı hayvancıklar. NAİMÎN (Nâim. C.) Uyuyanlar, uykuda bulunanlar. NA-İNSAF f. İnsafsız. İnsafı bulunmayan. NAİR Parlak, parlayan. * Düşmanlık, adavet. NAİR Haykıran, nâra atan. * Uzak. Irak, baid. NAİRE (C.: Nevâir) Alev, ateş. * Hararet, sıcaklık. NAİYE Ölüm haberi götüren, kötü haber veren. NAİZ Kuvvetlendiren. Kaldıran. NAK f. Nisbet edatı olarak kelimelere eklenir, sıfat meydana getirilir. Meselâ: Gam-nâk $ : Gamlı, kederli. NA'K Karga avazı. * Çobanın koyuna haykırıp çağırması. NAK' (C: Nuk'-Enku) Su saklayacak yer. * Kuyu içinde olan su. * Deve kuşu avazı. * Feryâd etmek, bağırıp çağırmak. * Susuzluğu teskin etmek, susuzluğu gidermek. * Sıcak suda haşlama. * İlâç olarak çıkarılan su. * Suda ıslanma. * Toz. NAKA (C.: Enkâ) Kumdan meydana gelmiş tepe. NAKA' Temiz olma. NÂKA Dişi deve. * Bir yıldızın ismi. * Sivilce. NA-KABİL f. Mümkün olmayan. Kabil olmayan. * Câhil, kabiliyetsiz. NA-KABUL f. Kabiliyetsiz, istidatsız. NA-KÂFİ f. Kâfi olmayan. Yetersiz, kâfi değil. NÂKA-İ SÂLİH Salih Peygamber'in (A.S.) bir mu'cizesi olarak kayadan çıkan devesi. (Bak: Sâlih A.S.) NAKAİS (Noksan. C.) Eksiklikler. Noksanlar. NAKAKA Kurbağaların çağrışıp ötmeleri. * Tavuğun yumurtladığında ötüp gıdaklaması. NAKAL Bir yerden naklolunduğunda bâki kalan ufak taşlar. * Devenin tabanına ârız olur bir hastalık. NAKALE (Nâkıl. C.) Haberciler, nakledenler. NA-KÂM f. Muradına eremeyen, tali'siz. Arzusuna kavuşamayan. NÂ-KÂMÎ f. Mahrumiyet, bahtsızlık. isteğine kavuşamama. NAKARAT (Nakra. C.) Durmadan tekrarlanan usandırıcı şeyler. * Edb: Şarkının belli yerlerinde tekrarlanan bestesi değişmeyen parça. NAKARE f. Davul, kös. Dümbelek. NA-KÂRE f. Bir işe yaramaz olan. NA-KA'RYAB f. Dibi bulunmayan, dipsiz. NA-KASTE f. Eksiksiz, noksansız. Tamam. NAKAVE Temizlik. NAKB (C.: Enkâb) Delmek, delik açmak. * Girmek. * Dağ içindeki yol. NAKBA Tabanı aşınmış deve. NAKD (C?: Nukûd) Madeni para, akçe. * Bir şeyin bedelini peşinen ödemek. * Para olarak bulunan servet. * Vezin ve ayarı tamam olan para. * Bir şeye hırsızlamasına bakma. * Seçmek. * Saymak. NAKDEN Para olarak, peşin, elden. NAKDÎ Paraca, peşin para ile. Para ile alâkalı ve paraya müteallik. NAKD-İ CÂN En kıymetli olan şey. NAKD-İ MEVCUD Mevcud olan para, elde bulunan para. NAKDİNE Hazır ve peşin para. * Kıymetli ve değerli mal. NAKDİNE-İ HAYAT Hayatın kıymeti. NA-KERDE f. Yapılmamış, olmamış. NA-KES f. Hasis olan. * Zelil, insaniyetsiz, alçak, deni. NA-KESAN (Nâ-kes. C.) Alçaklar, âdi insanlar, insaniyetsiz kimseler. * Cimriler, tamahkârlar, pintiler, hasis kişiler. NA-KESÂNE f. Alçakçasına. * Cimrilik ve tamahkârlıkla. NAKF (C: Nuküf-Enkâf) Başı dimağından yarmak. * Bakış, nazar. NAKH Teftiş etmek, kontrol etmek. NAKH Başı dimağından yarmak. NAKIBE (C.: Nukab) Kişinin yan tarafında çıkan çıban. NAKID Bir şeyin iyisini kötüsünden veya bozuğundan ayıran. * Tenkidci, ayarcı. Paranın kalbını anlayan. * Dinar, dirhem. NAKIF Kırıcı, kıran. * Bakan, nâzır. NAKIH (C.: Nukuh) Tam olarak iyileşip hastalıktan kurtulmayan. NAKIL İleten, taşıyan, aktaran, nakleden. * Tercüme eden. * İşittiğini anlatan. NAKILE Nakleden. * Cereyan geçiren. NAKIL-I AHBAR Haberler nakleden. NAKILMECLİS Söz taşıyan. Dedikoduculuk yapan. Gammaz. NAKIR Nişana isabet eden ok. NAKIS Ekşi şarap. NAKIS Noksan, eksik. Tamam olmayan. Gr: Yalnız son harfi harf-i illet olan kelime $ gibi. * Mat: Eksi. Negatif. (Bak: Kâmil) NAKISAT (Nâkıs. C.) Nâkıslar. Noksanı olanlar. Eksiği bulunanlar. NAKISAT-ÜL AKL Aklı kısa. * Mc: Kadın. NAKIS-UL İYAR Ayarı bozuk. NAKIYY Pak, temiz, nazif. NAKIZ (Nakz. dan) Bozan, bozucu. NAKİ (Nakiye) Temiz, pâk. * Çok takvalı, temiz insan. * Has undan yapılmış beyaz ekmek. NAKİ' (C.: Enkia) Kuru üzümü su içinde ıslatarak yapılan şarap. * İçinde hurma ıslatılan havuz. * Suyu çok olan kuyu. * Kandıran, kandırıcı. NAKİ' Tâze. * Şifâlı devâ. NAKİA (C.: Nekâyi') Seferden gelen kimse için hazırlanan yemek. * Yağma edilen hayvanlardan taksimattan önce boğazladıkları deve ve koyun. * Damat için hazırlanan yemek. * Ziyafet. NAKİB Vekil. Bir kavim veya kabilenin reisi veya vekili. Halkın hayırlısı. * En eski derviş veya dede. * Müfettiş. NAKİBE Akıl. Nefs. * İnsan ruhu. NAKİD (Bak: Nakd) NAKİH (Nekahet. den) Hastalıktan yeni kurtulmuş olup henüz zayıf olan kimse. NAKİHE Nikâhlı kadın eş. NAKİK Kurbağa, akrep ve tavuk sesleri. NAKİL Yol, tarik. * Bir yürüme çeşidi. NAKİL Nakleden, işittiğini anlatan. NAKİL Vazgeçen, cayan, dönen. * Çekinen, kaçınan. NAKİLE (C.: Nekâyil) Ayakkabıya yapılan yama. NAKİME Asıl, cevher. Kendi, nefis. * Nefsi mübarek olan. NAKİR Gadaplı, kızgın. NAKİR Bir insanın hem cins ve aslı. * Gayet fakir. * Bir nevi kara sinek. * Ağzı dar olan küçük kab. * Hurma çekirdeğinin arkasındaki beyaz çukur. * Kıymetsiz şey. NAKİS Bozan, çözen, üzen veya dağıtan. * Rücu eden. Dönen. NAKİS (Noksan. dan) Eksik. Tamam olmayan. NAKİS Bayağı, alçak. * Başını daima öne eğen adam. NAKİSE Kusur, ayıb, eksiklik, kabahat, noksanlık. * Gıybet. NAKİSEDÂR f. Eksiği bulunan. Kusuru olan. Kusurlu. NAKİŞ Parça parça ve dağınık olan eşyaların bir yerde veya bir çuval içinde toplanması. * Benzer, misil. NAKİT Dişi keklik. NAKİZ(E) (Nakz. dan) Zıt, karşı. Birbirine karşı, zıt olan şey veya iş. * Man: Bir şeyin, bir kaziyenin hükmüne, mânasına muhalif olan veya ondan başka kaziye. Bir şeyi ref'eden şey. (Meselâ: "Her insan hayvandır. Bazı insan hayvan değildir." kaziyeleri birbirinin nakizidir. Nakiz ile zıd beyninde fark vardır. Nakizeyn; ne cem' olurlar, ne de ma'dum. Zıddeyn; cem' olmazlar, ikisi de bir arada olmazlar, ma'dum olurlar. * Eyer ve semerden çıkan ses. NAKİZA Dağ içindeki yol. NAKİZEYN Karşılıklı iki zıt şey. NAKKA' Yanında olmayan şey için mübalağa yapan kimse. NAKKAB (Nakb. dan) Delici, delik açıcı. NAKKAD (Bak: Nekkad) Nakd eden. Paranın kalbını, sağlamını ayıran. * Tenkidci, bir şeyin iyisini kötüsünü ayıran. * İmam, hatib. NAKKAF Temkinli kimse, iyi niyet sâhibi olan kişi. NAKKAL (Nakl. dan) Nakledici. * Hikâyeci. Hikâye anlatan. NAKKAR Müzik, çalgı. * Gagalıyan. * Ağaç, taş ve madeni eşyayı oyarak ve çukurlaştırıp kabartarak ona mücessem şekiller veren sanatkârlar. NAKKARE (Bak: Nakare) NAKKAŞ Nakış yapan. Duvar nakışları yapan usta. Süsleme san'atkârı. NAKKAŞE Nakış yapan kadın. Nakışçı. NAKKAŞ-I EZELÎ Ezeli Nakkaş. Ezeli olup her şeyin nakşını yapan. Allah (C.C.) NAKL Bir şeyi başka bir yere götürmek, taşımak, yer değiştirmek. * Anlatmak, duyduğu bir şeyi başkasına hikâye etmek, rivâyet etmek. * Bir dilden başka dile çevirmek, terceme etmek. * Eski mest ve çizme. * Yırtık elbiseyi yamamak. NAKL-BEND f. Hikâyeci. Masal uyduran. NAKLEN Nakil yoluyla. Anlatmak veya hikâye etmek suretiyle. NAKLÎ Nakliye ile, taşıma ile ilgili. * Akla değil de nakle dayanan, yani söylenen hakikat. NAKLÎ DELİL Şer'î hükümler için naklî delil esastır. Yalnız akıl ile din namına hüküm getirilmez ve böyle bir hükmün dinle alâkası olmaz. Dinî meselelerde aklın ve ilmin vazifesi; dinî hükümlerdeki hikmetleri ve hakkaniyet delillerini görüp izhar etmektir. Kur'anın bazı âyetlerinde yapılan akla havaleler ve Kur'andan herkesin istifade etmesine ait hususlar ise: Tefekkür, faziletler ve havf ü rica ve bilhassa, ahkâm-ı diniyenin hikmetlerini ve hakkaniyet delillerini görmek gibi ibret derslerine ait olup, ahkâm-ı şer'iyeye ait değildir. (Bak: Edille-i erbaa, Fetva) NAKL-İ HADİS Hadis-i şeriflerin nakledilmesi. NAKL-İ SAHİH Doğru, şüphesiz gelen haber nakli. NAKLİYAT Nakil işleri, taşıma işleri. * Anlatılanlardan öğrenilenler. * Nakiller. NAKLİYAT-I ASKERİYE Askerî kıt'aların; top, tüfek, cephane, teçhizat ve levazımatı ve her türlü seferî ihtiyaçlarıyla birlikte bir yerden kaldırıp başka bir yere gönderilmesi, nakledilmesi. Askerî nakliyat. NAKLİYE (C.: Nakliyat) Eşya taşıma işi. * Taşıma parası. NAKL-ÜD DEM Kan aktarma. NAKM (Nakmet) İntikam, öç alma. Eza vererek cezalandırma. NAKNAKA (C.: Nekanık) Kurbağanın ötmesi. Tavuğun gıdaklaması. * Ses. NAKR Oymak, kazmak. Taş oymak. * Kuşun yem toplaması. * Vurmak. * Sıklık vermek. * Ağaç üstüne nakşetmek. * Tanbur çalmak. * Üflemek. * Dille ıslık çalmak. * Parmak çıtlatmak. NAKRA Hususi dâvet, özel dâvet. NAKREŞE Gizli his. NAKS Nakletmek. * İfsad etmek, bozmak. * Evmek. Acele etmek. * Kimseye lâkap takmak. * Ayıplamak. * Kilise çanını çalmak. Çan çalmak, çana vurmak. NAKS Eksiklik, noksan, kusur. * Azaltma, eksiltme. (Bak: Nâkıs) NAKŞ Bir şeyi çeşitli renklerle boyamak. * Resim. * Tezyin etmek. * Bedene batmış dikeni çıkarmak. * Bir şeyin esasını araştırmak. * Yaymak. * Suda ıslanmış hurma. * İpekle, sırma ile işleme. * Mc: Hile. NAKŞ-BEND f. Kumaşların nakışlarını bağlayarak ipek tellerle tezgâhı hazırlayan. Nakış işleyen. * Ressam. NAKŞ-BENDÎ f. Kalbde zikir yoluyla, tefekkür ile İlâhî sevgiyi, uyanıklığı nakşa çalışan mânâsiyle, Şeyh Bahâüddin Nakş-bendî nâmındaki azîm bir velinin kurduğu ve en ziyade hafî zikre dayanan tarikata mensub olan.(Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A.) Mektubat'ında demiş ki: "Hakaik-ı imaniyeden bir mes'elenin inkişafını, binler ezvak ve mevaâcid ve keramata tercih ederim."Hem demiş ki: "Bütün tariklerin nokta-i müntehası, hakaik-ı imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.Hem demiş ki: "Velâyet üç kısımdır: Biri velâyet-i suğra ki, meşhur velâyettir. Biri velâyet-i vusta, biri velâyet-i kübradır. Velâyet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır."Hem demiş ki: "Tarik-ı Nakşîde iki kanad ile sülûk edilir." Yâni: Hakaik-ı imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez. NAKŞ-I DİL-FİRİB Gönül aldatıcı suret. NAKŞ-I KADEM Ayak izi. NAKŞ-I KİLKÎ Kalemle yapılan nakış. NAKŞ-PERDAZ f. Nakış yapan ressam. NAKŞ-PERDAZÎ f. Ressamlık. NAKŞ-TIRAZ f. Süslü işlemeler. NAKT Çıkarmak. NAKUR Sur gibi ağızla üflenerek çalınan boruya denir. Nakr; vurmak ve didiklemek mânalarına geldiği gibi, boru çalmak mânasına da gelir. Çünkü boru çalındığı zaman, içinden hava tazyiki ile didiklenmiş olacağı gibi, dışından da o ses, çarptığı kulakları didikleyeceği cihetle boruya "minkar" mânasıyla alâkadar olarak "nâkur" denilmiştir. Boru çalınmak, askerin seferi için hareket kumandası demek olduğu gibi, borusu ötmek de emir ve kumandasının nüfuzundan kinaye olur. E.T.) NAKUS Kiliselerde asılı bir vaziyette durup belirli vakitlerde çalınan çan. Kilisenin büyük çanı. NAKVET Bir şeyin seçkini.NAKZ : Bozmak. Çözmek. Kırmak. * Bir sözleşmeyi yok saymak. * Kalın bir şeridi çözüp dağıtmak. * Parmaklarda veya âzâda oynak yerler. * Kiriş. * Palan. Deri. NAKZ Halâs olmak, kurtulmak. NAKZ (Nakazân) (C.: Nevâkız) Sıçramak. * Talep etmek, istemek. NAKZAN (Nakzen) Bozarak, hükmü bozulmuş olarak. NAKZEYN İki zıt, zıtlar. Birbirine muhalif iki şey. NAKZ-I AHD Anlaşmayı bozma, muâhede hükümlerini bozma. Verilen sözde durmama. (Nebz-i ahd da denir) NA'L Nal. Ayağa giyilen tahta ayakkabı veya hayvanların ayağına çakılan demir. * Oturulacak yerlerin en aşağısı. NAL(E) f. İnilti, figân. * Kamış kalem. * Kamış düdük. * Şeker kamışı. NALAN f. İnleyen, sızlayan, figân eden. NA-LAYIK f. Lâyık olmayan. NALBANT (Na'l-bend) f. Nal takan. NA'L-BUR f. Nal, çivi vs. satan veya yapan kimse. Nalbur. NALÇE Küçük nal. * Yemeni, çizme gibi ayakkabılara vurulan hafif demir parçaları. (O.T.D.S.) NALE (Bak: Nâl) NALEKÂR f. İnleyen, figân eden, feryad eden. NALEKÜNAN (Nâle-künân) f. Feryad ederek, inleyerek. NALENDE f. İnleyen, feryad eden, inleyici. NALESENC f. İnleyen, inildiyen. NALESENCÎ f. İnleyicilik, feryad edicilik. NA'LEYN Bir çift ayakkabı. * Bir çift nalın. NALEZEN (Nâle-zen) f. İnleyen. İnildeyen. NALEZENAN f. İnildiyerek, inleyerek. NA'LÎ Nal biçiminde olan. NALİŞ f. İnleme, inilti, inleyiş. NALİŞKÂR (Nâlişker) f. İnleyen, inildiyen. NALİŞZEN f. İnleyen. NA'L-TIRAŞ f. Ağaç ayakkabı yapan kimse. * Nalıncı. NAM f. İsim, ad. Lâkab. Ün. Şan. * Vekillik. * Adres. NA'MA Rahatlık, nimet. Minnet, ihsan ve atiyye. İyi halde bulunmak. NA-MA'DUD f. Sayılmaz, çok. Sayısız. NA-MAĞLUB f. Yenilmez, mağlub edilmez. NA-MAHDUD f. Hudutsuz, sınırsız, sonsuz. NA-MAHREM f. Aralarında evlenmeğe mâni olacak kadar yakınlık bulunmayan. Şer'an evlenmeğe mâni akrabalığı olmayan erkek veya kadın. * Yabancı. NA-MAHREMİYET f. Namahremlik. NA-MAHSUR f. Sonu olmayan, sınırlanmamış, sonsuz. NA-MAKBUL f. Makbule geçmez, kabul olmayan. Kabul edilmeyen. NA-MA'KUL f. Akla uygun gelmeyen. Akıl almayan. Mâkul olmıyan. NA-MA'LUM f. Bilinmiyen, bilinmemiş, ma'lum olmayan. NAMAN (Nam. C.) f. İsimler, adlar. NA'MAN Tâif yolunda Arafata çıkar bir derenin adı. NA-MA'RUF f. Tanınmayan, bilinmeyen, ma'ruf olmayan. NA-MARZİ f. Beğenilmeyen, arzu ve isteğe uygun olmayan. NA-MATBU f. Basılmamış, tab edilmemiş yazı. NAM-AVER (C.: Nam-âverân) f. Ünlü, meşhur, ad salmış. NAM-ÂVERÂN (Nam-âver. C.) Namlı kişiler, ad salmış kimseler, ünlüler, meşhurlar. NAMAZ f. İslâmın beş şartından birisidir. * Duâ. * Zikir. * Kur'an. * Kunut. * Rüku. * Salât. * Şükür. * Tesbih. * Secde. * Hamd. (Bak: Salât - Târik-üs salât)(Arkadaş! Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvi bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezbetmek namazın şe'nindendir. Namazın erkânı, "Fütühat-ı Mekkiye"nin şerhettiği gibi, öyle esrarı hâvidir ki, her vicdanın muhabbetini celbetmek, namazın şe'nindendir. Namaz, Hâlik-ı Zülcelâl tarafından her yirmidört saat zarfında tayin edilen vakitlerde mânevi huzuruna yapılan bir davettir. Bu davetin şe'nindendir ki, her kalb, kemal-i şevk ve iştiyakla icabet etsin. Ve mi'racvari olan o yüksek münâcâta mazhar olsun.Namaz; kalblerde azamet-i İlâhiyyeyi tesbit ve idame.. ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlâhiyyenin kanununa itaat.. ve nizam-ı Rabbâniye imtisal ettirmek için yegâne İlâhî bir vesiledir. Zaten insan, medeni olduğu cihetle, şahsî ve içtimaî hayatını kurtarmak için, o kanun-u İlâhîye muhtaçtır. O vesileye müracaat etmeyen veya tenbellikle namazı terkeden veyahut kıymetini bilmeyen; ne kadar câhil, ne derece hâsir, ne kadar zararlı olduğunu bilâhare anlar, ama iş işten geçer. İ.İ.) NAMAZGÂH Namaz kılınan yer. İbadetgâh. Eskiden şehir dışında, kırda ve sed üzerinde mihrab konulmak suretiyle namaz kılınmak için yapılan yere verilen addır. * Bir kasabanın bütün halkını bir arada bulunduran geniş sahaya da bu ad verilirdi. Bayramlarda ve fevkalâde günlerde kasaba ve civar köyler halkı hep birden orada toplanırlardı. NAMAZGÜZAR f. Namazlarını kılan, namazlarını eda eden. NAMBERDAR f. Şanlı, ünlü, ad salmış, meşhur. NAMCU(Y) (C.: Namcuyân) f. Nam arayan. * Yiğit. NAMCUYÂN (Namcu. C.) f. Ün arayanlar, nam arayanlar. * Yiğitler, kahramanlar. NAMDAR f. Ünlü, şöhretli, meşhur. NAMDARÂN (Namdar. C.) Ünlüler, namlılar, meşhurlar. NAMDARÎ f. Namdarlık, ünlülük, meşhur olma. NAME f. Mektub. Risale. Kitap. NA'ME Derinin nazik olması. * Hoş dirlikli olmak. NAMEAVER (Name-âver) f. Mektup götüren. NAMEBER f. Mektup götüren, nameâver. NA-MEFHUM f. Anlamsız, mânasız, anlaşılmaz. NAME-İ HİCRAN Hicrân mektubu. Ayrılık, mektubu. NAME-İ HÜMAYUN Tar: Osmanlı Padişahları tarafından İslâm ve Hristiyan Hükümdarlarla Osmanlı Devletine tâbi imtiyazlı olar Mekke Şerifine, Kırım Hanına, Eflâk ve Boğdan Voyvodalarına, Erdel Kralına, Gürcü ve Dağıstan Hanlarına gönderilen mektublara verilen addır. NAME-İ NUR Nurun mektubu. Saadet verici mânâlar yazılı kâğıt. NA-ME'MUL f. Umulmadık, beklenmedik anda. NA-MERBUT f. Rabıtasız, mânâsız, anlamsız, saçma sapan. NA-MERD f. Korkak. * İnsaniyetsiz, sözünde durmayan. Alçak, insanlık hislerinden habersiz. NÂ-MERDÂNE f. Namerdcesine, alçakçasına. NÂ-MERDÎ f. Namerdlik, alçaklık, zillet. * Korkaklık. NAME-RES f. Mektup ulaştıran, mektup eriştiren. NA-MERGUB f. Beğenilmeyen, rağbet olunmayan. NA-MER'Î f. Görülmez. Mer'î olmayan. NA-MESBUK f. Benzeri hiç olmamış, geçmemiş. NA-MESMU' f. İşitilmeğe değmez. * İşitilmemiş, duyulmamış. NA-MESTUR f. Açık, meydanda, âşikâr. * Örtülmemiş. NA-MES'UD f. Mes'ud ve mübârek olmayan. Uğursuz. NA-MEŞHUD f. Gözle görülmemiş, şâhit olunmamış. NA-MEŞRU f. Meşru olmayan, şeriat harici. * Kanunsuz, uygunsuz. * Günah olan şeyler. NA-MEVZUN f. Ahenksiz, ölçüsüz, vezinsiz, orantısız. * Edb: Vezni bozuk veya hiç olmayan manzume. NA-MEYSUR f. Ele geçirememiş. Elde edememiş. * İşi kolaylaştırılmış. NAM-I MÜSTEAR Takma isim. NAM-I ŞERİF Mübarek isim, şerefli ad. NAMIK Kâtib, yazıcı. NAMIK KEMAL (Mi: 1840 - 1888) Tekirdağ'lı olup İslâm mücahidlerindendir. Yeni Osmanlılık hareketine vatan mefhumunu sokmuş, "Firâki, hapsi, nefyi kadr-i nâmusumla gördüm hep" diye haklı olduğunu dâima müdâfaa etmiştir. Ehl-i kemâl bir zat olduğu, davasının istikameti ve samimiyetinden anlaşılır.Hayatının sonlarına doğru Osmanlı İmparatorluğunun ve İslâm dünyasının kurtuluşunu "ittihad-ı İslâm" da görmüş ve bu uğurda gayret göstermiştir. Bu emelini, yazdığı " Celâleddin-i Harzemşah, Salahaddin-i Eyyubi, Yavuz Sultan Selim ve Fâtih Sultan Mehmed" isimli eserlerinde ortaya koymuştur. Mezarı Bolayır'dadır. NAMİ(YE) Büyüyen, artan, ürmee kuvveti olan. Nebat ve hayvandaki büyüyüp gelişme kuvveti. * Farsçada: Namlı, şöhretli, ünlü. NA-MİHR-BAN f. Vefasız, sevgisiz, muhabbetsiz. NA-MİHR-BANÎ f. Vefasızlık, sevgisizlik, muhabbetsizlik. NAMİSA (C.: Namisât) Kadınları süsleyip yüzlerinin kılını yolan kadın. NAMİYE (Bak: Nami) NAMİYEBER f. Hayat verici. NA-MİZAC f. Keyifsiz, rahatsız, hasta. NA-MİZACÎ f. Keyifsizlik, rahatsızlık, hastalık. NA-MURAD f. Mahrum kalan, muradına eremeyen. NAMUS Irz, iffet, edeb, hayâ. * Şeriat. * Melâike. * İrade-i İlâhiyenin tecellisi. * Nizam. * Emniyet ve istikamet gibi faziletlerin muhassalası olan pek kıymetli haslet. * Bir kimsenin mahrem, gizli esrarı olup işleri ve hallerinin iç yüzüne vakıf ve muttali kimseye denir. * Hayırlara ait gizli hâllerin hâmil ve vâkıfı olan. Bu mânada Cebrâil Aleyhisselâm'a ıtlak olunur. Sair melâikenin vâkıf olmadıkları vahyin sırlarına vakıf ve mahrem olması cihetiyle ona namus-u ekber denilmiştir. * Hâzık. * Mahir. * Av ve tuzak. * Nemmam mânâsiyle fitneci ve koğucu. * Birisinin hilesine siper ettiği şeye ve arslan yatağına da bu mâna verilmiştir. * Temizlik, doğruluk. ( Bak: Desâtir) NAMUSİYYE Yatan kimselerin başkaları tarafından görülmemeleri için, yatağın etrafına çekilen perde. NAMUSKÂR f. Namuslu. * Doğru adam. NAMUSPERVER f. Namuslu. NAMUS-U MÜCESSEM Çok namuslu olan. NA-MUTASAVVER f. Hatır ve hayale gelmez. NA-MUVAFIK f. Muvafık gelmeyen, uygun olmayan. NA-MÜBAREK f. Uğursuz, meymenetsiz. NA-MÜHEZZEB f. Terbiye görmemiş, ıslah edilmemiş. NA-MÜLAYİM f. Uygun olmayan. * Çetin, sert. NA-MÜNASİB f. Münâsebetsiz, yakışıksız, uygunsuz, uygun olmayan. NA-MÜSAİD f. Elverişsiz. Müsaid olmayan. NA-MÜSTAİD f. Müstaid olmayan. Olgunlaşma kabiliyeti olmayan. İstidatsız. NA-MÜTENAHİ f. Sonsuz, ucu bucağı olmayan. Nihâyetsiz. NA-MÜVECCEH f. Yöneltilmemiş, tevcih edilmemiş. NA-MÜYESSER f. Elden gelmeyen, müyesser olmayan. NAMVER (C.: Namverân) Namlı, adlı, meşhur, ünlü. NAMZED (Nâm-zed) f. İsteyen veya istenilen kimse. * Sözlü. Nişanlı. * Bir vazifeye tayin edilmesini isteyen veya istenilen kişi. Aday. NAN f. Ekmek. NA'NA (C.: Neâni-Ne'nâ') Nâne. * Uzun boylu adam. NA'NAA Irak etmek, uzaklaştırmak. * Hızlı konuşmak, tez tez söylemek. * Katı deprenmek. * Yemeğe nane koymak. NANCU (Nâncuy) f. Ekmek arayan. Dilenci. NANE MOLLA Mc: Beceriksiz, işe yaramaz, ağır hareketli mânalarında kullanılan bir tâbirdir. NANHAH Ekmek isteyen. Dilenci. NANHOR f. Dilenci. NANKÖR f. Gördüğü iyiliği unutan, nimeti inkâr eden. Nimetin şükrünü eda etmeyen, gafil. NANPARE f. Ekmek parçası. Bir lokma ekmek. * Geçime yarayan iş. NANPÜZ f. Ekmekçi, ekmek pişiren. NANÜ f. Ninni. NA-PÂK f. Temiz olmayan, pis, kirli. NA-PÂKÂN (Nâpâk. C.) Murdarlar, pisler. NÂ-PÂKÎ f. Pislik, murdarlık. NA-PAYDAR f. Süreksiz, geçici. Sebatsız, kararsız, durmaz. NA-PERVA f. Pervasız, korkusuz, aldırışsız, çekinmez. * Sersem. NA-PESEND f. Beğenilmez. NA-PEYDA f. Görünmeyen, açıkta değil, belirsiz. NA-PEZİR f. Olmaz, olamaz, kabul etmez. NA-PUHTE f. Ham, çiğ, pişmemiş. * Mc: Acemi, tecrübesiz, toy. NAR (C.: Niran, envar, niyere, niyâr) Ateş. Cehennem. * Bir meyve adı. * Mc: Allahın gadabı. * Yakıcı, azab verici her şey. Şer. Dalâlet. Sefâhet. NA'R Çağırmak. * Haykırmak. * Burun içinden çıkan ses. * Gitmek. * Firar, kaçmak. * Galeyan. NA'RA (C.: Na'rât) Yüksek sesle uzun uzun bağırma. * Tar: Eskiden yangına giderken ve dönerken kalabalık caddelerde, geçitlerde, dönemeçlerde, meydanlarda tulumbacıların içlerinden "naracı" adı verilen birinin bağırması yerinde kullanılır bir tâbirdir. Nâra atmakla yangın münasebetiyle sokağa fırlayan halkı çiğnenmekten kurtarmak için insanî bir maksad tâkib edilmekle beraber, daha ziyade caka satılırdı. (O.T.D.S.) NA-RAST f. Eğri. Doğru olmayan. NA'RAT (Bak: Na'ra) NARBAC Nar aşı. NARBÜN f. Nar ağacı. NARCİL Hindistan cevizi. NARCİS Nergis. NARCİSTAN Nergislik. NARÇİL f. Hindistan cevizi. Ceviz-i Hindî. NARDA f. Lâyık değil. NARDAN f. Gözyaşı damlaları. * Nar tâneleri. * Mangal. NARDENK f. Erik, nar, elma, kızılcık gibi meyvelerden çıkarılan ekşimsi pekmez. NARDEŞİR Tavla oyunu. NA'RE Nâra. Yüksek sesle uzun uzun bağırma. Çağırma. Haykırma. * Burun içinden çıkan ses. NA'RE-ENDÂZ f. Nâra atan. Yüksek sesle uzun uzun bağıran. NA-REFTE f. Gidilmemiş, geçilmemiş. Kimsenin gidip geçmediği yer. NARENC f. Portakal. * Turunç. NARENCÎ Turunç renginde. NARENCİYE Turunçgiller. (Mandalina, portakal, limon gibi meyveler.) NARENEC (Nârnic) Hindistan'da yetişen ve turunç ağacına benzeyen bir ağaç. NA-RESA f. Yetişmemiş, ham. * Uygun ve münasib olmayan. NA-RESAYÎ f. Uygunsuzluk, münasebetsizlik. * Hamlık. NA-RESİDE Yetişmemiş, körpe. * Büluğa ermemiş. NA-REŞİD f. Kemâle ermemiş, olgunlaşmamış. NA-REVA Yakışıksız, reva olmayan. Münâsib ve lâyık olmayan. NA'REZEN f. Nâra atan. Yüksek sesle uzun uzun bağıran. NARGİL f. Hindistan cevizi. NARH (Aslı "Nirh" dir) Yiyecek maddelerine belediyenin koyduğu fiat. NAR-I BEYZA Akkor, beyaz ateş mânâsında olan bu tâbir fizikte: 1800 derece kadar olan hararette erimeyen cismin sıcaklık hâli demektir. * Bir meyve adı.(Hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyza hâlinde ateşin bir derecesi var ki; harareti etrafına neşretmiyor ve etrafındaki harareti kendine celbettiği için, şu tarz bürudetle, etrafındaki su gibi mâyi şeyleri incimad ettirip, mânen bürudetiyle ihrak eder. İşte zemherir, bürudetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecâtına ve umum envâına câmi olan Cehennem içinde, elbette zemherir'in bulunması zaruridir. S.) NAR-I HAYAT Canlıya lüzumlu bulunan sıcaklık. Vücudun harareti. (Bak: Hararet-i gariziye) NARÎ (Bak: Nariyye) NARİN f. İnce, zayıf, nazik. * İç oda. NARİS f. Ham meyva. NARİYYE Nar ile alâkalı, nara mensub. Ateşten, yanıp tutuşur, patlar olan şey. NARKOTİK yun. Afyon, morfin gibi uyuşturucu maddelerin genel adı. NAS Iraklık, uzaklık. NAS f. İnsanlar. NA'S Uykusu gelmek. Uyku bastırmak. NAS SURESİ Kur'an-ı Kerim'de 114. Sure. (Bak: Muavvezetân) NASA Kaldırmak. * Engel olmak, men'etmek. NASAB Dert. * Zahmet, meşakkat. NASAF Hizmetçi, uşak. NA-SAF f. Saf ve hâlis olmayan. Saf olmayıp karışık olan. NASAFE Hizmet etmek. NASAHA Öğüt vermek, nasihat etmek. NASAİB (Nasibe. C.) Dikili taşlar. NASAL Temrenci. NA'SAN Uykusu gelmiş olan adam. NASARA Hristiyanlar. Nasraniler. Hz. İsa'ya (A.S.) ilk önceleri Nâsıra Karyesindeki ahali yardım ettiklerinden, onlara "Nasara" ismi verilmiştir. NA-SAVAB f. Doğru olmayan, yanlış. NASAYİH (Nasihat. C.) Nasihatlar. Öğütler. NA-SAZ f. Münasebetsiz. uygunsuz, uymaz. NA-SAZÎ f. Uygunsuzluk, münasebetsizlik, uymazlık. NA-SAZKÂR f. Uygun görmeyen, muhâlif. * Beklenmemiş, işitilmemiş. * Münâsebetsiz işle uğraşan. NA-SAZKÂRÎ f. Uygunsuz iş yapma, münâsebetsiz iş görme. * Zıtlık, uygunsuzluk. NASB Dikme. Bir rütbe alma. Bir memurluğa tayin edilme. * Gr: Arapçada kelimenin i'rabının mensub ( üstün) olması, yani; (e, a) diye okunuşu. NASBA Doğru boynuzlu koyun ve keçi. NASBETMEK Kelimenin son harfinin harekesini (E) diye okutmak. * Tâyin etmek. NASB-ÜL AYN Göz dikilmesi. Bir şeye hırsla ve şiddetli arzu ile bakmak, göz dikmek. NA'SEL Erkek sırtlan. * Uzun sakallı bir kimsenin adı. NA'SELE Yaşlıların yürüyüşü. NA-SENCİDE f. Ölçülmemiş, tartılmamış. * İyi düşünülmemiş. * Değerlenmemiş. NASERE f. Ayarı bozuk para. NA-SEZA f. Münasib olmayan, lâyık olmayan. NASFET (Nasafet) İnsaf. Haklılık. Bir şeyin yarısını almak. Hakkaniyet. İnsanları, kanunların şümulüne girmeyen hakları te'min ve ifasına zorlayan fotri adâlet hissi. NASI' Her nesnenin hâlisi. * şiddetli beyaz olan. NASIBE (Bk: Nasibe) NASIF Geo: Açıyı iki eşit parçaya bölen doğru. Açı ortayı. NASIFE (C.: Nevâsıf) Su mecrası, su yolu. NASIH (Bak: Nâsih) NASIR Yardımcı, yardım eden, nusret veren. Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi. NASIRÎN (Nâsır. C.) Yardım edenler, yardımcılar. NASİ Unutan, nisyan eden. NASİB Pay, hisse, kısmet. * Bir kimsenin elde edebildiği şey. NASİB Nasbeden, bir şeyi bir şeye diken. * Gr: Harfi (e) diye üstün okutan. NASİBDAR f. Nasibi olan. Hissedar. NASİBDAŞ f. Hissede beraber, nasipte eş olan. NASİBE (C.: Nesâib) Yollara dikilen işaret taşı. Bir yere dikilen taş. NASİBE Müfrit Haricîlerden ve Emevîlerden ve Hz. Ali'ye (R.A.) çok muhalif olan zümrenin adı. NASİC (Nesc. den) Dokuyan, nesceden. * Düzenleyen, tertib eden, sıralayan. NASİF Baş örtüsü. NASİH (Nâsiha) (Nush. dan) Öğüt veren, nasihat eden.(...Hastalık ise birden gözünü açtırır. Vücuduna ve cesedine der ki: "Lâyemut değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni yaradanı düşün. Kabre gireceğini bil, öyle hazırlan." İşte hastalık bu nokta-i nazardan hiç aldatmaz bir nâsih ve ikaz edici bir mürşiddir. Ondan şekva değil, belki bu cihette ona teşekkür etmek; eğer fazla ağır gelse sabır istemek gerektir. L.) NASİH Nasihat eden, öğüt veren. * İçi temiz adam. NASİH (Nesh. den) Battal eden, hükümsüz bırakan. * Kitabın kopyasını çıkaran. NASİHÂNE f. Öğüt vererek, nasihat ederek. NASİHAT İbret verici ders, tavsiye, ihtar, öğüt. NASİHAT-ÂMİZ f. İçinden öğüt alınacak söz. NASİHATGER f. Nasihat eden, öğüt veren. NASİHATKÂR f. Nasihat eden, öğüt veren. NASİHAT-NÂPEZİR f. Nasihat dinlemez, öğüt tutmaz. NASİHATPEZİR f. Nasihat tutar, öğüt tutar, öğüt dinler. NASİK Allah yolunda ibâdet eden, dine bağlı, zâhid. NASİK (Nesak. dan) Düzenleyen, tertib eden. NASİL Kıl dökücü ilâç. NASİL Çenelerin altından boyun ile başın kavuştuğu yerde olan mafsal. NA-SİPAS f. Nankör. Şükretmeyen. NASİR Nusret eden, zafer veren. Yardımcı. Muin. NASİR Nesir yazan. * Saçan, yayan. NASİYE Çehrenin gösterişi, alın, yüz. NASİYE-PİRA f. Alnı süsleyen. NASİYESÂ f. Alnını yere süren. NASİYE-SÂZÎ f. Alnını yere sürme. NASİYY Yaş ot. NASİYYE Nass oluş. Kat'ilik, şüphesizlik, kesinlik. (Bak: Nass) NASL Okun ucundaki sivri demir. okun uçmasına yardım eden kanatlar. NASNAA Depretmek. * Devenin, kalkarken dizi üstünde çok eğlenmesi. NASR Yardım, üstünlük, yenme, galip kılma. * Yağmurun her yeri sulaması. NASR SURESİ Kur'an-ı Kerim'deki 110. Sure. İza-câe veya Tevdi' Suresi de denir. NASRANİ Hristiyanlıkla alâkalı ve ona mensub olan. Hristiyanlardan olan. (Bak: Nasara) NASRANİYET Hristiyanlık.(Nasraniyet, ya intifa veya ıstıfa edip İslâmiyete karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet, bir kaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmağa hazırlanıyor, ya intifa bulup sönecek veya hakiki Nasraniyetin esasını câmi' olan Hakaik-ı İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır.İşte bu sırr-ı azime Hz. Peygamber (A.S.M.) işaret etmiştir ki; "Hz. İsa nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir." M.) NASREDDİN (Nasr-üd din) Dine yardımı dokunan. NASREDDİN HOCA (Mi: 1208 -1284) Mizahlı, güldürücü sözleri ile meşhur bir zâttır. Akşehir, Sivrihisar Medreselerinde okumuş, Selçuklular zamanında yaşamıştır. NASRULLAH Allah'ın yardımı. NASS Kat'ilik, kesinlik, açıklık. Te'vile ihtimali olmayan söz veya delil. * Kur'ân-ı Kerim veya Hadis-i Şerifde bir iş ve mes'ele hakkında olan açıklık ve bu şekilde açık olan kelâm ve âyet. Akide. * Bir haberi kimden aldığını söyleyerek, en nihayet o haberi ilk söyleyene kadar nakledilişi isbat etmek.Bazılarınca istihraç ve izhar mânâlarından me'huzdur. Bir şeyin belâğ ve nihayetine denir. Bundan başka: Delil, haber, seyr-i şedid, ref', hüccet, bürhan, zuhur mânalarına da gelir. NASSAH Terzi, hayyat. NASS-I HADİS Hadisin açık, gerçek ifadesi. Muhtemeli olmayan sağlam mânaya delâlet eden lâfız. Delil mânâsına olan "Nass-ül fukaha" bundan alınmıştır. NASS-I KATI' Mânâsı açık olan Kur'an âyetlerinden delil olarak gösterilen âyet. NASSÎ Nass'a ait. Her türlü şübhe ve tereddüdün ve tenkidin üstünde tutulacak şekilde olan kesinlik, kat'ilik, açıklık. Bedahet. * Âyet ve hadisle doğruluğu sâbit olan. NASSİYE (yun: Dogmatizm) Fls: Bir görüşün doğruluğuna peşin olarak inanan ve bu inanışlarını tenkide tabi tutmayanların düşünüş tarzı. Son heceleri .. izm ile biten görüşler, taraftarlarınca peşin olarak kabul edildiklerinden birer dogmatik görüş örneğidir. Meselâ; komünizm, materyalizm, darvinizim, birer dogmatizm mâhiyetindedirler. İslâmda zorlama yoktur, inanç için bilgi ve tefekkür esastır. Hakiki düşünce hürriyeti İslâmda vardır. İslâm dışında ...izmle biten görüşler önderlerini tartışılmaz otorite olarak kabul eder ve karşı görüşte olanlara her türlü baskı ve zulmü reva görürler. NAST Sükut. Konuşurken dinlemek için susmak. NA-SUDE f. Dinlenmemiş, istirahat etmemiş. NASUH Hâlis. Temiz. Kesin, kat'i. * Çok nasihat eden. NASUHÎ (Nasuhiyye) Bozulmaz şekilde tövbe eden. NASUR Göz pınarında, mak'at havâlisinde ve diş etlerinde olur bir hastalık. NASUS (Bak: Nass) NASUT İnsanlık. İnsanlar ve onlarla alâkalı şeyler. NASUTÎ Dünya ile ilgili, insanlığa ait, insanlıkla ilgili. NASUTİYÂN İnsanlar. NA-SÜFTE f. Delinmemiş, deliksiz. NASYE Her nesnenin iyisi. NA'Ş Kefene sarılıp tabuta konmuş ölü. * Cansız vücud. NA-ŞAD f. Sevinçli olmayan, mahzun, tasalı, kederli. NA-ŞADÎ f. Hüzünlü ve kederli oluş, gamlılık. NA-ŞAYESTE f. Lâyık olmayan. Lâyık değil. NAŞIT Büyük yoldan ayrılan küçük yol. * Vahşi sığır. Bir burçtan başka burca varan yıldız. * Neşeli ve şen adam. NAŞİ Neş'et eden, yeniden vücuda gelen, yetişen, yetişmiş. * Delil, dolayı, ötürü, sebebiyle. * Geceleyin meydana gelip zâhir olan şey. * Yetişmiş oğlan veya kız. NAŞİB Hâfız. * Ok sahibi. İçine girip yapışan nesne. NAŞİD(E) (Neşide. den) Şiir söyleyen, şiir okuyan, şiir yazan. NAŞİE Delil. Zuhur. * Gündüz veya gecenin evvelki saati. * Uykudan sonra kalkmak hali ve uyanık olduğumuz hal. NA-ŞİKİB f. Sabırsız. NA-ŞİKİBÂNE f. Sabırsızlıkla. NA-ŞİKİBÂNÎ f. Sabırsızlık. NA-ŞİKİBÎ f. Sabırsızlık. NAŞİLE Eti az olan. NA-ŞİNAS f. Bilmez, câhil. * Tanımaz olan, tanımayan. NA-ŞİNİDE f. Duyulmamış, işitilmemiş. NAŞİR Neşreden, yayan. * Bir müellifin eserini bastırıp çıkartan. Editör. NAŞİRE (C.: Nevâşir) Kolu açan adale. * Kuruyup yağmurdan yeşeren ot. NA-ŞİTA f. Sabahtan beri hiç bir şey yememiş olma. NAŞİTAT Meleklerden bir tâife. NAŞİZ Karısına karşı çok zâlim olan koca. * (Kalb) heyecanla coşma. * Kalkmış, kabarmış, atan (damar). NAŞİZE Kocasının hanesinden, izni olmaksızın çıkıp kendisini kocasından haksız yere men'eden kadın. Bu çıkış hakikaten olabileceği gibi, hükmen de olabilir. * Kabarmış, şişmiş. NA-ŞÜKÜFTE f. Açılmamış, taze. NA-ŞÜSTE f. Yıkanmamış. NA'T Medih ve senâ ederek, vasıflarını göstererek bir şeyi anlatmak. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâmı medhederek yazılan kaside. NAT' (NATA'-NIT') (C.: Nütu'-Entâ') Sahtiyan döşek. * Zahir olmak, âşikâre olmak, görünmek. NATAFAN Suyun seyelân etmesi, akması. NATAFE (C.: Nutuf) Küpe. NATAKTE Söyledin. (mânasına karşısındakine hitabdır) NA-TAMAM f. Tamamlanmamış, bitmemiş, yarı kalmış. NA-TAMAMÎ f. Eksiklik, noksanlık. NATEF Bulaşmak. * Fâsid olmak, bozulmak. NA-TERAŞ Mc: Terbiye görmemiş, kaba saba. Yontulmamış. NATES (C.: Entâs) Üstad, âlim. NA-TEVAN f. (Bak: Na-tuvan) NATFE (Nıtfe) : Kabarcık. * Ufacık sivilce. NATH Süsmek. Hayvanın, başı ile saldırması. NAT'-I ZEMİN Yer yüzü. Sath-ı Arz. NATIF Beyaz kaba helva. NATIH (C.: Nevâtıh) Boynuzuyla vuran, süsen hayvan. * Keder, sıkıntı, elem, mihnet. NATIK Konuşan. Söz eden, söyleyen, beyan eden. İdrak eden. Bildiren. Fikir ederek düşünen. * Altın ve gümüş gibi olan mal. NATIKA (Nutk. dan) Düşünüp söylemek hassası. Fesahat ve belâgatta söyleme kuvveti. Talâkat-ı lisan, güzel konuşabilme kabiliyeti. NATIKA-İ CEMİYET Cemiyetin nâtıkası, yâni: Söz söyleme kudreti. NATIKAPERDAZ f. Düzgün ve te'sirli söz söyleyen. NATIKIYYET Konuşmaklık, söz söylemeklik. NATIR (Nâtur) Bekçi. Bağ ve bostan bekçisi. NA-TIRAŞ f. Yontulmamış, tıraş olmamış, terbiye görmemiş. Ham, kaba. NATIS Bilgili, faziletli adam. NATİH (Nâtıh) : (C: Nevâtıh) Sana karşı gelen hayvan. * Şiddetli emir. NATİHA (C.: Netâyıh) Başka davar tarafından boynuzlanıp öldürülmüş olan davar. NATİŞ Kuvvet ve hareket. NATM Ulaştırmak, vardırmak. NATNAT (C.: Netânıt) Çok konuşan uzun boylu, akılsız kimse. NATNATA Çok söylemek, çok konuşmak. * Çekmek. NATS Nadas. NATŞ şiddet. Kuvvet. NATŞAN Susuz kalmış kişi. NATUH Çok süsen hayvan. NATUK (Nutk. dan) Güzel ve düzgün söz söyliyen. NATUL İlaçlarla kaynatıp mâlül kişinin az az başına dökülen su. NATURA Lât. Her canlının yapılış hususiyeti, bünye, yaratılış hali. NA-TUVAN (Nâtüvân) f. İktidarsız, zayıf, halsiz, kudretsiz, çâresiz. NA-TUVANÎ f. Güçsüzlük, zayıflık, kuvvetsizlik. NATÜRALİZM (Osm: Tabiiye) Fls: Kâinatta hâdiselerin ve varlıkların meydana gelişinde tabiat kuvvetleri dışında hiçbir sebep ve müessir kuvvet ve yaratıcı kabul etmeyen inkârcı, maddeci görüş. NATV Iraklık, uzaklık, bu'd. NAUR Kanı durmayan damar. * Değirmen kanadı. * Döndükçe gıcırdayan dolap. NAURE (C.: Nevâir) Bostan dolabı. NAUS Yüksek yer. NAUS f. Manastır, kilise. NA-ÜMİD f. Ümidsiz. Ümidi kırılmış. NA-ÜMİDÎ f. Ümit kırıklığı, ümitsizlik, me'yusiyet. NA-ÜSTÜVAR f. Dayanıksız, sağlam olmıyan. * Münasebetsiz. NAV f. Küçük gemi. Sandal, kayık. * İçi oyuk şey. NAVDÂN f. Oluk. NAVE f. Hamur teknesi. NAVEK f. Ok. NAVEK-ENDAZ f. Okçu. Ok atıcı. NAVEK-İ KALBÎ İçten, kalbden çekilen âh. NAVER f. (C.: Naverân) Olabilir, mümkün, kabil. NAVERÂN (Naver. C.) Olabilir şeyler, mümkün olan şeyler. NAVERD f. Savaş, harb, dövüş, ceng. NAVERDGÂH f. Savaş alanı, harb sahası, muharebe meydanı. NAVERDHÂH f. Savaş isteyen, muharebe arzulayan. NAVİ f. Üç direkli gemi. * İçi oyuk olan şey. NAVİCE f. Murdar, pis, habis, mülevves. NAVUS (C.: Nevâyis) Kâfirlerin ve Mecusilerin mevtalarını koydukları yer. NAY Ney. Kamış düdük. (Bak: Ney) NA'Y Ölüm haberi getirmek. NA-YAB f. Bulunmaz. * Benzeri olmaz. Nâdir. Ender. NAYBAN f. Ney çalan. NAY-ÇE f. Küçük ney. NA'YE Birisinin öldüğünü bildiren söz. * Bir adamın zünub ve kabahatini izhar ve işaa eden söz. NA-YESTE f. Lâyık olmıyan. NAYİ' Susuz. * Mâil, eğik. NAYÎ f. Ney çalan. NAYÎ Uzak. NAYİBE (C.: Nâibat-Nevâib) Musibet, belâ. * Zahmet, meşakkat. * Şiddet. NAYİHA Yas tutan kadın. NAYİL Atâ, bahşiş, hediye. NAYİN f. Kamıştan yapılmış, sazdan yapılmış. NAYVEŞ f. Ney gibi. NAYZEN f. Ney çalan. NAZ f. Bir şeyi beğenmeyiş, şımarıklık. * Beğendirmek maksadiyle kendini ağır satmak. * Celb-i muhabbet için edilen nezâket, letâfet ve zarafet. * Yalvarma, rica.(İşte ubudiyetin esası olan, acz ve fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı Uluhiyete karşı secde etmeğe bedel, naz ve fahr suretinde gidenler; zerrecik kalbini arşa müsavi tutar, katre gibi makamını deniz gibi evliyanın makamatı ile iltibas eder; kendini o büyük makamata yakıştırmak ve o makamda kendini muhafaza etmek için tasannuata, tekellüfata, mânâsız hodfüruşluğa ve birçok müşkülâta düşer. L.) NA'Z Münteşir olmak, yayılmak. * Kıvama gelmek. NAZAD (C.: Enzâd) şeref. * Üzerine herhangi bir şey konulan yüksekçe yer. NA-ZAD (Na-zade) f. Doğmamış. * Olmayacak. NAZAFET Pâklık, temizlik. NAZAH (C.: Enzâh) Havuz. NAZAİF (Nazif. C.) Nazifler. Nazafetli, temiz kimseler. NAZAİR Nazire. Nazireler. Benzerler, örnekler. NAZAN f. Nazlı. Nazdar. NAZAR Göz atmak. Mülahaza, düşünmek, bakmak, imrenerek bakmak, düşünce. Yan bakış, kötü bakış. Bir türlü kabul etmek. * Gözdeğmesi. * İltifat. * İtibar. NAZAR (Nazaret) Altın. * Tazelik. NAZARAN Nisbeten, nisbetle kıyaslı(Zeker). * Bakarak, görerek. NAZAR-BÂZ f. Neşe ile bakan. NAZAR-ENDAZ f. Göz atmak. Göz atan, bakan, nazar eden. NAZAR-FİRİB f. Göz aldatan. NAZAR-GÂH f. Bakılan yer. Nazar edilen yer. NAZAR-I HARAM Haram nazar. Nâmahremlere bakmak. (Bir genç hâfız, pek çok adamların dedikleri gibi dedi: "Bende unutkanlık hastalığı tezayüd ediyor, ne yapayım?" Dedim: Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme. Çünki rivayet var. İmam-ı Şafii'nin (R.A.) dediği gibi: Haram nazar, nisyan verir. Evet, ehl-i İslâmda, nazar-ı haram ziyadeleştikçe, hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip, vücudunda su'-i istimalât ile israfa girer. Haftada bir kaç def'a gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hâfızasına zaaf gelir.Evet, bu asırda açık saçıklık yüzünden, hususan bu memalik-i harrede o su'-i nazardan su'-i istimalât, umumi bir unutkanlık hastalığını netice vermeğe başlıyor. Herkes, cüz'î küllî o şekvadadır. İşte, bu umumî hastalığın tezayüdiyle, hadis-i şerifin verdiği müthiş bir haberin te'vili ucunda görünüyor. Ferman etmiş ki: "Âhirzamanda, hâfızların göğsünden Kur'an nez'ediliyor, çıkıyor, unutuluyor." Demek bu hastalık dehşetlenecek bazılarda o su'-i nazarla hıfz-ı Kur'an'a sed çekilecek; o hadisin te'vilini gösterecek. $ K.L.) NAZAR-I SAN'AT-PERVERANE San'atkârane bakış. NAZAR-I ŞÂRİ' İlâhi nazar. NAZAR-I ŞUHUD Şâhidlerin, şehâdet edenlerin görmesi ve tetkikleri. NAZAR-I TAKDİR Kıymet biçme bakışı, takdir bakışı. NAZARÎ (NAZARİYE) Nazara ve düşünceye ait. Yalnız görüş ve düşünce hâlinde bulunan ve tatbik edilmemiş hâlde olan bilgi. NAZARİYYÂT (Nazariye. C.) Görüşler. Düşünceler. Doğruluğu isbat edilmemiş ilmi görüşler. NAZAR-RÜBÂ f. Göz çeken. NAZBALİN f. Yastık. NAZBALİŞ f. Yastık. NAZC Olgunluk, olma, pişme, kıvam bulma. Yetişme. * Büluğa erme. Bâliğ olma. NAZC-I KABL-EL VAKT Zamanından önce büluğa erme. NAZD Her şeyi yerli yerine koymak. NAZDAR f. Nazlı. Naz yapan. Şımarık. * Meşhur bir cins lâle. NAZEKÎ Nâziklik, incelik. NAZENDE f. Nazlı, naz edici, naz yapan. NAZENİN f. İnce, nazlı, zayıf, lâtif, hoş eda olan, nazlı yetişmiş, şımarık. Oynak. Nazik endamlı NAZH Bulaşmak. NAZH Su serpmek, su saçmak. * Suyun çok olması. * Suyun, pınarından çıkıp akması. * Defetmek, kovmak. NAZH Su çekme. Herhangi bir yer, çukur veya kuyudan bir şeyler çıkarma. NAZHA Yağmur. NAZIC Olgun, pişmiş, kıvama gelmiş, yetişmiş. NAZIH (C.: Nevâzıh) Deve ile su çekilen kuyu. NAZIM Nizamlayan, nazmeden. Manzume yazan, düzenleyen. NAZIMÂNE f. Nazım olana yakışır surette. NAZIMÎN (Nâzım. C.) Tanzim edenler, düzenleyenler, nizama koyanlar. NAZIR Taze, tazeleşen. NAZIR (C.: Nüzzâr) Nazar eden, bakan. * Bir idarenin veya dairenin umur ve işlerine bakan en büyük memur. Bir işin idaresine memur reis. * Kabine azalarından herbiri. Nâzır. Vekil. Bakan. * Vâsinin yapacağı tasarruflara nezarette bulunmak üzere musi veya hâkim tarafından tayin olunan zat. (Ist. Fık. K.)(Bir noktayı tam yerinde icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahî lâzımdır. Zira, şu kitab-ı kebir-i kâinatın herbir harfinin, bâhusus zihayat herbir harfinin, herbir cümlesine müteveccih birer yüzü, nâzır birer gözü vardır. M.) NAZIRA Nazar eden, nezaret eden, bakan. * Göz. NAZIRA-HÂN f. Bakarak taklid eden. NAZIYY (C.: Enzâ) Boğaz. NAZİ' Çekici kimse. * Husumet eden, düşmanlık eden. NAZİAT Hz. Azrâil'in (A.S.) avenesi olan bir taife melâike ki; şerli ve kötü ruhlu insanların canlarını şiddetle alırlar. * Nez'edenler. Çekip koparanlar. NAZİAT SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 79. Suresidir. Sâhire ve Tâmme Suresi de denir. NAZİC Pişmiş, yetişmiş, olgunlaşmış, kıvamına ermiş. NAZİD (Nazide) Tertibli, nizamlı, yerli yerinde. * Minder yastık vs. gibi ev eşyası. NAZİF(E) Temiz, pâk, nazik. NÂZİK f. Nezaketli. Terbiyeli. Zarif. İnce, dayanıksız. * Ehemmiyet verilmesi icab eden. * Tehlikeli husus. NÂZİKÂNE f. Nazik kimseye yakışır şekilde, kibarlıkla, terbiyelice. NÂZİK-BEDEN f. Vücudu, bedeni nâzik olan. NÂZİK-EDÂ f. Nâzik tavırlı, kibar. NÂZİK-ENDÂM f. Lâtif ve güzel vücutlu. Nâzik endamlı. NÂZİK-GÜZİN f. Çok nâzik. Seçkin, nâzik. NÂZİK-HULK Yaradılışı ve tabiatı nâzik olan. NÂZİKÎ f. Nâziklik. Nezaket. NÂZİK-TEN f. Nâzik vücudlu. NÂZİK-TER f. Çok nâzik. NÂZİK-TERİN f. En nâzik, daha nâzik. NÂZİL (Nüzul. dan) Nüzul eden, inen, yukardan aşağıya inen, bir yere konan. Bir yerde konaklayan. NÂZİLE Belâ, sıkıntı. * İnme, nüzul. * Nezle hastalığı. NAZİM Sıra sıra, dizi dizi olan şey. NAZİR Tâze. * Altın. NAZİR(E) Bir şeye benzemek üzere yapılan şey. Denk, eş, örnek. Benzeyen. * Edb: Bir şairin manzumesine, başka bir şair tarafından aynı vezin ve kafiyede olmak üzere yapılan benzer. NAZİRE Mühlet vermek, tehir etmek. NAZİREGÛ f. Nazire söyliyen. NAZİYE Kenarı az olan çanak. NAZİZ (C: Nizâz-Nezâyız) Az miktar su. * Az yağmur. * Az az akmak. NAZL Ok atmak. NAZM Sıra, tertib. * Kafiyeli, vezinli, söz, şiir. * Dizili olan şey. * Kur'an âyetleri. NAZMEN Nazım olarak, manzume halinde. Sıralı ve tertibli olarak. NAZM-I CELİL Pek büyük kıymetli nazm edilmiş güzel söz. * Kur'an-ı Kerim'in bir vasfı. * Celil olan Cenab-ı Hakk'ın nazmı. NAZM-I LAFZ Kelâmın, lâfız esas alınarak düzenlenmesi. NAZMİYYAT (Nazm. C.) Manzum yazılar. NAZNAZA Yılanın dilini çıkarıp hareket ettirmesi. NAZ-PERDAR f. Birinin nazını çeken. NAZ-PERDARÎ f. Naz çekme. NAZPERVER f. Naz eden, naz yapan. NAZ-PERVERD (Nâzperverde) f. Naz içinde büyümüş, nazlı. NAZR (Nazir) : (C.: Enzur) Altın. NAZRA (Bir tek) bakış. NAZRAGÂH f. Gözle bakılan yer, bakış yeri. Göz önü. NAZRAKÜNÂN f. Seyrederek, bakarak. NAZRE Cin gözü. * Nazarı değen adam. NAZRET Tazelik, tarâvet. NAZUME Bir cins renkli kumaş. NAZUR (C.: Nevâzır) Gece bekçisi. NAZÜKÎ f. Nâziklik, incelik. NAZZ (Nâzz) : Dirhemler ve dinarlar. NAZZAM En çok nazmedici, en güzel nazmedici, en güzel tanzim eden. NAZZARE Bir şeye bakan kavim. NE f. "Değil, yok," mânasına nefy edâtıdır. NEAB Karga yavrusu. * Horoz veya karga gibi ötme. NEAİM (Neâme. C.) Deve kuşları. NE'AL Nalbant. NEAM Evet, olur mânâsında cevap edâtıdır. * Pek iyi, âferin mânâlarında tasdik ve tahsin kelimesidir. * At, deve, sığır, koyun gibi dört ayaklı hayvana da denir. NEAMA' Nimetler. İhsan, atiyye. * Rahatlık. Refah-ı hâle sebep olan şey. NEAMAT (Neâme. C.) Deve kuşları. NEAME (C: Neâm-Neamât) Deve kuşu. * Cemaat. * Gölgelik, gölgelenecek yer. NEAM-LA Evet, hayır. " Doğru fakat, mes'elenin içinde senin hatırına gelmeyen şu da var." mânâsınadır. NE'AR Baş kaldıran, âsi, kafa tutan, serkeş. NEAYİM Menazil-i kamerden dört nurlu yıldızın adı. NE'B (C: Niyeb) Sâfi nesne. * Yaşlı dişi deve. NEB' Suyun çıkıp akması. * Bir ağaç cinsidir ve yay yaparlar, budaklarından da ok yapılır. NEB' Gizli ses. NEB'A Yay yapacak yer. NEBA' Kaynak olmak, pınardan su çıkarmak, su akması. * Akçaağaç. NEBAA Oturacak yer, kıç, mak'at. NEBAC Sesi yüksek olan. NEBAGAT Meydana çıkma. NEBAH (Nibâh-Nübâh) Köpek havlaması. * Yılan seslenişi. * Keçi ve geyik inleyişi. NEBAHE(T) (Nebahat) şeref, şan, onur, itibar. * şan, şeref ve itibar sâhibi. NEBAİL (Nebile. C.) Yüceler, ulular, yüksekler. NEBAİR (Nebire. C.) Torunlar. NEBALE(T) Zekâ, fazilet ve neciblik sâhibi olmak. * Büyüklük, azamet. * İyi olmak. * Cömertlik, elaçıklık. * Okçu, ok yapıp satan. Okçuluk. NEBAT (C: Nebatât) Topraktan yetişen, biten her çeşit şey. Bitki. * Yemen diyarında bir kabile adı. NEBAT Acem fellahlarından bir kabile. NEBATÂT (Nebât. C.) Nebâtlar, bitkiler. NEBATÎ Nebat cinsinden, nebata mensup ve nebata ait, yerden biten cinsinden olan. NEBATİYYUN Botanik bilginleri, botanik âlimleri. NEBBAC Sesi sert olan. NEBBAH Havlayıcı. NEBBAL Ok yapıp satan kimse. Okçu. NEBBAR Fasih dilli, güzel konuşan adam. NEBBAŞ Mezar soyucu, kefen soyucu. NE'BE (C: Nâibat) Musibet, belâ. NEBE' Haber. (Peygam) NEBE' SURESİ Kur'an-ı Kerim'de 78. Suredir. Amme Suresi de denir. NEBEAN Kaynayıp yerden çıkmak. Pınar suyunun çıkışı. Fışkırmak.(Demek ki şu enharın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir surette Fâtır-ı Zülcelâl onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor. S.) NEBE'-AVER f. Haber getiren. NEBEHRECE Geçmez bakırlı para. Sahte akçe. * Her nesnenin kötüsü. NEBEKE (C: Nübük-Nebâk) Tepe. NEBERD f. Muhârebe, savaş, harb, ceng. NEBERD-AZMÂ f. Çok muhârebelerde bulunmuş tecrübeli kimse. NEBERDE f. Savaşçı, muhârib. NEBERDGÂH f. Savaş yeri, muharebe sahası. NEBERD-PİŞE f. Harb etmeyi sanat edinmiş kimse. Savaşçı. NEBEVÎ Nebiye ait. Peygambere dâir. Peygamberle alâkalı. NEBEZ (C: Enbâz) Lâkab. NEBG Un öğütülürken tozan un. * Görünmek, zâhir olmak. NEBH Bir şeyi tenbih etmek, unuttuğunu hatırlatmak. * Ansızın bulunan. Yitik. * Ansızın yitirmek. * Uykudan uyanmak. * Şerefli olmak. * Meşhur olmak, ün salmak. NEBH Köpeğin ürüyüp uluması. NEBH (C: Nevâbih) Kabarcık. * Toprak. NEBHA Yüksek, beyaz yer. NEBİ Haber getiren. Peygamber. Yeni bir kitap ve şeriatla gelmeyip kendinden evvelki Resülün getirdiği kitap ve şeriatı devam ettiren Peygamber. (Bak: Resül) NEBİB (C: Enbüb) Boğum, kamış boğumu. NEBİH İt avazı, köpek uluması. NEBİH (Nebihe) Namlı, şanlı şerefli. NEBİK (C: Nebâyık) Sedir ağacının yemişi. NEBİL (Nebile) Akıllı, anlayışlı, zekâ sahibi. * Yüksek meziyet sahibi. Güzel huylu. * Bilgili ve faziletli kimse. NEBİLE Büyük, iri. (Bak: Nebil) NEBİR (Nebire) Torun. NEBİSE Kuyu toprağı. Irmak toprağı. NEBİSE Kız torun. NEBİT Muhkem, sağlam, katı. NEBİ-Yİ EFHAM En büyük, en kıymetli olan Hz. Peygamber (A.S.M.) NEBİYY Yükseklik. * Yol. NEBİYYÜ-L HARAM Mescid-i Haram Nebisi meâlinde. Resül-i Ekremin (A.S.M.) bir ismi. NEBİYYÜ-R RAHMET Bütün âlemler için Rahmete vesile olduğundan peygamber Efendimiz için söylenmiş bir isimdir. NEBİYYÜ-T TEVBE Resül-i Ekremin (A.S.M.) bir ismi. (Ümmetinin tevbelerinin kabul edileceğine işâreten bu isim verilmiştir.) NEBİZ (C: Enbize) Hurma şarabı. * Yola bırakılıp atılan çocuk. NEBK Yazmak. * Husumet etmek, düşmanlık yapmak. * Düz etmek, düzleştirmek. NEBL Ok. Ok hazırlamak. NEBR (Nibr) : (C: Enbâr - Nibâr) Keneye benzer bir küçük böcek. * Yukarı kaldırmak, yükseltmek. NEBRAS (Nibrâs) (C.: Nebâris) (Süryânice) Kandil. Çıra. Lâmba. * Mc: Nur merkezi. NEBRE Demir parçası. NEBS Söylemek. NEBS Yeri kazma, toprağı kazma. * Eser, nişan. NEBŞ Gömülü bir şeyi yerden çıkarma. * Bir şeyi diğer bir şey vasıtasıyla meydana çıkarma. NEBT Suyun yerden çıkıp akması. NEBT Bitme, yerden çıkma. Meydana gelme. * Ot. NEBTA Yanları beyaz olan dişi koyun. NEBV Sakız. NEBVE (Nebâve) Yüksek yer. * Yükseklik. NEBVE Uzaklaşmak. * Ok hedefe varamamak. * Bir yerin havasının mizaca uygun olmaması. * Kılıncın vurulan şeye saplanmayıp geri sıçraması. * Pek çirkin ve kötü suretten gözün kaçması. NEBZ (Nebezân) : Damarın hareket etmesi. NEBZ Bir kimseyi ayıplamak. Kötü lâkabı takmak, istihzâ etmek. * İhtiyarlık işareti belirmek. NEBZ Bırakmak. * Az miktar, cüz'i. NEBZE Az miktar, cüz'i, bir şeyin artığı. NEBZ-İ AHD Muâhedeyi feshetme. NECA Evmek. Acele etmek. * Halâs olmak, kurtulmak. NECA Göz değmek. NECABET Neciblik, temiz soyluluk. Huy temizliği. NECADET Kahramanlık, efelik, yiğitlik. NECAH Ses, sadâ. NECAH Zafer bulmak, murâda ermek, ihtiyaçlarını te'mine muvaffak olmak. NECAİB (Necib. C.) Şerefli, necib, asil, temiz kimseler. NECARE Dülgerlik, neccarlık. NECASET Pislik, kazurat, murdarlık. (Bak: Habes) NECASET-İ GALİZA Pisliği hakkında şer'î bir delil mevcut olup hilâfına başka bir delil bulunmayan necasettir. ( Lâşe gibi) NECASET-İ GAYR-İ MER'İYE Câmid, bir hacmi olmayan veya bulaştığı yerde görülmeyen herhangi bir pis maddedir. Görünmez halde olan pisliktir. (İdrar gibi) NECASET-İ HAFİFE Hanefî mezhebine göre pis olduğuna dair şer'î bir delil mevcud olan şeydir. Diğer bir tabire göre murdar olmadığı rivayet edilen şeydir. (Eti yenen hayvanların bevilleri gibi.) Bedenin veya elbisenin dörtte birinden az miktarı namaza mani olmaz. NECASET-İ KALİLE Katı şeylerden ise miskalden; sıvı ise el ayası sahasından geniş olan necaset, namaza mânidir. Bu miktardan fazlası necaset-i galizadır. NECASET-İ MER'İYE Hacmi olan veya kuruduktan sonra görünen herhangi bir pis maddedir. (Akmış kan gibi) NECASETTEN TAHARET Pislikten temizlenmek. (Bak: Taharet) NECAŞE Süratle yürümek, hızlı yürümek. NECAŞİ (NİCÂŞİ) Habeş Meliki olan "Eshame" nin lâkabıdır. Kamus Şârihinin dediğine göre, mutlaka bu isim, Habeş Meliklerinin has isimleridir. NECAT Kurtuluş, selâmet. * Hırs ve hased. * Yüksek mekân. * Ağaç budağı. * Mantar. NECATÎ Kurtulmaya ait, kurtulmakla ilgili. NECB Ağaç kabuğunu soymak. NECCAD Yorgancı. Yatak, yastık, yorgan gibi şeyler yapan. NECCAH Yorgancı. NECCAR Doğramacı. Marangoz. * Dülger. NECCAŞ Hayvan sürücüsü. NECCİNA Bizi kurtar, bize selâmet ver, bizi hıfzeyle (meâlinde dua). NECD Açık ve işlek yol. * Yüksek yer. * Minder, döşeme gibi oturacak şeyler. * Ağaçsız mekân. * Hâzık ve mâhir kılavuz. * Yiğitlik hâli. Gamlılık, gussa. * Hasma galip gelmek. * Çok terlemek. * Meme. * Suudi Arabistan'ın doğu mıntıkası. NECDET Yiğitlik, şecaat, kahramanlık. * Harp ve kıtal. *Yeis, korku. NEC'E Şiddetli nazar. Şiddetli bakış. NECEB Ağaç kabuğu. NECEF (Necefe) : (C: Nicâf-Encâf) Üzerine su çıkmayan yer. Tümsek yer, yüksek, tepe, sırt. * Irakta bir şehrin adı. NECEFE Büyük askı kandil. NECEL Büyük gözlülük. İri gözü olmak. NECER Koyun ve devenin suyu içip kanmaması. NECES Murdarlık, pislik, necâset. NECEŞ Değeri artırmak için almak. * Bir kumaşın pahasını artırmak. * Dağılmış şeyleri bir yere toplamak. * Örtmek, setretmek. NECH Men' ve reddetmek. NECİB Soyu ve nesli temiz, aslı kerim olan. Cömert. Asilzâde. Güzel huylu ve ahlâklı. NECİB Cömert, kerim kişi. NECİBE Soyu sopu temiz kimse. Cömert. Asilzâde. NECİD Kahraman, bahadır. * Arabistan'da bir memleket ismi. * Münbit yer. Fitne ve nifak yeri olan memleket. * Arslan. NECİF (C: Nicef) Geniş temrenli olan ok. NECİH Su sesi. NECİH Galip ve muzaffer. * Sabırlı. * Sağlam rey. NECİL (Necile) Soyu temiz. Soylu. * Ağaç yaprağından bir cins. NECİRE Bulamaç aşı.* Kızgın taş ile kızdırılmış su. * Kârgir duvar. * Tahtadan veya ağaçtan olan sofa. * Çulhaların beze sürdükleri haşil. NECİS Pis, necasetli, murdar. * Şifa bulmaz dert. (Bak: Habes) NECİS Temiz olmayan. Pis. NECİS Yavaş hareketli insan veya hayvan. * Gizli olan şeyi halk içinde ifşa etmek. * Gizlenen sır, nişan. * Bir nevi yeşillik. NECİSE Kuyudan çıkardıkları toprak. NECİS-ÜL AYN Pisliğin ta kendisi. NECİY Sırdaş, sır saklayan. NECİYYA (Münâcât. dan) Gizli yalvararak, gizli söyleyerek. NECİYYULLAH Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi. (Devamlı Cenab-ı Hakk'a karşı teveccühle meşgul ve münacatla, İlâhî feyizlerle inşirah bulan meâlindedir.) NECL (C: Encâl) Oğul, evlât, çocuk. * Kuşak, nesil, sülâle. * Atmak. * Ayak ucuyla vurmak. * İstihrac etmek, meydana çıkarmak. * Yerden çıkan su. NECL-İ NECİB Soyu temiz çocuk. NECM (Necim) Yıldız, ahter, kevkeb. Ülker yıldızına da denir. Ülker, onbir yıldızdır. Altısı görünür, gözü kuvvetli olan yedinciyi de görebilir. (Peygamberimiz (A.S.M.) hepsini de görür idi.) * Belirli olan vakit. (Araplar, vakti yıldızlarla tahdit ederlerdi) * Kabak ve hıyar gibi yayvan nebat.* Belirli vakitte yapılan vazife. * Kur'an-ı Kerim. * Ceste ceste, kısım kısım oluş. * Kur'an-ı Kerim'in her defa inzal edildiği kısım. * Huk: Bir borcun taksitlerini ödemek için hulül eden muayyen borç. NECM SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 53. Suresidir. Vennecmi Suresi de denir. Mekkîdir. NECM Ü HİLÂL Yıldız ve ay. NECMEDDİN (Bak: Necm-üd din) NECMEDDİN-İ KÜBRA (Mi: 540 - 618) İran Mutasavvıflarının en mühim şahsiyetlerindendir. Kübreviyye veya Zehebiyye ismi ile anılan tarikatın kurucusu sayılır. İsmi: Ahmed bin Ömer Eb-ul Cenab Necmeddin Kübra el-Hivakî el-Harzemî.Münazara ve mübaheseyi çok sevdiği ve her münazarada hasımlarını yendiği için kendisine "Ettâmmet-ül Kübra" lâkabı verilmiş, sonradan sadece "Kübra" denilmiştir. Moğolların Harzem'i istilâsında şehri terk etmeyerek, onlara karşı kahramanca çarpışarak şehid düşmüştür. (K.S.) NECMÎ Yıldıza dair, yıldızlarla alâkalı. NECM-İ DIRAHŞAN Parlayan yıldız. NECM-İ SÂKIB Karanlığı delerek geçen parlak yıldız. NECM-ÜD DİN (Bizde daha çok Necmeddin şeklinde telâffuz olunur) Dinin necmi, yıldızı meâlindedir. NECNECE Geriye döndürmek. * Engel olmak, men'etmek. Bir nesneyi aşağı getirmek. * Zayıf etmek, zayıflatmak. NECR Ağaç yonmak. * Şiddetli sevk. * Asıl. * Renk. * Halâs, kurtuluş. NECRAN Susuz. * Kapı ökçesi. ("süve" denir). * Yemen diyarında bir yerin adı. NECS Yerden define çıkarmak. * Kuyuyu ayıklamak. NECS (Neces) Pis ve murdar olan, habes. şer'an pis olup gözle görülen şey. NECŞ Avı yatağından çıkarma. * Dağılmış parçaları toplamak. NECV (C: Nicâ) Yüzmek. * İki kişi arasında olan sır. * Karından çıkan necis. NECVA Gizli fısıltı. İki kişi arasında fısıldamak. * Ağız koklamak. * İki kişi arasındaki sır. NECVE Tümsek, yüksek yer. NECZ Bitip tükenmek. * İhtiyaç bitirmek. * Vâdeyi yerine getirmek. NED' Dikkat etmek. NEDA Rutubet, çiğ, nem. NEDAİD (Nedid ve Nedide C.) Emsâller, akranlar, eşler. NEDALET Kir, pislik. * Çalma, sirkat etme, aşırma. NEDAMET (Nedm. den) Pişmanlık, nedâmet etmek. NEDAMETGÂH f. Pişmanlık yeri. NEDAMETKÂR f. Nedamet eden. Pişman olan. NEDAMETKÂRÎ f. Pişmanlık, nâdim oluş. NEDAN f. Bilmeyen, bilmez. NEDARET Tazelik, parlaklık, letafet, taravet. NEDAVET Yaşlık, ıslaklık, nemlik, rutubet. NEDB Dua etmek. NEDBE (Bak: Nedebe) NEDD Gitmek. * Kaçmak. NEDDAF Hallâç. Pamuk atan kimse. NEDEBE Yara izi. NEDEM Pişman olma, nedamet, pişmanlık. NEDF Pamuk ditme, pamuk atma. NEDG Kılıçla veya sözle taan etmek, çekiştirmek. NEDH Men'etmek, engel olmak. NEDH Geniş yer. NEDHE (Nüdhe) : Çokluk, fazlalık. NEDİ' Ateş veya kül içinde pişmiş olan. NEDİB Yara izi kalan âzâ. NEDİD(E) (C.: Nedâid) Emsâl, akran, eş. NEDİF Atılmış, hallaçlanmış pamuk. Yün. NEDİM (C.: Nedmân - Nüdemâ) Sohbet arkadaşı, meclis arkadaşı. * Tatlı konuşan. Güzel hikâye anlatan. * Büyük kişileri hikâye ve fıkralarıyla eğlendiren. NEDİME Kadın nedim. * Zengin veya şerefli, itibarlı bir kadının arkadaşı. NEDİS Akıllı kişi. NEDL Kir. * Hırsızlık. NEDM Pişman olmak. NEDMAN Pişmanlık, nedâmet. Pişman olma. Pişmanlık duyma. NEDRET Azlık, seyreklik, az bulunmak. NEDS Huruç etmek, çıkmak. NEDS Akıllılık. * Taan etmek, çekiştirmek. NEDŞ Her nesneyi eritip sormak. * Pamuk atmak. NEDVE Yaşlık, nemlilik. * Meşveret etmek. Bir işi hakkında görüşmek. * Konuşmak. NEEC Yel esmek, rüzgâr esmek. * Yalvarmak, tazarru etmek. NEED Belâ, musibet. Zahmet, meşakkat. NEF' Fayda, yararlılık. * Fls: Faydacılık. Yani: Bir şeyin doğru olup olmadığını, o şeyin faidesine göre değerlendiren yanlış bir nazariyedir. Kudsi dinimiz olan İslâmiyette ise: Bir şeyin doğru veya yanlış; iyi ve kötü olması, Allahın emir ve nehyine tâbidir. NEF U ZARAR Kâr ve zarar. NEFAD (Nefed) Bitip tükenmek, yok olmak. NEFAİS (Nefise. C.) Değerli, güzel ve beğenilir şeyler. NEFAİS-PEREST f. Nefis şeyleri beğenenen, güzel şeyleri seven. NEFAK (C.: Enfâk) İki kapılı ev. NEFASET Beğenilir olmak, kıymetlilik, değerlilik, çok güzellik, pek iyilik. Nefis ve mergub olmak. NEFAZ Geçme, işleyip öte tarafa geçme. * Sözü geçme, sözü dinlenme. NEFAZ Ağaçtan kendi düşen yemiş ve yaprak. NEFC Çıkmak, huruc etmek. NEFD Tükenmek, bitmek. * Geçici ve fâni olmak. NEFEAN Faydalı olarak. NEFEAN Lİ-L-UMUM Herkes için faydalı oluş. NEFED Bitirme, tükenme, bitirilme. NEFEHAT (Nefha. C.) Esintiler. Üfürmeler. NEFEL Düşmandan alınan mal, ganimet. * Ulü-l emrden müsaade almadan düşmana karşı çıkan az sayıda bir cemaat. NEFER Bir kişi, tek kişi. * Asker, er. (Bazılarınca insan cemaati. Ona kadar olan adam topluluğuna denir. Üçten ona kadar olan kişilere "Reht" denir.) NEFERÂT (Nefer. C.) Neferler, askerler, erler. NEFES Soluk, üfürülen hava. Soluma, soluk verip alma. * Uzun söz. * Bolluk. * Hased etmek. *Edb: Bektaşi tekkelerinde okunan manzum söz. NEFEZA (NEFZA) (C: Nefâyız) Düşmanın ahvâlini bilmek için dolaşan kavim. NEFEZAN Sıçramak. NEFFA' (Nef'. den) Çıkarı çok olan kimse. NEFFAC Mütekebbir. Kendini beğenen. Mağrur. * Şişkin. NEFFAH Hayır sâhibi ve iyiliksever kimse. * Kokusu çok. NEFFAS Sihir yapan, üfüren, üfürükçü. NEFFASÂT (Neffâse. C.) Neffâseler, büyücü kadınlar. NEFFASE (C: Neffâsât) Büyücü kadın. NEFFATA Neft yağı çıkan pınar. NEFH Üflemek, şişmek, üfürük. * Kaba kuşluk vaktine varmak. NEFH Rüzgâr esmek. * Güzel kokunun yayılması. Kokmak. * Vurmak. * Def'etmek, kovmak. * Vuruşmak, kat'etmek. NEFHA Koku. Rüzgârın hafif esişi. Azıcık koku. NEFHA Üfürmek. Üfürük. * Şişmek. * Kabarık olan. NEFH-İ SUR İsrafil Aleyhisselâm'ın Kıyamet gününde "Sur' denilen boruyu üflemesi. * Kıyamet kopması. (Bak: Acbüzzeneb) NEFİ (Bak: Nefy) NEF'Î Menfaat ile alâkalı, faydacı. * Sihâm-ı Kaza nâmındaki hicivli şiirleri ile meşhur Erzurum - Hasankale'li olup İstanbul'da yaşamış bir şâirin adıdır. 1634'de 4. Murad devrinde bir hicviyesinden dolayı boğdurulup denize atılmıştır. NEFİF Hevâ. NEFİR Cemaat, topluluk. * Harp için seferber olan cemaat. NEFİS (Bak: Nefs) NEFİS(E) Pek beğenilen, pek güzel, pek iyi. NEFİS-PEREST Şeriat kanunlarına aykırı olarak, ahlâk kaidesini tanımadan nefsinin isteklerine uyan. Nefsine taparcasına düşkün olan. NEFİS-PERVER f. Nefsini çok sevip besleyen, nefsi isteklerine çok düşkün. NEFİT Kaynamak, galeyan. NEFİTE Unu suya koyup kaynatıp koyulaşıncaya kadar karıştırmak. NEFİY (Bak: Nefy) NEF'İYYET (Nef'î) Fls: Faydacı, faydacılık. NEFİZ (NEFEZE) Okun geçmesi gibi içe geçmek, işlemek. * Sözü geçer olmak. NEFK Helâk olmak. NEFL Sevab için yapılan ibâdet. Emredilmemiş, farz veya vâcib olmadan yapılan ibadet. Nâfile. * Birisine ganimet malı veya atiyye, ihsan vermek. * Yemin etmek. NEFR Heyecan verici bir emirden dolayı bir yerden bir yere fırlayıp çıkmaktır. Ürkmek demek olan "Nüfur" da bu mânâdandır. Fakat "Nüfur" tek başına kaçıp kurtulmak için menfi bir harekette kullanıldığı hâlde; "nefr", düşmana karşı gaza için fırlayıp çıkmakta kullanılır. Ve böyle çıkıp toplanan cemaate "nefir", herbirine de "nefer" denilir.İmamın, halkı cihada dâvet ve tahrik etmesine de "istinfar" tâbir olunur ki, lisanımızın şimdiki ıstılâhında "seferberlik emri", frenklerde de "mobilizasyon" yâni, halkı yerinden oynatma tâbir edilir. (E.T.) NEFRET Tiksinmek, ürküp kaçmak. * Birisinin yakını ve akrabası. NEFRETBAHŞ f. İnsana nefret veren, iğrendiren, tiksindiren. NEFRİN Lânet, beddua. * Söğüp saymak.(Hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıylae o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebilerin tağutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklid edip ittiba' edenlere binler nefrin ve teessüfler. L.) NEFRİN-HÂN f. Sövüp sayan. NEFRİN-KÜNÂN f. Lânet okuyan, sövüp sayan. NEFS (Nefis) Can, kişi, kendi, öz varlık. Bir şeyin zatı olan, kendisi. * Göz. * Şehvet ve gadabın mebdei olan kuvve-i nefsaniye. Fıtri meyil, bedenin hissi istekleri. * Ruh, hayat, asıl. * Maya. * Hamiyet.(Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimad eden bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır. M.) NEFS Üfürmek, üflemek. NEFS Gülme hususunda ifrata gitmek. * Çok fazla gülmek. NEFSA (C.: Nefsâvât-Nüfüs-Nifâs-Nevâfis) Yeni doğum yapmış kadın. Loğusa. NEFSANÎ Bedenî arzu ve isteklerle alâkalı. Zaruret olmadığı hâlde keyf için olan istek ve arzuya ait. Kendine ait ve mensub. NEFSANİYET Nefsini çok beğenmişlik. * Gizli düşmanlık, garez, kin. NEFSÎ Nefis ile, kendisi ile alâkalı. Şahsa ait, nefse dair. NEFS-İ AMEL Amelin ta kendisi. NEFS-İ EMMARE İnsanın çirkin ve şeytanın teşviklerine itirazsız ve mücahedesiz tâbi olması hâli.(Nefs-i emmârenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz İslâmiyete istinad iledir. O habl-ül metine temessük iledir. Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdat iledir. H.)(Bir zaman evliya-yı azimeden; nefs-i emmaresinden kurtulanlardan birkaç zattan, şiddetli mücahede-i nefsiyeler ve nefs-i emmareden şekvalarını gördüm. Çok hayret ediyordum. Hayli zaman sonra, nefs-i emmarenin kendi desaisinden başka, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden ve heves ve damar ve âsab, tabiat ve hissiyat halitasından çıkan ve nefs-i emmarenin son tahassüngâhı bulunan ve nefs-i emmareyi tezkiyeden sonra onun eski vazife-i seyyiesini gören; ve mücahedeyi, âhir ömre kadar devam ettiren bir mânevi nefs-i emmareyi gördüm. Ve anladım ki, o mübârek zatlar, hakiki nefs-i emmareden değil; belki mecazi bir nefs-i emmareden şekva etmişler. Sonra gördüm ki, İmam-ı Rabbani dahi bu mecazi nefs-i emmareden haber veriyor.Bu ikinci nefs-i emmarede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslâh olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemler ile nefret edip, veya tam bir fedailikle her hissini maksadına feda etsin. K.L.) NEFS-İ HAYVANÎ Hayvanî istekler. Canlılardaki yaşama ve hareket kuvvetleri. NEFS-İ İHBAR Tam haber. Haberin tam esası. NEFS-İ LEVVAME Kötülüğü işledikten sonra fenâlığını hatırlayarak insanı rahatsız eden pişmanlık hâli ve vicdan rahatsızlığı. * İnsanın, kendine ait kötülük ve günahını görüp fenalığını bilen ve hayra meyleden iradesi. NEFS-İ MARDİYE (MARZİYYE) Kusurlarını bilen, kendisinden râzı olunan nefis. Rabbinin indinde makbul olan nefis. NEFS-İ MUTMAİNNE İyiliği kötülükten ayırt ettirerek insanlık vazifesini tanıttıran ve vicdanına rahatlık veren hâl. İnsanı Allah'a yaklaştıran hâl. Günaha meyleden kötü sıfatlardan temizlenmiş ve güzel ahlâk ile muttasıf olarak kurb-u İlâhiye itmi'nan ve istikrar kazanmış olan insan iradesi. Nefsin, Allah'ın emirleri altına sakin ve şehevâta muâraza ederek ıztırabdan kurtulmuş olma hâli. NEFS-İ MÜLHEME Tas: Lüzumu hâlinde Cenab-ı Hak tarafından kendisine hakikatlar ilham edilen, tasaffi ve tekâmül etmiş nefis. NEFS-İ MÜTEKELLİM Gr: Birinci şahıs. (Bak: Mütekellim-i vahde) NEFS-İ NÂTIKA Akli ve nakli mes'elelerin münasebetlerini hissetmeğe ve anlamağa istidadı olan zâti ve cevheri hassası. Zâtında maddeden mücerred, fiilinde maddeye mukarin olan cevher. İnsan ruhu. NEFSÎ NEFSÎ Benim nefsim, nefsim nefsim mânâsına yalnız kendini düşünmeyi ve kendisiyle olan alâkayı ifâde eden bir tâbir. NEFS-İ RÂDİYE f. Rabbinden râzı ve hoşnud olanın nefsi. NEFS-ÜL EMİR Hakikatın kendisi. İşin hakikatı. NEFŞ Açmak. * Yapmak. * Yün ve pamuk atmak. * Davarların, geceleyin yayılıp çobansız otlaması. NEFŞELE Yürüken toprağı ayağıyla tozutmak. NEFT Neft yağı. Çam gibi bazı ağaçlardan çıkarılan, tutuşabilen bir yağdır ve boyacılıkta vesair sanayide kullanılır. NEFT (NEFİT) Çömleğin kaynayıp taşması ve içinde yemeğin kuruması. * Galeyan. NEFTA (Nifta) (C: Nefat) Çalışmaktan dolayı elde çıkan kabarcık. NEFTÎ f. Neft yağı renginde olan, siyaha yakın koyu yeşil. NEFUH Sütü sağılmadan çıkıp akan deve. NEFUR Ürken, ürküp kaçan. * Herkese iyiliği dokunan kimse. NEFUZ Çocuk düşüren kadın. NEFY Sürgün etmek. Birisini kendi rızası olmadan, bir yerden başka bir yere nakletmek, sürmek. * Gr: Bir şeyin olmadığını ifade eden (olumsuzluk) edatı. Müsbetin zıddı, menfi olan. Bir şeyin yokluğunu veya olmadığını iddia. (Bak: İnkâr)(İşte küffarın ve ehl-i dalâletin bir hakikat-ı imaniyeyi inkâr ve nefyetmelerinde kuvvet yoktur. Çünkü, nefiy sırrıyla ittifakları kuvvetsizdir. Bin nefyediciler, bir tek hükmündedir. Meselâ: Bütün İstanbul ahalisi, Ramazanın başında Ayı görmediğinden nefyetse, iki şâhidin isbâtiyle o cemm-i gafirin nefiy ve ittifakı sukut eder. L.)(Nefiy dahi iki kısımdır.Birisi: "Has bir mevkide ve hususi bir cihette yoktur." der. Bu kısım ise, isbat edilebilir. Bu kısım da bahsimizden hariçtir.İkinci kısım ise: Dünyaya ve kâinata ve âhirete ve asırlara bakan imani ve kudsi ve âmm ve muhit olan mes'eleleri nefiy ve inkâr etmektir. Bu nefiy ise... hiçbir cihetle isbat edilmez. Belki kâinatı ihata edecek ve âhireti görecek ve hadsiz zamanın her tarafını temâşâ edecek bir nazar lâzımdır; tâ o gibi nefiyler isbat edilebilsin. Ş.) NEFY EDÂTI Arabçada "Lâ", Farsçada "Nâ" gibi olumsuzluk bildiren edât. NEFYAN Vurma ânında yara ve cerahatten akan kan. NEFY-İ EBED Bir daha dönmemek üzere nefyedip sürme. NEFY-İ MÜLK Bir malın başkasına ait olduğunu söyleme. NEFZ Saçma, yayma. Neşretme. * Silkmek. * Nazar etme, bakma. NEGATİF Fr. Mat: Sıfırdan küçük, önünde eksi işareti bulunan sayı. Menfi. * Gerçekteki karanlık ve aydınlık kısımları tersine gösteren fotoğraf camı veya filmi. ( Bak: Menfi) NEGÜHİDE f. Çirkin, kötü. NEHA Pek akıllı adam. * İhtiyacı terkeylemek. (Güya kendi nefsi cihetinden menedilmiş demektir.) NEHABİK Bildikleriyle amel etmeyip halka da öğretmeyen. NEHABİR (Nühbur. C.) Kum yığınları, kum tepeleri. NEHAFE Zayıflık. NEHAFE Tıksırmak, aksırmak. * Nefes verip almak. NEHAK Eşek anırtısı. NEHAKE(T) Bahadırlık, kahramanlık, şecaat. * Keskinlik. NEHAMÎ Demirci. NEHAR (C.: Enhür) Fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar olan aydınlık. * Toy kuşunun yavrusu. * Altın. NEHAREN Gündüzün. Gündüz vakti. NEHAR-I EBYAZ Gündüzün beyazlığı, gündüze benzeyen beyazlık. Beyazlığın parlaklığı. NEHAR-I ÖRFÎ Güneşin tuluundan gurubuna - doğuşundan batışına - kadar olan zaman. NEHAR-I ŞER'Î Fecr-i sadıktan güneşin batışına kadar olan müddet. NEHARÎ Gündüzlü, gündüz ile alâkalı. * Yatılı olmayan mekteb veya talebe. NEHAVE (Et) çiğ olmak. NEHB Yağma, yağmacılık, çapul. * At oynatmak, koşturmak. * Kahr ile bir kişinin malını elinden almak. NEHBE Kapmak. NEHBER Helâk olacak yer. NEHC Yol, usul. * Doğru yol. NEHD İri gövdeli ve karınlı at. NEHDA' İyi otlar yetişen kumlu arâzi. NEHDAN Dolu, dolmuş. NEHEC (C: Menâhic) Yol, tarik. * İstikâmet. NEHEL Susuz olmak. * İçmenin evveli. * Yaşlı, ihtiyar. * Semiz etli deve. NEHEM (Nehim - Menhum) Aç gözlü oluş. şikemperver olmak. Doymak bilmemek. Bir şeye çok düşkün, şehvetli, haris. NEHENG (C.: Nehengân) f. Timsah. NEHENGÂN (Neheng. C.) f. Timsahlar. NEHER Genişlik, bolluk. * Nehir, ırmak. NEHHAB (Nehb. den) Yağmacı, çapulcu. NEHHAC (Nehc. den) Kılavuz, rehber, mürşid. Doğru yolu gösterici. NEHHAL Toprak kazan, kazıcı. NEHHAM Yüksek ve gür sesli kimse. * Arslan. NEHHAS Esirci. NEHHAS Nehs'in mübalağası. * Bir kişinin lakabı. NEHHAT Yüce avazlı, gür sesli kişi. NEHHAT (NÜHHAT) Çalıştırılan sığır. * İnce. * Hımar, eşek. * Sadaka toplamaya memur olan kişinin işini bitirdikten sonra ücretini alması. NEHİB İnlemekle ve ses ile olan ağıt. NEHİB (Nehb. den) Korku, dehşet, ürküntü. * Yağmacı, çapulcu. NEHİDE Kalın kaymak. NEHİF Zayıf. NEHİH Boğaz içinden gelen ses. NEHİK Anırtı, eşek anırtısı. NEHİK Bahâdır, kahraman. * Arslan. * Keskin kılıç. * İyi huylu kimse. NEHİM Aç gözlü, doymaz. * Yırtıcı. * Arslan kükremesi. NEHİR Burun içinden çıkan ses, hırıltı. NEHİRE Ayın evveli. NEHİRE Çürümüş, ufalanmış, rüzgârla savrulur. Delik deşik, göz göz olmuş. * Rüzgâr estikçe ses verir kemik, çürümüş kemik. (Nâhir de denir) NEHİT Eşek anırtısı. Hımar avazı. NEHİT İnlemek. * Şiddetle teneffüs etmek, nefes alıp vermek. NEHİTE (C.: Nehâyet) Tabiat. NEHİY Yasak etmek. Menetmek. * Gr: Emrin menfi şekli. NEHİZET Tabiat. * At kulağına benzer dokunmuş nesne. NEHK Zayıf etmek, zayıflatmak. * Eskitmek. * Mübâlağa etmek. NEHK Eşek bağırışı. NEHME Hastaların ve çocukların yiyeceğe karşı olan hırsı, oburluğu. NEHMET Himmet, maksat, yüksek himmet. Harislik. şehvet. NEHNEHE Dar kaftan, dar elbise. NEHR Çay, ırmak. * Vüs'at, bolluk. Genişlik. NEHR Boğazlamak, kesmek. * Namazda sağ elini sol eli üzerine koymak. * Sadr, göğüs. NEHREN Nehirden. Nehir yoluyla. NEHREYN İki nehir. NEHRÎ (Nehriye) Nehirle ilgili, nehre ait. NEHR-ÜS SEMA Samanyolu. Kehkeşan. NEHS Kabzetmek, almak. * Yılan sokması. * Eti ön dişiyle almak. NEHS Çok yaramaz nesne. NEHSEK Yaban havucu. NEHŞ Yılan sokmak. * Almak, kabzetmek. * Ön dişiyle bir nesneyi ısırır gibi tutmak. * Et almak. NEHŞEL Kurt, zi'b. * Çakır. * Erkek ismi. NEHT Çağırmak. * Ses, avaz. * Men'etmek, engel olmak. NEHT Yontmak. Oymak. NEHUD f. Nohut. NEHUR Burnuna vurmayınca veya burnuna parmak sokmayınca sütünü salıvermeyen deve. NEHUS (C.: Nehâyıs) Gebe eşek. NEHUSET (Bak: Nühuset) NEHVA Bir şey kasdetmek. Bir şey söylemeği istemek. * Bir şey yapmağa evvelden hazırlanmak. NEHY (Bak: Nehiy) NEHYİ AN-İL MÜNKER Allah'ın haram kıldığı şeyleri işlemekten men'etmek, haram işleri yaptırmamak ve buna çalışmak. NEHZ Vurmak. Dövmek. * Haykırmak. NEHZ Süngü demirini inceltmek. * Kemik üstündeki eti soyup gidermek. * Çok et. NEHZ Durmak, kıyam. * Def'etmek, kovmak. * Yakın olmak. * Berkitmek için devenin memesine eliyle vurmak. * Dolması için kovayı suya vurmak. NEHZ Ayağa kalkmak, deprenip kalkmak, hareket. NEHZAT Hareket, davranma, kalkışma. Yola çıkma. NEİB Karga sesi. * Ağaçtan yemiş indirmek. * Süt sağmak. NEK' Dizine ayağın arkasıyla vurmak. * Def'etmek, kovmak. NEK'A Kalkan dikeni üstündeki kızıl kap. * Her kırmızı olan şey. NEKÂ' Yarayı kaşımak. * Soymak. * Çok azap etmek, acı çektirmek. NEKAB Devenin tabanı aşınmak. NEKABET Muayyen zümrelerin başları. * Bir topluluğun vaziyetlerine nezâret etmek, kontrol. NEKÂBET Dönme, vazgeçme, cayma. NEKABET-İ ULEMÂ Âlimlerin başı olma. NEKAD (C.: Nukyud-Nikâd) Ayakları kısa, yüzü çirkin koyun. * Büyümesi geç olan çocuk. * Ağızda dişler çürüyüp ufanmak. * Davarın tırnağı soyulup yüzülmek. NEKAHET Hastalıktan yeni kalkıp henüz iyileşmiş, iyiliğe yüz tutmuş olmak hâli. Hastalıkla sıhhat arasındaki hâl. * Fehmetmek, anlamak, bilmek. * Seri intikal etmek. Çok çabuk anlayış. NEKAİS (Nakise. C.) Nakiseler. Noksanlar. NEKAİZ (Nakize. C.) Nakizeler. Birbirine zıd şeyler. NEKÂL Şiddetli azab. İşkence ve ukubet. * İbret. NEKAM (A, uzun okunur) Bir kimseyi kötü bir fiilinden dolayı şiddetle cezalandırmak. İntikam almak. NEKÂRE Güçlük, zorluk. * Belirsizlik. NEKAVE(T) Her şeyin iyisi, seçkini. * Temizlik, paklık. NEKAVET-İ VİCDÂN Vicdan temizliği. NEKÂYAT Çarklar. * Vakitler. NEKAYİ' (Nakia. C.) Ziyâfetler. NEKAZ (C: Enkâz) Her nesnenin kötüsü, kıymetsizi. NEKB Musibet ve kedere uğrama. * Meyletmek, eğilmek. * Udul etmek, vazgeçmek, haktan dönmek. NEKBA Esince adamı eğip düşüren rüzgâr. Fırtına. NEKBE (C.: Nekebât) şiddet, meşakkat. * Bir şeyin kesilmesiyle olan cerahat. NEKBET (C.: Nekebât - Nükub) Talihsizlik, şanssızlık, bahtsızlık. * Musibet, felâket. * Düşkünlük. NEKBETHANE f. Tâlihsizlik yuvası. * Mc: Dünya. NEKBETÎ f. Tâlihsiz, bahtsız, şanssız, uğursuz. NEKBETZEDE f. Felâket görmüş, musibete uğramış. NEKD (Nekâde) (C.: Enkâd) Hayırsız olmak. NEKDA' Sütü olmayan deve. NEKEB Hastanın iyileşmesi. * Devenin omuzlarında olan bir hastalık. NEKED Sıkıntı, dert, keder. Belâ, musibet. NEKEFE (C.: Nüküf-Nükfân) Çene altında olan küçük bez. NEKEL Kuvvetli kişi. NEKES (Nâ-kes) Cimri, tamahkâr, hasis. NEKESAN Ardına dönmek. NEKF Göz yaşını yanağından parmağıyla silip gidermek. * Kuyudan su çekmek. * Arlanmak. NEKH (Nikâh) (C.: Enkihe) Tezevvüc, evlenme, cimâ etme. * Akit. NEKHET (Bak: Nükhet) NEKİB Deve, at ve eşek ayaklarının dâiresi. NEKİB (C.: Nukabâ) Halkın iyisi. * Kâhya. * Kefil. * Müfettiş, kontrolcü. NEKİBE Nefsi mübârek. NEKİR Bilinmemiş olan. Muayyen olmayan. * Mezarda iki sual meleğinden birisinin adı. (Diğerininki; münkerdir) NEKİRE (C.: Nekerât) Belirsiz. NEKİSE Hilâf, ters. * Nefs. NEKKAD Bir şeyin iyisini kötüsünü seçen kimse. * Paranın sağlamını kalpından ayıran. * İmam, hatib ve kayyum gibi hizmet sahiblerinin, vazifelerine devam edip etmediklerini murakabe ve devam etmiyenlere tenbihat, icra ve devamsızlıkları tesbit eden vazifeli kişi. NEKKAR Ağaçkakan kuşu. * Değirmenci. * Çok hayırlı. * Çok kokulu. NEKL Yular. At gemi. * Ezâ, cefâ etmeğe ve işkence yapmağa yarayan şey. NEKMET (Bak: Nikmet) NEKR Zeki, akıllı kimse. Pek zeyrek olan. * Dehâ, fetânet. NEKRE Belirsiz olan. * Çıban ve yaradan çıkan kan ve irin. * Garip ve gülünç fıkralar. * Hoş sohbet ve hazır cevap kimse. * Gr: Belirtilmemiş isim, neye delâlet ettiği belli olmayan (harf-i tarifsiz) isim. NEKRE-GÛ f. Tuhaf hikâyeler fıkralar anlatan. Gülünç sözler söyleyen. NEKRE-İ MEVSULE İki kelime veya mânâyı birbirine bağlayan kelime. NEKRE-İ TÂMME Mübhem mânâ ifade eden kelime. NEKS Çok çekinmek, kaçınmak. NEKS Sözünden dönmek. * Bozmak. Çözmek. * Üzmek. * Dağıtmak. * Münhal ve muhtel olmak. NEKS (NÜKÜS) Başaşağı etmek, ters döndürmek. * Aynı hastalığın geri gelmesi. (Bak: Nüks) NEKŞ Kuyunun çamurunu temizlemek. * Bir şeyi bitirmek. Bir işden fâriğ olmak. * Bir şey üzerine gelip toplanmak. NEKT (C: Nikât) Süngüyü yere vurmak. * Taan etmek, çekiştirmek. NEKÜS (Nekis - Neküs) Baş aşağı etmek. NEKZ Gayret etme, uğraşma, çok çabalama. NEKZ Vurmak. * Kovmak, def'etmek. * Yılan sokmak. * Azalmak. * Suyun, yer tarafından emilmesi. NELL Yüz üstüne bırakmak. NEM f. Rutubet, az yaşlık. Hafif ıslaklık. NEMA Gelişme, büyüme. * Uzamak, artmak, çoğalmak, üremek. * Faiz. NEMADÂR f. Çoğalan, ziyadeleşen. Artan, büyüyen. NEMAİK (Nemika. C.) Mektuplar. NEMAİM (Nemime. C.) Dedikoducular, çekiştiriciler. NEMARIK (Nemraka. C.) Yastıklar. NEMAS Kılın ince olması. NEMAT (C: Enmut-Nimât) Usul, tarz. * Yol, tarik. * Örtü, ihram. * Topluluk, insan cemaati. * Döşek yüzü, yatak yüzü. NEMAT-I TAKRİR Söyleme tarzı. NEMÇE Tar: Osmanlılar tarafından Avusturya ve Avusturyalı mânasında kullanılan bir tâbir idi. NEMDAR f. Nemli, ıslak, yaş, rutubetli. NE'ME Nağme, ses. NEMED f. Keçe. NEMEDÎN f. Keçeden yapılma. NEMED-PÂRE f. Keçe parçası. NEMED-PUŞ f. Keçe giyen. Derviş. NEMED-ZÎN f. At eğeri altına konulan keçe. NEMEK f. Tuz. Milh. * Lezzet, tat. * Bağlılık, hak. NEMEK-ÇEŞ f. Tadına bakma, tatma. NEMEK-DÂN f. Tuzluk, tuz kabı. NEMEK-EFŞAN f. Tat veren. Lezzetlendiren. * Tuz serpen. NEMEK-HARAM f. Tuz haini. * Mc: Nankör. NEMEK-HELÂL f. Tuz hakkı tanıyan. Bağlı, sâdık kimse. NEMEKÎN f. Tuzlu, lezzetli, tadı yerinde. * Tuzlu gözyaşı. NEMEK-PERVER f. Sâdık ve bağlı kimse. NEMEK-SUD f. Tuzlanmış, tuza bastırılmış, tuzlu şey. * Pastırma. NEMEK-ŞİNÂS f. Tuz tanıyan. * Mc: İyilik bilen. NEMEŞ Dağınık, parçalanmış şeyleri toplamak. * Nakış hatları. * Yüzde olan siyah ve beyaz noktalar. NEMF Küçük kurt (böcek). NEMGA Çocukların beyni deprendiği yer. * Dağ üstü. NEM-İ DİDE Göz yaşı. NEMİDANEM Bilmiyorum. NEMİDİDEM Görmüyorum. NEMİKA (C.: Nemâik) Mektub. Name. NEMİME Söz götürme. Lâf taşıma. Bir kimse aleyhindeki sözleri ifsad maksadıyla kendisine eriştirme. NEMİMEKÂR f. Koğucu, fitneci, dedikoducu, münafık. NEMİN Fısıltı. * Koğucu. NEMİR (C.: Nümur) Kaplan. NEMİR Tatlı su. NEMİRE Dişi kaplan. * Yün kaftan. NEMİS Bittikten sonra yine biten ot. NEMK Yazmak. * Düzeltmek. NEMKEŞİDE f. Islak, nemli, yaş, rutubetli. NEML Karınca. NEML SURESİ Kur'an-ı Kerim'de 27. Sure olup Süleyman Suresi de denir. Mekkîdir. NEMLE Bir tek karınca. * Vücutta olan karıncalanma. NEMM Birinin sözünü başkasına götürüp ikisinin arasını bozma. Koğuculuk. NEMMAL Koğucu, dedikoducu, münafık. NEMMAM (Nemmas) : Koğuculuk ve nemimecilik eden. Dedikoducu. NEMNAK f. Nemli, yaş, ıslak. NEMNAKÎ f. Nemlilik, ıslaklık, yaşlık, rutubet. NEMREKA (C.: Nemârık) Yastık. NEMRUD Zâlim ve gaddar olarak tanınmış ve Allaha karşı kibir ve isyan ile büyüklük taslamış bir kralın ismidir. Milâddan evvel 2640 yılında yaşadığı sanılmaktadır. Peygamber İbrahim Aleyhisselâm zamanında yaşamış ve onu ateşe atarak yakmak istemiş, mu'cize ile İbrahim Aleyhisselâm ateşten kurtulmuştur. Bâbil'in müessisi ve hükümdarı olup, en evvel hükümranlık ve tecebbür eden bu olduğu mervidir. (Bak: Enaniyet) NEMS Süt ve yağın ekşimesi. * Ekşimek ve kokmak. * Sırrı ketmetmek, gizlemek. NEMŞ f. Hile, oyun, dalavere, desise. NEMY Kaldırmak. * Yetiştirmek. NE'NEE Zayıflık. NE'NEHAVA Anason, kimyon. NENG f. Ayıp, utanma, hayâ etme. * Ün, şöhret, nam. NER f. Erkek, er. NERBDAN f. Merdiven. (Neverdi bâm'dan alınmıştır. Neverd; kıvrım, büküm; neverdiden; tayyetmek, dürmek; bam, ban; tavan mânalarına gelirler. Üst kata merdivenle çıkıldığından, neverdibâm yerine hafifletilmişi olan nerdbân denilmiştir.) NERE f. Dalga. * Erkek. NERE-İ ÂB Su dalgası. NERGİS (Nerges - Nercis) İri papatya biçiminde ortası yeşil veya sarı, yaprakları gri ve sarı bir çiçek. Suyu, uyuşturucudur. Mahmur bakışı andırır. NERGİS-DÂN f. Nergis saksısı. NERGİSÎ f. Nergis biçiminde kesilip yapılan bir çeşit hamur işi. NERİMAN f. Pehlivan, yiğit, kahraman. NERİMANÎ f. Nerimanlık, kahramanlık, yiğitlik. NERM (Nermi - Nermin) f. Yumuşak. NERM NERM f. Yavaş yavaş, âheste âheste. NERM-ÂHEN f. Gevşek şey. NERMDİL f. Yüreği yumuşak. Merhametli. NERMGÛ f. Yumuşak sözlü. NERMÎ f. Gevşeklik, yumuşaklık. NERMİN f. Yumuşak. NERMİYET Yumuşaklık, gevşeklik. NERMLİGAM (Nerm-ligâm) f. İtaatli, muti, söz dinler. * Başı sert olmayan at. NERMSAZ f. Yumuşak adam. NERRE-ŞİR f. Erkek arslan. NESA (C.: Ensâ) Uyluk başından tırnağa kadar varan bir damar. * Te'hir etmek, sonraya bırakmak. NESAİ (Bak: Kütüb-ü sitte-i hadisiyye) NESAİC (Nesice. C.) Dokumalar. Dokunmuş kumaşlar. Ette ve deride olan nescler, dokular. (Bak: Nesc) NESAİH (Nesâyih) (Nasihat. C.) Nasihatler, öğütler. NESAİK (Nesike. C.) Kesilen kurbanlar. NESAİM (Nesim. C.) Hafif ve lâtif rüzgârlar. NESAİS (Nesise. C.) Fesatlık için yapılan fısıltılar. NESAK Tarz, usul, yol, şekil, üslub. NESAK-I VÂHİD Tek şekilde, tek tarzda, tek biçimde. NESAKSÂZ f. Tertib eden, düzenliyen, tanzim eden, düzen veren. NESAR (C.: Nüsür - Ensür) Bir kuş adı. Gerges de denir. NESC (Nesic) Dokunuş, dokuma. * Canlı mahluklardaki hücrelerin, Allah'ın (C.C.) kudretiyle ve kanunu dâiresinde yanyana gelip birleşerek uzuvların yapılışı. (Meselâ: Hayvanlarda deri, kemik, et vesâir kısımların yapılışı gibi) NESCÎ Nesc ile alâkalı. NESCOLMAK Dokunmak, örülmek, örülü hâle gelmek. Kumaş dokunması, bez dokunması. (Canlıların vücudundaki nescolunmak gibi) NES'E Veresiye alma. Vade ile alma. * Tehir etmek. NESEB Sülâle, hısımlık, karabet, soy. Baba soyu, atalar zinciri. * Vuslat. NESEBEN Soyca, sülâlece, soy bakımından. NESEBÎ Neseb ve soya âit. Sülâle ile alâkalı. NESEL Davar sağıldıktan sonra meme başlarında arta kalan sütü. * İki tarafı saf saf ağaçlar olan yol. NESEM Soluk ruh, nefes. Rahatı mucib hâlet. * Rüzgârın lâtif, hoş esmesi. NESEME (Nesme) : (C: Nüsüm) Nefs. İnsanın ve her nesnenin başlangıcı. NESEVÎ (Neseviye) Kadına mensub, kadınla alâkalı, kadınlık. NESEVİYYET Kadınlık. NESF Bir yapıyı temelinden yıkma. NESFE Dökülmüş ve saçılmış un. NESG Gitmek. * Almak. * Ağaç kesildiğinde çıkan su. * Vurmak. * Dürtmek. NESH Ist: Şer'i bir hükmü yine şer'i bir emirle kaldırmaktır. (İtikada ait olan ve zamanla değişmeyen hükümlerde nesih olmaz, bunlar sabit birer hakikattırlar.) * Bir şeyin aynını kopya etmek, aynını çoğaltmak. * İbtal etmek, hükümsüz bırakmak, değiştirmek. * Nakletmek, kaldırmak, bir şeyi zâil kılmak. (Güneşin, gölgeyi giderdiği gibi.) NESHÎ Nesihle alâkalı, neshe ait. * Bir cins yazı. NESİ' Te'hir, sonraya bırakma. NESİ' (C.: Ensâ) Yolcuların ve misafirlerin konakladıkları menzilde düşürdükleri esvap. * Unutkan. * Unutulan. Unutulmuş olmak. NES'Î Câhiliyet devrinde belirli vakti geciktirilmiş haram aylar. NESİB Asil kadının vasfı. * Edb: Kasidenin âşıkâne olan mukaddemesi. NESİC (C: Nüsüc) (Nesc. den) Dokunmuş, nescolunmuş. NESİCE (C: Nesâyic) Dokunmuş, nescolunmuş şey. NESİE Veresiye almak. Satın alınan şeyin bedelini vermeyip sonraya bırakmak. NESİF İki kişi arasındaki sır. NESİG Ter. NESİK Düzenli, tertibli, nizamlı * Süslü, bezenmiş, donanmış. NESİKE Hak yoluna kesilen kurban. * Altın veya gümüş külçesi. (Bak: Akika) NESİL Kazıldığında çıkan kuyu toprağı. NESİL Erimiş mumsuz bal. NESİL (Bak: Nesl) NESİM Hoşa giden, hafif ve lâtif esen rüzgâr. NESİMÎ Hafif hafif ve lâtif bir tarzda esen rüzgârla ilgili. NESİM-İ NEVBAHÂR İlkbahar rüzgârı, tan yeli. NESİM-İ SEHER Lâtif sabah rüzgârları. NESİM-İ SUBH Sabah rüzgârı. NESİM-İ SUBH-DEM Sabah vakti esen rüzgâr, sabah rüzgârı. NESİR Hayvan aksırması. NESİRE Kuyu toprağı. NESİS Bir sıvının sızıp kabından dışarı çıkması. NESİS Aşırı derecedeki açlık. * İnsan gücünün sonu. İnsanın en son tâkati. * Son nefes. NESİSE (C.: Nesâis) Fesatlık için yapılan fısıltı. NESK Bir kelâmı başka kelâma atfetmek. NESL Kuyudan toprak çıkarmak. * Sadaktan ok çıkarmak. NESL Soy, sop. Zürriyet, döl, kuşak. * Halk. * Çocuk hâsıl etmek. * Kıl yolmak. * Mumsuz, süzme bal. NESLAN Çok yelmek. Evmek. NESLE Geniş gömlek. NESME Fık: Satın alınan köle. NESNAS Koğuculuk eden kişi. * Maymun. NESNE şey, herhangi bir şey. NESR Hamele-i Arş'tan olan bir melek. * Akbaba, kartal. * Nuh kavminin putlarından birisinin ismi. * Yarayı deşmek. * Kuşun, eti didiklemesi. * Birinin aleyhinde konuşmak. * Güneyde bir parlak yıldız. Buna Nesr-ül vâki' denir. Batıdaki yıldıza ise: Nesr-üt-Tair denir. * Atın tırnağının içi veya tırnağın üstündeki et. NESR (Nesir) Çoğaltmak, saçmak, yaymak. * Manzum olmayan söz veya yazı. NESRE Büyük geniş gömlek. * Hayvanın tiksirip burnundan sümüğünü çıkarması. * Menazil-i kamerden iki yıldız. NESREN Nesir olarak, manzum olmadan yazılan yazı. * Çoğaltmak suretiyle. NESRİN Yabani gül. NESS İfşa etmek, açıklamak. * Gayret ve hamiyyet etmek. NESS Sürmek, sevk. * Kurumak. NESSABE Nesepleri iyi bilen kimse. NESSAC Dokuyucu, dokuyan, çuhacı. NESSAF Gagası büyük bir kuş. NESSAR Dağıtan, saçan, neşreden. * Parlatan. NEST Sâkin olmak. NESTEİNU Biz senden yardım, inayet dileriz, istiane ederiz meâlinde duâ. NESTER (Nesteren-Nesterin-Nesterun) f. Ağustos gülü, yaban gülü. NESTERİNZAR f. Gül bahçesi. Güllük. NESUC Üstünde yük doğru durmayan deve. NESV İzhar etmek, göstermek, açıklamak. NESY Unutma, nisyan. * Unutulmuş. NESYEN MENSİYYEN Tamamıyla unutulmuş, tamamen hatırdan çıkmış. NE'Ş şiddetle ve kahirle almak. Zorla almak. NEŞ' Bir nesneyi zorla çekmek. NEŞ' (NÜŞU') Yiğit olmak. * Yüksek olmak. * Rüzgâr esmek. * İyi ve hoş kokulu şeyler koklamak. NEŞA Nişasta. NEŞABET Okçuluk san'atı. NEŞAİD (Neşide. C.) Meşhur kaside ve beyitler, mısralar. NEŞAK Burna su ve sâire çekme. Burunla çekme. NEŞAME Yüksek beyaz bulut. NEŞASA Beyaz yüksek bulut. NEŞASTEC Nişasta. NEŞAT Sevin. Şen şâd ve hoşdil olmak. Sürur, keyf. * Bir iş işlemek. Çalışmak. NEŞAT-ÂVER f. Sevinç ve sürur getiren. NEŞAT-BAHŞ f. Sevinç ve neşe bağışlayan. NEŞAT-EFZA f. Neşe ve sevinç artıran. NEŞÂT-ENGİZ f. Sevinç uyandıran. NEŞB (İğne ve diken) batma, girme. NEŞC (NEŞİC) (C.: Enşâc) Sesli sesli ağlamak. * Ses. NEŞD Talep etmek, istemek. * Yüksek yerde düz yer olmak. * Kaybolan şeyi aramak. * Bir şeyi gereği gibi bilmek. NEŞ'E Gönül açıklığı, sevinç. * Yeniden meydana gelmek. Yeniden olan şey. * Yiğit olmak. * Yüksek olmak. NEŞEB Mal, mülk. NE-ŞEBEM f. Ben karanlık gece gibi nursuz değilim (meâlinde.) NE-ŞEBPERESTEM Karanlık ve zulümatı seven ve isteyen değilim. NEŞEF İçmek. * Sinmek. * İçine girmek, dühul etmek. NEŞEFE (C.: Nüşüf) Ayağın kirini temizlemede kullanılan taş. NEŞ'E-İ UHRÂ Ölümden sonra mahşerde yeniden dirilmek. Buna "Neş'e-i sâniye" de denir. NEŞ'E-İ ULÂ İlk hayat. Ruhun bedene girmesi. Dünyaya gelmek.(...Peygamber'in (A.S.M.) emrettiği gibi, " Neş'e-i ulâyı gören adam, neş'e-i uhrâyı inkâr edebilir mi?" Çünkü ikinci teşekkül, yâni ikinci yapılış birinci teşekkülden daha kolaydır. İ.İ.) (Bak: Taaccüb) NEŞ'E-İ ULYÂ Ahiretteki yüksek dereceli hayat, âhiret hayatı. NEŞ'E-NİSAR f. Neşe dağıtan. NEŞER Dağılmış, intişar etmiş, münteşir. NEŞ'ET Meydana gelmek, vücuda gelmek. Büyüyüp kat ve kamet sahibi olmak. Yetişmek, ileri gelmek. * Çıkmak. Kaynak olmak. NEŞ'ET-İ UHRÂ (Bak: Neş'e-i uhrâ) NEŞ'ET-İ ULÂ (Bak: Neş'e-i ulâ) NEŞ'E-YAB f. Keyifli, neşeli, sevinçli. NEŞF İçmek, suyu emerek içmek. * Sızmak. Sünger gibi sızmak. * Suyu çekmek. NEŞG Aşk galebe edip haykırıp çağırmak. * Tâlim etmek. NEŞİDE Manzume. Şiir. * Yüksek sesle okunan şiir. * Darb-ı mesel (atasözü) derecesinde kullanılan meşhur beyit veya mısrâ. NEŞİDEHÂN f. Neşide okuyan. NEŞİL Çömlekte pişmiş et. NEŞİR Dağıtma, yayma, herkese duyurma. NEŞİŞ Kaynayan şeyden çıkan ses. NEŞİT Neş'eli, sevinçli, şenlikli. Faal. NEŞİTA Bir şeyin, aramaksızın bulunması. * Ansızın bulunan nesne. * Gâzilerin kastettikleri yere varamadan yolda buldukları ganimet. NEŞK Burna çekme. NEŞL Taan etmek. * Cezbetmek, kendine çekmek. NEŞM Zerdali ağacı gibi bir ağaç. * Bir çiçek cinsi. NEŞNEŞE Koyun derisini yüzmek. * Zırh sesi. * Su kaynarken ötüp ses çıkmak. NEŞR Neşretmek, yaymak, bir haberi fâşetmek, herkese duyurmak, şâyi kılmak. * Başıboş cemaat. * Bulutlu günde yel esmek. * İzhar etmek. * Katetmek. * Mecnun veya hastaya duâ yazmak veya okumak. NEŞREN Yayılmak suretiyle, neşir yoluyla. Yazarak, dağıtarak. NEŞRÎ Neşir ile alâkalı. NEŞR-İ SUHUF Sahifelerin neşri. * Haşirde, insanların hesab görülmek için dirildiklerinde amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin amelinin belli oluşu.( $ kelimesiyle ifade eder ki: Haşirde herkesin bütün a'mâli bir sahife içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mes'ele kendi kendine çok acib olduğundan akıl ona yol bulamaz. Fakat, surenin işaret ettiği gibi, haşr-i baharîde başka noktaların nazîresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf naziresi pek zâhirdir. Çünki: Her meyvedar ağaç ve çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var. Esmâ-i İlâhiyyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmiş ise ubudiyetleri var. İşte onun bütün bu amelleri tarih-i hayatlariyle beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve suret lisaniyle gayet fasih bir surette analarının ve asıllarının a'mâlini zikrettiği gibi dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle sahife-i a'mâlini neşreder. İşte gözümüzün önünde bu Hakimâne, Hafizâne, Müdebbirâne, Mürebbiyâne, Lâtifâne şu işi yapan O'dur ki, der: $Başka noktaları buna kıyas eyle. Kuvvetin varsa istinbat et. S.) NEŞRİYÂT Gazete, kitap, radyo ve sâir vasıtalarla neşrolunmuş, yayılmış şeyler. NEŞRİYÂT-I KÂZİBE Yalandan, uydurma sözler. NEŞŞ Kaynamak, galeyan. * Her nesnenin yarısı. * Davarın tezce derisini yüzüp etinden ayırıp çıkarmak. * Yirmi dirhem. * Karıştırmak. NEŞŞAB Okçu, ot atan. NEŞŞABE Ok yapıcılık, ok yapma sanatı. NEŞŞAF Bir şeyi kendine çeken. * Emen. NEŞŞAL Pişmemiş yemeğe saldıran. NEŞT Yılan sokmak ve ısırmak. * Bir yerden bir yere gitmek. * Çözmek. * Çıkarmak. * İpi bağlamak. NEŞTER Ameliyat bıçağı. Hekim bıçağı. NEŞUR Ziyadesiyle neşreden. Fazla yayan. Dağıtan. NEŞUT Bir balık cinsi. * Kovası katı çekilmeyince su çıkmayan kuyu. NE-ŞÜKÜFTE f. Açılmamış. NEŞV f. Canlıların büyümesi, yetişmesi, boy atması. * Yeniden hayata gelmek. NEŞV Ü NEMA Büyümek ve gelişmek. NEŞVAN Sarhoş. NEŞVAR Davar gevişi. NEŞVAT (Neşvet. C.) Keşifler, neş'eler, sevinçler. NEŞVE (Nişve - Nüşve) Sevinç, keyif. * Büyümek ve yetişmek. * Koklamak. * Rayiha. * Bir şeyi tekrarlamak. * Mest ve sarhoş olmak. * İyice duyup vâkıf olmak. NEŞVEBAHŞ f. Keyif ve neşe veren. Neşelendiren. NEŞVEDÂR f. Keyifli, neşeli. NEŞVEGÂH f. Neşe ve keyif yeri. NEŞVEMEND f. Keyifli, neşeli. NEŞVERÜBA f. Neş'e verici. NEŞVET Keyif, neşe. Sevinç sarhoşluğu. NEŞVEYAB f. Neşeli, keyifli. NEŞZ (C.: Enşâz-Nişâz) Yüksek yer. NETA (Nütü') Yaranın şişmesi. * Yüksek olmak. NETAİC (Netayic) (Netice. C.) Neticeler. NETANE Çirkin kokmak, pis kokmak. NETB (NÜTÜB) Büyük olmak, gövdeli olmak. NETC Doğurmak. NETF Kıl yolma. NETG Alayla gülmek. * Bir kimseyi ayıplamak. NETH Koparmak. * Çıkarmak. NETH Terlemek, sızmak. NETİCE (C.: Netâic) Son, gaye. Semere, hülâsa. * Döl, evlâd. NETİCEBAHŞ f. Neticelendiren, sonuçlandıran. Netice veren. NETİCE-İ HAYAT Hayatın neticesi ve gayesi. NETİCE-İ HİLKAT Yaratılışın sonu, gayesi. Yaratılmanın neticesi. NETİCE-İ KELÂM Sözün kısası. NETİCE-İ MA'KÛSE Aksi netice, ters netice. NETİCEPEZİR f. Son bulmuş, neticelenmiş. NETK Atmak. * Yüzmek. * Kendine çekmek, cezbetmek. * Depretmek, silkmek, harekete geçirmek. * Oğlu ve kızı çok olmak. NETK Bir şeyi şiddetle çekmek ve cezbetmek. NETL (NETEL) Önüne çekmek. * Deve kuşu yumurtasının içini su ile doldurup bir yere gömmek. NETN Fena kokmak. Kötü, kerih koku. NETNUN Bir ağaç cinsi. NETR Cezbetmek, kendine çekmek. * Taan etmek, çekiştirmek. * Bozulmak, fâsid ve zâyi olmak. NETS Deri yüzmek. * Bir şeyin yerinden ayrılması. NETŞ Çıkarmak. * Yolmak. NETUC Çıkma. *Ağaç posası. NEUR Çivit. NEUZÜ Sığınırız meâlinde fiil. NEUZÜ-BİLLÂH Allah'a sığınırız, Allah korusun. NEV f. Yeni, tâze, cedid. Son zamanda çıkmış. NEV' Çeşit, sınıf, cins. * Taleb etmek. Meyletmek, eğilmek. İki yana sallanmak. NEVA f. Ahenk, ses, güzel sadâ, nağme, avaz. * Musikide bir makam ismi. * İntizamlı hâl. * Azık, zahire, rızık. NEVA Bir yerden bir yere nakletmek. * Hıfzetmek, korumak. * Sohbet etmek. NEVABIZ (Nâbıza. C.) Nabız damarları. NEVABİG (Nâbiga. C.) Şerefli ve ulu kimseler. * Sonradan şâir olan kişiler. NEVABİT (Nabite. C.) Nebatlar. Bitkiler. * İmar ve ihdas. * Dünya ahvâlinden habersiz. * Taze, genç kimse. NEVACİZ (Nâciz. C.) Azı dişlerinin arkasındaki altlı üstlü bulunan dişler. NEVAD f. Zarar, ziyan, hasar. * Mahzen. * Dil. NEVADE Torun. NEVADİ (Nâdi. C.) Toplantılar, meclisler. NEVADİR Az olanlar, nâdirler. NEVAFİL (Nâfile. C.) Farz ve vâcib olandan başka ibadetler. Nâfile (yani sevab için kılınan) namaz veya tutulan oruçlar. NEVAFİS (Nefsâ. C.) Loğusalar. Yeni doğum yapmış kadınlar. NEVAGER f. Okuyucu, hânende. NEVAH Kül renkli beyaza benzer kumru gibi bir kuş cinsidir ve sesi gayet lâtiftir. NEVAHİ (Nahiye. C.) Taraflar, yanlar, nahiyeler. NEVAHİ (Nehy. den) Yasak edilmiş şeyler. * Allah (C.C.)tarafından menedilmiş olanlar. NEVAHİ-İ KAZA bir kazâya bağlı olan nahiyeler. NEVAHİ-İ MEKKE Mekke civarı. Mekke'nin yakınları, nahiyeleri. NEVAHT f. Okşama. * Saz çalma. NEVAHTE f. Okşanmış. * Saz çalmış. NEVAHTEN f. Çalgı veya saz çaldırmak. NEVAÎ f. Ahenkle, makamla ilgili. NEVAİB (Naibe. C.) Musibetler, kazalar, belâlar. NEVAİB-İ EYYAM Günlerin belâları. NEVAİR (Naure. C.) Bostan dolapları. NEVAİR (Naire. C.) Ateşler, alevler. NEVAKET Hamakat, ahmaklık. NEVAKIS (Nâkis. C.) Başlarını devamlı olarak önlerine eğen adamlar. NEVAKIS (Noksan. C.) Eksiklikler, noksanlar. NEVAKİS (Nakus. C.) Çanlar. İbadet vakitlerinde kiliselerde çalınan çanlar. NEVAL(E) Bahşiş. Kısmet, tâli', nasib. * Yiyecek içecek. * Bir tek porsiyon. NEVALE-ÇİN f. Yiyecek toplayan, kısmetini alan. NEVAMİS (Namus. C.) Namuslar, kanunlar, şeriatlar. (Bak: Desâtir) NEVAMİS-İ İLÂHİYE İlâhî kanunlar. (Bak: Şeriat-ı fıtriye) NEV-AMUZ f. Acemi. Yeni alışan. NEV'AN Cins bakımından, çeşitçe. * Biraz. NEV-A-NEV f. Yeni yeni. NEV'AN-MA Bir dereceye kadar, bir bakıma göre, bir suretle. NEVAR (C.: Niver) Ürkmek, korkmak. NEV-ARUS (C.: Nev-arusân) f. Yeni gelin. NEVA-SAZ f. Çalgıcı, okuyucu. NEVASİ İyi cins bir beyaz üzüm. NEVASİ (Nâsiye. C.) Alınlar. * Bir topluluğun ileri gelenleri. Ulular. NEVAT Çekirdek, hurma çekirdeği. * Yirmi veya on adet. * Bir veya on okka altın. Beş dirhem altın. * Düşman. NEVATIH şiddetler. NEVATIR Kirişi kesik olan yay. NEVATİ (Nevtî. C.) Gemiciler. NEVATİR (Nâtur. C.) Hamam hademeleri. * Bostan bekçileri. NEVAYE Devenin semiz olması. NEVA-Yİ NEY Ney sesi. NEV-AYİN f. Yeni tarz, yeni üslub. * Yeni üslub çıkaran. NEVAZ f. Okşayıcı, taltif edici, iyi edici. (Bak: Nüvaz) NEVAZENDE f. Okşayan, okşayıcı. NEVAZIC (Nâzıc. C.) Kıvama gelmişler, olgunlaşmışlar. NEVAZİL Nezleler. * Hâdiseler. Belâlar. NEVAZİŞ (Nüvaziş) f. Okşayış, iltifat. NEVAZİŞGÂR f. Gönül alan, okşayan. İltifat eden. NEVAZİŞGÂRANE f. Gönül alarak, okşayarak, iltifat ederek. NEVB Yakınlık. * İsabet. NEVBAHAR f. İlkbahar. NEVBAHAR-I ÖMR Ömrün ilkbaharı. NEVBAHARÎ f. İlkbaharla ilgili. NEVBAVE f. Yeni yeşillik. * Turfanda yemiş. * Hediye, armağan. NEVBE (C.: Nüveb) Nöbet. NEVBENEV f. Tâzeden tâzeye. Yeniden yeniye. NEVBER f. Turfanda meyve. * Memeleri yeni belirmeye başlamış kız. NEVBET Nöbet, sıra. Sıra ile görülen iş. NEVBETÎ f. Mehter başı. NEVBET-ZEN f. Belirli vaktin geldiğini bildiren, nöbet çalan. NEVBÜNYAN f. Yeni yapılı, yeni yapılmış. NEVBÜRİDE f. Yeni koparılmış, yeni kesilmiş. NEVCAH f. Bir makama veya memuriyete yeni geçmiş olan. * Tahta yeni oturmuş (padişah). NEVCET Fırtına. NEVCİVAN f. Genç, delikanlı. NEVCİVANÎ Gençlik, delikanlılık. NEVDEL Sarkık ve sülpük olmak. NEVE Torun. NEVED f. Doksan. 90 NEVEND (Nevende) f. Postacı. Atlı postacı. * Hızlı giden at. NEVERD f. Dönen, gezen, dolaşan. NEVESAN Kımıldama, hareket etme. NEVEY (Nevât. C.) Çekirdekler. NEVEYAT (Nevâ) Nüveler, çekirdekler. NEVF (C.: Envâf) Hörgüç. * Uzun ve yüksek olmak. NEVFEL Deniz, derya, bahr. * Atâsı çok olan kişi. Çok bahşiş dağıtan. NEVFELE Tuzluk. NEVFER Nilüfer çiçeği. NEVGÜŞADE f. Yeni açılmış. NEVH Yükseltmek, yüceltmek. * Kuvvetli ve kavi olmak. NEVH (NEVHA) Ağıt etmek. * Bağırıp çağırarak sesle ağlamak. NEVHA Ölüye sesli ağlamak. * Nağme ile güvercin ötmesi. NEVHAST Taze ve genç hayvan. NEVHAT Sakalı yeni çıkmış genç. NEVHEVES (C.: Nevhevesân) f. Bir işe yeni olarak ve büyük bir hevesle başlayan. * Sık sık iş değiştiren. Hevesi çabuk geçen. NEVHİZ f. Genç, taze. * Yeni çıkmış, yeni yetişmiş. NEVİ f. Yenilik. NEV'Î Nev'e ait, çeşit ile alâkalı. NEV'-İ BEŞER İnsanlar, beşer nev'i. NEV-İ BEŞER (Bak: Nev') NEV'İ ŞAHSINA MÜNHASIR Sadece şahsına benzer çeşit, başka benzeri olmayan. Eşi bulunmaz olan. NEV-İCAD f. Evvelce yok iken sonradan yapılmış. Yeniden meydana getirilmiş. NEVİD f. Müjde, beşaret, iyi ve sevinçli haber. NEVİN f. Yeni, yepyeni, yeni şey. NEV-İNAN f. Acemi at, bineğe yeni alıştırılan at. NEVİS Kuvvet. NEVK f. Sivri uç. NEVKA Ahmak, akılsız kimse. NEVKAR f. Acemi. İşe yeni başlamış. NEVK-İ MÜJGÂN Kirpiklerin ucu. NEVL Yolcuların verdiği vapur parası. Gemi kirâsı. * Bahşiş, atiyye. NEVM Uyku. Uyumak. Rüya. * Sönmek. Sükun. (Bak: Kaylule) NEVM-ÂLUD Uykulu, uykuya bulaşmış, uyumuş. NEVMÎ Uyku ile alâkalı, uykuya âit. NEVMİD f. Ümidsiz, me'yus, mükedder, cesareti kırılmış. NEVMİDÂNE f. Ümitsizce, kederli ve ümidsiz olarak. NEVMİDÎ Ümidsizlik, cesaret kırıklığı. NEVNİHAL f. Taze fidan, yeni filiz. NEVNİYAZ f. İşe yeni başlayan. NEVPEYDA f. Yeni çıkma. NEVR (C.: Envâr) Parlaklık. * Ağaç çiçeği. Tomurcuk. NEVRAH f. İlk olarak seyahata çıkan. Yeni yolcu. * Yeni yol. NEVREC (Nevâric) Kağnı. NEVRED f. Gezen, yol alan, dolaşan. NEVRES Su kuşlarından mavi renkli bir kuştur; başının yarısı siyah yarısı beyaz olur; güvercin büyüklüğündedir. Su üstüne yakın uçar ve balık gördüğü gibi kapar. NEVRES (Nevrese) f. Yeni yetişmiş, yeni yetişen, yeni biten. * Genç, taze. NEVRESİD f. Yeni yetişmiş, yeni yetişme. NEVRESİDE f. Yeni yetişmiş, yeni yetişme. * Tâze, genç. NEVRESİDEGÂN (Nev-reside. C.) Yeni olgunlaşmağa başlamış olanlar, yeni yetişmeler. Gençler, tazeler. NEVRESM f. Yeni çıkma. * Yeni moda. NEVRESTE (C.: Nevrestegân) f. Yeni yetişmiş, yeni bitmiş, yeni meydana gelmiş, yeni hâsıl olmuş. NEVROZ Fr. Tıb: Sinir sistemi bozukluğu. Sinirlilik hastalığı. NEVRUZ f. Yeni gün. İlkbahar. Baharın ilk günü sayılan ve güneşin Hamel (Kuzu) burcuna girdiği 22 Marta rastlayan gün. Bu tarihte gece ve gündüz müsâvi olur. İranlıların yılbaşısıdır. NEVRUZİYE Nevruz gününe âit olan. Hususan o gün için yazılan, söylenen manzume. NEVRÜSTE f. Yeni yetişme. NEVS Asılmış olan bir şeyin hareket etmesi, sallanması. Hareket etme. Deprenme. NEVS Tehir etmek, sonraya bırakmak. * Kaçmak, firar etmek. * Vahşi hımar, yabani eşek. NEVSALE f. Genç. Küçük. Tâze. NEVSEFER f. Yeni yolculuğa çıkan. NEVŞ Bir şeyi el uzatıp almak ve istemek. * Yürümek. * Sür'atle deprenip kalkmak. * Alıp yemek. NEVŞAH f. Yeni dal. * Yeni bitmiş geyik boynuzu. NEVŞE f. Genç hükümdar. * Yeni damat. NEVŞÜKÜFTE f. Yeni açılmış (çiçek). NEVT (C.: Envât-Niyât) Bir yere asma. Kaldırma. NEVTA Göğüste olur bir verem. NEVTÎ Gemici. NEV'UMMA Bir derece, bir suretle. NEV'UN MÜNHASIRUN FİŞ-ŞAHS Nev'i şahsına münhasır. Başka bir benzeri olmayan. NEVÜR Çivit. * Damga için kullanılan içyağı isi. NEVVAB Nâiblik eden. Birinin yerine vekil olarak iş gören. NEVVAH(E) Ağlayan, çığlık koparan. NEVVAR(E) Nurlu, aydın. Aydınlık. NEVZ (C.: Envâz) Dere, vâdi. NEVZAD f. Yeni doğmuş. * Yeni doğmuş çocuk. NEVZEMİN f. Yeni çeşit, yeni tarz. NEVZUHUR f. Yeni çıkma. Yeni zuhur etme. NEY Kamıştan yapılan damaksız düdük. * Kamış kalem. * Mc: Kâmil insan. * Farsçada : Yokluk. (Bak: Nay) NE'Y Uzak olmak. NEY' Susuzluk. * Meyletmek, eğilmek. NEYB Dişle ısırmak. NEYÇE f. Küçük ney. NEYDELAN Kâbus denilen ağırlık ki uyku arasında olur. NEYELAN İsteğe ulaşma. Arzulanan şeye vâsıl olma. NEYFAK Tilki derisinden olan kürk. NEYH Vücudun kemikleri taze iken pekişmek. NEYİSTAN f. Kamışlık, sazlık. NEYK Cima etmek. NEYL Merama erme. İsteğe ulaşma. * Ulaşılan şey. NEYNÜFER Nilüfer çiçeği. NEYPARE f. Kamış parçası. NEYRENC (C.: Neyrencât) Tılsım. NEYRENCÂT (Neyrenc. C.) Tılsımlar. NEYRİB Koğuculuk, dedikoduculuk. NEYRUZ Yaz günü. NEYSEB Karıncaların birbirine bitişerek yol almaları. NEYSİTAN f. Sazlık, kamışlık. NEYŞEKER f. Şeker kamışı. NEYT İnlemek. * Şiddetle teneffüs etmek. NEYT Cenaze. * Ölüm. * Duâda tazarru etmek. * Tıb: Kalbin asılı olduğu damar. * Derinliği adam boyu miktarı olan kuyu. NEYTAL (C: Neyatîl) Belâ, musibet, felâket, meşakkat. * Kova. * İçki ölçeği. NEYY Pişmemiş çiğ et vs. * Devenin semiz olması. * Semiz ve besili deve. NEYYİF Küsur. Ziyade. Artık. Fazla. * İhsan. * Yakın. NEYYİR (Nur. dan) Nurlu, parlak, ışıklı cisim. * Yıldız. Cisim halindeki nur. * Güneş, şems. NEYYİRAT (Neyyir. C.) Nurlular, nur saçanlar. NEYYİREYN Cisimlenmiş iki nur, yâni: Güneş ile Ay. NEYYİR-İ ASGAR Ay. Kamer. NEYYİR-İ A'ZAM Güneş, şems. NEYZ Çok olmak. NEYZAR f. Kamışlık, sazlık. NEZ' Çekip koparmak, ayırmak. * Can çekişmek. * Çekip almak. Kuyudan kovayı çekip çıkarmak. * Saymak. * Kaldırmak, yok etmek. NEZ' Halkı birbirine düşürmek, ifsâd, bozmak. NEZA' Başta, alnın iki yanında saç olmayan açık yer. NEZAFET Temizlik, paklık, pakizelik. NEZAHET Ahlâk temizliği, temizlik. * İncelik, rikkat. NEZAİR (Nazire. C.) Nazireler, benzerler, emsâl olanlar. NEZAKET Naziklik, incelik, zariflik. Kaba olmamak. Edeb, terbiye. NEZALE Sefillik. * Hasislik. NEZARE Korkutmak. NEZARE Azlık. Kıllet. NEZARET (Nedâret) Tazelik. Parlaklık. Letafet. NEZARET (T) (Nazar. dan) Bakmak, seyir, bakış. * Nâzırlık etmek. Göz etmek. * Tenezzüh. * Reislik. * Vekillik, nâzırlık, bakanlık. NEZAZA Az olmak, kıllet. * Her nesnenin bakiyyesi, artığı ve âhiri. NEZB Çağırmak. * Ses, sadâ, savt. NEZD f. Yan. Yakın. Karib. * Göre, nazarında, fikrince. (Arapçadaki "ind" mânâsındadır) NEZDİK f. Yakın, karib. NEZE Hafif deve. NEZEL Menzil, mekân. NEZELE Akmak, seyelan. NEZEVAN Atlama, sıçrama. NEZF Kuyunun suyunu tamamen boşaltma. * Aklı gitme, sarhoş olma. Zevâle gitme. NEZG İfsad etmek, halk içine fitne ve fesad bırakmak. Vesvese. NEZGA Taan etmek, çekiştirmek. NEZH (Nezih) Nezihlik, temizlik, saflık. * Hiçbir kötü hareketi olmamak. * Kerim, pak, pâkize. NEZİA (C.: Nezâyı') Aşiretinden başkasına nikâhlanmış olan kadın. NEZİB (NEZÂB) Geyik ve sair hayvanların cima zamanı çıkardıkları ses. NEZİF (Nezf. den) Çok kan kaybından kuvvetsiz kalan kimse. * Sarhoş kimse. NEZİH (Nezihe) Pâk, temiz. (Bak: Nezh) NEZİHÂNE f. Temizce, iyice, güzelce. NEZİL Menzil, mekân. NEZİL Misafir. İnen, konan. NEZİR (Nezr. den) Bir iş için korkulacak bir şey söyleyip gözdağı vermek. İlerdeki hesap için korkutmak. ("Beşir" in zıddıdır) * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın bir vasfı olup Allaha (C.C.) inanıp itaat etmeyenlere cehennemden haber verdiği için "Nezir" denmiştir. NEZİRE Nezredilmiş olan şey, adak. NEZK Yaramaz söz. * Süngü ile vurmak. NEZK $ Hafiflik. * Acele. * Sebkat. NEZLE (C.: Nevâzil) Burnun akmasını mucib olan hastalık. * Vücudun herhangi bir organından cerahat veya başka bir maddenin akması. NEZR Suâlde ısrar etmek. * Az miktar, azlık. NEZR Adak adamak. * Fık: Cenab-ı Hakka ta'zim için mübah bir fiilin yapılmasını deruhde etmek, öyle bir işin yapılmasını kendi nefsine vacib kılmaktır. NEZUR Evlâdı az olan kadın. NEZV Sıçramak. NEZZ Hafif zeki kimse. * Susuz nadas. NEZZAM Nizâm veren, düzenleyen, tertipleyen. NEZZARE Seyirci, seyreden, bakan. Nezaret eden, müfettiş, mürakabe ve kontrol eden. Vekillik eden. NIHLE (C.: Nihal) Millet. * Yol. * Diyânet. * Bahşiş, atâ. * Dâva. NIHV (NİHÂ) (C.: Enhâ) Tulum. Yağ tulumu. NIKBE (C.: Nakıb) Zarar ve ayıp verecek derece eziyet. NIKK Kurbağa sesi. NIKMET (Bak: Nikmet) NIKRİS (Nıkrîs) (C.: Nekaris) Ayak ağrısı. NIKY İlik. NI'ME (C.: Niam) Mal. * Sanat. NISA' Bir cins beyaz elbise. NISAF Bir şeyi tam olarak ikiye bölme. NISF Yarım, yarı. NISFET (Bak: Nasfet) NISF-I KUTR Dairenin merkezinden geçen ve onu iki eşit kısma ayıran doğru çizginin yarısı. Yarı çap. NISFİYET Yarımlık. Yarı yarıya bölme. NISF-ÜL LEYL Gece yarısı. NISF-ÜN NEHAR Öğle vakti, gündüzün ortası. * Meridyen. NISH (NISÂH) Terzilik. * Bir şeyi temizleyip yaramazını içinden çıkarıp hâlis yapmak. NIT' Ağız tavanının pütür yerleri. NITAB Baş. * Boyun damarı. NITAF Ter. NITNIT Uzun boylu adam. NIZAR (C.: Nuzarâ-Nizâr) Her nesnenin misli ve benzeri. Nazir. NIZV (C.: Nuzuv, Enzâ') Gitmek. * Sebkat etmek. * Kesmek, kat'etmek. * Çekip çıkarmak. * Bırakmak. * Zayıf deve. * Eski elbise. Nİ f. Nefy edatıdır. (Bak: Na-Ne) NİAC (Na'ce C.) Dişi koyunlar. NİAL (Na'l. C.) Ayakkabılar, pabuçlar. * Hayvanların ayaklarına çakılan demirler, nallar. NİAM (Ni'met. C.) İyilikler. Yiyecekler. Nimetler. * Hidayetler. NİAM-I ESASİYE Esas nimetler, en lüzumlu maddeler. İman, din gibi en kıymetli İlâhi ihsanlar. NİBAH Köpek havlaması. NİBAL Küçük tepe. * (Nebl. C.) Oklar. NİBRAS (Süryânice) Lâmba, çıra. NİBZ Hurma ağacının dış kabuğu. NİCAD Kılıç bağı. NİCAF Kapının üst eşiği. NİCAR Asıl. NİDA' Seslenmek, çağırmak, haykırmak, bağırmak. Ses vermek. * Gr: ünlem (!) NİDAL (Nizâl) Özür beyan ederek bir zararı def etmek. NİDD Aynı, eş. Benzer, denk. NİDRE Et parçası. NİFA' Menfaat, fayda. NİFAK Müslüman gibi görünüp kâfir olmak. İki yüzlülük. * Bozuşukluk, ara açılmak. * Dinde riyâ etmek. * İhtiyaca sarf olunacak şeyler. NİFAKÎ Nifakla alâkalı. NİFAR İntikal etmek, göçmek. * Dağılıp kaçmak. * Ürkme, korkma, çekinme. * Nefret gösterme. NİFAS Yeni doğurmuş kadının hâli. Loğusalık. Böyle bir kadına "Nüfesâ" da denir. Hanefi Mezhebine göre bu hâl kırk gün devam eder. NİFAZ Çocuğa sarılan bez. Çocuk bezi. NİGÂH (Nigeh) f. Bakmak, nazar etmek. Bakış. NİGÂHBAN Bekçi. Gözcü. Gözleyen. NİGÂHBANÎ f. Bekçilik, gözcülük. NİGÂHDAR f. Bekçi, gözcü. * Koruyucu, muhafaza eden, saklayıcı. NİGÂH-I GAZAB Öfkeli bakış, kızgınlık bakışı. NİGÂH-I HAYRET Hayret bakışı. NİGÂH-I TEDKİK Araştırma bakışı, tedkik etme nazarı. NİGÂH-I TEGAFÜL Hâli ve gayeyi anlamazlıktan gelen bakış. NİGÂL f. Ateşli kömür parçası. NİGÂR f. Güzel yüzlü sevgili. * Nakış. Resim. * Nakşeden. * Put, sânem. * Resmi yapılmış, resmedilmiş. NİGÂRENDE f. Ressam. NİGÂRHANE f. Resim ve heykeller bulunan yer. Resim ve heykel sergisi. * Ressamların çalıştıkları atölye. * Puthâne. * Güzelleri çok olan yer. NİGÂRİN f. Resim gibi güzel sevgili. * Resimlerle ve nakışlarla süslü. NİGÂRİSTAN f. Resim ve heykel sergisi. * Güzelleri çok olan yer. * Puthane. NİGÂRİŞ f. Resim yapma. Tasvir yapma. NİGÂŞTE f. Resmolunmuş. Musavver. * Yazılmış. NİGEH (Bak: Nigâh) NİGEHBÂN f. Gözcü, gözetici, bekçi. NİGEHBÂNÎ f. Bekçilik, gözcülük. NİGEHDÂR f. Gözcü, bekçi. * Saklayıcı, koruyucu. NİGEH-ENDÂZ f. Bakan, bakıcı, bakıveren. NİGERAN f. Bakıveren, bakıcı. NİGİN f. Mühür, hâtem. * Yüzük. NİGİNDÂN f. Yüzük mahfazası, yüzük kutusu. NİGİNSÂY f. Mühür kazıcı. Hakkak. NİGU f. Güzel, iyi, hasen. NİGUHÂH f. Hayır temenni eden, iyilik isteyen. NİGUHİDE f. Çekiştirilmiş, zemmolunmuş, gıybet edilmiş. NİGUHİŞ f. Çekiştirme, gıybet, zemm. NİGUN f. Tersine dönmüş, altüst olmuş, başaşağı. * Ters, uğursuz, aksi. NİGUNBAHT f. Tâlihi ters dönmüş, tâlihsiz, şanssız. NİGUNSÂR f. Başaşağı. NİH f. (Nihâden: "Koymak" mastarından emir kökü) Koy. * Memleket, şehir, belde. NİHA (NİYÂHA) Yas tutmak. NİHAB (Nehb. C.) Çapullar, yağmalar. NİHAD f. Huy, tabiat, hilkat, bünye, yaratılış. NİHADE f. Konmuş, konulmuş. NİHADÎ f. Yaradılışta olan, fıtrî. NİHAF (Nahif. C.) Cılız, zayıf kimseler. NİHAÎ (Nihâiye) Sona ait, son ile alâkalı, sonuncu. NİHAL f. Taze, düzgün. Fidan, sürgün. NİHALAN (Nihal. C.) f. Taze fidanlar, sürgünler. NİHALE f. Yeni, taze fidan. * Avcı korkuluğu. * Sahan altlığı. * Döşenecek şey. Döşeme. NİHALÎ f. Sahan altlığı. NİHAL-İ ZARİF İnce, güzel dal. NİHALİSTAN f. Fidanlık. NİHAN f. Gizli, saklı. Bulunmayan. Mevcut olmayan. * Sır. NİHANHANE f. Saklanacak yer. Mağara, bodrum, mahzen. NİHANÎ f. Gizlilik, saklılık. NİHAS Kağnı tekerleğinin etrafına takılan çenber, yuvarlak demir. * Kavafların kullandığı nesne. NİHAS Asıl. Tabiat. NİHAVEND İran'ın batı tarafında meşhur bir şehir adı. * Musikide bir makam. NİHAVENDÎ f. Nihavend şehrine ait. Nihavendli. NİHAYET Son, uç, son derece. * Çok. NİHAYET-İ AZM Kemik ucu. NİHAYET-PEZİR Son bulan. Nihâyet bulur olan. NİHAYET-ÜL EMR İşin nihayetinde, işin sonunda. Netice. NİHAYET-ÜN NİHAYE En sonunda. Akıbet. NİHLE Cenab-ı Hakk'ın ihsanı. Atıyye. * Millet. * Yol. Tarik. * Diyânet. Mezheb. NİHRİR (C.: Nahârir) Tecrübeli, bilgili, fâzıl, âlim, mâhir kimse. NİHVAR f. Gururlu, kibirli, kendini beğenmiş adam. NİHY Gölcük. NİJAD f. Nesil, soy, neseb. * Cibilliyet, tabiat. NİJM f. Bazı kış sabahları inen koyu sis. NİK f. İyi, güzel, hoş. NİK (C.: Niyâk) Dağın yüksek yeri, dağ tepesi. * Kızgın, hiddetli, gadaplı kimse. NİK Ü BED İyi ve kötü. NİKAB Yüz örtüsü, peçe, perde. NİKABE (NEKABE) Kâhyalık. * Ululuk. NİKÂBET Rüzgârın ters yönlerden esmesi. NİKÂH Evlenme. Şeriata uygun şekilde evlenme. * Resmi evlenme muâmelesi. (Bak: Mücâhede) NİKÂH-I DÂHİLÎ İçerden evlenme, akrabadan kız alma. NİKÂH-I HÂRİCÎ Dışardan evlenme, akraba hâricinden kız alma. NİKÂH-I MUT'A Bir zamanlık, geçici nikâh olup meşru değildir. NİKÂH-I SAHİH Sıhhat şartlarını cami' olan nikâh. NİKAHTER (Nik - ahter) f. Tâlihli, şanslı, mutlu. NİKAL Devenin suyu içip gittikten sonra gelip yine içmesi. NİKÂL Dizgin demiri. NİKÂL f. Ateşli kömür parçası. NİKAM (Nikmet. C.) İntikamlar, öc almalar. NİKAN (Nik. C.) f. İyiler, iyi kimseler. NİKAR İnat. Kin. NİKAŞE Nakış yapma san'atı. Nakışçılık. NİKAT (Nokta. C.) Noktalar. NİKÂT (Nükte. C.) Nükteler. İnce mânâlar. * İnce mânâlı, şakalı ve zarif sözler. NİKÂYET Düşmanı kılıçtan geçirme. NİKBAHT (Nîk-baht) f. Bahtlı, tâlihli, şanslı. NİKBAZ (Nîk-bâz) f. Davranışları ve işleri iyi olan. NİKBİN (Nîk-bin) f. İyi gören, iyimser, her şeyi iyi tarafından gören. NİKDA Yaş kanbel otu. NİKENDİŞ (Nîk-endiş) f. Her vakit iyilik düşünen. Herkesin iyiliğini istiyen. NİKFERCAM (Nîk-fercâm) f. Sonu, âkıbeti hayırlı ve iyi olan. NİKHASLET (Nîk-haslet) f. Ahlâkı ve huyu iyi olan. NİKHU f. Güzel huylu, iyi huylu. NİKÎ f. İyilik, iyi olma. NİKKİRDAR (Nîk-kirdâr) f. Hareket ve davranışları iyi ve beğenilir olan. NİKL (C.: Enkâl) Köstek. * Kayd. * Dizgin demiri. NİKMANZAR (Nîk-manzar) f. Görünüşü ve manzarası güzel olan. NİKMET Şiddetli ceza. Hoş olmayan muamelelerle olan mücâzat. NİKNAM f. İyi nam kazanmış, iyi ünlü. NİKNİHAD (Nîk-nihâd) İyi huylu. NİKS Elbisenin ve örülmüş şeylerin eskilerini bozup gidermek, tekrar yine iplik yapmaya kabil olanı ip eğirip yenilemek. NİKS Ters doğan çocuk. * Zayıf ve cılız adam. NİKTER (Nik-ter) f. Çok beğenilmiş, çok iyi. NİK-TERİN f. Çok iyi, hepsinden iyi olan. NİKU Güzel, iyi, hoş. NİKUBAHT f. Bahtı açık. NİKUKÂR f. İşleri doğru ve iyi olan, iyi işli. NİKUYÎ f. Güzellik, iyilik. NİKZ (C.: Enkaz) Bina yıkıntısı. NİL Mısır'ın bir nevi hayat menbaı olan en büyük nehrinin ismi.(Nil-i mübarek, Cebel-i Kamer'den çıktığı gibi, Dicle'nin en mühim bir şubesi, Van vilâyetinden Müküs nahiyesinden, bir kayanın mağarasından çıkıyor. Fırat'ın da mühim bir şubesi, Diyadin taraflarında bir dağın eteğinden çıkıyor. Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mâyiadan incimad etmiş taşlar olduğu fennen sabittir. Tesbihat-ı Nebeviyyeden olan: $ kat'i delâlet ediyor ki: Asl-ı hilkat-i arz şöyledir ki: Su gibi bir madde, emr-i İlâhî ile incimad eder, taş olur. Taş, izn-i İlâhî ile toprak olur. Tesbihteki arz lâfzı, toprak demektir. Demek o su, çok yumuşaktır; üstünde durulmaz. Taş çok serttir, ondan istifade edilmez. Onun için Hakîm-i Rahîm, toprağı taş üstünde serer, zevilhayata makarr eder. S.) NİL Vesime adı verilen boya otu. * Çivit boyası. NİLE f. Çivit. NİLÎ Mavi, çivit rengi. NİLÎ PERDE Gökyüzü, sema. NİLU-BERG f. Nilüfer. NİLÜFER f. Beyaz, mavi ve sarı çiçekler açan bir cins su bitkisi. * Bursa yakınlarında akan bir akarsu. NİM Eski kürk. * Bir ot cinsi. NİM f. Yarım, nısf, buçuk, yarı. NİMAL (Neml. C.) Karıncalar. NİMAR (Nimr. C.) Kaplanlar. NİMAT (Nemat. C.) Örtüler, ihramlar. NİMBİSMİL f. İyice boğazlanmayıp yarı kesilmiş olan. NİME f. Yarım, nısf, yarı. Nİ'ME Ne iyi, ne âlâ, ne güzel. NİME NİME f. Parça parça, yarım yarım. NİME-İ RUZ Günün ortası. Yarım gün. Nİ'ME-L MATLUB Tam aradığımız. İsteyip aradığımızın en âlâsı. Nİ'ME-L MEVLA Ne iyi sâhib ve mâlik, ne iyi Allah (C.C.) Nİ'ME-L VEKİL Ne güzel, ne iyi vekil. Nİ'ME-L VESİLE Ne güzel sebeb, ne âlâ vesile. Nİ'ME-R RAKİB Ne iyi gözetici, koruyucu. NİME-RUZ (Bak: Nime-i ruz) Nİ'MET (Nimet) İyilik, lütuf, ihsan. Saadet. Hidayet. * Giyecek şeyler. * Yiyecek faydalı şey, rızık.(Eğer dünyanın veya vücudun mülkiyeti, zılliyeti sende ise, taahhüd, tahaffuz, korku külfetleriyle nimetlerden lezzet alamazsın, dâima rahatsız olursun. Çünkü noksanları tedarik, mevcutları telef olmaktan muhafaza ile dâimâ evham, korkular, meşakkatlere mahal olursun. Halbuki o nimetler Mün'im-i Kerim'in taahhüdü altındadır. Senin işin O'nun sofra-i ihsanından yeyip içmekle şükretmektir. Şükürde bir zahmet yoktur. Bilâkis nimetin lezzetini arttırır. Çünkü şükür, nimette in'amı görmek demektir. İn'amı görmek, nimetin zevalinden hâsıl olan elemi defeder. Zira nimet zâil olduğundan Mün'im-i Hakiki, onun yerini boş bırakmaz, misliyle doldurur ve teceddüdünden lezzet alırsın. M.N.) Nİ'MET-İ İLÂHİYE Allah'ın nimeti. Allah'ın verdiği nimet. Nİ'MET-ŞİNAS f. Kendisine yapılan iyiliği bilip unutmayan. NİMGERM f. Pek sıcak olmayan. Ilık. NİMHAB f. Yarı uykulu, mahmur. NİMHANDE f. Gülümseme, tebessüm. NİMKÜŞTE f. Yarı öldürülmüş, yarı kesilmiş olan. NİMLAHZA f. Yarım bakış. Gözucuyla bakış. * Çok kısa zaman. NİMMANZUR f. Yarı görülen. Bulanık olarak görülen. NİMMEST f. Sarhoşça. NİMMUZLİM f. Yarı karanlık. NİMMÜRDE f. Ölüm derecesinde olan. Ölüm hâlinde bulunan. NİMNİGÂH f. Yarı bakış. Gözucuyla bakma. NİMNİME Birbirlerine yakın çizgiler. * Tırnakta olan beyazlık. NİMNİMETEYN Tırnak işareti. NİMPUHTE f. Tam pişmemiş, yarı pişmiş. NİMR (C.: Enmâr - Nümur - Nimâr) Kaplan. NİMRE Dişi kaplan. NİMRES f. Yarı ham, yarı olgunlaşmış olan. NİMRUZ f. Yarı gün, öğle. NİMS Firavun faresi dedikleri küçük hayvan. * Sansar. NİMS Bir ot cinsi. NİMSÜFTE f. Yarım olarak söylenmiş, tam denmemiş. NİMŞEB f. Geceyarısı. NİMTEN f. Mintan. NİMZİNDE Yarı canlı. Ölü ile diri arası. NİMZULMET f. Yarı karanlık. NİNAN (Nun. C.) Balıklar, semekler. NİR (C.: Nirân-Enyâr) Öküz boyunduruğu. * Bez damgası. * Irgaç. NİRAN (Nur ve Nâr. C.) Nurlar, ziyalar. Ateşler, nârlar. NİRENC (C.: Nirencât) Düzen, hile. * Resim, taslak. NİRENG f. Düzen, hile, aldatmaca. * Taslak, resim. * Büyü, efsun. NİRU f. Kuvvet, güç, zor. NİRUMEND f. Güçlü, kuvvetli, zorlu. NİRUMENDÎ f. Kuvvetlilik, zorluluk, güçlülük. NİS' (C.: Ensu') Gizlemek. * Gitmek. * Sarkık olmak. * Kuzey rüzgârı. NİSA (C.: Nisvân) Kadınlar. NİS'A (C.: Nüsu'-Ensu'-Ensâ') Devenin göğsü için yapılan enli kolan. NİSA SURESİ Kur'an-ı Kerim'in dördüncü suresi. NİSAB Zekât ölçüsü, ölçü miktarı. * Üzerine zekât verilmesi farz olan mal miktarı. * Asıl, esas. Sermaye mal. Derece, had. * Fık: Altının nisabı: 20 miskal; gümüşünki 200 dirhem (yani 600 gram); koyun ile keçinin 40 adet; sığır, manda 30; ve devenin nisabı da 5'dir. * Bir mecliste görüşmeye başlanabilmek, yahut karar verebilmek için bulunması şart olan âza sayısı. * Hisse, nasib. * İstenilen had, derece. (Bak: Zekât) NİSAB-I EKSERİYET Ekseriyet derecesi. Çoğunluk derecesi. NİSACET Dokumacılık. NİSAÎ (Nisâiye) Kadınlarla alâkalı, kadınlara dâir. NİSAL (Nasl. C.) Ok ve kargı gibi şeylerin uçlarındaki sivri demirler. NİSAR Saçmak, dağıtmak. * İ'ta etmek. Vermek. NİSAR Saçan, saçıcı mânasına gelir ve kelimeleri sıfatlandırır. Meselâ: Pertev-nisar $ : Işık saçan. NİSARÇİN f. Saçılan şeyleri toplayan. NİSBET Münasebet, yakınlık, bağlılık, ölçü. * Rağmen. İnat olarak. İnat olsun diye. NİSBETEN Nisbetle, kıyaslanarak. Öncekine göre. Bir dereceye kadar. Şöyle böyle. NİSBÎ (Nisbiye) Kıyaslama ile olan. Diğerine, öncekine göre. Diğerlerine göre kıyaslı(Zeker) olan. Nisbete, ölçüye göre. NİSEB Nisbetler, kıyaslamalar ve ölçüler. NİST f. Değildir, yoktur. NİSTÎ f. Yokluk, adem. NİSUN (Nisvan. C.) Kadınlar. NİSVAN (Nisa. C.) Kadınlar. Nisalar. NİSVAN-I ZELİL Ahlâken ve dinen düşmüş, zelil olmuş kadınlar. NİSVÎ Nisa taifesine mensub. Kadınlarla alâkalı. NİSYAN Unutmak, hatırdan çıkarmak. NİSYAN-İ EBEDÎ Ebedî unutma. NİŞ f. (Arı, akrep gibi böceklerde olan) İğne. * Diken. * Ağu, zehir. NİŞA f. Nişasta. NİŞAD Bir kimseye yemin vermek. NİŞAN(E) f. İz. Nişan. Alâmet. İşaret. * Yara izi. * Hedef, vurulması istenen nokta. * Hâtıra için dikilen taş. * Taltif için verilen madalya. * Evlenmeden önceki anlaşma ve karar işareti veya merasim. * Tuğra. * Ferman. NİŞANDE Hedef. Nişan olarak dikilmiş şey. NİŞANE (Bak: Nişan) NİŞANE-İ TASDİK Kabul edildiğine dâir işaret, tasdik işareti. * Mu'cizeler.(Kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısı (olduğunu) ihbar eden 124 bin muhbir-i sâdık, ellerinde nişane-i tasdik olan mu'cizeler bulunan enbiyalar ve o enbiyaların haber verdikleri aynı haberleri, keşif ve zevk ve şuhud ile tasdik eden ve imza basan 124 milyon evliyanın aynı hakikata şehadetleri ve hadd ü hesaba gelmeyen muhakkiklerin kat'i delilleriyle o enbiya ve evliyanın aklen ilmelyakîn derecesinde isbat ettikleri ve yüzde doksandokuz ihtimal-i kat'i ile "idam ve zindan-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız iman ve itaatledir" diye ittifaken haber veriyorlar. S.) (Bak: Muhbir-i sâdık) NİŞANGÂH f. Hedef yeri. Nişan tahtası. * Silâh namlusunun üstünde bulunan, nişan almağa yarayan kısım. NİŞDE (NİŞDÂN) Talep etmek, istemek. * Söz vermek, and vermek. NİŞDET Araştırıp sorma. * Kaybolan bir şeyi arama. NİŞE f. Çoban düdüğü. Kaval. NİŞEST f. Oturan. NİŞESTE (C.: Nişeste-gân) f. Oturan, oturmuş. NİŞESTE-GÂN (Nişeste. C.) f. Oturanlar, oturmuş olanlar. NİŞESTGÂH f. Oturacak yer. NİŞHAR f. Diken batmış, iğnelenmiş. NİŞİB f. (Yukarıdan aşağıya) iniş. NİŞİB Ü FİRAZ İniş ve yokuş. NİŞİBGÂH f. Çukur yer. NİŞİMEN f. Oturacak yer. NİŞİMENGÂH f. Durak, yurt. Toplanılacak yer. NİŞİN f. "Oturan, oturmuş" gibi mânâya gelir ve başka kelimelerle birleşir. NİŞİNENDE f. Oturan, oturucu. NİŞTER f. Hekim bıçağı, neşter. NİŞVE Koklamak. * Bilmek. * Haber vermek. NİTA' (C.: Nutu') Deri döşek. NİTAC Yavrulama, yavru doğurma. NİTAF (Nutfe. C.) Saf ve duru sular. NİTAH Tos vurma, toslaşma. Boynuzla vurma. * Vuruşup kavga etme. NİTAK Kemer, kuşak. * Kuşak yeri. * Peştemal. Nİ'TAL Kova. NİTASÎ Anlayışlı tabib, doktor. NİVA Düşmanlık. * Besili, semiz deve. NİVE f. İnleme, ağlama, sızlanma. NİVEND f. İdrak, anlayış, akıl. NİVER f. Âlemde meydana gelen hâdiseler, haller. NİYA (C.: Niyâgân) Dede, cedd. NİYABE Nöbet. NİYABET Nâiblik, vekillik. Kadı vekilliği. NİYAGÂN (Niyâ. C.) Dedeler, ceddler. Ecdad. NİYAM f. Kılıf, kın. Kılıç kını. NİYAM (Nâim. C.) (Nevm. den) Uykuda olanlar, uyuyanlar. NİYAMGER (C.: Niyamgerân) Kın veya kılıf yapan san'atkâr. NİYAR (Nâr. C.) Ateşler. NİYAT (Niyâta) Bir damar ismi (yürek onunla bağlıdır.) NİYAT (Niyet. C.) Niyetler. NİYAZ f. Yalvarma, yakarma. Dua. * Rağbet ve istek. * Hâcet, ihtiyaç. NİYAZİ-İ MISRÎ (Mi: 1618 - 1694) Malatya'nın Soğanlı köyünde doğdu. Şâir ve tasavvufçu olup Halvetî tarikatının Niyaziye veya Mısriye şubesini kurmuştur. Mısır'da Câmi-ül-Ezher'de tahsil gördü. 1646'da İstanbul'a döndü ve Sokollu Mehmed Paşa Medresesinde irşada başladı. Eserlerinden bazıları şunlardır: Risale-i Hasaneyn, Mevâid-ül İrfan ve Avâid-ül İhsan, Hidayet-ül İhvan, Mektubat gibi eserleri ve bir de şiirlerini cami' divanı vardır. NİYAZKÂR f. Yalvarıp yakaran. Dua eden. İhtiyacı olan. NİYAZKÂRÂNE Yalvararak, niyaz ederek. * Muhtaç olarak, muhtaçlıkla. NİYAZMEND (C.: Niyazmendân) f. İhtiyacı olan, muhtaç. * Yalvaran, yakaran, niyaz eden. NİYERE (Nâr. C.) Ateşler. NİYET Kasd. Kalbin bir şeye yönelmesi. * Fık: Yapılan bir vazife ile Cenab-ı Hakk'a taatta bulunmayı ve O'na mânen yaklaşmayı kasdetmektir.(Niyet, ölü ve meyyit olan hâletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur. Ve keza niyette öyle hâsiyet vardır ki; seyyiâtı hasenâta ve hasenâtı seyyiâta tahvil eder. Demek niyet, bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâsdır. Öyle ise necat, halâs ancak ihlâs iledir. İşte bu hasiyete binaendir ki; az bir zamanda çok ameller husule gelir. Buna binâendir ki; az bir ömürde, Cennet bütün lezâiz ve mehasiniyle kazanılır. Ve niyet ile insan, dâimî bir şâkir olur. Şükür sevabını kazanır. M.N.) NİYLEC Çivit. NİYY Çiğ, olmamış, ham. NİYYAT (Niyet. C.) Niyetler. NİZA Cima etmek. NİZA' Çekişme, kavga. (Dünya öyle bir meta' değil ki; bir niza'a değsin. "Çünki fani ve geçici olduğundan kıymetsizdir." Koca dünya böyle ise dünyanın cüz'î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın. M.) NİZA-İ LAFZÎ Boşuna çene yarıştırma. Sözle yapılan kavga. NİZAL Nişan, işaret, alâmet. NİZAM Sıra, dizi, düzen. Dizilmiş olan şey, sıralanmış. * İcaba göre yapılan kanun. Bir kaideye binaen tertib olunmak ve ona binaen tertib olundukları kaide. * Bir işin sebat ve kıyamına medar, sebep olan şey ve hâlet. NİZAMÂT (Nizam. C.) Nizamlar, muntazam şeyler, düzenler. NİZAMÂT-I LÂZİME Lüzumlu, gerekli nizamlar. NİZAMEN Nizam dairesinde. Nizama ve kanuna tabi olarak. NİZAM-I ÂLEM Kâinatta Allah'ın koyduğu umumi nizam. (Nizam-ı âlem saadet-i ebediyeye işaret ediyor. S.) (Bak: Delil-i inayet) NİZAM-I CEDİD Yeni nizam. Osmanlı Devletinde III. Sultan Selim zamanında yeni nizamla yetiştirilen bir askerî teşkilât. NİZAMÎ Düzenli, tertipli, usulüne uygun. * Kanun ve nizama ait, onunla alâkalı. NİZAMİYE İlk askerlik devresi. * Bu nevi askerlik işleriyle uğraşan daire. * Tanzimat ordusunun asıl silâh altında bulunan kısmı. NİZAM-ÜD DİN (Nizameddin) Dinin nizam ve düzeni. NİZAR Zayıf, arık, düşkün, bitkin. NİZAR Korkutup, uygunsuz şeylerden vazgeçirmek için söylenilen söz. NİZARET f. Zayıflık, arıklık. NİZE Mızrak. NİZEDÂR f. Mızraklı. Kargılı. Süngülü. NİZEK f. Câriye. * Küçük mızrak, süngü. NİZEZEN f. Mızrakla vuran. * Mızrakçı. NİZK Küçük süngü. NOBRAN Sert mizaçlı, inatçı, nâzik olmayan. NOKSAN (Nuksan) Eksik, kusurlu, nâkıs. * Eksiklik, azlık. Eksilme, azalma. * Yokluk. NOKSANÎ Eksiklik ve noksanlıkla alâkalı. NOKSANİYET Eksiklik, noksanlık. NOKTA (Nukta) Benek. * Durak, mevki. Mahâl. * Göze ârız olan leke. * Durak işareti. * Tek karakol, tek nöbetçi. * Yazıdaki durak işâreti. * Mat: Hiçbir uzunluğu olmayan şekil. NOKTA-İ BİNİŞ Gözbebeği. NOKTA-İ GALEYÂN Suyun buhara çevrildiği harâret derecesi. NOKTA-İ İSTİMDAD Yardım isteme noktası. İnsanın kalbindeki sonsuz emel ve arzuların yerine getirilmesine olan ihtiyaç. NOKTA-İ İSTİNAD Dayanma ve güvenme noktası. Kâinatta cereyan eden ve insana dehşet verip âciz bırakan hâdiseler karşısında insanın çok kuvvetli bir yere dayanmaya ve güvenmeye olan fıtri ihtiyacı. NOKTA-İ MİHRAKİYE Yanma noktası. Odak noktası. * Çok Esmâ-i İlâhiyyenin tecellisinin toplandığı nokta. NOKTA-İ NAZAR Görüş, bir nevi fikir. (Bak: Rasyonalizm)(Nazar-ı Nübüvvet ve tevhid ve imân; vahdete, âhirete, Uluhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbâba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i usulü'd-din ve ülemâ-i İlm-i Kelâm'ın makasıdı içinde görünmiyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir.İşte onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mâhiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmiş fakat hakiki hikmet olan Ulûm-u Aliye-i İlâhiyye ve Uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü'minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmiyenler, muhakkıkin-i İslâmiyeyi, hükemalara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki, akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, Veraset-i Nübüvvet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler.Hem herbir şey iki nazar ile bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikatı gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-ı kat'iyyesi, Kur'anın hakaik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ dâmenine erişemez. Nümune olarak bir misâl zikrederiz:Meselâ, Küre-i Arz ehl-i hikmet nazariyle bakılsa hakikatı şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahluk. Fakat ehl-i Kur'an nazariyle bakıldığı vakit hakikatı şöyledir ki: Semere-i âlem olan insan; en câmi', en bedi' ve en âciz, en aziz, en zaif, en lâtif bir mu'cize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin: Semâya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber mânen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi... bütün mu'cizat-ı san'atının meşheri, sergisi... bütün tecelliyat-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi.. nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyyenin mahşeri, ma'kesi.. hadsiz Hallâkıyet-i İlâhiyyenin hususan nebatat ve hayvanatın kesretli envâ-i sagiresinden cevvadâne icadın medârı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür'atle işliyen tezgâhı ve menâzır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgâhı ve besâtin-i dâimenin tohumcuklarına sür'atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.İşte Arzın bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyesindendir ki, Kur'an-ı Hakim; semâvata nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan Arzı, bütün semâvata karşı küçücük kalbi, büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. O'nu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor, mükerreren: $ diyor. İşte sair mesâili buna kıyas et ve anla ki: Felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri; Kur'an'ın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için ayrı ayrı görünür. S.) NOKTA-İ TEKATU' Kesişme noktası. NOKTA-İ TELÂKİ Karşılaşma noktası. Uygun ve karşılıklı nokta. Buluşma noktası, yeri. * Münâsebet. Uygunluk. NOKTA-İ TEMAS Değme noktası. Temas etme noktası. NOKTA-İ ZERRİN Güneş. Altun nokta. NOKTATEYN İki nokta. NORMAL Fr. Kanun, usul ve âdetlere uygun olan. Uygun. * Mat: Bir eğri çizgiye teğet olan doğrunun değme noktasından bu doğruya çizilen dik çizgi. NOTA (İtalyancadan) Emir ve istek bildiren yazı. * Bir şeyi sonradan hatırlamak için konan işaret. * Resmi ve siyasi mektup, muhtıra. * Mülâhazat. * Hesap pusulası. * Müziğe ait yazı. NUAA Yumuşak ot. NUAK (NAİK) Çobanın koyuna haykırıp çağırması. NUAS Uyuklama, uyuşukluk. (Bak: Nüas) NUF f. Yankı. Aks-i sadâ. NUFAHA Su üzerindeki kabarcık. NU'FE Erkeklerin iki yanına sallanan saçı. NUGAŞİ Kısa boylu adam. NUGBE (C.: Nugab) Bir içim su. NUGER f. Köle, kul. NUGERÎ f. Kölelik, kulluk. NUGNUG (C.: Negânig) Boğaz içinde olan et. * Kulak içinde fazlalık olan nesne. NUGRE (C.: Nugur-Nugrân) Serçe kuşu büyüklüğünde olup kırmızı olan bir kuşun adı. NUGZ (NAGZ) Kürek ucuna bitişik olan kıkırdak. NUH (ALEYHİSSELÂM) Kur'an-ı Kerim'de adı geçen bir peygamber ismi. (Elli yaşında iken kavmini imana dâvete memur edilmiş ve kavmi kendisini dinlemediğinden, iman etmeyenlere ceza olarak dünyayı kaplayan su tufanı olmuş ve zâlimler mahvolmuşlar; iman edenler Nuh Peygamber'in (A.S.) yaptığı gemiye alınarak kurtulmuşlardır.) NUH SURESİ Kur'an-ı Kerim'de 71. Suredir ve Mekkîdir. NUHA' Boyun kemiği içindeki murdar ilik. NUHAA Tükürmek. NUHAME Balgam. NUHAS Bakır. Bakır para. * Kızgın mâden. * Kıtr. Ateş. Tunç ve demir döğülürken sıçrayan şerâre. * Dumansız alev. * Bir şeyin aslı. * Tütün. NUHASÎ Bakırlı, bakırla alâkalı, bakırdan. NUHAT Hıçkırma. NUHAT Nahiv (gramer) âlimleri. NUHBE Herşeyin seçkini, iyisi. * Seçkin, seçilmiş, müntehab, güzide. * Korkak. NUHBE-İ ÂMÂL Mefkure, ideal. Emellerin en sonu. NUHÎ Nuh (A.S) ile ilgili. * Pek eski. NUHL Karşılıksız hediye ve hibe. NUHLA Atiyye, hediye. NUHRE Burun deliği. NUHRE Kemik dokusunun çürümesi. NUHRUB (C.: Nehârib) Kaya yarığı. * Arı kovanı. * Arı sesi. NUHT Çocukla birlikte karından çıkan su. NUHUL Zayıflık, arıklık. NUHUR (Nahr. C.) Ayların evvelleri. * Göğüsler. (Bak: Nahr) NUHUSET Uğursuzluk. NUHUST f. Birinci, ilk, evvel. NUHUSTÎN f. Birinci, ilk, evvel. NUHUSTZÂD f. İlk doğmuş olan. Evvel doğan. NUK (Naka. C.) Dişi develer. NUK f. Okun ucu, temren. Kuş gagası. * Gaga gibi sivri uçlu olan şey. NUKA Her şeyin kötüsü. NUKAA Birşeyi ıslamada kullanılan su. NUKAT (Nokta. C.) Noktalar. NUKAVE Temizlik, paklık. * Her şeyin iyisi, seçkini. NUKAYE Her nesnenin iyisi. NUKAZ Küçük serçe kuşu. NUKAZA Binâdan yıkılmış veya örülmüş iplikten sökülmüş nesne. NUKBE (C.: Nukab) Yol. * Yırtık, delik. * Paçasız don. * Levn, renk. * Pas. NUKRE Külçe hâlinde gümüş. * Ense çukuru. NUKRE-İ KAFA Ense çukuru. NUKSAN Eksilmek, noksanlaşmak. NUKTA (C.: Nukat-Nukut-Nikât) Nokta. NUKUD (Nakid. C.) Nakidler, paralar, akçeler, madeni paralar. NUKUD-I MEVKUFE Vakfedilen paralar. NUKUL Nakiller, rivâyetler. Başkasından anlatılanlar. Hikâyeler. NUKUŞ Resimler, nakışlar. NUKZ (C.: Enkâz) Binâ yıkıntısı. NUL f. Kuş gagası. NU'M Sürur, neşe, sevinç, neşat. NU'MAN (Niam. C.) Dört ayaklı hayvanlar. * Kan. * İmam-ı Azam Hazretlerinin adı. * Şakayık-ı nu'man denen bir lâle çiçeği. NUMİD f. (Bak: Nevmid) NUMRUKA (C.: Nemarik) Küçük yastık. NUMUD (Bak: Nümud) NUMUDE f. Gösterilmiş, gözükmüş olan. Nişan verilmiş. (Bak: Nümune) NUN Kur'an alfabesinde yirmibeşinci harf. Ebced hesabına göre değeri ellidir. * Divid, kalem. * Kılıcın ağzı. Kılıç. * Çene çukuru. * Balık, semek. NUN SURESİ Kur'an-ı Kerim'de 68. sure ve Kur'anda müteşabih ve şifre olan bir harf.(Bütün kalemlerin ve tastir ve kitapların aslı, esası, ezelî me'hazı ve sermedî üstadı Kader'in kalemi ve Nur ve İlm-i Ezelî'nin nuruna işaret eden bir kelimedir. Ş.) NU'NU Uzun boylu adam. NUN-U MÜTEKELLİM-İ MAA-L GAYR Mütekellim-i maalgayrın "nun" harfi. Fiildeki cemi' sigasındaki nun. (Bak: Mütekellim-i maalgayr) NUN-U NA'BÜDÜ (Bak:Na'büdü) (Arkadaş! deki un ifade ettiği cem' ve cemaat; fikri ve kalbi ayık olan musallinin nazarında, sath-ı arzı bir mescid şekline getirir ve bütün mü'minlerden teşekkül etmiş, şarktan garba kadar dizilmiş safları havi o cemaat-i kübra içinde namaz kıldığını ihtar ettirir. M.N.) NU'NUA Devenin boyun eti. * Horozun boyun tüyü. NUR Aydınlık. Parıltı. Parlaklık. Her çeşit zulmetin zıddı. Işık. * Kur'ân-ı Kerim. İman. İslâmiyet. Peygamber. * Zulmeti def eden, şule, ışık. (Bazılarınca ziya, nurdan daha sağlamdır ve daha hastır. Nur; dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki nevidir. Dünyevi olanı da iki çeşittir: Biri: Envar-ı İlâhiyeden intişar eden nurdur. Akıl ve Nur-u Kur'an gibi. İkincisi: Görmekle hissedilir ki, nurlu cisimlerden ibarettir, güneş, ay ve yıldız gibi... Uhrevi nur: $ ilâ âhir.. âyet-i kerimesinde mensus olan nurdur. Nur, âlemin mânen aydınlığına sebep olan Hazret-i Peygamber'e de (A.S.M.) denir. $ âyetinde beyan olunduğu gibi eşyanın hakikatını olduğu gibi beyan eden şeye de "nur" denir. Meşhur bir zata "Nuri" denmiştir; bunun sebebi her ne zaman vaaza ve nasihata başlasa gayb âleminden nurun şimşek gibi parıltısı ona tecelli ederdi. L.R.) NUR SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 24. Suresinin ismi. NURAN Nurlu, parlak. NURANÎ Nurlu, ışıklı, nura yakışır, parlak, münevver. NURANİYYET Nurlu olanın hali, parlaklık, nurluluk. NURBAHŞ f. Işık saçan, aydınlatan, parlatan. NURCULUK Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ile Türkiye'de başlayan dinî bir hareket ve faaliyettir. Bu hareketin en mühim istinad noktası, Risale-i Nur namındaki eserlerdir.Risale-i Nur eserleri 1926 - 1949 seneleri arasında yazılmıştır ve Kur'anın bu asra bakan mânevî bir tefsiridir. Bilhassa iman ve İslâm esaslarını ve Kur'anın hikmetlerini izah ve isbat eder.Siyasî ve dünyevî cem'iyetçilikten mücerred; ve aynı eserleri okumaktan doğan mânevî alâkadarlık ile gönüllerde kurulan nur irfan müessesesi mensublarına, yani Risale-i Nur eserlerini okuyanlara: "Risale-i Nur Talebesi"; kısaltılmış şekli ile "Nur Talebesi" veya "Nurcu" denilmektedir.Daha başka bir tarif ile Nurcu : Risale-i Nur Külliyatı'nı okuyanların meydana getirdiği maddîlikten, teşkilâttan, cemiyet kademelerinden mücerred, aynı eserleri okumaktan doğan mânevî alâkadarlıktan ibaret olan ekol mensublarına da Nurcu denmektedir.Risale-i Nur ve Talebeleri, Âlem-i İslâma, hattâ dünyanın her tarafına kadar genişlemiş ve hüsn-ü kabule mazhar olmuştur.Diyanet İşleri Başkanlığının 2.7.1963 tarih, 18746 sayılı yazısına ekli, Müşavere ve Dinî Eserleri İnceleme Kurulu'nun 29.6.1963 tarih, 326 sayılı kararında:"Nurculuk: Bir tarikat veya bir mezheb olmayıp, Said Nursî adındaki zâtın, son zamanlarda yayılma istidadı gösteren dinsizlik cereyanına karşı, Kur'an-ı Kerim âyetlerini ele alarak, Risale-i Nur namıyla yazdığı eserlere izafe edilen bir cereyandır. Adı geçen eserler, imanı fikirlerle birleştirmeye çalışmaktadır." şeklinde beyan edilmiştir. NU'RE (C.: Near-Nerât) Eşeğin burnuna giren bir cins sinek. NUREFŞAN f. Etrafı aydınlatan, nur saçan, ışık veren. NUR-FEŞAN (Bak: Nurefşan) NURİ Nura mensub, nura ait. * Erkek ismidir. NUR-İ AYN f. Göz nuru. * Pek sevgili olan. NUR-İ ÇEŞM Göz nuru. Gözün iyi görür olması. * Mc: Saadet. NUR-İ İMAN İman nuru. Kur'an ve kâinat hakikatlarının görünmesine ve bulunmasına vesile olan imanın mânevi nuru. NUR-İ KASD Kasd ve irâdenin nuru. Kasd ve iradeden gelen parlaklık. Bir istek ve kasıtla yapıldığına âit alâmet ışığı. NUR-İ MÜBİN Mübin olan nur. Aşikâr ve açıklayıcı olan ve hak ile batılı ayıran nur. Bilhassa iman ve Kur'an ilminin mânevi nuru. NUR-İ MÜCESSEM Çok parlak ve güzel olan. Canlı kılığına girmiş gibi olan nur. NURİYE Nura âit, nura mensub. * Kadın ismidir. NURPAŞ f. Nur saçan, nur saçıcı. NURTAL'AT Nur yüzlü. NUR-UL ENVÂR Nurların nuru. NURUN ALA NUR Daha âlâ, daha iyi, nur üstüne nur. NUSAHA (Nasih. C.) Nasihat edenler, öğüt verenler. NUSARA (Nasir. C.) Yardımcılar. NUSB (C.: Ensâb) Meşakkat, zahmet, elem. * Zehir, ağu. * Belâ, musibet. * Put, sanem, heykel. NUSH Nasihat, ögüt. NUSHA (Bak: Nüsha) NUSRET (Nusrat) Yardım. Cenab-ı Hakkın yardımı, hususen ruhani muavenet. Zafer, galebe, fetih, üstünlük, başarı, düşmana gâlib olmak. NUSSA Saç kırpıntısı. NUSSAH (Nâsih. C.) Nasihat edenler, öğüt verenler. NUSSAR (Nâsır. C.) Yardımcılar. NUSU' Çok beyaz olmak. * Hâlis olmak. NUSUL Huruç etmek, çıkmak. * Dühul etmek, girmek. (Ezdaddandır) * (Nasl. C.) Mızrakların uçlarındaki sivri demirler. Temrenler. NUSUS (Nass. C.) Nasslar. (Bak: Nass) NUŞ f. İçen, içici. * Tatlı şerbet gibi içilecek şey. * Zevk ve safâ. NUŞA NUŞ f. İçtikçe içerek, tekrar tekrar içerek, defalarca içerek, içe içe. NUŞADUR f. Nişadır. NUŞDARU f. Panzehir. * Tiryak. * şarap. NUŞE f. şâd ve sevinçli. Mesrur olan. NUŞENDE (C.: Nuşendegân) f. İçki içen kimse. NUŞHAND f. Tatlı gülüşlü. NUŞİDEN İçmek mastarındandır. İçen ve içiçi gibi mânâlara gelir. NUŞİN f. Lezzetli, tatlı. NUŞİRVAN İran'da Milâdi (531 - 579) tarihleri arasında hükümdarlık etmiş Sâsâni padişahı olup adâlet ve doğruluğu ile meşhur olmuştur. NUTFE (C.: Nütef) Parmak ile yolunan şey. NUTFE Duru ve sâfi su. * Meni. Rahimde iki yarım ve ayrı cinsten hücrelerin birleşmişi. * Taşmış, dökülmüş su. * Deniz. NUTÎ (C.: Nevâti) Gemici. NUTK (Nutuk) Söyleyiş, söyleme kabiliyeti, konuşma, hitabet. * Dervişlerce büyüklerin manzum sözleri. NUTK-U İFTİTAHÎ Açış nutku. NUTU' (Nat'. C.) Meşinden yapılmış döşekler. * Sofra bezleri. NUTUF (Nutfe. C.) Nutfeler, dölsuları, spermalar. NUTUH Boynuzuyla vuran davar. NUUMET Yumuşaklık. NUUT (Na't. C.) Vasıflar, keyfiyetler, umuma şâmil sıfatlar. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm hakkındaki medhiyeler. NUYAN f. Şehzâde. Pâdişah oğlu. NU'Z Hicaz'da yetişen misvak ağacı. NUZAR Altın. * Her nesnenin hâlisi ve iyisi. * Necid diyârında yetişen bir ağacın adıdır, ondan tas ve kâse yaparlar.NUZC $ (Nazc) Yemişin tam olarak yetişmesi, olgunlaşması. * Etin kemikten dökülür derece pişmesi. NUZERA (Nazir. C.) Akranlar, eşler. NUZUB (NAZAB) Sinmek. * Iraklık, uzaklık. * Suyun, toprak tarafından emilmesi. NÜAME Eksen. Çark veya çıkrık ortasındaki mihver. NÜAMÎ Güney rüzgârı. NÜANS Fr. İnce fark. NÜAS Uyuklama, uyku gelip basma. * Hislere ârız olan uyuşukluk ve fütur. Pineklemek. NÜASÎ Uyuklama ile ilgili. NÜBAH Havlama. NÜBEA (Nebi. C.) Nebiler, peygamberler. NÜBELE (C.: Nübel) İstincâ taşı. * Kesek parçası. NÜBLE İhsan, atiyye. Fazl. NÜBTA Atın kolanı veya karnı altında olan beyazlık. NÜBU' Suyun, yerden çıkıp akması. NÜBUB Bitmek. NÜBUT Suyun, yerden çıkıp akması. NÜBÜVVET (Nebi. den) Peygamberlik, nebi olmak, nebilik. Allah'ın (C.C.) emriyle vazifeli olarak insanları doğru yola çağırmak. (Bak: Muhammed (A.S.M.) - Resül)(.... Hem mâdem nev-i beşerde Nübüvvet vardır. Ve yüzbinler zât -Nübüvvet dâva edip mu'cize gösterenler - gelip geçmişler. Elbette umumun fevkinde bir kat'iyyet ile Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) sabittir. Çünkü İsa (A.S.) ve Musa (A.S.) gibi umum resüllere nebi dedirten ve risâletlerine medar olan delâil ve evsâf ve vazifeler ve ümmetlerine karşı muameleler, Resül-i Ekrem'de (A.S.M.) daha ekmel, daha câmi bir surette mevcuddur... M.)(Enbiya-yı Sâlifinde nübüvvete medar ve esas tutulan noktalar ve onların ümmetleriyle olan muâmeleleri hakkında yalnız zaman ve mekânın tesiriyle bazı hususat müstesnâ olmak şartiyle yapılacak tam bir teftiş ve kontrol neticesinde Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmda daha ekmel, daha yüksek bulunmakta olduğu tahakkuk eder. Binaenaleyh nübüvvet mertebesine nâil olanların hey'et-i mecmuası mu'cizeleriyle vesair ahvalleriyle, lisan-ı hal ve kal ile nev-i beşerin sinni kemâle geldiğinde Üstad-ül beşer ünvânını taşıyan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sıdk-ı nübüvvetine ilân-ı şehadet etmişlerdir. O Hazret de (A.S.M.) bütün mu'cizeleriyle Saniin vücub ve vahdetini nurlu bir bürhan olarak âleme ilân etmiştir. O Zat'ın (A.S.M.) ahvâl ve harekâtı birer birer yani tek tek O'nun sıdk ve hakkaniyetini gösterirse hey'et-i mecmuası O'nun sıdk-ı nübüvvetine öyle bir delil olur ki; şeytanları bile tasdike mecbur eder.İ.İ.)(Bil ki nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemâlâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak saadetin fihristesidir. İman bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir feyiz, zâhir bir hak, fâik bir kemâl görünüyor. Bilbedâhe hak ve hakikat, Nübüvvet içindedir ve nebiler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhâlifindedir... M.N.) NÜBÜVVET DA'VA ETMEK Peygamber olduğunu bildirip doğruluğunu isbat için deliller göstermek, peygamberliğini ileri sürmek. NÜBÜVVET-PENAH Peygamber, nebi. Nübüvvet kendisine istinad eden zât. NÜC'A Otlu yer istemek. NÜCEBA (Necib. C.) Necib kimseler. Nesli, soyu sopu temiz ve pâk olan kişiler. NÜCEBE Lütuf ve keremi çok olan. Cömert insan. NÜCEYM Yıldızcık. Küçük parıltısı olan. Küçük yıldız. NÜCH (NECÂH) Zafer bulmak. Hâlâs olmak. Kurtulmak. İhtiyaçlarını giderip zafer bulmak. NÜCME Bir ot cinsi. NÜCU' Yemeğin hazmolup sindirilmesi. * Eser yapmak. * Duhul etmek, girmek. NÜCUM (Necm. C.) Yıldızlar. NÜCUM Tulu' etmek, doğmak. * Görünmek, zuhur etmek. NÜCUMÎ Yıldızlarla ilgili. * Yıldızlarla uğraşan. NÜCUM-PEREST f. Yıldıza tapanlar. NÜCUM-U SÂKIBE Işığıyla karanlığı delip geçen yıldızlar. NÜCUM-U SEYYARE Seyyar, gezici yıldızlar. NÜDA (C.: Endâ-Endiye) Yağmur. * Boğaz ıslatıcı nesne. * Çiy, rutubet. * Atâ, bahşiş. * Sesin uzaklara gitmesi. NÜDBE Ölen bir kimsenin iyilikleri, mehasini sayılarak ağlamak. NÜD'E Mal çokluğu. * Kavs-i kuzeh. Gökkuşağı. * Et köpüğünün üstü. * İç yağı. NÜDEMA (Nedim. C.) Nedimler. NÜDFE Atılmış az nesne. * Sağılmış az süt. NÜDGA Tırnak sonunda olan beyazlık. NÜDHA Genişlik, vüs'at. NÜDUB (Nedebe. C.) Yara izleri, nedbeler. NÜFASE Diş arasında kalan yemek parçası. NÜFAZ (NÜFÂZE) Ağaçtan veya başka birşeyden silkmekten ve hareket ettirmekten dolayı düşen nesne. NÜF'E (C.: Nifâ) Seyrek ve dağınık olan ot. NÜFESA Loğusa kadın. NÜFFAHA (C.: Nefehâ) Suyun üstünde olan kabarcığı. NÜFHA Yüce beyaz tepe. NÜFTURE (C.: Nefâtir) Müteferrik, dağılmış ot. NÜFUK Helâk olmak. NÜFUR Ürküp kaçma, dağılma, firar etme. * İntikal etme. * Hacıların Mina'dan Mekke'ye doğru gitmeleri. NÜFUS (Nefs. C.) Nefisler, canlar, şahıslar. NÜFUS-U SEB'A 1- Nefs-i emmare, 2- Nefs-i levvame, 3- Nefs-i mülhime, 4- Nefs-i mutmainne, 5- Nefs-i râdiye, 6- Nefs-i mardiyye, 7- Nefs-i sâfiye. (Bak: Nefs) NÜFUŞ (NEFÂŞ) Yabana yayılmak. * Davarların geceleyin yayılıp çobansız otlamaları. NÜFUZ Sözü geçer olmak, sözü dinlenmek. * Vücudundan işleyip geçmek. İçine alan. NÜFZ Arka ve kürek eti. NÜFZA Bir yere saçılmış veya dökülmüş olan kan. NÜGAK (NAGİK) Çobanın koyuna çağırıp haykırması. NÜH f. Dokuz. NÜHA Yüksek olmak. * Miktar. * Bir kimse hakkında olan yasak ve men. NÜHAB Deve öksürüğü. NÜHAK Eşek anırtısı. NÜHALE Kepek. NÜHAM Bir kuş cinsi. NÜHAME Tükrük. NÜHAS Bakır. * Duman. (Bak: Nuhâs) NÜHAT Mağrur ve kibirli kimse. Kendini beğenmiş insan. NÜHATE Yonga. Talaş. NÜHAZ Deve öksürüğü. * Devenin göğsünde olan bir hastalık. NÜHAZ Yokuş. * Güç yer. NÜHBE (C.: Nuheb) Her nesnenin iyisi. NÜHBE Gadapla ve kahirle cebren alınan mal. NÜHBUR (C.: Nehâbir) Kum yığını. NÜHS Dağ. NÜHS Kuş ismi. NÜHU' Kusmak. NÜHUD Atın iri gövdeli olması. NÜHUD (Nühuz) Kalkmak, kıyam etmek, yerinden yükselmek. * Şiddetle muharebe etmek. NÜHUL Arık, zayıf olmak. * Arılar. Bal arıları. (Bak: Nuhul) NÜHUR Ayların evvelleri. NÜHUR f. Göz, basar, ayn. NÜHUR Akarsular, nehirler, ırmaklar. NÜHUR (Nahr. C.) Kurbanlar. NÜHUSET Yaramazlık, uğursuzluk. (Mübârek'in zıddı) NÜHUST f. İlk gelen, evvel doğan, evvelki olan. NÜHUZ Hareket etme, deprenip kalkma. NÜHÜFT f. Saklı, gizli. NÜHÜFTE f. Saklı, gizli. NÜHÜFTEGÎ f. Gizlilik, saklılık. NÜHÜM f. Dokuzuncu. NÜHÜVE (Et) çiğ olmak. NÜHYE (C.: Nühâ) Akıl. * Gayet. Son. NÜHZA Devenin göğsünde olan bir hastalık. NÜHZE Fırsat. NÜKAF Deveyi öldüren bir verem. NÜKAH Tatlı soğuk su. NÜKAS Devenin dudağında olan bir hastalık. NÜKAT (Bak: Nikât- Nüket) NÜKET (Nükte. C.) Nükteler. Herkesin anlayamıyacağı ince mânâlı ve zarif sözler. NÜKHET Râyiha. Ağız kokusu. * Günahlı sözler. Hoş olmayan günah olan söz, kelime. NÜKKE Zayıflıktan dolayı sesi çıkmayan deve. NÜKR Anlayışı, fikri, ferâseti iyi olmak. * Zorluk. * İnkâr. NÜKRE Bilinmezlik. * Zorluk, güçlük. * Kabile ismi. NÜKS Hastalığın geri dönmesi, depreşmesi. NÜKTE İnce mânalı söz, idraki ve anlaşılması nezâket ve zarifliğe dayanan nazik husus. İbarenin asıl mânasından başka olan nazik ve lâtif mânâ, dikkatle anlaşılabilen ince mânâ. * Yere ağaçla vurup eser bırakmak. NÜKTE-ÂMİZ f. Nükte karıştıran. NÜKTEBÎN f. İnceliği gören, nükteyi anlıyabilen. Kavrayışlı, anlayışlı, zeki. NÜKTEDÂN f. Nükte bilen. İnce ve zarif kimse. NÜKTEDÂNÎ Nüktecilik, nüktedanlık. NÜKTEDÂR f. Nükteli söz söyleyen. Nükteli konuşan. NÜKTEGU f. Nükteli konuşan, nükteli söz söyleyen. NÜKTEGUYÎ f. Nükteli konuşma. Nükteli söz söyleme. NÜKTEPERDAZ (C.: Nükteperdâzân) f. Nükteli söz söyleyen, nükteli konuşan. NÜKTEPİRA f. Nükteye süs veren. NÜKTESENC (C.: Nüktesencân) f. Nükteyi değerlendiren. Nükteden anlayan. Nükteyi yerinde kullanan. NÜKTEVER f. Nükteyi anlamakta mâhir olan, nükte bilen. NÜKU' Kısa boylu kadın. NÜKUB Rücu' etmek, geri dönmek. * Udul etmek, ayrılmak. * (Nekbet. C.) Tâlihsizlikler, şanssızlıklar. Felâketler, musibetler, düşkünlükler. NÜKUL Vazgeçme, geri dönme, cayma. NÜKUS Ardına dönmek. NÜLK Alıç adı verilen dağ yemişi. NÜMA f. Gösteren veya gözüken mânasında olup, birleşik kelimeler yapılır. NÜMAYAN f. Görünen, aşikâr olan, gözükücü olan. Parlayan. NÜMAYANTER f. Fazla görünen, en çok görünen. NÜMAYENDE f. Gösterici. NÜMAYİŞ .f Görünüş, gösteriş, dış görünüş. Gösteri. NÜMAYİŞGÂH f. Gösteri yeri. NÜMAYİŞKÂR f. Gösterişli. NÜMRUK (NÜMRUKA) (C.: Nemârık-Nemârıka) Yüz yastığı. NÜMUD f. Gösteren, görünen, benzeyen. NÜMUDAR f. Görünen. * Nümune, örnek. NÜMUDE f. Görünmüş, gösterilmiş, gözükmüş. NÜMUN f. Gösteren, benzer, müşabih olan. NÜMUNE f. Örnek, misâl, misal olarak gösterilen. Düstur ve misâl olacak şey. NÜMUNEHANE f. Nümunelik şeylerin konulduğu yer. * Müze. NÜMUNE-İ İMTİSAL Örnek tutulacak şey. NÜMUR (Nimr. C.) Kaplanlar. NÜMUZEC Enmuzec. Örnek, nümune, misal. NÜMÜVV Bereketlenip artmak. * (Canlılarda) büyümek, yetişmek, gelişmek. NÜMÜVV-Ü TABİÎ Normal şartlar altında büyüyüp gelişme. NÜMY Pul. NÜSAFE Buğdaydan ayrılan saman. NÜSAH Nüshalar, sahifeler, yazılı şeyler. NÜSAL Hayvandan dökülen tüyler. NÜSARE Saçılan şey. * Yemek döküntüsü. NÜSHA (C.: Nüsah) Yazılı şey. Yazılı bir şeyden çıkarılan suret. * Muska, duâlı kâğıt. * Gazete ve dergilerde (sayı). NÜSHA-İ KÜBRA Büyük sahife. Kâinat, dünya, çok manayı ifade eden âlem. NÜSHA-İ SUĞRA Küçük sahife, küçük nüsha. Küçük mâna ifade eden, küçük mahluk, âlemin küçük bir nüshası mânasında insan. NÜSHATEYN İki nüsha. NÜSU' Diş etlerinin sıyrılarak dişlerin meydana çıkması. NÜSUL Tüy dökme. NÜSUR (Nesr. C.) Kartallar. Akbabalar (kuş). NÜSUR (Nesr. C.) Nesirler, manzum olmayan yazılar. Dağıtmalar. * Çok çocuk doğuran kadın. NÜSÜK (Nüsk) Allah için ibadet etmek. NÜSÜSE Kurumak. NÜŞAB (Nüşabe. C.) Oklar. Temrenli oklar. NÜŞABE (C.: Nüşab) Ok. Temrenli ok. NÜŞAFE Sütü sağdıklarında üzerine gelen köpük. NÜŞARE Kesilen ağaçtan dökülen talaş, yonga. NÜŞBE Sırnaşık. Ciddi olmayan adam. NÜŞHAR f. Geviş. NÜŞK Buruna birşey koymak. * Koklamak. NÜŞKA Davarın boynuna takılan ip. NÜŞRE Sihir, efsun. NÜŞU' İlâç içirmek. NÜŞUB Dühul etmek, girmek, dâhil olmak. * İlgilendirmek, alâkalandırmak, taalluk etmek. NÜŞUH Az miktar su. NÜŞUK Buruna çekilen ilâç, toz, enfiye vs. * Buruna çekme. NÜŞUR Neşirler. * Yaymalar, dağıtmalar. * Öldükten sonraki dirilmeler.(Nüşur, neşir gibi bâzan müteaddi, bâzan lâzım olur. Müteaddi olursa bir şeyi açıp yaymak mânasına gelir ki, lisanımızda neşr ve neşriyat ve menşur bu mânadandır. Bunun lâzımına intişar denilir, lâzım oldukları zaman ise ölmüş bir şeyin dirilip kalkması mânasınadır ki, Kur'anda nüşur, ekseriyetle bu mânayadır. (E.T.) NÜŞUS (NEŞS) Yüksek olmak, yücelmek. * Nefret etmek. NÜŞUT Tohumun baş vermesi, uç göstermesi. NÜŞUTA Devenin ayağındaki ilmikli düğüm. (İcabına göre çekip uzatılarak çözülür.) NÜŞUZ Yüksek olmak, yücelmek. * Kadının, erkeğinden kaçıp nefret etmesi. NÜŞUZE Kadının, kocasından nefret edip kaçması. * Fık: Kocasına karşı üstünlük iddia eden kadın. NÜTAC Doğurmak. * Gebe devenin karnındaki yükü. NÜTU Yumru, çıkıntı. * Yumruluk. NÜTUC Doğurucu hayvan. * Doğurması yakın olan. NÜUB Seri seyir. NÜUME Yumuşaklık. NÜUT (Bak: Nuut) NÜÜTÎ (C.: Nevat) Gemi reisi, kaptan. NÜV' Açlık. NÜVAH Ölü için sesle ağlama. NÜVAHT f. Çalgı çalma. NÜVAT (Nüve. C.) Nüveler, çekirdekler. NÜVATÎ (C.: Nüvâta) Gemici, mellah. NÜVAZ f. "Okşayıcı, taltif edici, iyi edici" mânâsına kelimenin sonuna gelebilir. NÜVB Bir siyahi kabile adı. * Bal arısı sürüsü. NÜVBE Yetişmek. * Siyahi bir kabile. NÜVE Çekirdek, asıl, menba. (Sayısız hatemlerden canlı mahlukata vaz' edilen hayat hâtemine bakınız. Evet canlı bir mahluk, câmiiyeti itibariyle kâinata küçük bir misaldir. Şecere-i âleme güzel ve tatlı bir meyvedir. Kevn ve vücuda bir nüvedir ki; Cenab-ı Hak o nüvede pek çok âlemlerin örneklerini dercetmiştir. Sanki o zihayat, gayet hakîmane muayyen nizamlar ile bütün vücutlardan sağılmış bir katre veya bir noktadır. Bu itibarla bir zihayatı halketmek, bütün kâinatı yed-i tasarrufuna alan Cenab-ı Hak'tan maada hiçbir şeye isnad edilemez. M.N.) NÜVEYT Çekirdekçik. NÜVİD f. Müjde, beşaret. Hayırlı haberlerle tebşir. NÜVİD-İ VASL (Nevid-i vasl) Kavuşma müjdesi. NÜVİS f. Yazan, yazıcı. NÜVİSENDE f. Yazıcı, kâtib. NÜVİŞT f. Yazılı, yazılmış. * Mektub. NÜVNE Çene çukuru. NÜVRE Alçı taşı. * Kireçten yapılan. NÜVVAR (C.: Nevâre) Ağaç çiçeği. NÜY'E Ham ve çiğ olmak. NÜYUB (Nâb. C.) Azı dişleri. NÜZ' Erkek ister kösnek davar. NÜZA Koyunda olan öldürücü bir hastalık. NÜZERA (Nezir. C.) Doğru yola getirmek için korkutmalar. NÜZFE (C.: Nüzüf) Az miktar, cüz'î. NÜZHET f. İç açıklığı, safa, eğlenme, gönül ferahlığı. * Temizlik, paklık. * Karışık, bulaşık ve kalabalık yerlerden uzak olmak. Buud. NÜZHET-EFZÂ f. Eğlenceli ve gönül açacak yer. NÜZHET-FEZÂ (Bak: Nüzhet-efza) NÜZHET-GÂH Seyir yeri, gezinti, eğlence yeri. NÜZHET-PEZİR f. Safa ve neşe bulmuş olan. NÜZL (C.: Enzâl) Konak yeri. * Misafir için hazırlanan yemek. NÜZU' Çekilmiş. * Su çeken deve. NÜZUL İniş, inmek, aşağı inmek, konaklamak. * Nüzül, felç hastalığı. * Hacıların Mina'ya gelip konaklamaları. NÜZUL-İ SEFİNE Geminin denize inişi. NÜZUR Korkutmak. NÜZUR (Nezir.C.) Nezirler, adaklar. (Bak: Nezr) NÜZÜ' (NEZ') İfsad etmek, bozmak, aldatmak, yaramaz nesneye kandırmak. NÜZZAR (Nâzır. C.) Bakanlar. Nâzırlar. O Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler OBA Ev biçimi, birkaç direkli, uzun bölüntülü keçeden yapılmış göçebe çadırı. * Çadırlardan müteşekkil küçük topluluk. * Göçebe ailesi. Çadır halkı. OBJEKTİF Fr. Hakikatı olduğu gibi aksettiren. * Fotoğraf makinası ve dürbün gibi cihazlardaki mercekler. * Gaye. * Fls: Varlıkla alâkalı. OBÜS Ask: Dikey veya dalıcı atış yapabilen, oldukça kısa namlulu top. Obüsler Milâdi 16. asırda icad olunmuştur. Bir mânianın arkasında bulunan ve bu sebeple doğruca görülemeyen düşman mevzilerinin yüksek münhanilerle aşırılmak suretiyle endaht yapmak maksadıyla icad edilmiştir. OCAK İMAMI Tar: Yeniçeri Ocağı'nın imamı. Cami-i Miyane adını alan ve ilkin mescid halinde bulunan Orta camii, Hicri 1000 senesinde büyütülerek cami haline getirilmiştir. Camiin imamı, hatibi, müezzini, muarrifi ve kayyumu vardı. İmam, Yeniçeriler arasında okuyup yazan ve tahsil görenlerden seçilirdi. OD t. Ateş, nar. OFİS Fr. Yazıhane, daire, büro. OĞLAK Keçi yavrusu. OK Yay veya keman denilen kavis şeklinde bükülmüş bir ağaç çubuğa gerili kirişe takılarak uzağa atılan ucu sivri demirli ince ve kısa değneğe verilen addır. Ok, silâhın icadından evvel insanlar tarafından kullanılmış ise de, en büyük mahareti Türkler, Araplar göstermişlerdir. (O.T.D.S.) OKİYYE (Veya hemzenin hazfı ile "Vekiyye") Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Yerlere ve muhitlere göre değişir. Dörtyüz dirhem ağırlık. Yedi miskal veya kırk dirhem ağırlık. Şer'an kırk dirhem kabul edilmiş. En tanınmışı dörtyüz dirhemdir. (Bak: Direm) OKKA t. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Dörtyüz direm ağırlık. Okiyye. (Bak: Direm) OKYANUS Büyük deniz. Bahr-ı muhit. * Arapça büyük lügat kitabı. OLİGARŞİ Yun. Siyasi iktidarın, bir zümreden olan kişilerin elinde bulunması. OPERASYON Fr. Bir cerrahın canlı bir vücut üzerinde yaptığı cerrahi müdahale. Ameliyat. ORAN Ölçü, mikyas. * Biçim, tenasüb, endam. * Tahmin, keşif. ORDU t. Bir devletin dinini, namusunu, vatan ve istiklâlini her çeşit yabancı taarruz ve tecavüzüne karşı koruyan askerî en büyük üç kuvvetten biri. Hava Ordusu, Deniz Ordusu, Kara Ordusu gibi. * En büyük askerî birlik. * Aynı iman ve düşünce sahiplerinin faaliyette olanlarının hepsi. (Maarif Ordusu, İlim Ordusu gibi mecazî olarak da söylenir.) ORDU (URDU) DİLİ Pakistan'da Müslümanların konuştukları Arapça, Türkçe, Farsça ve Hintçeden müteşekkil olan dil. ORDUGÂH f. Ordunun konakladığı yer. Açıkta konaklayan ordunun konaklama yeri. ORDU-YU MÜBLÂ Perişan edilmiş, dağıtılmış ordu. ORGAN t. Uzuv. Canlılarda belli bir vazifeyi yapmak için bir arada yaratılmış nesiclerin teşkil ettiği vücud parçası. (El, ayak, baş, göz.. gibi) * Bir fikre, bir gayeye hizmet için çalışan. * Âlet. ORGANİZASYON Fr. Düzenleme, hazırlama, tanzim. * Teşkilât. ORHAN GAZİ (Mi: 1288 - 1359) Osmanlı Devletinin kurucusu olan Babası Osman Gazi vefat edince (1326) Onun yerine tahta geçti. Onu yetiştiren, Hocası Şeyh Edebâli idi. Genç yaşta gazi akıncılar arasına karıştı, çok cesur ve atılgandı. Akıncı Gaziler onun oğlu Süleyman Paşa kumandasında Rumeli'ye geçtiler. Türbesi Bursa'dadır. (R. Aleyh) ORİJİNAL Fr. Bir şeyin aslı. Tuhaf, garib hâli olan. * Değişik. * Nev'i şahsına mahsus, kendine mahsus. * Vasıf ve keyfiyetleri cihetinden benzerlerinden ayrı ve üstün. * Bir nümuneye göre olan. ORSA Yelkenleri mümkün olduğu kadar rüzgârın estiği cihete yaklaştırarak seyretmek hâli. * Geminin sol tarafı, iskele. ORTODOKS Yun. İtalya'daki Papalığa bağlı olmayıp, İstanbul'daki Fener Patrikhanesine bağlı Hristiyan. Doğu kilisesine ve an'anelerine sıkı sıkıya bağlı Hristiyanların mezhebi. ORUÇ (Bak: Savm - Ramazan)(Oruç en gafillere ve mütemerridlere za'fını ve aczini, fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtası ile midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkata muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin fir'avunluğunu bırakıp kemal-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü manevî eliyle rahmet kapısını çalmağa hazırlanır. Eğer gaflet kalbini bozmamış ise... M.) OSMAN (R.A.) Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın en yakın sahabelerinden, Aşere-i Mübeşşere'den ve İslâmiyet için en çok fedakârlık gösterenlerdendir. Hz. Talha ve Zübeyr'den evvel imana geldi, iman edenlerin beşincisi oldu. Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın üçüncü halifesi ve damadıdır. Hazret-i Osman (R.A.) çok zengindi. Bütün malını Peygamberimiz ve İslâmiyet için feda etti. Çok hayâ ve hilm sahibi idi. Peygamberimizin (A.S.M.) iki kızı ile evlenmek nasib olduğu için kendisine "Zinnureyn" nâmı da verilmiştir. Hz. Ebu Bekir'in (R.A.) toplayıp cem'ettiği Kur'ân-ı Kerim nüshalarını teksir ederek mühim merkez ve vilâyetlere gönderdi. Sekseniki yaşında şehid edildi. (R.A.) OSMANÎ (Osmaniye) Osman'a ait, mensup. * Osmanlı devletine mensup. Osmanlılarla alâkalı. Osman oğullarına ait. OSMANİYÂN (Osmanî. C.) Osmanlılar. OSMANLI Osmanlı Devleti teb'asından olan. * Anadolu Selçuklu Devleti'nin Bizans sınırındaki Beyliğin reisi olan Ertuğrul Bey'in vefatından sonra, Mi: 1288'de yerine geçen Osman Beyin kurduğu devlete mensup olan. OSMANLICA Osmanlıların konuştuğu dil olup, Türkçe, Arapça ve Farsçadan müteşekkildir. OST (Bak: Heme ost) OTAĞ Padişahlarla vezirlere mahsus çadırlar. Bunlardan padişahlarınkine "Otağ-ı Hümayun", sadrazamınkine ise "Otağ-ı Asafî" denilirdi. OTOMATİK Fr. Kurularak veya vakti gelince harekete geçen, işleyen. OTORİTE Fr. Kumanda etme hakkı, itaat ettirme iktidarı. * İdari veya siyasi iktidar. * Muhakemeleri veya doktrini umumiyetle doğru olarak kabul edilen ve bir sahada derinleşmiş olan şahıs veya eser. OZAN t. Edb: Eski Türk şâiri ve âlimi. Ö Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler ÖMER (R.A.) Resül-ü Ekrem'in (A.S.M.) ikinci halifesi, Aşere-i Mübeşşere'den ve sahabenin en büyüklerindendir. Çok âdil, âbid, zâhid ve merhametli idi. Fakirce yaşadı. Adaleti, şecaat ve cesareti, İlâ-yı Kelimetullah için fedakârlığı meşhurdur. Çok Hadis-i Şeriflerle medhedildi. Zamanında çok fütühat ve ilerleme kaydedildi. Hilâfeti esnasında bütün Âlem-i İslâm, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın devrindeki gibi huzur ve rahat içinde yaşadı. Onbuçuk sene yedi gün, dünyada hiç kimseye nasib olmayan bir adâlet içinde halifelik yaptı, 63 yaşında iken şehid edildi. (R.A.)Hak ile bâtılı ayırmada çok mâhir olduğundan Resül-ü Ekrem (A.S.M.) kendisine Ömer-ül Fâruk ismini vermiştir.Bir zaman Hz. Ömer Radıyallâhü Anhu demiştir ki: Üç şey olmasa Hazret-i Kibriya'ya göçmek isterdim:1- Allah yolunda yürümek.2- Alnını toprağa sererek secde etmek.3- En güzel semereleri toplar gibi, sözün güzelini veren insanlarla sohbet etmek. ÖMER BİN FARID (M. 1180-1234) Kahire'de doğdu ve orada vefat etti. Mütefekkir ve mutasavvıf olup büyük şâirlerdendir. Divanı vardır. ÖMER HAYYAM Çadırcı Ömer mânâsında olan bu kelime, İran'ın meşhur hayâlperest ve içkiden çok bahseden bir şâirinin adıdır. ÖMER İBN-İ ABDÜLAZİZ (Hi: 60-101) Emevî Devleti halifelerinden olup Hz. Ömer'in ahfadındandır. Siyaset âleminde bir dâhi ve adâlette bir ikinci Hz. Ömer'di. Malatya'yı Rumlardan yüzbin esir mukabilinde satın aldı. Zehirlenerek şehid edildi. (R. Aleyh) ÖMR Yaşama, hayat, yaşayış. ÖMRE (Bak: Umre) ÖMR-Ü CAHİM Cehennem hayatı. ÖMR-Ü CÂVİD Ebedî hayat. ÖMR-Ü GÜZEŞTE Geçmiş ömür. Geçmiş hayat. ÖMR-Ü HAZİN Hazin ömür. Hüzünlü hayat. ÖMR-Ü SÂNİ İkinci hayat, âhiret hayatı. ÖMR-Ü TAVİL Uzun ömür. ÖMR-Ü ZÂİL Geçici ömür, fani hayat. ÖRF İnsanlar arasında güzel görülmüş, red ve inkâr edilmeyip mükerreren yapılagelmiş olan şeydir. Bu kelime; ihsan, ma'ruf, cud, sehâ, bezl ve atâ olunan, atiyye, tanımak, bilmek, biliş, ikrar eylemek, arka arkaya tetebbu ve tevâli etmek, Allah (C.C.) tarafından ulülemre ve Sultana tevdi' olunan hüküm, müstahsen, yani Hazret-i Peygamberin (A.S.M.) iyi gördüğü şeyler, gibi mânalara gelir. * Fık: Şer'an ve şeriata bağlı. Akl-ı selim sahiplerince müstahsen olup münker olmayan şey demektir. Örf, şeriata eğer muhalif olursa, gayr-i meşru olur, onunla amel edilmez ve onun izâlesi lâzım gelir. ÖRFEN Örf bakımından, âdetlere göre. ÖRFÎ Âdete âit ve onunla alâkalı. ÖRFÎ İDARE (İdare-i örfî) Askerî kuvvete ihtiyacı gerektiren ve cemiyet hayatında zuhur eden müşkil hallerde vaktin icablarına göre ve vaziyet düzelinceye kadar sivil idare yerine askeri idare konması. Sıkı yönetim. ÖRF-İ NÂS f. İnsanların âdet edindikleri, beğendikleri alışkanlık hâlleri, an'aneleri ve telâkkileri. ÖRFİYAT Örf, âdet ve geleneğe bağlı olan şeyler. ÖŞR-Ü MİŞAR Onda birin onda biri, yâni yüzde bir. ÖŞR-Ü MİŞAR-I AŞİR Binde bir. ÖŞÜR Ondalık, onda bir. Mahsullerden, Kur'an-ı Kerim hükümlerince onda bir olarak alınan zekât. ÖZÜR Bir kusurun afvı için gösterilen sebep. * Bahane, sebep. * Mâni, engel. Kusur, nakise, sakatlık. * Fevz. Zafer. * Bir adamın kusur ve kabahatinin çok olması. * Fık: Abdesti bozucu ve devamlı olan şey. ÖZÜRHÂH f. Özür dileyen. Özür dileyerek affını isteyen. P Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler Osmanlı alfabesinin üçüncü harfi olup, ebced hesâbında "b" harfi gibi iki sayısına tekabül eder. PÂ (PÂY) f. Ayak. * Takat, mukavemet. * İz. PÂ-BEND Ayak bağı. Köstek. Ayağa vurulan zincir. * Engel, mâni. PÂ-BEND-İ TERAKKİ İlerlemeğe mâni olan zincir, köstek. PÂ-BERCÂ Ayağı yerde demek olan bu tâbir, mecaz yoliyle kaim, sabit, berkarar, daim, bâki mânâlarında da kullanılır. PÂ-BERCÂ-Yİ HAREKET Hareket etmek üzere bulunan, âmâde. PÂ-BE-RİKÂB Hareket etmek üzere olan. PÂ-BESTE f. Ayağı bağlı. Hareketsiz. PÂ-BUS f. Ayak öpen. PÂ-BÜREHNE f. Yalın ayak. PÂ-CÂME f. Şalvar, don, çakşır. Pijama. PAÇAN f. Saçan, saçıcı. PAÇAVRE f. Paçavra, kirli bez. PA-ÇE f. Küçük ayak. Pantolon, şalvar gibi şeylerin dizden aşağı olan kısmı. Paça. * Koyun, keçi ve sığır ayağı. * Koyun, keçi ve sığır ayağından yapılan yemek. PAÇEK f. Tezek, mayıs. PAÇENG f. Küçük pencere. * Baca, menfez delik. PA-ÇİLE f. Karda yürüyüp yol açmak gayesiyle ayağa giyilen bir çeşit ayakkabı. PAD f. Saklayan, hıfzeden. * Büyük, ulu. * Bekleyen, muhafaza eden, koruyan. PA-DAM f. (Ayaktan yakalayan) Kuş tuzağı. PADAŞ (C.: Padaşân) f. Mükâfat, ecr. * Yoldaş. Yol arkadaşı. PADAŞÂN (Padaş. C.) f. Arkadaşlar, ayakdaşlar. * Mükâfatlar. PADAV f. Kocakarı. PADE f. Eşek ve sığır sürüsü. * Çoban sopası. * Yayla. PADERGİL (Pâ-der-gil) f. Ayağı çamurda. * Mc: Davranamaz. * Sıkıntıda. PADERHAVA (Pâ-der-hava) f. Ayağı havada. * Mc: Temelsiz, çürük. PADERİKAL (Pâ-der-ikal) f. Ayağı köstekli, ayağı bağlı, hareketsiz. PADERPA (Pâ-der-pâ) : f. Ayak ayağa. Yanyana. PA-DEŞ f. Mükâfat. PADGÂNE f. Yüksek dam. * Kapı içinde olan pencere. PADİŞAH (Pâdşâh) f. Büyük hükümdar, sultan. Cihan sahibi. Zararı def' eden, ıslah eden, muslih. PADİŞAH-I SÂNİ İkinci padişah. PADİŞAHÎ f. Padişahla ilgili, padişaha ait. PADZEHR f. Panzehir. PAFERSUD (Pâ-fersud) f. Ayağı incinmiş, aşınmış olan. PAGANDE f. Atılmış pamuk. * Atılmış pamuktan yapma yumak. PAGUŞ f. Suya dalma. PA-HAST f. Ayak altında kalmış, çiğnenmiş olan. PAJEH f. İnleme, inilti. PAJİR f. Panzehir. PAK f. Temiz, saf, katıksız. Hep, tamam, mübarek, kudsi. PAKAN (Pâk. C.) f. Temizler, pâklar. * Mc: Veliler, evliya. PAKÂR f. Tahsildar. PAKÂRÎ f. Tahsildarlık. PAK-BAZ (C.: Pâk-bâzân) f. Temiz oynayan. * Mc: Sadakatli âşık. PAKDAMEN f. Eteği temiz. * Mc: Namuslu. PAK-DAMENÎ f. "Eteği temiz oluş" * Mc: Namusluluk. PAKEND f. Yakut. * şarap, bâde. PAKİ f. Temizlik, paklık. * Ustura. PAKİZE f. Temiz, pak. Lekesiz. Hâlis, saf, katıksız. PAK-MEŞREB Gidişi, yaratılışı temiz. İyi huylu olan. PAKT Fr. Akid, sözleşme, andlaşma. Siyasi anlaşma. PA-KUB f. Çengi. PAK-ZAD f. Temiz asıllı. Aslı temiz olan. PALA f. Yedek at. * Asılmış, asılı. * Süzgeç. PALA Ağzı enli, ortasına doğru daha genişliyerek ucuna doğru daralmaya başlayan kalın, kısa ve ağır kılıç. PALAD (Pâlâde) f. Yedek at. PALADE f. Kötü söyleyen, ayıp arayan. PALAHENG f. Yular, dizgin. * Av veya suçlu bağlanacak kement. * Kemer. * Tazı boynuna geçirilen ağaç halka. PALAMAR Büyük gemileri karaya bağlamak yahut demir gomneye bedel lengere rabtetmek için kullanılan halat. * Büyük halat. (O.T.D.S.) * Vaktiyle muharebelerde silâh olarak kullanılan ve yük kaldırmak için kullanılan sırıklar. (Sanat Ansiklopedisi) PALAN f. Palan, semer, eğer. PALAN-DUZ f. Semerci, palancı. Semer diken. PALANÎ f. Semerci. PALAR f. Çatı direği. PALAS PANDIRAS Hemen, birden bire, hazırlıksız, habersiz. PALAVAN (Pâlâven) f. Süzgeç, helvacı süzgeci. PALAVRA (İspanyolca) Mübalâğalı söz, yalan söylenen söz. PALAY f. (Bak: Pala) PALDÜM f. Hayvanın semerinin ileri geri kaymaması için arka ayaklarının kaba etleri üzerinden geçirilen kayış. PALENG f. Postal. Çarık. PALENG-İ FERSUDE Eski çarık. PALİDE f. Süzülmüş, durulmuş. * Ziyade olmuş, büyümüş. PALİKANE f. Büyük han kapılarının ortasındaki küçük kapı. PALİKARYA Mc: Kabadayı, yiğit, cesur. * Rum gençleri. PALUDE f. Süzülmüş, saf hâle getirilmiş. PALUŞ f. Karışık. PALVANE f. Dağ kırlangıcı. PALVAYE f. Dağ kırlangıcı. PA-MAL f. Ayak altında kalmış, çiğnenmiş., PA-MAL-İ ADÜV Düşmanların ayakları altında çiğnenmiş. PAN Yun. "Bütün, karşı" mânasına kelimenin başına getirilerek kullanılır. Meselâ: Panzehir $ : Zehire karşı ilâç. PANAYIR Yun. Yılda bir - iki defa muayyen bir yerde kurulan ve bir müddet devam eden büyük pazar. PANDOMİMA Yun. Vahşi ve gürültülü karışıklık, anarşi. * Sessiz tiyatro oyunu. PANDOMİMA KOPMAK Karışıklık çıkmak. * Seyircileri eğlendiren kavga çıkmak. PA-NİHADE f. Ayak koymuş, ayak basmış. Gelmiş, ulaşmış, vâsıl olmuş. * Doğmuş, tevellüd etmiş. PAN-İSLAMİZM Bütün müslümanların birleşmesi siyaseti. İttihad-ı İslâm. İslâm birliği siyaseti. PANO Fr. Üzerine ilân, tablo, vs. asmaya yarayan levha. PANZDE(H) f. Onbeş. PANZEHİR Zehire karşı ilâç. PAPA İtl. (Baba kelimesinden) Roma Katolik kilisesinin ruhâni reisi. PAPAĞAN İtl. İnsan konuşmasını taklid edebilen bir kuş. PAPEZ f. İnişi ve yokuşu olan yer. PAPURE f. İki çift öküz koşulan ağır bir cins saban. PA-PUŞ f. Ayak örten. Ayakkabı, pabuç. PAR f. Geçen yıl, bıldır. * Para. PARAFE Fr. Kısa imza, işâret. PARAGRAF Yun. Düz yazıda bölümlerden herbiri. PARALEL Yun. Müvazi. * Geo: Bütün noktaları birbirinden aynı uzaklıkta olan çizgi veya hat, düzlük, satıh. PARANTEZ Yun. Cümle içinde geçen bir sözü, metin dışı tutmak için o sözün başına ve sonuna konulan işaret. PARAV f. Kocakarı, acûze. PARAVAN(A) İtl. Eskiden haremle selâmlığı ayıran ve şimdi de ilk bakışta görülmesi caiz olmıyan yerleri örten perdeler. * Daha ziyade kapıların dışına veya içine konan, katlanır, taşınır tenteneli perde. * Gizleme vasıtası. PARAZİT Yun. Radyo gibi ses veya elektrik âletlerinin zırıltı ve gürültü çıkarması. * Başka bir hayvan veya nebatın üzerinde onun zararına yaşayan canlı. Asalak. Tufeylî. PARÇE f. Ufak şey, küçük nesne, parça. PARDUZ f. Eskici, yamacı. PARE f. Cüz, parça. Kesinti. * Para. Kuruşun kırkta biri. * Kur'an-ı Kerim'in otuz kısmından bir kısmı, bir cüz'ü. * Sayı, bölük. * "Parça" mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Meh-pâre $ : Ay parçası. * Güzel. Yek-pâre $ : Tek parça, bir parça. PARE-DUZ f. Eskici, yamacı. PA-RENC f. Ayak teri. Ücret. PARE-PARE f. Parça parça. PARGÎ f. Mutfak ve banyo sularının toplandığı çukur. * Orospuluk. PARİN (Pârine) f. Geçen yılki, geçen sene olan, bıldırki. PARİR f. Dayak, destek, direk. PARLAMENTO İng. Millet meclisi. Milletvekillerinden meydana gelen meclis ve senatonun tamamı. PARS f. Dine bağlı kimse. * Nâmuslu, iffetli, temiz ve doğru insan. * Fars milleti, İran kavmi. PARSAL f. Geçen yıl, bıldır. PARSE f. Dilencilik. PARSEL Fr. Bir maksatla ayrılarak sınırlandırılmış arazi parçası. PARSENG f. Teraziyi denkleştirmek için kefesine konulan şey. PARTİZAN Fr. Kendi partisine aşırı düşkün olup başkasına hak tanımak istemeyen kimse. PARU (Pârub) f. Kocakarı, acûze. PARULE f. Şakacı, lâtifeci. * Yonga. * Hayırsız ve işe yaramaz kişi. PARYAB f. Irmak ve çay suyu ile sulanan ekin. PAS f. Gecenin sekizde biri. * Gözetleme, bekleme. * Keder, hüzün, gam. * İç sıkıntısı. PA-SAR f. Tekme. Tepme. PASBAN (PÂSUBAN) f. Nöbetçi, gece bekçisi, bekçi. PASBANÎ f. Bekçilik. PASDAR f. Gece bekçisi. PASDARÎ f. Bekçilik, gözcülük. PA-SEBÜK f. İşine sarılmış, ayağına çabuk. PASEK f. Esneme, esneyiş. PA-SİTADE f. Ayakta duran. Kaim. PASKAL (PASCAL) Fr. Hristiyanlıkta dindarlığı ile beraber fizik, edebiyat, hesap, hendese ve felsefede (Milâdi 17. asırda) büyük bir âlim olarak tanınmıştır. PAS-PAR f. Tekme. PASTORAL Yun. Kır hayatına, köy âlemine dair yazılan manzume. PASUH f. Karşılık, cevap. PASUHGÜZAR f. Cevap veren, karşılık veren. PASUHŞİNEV f. Cevabı dinleyen. PA-SÜVAR f. Yaya olan, yaya, piyade. PASVAN f. Gece bekçisi. PAŞ f. "Serpen, saçan, dağıtan" mânâsında birleşik kelimeler yapılır. PAŞ PAŞ f. Parça parça, ufak ufak. * Dağınık. PAŞA Sivillerle askerlerin ileri gelenlerinin bir kısmına verilen resmi ünvandı. Osmanlıların ilk devirlerinde bu ünvan, hânedân mensublarıyla yalnız bir kısım idare adamlarına verilirken sonradan askeriden "mir-i liva" ve daha yüksek rütbede olanlarla; mülkiyeden vezir, beylerbeyi, mir-i miran ve mir-ül ümera rütbelerine tahsis edilmiştir. Damat Paşa, Ağa Paşa, Vali Paşa o cümledendir.Paşa kelimesinin aslı hakkında pek çok ihtilâf vardır. Lügat erbabının bazıları, Farsça "Pây-i şah" lâfzından değiştirilmiş olduğunu; bâzıları da Türkçede büyük birâder mânasına gelen "Beşe" kelimesinin telâffuzunun zamanla "paşa"ya değiştiğini; bir kısmı da evin, ailenin büyüğü, reisi anlamına gelen "Baş ağa" dan tahrif edildiğini yazarlar. Ayrıca Türklerde büyük evlâda da paşa derler. Paşa tâbiri, hürmet ifadesi olarak, ulema ve meşâyihten bazılarına da verilmiştir. Bugün dilimizde generâl anlamına kullanılır. (O.T.D.S.) PAŞALI Paşa ünvanını alan vezir ve beylerbeyi gibi büyük devlet adamlarının hizmetinde bulunan gedikli ağalar. PAŞAN f. Saçan, saçıcı. PAŞAZÂDE Paşa oğlu. PAŞENDE f. Saçan, dağıtan, saçıcı. PAŞİB f. Basamak, merdiven. PAŞİDE f. Saçılmış, serpilmiş, dağılmış. PAŞNA f. Topuk, ökçe. PAŞNİN f. Ağaç ve tahta parçaları. PATİLE f. Tencere. PATİNÎ f. Harman yabası. PATRİK Yun. Rum ve Ermeni kiliselerinin ruhâni reislerine verilen isim. PATRİKHANE Patrik adı verilen Rum başpapazının oturduğu yer. PATRİKLİK Osmanlı saltanatı zamanında muhtelif gayr-i müslimlerin dinî ve medenî bazı işlerini idare eden makamlar. PA-YAB f. Kuvvet, kudret, tâkat. * Su birikintisi. * Havuzun dibi. * Kuyu basamağı. * Son, nihayet. PAYAN f. Kenar, son nihayet, uç. * Tas: Ehl-i tarikatın ulaşacağı birlik âlemi. * Akıbet. PAYBAF f. Çulha. PAYBEND f. Ayakbağı. * Mani, engel. * Köstek. PAYBESTE f. Hareketsiz. Ayağı bağlı. PAYDAR (Pâyidar) f. İyice yerleşmiş. Devamlı, kadim. * Sağlam. Muhkem. * Sermedî. * Bedi. '* Sâbit. PAYDARÎ f. Devamlılık, süreklilik. PAY-DER-GİL f. Ayağı çamurda. * Sıkıntıda, dertte. * Mc: Davranamaz. PAY-DER-HAVA f. Ayağı havada. * Mc: Temelsiz, çürük. PAYDOS f. Tatil, teneffüs, serbestlik. PAYE f. Rütbe, derece. * Merdiven ayağı. * İlim sahibi olanların bir derecesi. PAYEDÂR f. Rütbeli, pâyeli, itibarlı. PAYEDÂRÎ f. İtibarlılık, rütbelilik, pâyedarlık. PAY-EFZAR f. Ayakkabı. PAY-ENDAZ f. Ayak atan, ayak atmış. * Büyük kişilerin geçecek olduğu yerlere serilen halı gibi şeyler. * Duvar ve möbleleri kaplamada kullanılan bir cins kumaş. PAYENDE (C.: Payendegân) f. Payanda, destek, dayak. * Duran, sürekli. PAYENDEGÎ f. Devamlılık, süreklilik. PAY-FERSUD f. Ayağı incinmiş, aşınmış. PAYGÂH f. Derece, mertebe, rütbe. PAYİN f. Aşağı. Aşağı taraf. * Merdivenin ilk basamağı. PAYİTAHT (Bak: Pâytaht) PAYİZ f. Güz, sonbahar. * Yaşlılık, ihtiyarlık. * Eski, köhne, yıpranmış. PAYKUB f. Ayak vuran. * Mc: Rakseden, köçek. PAYMAL (Pâyimal) f. Ayak altında kalmış, mahvolmuş, telef olmuş, sürünmüş. PAYMÜZD f. Bahşiş, ayak teri. PAYTAHT (Pâyitaht) f. Merkez-i hükümet, başşehir, başkent. PAYÛE (Bak: Pâ) PAYZAR f. Ayakkabı, pabuç. PAYZEDE f. Çiğnenmiş, ayak altında kalmış. PAYZEN .f Ayağına pranga vurulmuş. Forsa, deniz esiri. * Suçlu. * Esir. * Hizmetçi, uşak. PAZAC f. Ebe kadın. * Dadı, sütnine. PA-ZEDE (Bak: Pâyzede) PAZEN f. Pezevenk. PAZİN f. Gecenin bir kısmı. PAZİR Destek, payanda, dayak. PAZUBEND (Bak: Bâzubend) PEÇE Kadınların tesettür için yüzlerine örttükleri tüle benzer örtü. (Bak: Tesettür) PEÇE (C.: Peçegân) İnsan veya hayvan yavrusu. * Oğlan, çocuk. * Sarmaşık bitkisi. PEÇEGÂN (Peçe. C.) f. İnsan veya hayvan yavruları. PEÇEL f. Üstü başı pislik içinde ve iğrenç olan adam. PEDAGOG Yun. Çocuk terbiyecisi, mürebbi. PEDE f. Çakmak, kav. * Kavak ağacı. PEDENDER f. Üvey baba. Babalık. PEDER f. Baba. PEDERÂNE f. Babaya yakışır tarzda, pedercesine. PEDERÎ f. Babalık, pederlik. PEDERZE f. Çıkın, bohça. PEDİD f. Aşikâr, görünür, açık, belli. PEDME f. Nasib, kısmet. Pay, hisse. PEDRUD f. Vedâlaşma. PEHİN f. Çok enli. PEHLE f. Mezar sandukalarının yan taşlarına verilen ad. PEHLEV f. Şehir, belde. * Yiğit, kahraman. PEHLEVAN f. Pehlivan. Yiğit. Kahraman. Güreşçi. PEHLEVANÎ f. Pehlivanlık, güreşçilik, yiğitlik, kahramanlık. PEHLU f. Vücudun iki yanından biri, yan. PEHN f. Enli, geniş, yassı. * Genişlik, enlilik. PEHNA f. Genişlik, enlilik. * Enli, geniş, yaygın. PEHNANE f. Beyaz pide. * Bir cins maymun. PEHNAVER f. Pek geniş. Pek açık. * Soluk, solmuş. PEHNAVERÎ f. Enlilik, genişlik. Vüs'at. PEJGALE f. Pay, hisse. * Yırtık, yama. PEJM f. Sis, duman. PEJMAN f. Pişman, nâdim. * Kederli, hüzünlü. PEJMÜRDE f. Dağınık. * Eski, yırtık. * Perişan. * Buruşuk, buruşmuş. PEJMÜRDE-HAL f. Kılığı kıyafeti pejmürde olan, üstü başı pis bir halde bulunan. PEJUH f. Araştırma, soruşturma. PEJUHENDE f. Gizli şeyleri araştıran. Mütecessis. PEJUHİDE f. Çok akıllı, olgun, bilgili. PEJULİDE f. Solmuş, bozulmuş, dağılmış, karışmış. PEJVİN f. Kirli, pis. Çirkin. PELADE f. Fesatçı. Müfsid. PELAS f. Çul, aba. * Eski kilim, keçe vs. PELE f. Terazi kefesi. PELİD f. Pis, murdar. * Rezil ve alçak kimse. PELİTE f. Lâmba veya kandil fitili. Fitil. * Yaralarda kullanılan fitil. PELLE f. Derece. * Merdiven. PELME f. Yazı tahtası. PELUS f. Hilekâr. Hile yapan. PELVAS f. Yaltaklanma. PENAGÂH f. Sığınacak yer. Sığınak. Melce'. PENAH f. Sığınma. Sığınacak yer. Dayandığı nokta. PENAH-ÂVERDE f. Sığınmış, iltica etmiş. Mülteci. PENAHENDE f. Sığınan, iltica eden. PENAHGÂH f. Sığınacak yer, melce. PENAHÎ f. Sığınma. PENAHİDE f. Sığınmış, iltica etmiş. PENAM f. Gizli, saklı. Örtülü. PENBE f. Pamuk. * Açık kırmızı renk. PENBEZÂR f. Pamuk tarlası. PENBEZEN f. Hallaç. Pamuk atıcı. PENC f. Beş. PENCAH f. Elli. (50) PENCAHSÂLE f. Elli yaşında. PENCGANE f. Beşli, beşten ibâret, beş tâneli. PENCİŞ f. İncinme. PENCKUŞE f. Beş köşeli. Muhammes. PENCPAY f. Beş ayaklı. Yengeç. PENCRUZE f. Beş günlük. * Süreksiz, pek az. PENCSALE f. Beş yaşında. PENCŞENBİH f. Beşinci gün. Perşembe. PENCÜM f. Beşinci. PENCÜMİN f. Beşinci. PENÇE f. El ayası ile beş parmağın tamamı. * Hayvanların ön ayaklarının parmaklarıyla tırnakları. * Eskiden Şark hükümdarlarının imza yerine ellerini kırmızı boyaya sürüp, kâğıdın üstüne basmalarıyla olan şekil, tuğra. * Mc: Kuvvet. Savlet, satvet. PENÇE-İ KAHR Kahir pençesi. Mahveden el. PENÇEZEN f. Pençe vuran, düşman. PEND f. Nasihat, vaaz, öğüt. PENDİMİ GUŞ ETTİ Nasihatımı dinledi. PENDKÂR (C.: Pendkârân) f. Nasihat eden, nâsih. Öğüt veren. PENDNÂME f. Öğüt kitabı. PENDUZ f. Çuvaldız. PENİR f. Peynir. PER f. Kanat. PERAKENDE f. Dağınık. Dağıtma. * Azar azar yayılan veya satılan. PERAKENDEGÛ f. Saçma sapan konuşan. Saçmalayan. PERANDAH f. Sepilenmiş deri sahtiyan. PER-AVER f. Kanat açan, kanat açıcı. Keskin uçan. PERÇEM f. Kâkül. * Tepede bırakılan saç. * Mızrak ve bayrak gibi şeylerin başlarına konulan püskülümsü şeyler. PERD f. Kıvrım, büklüm, kat. PERDA f. Yarın. PERDAHT f. Cilâ. Parlaklık, parlama. * Düzleme, temizleme. PERDAHTE f. Cilâlanmış, parlatılmış. * Temizlenmiş, düzenlenmiş, tertib edilmiş. PERDAR f. (Bak: Berdâr) PERDAZ f. Tertib eden, düzenleyen, düzeltici. PERDE f. Kapı, pencere gibi yerlere asılan veya iki yeri birbirinden ayıran, görünmeğe mâni olan şey. * Mc: Irz, namus, iffet.* Bir müzik parçasını meydana getiren seslerden herbirinin kalınlık veya incelik derecesi. * Bir sahne eserinin büyük bölümlerinden her biri. * Ekran, sinema perdesi. * Tıb: Aksu. * Mc: Gaflet. Basiretsizlik. (Bak: Esbabperest.) PERDE YIRTILMAK Hayasızlık etmek, utanmazlık. PERDEBERDAR f. Perde kaldırıcı. Perde açıcı. PERDEBER-ENDAZ f. Perdeyi kaldırıp atan. * Utanmayı bırakan, sıkılmayan, utanmayan, hayâsız. PERDEBİRUN f. Utanmaz, açıksaçık konuşan. PERDEBİRUNÂNE f. Sıkılmadan, utanmazcasına. Perdeyi kaldırırcasına. Edebsizce. PERDEDÂR f. Perdeci, kapıcı, odacı. Bir şeyin görünmesine ve bilinmesine mâni ve perde olan. PERDEDÂR-I FELEK Ay, kamer. PERDEDER f. Perde yırtan. Utanmaz, hayâsız. PERDEGÎ (C.: Perdegiyân) f. İyi örtünmüş ve namuslu kadın. PERDE-İ CÜMUD Donmuş, katı perde. * Mc: Alem, tabiat. * Akıl ve hissiyatı kendisi ile meşgul edip, dini ve ulvi hakikatlardan ayıran, gaflet veren perde. PERDE-İ NİLGÜN Gökyüzü, sema. PERDE-İ TÜRABİYE Toprak perdesi, yer yüzü. PERDEKÂR f. Perdeli. Perde ile örtülü yer. PERDEKEŞ f. Perde çekici, örtücü. Engel, mâni. PERDENİŞİN f. Perde arkasında oturan. * Mc: Namuslu, temiz. PERDEPUŞ f. Örten, örtücü. PERDESERÂ f. Şarkı söyleyen, şarkıcı. * Saz çalan, çalgıcı. * Küçük çadır. PERDESERÂY f. Küçük çadır. * Şarkı söyleyen, şarkıcı, hânende. Çalgıcı, saz çalan. PERDEŞİNÂS f. Şarkı söyleyen, şarkıcı. PERE f. Uç, kenar. PERE-İ BİNÎ Burun ucu. PERE-İ KÛH Dağ eteği. PEREND-AVER f. Çok keskin kılınç, pala veya hançer. PERENDE f. Uçan, uçucu. * Av kuşu. * Çark gibi dönerek atılan takla. PERENDEBÂZ f. Takla atan kimse. Cambaz. PERENDEK f. Küçük tepe. PERENDİN f. İpek elbise, ipek kumaş veya ipek mendil. PERENDUN f. Evvelki gece. PERENDUŞ f. Dün gece. PERENDUŞİNE f. Dün geceki şey. PERENDVAR f. Evvelki gece. PERENG f. Suyu iyi verilmiş kılınç. PEREST (C.: Perestân) f. Tapan, tapınan, taparcasına seven. PERESTAN f. Ocak, fırın. PERESTAN (Perest. C.) f. Tapanlar, tapınanlar, taparcasına sevenler. PERESTAR (C.: Perestarân) f. Hizmetçi. * Kul. * Tapan, tapıcı. * Dalkavuk. PERESTARÂN (Perestar. C.) f. Kullar, köleler. * Hizmetçiler. * Dalkavuklar, yaltakçılık yapanlar. * Tapanlar, tapıcılar. PERESTAR-I HAYÂL Şâir, ozan. PERESTARÎ f. Hizmetçilik. * Kulluk. * Tapıcılık. * Dalkavukluk. PERESTİDE f. Sevgili, mahbub, sevilen. PERESTİŞ f. Pek çok sevmek. Bendelik etmek. İbâdet etmek. PERESTİŞKÂR İbâdet edercesine seven, çok ileri sevgi ve hürmet besleyen. PERGÂL f. Pergel. PERGÂLE f. Kaba iplikten yapılan bir cins dokuma. * Parça. PERGÂM f. Döl yatağı. Rahim. PERGÂR f. Pergel. Dâire çizmeğe mahsus âlet. PERGÂRVÂR f. Pergel gibi. PERGAZE f. Kuş kanadının vücuda yapışık olan kısmı. PERGEM f. İşsiz güçsüz, boşta dolaşan adam. PERGUL f. Bulgur. * Bulgur pilavı. * Un helvası. PERGUNE f. Yakışıksız, çirkin. PER-GÜŞA f. Kanat açıcı, uçucu. * Keskin uçucu. PERH f. Hisse, pay. * Değersiz mal. PERHAŞ f. Savaş, harb, muharebe, cidâl, ceng. Kavga. PERHAŞCU(Y) f. Muharib, savaşçı. Kavgacı. PERHİDE f. İşaret olunmuş. PERHİZ f. Sakınmak, çekinmek. * Vücuda zararlı ve tıbben muzır; ve dinen, zevk veren şeylerden sakınmak. * Hastalıkta bazı yiyecek ve içeceklerden sakınmak. PERHİZKÂR Perhiz eden, nefsini tutan. Zararlı şeylerden, günahlardan sakınan. PERHUN f. Pergelle çizilmiş çember, dâire, halka. PERHÜDE f. Saçmasapan söz, hezeyan. * Ateşten dolayı sararmış eşyâ. PERİ f. Cisimleri çok lâtif ve görünmez olan hoş mahluk. * İnsana muhabbet eden, muvahhid ve müslim lâtif mahluk. *Mc: Güzel insan. Güzel kimse. PERİ PEYKER Peri yüzlü güzel. PERİ-ÇİHRE f. Peri yüzlü, güzel yüzlü. PERİDE f. Uçmuş. *Solmuş, soluk. PERİDERENG f. Rengi uçmuş, solmuş. PERİ-İ MELÂHAT Güzellik perisi. PERİR f. Evvelki gün. PERİ-RU f. Peri gibi güzel yüzlü. PERİŞAN f. Dağınık, karışık. * Bozuk, tertibsiz, düzensiz. * Kederli, hüzünlü, kaygılı. PERİŞANHÂTIR f. Dalgın, düşünceli. PERİŞANÎ f. Perişanlık, dağınıklık. * Düzensizlik, bozgunluk. * Yoksulluk, fakirlik. PERİZ f. Haykırma, bağırma. Feryâd. * Su kenarlarında yetişen yeşil saz, ot. PERİZE f. Ateşte pişirilen ekmek. * Kırmızı altun. PERMER f. Ümid etme, umma, bekleme. İntizar. PERMUN f. Süs, bezek. PERNİH f. İnce düz taş. PERNİYAN f. Nakışlı atlas. İpekten dokunmuş, bir cins işlemeli kumaş. PERNUN f. İnce ve zarif dokunmuş ipek kumaş. PERRAN f. Uçan, uçucu. PERSONEL Fr. Şahsa dâir. Şahsî. * Bir işte çalışanların hepsi. PERTAB f. Atılma, sıçrama. * Hız almak için geriden koşarak atılma. * Uzağa düşen ok veya başka bir şey. PERTEV (Pertav) f. Ziya, ışık. * Atılma, sıçrama, hız. PERTEV-ENDÂZ Işıklandıran, ziyâ veren, nurlandıran. PERTEV-FEŞAN Işık saçan, ziya saçan. PERTEV-İ MİHR Güneş ışığı. Güneşin parlaklığı. PERTEV-SUZ Yakan ışık. Güneşe karşı tutulduğu zaman, ışıkları bir noktaya toplayan ve bu suretle ışığın değdiği yeri yakan mercek. PERUŞ f. Küçük çıban, sivilce. PERVA f. Korku, çekinmek. * Alâka, ilgi, bağ. * Takat. * Durup dinlenmek. * Bilmek. * Vesvese. * Kayd. * Iztırab. * Terk, feragat. * Hayran, şaşmış. * Meyl, teveccüh, iltifat, kayırmak. * Gussalanmak. (L.R.) PERVANE f. Fırıldak çark. * Geceleri ışığın etrafında dönen küçük kelebek. * Haberci, kılavuz. PERVANEGÂN (Pervane. C.) Gece kelebekleri. PERVANEK f. Karakulak adı verilen bir hayvan. * Ask: Öncü, pişdâr. PERVAR f. Besili, beslenmiş. PERVAS f. El ile dokunup temas etme, eli ile yoklama. PERVAZ f. Kanat açmak, uçmak. Uçan, uçucu. * Nur. * Karargâh. * Saçmak. * Hücre. * Saçak. * Ayna. Dolap. * İnce, uzun tahta. * Uçan, uçucu gibi mânâlara gelerek birleşik kelimeler yapılır. PERVAZE f. Kır gezisi için hazırlanan yemek. * Altun ve gümüş yaprakların kırıntısı. PERVAZGÂH f. Uçulacak yer. Tayyâre meydanı. Hava alanı. PERVAZ-I BERDÂR Yükselip uçan. Uçarak dolaşan. PERVER (Pervar) f. "Besleyen, yetiştiren, velinimet, koruyan" mânâsında birleşik kelimeler yapılır. PERVERÂN (Perver. C.) f. Yetiştirenler, besleyenler, koruyup terbiye eden kimseler. PERVERDE f. Terbiye görmüş, yetiştirilmiş, beslenmiş. PERVERENDE f. Besleyen, büyüten. Besleyici, büyütücü. * Terbiye edici, yetiştirici. PERVERÎ f. Büyütücülük, besleyicilik. Terbiye. PERVERİŞ f. Besleme, besleyiş. Beslenme. * Terbiye etme, yetiştirme, eğitme. Terbiye edilip yetiştirilme, eğitilme. * İlerleme, terakki. PERVERİŞYÂB f. Beslenen. * Terbiye edilen, terbiye gören, eğitilen, yetiştirilen. PERVERİŞYÂFTE f. Terbiye edilmiş, büyütülmüş, yetiştirilmiş, eğitilmiş. PERVİN f. Ülker denilen yedi yıldızın tamamı. PERVİZ f. Üstün, galib, muzaffer. * Elek. Süzgeç. * Güzellik. * Balık. * Cilve. * Tar: İran Hükümdarı Husrev'in lâkabı. PERVİZEN f. Elek, kalbur. PERVİZ-İ FELEK Güneş, şems. PES f. Arka, art, geri. * Öyle ise, imdi... PES Ü PİŞ Arka ve ön. PESADET f. Veresiye alışveriş. PESAVEND f. Kafiye. PESEND f. Beğenmek, kabul eylemek. Beğenici. Muvâfık. PESENDÂNE Beğenecek yolda, beğenmek suretiyle. PESENDİDE f. Beğenilmiş, seçilmiş, müntehab. PES-İ DİVÂR Duvarın arkası. PES-İ PERDE Perde arkası. PESİN f. Sonraki, gerideki, en son. PESMANDE f. Geri kalmış, geride bulunan, bâkiye. * Artmış, artık. PESMANDE-HOR f. Artık yiyen. PESPERDE f. Perde arkası, gizli iş. PESREV f. Arkadan gelen. * Uşak, hizmetçi. PEST f. Alçak, aşağı. Hafif, yavaş ses. * Sesi galiz, kalın ve korkunç olan. PESTBAHT f. Talihsiz. Bahtı fenâ olan. PESTÎ f. Alçaklık, âdilik, zillet. PESTPAYE (C.: Pestpayegân) Payesi, derecesi aşağı olan, âdi. Alçak. Bayağı. Pespaye. PESTPERDE f. Alçak ve hafif sesle. PESTSADA f. Hafif ses. PEŞE (Bak: Peşşe) PEŞİMAN f. Pişman. Nâdim. PEŞİMANÎ f. Pişmanlık, nedamet. PEŞİN f. Nakdî para. * Önceden, önce. PEŞİNÂT f. Peşin verilen paralar. PEŞİZ (Peşize) f. Akçe, mangır. Pul. * Balık pulu. PEŞKEŞ (Pişkeş) f. Başkasının malını birine bağışlamak. Verilmemesi lâzım olan şeyi başkasına vermek. Karşılıksız vermek.(Bir şeyde mehâsin ve şeref hâsıl oldukça, havassa peşkeş ederler; seyyiât olsa, avâma taksim ederler! M.) PEŞLENG f. Geri kalan, geri kalmış. PEŞM f. Yapağı, yün. * Keten helvası. PEŞMİN (Peşmine) f. Yünden yapılmış. Yapağıdan yapılma. * Sâde ve süssüz elbise. PEŞREV f. (Aslı: Pişrev) Önde giden. * Türk müziğinde bir saz eseri. * Güreşten önce pehlivanların ellerini birbirine veya dizlerine çarparak ve biraz sıçrayarak yaptıkları oyun. * Bir çeşit ok. PEŞŞE f. Sivrisinek. PEŞŞEGİR f. Sinek avlıyan. * Mc: İşsiz güçsüz, boş gezen kimse. PETER f. Düz maden levha. PETGİR f. Kıl elek. PEY f. İz, işaret, nişan. * Ard, arka, akab. PEYAM (Peygam) f. Haber. PEYAM-ÂVER (C.: Peyamâverân) f. Haber getiren. PEYAM-BER f. Haber getiren. Peygamber. PEYAM-I HASRET Hasret, özleyiş haberi. PEY-A-PEY f. Birbiri ardınca, birbirinin arkasından. * Azar azar, tedricen, peyderpey. PEYDA f. Mevcud, var olan, açık, âşikâr, meydanda olan. PEY-DER-PEY f. Birbiri ardınca. Yavaş yavaş, azar azar. PEYEMRES f. Haber getiren, haber ulaştıran, haberci. PEY-ENDER-PEY f. Ardısıra, arka arkaya, durmadan. Azar azar. PEYGAM (Bak: Peyam) PEYGAMAVER (Peygam-âver) f. Haber getiren, haberci. PEYGAMBER (Peyamber) f. Allah'tan haber getiren. Allah'ı, âhireti, zararlı ve faydalı şeyleri tanıtan. Nebi. (Bak: Mefhar-ı kâinat, Muhammed (A.S.M.), Nübüvvet, Resül) PEYGAMBERÂN (Peygamber. C.) Peygamberler. PEYGAMBERÎ f. Peygamberlik. * Peygamberle alâkalı. PEYGAR f. Savaş, harb, muharebe, cidal. Kavga. PEYGARE f. İftira. PEYGULE f. Köşe, bucak. PEYGULEGÜZİN Bir köşede oturan. Köşeye çekilmiş olan. PEYGULE-İ NİSYAN Unutulma köşesi. PEYGUN f. And, şart, ahd, peyman. PEYK f. Bir şeyin etrafında, ona tabi olarak dönen. Seyyare. * Haber ve mektup getirip götüren. PEYKAN Okun ucundaki sivri demir. PEYKE f. Tahta sedir. PEYKER f. Yüz, çehre, surat. PEYK-İ FELEK Ay. Dünyanın etrafında dönen ay. Dünyanın peyki. PEYM f. Haber. PEYMA f. Ölçen, ölçücü. PEYMAN f. And, yemin, muahede, ahitleşmek.(Cihet-ül vahdet-i ittihadımız, tevhiddir. Peyman ve yeminimiz, imandır. Madem ki muvahhidiz, müttehidiz. Her bir mü'min ilâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda bunun mühim bir sebebi maddeten terakki etmektir. H.Ş.) PEYMANE f. Büyük kadeh. * Ölçek, kile. * Şarap bardağı. PEYMANEKEŞ f. İçki içen. PEYMANE-ŞİKEST f. Kadehi kırık. PEYMAN-ŞİKEN (Peyman-şikân) Yemin bozan, ahdini yerine getirmeyen. PEYMAY f. Tartıcı, ölçücü. PEYMUDE f. Ölçülmüş. PEYREV f. Ardı sıra giden, tâbi olan, izinden giden, uyan. PEYSİPER f. Çiğnenmiş, ayak altında kalmış. PEYUG (C.: Peyugân) f. Gelin. PEYUGAN (Peyug. C.) Gelinler. PEYVEND f. Ulaşma, varma, vasıl olma. * Bağ, alâka. PEYVEST f. Ulaşma, vasıl olma, kavuşma. PEYVESTE f. Her zaman, dâima. * Ulaşmış, ermiş. * Bitişik, muttasıl. PEYVESTEGÎ f. Bitişme, ulaşma, bitişiklik. PEZİR f. Kabul eden, olan, olabilen. * "Söz dinleyici, emir tutan" mânasında birleşik kelimeler yapılır. PEZİRA f. Kabul eden. PEZİRAY-HİTAM Sona eren, biten, hitam bulan. PEZİRE f. Karşılama, karşılayış. PEZİRİŞ f. Kabul edilmiş. Kabul ediş. PILAÇKA (Arnavutça) Tar: Muharebede ve yağmada alınan eşya, çapul. PIRLANTA İtl. Çok tıraş edilmiş, foyasız parlak elmas. Taşı pırlanta olan. PİÇ f. Büklüm, kıvrım, dolaşık. * Nesebi gayr-ı sahih olan, gayr-ı meşru münâsebetten doğan çocuk. * Aslına benzemiyen. * Ağacın kökünden biten sürgün. Aşılanmamış ağaç. * Sarmaşık. * Vida. PİÇ Ü TAB Iztırab ve sıkıntı. PİÇAN f. Büklüm büklüm, kıvrım kıvrım olan. PİÇ-A-PİÇ f. Karma karış, pek dolaşık, kıvrım kıvrım. PİÇİDE f. Karışmış, bükülmüş, kıvrılmış. PİÇİDEMUY f. Saçı kıvrılmış. PİÇİŞ f. Büklüm, kıvrım. PİÇ-PA f. Yengeç. PİÇTAB f. Sıkıntı, telâş. * Şaşkınlık. PİH f. Göz çapağı. PİH f. İçyağı. Şahm. PİH-SUZ f. "Yağ yakıcı": Toprak kandil. PİJUH (Bak: Pejuh) PİL f. Fil. PİL f. Topuk, ökçe. * Çelik çomak oyunu. * Çadır eteği tutturmada kullanılan küçük ağaç değnekler. PİL-BÂN f. Fil besleyen, filci. PİLE f. İpek kozası. İpek. PİLESTE f. Fildişi. PİL-TEN Fil gibi iri, fil vücutlu. PİLVAYE f. Kırlangıç. PİL-ZUR f. Fil gibi kuvvetli, fil kuvvetinde. PİNDAR Sanma, zannetme. * Böbürlenme. PİNE f. Yama. PİNEDUZ Yamacı. * Ayakkabı tamircisi, eskici. PİNEDUZÎ f. Eskicilik, yamacılık. PİNEDUZLUK Yamacılık. Eskicilik. PİNGAN f. Fincan, tas. PİNGANÇE f. Küçük fincan. PİNHAN f. Gizli, saklı, hafi, mahfi, mestur, müstetir. PİR f. Yaşlı, ihtiyar. * Reis. * Bir tarikatın kurucusu. * Herhangi bir meslek ve san'atın başlatıcısı, te'sis edicisi.(Kur'an-ı Hakim; enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyat-ı mâneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi; yine insanların terakkiyat-ı maddiye suretinde dahi o enbiyanın herbirisinin eline bâzı hârikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir. Onlara mutlak olarak ittibaa emrediyor. İşte enbiyaların mânevi kemâlatını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu'cizatlarından bahis dahi; onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki: Mânevi kemalât gibi maddî kemâlâtı ve hârikaları dahi en evvel mu'cize eli nev'-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf'un (Aleyhisselâm) bir mucizesi olan saatı; en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikata lâtif bir işârettir ki: San'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pir ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh'u (Aleyhisselâm), saatçılar Hazret-i Yusuf'u (Aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (Aleyhisselâm) ... S.) PİR Ü BERNA İhtiyar ve genç. PİRA f. Süsleyici, düzenleyici, donatıcı. PİRAHEN (Pirehen) f. Gömlek. Kamis. PİRAHEN-İ İSMET Namus perdesi. PİRAMEN f. Çevre, etraf, yan. PİRAMUN f. Yan, etraf, çevre. PİRAN (Pir. C.) f. İhtiyarlar, yaşlılar. PİRASTE f. Tertibedilmiş, düzenlenmiş donatılmış, süslü.Pirastegî $ . f. Düzen, intizam. PİRAYE f. Zinet. Süs. PİRAYEBAHŞ f. Süsleyici, süs veren. PİRAYENDE f. Süsleyici, donatıcı. PİRAYİŞ f. Düzen, nizâm, intizam, tertib. * Süs, zinet. PİREHEN f. Gömlek. PİREZEN f. Kocakarı, acuze. PİRÎ İhtiyarlık. Kocamışlık. PİR-İ FANÎ Pek yaşlı, zayıf adam. Dünyayı terketmiş ihtiyar. PİR-İ MOĞAN (Pir-i muğan) Meyhaneci. * Mc: Mürşid. PİRİSTU (Piristuk) f. Kırlangıç kuşu. PİRİSTUBEÇE f. Kırlangıç kuşu yavrusu. PİRSAL f. Kocamış, ihtiyar, yaşlı. PİRUZ f. Uğurlu, hayırlı. PİRUZÎ f. Uğurluluk, hayırlılık. PİRZEN f. Kocakarı, acuze. Yaşlı kadın. PİSE f. Saksağan. * Alaca renk. PİSTAN f. Meme. PİSTE f. Fıstık. PİSTER f. Yatak, döşek. PİŞ f. Huzur, ön, ileri taraf. PİŞADEST f. Peşin para ile alış veriş. * İşçiye, çalıştıktan sonra verilen para. PİŞAHENG (Piş-âheng) Önde giden, öne düşen. PİŞAN f. En ön, en ileri. PİŞANÎ f. Alın, cebin. PİŞANÎDÂR f. Yüzsüzlük yaparak işini beceren. PİŞBİN f. İlerisini gören. Basiretli, ihtiyatlı. PİŞDAR f. Öncü. Harpte ileriden düşmana gönderilen askerler. * Önde giden. Önayak olan. * San'at, meslek. * Kumandan. * Mc: Yüzsüz. Yüzsüzlükle iş beceren. PİŞE f. İş, kâr. Meşguliyet. * Alışkanlık, huy, âdet. * Meslek, san'at. * "Huy edinmiş, alışmış" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hasenât-pişe $ : İyi şeyleri âdet edinmiş olan. PİŞEGÂH f. İş yeri. Fabrika. PİŞEGÂN (Pişe. C.) f. Meslekler, san'atlar. İşler. * Huylar, âdetler, tabiatlar. PİŞEGER f. San'atkâr işçi. PİŞEKÂR f. Sanatkâr, oyuncu. PİŞEVER f. Sanat ehli, işçi. PİŞ-GEH f. Ön, huzur. PİŞ-GİR f. Havlu, peşkir. PİŞHANE f. Balkon. * Bir yere gidileceği zaman önceden gönderilen çadır ve yol eşyası. PİŞHAYME f. Pâdişah veya vezirlerin divan çadırı. PİŞÎ f. İlerleme, üstünlük, tefevvuk. * Önünü gören, ileri görüşlü. PİŞ-İ NAZAR Göz önü. PİŞ-İ NAZARA GETİRMEK Göz önünde bulundurmak. PİŞİGÂH Huzur. PİŞİN f. Peşin, önce, önden. * Evvelki, eski. * Önden verilen. PİŞİNÎ (C.: Pişiniyan) f. Evvel zaman adamı. PİŞKEŞ f. Hediye, armağan, hibe. PİŞ-MÜZD f. Pey, pey akçesi. Satılık bir şeye talip olan kimsenin, sonradan caymayacağını temin makamında olmak üzere satıcıya peşin verdiği bir miktar para. PİŞNEMAZ f. İmam. PİŞNİHAD f. Usûl, kanun. * Temel, esas. PİŞREV f. Önden giden. PİŞTAHTA f. Çekmece. Küçük sandık. * Mal serilen yer, vitrin. PİŞVA (Pişuva) f. Reis, baş. Hâkim. * Mukteda, imâm. PİŞVAYAN (Pişvay. C.) Reisler, başkanlar. Hâkimler. PİYADE Narin yapılı bir çeşit kayık adıdır. Eskiden ekseriyetle İstanbul ve civarında kullanılan bu kayıklar, pek makbul gezinti vasıtası idi. * Ask: Orduda tüfekle teçhiz edilmiş olan ve muharip sınıfların asli unsuru bulunan efrada da bu ad verilir. Yaya askeri. * Yaya. PİYALE f. Kadeh. Şarap bardağı. PİYAZ f. Soğan. * Zeytinyağlı ve sirkeli fasulye haşlaması. PLAN Fr. Yapı, makine, bina...gibi yapılacak şeylerin ayrı ayrı parçalarını kâğıt üzerinde gösteren çizgilerin hepsi. POLAT (Pulat da denir) Çelik. * Mc: Sağlam, sert. POLİTİKA İtl. Memleket işlerini idare için tutulan ölçülü yol. Siyaset. POST f. Tüylü hayvan derisi. * Mc: Makam, mevki. POSTA İtl. Bir yere gelen veya bir yerden gönderilen mektup ve emânetlerin hepsi. * Bu emânetleri toplayan ve dağıtan idare ve onun yeri. * Belli zamanlarda sefer yapan ve çok zaman posta taşıyan vasıta. * Takım, kol. * Hizmet nöbetinde bulunan er. * Sefer. POSTİN f. Kürk. POSTİNDUZ f. Kürk diken. POSTİNPUŞ f. Kürk giyen. POSTNİŞİN Posta oturan. Daha evvelkinin yerine geçen. POT t. Irmakları geçmek için kullanılan sal. * Dikişin bir tarafında görülen kumaş kabarığı. POT KIRMAK Farkında olmı(Zeker) karşısındakine dokunacak söz söylemek. POTA f. Toprak veya mâdenden yapılmış, kimyacı, eczâcı, mâdenci veya kuyumcu âletlerindendir. Altın, gümüş ve benzeri mâdenlerin eritilimesine mahsustur. POZ Fr. Fotoğraf alınırken kendine düzen vermek, tavır takınmak. Kımıldamadan durduğu halde kalmak. POZİSYON Fr. Vaziyet, durum, duruş. POZİTİF Fr. Tecrübe neticesine dayanan, müsbet, isbatlı. Negatifin zıddı. POZİTİVİST Fr. Fls: Pozitivizm taraftarı. POZİTİVİZM Fr. Fls: Hakikatın yalnız tecrübe ve müşahede ile vakıalara istinaden tam olarak bilineceği iddiasında olan felsefe sistemi. (Bak: İsbatiyecilik) PRANGA İng. Eskiden ağır cezalı mahkûmların ayaklarına takılan kalın zincir. * Halkalarıyla beraber iki okka yüz dirhem ağırlığındaki demire verilen addır. * Umumi hapishanelerde, hapishanenin iç nizamını bozan ve taşkınlık gösteren mahkûmların ayaklarına da pranga vurulurdu. PRENS BİSMARK (1815 - 1898) Meşhur Alman siyasilerinden ve Alman birliği için çalışanlardan birisidir. İslamiyeti ve Hz. Peygamber'i (A.S.M.) medh ü sena ederek hayranlığını bildiren bir mütefekkirdir. PRENSİP Fr. Umde. İlk unsur. Temel kanaat, temel düşünce. Temel bilgi * Man: Her çeşit münakaşanın dışında olan. PROGRAM Fr. Yapılacak işler için önceden hazırlanmış tasarı. Plân. PROJE Fr. Tasarlanan ilk şekil. Tasarı. Mütehayyel. PROJEKSİYON Fr. Kuvvetli ışık âleti. PROPAGANDA Fr. Bir fikri veya malı herkese bildirmek veya kabulü için yapılan ilân. Çok kıymetli olduğu veya olmadığı hâlde bir şeyin kıymetini arttırmak maksadiyle yapılan konuşma veya ilânat. PROTEİN Lât. Tıb: Albüminli besleyici madde. PROTESTANLIK (Prutluk) Papayı Hristiyanların başı olarak tanımayıp ruhaniyetini kabul etmeyen bir Hristiyanlık mezhebi. (Bak: Nasraniye) PROTON yun. Atom çekirdeğinde pozitif yüklü zerrecik. (Bak: Delil-i inayet) PRUTLUK (Bak: Protestanlık) PSİKOLOG Fr. Ruhiyatçı, ruh ilmiyle uğraşan. PSİKOLOJİ Fr. Ruhiyat, ruhî hâdiseleri tetkik eden ilim kolu. PSİKOZ Fr. Tıb: Akıl hastalıklarının umumi adı. PU (Puy) f. Araştırma, arama. * Koşma. PUÇ f. Kaba, çirkin. * Boş ve faydasız şey. * İçi boş. PUÇ-MAGZ f. Boş kafalı. PUHTE (C.: Puhtegân) f. Pişmiş, pişkin. Olgun, kâmil insan. PUHTEGÂN (Puhte. C.) Olgun kimseler, pişkin kişiler. PUHTEGÎ f. Olgunluk, kemalât, pişkinlik. PUJİNE f. Kantar. PUL f. Para. PULAD f. Çelik. PULADBÂZU f. Çelik pazulu. Kuvvetli, yiğit. PULADSENC f. Güzel silâh kullanan, iyi dövüşen. PUR (C.: Purân) Oğul. Evlâd. PURÂN (Pur. C.) Oğullar, veledler. PUR-İ DUHT Hemşirezâde, yeğen. PURMEND f. Evlâd sahibi. PUSİDE f. Çürümüş, paslanıp çürümüş, çürük. PUŞ f. "Örten, giyen, giyinmiş" mânasına birleşik kelimeler yapılır. * Örtü, elbise, zırh. PUŞE (Bak: Puşide) PUŞENDE f. Örten. Örtücü. PUŞENDE-İ HATÂ Ayıp örten. PUŞİDE (Puşe) f. Örtülmüş. * Örtü. * Örtülü, gizli. PUŞİDE-ÇEŞM f. Örtünecek, giyilecek şey. * Örtü. PUŞİDENÎ f. Örtünecek, giyilecek şey. Örtü. PUŞİDE-RAZ f. Sırrı gizli. PUŞİŞ f. Örtecek şey. Örtü. PUT Allah'tan başka tapılan herşey. * Heykel. Sanem. Kendisinden medet beklenen veya lâyık olmadığı hürmet kendine yapılan maddi mânevi resim, heykel ve her çeşit cisim. PUTE Silâh veya ok atışlarında dikilen nişan tahtası. * İçinde mâden eritilen tava. PUT-PEREST f. Allah'tan başka şeyleri ilâh kabul eden, puta inanıp ona ibâdet eden. Puta tapan. (Bak:Büt-Perest) PUYA(N) f. Koşan. Seğirten. PUYAN OLMAK Koşmak. Batmak. Dalmak. PUYE f. Koşma, seğirtme. PUYEGER f. Koşucu. PUYENDE f. Koşan. Seğirtici. Koşucu. PUZEN f. Nadas edilmiş, sürülmüş tarla. PUZİNE f. Maymun. PUZİŞ f. Özür, mâzeret. PÜL f. Köprü. PÜLPÜL f. Karabiber. PÜNÇÜŞK f. Serçe. PÜR f. Çok, dolu, çok fazla, memlu, tekrar (mânâlarına gelir, birleşik kelimeler yapılır) *Sâhib, mâlik. PÜR-ÂMÂL İstek ve emellerle dolu. PÜR-ÂTEŞ Ü HEVL Ateş ve korku dolu. PÜR-BÂD f. Kibirli. * Çok rüzgârlı. PÜR-BİM f. Korkmuş. PÜR-ÇİN f. Çok buruşuk, çok bükülmüş ve karışık. PÜR-DİL (C: Pür-dilân) f. Yürekli, cesur. PÜR-DİLÂN (Pür-dil. C.) f. Cesurlar, yürekli kimseler. PÜR-DUD f. Çok tüten, çok dumanlı. PÜR-EMVÂT Ölüler dolu. PÜR-ENVÂR (Pür-nur) Çok parlak, çok nurlu. PÜR-FER f. Çok parlak. Çok aydınlık. PÜR-GAZAB f. Çok kızgın ve hırslı. PÜR-GÛ f. Çok söyliyen, çok konuşan. PÜR-GUBÂR f. Çok tozlu. Toz içinde. PÜR-HÂNDE Neş'e dolu, çok gülme ve sevinç dolu. Sevinçli, neşeli. PÜR-HAYÂL f. Hayal ile dolu. PÜR-HAZÂN f. Sonbahara uğramış, solup sararmış. PÜR-HEVES f. Çok hevesli. Heves dolu. PÜR-HEYECÂN f. Heyecan dolu. Çok heyecanlı. PÜR-HUN Kan içinde. Kan dolu. PÜR-KİNE f. Düşmanlık ve gazab dolu. PÜR-NÂR Çok ateşli. Çok kızgın. Ateş dolu. PÜR-NÂZ Çok nazlı. PÜR-NEVÂL Çok lütuf ve ihsan. Çok çok ihsan etmek, vermek. PÜR-NUR (Bak: Pür-envar) PÜR-PAYE f. Kırkayak. PÜR-SÂLE f. Yaşlı. Yaşı dolgun. PÜRSAN (Pürsâ) f. Soran, sorucu. PÜRSİŞ f. Soruş, sorma, sual ediş. PÜRSİŞ-İ HÂTIR Hatır sorma. PÜR-SUZ f. Çok yakıcı. Çok yanık. PÜR-ŞA'ŞAA Çok gösterişli, şa'şaa dolu. PÜR-TEMKİN f. Çok ağır başlı. Çok temkinli. PÜRYAN f. (Bak: Biryan) PÜSENDER f. Üvey oğul. Üvey evlâd. PÜSER (C.: Püserân) f. Erkek çocuk, oğul. PÜŞT f. Sırt, arka. PÜŞTE f. Tepe, yığın. PÜŞTE-İ BAĞ Çimenlik, çayırlık. PÜŞTER f. Arka, sırt. PÜŞTİBAN f. Payanda, destek, dayanak. * Yardımcı, muin. PÜŞTİVAN f. Destek, dayanak, payanda. * Yardımcı. PÜŞTMAL f. Peştemal. PÜŞT-PA f. Ayak tabanı. PÜŞTVARE f. Bir hamal yükü. Bir arkalık yük. R Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler RA f. İsim veya zamirin sonuna ilâve edilirse, Türkçedeki i, im, in, a, e eklerinin yerine kullanılır. Meselâ:Hâne: Ev. Hâne-râ: Evi, evin, eve.Tû: Sen. Tû-râ: Seni, senin, sana. RA Kur'an alfabesinde onikinci harftir. Ebced hesabında 200 sayısına işaret eder. Bu harfe "Rı" denildiği gibi, "Ra-i mühmele" de denilir. Bazı tarih kayıtlarında" Rebi-ül Evvel" ayına işaret olarak geçer. RA' şiddetle sürmek. RA' Küçük kene. RAA' Boğazına hizmet eden adi insan. RAABE Genişlik, vüs'at. * Büyük olmak. RA'AD Geveze kimse. Çok konuşan adam. * Torpil balığı. RAALE Hamakat, ahmaklık. RAAŞ (Ra'şe-Ra'şen) Titretmek. RA'B Doldurmak. * Efsun, (sihir yapanlar okurlar.) RAB' Vasat, orta boylu. * Avlulu ev. RAB'AT (C.: Rabeât) Attarların dağarcığı ve kutusu. * Orta boylu kimse. RABB Sâhib, mâlik, seyyid. Cenab-ı Hak (C.C.) * Besleyen, yetiştiren, terbiye eden. Müstahik. Hüdâvend. (Kur'an-ı Kerim'de bu "Rabb" ismi ile Cenab-ı Hak 846 def'a zikredilir.) (Bak: Âlem)( Yâni : Herbir cüz'ü bir âlem mesabesinde bulunan şu âlemi bütün eczasiyle terbiye ve yıldızlar hükmünde olan o cüz'lerin zerratını kemal-i intizamla tahrik eder. Evet Cenab-ı Hak herşey için bir nokta-i kemal tayin etmiştir. Ve o noktayı elde etmek için o şeye bir meyil vermiştir. Her şey o nokta-i kemale doğru hareket etmek üzere, sanki mânevi bir emir almış gibi muntazaman o noktaya müteveccihen hareket etmektedir. Esna-yı harekette onlara yardım eden ve mânilerini def'eden, şüphesiz Cenab-ı Hakk'ın terbiyesidir. Evet, kâinata dikkatle bakıldığı zaman, insanların taife ve kabileleri gibi, kâinatın zerratı, münferiden ve müçtemian Hâliklarının kanununa imtisalen, muayyen olan vazifelerine koşmakta oldukları hissedilir. " Yalnız bedbaht insanlar müstesna!" İ.İ.) RABB Üveybaba. RABBANÎ (Rabbaniye) Rabbe âit. Cenab-ı Hakk'a dair ve müteallik. İlâhî. * Ârif-i Billâh olan, ilmi ile amel eden âlim. RABBANİYYUN (Rabbaniyyîn) Kendisini tamamen Cenab-ı Hakk'a vermiş olanlar. Putperestlikle alâkası olmayanlar. RABBAT Kadınların efendileri, sâhipleri, kocaları. RABBE Üveyana. RABBENA Ey bizim Rabbimiz! Ey Sâhib-i Hâlikımız! Ey bizi terbiye edip besleyen sâhibimiz! (meâlinde). RABBÎ Ey benim Rabbim. RABBİ YESSİR VELÂ TÜASSİR Ey Rabbim! Kolaylaştır, zorlaştırma, bana imdad eyle, yardım eyle (meâlinde). RABB-ÜD DÂR Ev sâhibi. RABB-ÜL ÂLEMÎN Bütün âlemlerin Rabbi. Her âlemi doğrudan doğruya Rububiyyeti ile tâlim, terbiye, tedbir ve idâre eden Cenab-ı Hak.(Kur'an-ı Kerim) (bazan iki kelimede, meselâ... Rabbüke tabiri ile ehadiyyeti ve Rabb-ül âlemîn ile vâhidiyyeti bildirir. Ehadiyyet içinde vâhidiyyeti ifade eder. Hattâ bir cümlede bir zerreyi bir göz bebeğinde gördüğü ve yerleştirdiği gibi; güneşi aynı âyetle, aynı çekiçle göğün göz bebeğinde yerleştirir ve göğe bir göz yapar. M.N.)(Her bir şey, hareketiyle bütün eşyayı vahdet nâmına zabteder. Demek, bütün yıldızları elinde tutmayan, bir tek zerreye Rabb olamaz. S.) RABB-ÜL ERBAB Bütün sâhiblerin, terbiyecilerin Rabbi, Allah. (C.C.) RABB-ÜL MAL Mal sâhibi. Sermaye sâhibi. RABE Yoğurt damızlığı. RABEA Devenin katı katı yelmesi. RABIT(A) Rabteden, bağlayan, bitiştiren. * Münasebet, alâka, bağlılık, yakınlık. İki şeyi birbirine bağlayan tertip. * Nefsini dünyadan men edip âhirete, Allah'a (C.C.) bağlanmak. * Tertip, sıra, düzen, usûl.(...Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbü ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyyeyi iktiza eder. Evet inkâr edemezsin ki: Sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostane bir râbıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan arkadaşane bir alâka telâkki edersin. M.) RABITABEND f. Rabtedici, bağlayıcı. RABITA-İ İMAN İman bağı, insanları hususan iman edenleri birbirine bağlayan iman. RABITA-İ MEVT Ölümünü düşünüp dünyanın fani olduğunu mülâhaza edip nefsin desiselerinden kurtulmak. RABITA-İ ŞEYH Tarikat-ı Nakşiyede, müridin hayalen şeyhinin huzurunda kendini tasavvur etmesine denir. RABIZ Koyun ağılı. RABİ' Dördüncü. RABİA (Müe.) Dördüncü. * Saatteki sâlisenin altmışta biri. RABİA-İ ADEVİYE (Hi: 95 - 185) Basra'lı bir hatun. Bütün hayatını dine hizmet için vakfetmiş, zengin kimseler evlenmek teklifinde bulundukları halde; "Allah'ı anmaktan, dine hizmetten beni alıkor" fikri ile reddetmiş, fakirliği ve istiğnayı kabul edip dine hizmetten vaz geçmemiştir. Talebe okutmuş meşhur bir veliyedir. (R. Aleyha) RABİAN Dördüncü olarak. RABİB Yoğurt. RABİH(A) (Ribh. den) Kârlı, kazançlı, faydalı. RABİ-İ AŞER Ondördüncü. RABİT Bağlı, bağlanmış, merbut. RABİYE (C.: Revâbi) Yüce, yüksek yer. RABT Bağlamak, bitiştirmek, bir şeye bağlamak. * Nizam vermek, intizam bulmak. * Gr: Cümleleri lüzumlu edatlarla birbirine bağlamak. RABT EDATI Gr: Bağlama edatı. Kelimeyi veya cümleyi birbirine bağlayan harf veya kelime. (Hem, ve... gibi) RABT-I KALB Kalb bağlama, gönül bağlama. RABTİYYE Rabtiye. * Bağlayacak şey. RAC f. Mide. RA'C Şimşeklerin birbiri ardınca şakımaları. RACİ Rica eden, eden, uman, yalvaran. Niyaz eden. Ümitli. RACİ' (Rücu. dan) Geri dönen, ric'at eden. * Dair, aid, alâkası olan, dokunur olan, müteallik. * Gr: Bir şahıstan kinaye olan zamir. RACİBE (C.: Revâcib) Parmağın el ayasına bitişik olan boğumu. RACİFE Şiddetle sarsan sarsıntı. Dünyayı yerinden oynatan vakıa. İlk nefha. RACİH Üstün olan. Kıymetli, faziletli ve itibarı fazla olan. * Fık: Beyyinatta, bürhan ve delilin tercihinde delili üstün, beyyinesi evlâ ve makbul olan taraf. RACİHA Tercihli, daha önce diğerlerinden üstün. RACİH-İ MERCUH Bürhan ve delillerin tercih ve üstünlük esasları. RACİL Yaya olarak, yürüyerek. RACİLEN Yaya. Piyade. * Mc: Cahil, bilgisiz. RACİN Adama alışmış davar. RACİYANE f. Rica ederek, yalvararak. RAD f. Cömert, eli açık, faziletli, üstün, değerli. RA'D Gök gürültüsü. * Bulutları sevk ve nezaret ile vazifeli bir melek adı. * Tehdit etmek, korkutmak.(Terennümat-ı hava, na'rât-ı ra'diye, nağamat-ı emvac, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecatı, kuşların seceatı birer tesbih-i rahmet, hakikata bir mecaz... Lemeat'tan) RAD' Men'etmek, engel olmak. * Bırakmak, terk etmek. * Güzellik eseri. * Kına. RA'D SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 13. Suresi. RA'D U BERK Gök gürültüsü ve şimşek. RADAF Üzerine ateş yakıp kızdırdıkları taş. RADAFE (C.: Razf) Kızdırılmış sıcak taş (süte bırakıp sıcaklık verirler.) RADD Süt ile pişmiş hurma. * Vurmak, dövmek. RÂDD (Redd. den) Geri döndüren, reddeden, geri bırakan. RADDE Derece. Rütbe. Sıra. Kerte. Mertebe. * Aşağı yukarı. * Fayda, menfaat. * Çizgi, hat. RÂDD-ÜS SELÂM Başkasının verdiği selamı alan. RADE Faide, menfaat. RA'DE Muztarib oluş, azablı ve sıkıntılı hâl. (Rı'de şeklinde de okunur) RA'DENDAZ (Ra'd-endaz) f. Gürleyen, gürleyici. Gök gürültüsü gibi gürleyen. RADGA (C.: Radg-Ridag) Sulu ve sıvı balçık. RADH Az bir şey verme. Az verilen şey. * Fık: Cihada iştirak eden kadınlara, kölelere, çocuklara ve zimmilere ganimet malından verilen mal. RADHE (C.: Radh-Ridh) Taşlı yer, taşlık arazi. * Büyük taşlardan olan çukur yer. (İçinde su birikip kalır.) RADI' (Rıda'. dan) Süt kardeş. * Süt emen çocuk. * Levmedilen kimse. RA'D-I KASIF Korkunç gök gürültüsü. RA'D-I KAZA Kaza yıldırımı, kaza şimşeği. RADIYALLAHÜ ANH Allah (C.C.) ondan razı olsun, mealinde duâdır. Aslında Allah ondan razı oldu demektir.(Sahabe-i Kiram Hazeratına Radıyallahu Anh denildiğine binaen, başkalara da bu mânada söylemek muvâfık mıdır?Elcevab: Evet denilir. Çünki Resul-i Ekrem'in bir şiarı olan Aleyhissalâtü Vesselâm kelâmı gibi Radıyallahu Anh terkibi, Sahabeye mahsus bir şiar değil, belki Sahabe gibi veraset-i nübüvvet denilen velâyet-i kübrada bulunan ve makam-ı rızaya yetişen Eimme-i Erbaa, Şâh-ı Geylanî, İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazalî gibi zatlara denilmeli. Fakat örf-ü ulemâda sahabeye, Radıyallahu Anh; Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîne, Rahimehullah; onlardan sonrakilere, Gaferehullah; ve Evliyaya, Kuddise Sırruhu denilir. M.) RADIYALLAHÜ ANHA (Kadın için) Allah ondan razı olsun. RADIYALLAHÜ ANHÜM Allah onlardan razı olsun. RADIYALLAHÜ ANHÜMA Allah onların ikisinden razı olsun. RADİ (Râdiye) Razı olan, rıza gösteren, itaat eden. RADİ' (C.: Ruzâa-Ruzâ) Süt emen çocuk. RADİB Zayıf yağan yağmur. * Sidre ağacından bir cins. RA'DİD Korkak. RADİF Kızmış taşla ısıtılan süt. * Kızmış taş üzerine pişirilen et. (Merzuf da derler.) RADİF Binicinin ardına binen kişi. RADİFE Kıyametteki ikinci Sur'un ismi. (O'nunla bütün ölüler hayat bulurlar.) RADİG Ahmak, akılsız kimse. RADİN Za'feran çiçeği. RA'DİN Gürleyen. * Gürültülü. RADİYEN Razı olarak, beğenilerek, hoşnud olmak suretiyle. RADK Her nesnenin evveli. RADM Binayı taşla yapmak ( O binaya "razim" derler.) RADM Büyük set. RADME (RADMÂ) Büyük taş. RADUA Kuzusunu emziren ve hem de sağılır olan koyun. RADYASYON (Fr. Radiation) Bir enerjinin ışık demeti halinde yayılması. RAFIZ Terk eden. Salıveren. Bırakan. RAFIZA Şii fırkalarından bir tâife. Hak mezhepten ayrılmış, namazsız, itikadı bozuk kimse. * Asker kaçağı güruhu. * Düstur, akide ve nizam kabul edilen esaslardan ayrılanlar. RAFIZÎ (Râfiziyye) Rafıza fırkasından olan. Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in (R.A.) halifeliklerini kabul etmeyenlerden olan. RAFIZİYYUN (Rafızî. C.) Rafızîler. RAFİ' Yükseltici. Hâmil. Sâhib. Kaldırıcı, kaldıran. * Esma-i İlâhiyedendir. RAFİA Yükselten. * Kaldırmak için destek. RAFİDAN Dicle ve Fırat ırmakları. RAFİDE Binanın direği. RAFİH Rahat içinde ve refahla yaşıyan. RAFİT Nikâh. Cima. Fuhşiyyat. RAFİ-ÜD DERECAT Dereceleri yükselten. Allah. (C.C.) RAFZ Bırakma. * Rafızîlik. RAG f. Çimenlik, çayırlık, bahçelik, bağlık. * Dağ eteği. RAGABAT Rağbetler, istekler, istekle karşılamalar. RAGAD Refah, genişlik, kolaylık. * Geçim kolaylığı. RAGAME (C.: Rugâm) Toprak. RAGBA' Rağbet etmek. RAGD Maişet genişliği, geçim bolluğu. RAGIB (Râgıbe) (Ragbet. den) İsteyen, rağbet eden. RAGIM Galebe eden, galip olan. RAGIYE Dişi deve. RAGİB İçi geniş olan nesne. RAGİBE Rağbet olunan veya rağbetle istenilen şey. * İhsan, hediye. RAGİD Süt bulamacı. RAGİF Pide. Yufka. RAGİFE Sütlü bulamaç. RAGMİYYAT Aksine, rağmına, inadına, zıddına yapılan işler. RAGN Meyletmek, yönelmek, eğilmek. RAGS Nimet. Lütf-u İlâhî. Bereket. Hayır. * Çoğalmak ve uzamak. RAGSA' İçinden sütün aktığı meme içindeki damar. RAĞBET (Ragbet) İstek, arzu. İyi sayılmak. Bir şeyi çok iştiyakla istemek. İhlasla dua etmek, teveccüh etmek. RAĞBETEN Rağbet ederek, istekle. RAĞBET-İ UMUMİYE Umum tarafından rağbet edilip beğenilme. Herkes tarafından istenme. RAĞM (Ragm) Bir şeyden hoşlanmayıp kerih görmek. Bir işi birisine zor ile tutturmak. Züll ve hakaret. Kahretmek. RAĞMEN Aksine olarak, inadına, zıddına olarak, zoraki. RAĞMEN ALÂ-ENFİHİ Tahkir maksadıyla, birinin kibrini, burnunu kırmak için. RAĞMEN Lİ-ENFİHİ (ve alâ rağmihi) Zoraki ve mahsus tahkir ve tezlil için olan hareket. RAH (C.: Rayâh) Şarap, içki, hamr. * El ayası mânâsına olan "Râha'nın C." * Gitmek. RAH (Reh) f. Yol. Tarz. Usûl. Meslek. RAH f. Zan, sanma. Kaygı, keder. RAHA Değirmen. RAHABE Genişlik, vüs'at. RAHAH Davanın tırnağının geniş ve büyük olması. RAHAL (C.: Rihâl) Semer. Palan. RAHAMET Rahim hastalığı. RAHASA Yumuşaklık. RAHAT Üzüntüsüz, tasasız, kedersiz bir halde olmak. İstediği her şeyi bulup telâşsız olmak. Müsterih. * Dinlenmek. * El ayası. RAHAT-EFZA f. Rahat arttıran. RAHAT-I DİL Gönül rahatı. RAHAT-NİŞİN f. Rahat eden, rahat oturan. RAHCEN Ağırlık, sıklet. * Meyletmek, eğilmek, yönelmek. RAHDAN f. Yol bilen. RAHE Avuç içi, el ayası. RAHF(E) Kaymak. * Elde durmaz derecede sıvı olan hamur. RAH-I HAK Hak yolu. RAH-I NECAT Kurtuluş yolu. RAH-I RAST Doğru yol. RAH-I VATAN Vatan yolu. RAHİ Rahat yürüyüşlü binek. * Sâkin, rahat. RAHİ f. Yola ait, yolla alâkalı, yola dâir. RAHİB Bol, geniş. * Obur, çok yiyen kişi. RAHİB Kendisinden korkulan şey. Korkulu. RAHİB Âbid. Allah'tan (C.C.) korkan. * Manastırda oturan nasrani âlimi veya papazı. Keşiş. * Aslan. RAHİBAN (Râhib. C.) Râhibler. Keşişler. RAHİBE Kadın rahib. RAHİB-ÜR RÂHE Cömert, eli geniş. RAHİH Yumuşak, sulu balçık. RAHİK Safi şarap, Cennet şarabı. RAHİL Göç. Göçme, hicret etme. RAHİL (C.: Ruhal-Rihâl) Dişi olan koyun kuzusu. (Erkeğine "hamel" derler.) RAHİL Göç eden, göçen, ölen, rıhlet eden. RAHİLE Yük hayvanı. * Yük getiren deve. * Topluluk, kafile. * Üzerine binilen deve. RAHİLEZEN f. Yük hayvanını süren. RAHİM (Rehm) Döl yatağı. Çocuğun, içinde yetiştiği ve dişi canlılara mahsus organ. * Karabet, akrabalık. RAHİM (Rahm. dan) Rahmet edici, acıyan, merhamet eden. RAHİM (Rahmet. den) Rahmet edici, merhamet eyleyen. Rahmedici. Muhafaza eden, bağışlayan. Rahmet ve merhamet sahibi, şefkat eden, gufran sahibi. (Kur'an-ı Kerim'de bu isim 220 defa zikredilir.) RAHİM(E) Hafif sesli, lâtif sözlü kız. RAHİMALLAH Allah rahmet eylesin. RAHİMANE Şefkat ederek, acı(Zeker). Merhamet ve rahmet ile Cenab-ı Hakk'a yakışır tarzda. RAHİME Rahmet eylesin. RAHİMEHULLAH Allah ona merhamet eylesin, Allah rahmet eylesin meâlinde duâdır. RAHİMEHUMALLAH Onların ikisine de Allah rahmet eylesin meâlinde duâdır. RAHİMEHUMULLAH Allah onlara rahmet eyleye meâlinde duadır. RAHİMÎN (Rahîmûn) Merhametliler, acıyıp esirgeyenler, rahmet edenler, şefkat edenler. RAHİMİYYET (Bk: Rahmaniyet) RAHİN Rehin veren, malını rehine koyan. *Sâbit, dâim, devamlı. * Devenin ve adamın zayıfı. RAHİS Ucuz, yumuşak elbise. * Ansızın ölüm. RAHİYE (C.: Revâhi) Bal arısı. RAHİYYE Yolluk. Yol masrafları. RAHK Sarmak, istilâ etmek. RAHL (C.: Rihâl) Semer, palan. * Yağmurluk ve saire gibi yol levâzımı. RAHL (RIHL) Göçmek, irtihal etmek. RAHLÂ' Arkası beyaz, diğer yerleri siyah olan dişi koyun. * Yalnız arkası kara olan deve. RAHLE Küçük masa. RAHLE-İ TEDRİS Üzerine ders verilen veya alınan rahle. * Bir âlimden alınan ders. RAHM Acıma, koruma, esirgeme, şefkat etmek. * Hısımlık, karabet, akrabalık. RAHM Ü ŞEFKAT Merhamet ve şefkat etmek. RAHMA' Başı beyaz olan dişi koyun. RAHMAN Bütün yaratıklara rızıklarını veren, her an bütün mahlukat hakkında hayır ve rahmet irade buyuran, bütün mahlukatına sayısız nimetler veren. Nizam ve adâlet sâhibi. (Allah) RAHMAN SURESİ (Errahman Suresi de denir.) Kur'an-ı Kerim'in 55. suresidir. Bu sureye Arus-ül Kur'an da denilmiştir. Mekkîdir. RAHMANÎ Rahman'a ait ve müteallik. Allah'tan gelen, her hususta hayırlı olan. RAHMANİYYET Cenab-ı Hakk'ın Rahman oluşu.(Yâni: Gözümüzle görüyoruz, birisi var ki, bize zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleri ile doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve Rahmâniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş ve zemin içini rahimiyyet ve hakîmiyetin binlerle kıymettar ihsanlarını câmi' bir mahzen yapmış. Ve zemini devr-i senevîsinde bir ticaret gemisi hükmünde her sene âlem-i gaybdan levâzımat-ı insaniyye ve hayatiyyenin yüz bin çeşitlerinden en güzellerini içine alarak yüklenmiş bir nevi sefine veya şimendifer gibi; ve her baharı ise, erzak ve elbisemizi taşıyan bir vagon hükmünde olarak bizlere gönderir. Bizi gayet rahimane beslettirir. Ve bütün o hediyelerden, o nimetlerden istifade etmemiz için bize de yüzlerle ve binlerle iştihalar, ihtiyaçlar, duygular, hissiyatlar, hisler vermiş...Evet, bize öyle bir mide vermiş ki, hadsiz taamlardan lezzet alır. Ve öyle bir hayat ihsan etmiş ki, duyguları ile bir sofra-i nimet gibi koca cismâni âlemde hadsiz nimetlerinden istifade eder. Ve öyle bir insaniyet bize lutfetmiş ki, akıl ve kalb gibi çok âletleri ile hem maddi hem mânevi âlemin nihâyetsiz hediyelerinden zevk alır. Ve öyle bir İslâmiyet bize bildirmiş ki; âlem-i gayb ve âlem-i şehâdetin nihâyetsiz hazinelerinden nur alır. Ve öyle bir iman hidayet etmiş ki, dünyâ ve âhiret âlemlerinin hasra gelmez envarından ve hediyelerinden tenevvür edip müstefid eder. Güyâ Rahmet tarafından bu kâinat hadsiz antika ve acib ve kıymetli şeylerle tezyin edilmiş bir saraydır. Ve bütün o saraydaki hadsiz sandıkları ve menzilleri açacak olan anahtarlar insanın ellerine verilmiş ve bütün onlardan istifade ettirecek olan ihtiyaçlar, hissiyatlar insanın fıtratına verilmiş.İşte böyle dünyayı ve âhireti ve her şeyi kaplamış bir rahmet, elbette o rahmet, Vahidiyyet içinde bir Ehadiyyetin cilvesidir.Yani nasıl ki güneşin ziyası, mukabilindeki umum eşyayı ihâta etmesi ile Vahidiyyete bir misâl olduğu gibi, parlak ve şeffaf her bir şey dahi kabiliyetine göre güneşin hem ziyasını, hem hararetini hem ziyasındaki yedi rengini, hem aks-i misâlini almakla Ehadiyete bir misâl olduğundan elbette o ihâtalı ziyayı gören adam, arzın güneşi vâhiddir, bir tektir diye hükmeder. Ve her parlak şeyde hatta katrelerde güneşin ışıklı, harâretli aksini müşâhede eden o adam, güneşin ehadiyyetini, yâni; bizzat güneşi sıfatları ile "her şeyin yanındadır ve her şeyin âyine-i kalbindedir" diyebilir.Aynen öyle de: Rahmân-ı Zülcemâlin geniş rahmeti dahi ziya gibi umum eşyayı ihatası o Rahmânın Vahidiyetini ve hiç bir cihette şeriki bulunmadığını gösterdiği gibi, her şeyde hususan her bir zihayatta ve bilhassa insanda o cemiyetli Rahmetin perdesi altında o Rahmânın ekser isimlerinin ışıkları ve birnevi cilve-i zâtiyyesi bulunarak, her ferdde bütün kâinata baktıracak ve münâsebettarlık verecek bir cem'iyyet-i hayatiye vermesi dahi, O Rahmânın ehadiyyetini ve herşeyin yanında hâzır ve herşeyin her şeyini yapan (O) olduğunu isbat eder.Evet nasıl ki, O Rahmân, o rahmetin vahidiyyetiyle ve ihatası ile kâinatın mecmuunda ve zeminin yüzünde celâlinin haşmetini gösteriyor. Öyle de ehadiyyetin cilvesi ile her bir zihayatta, hususan insanda bütün nimetlerin nümunelerini o ferdde toplayıp o zihayatın âlât ve cihâzâtına geçirip tanzim ederek mecmu-u kâinatı (parçalanmadan) o tek ferde bir cihette aynı hanesi gibi verdirmesi ile dahi cemâlinin hususi şefkatini ilân eder ve insanda enva-ı ihsanatının temerküzünü bildirir.Hem nasıl ki, bir kavunun (meselâ) her bir çekirdeğinde o kavun temerküz ediyor. Ve o çekirdeği yapan zat, elbette odur ki, o kavunu yapar. Sonra ilminin hususi mizanı ile ve hikmetinin ona mahsus kanunu ile o çekirdeği ondan sağar, toplar, tecessüm ettirir ve o tek kavunun tek ve vâhid ustasından başka hiç bir şey o çekirdeği yapamaz. Ve yapması muhaldir. Aynen öyle de: Rahmaniyyetin tecellisi ile kâinat bir ağaç, bir bostan; ve zemin bir meyve, bir kavun; ve zihayat ve insan bir çekirdek hükmünde olduğundan elbette en küçük bir zihayatın Hâlikı ve Rabbi bütün zeminin ve kâinatın Hâlikı olmak lâzım gelir.Elhâsıl: Nasıl ki, ihâtalı olan Fettahiyet hakikatı ile bütün mevcudatın muntazam suretlerini basit maddeden yapmak ve açmak, vahdeti bedahetle isbat eder. Öyle de, her şeyi ihata eden Rahmaniyyet hakikatı dahi vücuda gelen ve dünya hayatına giren bütün zihayatları ve bilhassa yeni gelenleri kemâl-i intizamla beslemesi ve levazımatını yetiştirmesi ve hiç birini unutmaması ve aynı rahmet her yerde, her anda ve her ferde yetişmesi ile bedahetle hem vahdeti, hem vahdet içinde ehadiyyeti gösterir. Ş.) RAHME (C.: Ruham) Kartal. * Rahmet, muhabbet. RAHMET Merhamet, acımak, şefkat etmek, ihsan etmek, esirgemek. * Mc: Yağmur.(...Sâni-i Âlem'in her şeyi içine almış ve her şeyi istilâ ve istiab etmiş bir rahmet -i vâsiası vardır. Vâlidelerin, hattâ bir cihette nebatatın evlâdına olan şefkatleri ve küçük, zayıf yavrularının sühulet-i rızkları, o rahmet deryasından bir katredir. M.N.) RAHMETEN-Lİ-L-ÂLEMİN Bütün âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm. RAHMET-İ BÎPAYAN Sonsuz rahmet. RAHMETULLÂHİ-ALEYH Allah'ın (C.C.) rahmeti onun üzerine olsun meâlinde vefat etmiş müslümanlar için söylenen duâ. RAHMİ Rahmete mensub, rahmetle alâkalı, rahmete müteallik. RAHMUT Mübalağa ile esirgemeklik. RAHNAME f. Yol ve yön gösteren kâğıt. Harita. RAHNE f. Gedik, yarık. Gemilerin bordalarında veya su kesimlerinin altında mermi isabetiyle veya herhangi bir te'sirle açılan delikler, yarıklar. * Yara. * Bozukluk. Zarar. RAHNEDÂR f. Eksiği, bozuğu olan. * Zarara uğramış. * Yıkığı olan. RAH-NÜMA f. Yol gösteren, kılavuz. (Bak: Rehnüma) RAHREV f. Yolcu. RAHS Yıkamak. * Yumuşak. RAHŞ Gösterişli, güzel at. * Rüstem adlı bir pehlivanın atı. RAHŞA (Rahşân) f. Parlak. RAHŞENDE f. Parıldıyan, parıldayıcı. RAHŞİŞ f. Parlayış. RAHT (C.: Ruhut) Binek atlarına vurulan eyer, takım. * Pencere ve kapıların menteşe takımı. * Yol levazımı. * Döşeme ve ev takımı. RAHT-I ARUS Gelin eşyası. RAHT-I HÜMAYUN Padişahın mücevherli eyer takımı. RAHTLAMAK Ata raht ve takım takmak. RAHUM Doğurduktan sonra rahminde hastalık meydana gelen deve. RAHV Gevşek, sölpük, rahâvetli. RAH-VAR f. Sarsmadan yürüyen at, rahvan at. * Atın sarsmadan yürüyüşü. RAHVE (Bak: Rihve) RAHYAN Kaburganın omuz kemiği ile bitişmesi. RAHYE Düz meydan. RAHZ Yıkamak. RAHZEN f. Yol vuran. Yol kesen. Eşkiyâ, haydut. RAHZENÎ f. Haydutluk, eşkiyâlık. Yol kesicilik. RAİ Çoban. * Gözetleyici ve koruyan kimse. * Vâli. * Güvercin kuşundan bir kısım. RAİ (Rü'yet. den) Görücü, gören. * Gr: R harfiyle alâkalı. R harfine mensub. RA-İ MÜHMELE Noktalı ze'den ayırmak için "rı" harfine verilen bir ad. RAİB Göz bağlayıcı, büyücü. * Doldurucu. RAİB Korkmuş. * Semizliğinden yağı damlar olan. * Dolu. RAİC Revaçta olan, sürümü olan. Rağbet bulan. RAİC-İ MAL Malın değeri. RAİC-İ VAKT Bir şeyin şimdiki değeri. RAİD Konaklanacak yeri görmek için önceden gönderilen kimse. * El değirmeni. RAİD Gürleyen, gürüldeyen. RAİDE (C.: Revâid) Gürleyen bulut. * Sözü çok olan kişi. RAİF Önde giden at. ("pişnek" derler) * Burun ucu. * Dağ burnu. RAİF Merhametli, re'fetli. RAİK(A) Hâlis, sâfi, sâde, katışıksız. RAİN Muhkem, sağlam yapılı, berk yer. RAİŞ Huk: Rüşvet veren kimse ile rüşvet alan arasında vasıtalık eden kimse. RAİYANE f. Çobanca. Çobanlığa ait. RAİYYE (C.: Raâyâ) Saklı, mahfuz. RAİYYET Bir hükümdar idaresinde olanlar, birinin idaresine bağlı olanlar. Devletin idâresindeki umum insanlar. * Sürü. Otlatılan hayvan sürüsü. RAİYYET-PERVER f. Halka iyi bakan, iyi idare eden. İnsanların ihtiyacını te'min eden, onların iyiliğini seven ve onlar için iyilik isteyen. RAİZ (Râyiz) Öfkeli, kızgın. RAK Erkek yengeç. RAK' Eğilmek. RAK' Kaftana yama vurmak. Elbiseyi yamamak. RAKAAT Hamâkat, ahmaklık. RAKABAT (Rakabe. C.) Boyunlar. Ense kökleri. * Köleler, câriyeler. Kullar. RAKABE Ense kökü, boyun. * Kul, köle, câriye. RAKADAN Oynayıp sıçrama. RAKAHA Ticaret. * Kesb, kazanma. RAKAK Üstü yumuşak, altı sert olan düz yer. RAKAM Yazı ile işaret, sayıları gösteren işaret. * Yazı yazmak. RAKAM Bütün satıcı, bütün satan. RAKAMÎ Rakam ve sayıya ait. Rakamla alâkalı. RAKAMKEŞ f. Rakam atan. Yazan çizen. RAKAMZEDE f. Yazılan, söylenen. Yazılmış. RAKAMZEN f. Yazıcı, yazan. Kayıt ve işâret eden. RAKAN (Rakun) Za'feran çiçeği. * Kına. RAKB Muntezir olmak, beklemek. RAKD Uyumak üzere bulunma. Uykuya dalar gibi olma. RAKDE Uyku. Berzah. RAKIB Gözeten, bekleyen. RAKIDE Mertek adı verilen uzun ince ağaç. RAKIM Belâ, musibet. Zahmet. Dâhiye. RAKIM Bir yerin deniz seviyesinden yükseklik derecesi. Kod. * Rakam yazan. Çizen. Tahrir eden, yazan. RAKİ' Rüku' eden. Huzur-u İlâhîde eğilen. RAKİ' Ahmak kimse. * Gökyüzü. RAKİAN Rüku' ederek, huzur-u İlâhîde eğilerek. Rüku' etmek suretiyle. RAKİANE f. Rüku' eder gibi. Eğilerek. RAKİB Binen. Binici. * Herhangi bir nakil vasıtasına binmiş olan. RAKİB (Rekabet. den) Daima görüp kontrol eden, gözeten. * Bekçi. * Herhangi bir işte birbirinden üstün olmaya çalışanlardan her biri. Rekabet edenlerin beheri. * Esma-i Hüsna'dandır. RAKİBAN (Rakib. C.) f. Rakibler. Birbirleriyle yarışanlar. * Bekçiler. RAKİBEN Binmiş olarak, binerek. RAKİD(E) Hareketsiz, durgun. RAKİK Ü NİZÂR İnce ve zayıf. RAKİK(A) (Rikkat. den) Yufka yürekli, ince merhamet ve şefkat sahibi olan. * Köle, câriye. RAKİK-ÜL KALB Yufka kalbli, çok merhametli, ince duygulu. RAKİM Yazılmış nesne. Yazı yazılacak levha. * Ashab-ı Kehf'in mağarasının bulunduğu dağ; veya bazılarınca mağaranın bulunduğu dere; veya Ashab-ı Kehf'in başka bir ismi. * Ashab-ı Kehf'in isim ve kıssalarının yazılı bulunduğu kitabe. RAKİME Yazılmış kâğıt. Mektub. RAKİS Yol gösteren, kılavuz. * Harman yerinde harmanı döğerken öküzün dönmesi. RAKK Kitap, sahife. * Kâğıt yerine kullanılan ince deri parçası. * Tomar. * Yama. RAKKA Dere yanında olup sel geldiğinde üzerine yayılan arazi. * Bir yerin adı. RAKKAS Oynayan, dans eden, köçek. RAKKASÂNE f. Oynar şekilde. Raksederek. RAKKASE Oynayıp dans eden kadın. RAKLE (C.: Rikal) At sürüsü. * Uzun hurma ağacı. RAKM Yazmak. * Mühür yapmak. RAKME Derenin kenarı. * Bahçe. RAKMİYYAT Medine yakınında bir yere nisbet edilen oklar. RAKRAK Şuleli ve ziyâlı, parlak, nurlu. RAKRAKA Nâzik ve derisi yumuşak olan kadın. RAKRAKA Su dökmek. * Su gelip gitmek. * Parlamak. * Suyun akması. RAKRAKAN Serap. RAKS Sıçrayarak oynamak, dansetmek. RAKSÂN Rakseden, dans eden, oynayan. RAKS-I MÜKERRER Tekrar tekrar yapılan raks. Döne döne oynama. RAKSKÜNÂN f. Raksederek, raksede ede, oynı(Zeker), oynıya oynıya. RAKŞ Nakşetme, süsleme. RAKŞA' (C.: Rukaşâ) Alaca yılan. * Süslü kadın. RAKUD (C.: Revâkıd) Derinliği fazla olan küp. RAKY Yükselmek, terakki etmek. RAL (C.: Rilâl-Ri'lân-Er'ül- Reele) Deve kuşunun yavrusu. RA'L Koyunun kulağından kesilen parça. RA'LA' (C.: Rual) Akılsız kadın. * Kulağının ucu kesilip ilişik duran dişi koyun. RA'LE (C.: Riâl-Erâl-Erâil) At sürüsü. * Hurma ağacının uzunu. RAM f. İtaat eden, boyun eğen, itaatli, münkad. RAMAD Kül, ateş külü. RAMAK Nefes alacak kadar kalan hava, az bir hayat eseri. * Çok az şey. RAMAS Göz çapağı. RAMAZ Güneşin sıcaklığı şiddetle ve yakarak gelmek, şiddetli olmak, yakmak. * Kesinleştirmek. RAMAZAN Mübarek ayların en mühimmi ve mübarek üç ayların sonuncusu. Kur'an-ı Kerim'in nâzil olmağa başladığı oruç ayı. Arabî ve Kamerî olan takvime göre 9. ay. Oruç tutanın günahlarını yaktığı, mahveylediği için bu isim verildiği rivayet edilir.(Ramazan-ı Şerif'te mü'minler, derecatına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, mânevi sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letâifin o mübârek ayda oruç vasıtasiyle çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen onlar masumâne gülüyorlar. M.)(İşte Ramazan-ı Şerif, âdeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevi hasılat için gâyet münbit bir zemindir. Ve neşv ü nema-i a'mâl için, bahardaki mah-i nisandır. Saltanat-ı Rububiyet-i İlâhiyeye karşı ubudiyet-i beşeriyenin resm-i geçit yapmasına en parlak, kudsi bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan yemek, içmek gibi nefsin gafletle hayvani hâcatına ve mâlâyani ve hevâperestane müştehiyata girmemek için oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevi hâcâtını muvakkaten bırakmakla uhrevi bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek, savmı ile Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir. Evet, Ramazan-ı Şerif; bu fani dünyada, fani ömür içinde ve kısa bir hayatta bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bakiyeyi tazammun eder, kazandırır.Evet bir tek Ramazan, seksen sene bir ömür semeratını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise nass-ı Kur'ân ile bin aydan daha hayırlı olduğu, bu sırra bir hüccet-i katıadır. M.) RAMAZANİYE Ramazana ait. Ramazan hakkında. * Ramazan ayına dair medhiye veya kaside. RAMETMEK Boyun eğdirmek, itaate getirmek. RAMİ (Remy. den) Ok, mermi v.b. şeyler atan atıcı. RAMİ f. Çok itaatkâr olan. RAMİH Süngü batıran, mızrak saplayan. RAMİK Miskle karıştırılan siyah bir madde. RAMİLE Yelmek. * Şam vilâyetine bağlı bir yerin adı. RAMİS Toprağı her yöne sürüp savuran rüzgâr. RAMİŞE İyilik, gökçelik, hasene. RAMİŞGER f. Çalgıcı. Saz çalan. RAMK Nazar etmek, bakmak. RAMPA Fr. İki geminin birbirine veya bir geminin iskeleye yanaşıp bitişmesi. * Şose veya demiryolundaki yokuş. * Trenin eşya almağa mahsus yanaştığı set. RAMPACI Eski deniz muharebelerinde yakından dövüşerek zabtedilmek istenilen bir düşman gemisine hücumla borda bordaya gelindiği sırada düşman gemisindeki askerlerin vuku bulacak hücumunu menetmek için güverteye yayılan silâhendazlar. RAMT Ayıplama. RAMUZ Deniz. RAN f. Bacağın uyluk kısmı. Uyluk. * Kelimenin sonuna getirilerek. " Süren, sürücü" mânasını ifade eden birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hükümrân $ : Hüküm süren. RAN (Reyn. den fiil) Kalb katılaşması, lekelenmek. Kalbin kasavetlenmesi. * Pas, kir. (Bak: Reyn) RA'N (C.: Ruun-Riân) Ahmaklık. * Sarp dağ. * Önüne sivrilmiş dağ burnu. RA'NA İyi, güzel, hoş, lâtif. Pür ve revnak olan. RANEC Hindistan cevizi. RANİN f. Pantolon. şalvar. Don. RAPOR Fr. Bir tedkik neticesini bildiren yazı. RAPÖRTAJ (Bak: Röportaj) RA'RA' (C. Raâri') Kötü, alçak kimse. * Yaramaz gönüllü. * Çok uzun boylu adam. * Güzel itidalde olan kimse. RA'RAA Suyun şiddetle akması. * Depretmek. (Çocuk) büyümek. * Bitirmek. RA'S Yorulduğunda yab yab yürümek. * Birşeyi silmek. RA'S Boyanmış renkli yün. * Süt vermek. * Süt içmek. RAS' Yapışmak. RA'SA' Kulakları küpe gibi uzunca sarkık olan yahut ucunu kesmekten ilişik kalıp sallanıp duran kulakları asılı olan dişi koyun. RASAA (C.: Rusâ) Bal arısının yavrusu. RASAD Gözetlemek, beklemek, pusuda olmak. RASADGÂH f. Bekleme yeri, gözetleme yeri. Gözlemevi. RASADHÂNE f. Havanın değişen şekillerini, sıcaklık ve soğukluğu tesbit etmek için veya yıldızların hareketlerini tesbit ve takib maksadiyle çalışılan yer. RASAF Kaldırım. Kaldırım taşları. RASAFE (C.: Risâf) Ok üstüne sarılan kiriş. RASAFET Dayanıklılık, sağlamlık. RA'SAN Yorgunluktan dolayı yab yab yürümek. RASANET Sağlamlık, dayanıklık. * Sabit, muhkem, metin. RASAS Kurşun, kalay, lehim. RASAS-I MÜZAB Eritilmiş kalay. RASASÎ Kalaycı. * Kurşun renginde olan. RASD (RUSUD) Yol gözlemek. RA'SE (C.: Riâs) Kulağa takılan küpe. RASF Oka kiriş sarmak. * Birbirine zammetmek. * Kaldırım döşemek. RASĞ Bilek, elbileği. RASID (C.: Râsıdân) (Rasad. dan) Gözleyen, gözeten, rasad eden. Dikkatle bakan. RASIDÂN (Râsıd. C.) Dikkatle bakıp gözliyenler, rasad edenler. RASİ' Hırs ve tama eden. RASÎ Kımıldamıyan, sâbit. * Lenger atmış olan gemi. Demirlemiş gemi. RASİA (C.: Rasâyi) Halka. RASİB (RÂSİBE) Tortulaşan, dibe çöken. RASİD Muntazır, bekleyen kimse. * Avını bekleyen ve yaklaştığında hemen üzerine sıçrayan canavar. RASİF Dayanıklı, sağlam, muhkem. * Taş temel, rıhtım. * Denizin yüzüne çıkmış kayalar. RASİFE Su içinde yapılan sed. Rıhtım. RASİH(A) (C.: Râsihîn-Râsihûn) (Rüsuh. dan) Temeli kuvvetli, sağlam. * Bilgisi, bilhassa dinî bilgileri çok geniş olan. * İyice oturmuş, dem ve damarlarına yerleşmiş, temeli sağlam ve kuvvetli olan. RASİHÂNE f. Sağlamca, sağlam delil ve bürhana dayanmak suretiyle. RASİHUN (Rasihîn) (Râsih. C.) Âlimler, din bilgisi çok sağlam ve derin olan büyük zatlar. * Temeli kuvvetli ve sağlam olanlar. RASİM Resim yapan, çizgi çizen. * Akar su. RASİME Âdet. Eskiden kalma âdet. RASİN Andız otu. RASİN Sağlam, dayanıklı. * Sabit hüküm. RASİYE (C.: Revâsi) Büyük dağ. RASN İkmal etmek, tamam etmek, muhkem kılmak. RASRAS Sağlam ve sert yer. RASRASA Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. RASS Binayı sağlamlaştırmak. * Birbirine darlık getirmek. * Bazısını bazısına ulaştırmak. RASSAD (Rasad. dan) Rasad eden. Dikkatle gözleyen. RASSAS Kalaycı. RAST U ÇEP f. Sağ sol, sağdan soldan. RASTAN (Râst. C.) Doğru olanlar. Haklı kimseler. RASTBÎN f. Herşeyin hak ve doğrusunu görüp farkeden. RASTGÛ (C.: Râstguyân) f. Doğru konuşan, hak konuşan. RASTÎ f. Doğruluk, gerçeklik. RASTKÂR f. Doğru adam. RASYONALİZM Fr. Fls: Akliyecilik. Her şeyin yalnız akıl ile bilinebileceğini iddia eden bir felsefi görüş. (Bak: Felsefe)(Nazar-ı nübüvvet ve tevhid ve iman; vahdete, âhirete, uluhiyyete baktığı için hakaiki ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı ehl-i usul-id din ve ülemâ-i İlm-i Kelâm'ın makasıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir.İşte onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mâhiyetinde ve ince ahvâllerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat hakiki hikmet olan ulûm-u âliye-i İlâhiye ve uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü'minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkikîn-i İslâmiyeyi hükemâlara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, veraset-i nübüvvet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler. Hem her bir şey, iki nazar ile bakıldığı vakit iki muhtelif hakikatı gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiç bir hakikat-ı kat'iyyesi Kur'anın hakaik-ı kudsiyyesine ilişemez. Fennin kısa eli onun münezzeh ve muallâ dâmenine erişemez. Nümune olarak bir misâl zikrederiz.Meselâ : Küre-i arz, ehl-i hikmet nazarı ile bakılsa, hakikatı şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahluk. Fakat ehl-i Kur'ân nazarı ile bakıldığı vakit hakikatı şöyledir ki; semere-i âlem olan insân, en câmi, en bedi' ve en âciz, en aziz, en zayıf, en lâtif bir mu'cize-i kudret olduğundan beşik ve meskeni olan zemin semaya nisbeten maddeten küçüklüğü ile ve hakareti ile beraber, manen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi; bütün mu'cizat-ı sanatının meşheri, sergisi, bütün tecelliyat-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi; nihayetsiz faaliyet Rabbaniyenin mahşeri, ma'kesi; hadsiz hallakıyet-i İlâhiyenin, hususan, nebatat ve hayvânâtın, kesretli enva-ı sagiresinden cevadane icadın medarı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür'atle işleyen tezgâhı ve menazır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgâhı ve besatin-i daimenin tohumcuklarına sür'atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.İşte arzın bu azamet-i maneviyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyesindendir ki, Kur'an-ı Hakim semâvata nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semavata karşı küçücük kalbi büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semavatı bir kefede koyuyor, mükerreren $ diyor. İşte sair mesaili buna kıyas et. Ve anla ki, felsefenin ruhsuz, sönük hakikatları Kur'anın parlak, ruhlu hakikatları ile müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için ayrı ayrı görünür. S.)(...Acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi "aklımız bize yeter" deyip sana ittiba'dan istinkâf mı ederler? Halbuki akıl ise, sana ittibaı emreder. Çünkü bütün dediğin mâkuldür. Fakat akıl kendi başı ile ona yetişemez...Yahut inkârlarına sebeb, tâgi zâlimler gibi hakka serfüru etmemeleri midir? Halbuki mütecebbir zâlimlerin rüesaları olan fir'avunların, nemrudların âkibetleri mâlumdur... S.) (Bak: İsbatiyecilik) RASYONEL Fr. Fls: Akla uygun, hesaplı, ölçülü, biçili. RA'ŞAN Titreme, titreyiş. RA'ŞE(T) Titreme, titreyiş. * Korkmak, havf ve dehşete giriftar olmak. RA'ŞEAVER (Ra'şe-âver) f. Titretici. RA'ŞEDAR f. Titreyen, ürken. RA'ŞE-İ DEST El titremesi. RA'ŞEVER f. Titretici. RAŞİ Rüşvet veren. RAŞİD(E) (Rüşd. den) Hak dinini kabul eden, doğruya giden, rüşde erişmiş olan. * Akıllı. RAŞİDÎN Hakka erişmiş olanlar. Kâmil ve çok ileri olgun kimseler. Akıllılar. RAŞİH Yürüyebilen geyik yavrusu. RAŞİN Adı tufeylî olan ve davetsiz olarak ziyafetlere giden kimse. RAT' (Bak: Ret')RATA' : Hamakat, ahmaklık. RATABET (Ratb. dan) Rutubet, nem, yaş. RATANET Arapçanın hâricindeki bir dille konuşma. RATB Rutubet, nemlilik yaşlık. * Rutubetli, yaş. * Yaş hurma. * Mülâyim, yumuşak. RATBE (C: Ritâb) Genç ve güzel sevgili. * Yonca otu. RATB-ÜL LİSÂN Yumuşak sözlü. Mülâyim lisanlı. RATH Yoğurmak. * Yumuşak etmek, yumuşatmak. RATIB Islak, nemli, çok yaş, rütübetli. Tâze. RATIK Bitişik etmek, bitiştirmek, beraber etmek, karıştırmak. * Yırtık bir şeyin parçalarını bitiştirmek. RATIK Bir şeyin yarığını bitiştiren, yırtığını kavuşturup birleştiren. RATİB Tertib edip sıraya koyan. RATİBE (C.: Revâtib) Maaş. Vazife. RATİBEHÂR f. Vazifeli. Görevli. RATİC Çam sakızı. RATİN Reçine. Çam sakızı. RATİT Avaz, ses. * Ahmak, akılsız kişi. RATİYAN (Râtiyâne) f. Çam sakızı, reçine. RATK Ulaşmak, yetişmek. RATL (Ratıl) Eskiden kullanılan sıvı ölçüsü olup bâzı yerlerde yüzotuz dirhem sayılmıştır. Bâzen oniki kıyyedir. Kıyye kırk dirhemdir. RATRAT Bir nevi pelte. * Deve su içtiğinde havuz içinde artıp kalan su. RATS El ayasıyla vurmak. RAUF Çok acıyan, esirgeyen, merhamet sâhibi. * Esmâ-i İlâhiyedendir. RAUFE Kuyuyu temizleyen kişinin üzerine oturması için kuyunun dibine konan taş. * Davarlarını sulayan veya su içen kimselerin oturması için kuyunun kenarına konan taş. RAUK Süt süzeği. RAUM Burnundan sümükleri akan zayıf hasta koyun. RAUS İhtiyarlıktan dolayı başını titreten kişi. RAV' Ürkmek, korku, halecan. Hareket-i nefsaniye. Havf. RAVH Rahatlık. Rahmet ve kolaylık. * Serin serin esen rüzgârın vücuda dokunmasiyle verdiği serinlik ve sefa. * Koklamak. RAVHULLAH Allah'ın verdiği rahatlık. RAVİ Rivayet eden. İnsanlara haberleri nakleden. * Hadis nakleden. * Söyleyen, anlatan. RAVİ-İ HADİS Hadis rivayet eden. RAVİ-İ KISSA Bir hâdiseyi hikâye eden. Hikâye anlatan. RAVİYAN (Râvi. C.) Rivayet edenler. Hikâye anlatanlar. RAVİYE Su taşıyan hayvan. RAVUK Süzek, süzgeç. RAVVAH Rahat ettirmek. (Bak: Ravh)RAVZ : Bahçeler. Ağaçlık ve çimenlik yerler. RAVZA Sulu yer, bahçe, bostan, çimenlik yer. RAVZA-İ CİNÂN Cennet bahçeleri. Cennetlere giden yol. RAVZA-İ MUTAHHARA Fahr-i Kâinat Aleyhi Efdal-üs-Salavat ve Efdal-üt-tahiyyât Efendimizin Kabr-i Şerifiyle Minberin arasındaki saha. RAVZA-İ RIDVÂN Cennet. RAVZAT (Ravza. C.) Bahçeler. Çimenlik ve ağaçlık yerler. RAY Re'y, fikir, Hüküm ve itikad. (Bak: Re'y) RA'Y Teslim olma. * Otlatma, gütme. Otlama. RAY'AN Her nesnenin evveli. RAYAT (Râyet. C.) Bayraklar. RAYB şek, şüphe, reyb. RAYB-EL MENUN Zamanın hâdiseleri. * Ölüm. * Iztırab veren hâdiseler. RAYET Bayrak, alem, livâ, sancak. * Gerdanlık. RAYGAN f. Parasız, bedâva. * Pek fazla, pek çok. RAYİ' Acib nesne. * Cömert kişi. RAYİC (Bak: Râic) RAYİHA Koku, hoş koku. RAYİHADAR f. Kokulu. Hoş kokulu. RAYİHANİSAR f. Koku saçan. RAYİK Acib ve hâlis nesne. RAYİŞ (Bak: Raiş) RAYİZ Seyis. RAZ f. Gizli sır, saklı şey. * Mimar. * Marangozların işini tanzim eden. RAZ PUŞ f. Sır saklayan, sır gizleyen. RAZAN f. Gizli sırlar, gizlilikler. RAZ-AŞNA f. Bir sırrı bilen. RAZ-DAN f. Sırrı bilen, sırra ortak olan dost. RAZI Hoşnud, rıza gösteren, kabul eden. * Boyun eğen, itaat eden. RAZ-I NİHAN Gizli tutulan sır. RAZIA Emzikli, çocuklu kadın. RAZIK Rızık veren; yiyecek, içecek, giyecek gibi canlı mahlukata lüzümu bulunan her çeşit ihtiyacını te'min edip veren. (Allah) RAZIK-I HAKİKİ Hakiki rızık veren. Hiç bir vasıtaya ihtiyacı olmadan en güzel nimetleri yaratan ve bütün rızıkları ancak kendisi veren Allah (C.C.) RAZİYANE (Rezene) Dere otu nev'inden bir nebat adı. RAZİZ Dökülmüş ve parçalanmış. RAZRAZ İri vücutlu kimse. * Dökülmüş ve ufanmış taş. RAZZ Kesmez âlet. RAZZE (Razz. dan) Ezen, ezici. REALİST Fr. Fls: Hakikatçı. Nefs-ül emre uygun düşünen. Realizm taraftarı. REALİTE Fr. Gerçekten olan şey. Olduğunun tıpkısı. Gözümüzle gördüğümüz gibi. (Bak: Rasyonalizm) REALİZM Umumi fikirleri birer hakikat sayan felsefi görüş. Hadiseleri olduğu gibi anlatma ve gösterme gayesi güden san'at çığırı, fikri. REAYA (Raiyet. C.) Bir kimsenin emri altında bulunanlar. * Bir hükümdar idaresi altında bulunan halk. * Hristiyan tebaa. * Bütün halk. RE'B Mantar. * Toplamak, cem'etmek. * Islah etmek, düzeltmek. REB' Ev, arazi. Barınılan, iskân olunan yer. REBA' Uzunluk. REBABE (C.: Ribâb) Bazısı bazısına binmiş olan beyaz bulut. REBACE Bönlük, ahmaklık, biladet. REBAH Faide, menfaat. * Kediye benzer bir canavarın adı. REBAİYE (C.: Rebâıyyât) Seniyye ile nâb arasında olan dört diş. REBAZ Şehrin yarısı ve etrafı. * Her nesnenin eğlenecek ve duracak yeri. * Koyun ağılı. * "Göden bağırsak" denilen büyük bağırsak. REBAZE Zeki ve anlayışlı kimse. Zarif kimse. REBBİ İlmiyle amel eden kişi. REBEB Tatlı ve çok su. REBELE (Buğday) Çok olmak. RE'BELE Cür'et, ikdam. REBEZ Ayağı hafif. Hızlı yürüyüşlü. REBEZE (C.: Rebez-Rebezât) Devenin boyun yünü. REBİ' Yaz günü. * Küçük nehir. REBİB (C.: Rebâib) Üvey oğul. * Evde beslenen koyun. (Müe: Rebibe) REBİBE Üvey kız. * Dadı. REBİE (C.: Rabâyâ) Gözcülük eden kişi. REBİH Organları sülpük ve sarkık olan iri insan. REBİÎ Bahara ait, baharla ilgili. REBİ-İ EVVEL İlkbahar. Çiçeklerin açıp otların bittiği mevsim. (Bak: Rebi-ül Evvel) REBİ-İ SÂNİ Sonbahar. REBİKA İp ile bağlanan davar. REBİKE Hurmayı yağla ve keş ile karıştırıp hamur ederek yapılan bir yemek. * Öğünmüş keşi, un ve yağ ile karıştırıp yapılan yemek. * Bulamaç aşı. REBİL (C.: Rubul) Yoğun, semiz, besili. * Yer kuruyunca biten bir ot. * Uyluğun iç yanı. RE'BİL Câriye, kadın esir. REBİLE Semizlik, besililik. REBİS Bahadır, kahraman. * Meşakkat. REBİ-ÜL AHİR (Rebi-i Sâni) Kamerî ayların dördüncüsü. REBİ-ÜL EVVEL Arabî ayların üçüncüsü. REBİZ Semiz ve kuyruğu büyük olan koç. REBİZ Koyun sürüsü. REBK Karıştırmak. REBRAK Tilki üzümü. REBREB Yaban sığırı sürüsü. REBS El ile vurmak. REBS Hapsetmek. * Engel olmak, men'etmek. REBSA' Müenneslik özelliğindendir. * Katı nesne. REBT Şişmek. * Terbiye etmek. * Uyusun diye çocuğun yan taraflarına yab yab vurmak. REBUB Üvey oğul. * Üvey baba. REBUN Pey akçesi, pey olarak verilen para. REBUZ Büyük. REBVET (Rubve - Ribve - Rebâvet) Yüce, yüksek yer. REC' Geri döndürmek. * Döndürülmek. * Yağmur. * Menfaat, fayda. * Rücu' etmek veya ettirmek. RECA Kenar, yan. Taraf. RECA Emel, ümit, yalvarmak. * Cânib, taraf. * İstek, arzu, dilek. REC'A Geri gelme, dönüş. * Öldükten sonra tekrar diriliş. RECAC Her şeyin zayıfı. RECAH (C: Rucah) Oturak yeri etli ve büyük olan kimse. RECAİ Ricacı. Ricayla ilgili. Dua ve yalvarmağa, ümide dair. RECALE Yayan yürümek. RECAZE Mahfeden küçüktür ve deve arkasına vurup üzerine binerler. RECC Deprendirmek. Sarsılmak. Gidip gelmek. RECCA' Hörgücü büyük dişi deve. RECEB Azametli, heybetli. Ta'zim etmek. * Cennet'te bir nehir ismi. * Mübarek üç ayların birincisi ve Kamerî aylardan yedincisi. * Erkek ismi. RECEBAN Receb ile Şaban ayları. RECEFAN Şiddetle sarsılma, sallanma. * Şiddetle gürüldeme. Şiddetli ıztırab, büyük acı. RECEFE Zelzele. * Ortalığı sarsacak kışkırtmalar yapmağa ircaf denir. Yalan, yanlış haberlerle umumî efkârı şaşırtıcı neşriyatlara ise Eracif denmektedir. (Bak: Mürcif) RECEL Saçın ne sarkık ve ne de çok kıvırcık olması. * İstedikçe emsin diye davarı yavrusuyla beraber otlağa salmak. RECEN Hapsetmek. RECEZ Vezni altı defa müstef'ilün'den ibaret olan bir nevi şiir veya bahire denir. * Kaside tarzında yazılan manzume. (Bak: Kaside, Ercüze) RECF Şiddetle sarsmak veya sarsılmak. RECFE (C: Recefât) Zelzele, deprem. RECİ' Necis, pislik. Terslemek. RECİF Şiddetli ıztırab. RECİL Çok yürüyen. RECİM (Recm. den) Taşlanmış, taşa tutulmuş. * Lânetlenmiş, mel'un. RECİN Devecilerin ini. RECLA' Katı, sağlam, sert. * Bir ayağı beyaz olan dişi koyun. (Müz: Ercel) RECLAN (C.: Raclâ-Rıccâl) Yayan kimse. RECM Taşlamak, taşa tutmak, taş ile insan öldürmek. * Atılan taş. * Kabre taştan nişan dikmek. * Şeytan üzerine atılan nücum. * Tardetmek, kovmak, sövmek. Terketmek. * Zan ve kıyas etmek. (L.R.) RECMETMEK Taşlamak, taşlamak suretiyle öldürmek. * Mc: Aleyhte konuşmak. RECRACE Asker kalabalığı. * Ses çokluğu. RECRECE Sarsılma, titreme, sallanma. RECS (Recse) şiddetli gök gürültüsü. * şiddetli ses. RECSAN Gök gürlemesi sesi. RECÜL Yetişkin erkek. Bir işin ehli. Er kişi. Adam. RECÜLE Giyiniş ve hareketleriyle kendini erkeklere benzeten kadın. RECÜLET Erlik, erkeklik. RECÜLİYET Erkeklik, erkek olmak. * Cesâretlilik, erişkenlik. RED' Geri verme, reddetme. REDA' (Redaet) Süt emmek. REDA' Önleme, men'etme, yasaklama. REDAET Kötülük, fenalık, bayağılık. REDAH (C.: Rudüh) Dolu büyük çanak. * Etli ve şişman kadın. REDANE Tentelerin kenarlarında açılan ufak deliklerin yırtılmaması için o deliklere geçirilen mâdeni halka. REDD Geri döndürmek, kabul etmemek, çevirmek, def etmek. * Bir şeyin karşılığını icra etmek. * Sözü selâset ve talâkatla eda edemeyip harfleri geri çevirerek konuşmağa sebep olan dilin tutukluğuna denir. * Cerhetmek. * Kötü ve fena şey. REDDET Güzellikler arasında nazara çarpan çirkinlik. * Bir defa reddediş. REDD-İ CEVAB Suâlin cevabını vermek. REDD-İ HÂKİM Taraf tutan hâkimi kabul etmeyip reddetmek. REDD-İ KELÂM Söze itiraz etme, karşılık verme. REDD-İ SELÂM Selâm verenin selâmını almak. REDDİYE Bir mes'ele hakkında zıt karşılık. Cevap. Beğenilmeyen bir şeye cevap vermek. REDE Sıra. Bir duvardaki tuğla veya taş sırası. REDEN Hazz denilen kumaş. * Silâhların biribirine dokunmasından çıkan ses. * İplik eğirmek. REDİ (Rediye) Fenâ, kötü, bayağı. RED'-İ CEYB Mc: İçinden sıkıntıyı atma. REDİF Arkadan gelen, birisinin ardından giden. * Birbiri ardınca zuhur etmek. * Terhis olup ihtiyata geçen asker. * Edb: Beytin sonunda kafiyeden sonra tekrarlanan kelime. REDİG Yere vurulmuş. * Nâdan, ahmak. REDİM Eski, köhne kaftan. REDM (C.: Rüdum) Bir şeyin önüne sed yapma. * Bir şey dâimi olmak ve akmak. * Pencere, kapı ve delik gibi yerleri tıkama. Tamâmen kapama. * Zülkarneyn seddinin ismi. REDM-İ AZİM Zülkarneyn Seddi'nin ismi. REDS Taş atmak. REDYAN Davar yelmek. REE (Bak: Rie) REEL Fr. Gerçek, hakiki, sahici. REF' Kaldırma, yüceltme, yukarı kaldırma. * Lağvetme, hükümsüz bırakma. * Gr: Arapça bir kelimenin sonunu merfu' (ötreli) okumak. REFAGAT Bolluk içinde geçinme. REFAH(ET) Bolluk, rahatlık. REFAKAT Arkadaşlık, beraberlik. REFD Atâ etmek, hediye vermek. * Yardım etmek. * Büyük kadeh. RE'FE Esirgemek, korumak. Acımak. Şefkat etmek. REFENN Kuyruğu uzun olan at. REFES (Rüfâs) Kinayesi icab eden şeyi açık söylemek. * Kinâye olarak. * Cimâ, nikâh. * Fuhşiyyât. RE'FET Merhamet, acımak. * Yüce. RE'FETLÜ Eskiden kumandanlara, serdarlara mahsus resmi ünvan. RE'FETMEÂB f. Çok merhametli. REFEZ Bölük bölük olan cemaat. (C: Erfaz) Kap dibinde kalmış azıcık su. REFF Elbise koymak için duvara çıkıntı yapmak veya duvara tahta çakmak. Raf. REFH Yağlanmak. REFHAN (Refâh. dan) Varlık içinde yaşıyan. REFİ' Yüksek, bülend, âli, yüce. REF'-İ CİDAL Kavga ve çekişmeye son verme. REF'-İ İMTİYAZ İmtiyazın, sınıflamanın kalkması. Aynı hakka sahip herkese aynı muâmele yapılması. REFİF (Ateş) Parlamak. REFİG Bolluk ve rahat içinde geçinen adam. REFİH Rahatlık ve huzur içinde geçinen. Refah ve rahat ile yaşıyan. REFİK(A) Ortak, arkadaş, eş, yardımcı, yoldaş.(Ne mutlu o kocaya ki, kadınının diyanetine bakıp taklid eder, refikasını, hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur. Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyânetine bakıp, " Ebedi arkadaşımı kaybetmiyeyim" diye takvaya girer. Veyl o erkeğe ki: Saliha kadınını ebedî kaybettirecek olan sefahete girer. L.) REFİK-İ A'LÂ En iyi, en yüksek refik. Cenab-ı Hak (C.C.) REFİK-İ RÂH Yol arkadaşı. REFİL Kaftanını yukarı kaldırıp sallana sallana yürüyen. * Ahmak kimse. * Kuyruğu uzun at. REFİŞ Ağaç kürek. * Dövmek. REFİ'-ÜD DERECÂT Derece ve itibarı yüksek olan. REFİ'-ÜL KADR Şanı, kadri, değeri yüce olan. REFİZ (Rafz. dan) Atılmış, bırakılmış, terkedilmiş. Metruk. REFL Kaftanını uzun diktirip yürürken eteklerini çekip sallamak. REFORM Fr. Düzeltme, tanzim. Asıl şeklini verme. Islah etme. Avrupa'da başlayan dinde reform hareketini, İslâm dinine tatbik etmenin yeri yoktur. Çünkü İslâm dini, bütün zaman ve mekânların insanlarına her cihetle cevap verecek câmiiyette olduğundan ve ilmi esaslara dayanmış olarak asliyetini muhafaza ettiğinden, İslâm dininde reform olamaz. Ancak dinde yeni izah ve isbat şekli vardır. (Bak: Müceddid, Ehl-i bid'a) REFREF Kuşu çok olan çimenlik, kır. * Mânevi bir binek. * Dalları salkım salkım olan ağaç. * Kenar saçağı. * Yeşil elbise. * İnce yumuşak kumaş. * Döşek. * Cennet. REFREFE Kuşun kanatlarını oynatıp açması. REFS Ayakla vurmak. REFS Edeb hârici söz söyleme. * Kadınlara lâf atma. REFSE Tokuşmak. REFŞ Küçük kazma. * Çapa. * Büyük kulaklık. * Kulağı büyük olma. REFT Bir şeyi ufalı(Zeker) kırıntı hâline getirme. Bir şeyi ufalama. REFT f. Gitmek, yürümek. * "Gitti" mânasında fiildir. REFTAR f. Gidiş, salınarak yürüyüş. REFTE f. Gitmiş. REFTE REFTE f. Git gide, azar azar. REFTEN f. Gitmek. REFUŞE f. Lâtife, şaka. * Suç, günah. REFV Sabretmek. * Korkudan emin etmek. * Islah etmek, düzeltmek. REFZ Terketmek. REG f. Damar. REGABE Yumuşak arazi. REGAD Varlık, genişlik. REGAİB (Ragibe. C.) Çok istenilecek şeyler. Hediye, atiyye. Çok rağbet olunan şeyler. Bol bol ihsan etmek. REGAİB GECESİ Receb ayının ilk perşembe gününün akşamı (Cuma gecesi). REGAMİ Çekirge çokluğu. REG-İ CÂN Can damarı, şah damarı. REH f. Yol, kaide, tarz, usul. (Bak: Râh) REHA f. Kurtuluş, kurtulma. Halâs. * Urfa şehrinin eski ismi. (Bak: Rüha) REHA' Geçim bolluğu. * Genişlik, gevşeklik, pörsüklük, yumuşaklık. REHA' Geniş yer. REHABE (RİHÂBE) Göğüs üzerinde olan yumuşak kemik. REHABİN(E) (Ruhban. C.) Râhibler. Ruhbanlar. REHAFE İncelik. REHAFEŞAN f. Kurtarıcı. REHAH Yumuşak. * Geniş. REHAİN (Rehine. C.) Rehineler. Garanti olarak elde tutulanlar. REHAK Gaşyetmek, sarıp bürünmek. Bir adamın arkasından yaklaşıp çatmak. * Haramlara ve menhiyata dalıp, hep onunla uğraşmak. (E.T.) REHAKÂR (C.: Rehakâran) f. Kurtarıcı. REHAMET Sözün, sesin yavaş, ince ve tatlı olması. REHAN (RİHÂN) Bahadırlık, kahramanlık. * Denemek, tecrübe etmek. * At yarıştırmak, müsabaka. REHASET Tazelik, yumuşaklık, incelik. * Ucuzluk. * Bir işi gevşek tutma. REH-AVERDE f. Yolcunun getirdiği hediye. REHAVET Tembellik, gevşeklik, pörsüklük, ihmalkârlık. REHAVÎ f. Urfa'lı. REHAYAB f. Kurtulan. * Yolcu olan. REHAYAFTE f. Kurtulmuş. REHAYÎ f. Kurtulma, halâs, necat. REHB Korku. Havf. REHBANİYYET Râhiblik. Papazlık. REHBELE Yelmek. REHBER f. Yol gösteren, kılavuz. (Bak: Mürşid)(...Hem Rabb-ül-Âlemîn, meyve-i âlem olan insana âlemi içine alacak bir vüs'at-ı istidat verdiğinden ve bir ubudiyet-i külliyeye müheyya ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya mübtelâ olduğundan; bir rehber vasıtasiyle yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil; en âzami bir derecede, en eblâğ bir surette, Kur'an vasıtasiyle en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifa eden yine bilbedahe O Zâttır... S.) REHBERÎ Kılavuzluk, rehberlik. REHBET Fazla korku, yılmak, çekinmek. REHBETEN Korkup çekinerek, çekingenlikle. REHC Toz, gubar. * Fitne. REHD Bastırarak ezme. REHDEN (C.: Rahâdin) Serçeden büyük bir kuş. REHEB Korkmak, yılmak. Çekinmek. * Korku, havf. REHEBUT Çok korkmak. REHEC Toz. REHF Keskinleştirmek, bilemek. REH-GÜZER (Reh-güzâr) : f. Geçilen yol. Yol üstü. Geçit. REHHAS Kârgir bina yapan. REH-İ NAREFTE Gidilmemiş yol. REHİDE f. Sıkıntı ve dertten kaçmış olan. REHİN (Rehn-Rehine) Bir şeyin yerine teminat olarak tutulmuş olan şey, rehin edilmiş. * Mevkuf ve mahpus kılmak. REHK Aradan yetişip yaklaşma. * Yürüme. * şaşa kalma, taaccüb etme, hayrette kalma. * Kötü şeylere düşkünlük. REHKET Güçsüzlük, kuvvetsizlik, zayıflık. REHL Sülpük olmak. Kendini salıvermek. * Acı çekmek, muztarib olmak. * Çok uyumaktan yüzü şişip uyuşuk olmak. REHLET şişkinlik, şişme. REHMET Yağmur, rahmet. REHN Sâbit ve dâim olmak. *Devamlı oluş. * Hapsetmek. REHNEVERD f. Yola çıkan. Yolcu. REHNÜMA f. Yol gösteren. Kılavuz. REHNÜMUN Rehberler, yol göstericiler. REHNÜMUNÎ f. Kılavuzluk, rehberlik. REHPEYMA f. Yol ölçen. REHPEYMAYÎ f. Yolculuk. REHREHE Parlamak. REHREV f. Yolcu. Yola giden. REHS Kârgir bina yapmak. * Bir nesneyi çok sıkmak. REHS Bir şeyi ayakla çiğniyerek ezme. REHŞ Asmacık. REHT (C.: Erhüt-Erhât-Erâhit) Cemaat, kalabalık. * Kavim, kabile. * Ondan az olan adamlar. * Göbekle diz arası miktarı deri. (Hayızlı avretler giyerler) REHV(E) (C.: Rahâ) Yüksek mekân, yüksek yer. * Alçak, çukur yer, (içinde su toplanır) * Mahalle içinde, yağmur suyu ve çeşme suyu akan ark. * Üveyik kuşu. * Arası açılmış ve ayrılmış. REHVAC Kebabı iyi pişirmek. REHVECE Sür'atle gitmek. REHYAB f. Yolunu bulabilen, girebilen. REHYAT Acizlik. * Zayıflık, süstlük. * Bir dengi birinden ağır etmek. REHZ Hareket etmek. REHZEN f. Yol kesen, haydut, eşkiya. REİM (C.: Arâm) Beyaz geyik. REİS Baş, başkan. REİS-İ ÂLEM Âlemin reisi. Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. (Bak: Mefhar-ı Kâinat) REİS-İ KABİLE Kabile reisi. REİS-İ VÜKELÂ Vekillerin başı. Başvekil. Başbakan. REİS-ÜL KÜTTAB Eskiden Hâriciye Nâzırı, Dışişleri Bakanı. REJİM Fr. Bir devletin sevk ve idare usulü, yolu. * Tıb: Hastanın tedavisinde tatbik edilen gıdalandırma yolu. Perhiz. REKABET Kıskanmak. * Hıfzetmek. * Gözetmek. * Terakkub üzere olmak, başkalarından ileri geçmeğe çalışmak, benzerleriyle üstünlük yarışına çıkmak. * Kendi işini yürütmeğe çalışmak. REKAİK (Rakik. C.) İnce ve nâzik olan şeyler. REKAKET Kekeleme, dil tutukluğu. * Sözün kusurlu oluşu. Belagattan mahrum olmak. * Zayıf ve ince olmak, yufka olmak. * El ile cismin hacmi ve cüssesini anlamak için yoklamak. * Gevşeklik, zayıflık, dermansızlık. REKAM Birbiri üstüne kat kat yığılmış nesne. REKANET Vakarlılık, ağırbaşlılık. REK'AT (Rik'ât) Huzur-u İlâhîde beli eğip yüzü üzeri kapanmak. * Bir kıyam, bir rüku' ve iki secdeden ibaret olan namazın bir rüknü. REK'ATEYN İki rekât. REK'AT-I SÂNİYE İkinci rekât. REK'AT-I ULÂ Birinci rekât. REKB Atlılar alayı, süvari takımı. * Diz ile vurmak. Dizi vurmak. REKD Kımıldamamak, durgun olmak. REKEAT (Rek'at. C.) Rekâtlar. REKEB (C.: Erkâb) Kasığın kıl bittiği yeri. REKİK Dili tutuk, kusurlu, peltek. * Rey ve idraki zayıf olan. * Gayret ve namusu olmayan. * Zayıf, kuvvetsiz. REKİK-ÜL LİSÂN Dili tutuk. Peltek. Kekeme. REKİN Yüce, yüksek, âli. * Ağırbaşlı, ciddi, vakarlı. REKİZ (Rekz. den) Sağlam. * Gizli, gömülü define. REKK İlzâm etmek, susturmak. * Birbiri üstüne bırakmak. REKL Ayağıyla vurmak. REKM Biriktirme, yığma. REKME Cem'olmuş, toplanmış. * Yön, cânip. * Parça, cüz'. REKN Meyletmek, yönelmek, eğilmek. REKS (Rekkese) Geri döndürmek, çevirmek, tepesi aşağı etmek. REKTÖR Fr. Üniversitenin başkanı. REKU' Sâkin olmak. * Kesilme. REKUB Erkeğinin ölümünü bekleyen kadın. * Evlâdı durmayan avret. * Kalabalıktan suya yaklaşamıyan deve. REKUB Binek hayvanı, binilecek şey. REKUD Uyumuş. REKVE (C.: Rukâ-Rekavât) İbrik. REKYE (C.: Rekâyâ-Rekâ) Örülmemiş kuyu. REKZ Dikme, yere saplayıp sabit kılma. REKZ Harıl harıl ayak ile tepmek. Hayvana tekme ile vurmak. Kakıvermek. * Kaçmak. Seğirtmek, koşmak. * Hicret. Gaza. REKZ-İ ALEM Bayrağı bir yere dikme. REKZ-İ HİYÂM Çadır kurma. RE'L (C.: Riâl-Ri'lân-Er'ul) Deve kuşu yavrusunun erkeği. REM f. Titreme. * Ürkme. * Sürü. REMA Bir yerde ikamet eylemek. * Ziyade olmak. * Riba, faiz. * Bir haberi zan ile anlayıp idrak etmek. REMAD Kül. (Bak: Ramad) REMADET İnsan veya hayvan kırımı. REMAK Bedende ruhun bakiyyesi. * Koyun sürüsü. REMAN (Remen) f. Sürü. * Ürken, ürkücü. REMAS Göz pınarında toplanan çapak. REMAZ Güneşin harâretinin çoğalması. REMAZE Oturak yeri. * Zina eden kadın. REMD Helâk olmak. * Gözün çapaklanması. Göz hastalığı. REME Ürkek, ürken. * İyi nesne. REMED Gözün ağrıması, göz kapağı iltihabı. REMEKE (C.: Rimâk-Ramek-Ramekât-Ermâk) Kısrak. REMEL (C.: Ermâl) Yelmek. * Yağmurun az yağması. * Vahşi sığırın ayağında olan hatlar. REMENDE f. Ürkek, ürkücü. REMES (C.: Ermâs) Denizde üzerine binilen sal. * Kalan süt artığı. REMG Bâtıl etmek. * Baş yarmak. REMGERDE f. Titremiş. * Ürkek, ürkmüş. REMH Süngü ile vurmak. * Tekme vurmak. REMİ (C.: Ermiye) Yağmuru iri olan ve yere şiddetle inen bulut. REMİDE f. Ürkmüş, korkmuş, çekingen. REMİM f. Kemiğin çürümesi. Çürük. REMİYYE Bir nesne ile atılmış olan av. REMK Durmak, ikâmet. * Boz renk. REML (Remil) Kum falı, bir takım nokta ve çizgilerle fala bakmak oyunu. * Filistin'de bir kasaba. REMLA' Ayakları siyah, diğer tarafları beyaz olan dişi koyun. REMLÎ (Şihâbüddin Remlî) (Mi: 1371-1440) Filistin'in Reml kasabasında doğmuş, Şeyhülislâm'dır. Mecmuat-ul Ahzab'da namı Kutb-ül Ârifîn diye geçer. Kimya-yı Saadet namında salâvatları ile meşhurdur. Fıkh ve tevhide, tasavvufa dair manzumeleri vardır. " İmam-ı Remlî" diye anılır. REMM Islah etmek, düzeltmek. * Yemek, ekletmek. REMMA' Beyaz tenli kadın. REMMAA Oturak yeri. * Çocukların başındaki oynak yer. REMMAH Mızrakçı, süngücü. REMMAZ (Remz. den) İşaretlerle konuşan. REMRAM Bir ağaç cinsi. * Yazın biten bir ot. REMS Sürtme odunu. * El ile meshetmek. * Islah etmek, düzeltmek. REMS (C.: Rumus) Mezar, kabir. REMY Atma. Tüfek atma. REMZ İşaret. İşaretle anlatmak. * Güç anlaşılır. * Gizli ve kapalı söyleme. REMZA' Güneşin tesiriyle kızmış taş. REMZEN İşaretle. Remz olarak. REMZÎ İşarete ait, işaretle alâkalı. REMZŞİNAS f. Bir maksad anlatan şekil, resim vb. * Gizli ve kapalı olarak anlatılan şeyleri ve işaretleri bilen. RENA Nazar olunan, bakılan. RENAK Mastar. * Suyun bulanık olması. * Kederli olmak, mükedder olmak. RENANET İnleme. RENC f. Sıkıntı, zahmet, eziyet. * Ağrı, sızı. * Öfke, gazab, hışım. RENC-BER f. (Renc; sıkıntı, zahmet. Ber; çeken) Tarla ve bahçede yahut başka işlerde kazmak veya taş, toprak taşımak gibi işlerde çalıştırılan gündelikçi. Amele, ırgat. * Çiftçi. RENCİDE f. İncinmiş, kırılmış. RENCİDEGÎ f. İncinip hatırı kırılmış olma. * Dertlilik, kederlilik. RENCİDEHÂTIR f. Gücenmiş, hatırı kırılmış. RENCİŞ f. Sızlanış, inciniş, eziyet ve sıkıntı veriş. Keder. RENCUR f. İncinmiş. Sıkıntılı, rahatsız, dertli, hasta. RENCURÎ f. Dertlilik, rahatsızlık, hastalık. İncinmiş olma. REND Mersin ve defne ağaçları. RENDE f. Tahtaların yüzlerini pürüzlerden kurtarıp dümdüz etmek için marangozların kullandıkları âlet. * Mutfakta peynir, soğan, havuç gibi şeyleri ufalamak için kullanılan tenekeden veya ona benzer maddelerden yapılan âlet. RENDELEMEK Pürüzlerini gidermek. Rende ile düzlemek, pürüzlü yerlerini kazımak. Rende ile ufalamak. RENDİDE f. Rendelenmiş, ufalanmış. RENEM Avaz, ses, savt. * Ayrılmak. RENEVNA Dâim sâkin olmak, devamlı durmak. RENF (Davar) zayıflığından kulaklarını sarkıtmak. RENG f. Renk, levn. * Suret, şekil. * Oyun, hile, dalavere. RENG Ü BU Renk ve koku. RENG-AMİZ f. Renk renk, çeşitli renkli. RENGÂRENG f. Renkli, çeşit çeşit. RENG-AVER f. Dalavereci, hilekâr. RENGİN f. Renkli, boyalı. Parlak. Hoş. Süslü. Mülevven. Lâtif. RENİM Türkü söylemek. RENİN Bağırma, haykırma. * İnleme, inilti. RENK Bulanık su. RENNA' Devamlı kadınlara bakan kimse. RENNAN Çok ses çıkaran, inleyip duran. Çınlıyan. RENNE (RİNNE) Avaz, ses, savt. RENV Bakma hususunda mübâlağa etmek. RE'REE Gözü tez tez döndürmek. * Koyun çağırmak. RES f. (Residen: Erişmek mastarının emir köküdür.) "Ulaşan, erişen, yetişen" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. RE'S Baş, kafa. * Tepe. Uç. * Başlangıç. * Reis. RESA f. Yetişen, erişen. Yetiştiren. RE'SA Başı ve yüzü siyah olan koyun. RESA' Şiddetli hırs. RESA' Tatlı sütü ekşi yoğurtla karıştırmak. (O yapılan yemeğe "resise" derler.) RESAE Ölünün üzerine ağlayıp, onun iyiliklerini saymak. RESAG Devenin ayaklarında olan gevşeklik. RESAİL (Risale. C.) Risaleler, bir mevzuda yazılan mektuplar veya küçük kitaplar. * Dergiler, mecmualar. RESAİL-ÜN NUR Nur Risaleleri. (Bak: Risale-i Nur) RESALET Saçı salıverme. * Deveyi eşkin yürütme. (Bak: Risalet) RESAN Ulaştırı yağan yağmur. RESAN f. (Residen mastarından) "Yetişenler, ulaşanlar, getirenler" mânalarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. RESANE f. Teessüf. * Hasret. RESANEHÂR f. Hasret çekici. RESANENDE f. Ulaştırıcı, getirici. RESANET (Bak: Rasanet) RESAS (Bak: Rasas) RESASET Eskilik, köhnelik. Yıpranmış olma. RESATİK (Rustâk. C.) Köyler, çiftlikler. RESD Eşyaları birbiri üstüne yığmak. RESED Ev eşyası. RESED f. Lâyık, şâyan, şâyeste. RESEL (C.: Ersâl) Deve ve koyun sürüsü. Topluluk, cemaat. RESEM Atın üst dudağında olan beyazlık. RESEN (C.: Ersân) Atı veya davarı ip ile bağlamak. * İp, halat, urgan. RE'SEN Kendi başına, bizzat. * Kimseye danışmadan. Müstakil olarak. * Doğrudan doğruya. RESENBAZ f. İple oynayan. İp cambazı. RESENBEND f. Halat atmış, halatla bağlı. RESF (RESFÂN) Ayağı köstekli gibi yürümek. RESH Âcizlik, zayıflık. * Uyluk etleri az olmak. RESH Bir şeyin, yerin sabit olması. RESİBE (C.: Rasibât) Dizlerde ve mafsallarda olan hastalık. RESİDE f. Erişmiş, ulaşmış, yetişmiş. RESİDE-İ HİTÂM Sona ermiş, hitâm bulmuş, bitmiş. RESİF Su yüzüne kadar gelen sıralanmış kayalar. RESİL (C.: Rüsül - Rüselâ) Elçi. RESİM Bir çeşit deve yürüyüşü. RESİS Sâbit, devamlı. * Bakıyye, artık. * Akıllı, zeki kimse. * Sahih olmayan haber. * Aşk-ı muhabbetin ibtidası. * Hastalık başlangıcı. RESİS Yaralı, mecruh. * Köhne, eski. Eskimiş, yıpranmış. RESİYY Hayır veya şerde musırrâne direnen. * Çatıyı ayakta tutan direk. RESL Kıvırcık olmayan saç. RESM (Resim) Yazma, çizme, desen. * Eser, iz, nişan, alâmet. * Suret. * Tertib. Tarz, üslub. * Fotoğraf resmi. * Âdet, usul, tavır, davranış. * Alay, merâsim. * Man: Bir şeyi başkalarından ayırdeden tarif. RESMEN Devlet namına, resmî olarak, devlet tarafından. * Kat'i olarak anlaşıldığına göre. * İsteye isteye. Bile bile. * Görünüşte, âdet yerini bulsun diye. Nezaket icabı olarak. RESMÎ Devlet adına veya devlet tarafından. * Ciddi. Çok sert. * Resme, yazıya, çizgiye ait. Resme dair. RESM-İ GEÇİT Askerî bir kıt'anın yahut bir mektebin talebelerinin gösteri mahiyetinde geçişi. Geçit resmi. RESM-İ GÜMRÜK Gümrük vergisi. RESM-İ KADİM Eski usûl. RESM-İ KÜŞAD Yeni yapılan mekteb, fabrika, kışla, hükümet konağı, demiryolu vs. gibi şeylerin umuma açılışı yerinde kullanılan bir tâbirdir. Yeni tabirde " Açılış töreni" demektir. RESMİYÂT Resmî olan işler. RESMİYET Resmîlik. Resmî olmaklık. RESS Taşla yapılmış, taşla örülmüş kuyu. * Semud taifesinden kalmış bir kuyunun adı. * Maden. * Dere. * İnsanlar arasında ıslah ve ifsad etmek. RESSAM Resim yapan, resim çizen. RESSE (C.: Rises-Risâs) Eski ve çürümüş, köhne. * Ev eşyasından eskiyip atılanı. RESSE Avcıların gizleneceği yer. * Hastalığın başkasına bulaşması. RESTE (C.: Restegân) f. Kurtulmuş. RESTEGÂN (Reste. C.) f. Kurtulmuş olanlar.Restgâr : f. Kurtulan. RESTGÂRÎ f. Kurtulma, necat. RESTORASYON Fr. Tarihî eserlerin aslına uygun tarzda tamiri. RESÜL Peygamber. Yeni bir kitap ve yeni bir şeriat ile bir ümmete veya bütün beşeriyete Allah tarafından Peygamber olarak gönderilmiş olan zât. Mürsel de denir. Yeni bir kitap ve şeriatla gelmeyip kendinden evvelki Resülün getirdiği kitap ve şeriatı devam ettirirse, ona Nebi denir. * Haberci. * Huk: Tasarrufta hakkı olmaksızın, birisinin sözünü olduğu gibi bir başkasına bildiren kimse. * Elçi. RE'S-ÜL MAL Ana para, sermâye, kapital. * İnsan ömrü, hayat. RE'S-ÜL MAL Ana para, sermaye, kapital. * İnsanın ömrü. Hayat. RESÜL-İ EKREM (A.S.M.) (Bak: Muhammed (A.S.M.) RESÜLULLAH Allah'ın (C.C.) gönderdiği Peygamber. Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. RESÜL-ÜL MELÂHİM Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismidir. Cenk ve muharebe ile de vazifeli olduğundan ümmeti ve kendisi din için, dinin ihyası uğrunda büyük muharebelere mükellef olduğundan bu isim ile de yâd edilmiştir. RESÜL-ÜR RAHAT Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismidir. Kendisine tâbi olup onun getirdiği hakikatları tasdik ve iman ile insanlar büyük nimetlere ve rahatlara mazhar olduklarından kendisine bu isim verilmiştir. Ve kendisi buyurmuştur ki: "Ben dinin doğruluğu ve kolaylığı için peygamber gönderildim." ... İnsanlara en büyük selâmeti ve rahatı bahş eden Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) getirdiği İlâhî hakikatlar, beşeriyeti Cemalullâh'a ulaştırır ve en büyük rahata kavuşturur. (D.H.) RESÜL-ÜR RAHMET Peygamberimize (A.S.M.) verilen bir isim. Çünkü bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Rahmeten lil-âlemîn'dir. RESVE (C.: Rasa) Kadınların kollarına boncuktan veya inciden yaptıkları kolbağı. RESY Sâbit olmak, devamlı olmak. RESYE Romatizma. REŞA' Yürüyebilen geyik yavrusu. REŞAD Hak yolda yürümek. Doğru yolda olmak. Doğru yolu bulup ondan sapmamak. * Aklın kuvvetli olması. REŞAD-PENAH Reşada sebep olan. Kurtuluşa sebep. REŞAHAT (Reşehât) (Reşha. C.) Reşhalar. Sızıntılar, serpintiler. REŞAHAT-İ İHTİYAR İstekle yapılma alâmetleri. İhtiyar sızıntısı, yâni bir irade ve tercih ile yapıldığını gösteren alâmetler. REŞAHAT-İ KALEM Kalem sızıntısı, kalemden dökülen fikirler, yazılar. REŞAK Helâk etmek. * Atmak. REŞAKAT Bel inceliği. * Davranma ve kımıldanıştaki incelik ve hoşluk. REŞAŞ (Reşâşe) Serpinti ve toz gibi ince yağmur. REŞAŞAT Su sızıntıları, serpintiler. REŞAŞET Su serpintisi. * Emmek, emerek içmek. REŞAT (Bak: Reşad) REŞED Hayır. Rahmet. Hidayet. REŞEHAT (Reşha. C.) Reşhalar, damlalar, sızıntılar. REŞEM İlk evvel çıkan ot. REŞEN Tar: Yeniçeri maaşlarının üçüncü üç aylığı. REŞF Suyu dudakları ile emmek, emerek içmek. REŞH Sızma, terleme, sızıntı. REŞHA Damla, katre. Sızıntı, ter, rutubet, yaşlık. REŞHAPÂŞ f. Damla saçan. REŞHARİZ f. Damla döken. REŞHAYÂB f. Sızıntı bulmuş. REŞİD(E) Doğru yolda giden, hak yolunda olan. * Akıllı, iyi davranan. Ergin, olgun. * Büluğ çağına girmiş kimse. * Doğru yola sevkeden, hayra delâlet eden. * Fık: Malını muhafaza hususunda aklı eren, istediği gibi meşru yolda sarfedebilen kimse. REŞİDİYYE Reşid olanla ilgili. * Şeker ve nişasta ile yapılan bir çeşit tatlı. REŞİH Ter. REŞİK Boyu, endamı lâtif ve güzel olan. REŞK Kıskanma. Kıskanmayı uyandıran. Kıskanılmış. Hased ve gıpta veren. REŞK-ÂVER f. Hasede düşüren, kıskanmayı uyandıran. REŞK-ENDÂZ f. İmrendirici, gıpta ettirici. Kıskandırıcı. REŞK-İ ÂLEM Herkesi kıskandıracak kadar üstün durumda olan. REŞKİN f. Kıskanç. Kıskanan. Hased eden. Hâsid. REŞK-SAZ f. Gıpta ettiren, imrendiren. REŞN (RÜŞÜN) Köpeğin, başını kaba sokması. REŞRAŞ Kavak ağacı. * Su veya yağ damlayan kebap. * Su saçmak. REŞREŞ Yumuşak döş kemiği. REŞŞ Serpmek, püskürtmek. * Serpinti, serpintili yağmur, çisilti. REŞV Rüşvet almak. RET' (Rita' - Rütu') Yemek, içmek. Bolluk içinde dilediğini yiyip içmek. * Oynamak. RETAİM (Retime. C.) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplikler. RETC Kapıyı sürgülemek. Kapının kilitlenmesi. RETEB Zahmet. Şiddet. * Şehadet parmağı ile orta parmak arası. RETEC (Ritâc) Büyük kapı. RETED Defne ağacının yaprağı. RETEH Bündük-i Hindî denilen yuvarlak taş. RETEL Muntazam, hoş. Gönül çeken. RETEME (C.: Ratem) Bir ağaç cinsi. RETİME (C.: Retaim) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplik. RETK Yırtığı onarmak, yarığı düzeltmek, bitiştirmek. RETK (RETKÂN) Adımların birbirine yakın olması. * Deve kuşunun sür'atle gitmesi. RETK Ü FETK Noksanları düzelterek idare etme. * Ayırmak ve bitiştirmek. * İyi idare etme. RETL (Diş) seyrek olmak. * Bir şeyi okurken her kelimenin arasını ayırıp açıklamak. RETM Kırmak. RETN Karıştırmak. RETT şerif, seyyid. RETV Kuyudan kova çekmek. RETVE Adım. Hatve. REUM Yavrusunu seven deve. * Yanından geçen kimsenin elbisesini yalayan koyun. REV f. (Reften mastarının emir kökü) "Giden, yürüyen" mânasında olup birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Piş-rev $ : Önde giden. REV' Korku, halecan. Ürkmek. * Nefsanî hareket. REVA f. Lâyık, uygun. Meydana gelmek. * Gidici. REV'A Korkak kadın. * Kendisini görenleri şaşırtacak derecede güzel olan kadın veya kız. (Müz: Ervâ)REVA' : Tatlı. REVABIT (Rabıta. C.) Râbıtalar, bağlılıklar. Münasebetler. * Düzenler, sıralar, tertibler. REVAC Sürüm. Kıymet, değer, geçerlik, makbuliyet. REVACDÂR f. Sürümlü ve revâcda olan mal. REVADAŞTE f. Uygun bulmuş. REVAH Öğleden akşama kadar olan vakit. * Bir şeyin tahsilinden dolayı gelen sürur ve şâdlık, neş'e. REVAHİ (Râhiye. C.) Bal arıları. REVAHİL (Râhile. C.) Yük hayvanları. REVAİD Göçebe topluluk. REVAİH (Bak: Revâyih) REVAK (Rivak) Ev önündeki saçak. * Kemer. Kubbe. Çardak. Önü açık, üstü örtülü yer. REVAK-I UHREVİYE Âhirete açılan yer, mezar. * Cennet bahçesi. Âhiretin mukaddemesi. REVAKİD (Râkid. C.) Durgun olanlar. REVAK-ÜL AYN Kaş. REVALVER (Bak: Rovelver) REVAN f. Giden, akıcı. * Derhal. * Ruh, can. Nefs-i nâtıka. * Edb: Su gibi akıp giden güzel söz. REVAN-BAHŞ(A) f. Canlandırıcı, can bağışlayıcı. REVANE f. Yürüyen, giden. REVAN-I TABİAT Âlemin canlılığı, akıcılığı, hareketli oluşu. REVANİ f. Değerli, rağbetli revaçlı. * Tepside pişirilen irmik veya undan bir tatlı çeşidi. REVANİ-FÜRUŞ f. Revanici. Revani satan. REVASİ (Râsiye. C.) Büyük dağlar. REVASİB (Rüsub. C.) Tortular. REVASİB-İ REMLİYE Kum tortuları. REVASİM Akarsu. REVASİR (Reysar. C.) Reçeller. REVATİB Vazifeler, maaşlar. * Farz namazından önce kılınan müekked sünnetler. REVAYİH (Revâih) Râyihalar, güzel kokular. (Aslı: Revâih) REVAZİN (Revzen. C.) f. Pencereler. REVB (RUB) Sütün yoğurt olması. REVBAN (C.: Rübâ) Sütün yoğurt olması. * Sarhoşluk şiddetinden birbirine karışmış olan insanlar. REVC (Revac) Geçmek. * Rüzgârın karışık esmesiyle ne taraftan geldiği belli olmaması. REVENDE f. Giden, gidici. * Çok yürüyen. REVENDEGÂN (Revende. C.) f. Yürüyenler, gidenler. REVG Talep etmek, istemek. * Yönelmek, eğilmek, meyletmek. REVGAN f. Yağ. * Hafif hafif esen rüzgârın verdiği serinlik, rahatlık. * Üstü yağ gibi kayan parlak nesne. * Parlak deri. REVGANDÂN f. Yağ kandili. REVGAN-I ZEYT Zeytinyağı. REVGANİ f. Revani tatlısı. REVH U REYHAN Rahat ve rızık, bolluk ve hoşluk. REVH(A) İç açıklığı. Rahat. * Rahmet. * Hafif esen rüzgârın verdiği tatlılık, canlılık. (Bak: Ravh) REVHANÎ İyi ve pâk olan, ferahlık veren yer. REVHANİYET Gönül açıcılık, güzel görünüşlülük. REVHAT Öğlen vaktinden akşama kadar gitmek. REVHULLAH (Bak: Ravhullah) REVİR Alm. Okul, kışla gibi yerlerde ufak hastalıkları olanların yatırıldıkları hasta odası, ilk bakım yeri. * Bölge, mıntıka. REVİŞ f. Gidiş, hal, tavır. * Tutum, yol. REVİY Edb: Kafiye olan kelimenin son harfi. Şiirde kafiye harfi. REVİYYET (C.: Reviyyât) Bir işin her cihetini iyice düşünme. REVK (C.: Ervâk) Perde, hicâb. * Boynuz. * Ev önü. * Saf, hâlis, katıksız. REVK-UŞ ŞEBAB Gençlik başlangıcı. REVM Maksad. Taleb, istek. * Tevcidde: Sükûndan ayırd edilmeyecek derecede olan belirsiz hareke. REVNAK f. Zinet. Parlaklık. Göz alıcılık, güzellik. Safa, taravet. REVNAK-BAHŞ f. Güzellik, tazelik ve parlaklık veren. REVNAK-DÂR f. Parlak, lâtif, güzel, hoş. REVNAK-EFZA f. Bir şeyin parlaklığını artıran. Güzelleştiren. REVNAK-I BAHAR Baharın güzellik ve tazeliği. REVNAK-I CEMAL Yüzün güzellik ve parlaklığı. REVNAK-NÜMA f. Tâzelik, güzellik ve parlaklık gösteren. REVNÜMA (Ru-nüma) f. Zuhur eden, kendini gösteren. * Yüz görümlüğü. REVS Sabit olmak. REVSE Pislik. * Fışkı, tezek. REVV Çift, karı-koca, zevc. REVY (Davar) Suya kanmak. REVZ Sınamak, denemek, tecrübe. REVZAT (C.: Ravz-Ravzât-Riyaz-Rizât) Çayırlı, çimenli ve sulu yer. * Bostan. REVZEKE (C.: Revâzik) Küçük kuzu ve oğlak. REVZEN (C.: Revâzin) Pencere. REVZENE (C.: Revâzin) Pencere. REVZEN-İ MAHLU İndirilmiş pencere. RE'Y Görüş, görmek, rey. Hüküm ve itikad. Kıyas etmek. Bir iş hakkında söylenen söz, fikir. REY' Arpa, buğday, tahıl. * Rücu', geri dönme, avdet. * Ziyade, çok. REYAH (Râh. C.) şaraplar. * Gökçek kokulu küçük bir kuyu. REYB (Bak: Rayb) REYC Akça, para, pul. * Örtülmüş ve kilitlenmiş olan büyük kuyu. REYDE (C.: Ruyud) Dağın sivri ve yumru tarafı. * Yavaş ve yumuşak esen rüzgâr. REYEAN Artma, çoğalma, ziyâdeleşme, bereketlenme. * Her şeyin evveli, tazelik zamanı. REYEAN-I ŞEBAB Gençlik çağı. REYHAN Hoş güzel koku. * Rızık ve maişet, rahmet. * Ekin yaprağı. * Fesleğen denilen kokulu bir ot. REYHANÎ Fesleğen gibi ince nakışlı. * Divanî hat da denilen bir yazı tarzı. REYHEKAN Za'feran. RE'Y-İ ÂM Umumun re'yi, ekseriyetin fikri. Umumun görüşü. RE'Y-İ SÂLİM Doğru fikir ve düşünce. REYK Her nesnenin evveli ve efdali, iyisi. REYM Alçak yer. * Kabir. * Derece. * Deveyi boğazlayıp taksim ettikten sonra kalan kemik. * Ziyâde çok, fazla. REYN Leke, kir, pas. * Gönül karası, kalb katılığı, günahın artması. * Uyku, mestlik galebe etmek. * Çıkması mümkün olmayan şey. REYS (Reysân) Sallanmak. * Gururlanmak, tekebbürlenmek. REYS Eğlenmek, eğlendirmek. REYŞ Ok yeleklemek. REYTA (C.: Riyat-Riyâtâ) Car denilen örtü. RE'Y-ÜL AYN Kendi gözüyle görerek. REYYA Güzel koku. REYYAN (C.: Rivâ) Suya kanmış, sudan doymuş. * Sarhoş. REYYE Çokluk, fazlalık, kesret. REZ f. Bağ kütüğü, asma. REZA' (Bak: Reda') REZAAT Süt emme. REZAG Sıvı balçık. * İnce çamur. REZAHAT Yorulmak. * Hali yaramaz, vaziyeti kötü olmak. REZAİL (Rezile. C.) Utanılacak çok fena işler, alçakça hareketler. REZALET Utanç verici şey. Utanılacak hal. * Alçaklık, rezillik. * Maskaralık. * Arsızlık. REZAN Ağır, ciddi, vakarlı, ağırbaşlı ve temkinli kimse. REZANET Ağırbaşlılık, vakarlılık, temkinlilik, ciddilik. REZAYA (Rezie. C.) Musibetler, belâlar. REZAYİL (Rezile. C.) Çörçöp. * Faydasız ve asılsız nesne. REZAZ Zayıf yağan yağmur. REZBAN f. Bağ bekçisi, bağcı. REZEME (C.: Ruzum) Devenin ağzını açmadan boğazından çıkan ses. REZEN (C.: Revâzin) İçeri çukurca olup su toplanabilen yüksek ve sağlam yer. REZİE (C.: Rezâyâ) Musibet, felâket, belâ. REZİL Alçak, adi, utanmaz, hayâsız, soysuz. REZİL Ü RÜSVA Kusur ve ayıpları meydana çıkarılmış, kepâze olmuş olan. REZİLE (C.: Rezâil) Fenâ ve kötü huy. REZİM Arslan kükremesi. REZİN Vakarlı, temkinli, ağır başlı, sağlam. REZİZ Elbise boyamada kullanılan bir ot cinsi. REZM f. Cenk, muharebe, çarpışma, savaş. REZM Akmak, seyelân. REZM Deve avazı. * Gök gürlemesi. * Cem'etmek, toplamak. REZMGÂH f. Savaş meydanı, muhârebe sahası. REZMÎ f. Savaşla ilgili. REZMYUZ f. Savaşçı, kavgacı, muhârib. REZN Koparmak. REZN Bir şeyi kaldırıp ağır mı hafif mi diye görmek. REZZ Bir şeyi yere batırmak. * Çekirgenin, kuyruğunu yere batırıp yumurtasını dökmesi. REZZAK Bütün mahlukatın rızkını veren ve ihtiyaçları karşılayan. (Allah) REZZAKANE f. Rızık verene, rezzaka yakışır surette. REZZAKİYET Her mahluka münasib rızkını verici olmak. REZZAZ Pirinç satan. Pirinç satıcı. REZZE İçine kilit sokulan kapı razzesi. RI Kur'an alfabesinin onuncu harfi olup, ebcedî değeri 200'dür. RIAS Tâç. RIBH (Bak: Ribh) RIBKA (C.: Ribak) Davar bağlamada kullanılan ip. RID' Yardımcı, muavin. * Gözleyici. RIDA' (Bak: Red'a) RIDDİDÎ Reddetmek. RIDDİS (Mübalağa ile) Taş atan. RI'DE Titremek, hareket etmek. RIDFE (C.: Ruzuf) Diş aşığı kemiği. RIDVAN Memnunluk, razılık, hoşnudluk. * Cennet'in kapıcısı olan büyük melek. RIDVANULLAHİ ALEYH Allah ondan razı olsun meâlinde dua. RIFK Yumuşaklık, yavaşlık, tatlılık, nezaket. (Zıddı: unf) RIFKÎ (Rıfkıye) Yumuşaklıkla, tatlılıkla ilgili. RIHAL Büyük halı. RIHLET (Bak: Rihlet) RIHTIM f. Gemilerin yanaşmalarına müsait şekle getirilmiş kıyı. RIHV (RAHV) Yumuşak. RIHVET Gevşek ve sölpük olma. Rahavet. RIKA Darbolunmuş dirhem. RIKA Üzerine yazı yazılan deri veya kağıt parçaları. * Kısa mektublar. * Yamalar. * İstidalar. Müzekkereler. Dilekçeler. RIK'A Kur'an-ı Kerim'in harfleri ile bir yazı çeşidi. RIKAK Yer yarığı. RIKK (C.: Erkâ) Kul, abd. * Kulluk, esirlik, kölelik, ubudiyet. * Yufka nesne. RIKKIYYET Kölelik, kulluk. RIŞK Atılan ok. RITANE Arap lisanından başka dille konuşmak. RITL (Bak: Ratl) RI'VE Depretmek. RIYY Suya kanmak. * Beni Amir vilâyetinde bir dağın adı. RIZA Memnunluk, hoşluk, razı olmak. * İstek, arzu. Kendi isteği. RIZA-CU f. Allah'ın rızasını arayan. Razı etmeyi gaye edinen. RIZA-DÂDE f. Razı olmuş, kabul etmiş. RIZAEN Razı olarak. RIZAEN-LİLLÂH Allah rızası için. RIZAM Büyük kaya parçası. RIZA-YI BÂRİ Allah'ın rızası. RIZA-YI İLÂHÎ Allah'ın kulundan memnun olması. Her hangi bir hareketinde mü'minin en yüksek derecesi.(Rıza-yı İlâhî ve iltifat-ı Rahmanî ve kabul-ü Rabbanî öyle bir makamdır ki; insanların teveccühü ve istihsanı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa yeter. İnsanların teveccühü, o teveccüh-ü rahmetin in'ikası ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür. Yoksa arzu edilecek bir şey değildir. Çünkü kabir kapısında söner, beş para etmez. M.) RIZA-YI TARAFEYN İki tarafın isteği. RIZK Yiyip içecek şey. Maddi mânevi ihtiyaca lâzım nimet. Allah'ın herkese lütuf ve kısmet ettiği ve bekaya sebeb olan nimet.(Rızk-ı helâl, iktidar ile alınmadığına, belki iftikara binaen verildiğine delil-i kat'i; iktidarsız yavruların hüsn-ü maişeti ve muktedir canavarların dik-ı mâişeti; hem, zekâvetsiz balıkların semizliği ve zekâvetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maişetle vücutça zaifliğidir. Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile mâkusen mütenasiptir. Ne derece iktidar ve ihtiyarına güvense, o derece derd-i maişete mübtelâ olur. S.)(Rızk ise; hayattan sonra ni'metlerin en büyük bir hazinesi ve şükür ve hamdin en zengin bir menbaı ve ubudiyet ve dua ve ricaların en cem'iyetli bir mâdeni olmasından, suret-i zâhirede müphem ve tesadüfe bağlı gibi gösterilmiş. Tâ her vakit Rezzak-ı Kerim'in dergâhına iltica ve rica ve yalvarmak ve hamd ve şükür şefaatiyle rızk istemek kapısı kapanmasın. Yoksa muayyen olsa idi, mâhiyeti bütün bütün değişecekti. Şâkirane, minnetdarane ricalar, dualar, belki mütezellilâne ubudiyet kapıları kapanırdı. Ş.)( $ sarahatiyle; ummadığı tarzda yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünki şu âyet taahhüd ediyor. Evet, rızk ikidir:Biri hakiki rızktır ki, onunla yaşıyacak. Bu âyetin hükmü ile o rızk, taahhüd-ü Rabbanî altındadır. Beşerin su-i ihtiyarı karışmazsa, o zarurî rızkı her halde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeğe mecbur olmaz.İkincisi: Rızk-ı mecazîdir ki, su-i istimâlât ile hâcât-ı gayr-ı zaruriye hâcât-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek belâsiyle tiryaki olup, terkedemiyor. İşte bu rızk, taahhüd-ü Rabbanî altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır. R.N.) RIZVAN (Bak: Rıdvan) RİA Yüksek yer. RİA (Râî. C.) Çobanlar. RİAT (Rie. C.) Akciğerler. RİAYET İyi karşılamak, ağırlamak, hürmet etmek. * Uymak, tâbi olmak. * Otlamak veya otlatmak. * Hıfzetmek, korumak. RİAYETEN Saygı ve hürmet göstererek. Sayarak. Hürmet ederek. * Tâbi olarak. RİAYETKÂR f. Hürmetkâr, itaatkâr. Sevgi ve saygı gösteren. RİB' Sıtmanın bir gün tutup iki gün tutmaması ve dördüncü gün yine tutması. RİBA Tartısı ve ölçüsü belli olan bir malı aynı cinsten daha fazla olan bir mal ile, bir karşılığı olmaksızın, peşin olarak veya veresiye değiştirmektir. * Faiz. * Muamelede meşru miktardan tecavüz. * Bir şeyin artması, çoğalması. * Verilen borç para veya mal karşılığında kâr isteyip zarara ortak olmamak suretiyle hâsıl olan haram kazanç. (Bak: Faiz) RİBA Bahar evleri, çadırlar. Arazi. * Yaz yağmurları. RİBAB Arap kabilelerinden Zubeh, Sevr, Akl, Teym ve Ady denilen beş kabilenin adı. RİBABE Ahd, söz, yemin, misak. RİBAC Kanatlarının ortasında küçük kapısı bulunan büyük kapı. RİBAH (Ribh. C.) Kazançlar, kârlar, ticaretten elde edilen kârlar. RİBA-HAR f. Faizle para işleten, tefeci. RİBA-İ FAZL Tartılan veya ölçülen bir cins eşyanın kendi cinsi karşılığında fazlasıyla satılması. Meselâ: Bir kilo buğdayı aynı cins bir kilo yüz gramla değiştirmek gibi.(Beşerin hayat-ı içtimaiyesinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilâlâtın menşei iki kelimedir. Birisi: "Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne..." İkincisi: "Sen çalış, ben yiyeyim.." Bu iki kelimeyi de idame eden; cereyan-ı riba ve terk-i zekâttır. Birinci kelimenin ırkını kesecek tek bir devası var ki; o da vücub-u zekâttır. İkinci kelimenin devası hürmet-i ribadır. Adalet-i Kur'aniye âlem kapısında durup ribaya: "Yasaktır, girmeğe hakkın yoktur" der. Beşer bu emri dinlemedi, büyük bir sille yedi. Daha müdhişini yemeden dinlemeli. M.)(Ribanın kap ve kapıları olan bankaların nef'i, beşerin fenası olan gâvurlara ve onların en zâlimlerine ve bunların en sefihlerinedir. Âlem-i İslâm'a zarar-ı mutlaktır. Mutlak beşerin refahı nazara alınmaz, zira gâvur harbî ve mütecaviz ise, hürmetsiz ve ismetsizdir. M.) Rİ'BAL (Ri'bân) Arslan. RİBAT (C.: Ribâtât) Han gibi konaklanacak yer. Tekke. * Bağ, ip. * Sağlam yapı. RİBATET Kalb kuvveti. * Tahammül, sabır. * Kalbi sağlam olma. RİBATÎ Hancı, odacı. RİBBÎ (C.: Ribbiyyun) Büyük kalabalık. RİBBİYYUN (Rabb. dan) Âlimler, fakihler. * Büyük topluluk. Rİ'BE (C.: Riâb) Sihir. RİBET (C.: Riyeb) şüphelilik. şüpheye düşme. RİBH Kâr, kazanç. * Fâiz. RİBHALE Azası büyük olan, organları iri olan. RİBH-İ TİCARÎ Ticaret kazancı. RİBKA Kement. Kement bağı. İlmekli ip. RİBZE Deveye katran sürmede kullanılan yün parçası. RİCA Yalvarmak, niyaz eylemek. * Canib. Taraf. (Bak: Recâ) RİCAL (Recül. C.) Erkekler, er kişiler. * Mevki sahibi kimseler, devlet adamları. * Yaya olanlar. RİCALEN Yaya olarak. Yayan. * Erkek olarak. RİCAL-İ DEVLET Devlet adamları, devletin ileri gelenleri. Devlet ricali. RİCAL-İ GAYB Her devirde bulunan ve herkesçe görülmeyen ve bilinmeyen ve Allah'ın (C.C.) emirlerine göre çalışan mübârek, büyük zatlar. Ricâlullâh. RİCALULLAH Mânevi kudret ve kuvvet sahipleri olan evliya. (Bak: Ebdal) RİCAM Büyük taş. RİCANAME f. Bir iş için yazılan rica mektubu. RİC'AT Geri dönme, çekilme, kaçma, vazgeçme. RİC'Î Geri dönmeye ait ve mensub. * Üç talakla boşanmamış kadın. Tekrar kocasına dönmesi mümkün olan. Buna talak-ı ric'î denir. RİCL Ayak, kadem. RİCLE Semizlik otu. RİCL-ÜL BAHR Körfez. RİCS Dinin haram kıldığı şey. Günah, pislik, murdarlık. RİCZ Azab, vesvese. * Maddi ve mânevi pislik. * Puta tapma. RİÇAL f. Reçel. RİÇAR f. Reçel. RİDA Örtü, belden yukarı örtülen şey, çar ve şal. * Akıl. İlim. Seha. * Zinet. Parlaklık veren şey. * Hırka. RİDAS Taş atmak. RİDA-YI MEMAT Ölüm örtüsü. RİDDET İslâm dininden dönme. İrtidad. * Doğumdan evvel davarın memesinin süt ile dolu olması. RİDF (C.: Erdâf) Arka. RİDFAN Gece ve gündüz. RİE (RE') Akciğer. RİETEYN İki akciğer. RİF (C.: Eryâf) Mâmur, bayındır yer. * Ekini bol ve ucuz olan yer. RİFA' Ekini tarladan getirip harman yerine ilettikleri vakit. RİFADE Yara üstüne sarılan bez. * Ziyâfet. RİFAS Ayakla vurmak, tepmek. RİF'AT Yükseklik. Yüksek ve büyük rütbe sahibi olmak, âlişan olmak. RİFD (C.: Erfâd - Rufud) Atâ, hediye, bahşiş. * Yardım, muavenet. RİG f. Kum. * Toz. RİH Rüzgar, yel. * Sızı, romatizma. * Mc: Galebe, kuvvet. Rahmet. * Devlet. Hoş ve iyi şey. * Koku. RİHAL (Rahl. C.) Deve palanları. RİHALE At semeri, eyer. RİHAT Kayış yapımında kullanılan deri. RİHLET Geçmek. Göç etmek, göçmek. Ölmek. RİHME (C.: Ruhum-Rihâm) Yağmur çisintisi. RİHS (C.: Revâhıs) Alçak duvar. RİHTE f. Dökülmüş, akıtılmış. RİHTE-GER (C.: Rihte-gerân) Dökmeci. RİHVE (Ruhve) Rehâvetli, gevşek. * Tecvidde: Harf sükun ile söylenirken sesin akması hâli. RİHVE-İ MECHURE HARFLERİ Dad, zı, zel, gayın, ze, vav, yâ, elif. RİHVE-İ MEHMUSE HARFLERİ Fe, ha, se, he, şın, hı, sad, sin Bu harflerde sesin kemâli ile nefes birlikte akar. Rehavet ve hems sıfatı, zayıf sıfatlardır, bunun için rehavet sesin kâmilen akmasını, hems de nefesin kâmilen akmasını icabettirir. RİK Salya. Ağız suyu. RİKAB (Rakabe. C.) Boyunduruk altında olanlar. Kullar, köleler. * Boyun, ense kökü. RİKÂB Özengi. * Büyük bir kimsenin huzuru, önü, makamı. RİKÂBDAR Padişahların atla bir yere gidişleri sırasında özengiyi tutmak suretiyle ata binip inmelerine yardım eden kişi. RİKÂBÎ Binici, binen. RİKASE Davar bağlanan yer. RİKAZ Yer altında bulunan madenler. * Câhiliyet zamanından kalmış gömülü mal. RİKBE (C.: Rikeb-Rekebât) Diz. (Diz, insanın ayaklarında olur; dört ayaklının ön ayaklarında olur.) RİKK (C.: Rikâk-Rekâik) Yağmur çisintisi. RİKK Kulluk, ubudiyet. * Ist: Esir olmuş, hürriyetini kaybetmiş olan ehl-i harb. * Yufka, yumuşak nesne. RİKKAT Acıma, incelik, yufka yüreklilik. Yumuşaklık. RİKKAT-ÂMİZ Acıma veren, kalbe hüzün verecek olan, acındıran. RİKKAT-ÂVER f. Acıma ve merhamet uyandıran. RİKKAT-ENGİZ f. Acıklı. RİKKAT-İ CİNSİYE Cinsi şefkat. İnsanın kendi cinsinden olana acıması. RİKKAT-İ KALB Kalb rikkati, kalb yufkalığı. RİKKAT-YÂB f. Acıyan, merhamet eden. RİKS Adam topluluğu. * Pis, necis. RİKZ Gizli söz. RİM (C.: Arâyim) Beyaz geyik. RİM f. İrin. RİMA Atmak. * Atışmak. * Bırakmak. RİMAH (Rumh. C.) Mızraklar, kargılar, süngüler. RİMAHA (REMUH) Tepici davar, tepen davar. RİMAHAT Mızrakçılık sanatı. RİMAK Nifak, ayrılık. * Darlık. RİMAL (Reml. C.) Kumlar. Rİ'MAM Sevmek. RİMAN Eğilip meyletmek. RİMAYET Ok, gülle, kurşun gibi şeyleri atmada mâhir olma. Atıcılık. RİMDİDA' Gül. RİME f. Çapak. RİME-İ ÇEŞM Göz çapağı. RİMM (Rimme) Çürümüş kemik. Kemik çürümesi. * Yer. * Çok mal. RİMME (C.: Rimem-Rimâm) Çürümüş kemik. RİMNAK f. Murdar, pis. * İrinli. RİMS Devenin yediği otlardan ekşi cins bir ot. * Islah etmek, düzeltmek. RİND f. Kalender. Aldırışsız, dünya işlerini hoş gören. * Laübali meşreb feylesof. * Bâtını irfan ile müzeyyen olduğu halde zâhiri sâde görünen hakîm. Dış görünüşü laübali olduğu halde, aslında kâmil olan kimse. RİNDÂN f. Kalenderlik. * Rindler. RİNDÎ f. Kalenderlik, rindlik, aldırışsızlık. RİR Fâsid, bozuk, yaramaz. RİS f. Öfke, gazab, gayz. RİSAİL (Bak: Resail) RİSALE Mektub. * Bir ilme dair yazılmış küçük kitap. * Haber göndermek. * Elçinin götürdüğü mektub, name. * Fık: Bir kimsenin sözünü veya emrini başka birisine tebliğ etmek. RİSALE-İ NUR f. Nurun Risalesi. Kur'an'dan alınan âyetlerin tefsiri ile tahkikî iman dersi veren kitap. Büyük mücahid Bediüzzaman Hazretlerinin eserleri.(Risale-i Nur'un vazifesi:... Hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan hakikatlarla, gayet kat'i ve en mütemerrid zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli bürhanlarla Kur'ana hizmet etmektir. Ş.) RİSALET Birisini bir vazife ile bir yere göndermek. * Peygamberlik. Büyük kitapla gelen peygamberlik. * Elçilik. RİSALET-PENAH Risaletin kendine istinad ettiği Hazret-i Muhammed (A.S.M.). (Risalet-meab da denir) RİSALET-ÜN NUR Risale-i Nur tabirinin Arapçası. (Bak: Risale-i Nur) RİSAR (C.: Ravâsır) Reçel. * Turşu. RİSDE İnsan cemaatı, insan topluluğu. RİSE Miras yemek. RİSL Vakar, ciddiyet, sekinet. * Sabır. RİSM Kırmak. * Bulaştırmak. RİSMAN f. İp, halat. RİSMAN-BÂZ f. İp oynayan. * Mc: Cambaz. RİŞ f. Yara. * Yaralı. * Tüy. Kıl. Kuş kanadı. * Sakal. RİŞ (RİYÂŞ) Çok pahalı elbise. RİŞA (Rişvet. C.) Rüşvetler. RİŞA' (C.: Erşiye) Kuyudan su çekmekte kullanılan urgan. * Menazil-i Kamer'den "Balık karnı" dedikleri menzilin adı. RİŞAŞ(E) Döküntü, serpinti. RİŞBÜZ f. Keçi sakalı gibi sivri olan sakal. RİŞDAR f. Sakallı. RİŞDET Doğruluk, dürüstlük. Temizlik. RİŞE Saçak, püskül. RİŞE-GİR f. Kökleşmiş, kök tutmuş. RİŞHAND f. Bıyık altından gülme. Alay. RİŞSAZ f. Cerrah. RİŞTAB f. Kıvırcık saç ve sakal. RİŞTE f. Tel, iplik, hayt. RİŞTE-FÜRUŞ f. İplik satan. İplikçi. RİŞTE-İ HÜRMET Sevgi, hürmet bağı. RİŞVET Bir işi yapmak veya bitirmek için haksız yere alınan mal veya para. (Bak: Rüşvet) RİŞVET-HÂR f. Rüşvet yiyen. RİTAM (Retime. C.) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplikler. RİTİC Çıkmaz yol. Yasak olan şey. Haram. RİTL (Retl) Hoş, lâtif, pâkize şey. RİTM (Reythme) Fr. Mısra ve cümlelerdeki ses uygunluğundan gelen iç âhengi. Duygunun ses hâline gelişi. * Müvazeneli ve tenasüblü hareket. RİTMİK Ölçülü, âhenkli. RİV f. Hile, düzen. RİVA (Reyyân. C.) Suya kanmış olanlar. RİVA' (C.: Erviye) Deve üstünde yük bağlanılan ip. RİVAD Talep etmek, istemek, arzulamak. RİVAK (Bak: Revak) RİVAYAT (Rivâyet. C.) Rivayetler. RİVAYET Hikâye edilen hâdise veya söz. * Bir hâdisenin başkalarına anlatılması. * Peygamberimiz'den (A.S.M.) işittiklerini veya sahabeden duyduklarını birisinin başkasına anlatması. * Kuyudan halk için su çekmek.(Eğer denilse : Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın her hal ve hareketini kemal-i ihtimam ile Sahabeler muhafaza ederek nakletmişler. Böyle mu'cizat-ı azime, neden on-yirmi tarik ile geliyor? Yüz tarik ile gelmeli idi. Hem neden Hazret-i Enes, Câbir, Ebu Hüreyre'den çok geliyor; Hazret-i Ebu Bekir ve Ömer az rivayet ediyor?Elcevab: Nasılki insan, bir ilâca muhtaç olsa, bir tabibe gider; hendese için mühendise gider, mühendisten nakleder; mes'ele-i şer'iyye, müftüden haber alınır ve hâkezâ.. Öyle de, sahabe içinde, ehadis-i Nebeviyeyi, gelecek asırlara ders vermek için, ulemâ-i sahabeden bir kısım, ona mânen muvazzaf idiler. Bütün kuvvetleriyle ona çalışıyorlardı. Evet Hazret-i Ebu Hüreyre, bütün hayatını, hadisin hıfzına vermiş; Hazret-i Ömer, siyaset âlemiyle ve hilafet-i kübra ile meşgul imiş. Onun için, ehâdisi, ümmete ders vermek için, Ebu Hüreyre ve Enes ve Câbir gibi zatlara itimad edip; ondan, rivayeti az ederdi. Hem mâdem sıddık, saduk, sâdık ve musaddak bir sahabenin meşhur bir namdarı, bir tarik ile bir hâdiseyi haber verse; yeter denilir, başkasının nakline ihtiyaç da kalmaz. Onun için bâzı mühim hâdiseler, iki-üç tarik ile geliyor. M.) RİVAYET-İ SÂDIKA Senet ve delillerle sâbit, şüphesiz, doğru rivâyet. RİVAYETKERDE f. Söylenilen. Rivayet edilen. Rİ'Y Hey'et. * Güzel halet, iyi hal. * Güzel elbise. RİYA Özü sözü bir olmamak. İnandığı gibi hareket etmeyiş. İki yüzlülük etmek. Gösteriş için yapılan hareket. (Bak: İhlâs) RİYAD Ot aramak. RİYAH (Rih. C.) Rüzgârlar, yeller. * Letaif ve in'amlar. * Mc: Galebe, kuvvet, rahmet, devlet. * Mazarrat. RİYAKÂR Riya eden. Adam kandırmak için yalan söyleyen. Sahte iş yapan. İki yüzlü. RİYAKÂRÂNE f. İkiyüzlülükle. Riyakârlıkla. RİYASET Reislik. Bir işi idarede başta bulunmak. Başkanlık. RİYASETPENAH f. Başkanlık makamında bulunan. Başkanlık eden, başkan olan. Reislik yapan. RİYAZ (Ravza. C.) Bahçeler. Ağaçlık, çimenlik yerler. Yeşil bahçeler. RİYAZAT (Riyazet. C.) Nefsi terbiye maksadıyla az gıda ile geçinmek, nefsini hevesattan men' ile faydalı fikir ve işle meşgul olmak. RİYAZET Nefsi kırma. Fani şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak. * Bir hastalıktan dolayı veya nefsini terbiye maksadıyla çok yemek ve içmeyi terkederek faydalı fikirlerle, ibadet ve ilimle meşgul olmak. Az gıda ile yaşamak. * İdman. RİYAZET-İ BEDENİYE Cimnastik. Bedenî riyazet. RİYAZ-I CENNET Cennet bahçeleri. RİYAZİ Hesap ve hendeseye dair. Matematiğe dair. RİYAZİYAT Matematik ilmi, hesap-hendese ilmi. Aritmetik-geometri. RİYAZİYAT-I ÂLİYE Yüksek matematik. RİYAZİYE Hesap ilmi. Matematik bilgisi. Hesapla alâkalı. * Bir yazı çeşidi. RİYAZİYYUN (Riyazî. C.) Matematik âlimleri. Rİ'YE (C.: Riin) Sihir. RİYEB (Ribet. C.) Şüpheye düşmeler. RİZ f. Döken, saçan, akıtan. RİZAM Kabile, kavim, topluluk. RİZAM Serkeş adam veya at. RİZAN f. Akan, dökülen. RİZE f. Döküntü, kırıntı. Ufak parça. RİZE RİZE f. Parça parça, ufak ufak. RİZEÇİN f. Kırıntı ve döküntü toplayan. RİZEHÂR f. Kırıntı ve döküntü yiyen. RİZEHOR f. Kırıntı, döküntü yiyen. RİZİŞ f. Akış, dökülüş. RİZME Esvap koyulan bohça. RİZNE Su toplanacak yer. RİZZ Gizli ses. ROBOT Fr. Elektrikle veya mekanik yollarla hareket ettirilerek çeşitli işler yaptırılabilen otomatik cihaz. ROL Fr. Oyun. Sahnede gösterilen oyun hareketlerinden her bir oyuncuya düşen kısım. ROMAN Hayalî veya hakiki, kitap halinde yazılmış büyük hikâye. * Eski Roma devletinin diline de Roman denirdi.(Edebsizlenmiş edeb, "müsekkin hem münevvim" hakiki fayda vermez. Tek bir ilâcı bulmuş o da romanları imiş.Kitab gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez...Hem tiyatro gibi tenasuhvari, mâzi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanları ile hiç de utanmaz. Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş. Hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış. Dünyaya bir alüfte fistanını giydirmiş. Hüsn-i mücerred tanımaz... Lemaat) ROMAN-VÂRİ f. Roman gibi hayalî olabilen. Hakikatla alâkası olmayan veya az olan. ROMÖRK Fr. Denizde veya karada başka bir vasıta tarafından çekilen motorsuz taşıt. ROTA Vapur ve gemilerde istikamet yolu. Geminin seyir yolu. ROVELVER Fr. (Aslı: Revolver-Lüverver) Tabanca. Küçük silâh. Toplu tabanca. Altı patlar denilen, altı mermi alan tabanca. RÖNTGEN Röntgen adında bir Alman âliminin 1896' da keşfettiği ışıklar. Bunlar gözle görülmediği halde fotoğraf camına tesir eder, vücuddan, tahta, kâğıt gibi maddelerden bu ışık geçebilir. Bazı hastalıkların teşhis ve tedavisinde de kullanılır. * Vücuddaki iç uzuvların filmini çekmek. RÖPORTAJ Fr. Bir gazete muharririnin gördüklerini anlatan yazısı. RU f. Olan, biten manalarında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hod-ru: Kendiliğinden. RU' Kalb, fuad. Kalbde korku ârız olacak yer. * Zihin ve akıl. RU (RUY) f. Yüz, cihet. Sebep. Çehre. RUAF Burun kanaması. RUAM Burun suyu, sümük. * Sakağı (mankafa) hastalığı. RUAMA Çekirge çokluğu. RUAT (Râî. C.) Çobanlar. RUB f. Süpürge. * Süpürme. RU'B Korku, havf. Korkudan dolayı iş ve hareketten kesilmek. Korkutmak. * Kesmek. * Sihir, büyü, efsun. RU'B Sütün yoğurt olması. RUB' Dörtte bir. Bir şeyin dört kısmından bir kısmı. RUBA (Bak: Rüba) RUBAH (Rubeh) f. Tilki. * Mc: Kurnaz, hilekâr. RUBAÎ (Bak: Rübaî) RUBAÎ-İ MEZİD Kendisine harf ilâve edilmiş olan aslı dört harfli mastar. RUBB Meyva suyu. RUBBAN Kaptan. RUBBE Gr: Harf-i cerdir, nekre ile beraber olur. Çokluk veya azlığa işaret eder. "Öylesi var ki" mânâsındadır. RUBBEMA (Rubbe-mâ) Bâzan, bâzı kere. RUBEHANE f. Kurnazca, tilkicesine. RUBEHÎ f. Kurnazlık. Tilkilik. RUBERAH f. Gitmeğe hazır, yüzü yola doğru. RUBERU f. Yüzyüze. RUBH Deve yavrusu. * Bir kuşun adı. * İç yağı. RUB'-I DAİRE Dairenin dörtte biri. RUB'-İ MESKÛN Dünyanın kara olan dörtte bir kısmı. RUBU' (Rub'. C.) Dörtte birler. * Metrenin kabulünden evvel ipekli, yünlü, basma ve emsali kumaş, bez ve sairenin ölçülmesinde kullanılan çarşı arşınının kesirlerinden birinin adıdır. RU'BUB Zayıf, korkak kişi. RUBUBİYET Cenab-ı Hakk'ın her zaman her yerde her mahluka, muhtaç olduğu şeyleri vermesi, terbiye ve tedbir etmesi ve mâlikiyyeti ve besleyiciliği keyfiyyeti. * Artırmak. Ziyade kılmak.(Ey gözleri sağlam ve kalbleri kör olmayan insanlar, bakınız! İnsan âleminde iki daire ve iki levha vardır. Birinci daire: Rububiyyet dairesidir. İkinci daire: Ubudiyyet dairesidir. Birinci levha, hüsn-ü san'attır. İkinci levha ise tefekkür ve istihsandır. Bu iki daire ile iki levha arasındaki münasebete bakınız ki, ubudiyet dâiresi bütün kuvvetiyle rububiyyet dairesi hesabına çalışıyor. Tefekkür, teşekkür, istihsan levhası da bütün işaretleri ile hüsn-ü san'at ve nimet levhasına bakıyor. Bu hakikatı gözün ile gördükten sonra rububiyet ve ubudiyyet dairelerinin reisleri arasında en büyük bir münasebetin bulunmamasına aklınca imkân var mıdır? Ve Sâniin makasıdına kemal-i ihlas ile hizmet eden ubudiyet reisinin Sâni' ile azîm bir münasebatı ve kavi bir intisabı ve o intisab ile her iki daire reisleri arasında bir muârefe ve mükâleme ve alış verişin olmamasına ihtimal var mıdır? Öyle ise, bilbedahe tahakkuk etti ki; Ubudiyyet Reisi, Rububiyyetin hâss mahbub ve makbulüdür. M.N.) RUBUBİYYET-İ MUTLAKA Herşeyi kaplayan ve idaresi altına almış olan Allah'ın rububiyeti.(Evet bütün kâinatta hususan zihayatlarda ve bilhassa terbiye ve iaşelerinde her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette beraber ve birbiri içinde hakimâne, rahimâne bir dest-i gaybi tarafından olan bir tasarruf-u âmm elbette bir Rububiyyet-i mutlakanın tereşşuhudur ve ziyasıdır ve tahakkukuna bir bürhan-ı kat'îdir. Madem bir Rububiyyet-imutlaka vardır; elbette şirk ve iştirâki kabul etmez. Çünkü, o Rububiyyetin kendi cemâlini izhar ve kemâlâtını ilân ve kıymetli san'atlarını teşhir ve gizli hünerleri göstermek gibi en mühim maksad ve gayeleri cüz'iyyatta ve zihayatta temerküz ve içtimâ' ettiğinden en cüz'i bir şeye ve en küçük bir zihayata kendi başı ile müdahale eden bir şirk, o gayeleri bozar ve o maksatları harab eder. Ve zişuurun yüzlerini o gayelerden ve o gâyeleri irade edenden çevirip esbaba saldığından ve bu vaziyet Rububiyyetin mahiyetine bütün bütün muhâlif ve adavet olduğundan elbette böyle bir Rububiyyet-i mutlaka hiçbir cihetle şirke müsaade etmez. ş.) RUBUZ Koyun, sığır, at, katır ve köpeğin ayaklarını büküp yatması. (Yattıkları yere "merbaz" derler) RUBZ Her nesnenin ortası. * Bazısı bazısının üzerine sağılmış süt. RUD Yavaş yürümek. RUD f. Irmak, çay. * Saz teli, saz kirişi. * Kemençe. RUDA' Hastalığın insana yine dönmesi. * Gövde ve beden ağrısının her birisi. RUDAA' (Radi. C.) Süt emen çocuklar. * Süt kardeşler. RUDAB Ağızdan akan su. RUD-AVERD f. Nehir sularının akarlarken etraftan sürükleyip getirdikleri ağaç, dal gibi şeyler. RUDBAR f. Irmak kenarı. * Büyük ırmak. RUDDA' (Râdı. C.) Süt emenler. RUDE (C.: Rudegân) f. Bağırsak. RUDHA Perde, setre. RUDSAZ f. Çalgıcı. RUFSE Su nöbeti. RUFUD (Rifd. C.) Bahşişler. RUGA' Sada, ses. * Deve, sırtlan ve deve kuşunun bağırması. RUGBA' Rağbet etmek, istemek, arzulamak. RUGERDAN f. Yüz döndüren, yüz çeviren. RUGL Bir acı ot. * Sünnetsizlik. * Bol olmak, bolluk. RUH f. Yanak, yüz, çehre. * Arabçada: Efsânevi bir kuş. (Bak: Ruhsâr)RUH : Can, nefes, canlılık. * Öz, hülâsa, en mühim nokta. * His. * Kur'an. * İsa (A.S.). * Cebrail (A.S.). * Korkmak. (Bak: Vicdan)(Ruh, bir kanun-u zivücud-u haricîdir. Bir namus-u zişuurdur. Sabit ve dâim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş, kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i lâtifeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcud ruh, mâkul kanunun kardeşidir. İkisi hem dâimî, hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şâyet, nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücud-u haricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, şuuru başından indirse yine lâyemut bir kanun olurdu. H.)(Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibariyle ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavânine dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki: Eğer o kanun-u emrî, vücud-u haricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun dâima bakidir. Dâima müstemir, sabittir. Hiçbir tegayyürat ve inkılâbat, o kanunların vahdetine te'sir etmez, bozmaz. Meselâ: Bir incir ağacı ölse, dağılsa; onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmeyerek baki kalır. İşte madem en âdi ve zaif emrî kanunlar dahi böyle beka ile devam ile alâkadardır. Elbette ruh-u insanî, değil yalnız beka ile, belki ebed-ül âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir. Çünki: Ruh dahi Kur'an'ın nassı ile: $ ferman-ı celili ile âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zişuur ve bir namus-u zihayattır ki: Kudret-i Ezeliyye, ona vücud-u haricî giydirmiş. Demek, nasılki sıfat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavânin, dâima veya ağleben baki kalıyor. Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekaya mazhar olmak daha ziyade kat'idir, lâyıktır. Çünki: Zivücuddur, hakikat-ı hariciye sahibidir. Hem onlardan daha kavidir, daha ulvidir. Çünki: Zişuurdur. Hem onlardan daha daimîdir, daha kıymetdardır. Çünki: Zihayattır. S.) RUHA Ferahlık. * Yumuşak rüzgâr. RUHAM Mermer. RUHAMA (Rahim. C.) Rahim olanlar. RUHAM-I HÂM İşlenmemiş mermer. RUHAMÎ Mermerden yapılmış. Mermerle ilgili. RUHANÎ Cisim olmayıp gözle görülmeyen cin ve melâike gibi bir mahluk. Ruha ait. Ruhtan meydana gelmiş, melek. * Madde ile alâkalı olmayan, mânevi, ruh âlemine mensub olan. RUHANİYYAT Madde âleminden başka olan ruh âlemleri, ruhaniler. (Bak: Cinn, Melek)(Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semavat; burçları ile, yıldızları ile; zişuur, zihayat, ziruhlarla doludur. Nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimattan, esirden ve hattâ elektrikten ve sâir seyyâlât-ı lâtifeden halk olunan o zihayat ve o ziruhlara ve o zişuurlara şeriat-ı garra-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, "Melâike ve cânn ve ruhaniyattır" der, tesmiye eder. Melâikenin ise, ecsamın muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre yağmura müekkel olan melek, şemse müekkel meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhaniyat dahi, onların da pek çok ecnas-ı muhtelifeleri vardır. S.) RUHANİYYET Yalnız ruhtan ibaret olan şeyin hali. Ölmüş bir kimsenin devam etmekte olan ruhi kuvveti. * Ruhanilik. RUHANİYYUN (Ruhanî. C.) Ruh âlemine mensub olanlar. Âlem-i gayba nüfuz eden çok nuraniyet kazanmış zâtlar. RUHAS (Ruhsat. C.) İzinler, ruhsatlar, müsaadeler. RUHASA' Sıtma teri. RUHB Genişlik, vüs'at. RUH-BAHŞ f. Ruh veren, ruh bahşeden. RUHBAN Korkmak, çekinmek, yılmak. * Rahib, Hristiyan din adamı. (Bak: Rehbaniyyet)(Hâsıl-ı kelâm; biz Kur'an şâkirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi' oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi, ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbalde elbette, bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek. Hutbe-i Şâmiye) RUHBANİYET (Bak: Rehb, Rehbaniyet) RUHDA' Sıtma. RUH-EFZA f. Cana can katan. Canlılık veren. (Ruhfeza da denir) RUHÎ Ruha ait, ruhla ilgili. Ruhça. RUHİYAT Ruh ilmi, psikoloji. RUHLET Göçüp giden kimseler. RUHPERVER f. Ruha ferahlık ve kuvvet veren. RUHS Ucuzluk. * Hafif pahalı olmak. RUHSAR (RUH) Yanak. Çehre. Yüz. RUHSAT (C.: Ruhas-Ruhsat) İzin, müsaade. * Genişlik. * Kolaylık. * Fık: Kulların özürlerine mebni, kendilerine bir suhulet ve müsaade olmak üzere, ikinci derecede meşru' kılınan şeydir. Sefer halinde Ramazan-ı Şerif orucunun tutulmaması gibi. Vuku' bulan ikraha mebni, birisinin malını itlaf etmek de bu kabildendir ki, bu halde bu itlaf hakkında bir ruhsat-ı şer'iyye bulunmuş olur. Bir hâdisede, azîmet ile ruhsat içtima' edince, azîmet tarikını iltizam etmek, bir takva nişanesi sayılır. (Bak: Azîmet) RUHSÂT (Ruhsat. C.) Ruhsatlar, müsaadeler, izinler. RUHSATİYYE San'at veya ticaret için verilen izin kâğıdı. RUHSATNAME f. İzin kağıdı. RUHSATYÂB f. İzin ve müsaade alma. RUH-U REVAN Ruhun zuhuru. Ruhun ferahlığı. Ruhun akışı. RUHUD Etli, besili, şişman, semiz. (Müe: Ruhude) RUHUL Binmek için kullanılan deve. RUHULLAH Allah'ın emriyle meydana gelen. * İsa Aleyhisselâm'ın bir lakabı. RUHUM Esirgemek, korumak, rahmet. RUH-ÜL EMİN (RUH-ÜL KUDÜS) Cebrail Aleyhisselâm'ın iki ayrı ismi. Emin ve mukaddes ruh. * Allah'ın ism-i azamı. * İncil. * Kur'an. RUHVE (Bak: Rihve) RUK'A (C.: Rıka'-Ruka') Kısa mektub. * Üzerine yazı yazılan kâğıt veya deri parçası. * Dilekçe. * Yama. RUKABA' (Rakib. C.) Bekçiler. RUKAD Uyku, nevm. Uyuma. RUKAK Yufka ekmeği. RUKBA Muntazır olmak, beklemek. * Bir kimseye, "Ben senden evvel ölürsem bu elbiseler senin olsun, eğer sen evvel ölürsen yine benim olsun" demek. RUKDE Uyuma. * Berzah âlemi. (Bak: Rukud) RUKK (C.: Rikâk) Yer, arz. RUKTA Siyah bir maddenin üzerinde yer yer beyaz beneklerin olması. RUKUD Uyuma, nevm. RUKUM (Rakam. C.) Rakamlar. RUKYE (C.: Rukâ) Duâ, efsun. RUM Anadolu. * Osmanlı Devleti ve Arabistan hârici yerler. * Romalı. RUM SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 30. suresidir. Mekkîdir. RU-MAL f. Yer süren. RUMELİ Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa Kıt'asındaki kısmı. RUMH (C.: Rimah-Ermâh) Süngü. Mızrak. Saban kolu. Mc: Fakirlik. RUMİ Rumelinden olan, Anadolulu olan. * Rum. Türkiye'de yaşayan Yunanlı. RUMMAN Nar. (Bir meyva adı) RUMUS (Rems. C.) Mezarlar, kabirler. RUMUZ (Remz. C.) İşaretler, remizler, ince nükteler, mânası gizli olan işaretler. RUMUZÂT (Rumuz. C.) Remizler, işaretler. RU-NÜMA f. Yüz gösteren, meydana çıkan. * Yüz görümlüğü. RU-NÜMUN f. Meydana çıkan, yüz gösterici. RU-PUŞ f. Yüz örtüsü, peçe. * Yüz örten. RUSDE (C.: Risâd) Ziynet, süs. RUSG Bilek. RUSG-ÜL KADEM Ayak bileği. RU-SİYAH f. Kara yüzlü. Ayıbı olan. RUSPİ Fâhişe, (:::). RUSTA f. Köy, karye. RUSTAÎ f. Köylü. RUSTAK (C.: Resâtik) Köy, karye. Çiftlik. RUSTAKÎ Köylü. RUŞEN f. Parlak, aydın. Belli, âşikâr. RUŞENBEYAN f. Fasih konuşan. Açık ifadeli. RUŞENDİL Kalbi nurlanmış. Kâmil ve çok temiz dindar. RUŞENGİR Cilâcı, parlatıcı. RUŞENÎ f. Açıklık, aydınlık. * Belli olma. RUŞENZAMİR Hakikatları bilen. Kalbi, gönlü hakikatlara vakıf olan. RU-ŞİNAS f. Bilen, tanıyan. RU-ŞİNASÎ f. Aşinâlık, tanırlık. RUTAB Hurma. RUTB Yaş ot. RUTEBÎ Rütbelere ait. RUTUBE (C.: Rutebât-Ruteb) Olmuş yaş hurma. RUTUBET Yaşlık, nem, ıslaklık. * Havadaki veya yapı içindeki nem. RUUD (Ra'd. C.) Gök gürültüleri. RUUNET İnsana ağır gelecek hâllerde bulunma. * Sünepelik, bönlük. RUVAL Salya. RUVAT (Râvi. C.) Hikâye edenler. Rivayet edenler. RUY f. Tunç. RUY (Bak: Ru) RUYA f. Yerden biten (bitki). RUY-İ DERYA Denizin yüzü. RUY-İ HUB Güzel yüz. RUY-İ ZEMİN Yeryüzü. RUY-İ ZİŞT Çirkin yüz. RUYİN f. Tunç. * Tunçtan. RUYİN-TEN f. Güçlü kuvvetli, tunç vücutlu. RUY-VER f. Tunçtan. RUZ f. Gün, 24 saatlik müddet. * Gündüz. RU'Z (C.: Erâz) Okun, demirini sokacak yeri. RUZ U ŞEB Gece ve gündüz. RUZAA' (Razi. C.) Süt emen çocuklar. * Süt kardeşler. RUZAN (Ruz. C.) Günler. Gündüzler. RUZANE f. Gündelik. Yevmiye. RUZBAN f. Kapıcı. RUZBERUZ f. Günden güne. RUZE f. Oruç. RUZEDÂR f. Oruçlu. RUZ-EFZUN f. Uzun ömürlü. RUZEGÜŞA f. Oruç bozan, oruç açan, iftar eden. RUZEHAR f. Oruç yiyen. Oruçsuz. RU-ZERD f. Sararmış, sarı yüzlü. RUZÎ f. Azık, rızık. Nasib, kısmet. * Gündüzle alâkalı. Gündüze âit. RUZ-İ CEZA Kıyamet günü. * Haşir günü. RUZ-İ HAŞİR (Ruz-i hesab) Kıyamet günü. * Âhiretteki toplanma günü. Haşir günü. Dirilip toplanıp hesap görülecek gün. (Bak: Yevm) RUZÎHÂR f. Rızık yiyici. Canlı, mahlûk. RUZİNE f. Gündelikçi. RUZİRESAN f. Rızık yetiştiren, rızık ulaştıran, Allah (C.C.) RUZMERRE f. Her günkü. Her günlük. RUZNAME Vakit cetveli, takvim. * Günlük gazete, günlük hâdiselerin yazıldığı kâğıt. * Bir meclis veya hey'etin müzakerat proğramı. * Hergünkü gelir ve giderin kaydedilip yazıldığı defter. RÜAVİ Köy yakınında ve halk yöresinde güdülen deve. RÜBA (C.: Ravâbi) Tepe, yüksek yer. RÜBA f. Kapan, çalan, alan (mânâsına birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Dil-rüba $ : Gönül kapan, gönül alan. İz'an-rüba $ : Aklı alan, hayret veren. RÜBAÎ Dörtlük olan. Dörtle ilgili. * Edb: Dört mısralık belli vezinlerle yazılmış manzume. Aynı esasta 24 şekilli vezinle yazılan 4 mısralık şiir. * Gr: Mastarını meydana getiren dört harften hepsi de aslî olan kelimeler. RÜBB (C.: Rubub) En aşağı derece ile pişmiş ve üçte birinden azı gitmiş olan sıkılmış üzüm. RÜBBA (C.: Ribâb) Yakında doğurmuş koyun. RÜBBAH Erkek maymun. RÜBBEMA (Bak: Rubemâ) RÜBD Kılıcın cevheri ve rengi. RÜBDE Siyaha yakın boz renk. RÜ'BE (C.: Rüâb) Ağaç parçası. RÜBUBİYET (Bak: Rububiyet) RÜBUD Dâim. * Yüreğin oynaması. * Durdurmak. * Hapsetmek. RÜBUDE f. Kapılmış, kapılan. RÜBYE (C.: Rubâ) Arz haşeratından bir cins. * Çok, ziyâde. RÜC'A Rücu' mânâsına mastar. RÜCBE Canavar avlamak için yapılan yer. (İçine iple et bağlarlar ki canavar gelip yapıştığı gibi üzerine düşer.) RÜCEME (C.: Rucâm-Rucum) Büyük taş. RÜCHAN Üstünlük, yükseklik, üstün olma. Fazilet, haslet veya her hangi bir şey cihetiyle diğerinden üstün olmak. RÜCHANİYET Üstün oluş, rüçhanlık, daha mühim olma hali. RÜCU' Geri dönme, vazgeçme, cayma. Sözünden dönme. * Edb: Bir fikri daha kuvvetli anlatmak için söylenilen sözden caymış gibi görünmek. RÜCUM (Recm. C.) Taşa tutmalar, taşlamalar. RÜCUN Mahbus olmak, hapsolunmak. * Bir yere durmak. RÜCZ (RİCZ) Devenin mak'adında olan bir hastalık. * Pis, necis. * Azap. * Put, sanem. RÜDAB Ağızdan akan su, salya. RÜDN (C.: Erdân) Kaftan ve gömlek yeninin koltuktan tarafı. RÜDUM (Redm. C.) Bendler, sedler. RÜESA (Reis. C.) Reisler, reislik yapanlar. Başkanlar. RÜFAÎ Ahmed-i Rüfaî tarikatına mensub. RÜFAT Parçalanmış, dağıtılmış. * Çürümüş. RÜFAZ Müteferrik. dağılmış, parçalanmış. RÜFEKA (Refik. C.) Arkadaşlar. RÜFKA (C.: Rifâk) Yoldaş olan, aynı fikirde olan cemaat. RÜFT Bir küçük canavar. ("İnâk-ul arz" da derler) RÜFT f. Süpürme. RÜFUL Sallanmak. * Gururlanmak, tekebbürlenmek. RÜHA Urfa şehri. RÜHAVÎ f. Urfa'lı. RÜHŞUŞ Sütlü deve. RÜHUN (Rehin. C.) Rehinler. RÜHUS Çok yiyen obur, ekvel. RÜKAM Yığın. Birbiri üzerine kat kat yığılmış olan. RÜKBAN (Râkib. C.) Biniciler, binenler, binmişler. RÜKBE (C.: Rükeb-Rükebât) Diz. Dizkapağı. RÜKEB (Rükbe. C.) Dizler, dizkapakları. RÜKKAB (Râkib. C.) Biniciler, ata binenler. RÜKN Direk. Esas. * Kuvvet. * Bir şeyin en fazla sağlam olan tarafı veya köşesi veya temeli. * Bir cemaatin ileri gelenlerinden olan. * Nüfuzlu, kuvvetli ve ehemmiyetli kimse. RÜKN-Ü DÂHİLÎ İçteki esas unsur. Namazın içindeki farz ve şart olan esas. RÜKÛ' Huzur-u İlâhîde eğilmek. Namazda elleri dize dayamak suretiyle yere doğru eğilirken baş ile sırtı düz hale getirmek. RÜKUB Binme. * Bir vasıtaya binme. RÜKUD Durgunluk. Durgun olma. RÜKUDET Durgunluk, durulma. RÜKUD-İ HEVA Havanın durgun olması. RÜKUN Bir şeye samimi olarak meyletme. Can ve gönülden meyil. RÜKUNET Ağırbaşlılık. Vakar ve temkin sâhibi olma. RÜKUZ Seğirtmek, koşmak. RÜKÜB (Rikâb. C.) Üzengiler. RÜKÜN (Bak: Rükn) RÜMAM Kuru ot. RÜMH (C.: Rimâh) Mızrak, kargı, süngü. * Mc: Yoksulluk, fakirlik. RÜMİS Sözüne güvenilmeyen kimse. Verdiği söze itimad edilmeyen kişi. RÜMLE (C.: Ermal-Rumul) Siyah hat. RÜMMAN Nar denilen yemiş. RÜMMANE Kapan taşı. * Kırkbayır. RÜMME (C.: Rumem-Rumam) Eskimiş urgan parçası. RÜMUK Durmak. * İkamet etmek, oturmak, mukim olmak. RÜMYE Ağaçtan nakşolmuş bir suret. RÜS' Göz kapağında olan hastalık. RÜSELA (Resül. C.) Resüller, peygamberler. RÜSG (C.: Ersâg) Bilek. * Hayvanların tırnağıyla baldırı arasında olan incecik yer. RÜSTA-HİZ f. Mahşer, kıyamet. RÜSTAÎ (Rüstâyi) f. Köyle ilgili. * Köylü. RÜSTAK (C.: Resâtik) Büyük köy. RÜSTE f. "Çıkmış, bitmiş, yetişmiş" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nev-rüste $ : Yeni yetişmiş bitki. RÜSTEM f. Şark edebiyatında kuvvet ve cesaretin timsali olarak bilinen ve Zaloğlu Rüstem diye veya "Rüstem-i Sistanî" nâmiyle meşhur İran'lı bir kahramandır. RÜSTÎ f. Üstünlük, muvaffakıyet. * Yiğitlik. * Kuvvet. RÜSUB Kab içinde kalan su. * Suyun dibine batmak. * Tortu, dibe çöken, çöküntü. RÜSUBAT Çöküntüler, tortular. RÜSUH İlim ve fennin derinliğine vukufiyet. Sağlamlık. Devamlılık. Yerinde, sağlam, sâbit ve devamlı olmak. * Meharet, meleke. RÜSUHİYET Rüsuhluluk, rüsuhlu oluş. RÜSUM Resimler, şekiller. Âdetler. Vergiler, gümrükler, gümrük vergisi. * Merasim, usûl. RÜSUMAT (Rüsüm. C.) Gümrük idâresi. RÜSÜL (Resül. C.) Peygamberler, resüller. Bir kitapla gelen nebiler. RÜSVA (Rüsvay) f. Rezil, kepaze, maskara, ayıpları meydana çıkarılmış. RÜSVA-YI ÂLEM En aşağılık ve âdi adam. RÜSVAYÎ f. Rezillik, itibarsızlık, haysiyetsizlik. RÜSVE Muhkem ve sağlam olmak. * Sâbit olmak. RÜŞA (Rişvet. C.) Rüşvetler. RÜŞD Doğru yol bulup bağlanmak. Hak yolunda salabet, metanet ve kemal-i isabetle dosdoğru gitmek. * Hayra isabet etmek. * Büluğa ermek. * İstikamette olmak. Dinine ve malına zarar gelecek şeyi bilmek, doğru düşünmek. * Kişinin akıl ve idraki kavi ve tedbiri metin olmak. (Bak: İrşâd) RÜŞD Ü İRŞAD Rüşd ve irşad. Doğru yola sevketmenin mükemmeliyeti. İslâmiyeti en mükemmel şekilde öğretmek. RÜŞDÎ Rüşdle ilgili. Olgunluğa dair. RÜŞDİYE Eskiden orta tahsil derecesindeki mektep. * Rüşde dair. RÜŞEDA (Reşid. C.) Reşid olanlar. Rüşd, olgunluk sâhibleri. RÜŞEYM Rahimde yavrunun bütün azalarının teşekkül etmiş şekli. (Harekete başlayan rüşeyme, cenin denir) RÜŞVET Kanunen bir iş gördürmek gayesi ile vazifeli olan kimseye, gayr-i meşru olarak verilen para vesâir menfaat ve fayda. RÜTBE Basamak, derece. * Memuriyet derecesi. * Sıra. Mertebe, menzile. * Efkârın sonu. * Merdiven ayağı. RÜTBE-İ AKL Aklın derecesi. RÜTBEŞİNAS f. Derece bilir. Rütbe tanır. RÜTEB (Rütbe. C.) Rütbeler, dereceler. RÜTEBÎ Rütbeye dair ve rütbelere mensub. RÜTEB-İ ASKERİYE Askerlik rütbeleri. RÜTTE Pelteklik, kekemelik. RÜTTE' Otlayan hayvan. RÜTUB Sâbit olmak, kaim olmak, devamlılık, süreklilik. RÜUS (Re's. C.) Re'sler. Başlar. Kafalar. RÜÜD Genç kadın. Kız. RÜVAL Salya, ağız suyu. RÜVEYDE (Rüvide) İnce, hoş, nazik. * Bitmiş, neşvünema bulmuş. RÜVEYHA Zariflik, incelik. RÜYA (Rü'ya) Uykuda görülen misalî âlem. Düş.(Hayalâtlara karşı kapısı açık olan rüyaları tahkikî bir surette mevzubahs etmek, tahkik mesleğine tam uygun gelmediğinden; o cüz'î hâdise-i nevmiye münasebetiyle, mevtin küçük bir kardeşi olan nevme ait ilmî ve düsturî olarak altı nükte-i hakikatı, âyât-ı Kur'aniyenin işaret ettiği vecihte beyan edeceğiz.Birincisi: Sure-i Yusuf'un mühim bir esâsı, rüya-yı Yusufiye olduğu gibi; $ âyeti misillü çok âyetlerle, rüyada ve nevmde perdeli olarak ehemmiyetli hakikatlar var olduğunu gösterir.İkincisi: Kur'an ile tefe'üle ve rüyaya itimada ehl-i hakikat tarafdar değiller. Çünki Kur'an-ı Hakîm, ehl-i küfrü kesretle ve şiddetli bir tarzda vuruyor. Tefe'ülde, kâfire ait şiddeti, tefe'ül eden insana çıktığı vakit, yeis veriyor; kalbi müşevveş ediyor. Hem rüya dahi hayr iken, bâzı aks-i hakikatla göründüğü için şer telâkki edilir, yeise düşürür, kuvve-i mâneviyeyi kırar, su'-i zan verir. Çok rüyalar var ki: Sureti dehşetli, zararlı, mülevves iken; tâbiri ve mânası çok güzel oluyor. Herkes rüyanın suretiyle mânasının hakikatı mâbeynindeki münasebeti bulamadığı için; lüzumsuz telâş eder, me'yus olur, keder eder.Üçüncüsü: Hadis-i sahih ile nübüvvetin kırk cüz'ünden bir cüz'ü nevmde rüya-yı sâdıka suretinde tezahür etmiş. Demek rüya-yı sâdıka hem haktır, hem nübüvvetin vezaifine taalluku var. Şu üçüncü mes'ele, gayet mühim ve uzun ve nübüvvetle alâkadar ve derin olduğundan, başka vakte tâlik ediyoruz; şimdilik o kapıyı açmıyoruz.Dördüncüsü: Rüya üç nevidir: İkisi, tabir-i Kur'an'la $ da dahildir; tabire değmiyor. Mânası varsa da ehemmiyeti yok. Ya mizacın inhirafından kuvve-i hayaliye şahsın hastalığına göre bir terkibat, tasvirat yapıyor; yahut gündüz veya daha evvel, hattâ bir-iki sene evvel aynı vakitte başına gelen müheyyic hâdisatı, hayal tahattur eder; ta'dil ve tasvir eder, başka bir şekil verir. İşte bu iki kısım $ dır, tabire değmiyor. Üçüncü kısım ki, rüya-yı sâdıkadır. O, doğrudan doğruya mâhiyet-i insaniyedeki lâtife-i Rabbaniye âlem-i şehadetle bağlanan ve o âlemde dolaşan duyguların kapanmasıyla ve durmasıyla, âlem-i gayba karşı bir münasebet bulur; bir menfez açar. O menfez ile, vukua gelmeye hazırlanan hâdiselere bakar ve Levh-i Mahfuz'un cilveleri ve mektubat-ı kaderiyenin nümuneleri nevinden birisine rastgelir, bâzı vâkıat-ı hakikiyeyi görür. Ve o vâkıatta, bazan hayal tasarruf eder, suret libasları giydirir. Bu kısmın çok envaı ve tabakatı var. Bazı aynen gördüğü gibi çıkar, bazan bir ince perde altında çıkıyor, bazan kalınca bir perde ile sarılıyor.Hadis-i Şerifte gelmiş ki: Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bidayet-i vahiyde gördüğü rüyalar; subhun inkişafı gibi zâhir, açık, doğru çıkıyordu.Beşincisi: Rüya-yı sâdıka, hiss-i kablelvukuun fazla inkişafıdır. Hiss-i kablelvuku ise, herkeste cüz'î-küllî vardır. Hattâ hayvanlarda dahi vardır.Altıncısı ve en mühimmi: Rüya-yı sâdıka benim için hakkalyakîn derecesine gelmiş ve pek çok tecrübatımla, kader-i İlâhînin her şeye muhit olduğuna bir hüccet-i katı' hükmüne geçmiştir. Evet bu rüyalar, benim için hususan bir birkaç sene zarfında o dereceye gelmiştir ki; meselâ: Yarın başıma gelecek en küçük hâdisat ve en ehemmiyetsiz muamelât ve hattâ en âdi muhaverat yazılı olduğunu ve daha gelmeden muayyen olduğunu ve gecede onları görmekle, dilim ile değil, gözüm ile okuduğum bana kat'i olmuştur. Bir değil, yüz değil, belki bin def'a; gecede, hiç düşünmediğim halde gördüğüm bazı adamlar veyahut söylediğim mes'eleler, o gecenin gündüzünde, az bir tabir ile aynen çıkıyor. Demek en cüz'î hâdisat vukua gelmeden evvel hem mukayyeddir, hem yazılmıştır. Demek tesadüf yok, hâdisat başıboş gelmiyor, intizamsız değillerdir. M.) RÜYA-YI SÂDIKA Makbul ve muteber kimselerin gördükleri ve gördükleri gibi dünyada hakikatları zuhur eden sâdık rüya. RÜ'YET Görmek, bakmak. İdare etmek. Göz ile veya kalb gözü ile görmek. * Akıl ile müşahede derecesinde bilmek, idrak etmek, tefekkür etmek, düşünmek. * Araştırmak. RÜ'YETULLAH Cennet'te mü'minlerin Allah'ı görmeleri.(Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun? Ve nereye sevk olunuyorsun? Dünyanın bin sene mes'udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü'yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelâl'in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Mübtelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbublarda ve bütün mevcudat-ı dünyevîdeki hüsün ve cemal, O'nun cilve-i cemalinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi gölgesi... ve bütün Cennet, bütün letaifiyle bir cilve-i rahmeti... ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizablar ve câzibeler, bir lem'a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezel'in, bir Mahbub-u Lâyezâl'in daire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet'e çağrılıyorsunuz. Öyle ise; kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz. M.) RÜYUB (Reyb. C.) şekler, şüpheler. RÜYUH Zelillik, horluk, hakirlik. * Zayıflık. RÜYUN Galebe etmek, üstün gelmek.RÜZ' : Noksan etmek, eksiltmek, noksanlaştırmak. RÜZAH (RÜZUH) Davarın çok zayıf olması. RÜZAM (RÜZUM) Davarın çok yorulup zayıflaması. RÜZAZ Ufalanmış taş. * Her maddenin ufağı. RÜZDAK (C.: Rezâdik) Köy. RÜZELA (Rezil. C.) Reziller. RÜZGÂR f. Zaman, devir, hengâm, vakit. * Dünya, âlem. * Yel. RÜZZ Pirinç. S Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler SA f. Benzetme edâtı olan "âsâ" nın hafifletilmişidir. Meselâ: Anber-sâ $ : Anber gibi. SA (-Sây) f. Sürücü, süren. SA' Vakitler, saatler, zamanlar. SA' 1040 dirhemlik hububat ölçeği. Kile. SA' Çiy, rutubet, şebnem. * Kur'an-ı Kerim alfabesindeki dördüncü harfin adı. SAAB Zor, güç, çetin. SAADE Yokuş başı. SAÂDET Mes'ud oluş. Talihi iyi olmak. Mutluluk. Said olmak. Allah'ın rızasına ermiş olmak. Her istediğine kavuşmuş olmak. SAÂDET-ÂVER Saâdet verici. SAÂDET-BAHŞ f. Saâdet veren, sevindiren, ferahlandıran. SAÂDET-HAH Saâdet isteyen. Saâdet dileyen. SAÂDET-HANE f. Büyük bir kimsenin evi. SAÂDET-İ DÂREYN İki cihan saadeti, dünya ve âhiret saadeti. SAÂDET-İ EBEDİYE Büyük ve ebedî saâdet. Âhiret saâdeti.(Saâdet-i ebediye iki kısımdır. Birinci ve en birinci kısmı: Allah'ın rızasına, lütfuna, tecellisine, kurbiyetine mazhar olmaktır. İkinci kısmı ise; saâdet-i cismaniyedir. Bunun esasları; mesken, ekl, nikâh olmak üzere üçtür. Ve bu üç esasın derecelerine göre saâdet-i cismaniye tebeddül eder. Ve bu kısım saâdeti ikmal ve itmam eden hulud ve devâmdır. Çünkü saâdet devam etmezse, zıddına inkılab eder.Cennet'te lezzetin devamı mes'elesi ise: Evet, lezzetin hakiki lezzet olması zeval görmeyip devam etmesindendir. Zira elemin zevali lezzet olduğu gibi, lezzetin zevali de elemdir; hatta zevalinin tasavvuru bile elemdir. Evet bütün mecazî âşıkların eninleri, bağırıp çağırmaları, bu kısım elemdendir. Ve bütün divanlarıyla yaptıkları ağlamalar, vaveylâlar hep mahbubların firak ve zevallerinin tasavvurundan neş'et eden elemdendir. Evet pek çok muvakkat lezzetler var ki, zevâlleri daimi elemleri intac ettiği gibi, çok elemlerin zevali de leziz lezzetlere bâis olur. Lezzet ve nimet ise, devam etmek şartiyle lezzet ve nimet sayılabilir. İ.İ.)(...Saâdet-i ebediyyeye muktazi vardır. Ve o saâdeti verecek Fâil-i Zülcelâl de muktedirdir. Hem harab-ı âlem, mevt-i dünya mümkündür. Hem vâki' olacaktır. Yeniden ihya-yı âlem ve haşir mümkündür hem vâki' olacaktır. S.)(Dikkat edilse şu kâinatın umumunda bir nizam-ı ekmel, bir intizam-ı kasdî vardır. Her cihette reşahat-ı ihtiyar ve lemaat-ı kasd görünür. Hattâ her şeyde bir nur-u kasd, her şe'nde bir ziya-yı irade, her harekette bir lem'a-yı ihtiyar, her terkibde bir şule-i hikmet, semeratının şehadetiyle nazar-ı dikkate çarpıyor. İşte eğer saâdet-i ebediyye olmazsa, şu esaslı nizam, bir suret-i zaife-i vâhiyeden ibaret kalır. Yalancı, esassız bir nizam olur. Nizam ve intizamın ruhu olan mâneviyat ve revabıt ve niseb, heba olup gider. Demek nizamı nizam eden, saâdet-i ebediyedir. Öyle ise, nizam-ı âlem saâdet-i ebediyeye işaret ediyor... S.) SAÂDET-İ UZMA Büyük saâdet. Âhiret saâdeti, saâdet-i ebediye. SAÂDET-MEÂB f. Saâdet sâhibi. Saâdet bulan. SAÂDET-MEND f. Bahtiyar, mutlu. Saâdet bulmuş olan. SAÂDET-MENDÎ f. Mutluluk, bahtiyarlık. SAÂDET-RESAN f. Saâdete ulaştıran. Saâdet bulan. SAÂDET-SARAY Saâdetli saray. SAÂDET-SARAY-I EBEDİYYE Ebediyyetin saâdetli sarayı. (Cennet kastediliyor) SAÂDET-SARAY-I İSTİKBAL İstikbalin saâdetli sarayı. SAÂDET-SARAY-I MEDENİYET Hakikî ve İslâmî bir medeniyet vasıtasıyla olan bir hayat saâdeti. SAAK Bir şiddet sebebi ile helâk olmak, ölmek, bayılmak. * Aklın gitmesi. SAAL Dikkat. SAALİB (Sa'leb.C.) Tilkiler. SAALİK Dilenciler. * Serseriler. * Kalenderler. * Dervişler. SAAN Suya yakın yerde develerin yattığı yer. SAAT Saatler. Vakitler. SAAT Bir günün yirmi dörtte biri, saat. Zaman, vakit. Muayyen, belli bir vakit. Altmış dakikalık zaman. * Kıyâmet. SAAT-İ İCABE Duaların kabul olduğu ve insanlarca gizli ve gaybî olan, Cuma gününde bir vakit. SAAT-İ MUHTAR Uğurlu vakit. SAB Bir acı otun suyu. SAB' Parmakla işaret etmek. SA'B(E) (C.: Sıâb) (Suubet. den) Zor, güç, çetin. * Zorlu, güçlü kuvvetli. SABA Hevâ ve nefsine meyletme. Delikanlılık. SABA Gün doğusundan esen hoş ve lâtif rüzgâr. SABA-BERABER f. Sabâ rüzgârı gibi lâtif ve hafif. SABABET Şiddetli sevgi. Âşıklık. SABAE Bir dinden bir dine geçmek. SABAH Gün doğmasına yakın vakitten, öğle vaktine kadar olan zaman. SABAHAT Yüz güzelliği. Güzellik, hüsün ve cemâl. SABAHAT-I SİMA Yüz güzelliği. SABAHGÂH f. Sabah vakti. SABAREFTAR f. (En fazla at için kullanılan bir tâbirdir) Rüzgâr gibi çabuk ve hafif giden. * Hoş ve lâtif yürüyüşlü. SABARET Kefalet. SABAT (C.: Sevâbıt-Sâbâtât) Pazar sokağı, iki duvar arasının örtüsü (altı yol olur.) SABAVET Çocukluk, sabilik. SABAYA (Sabiyye. C.) Büluğ çağına varmamış küçük kızlar. Kız çocukları. SABB Dökmek, akıtmak, boşaltmak. Dökülmek. * Aşık, tutkun. SABBAG Boyayan, boyacı. * Deri altındaki boyalı madde. SABBAR Çok sabırlı, sabur. (Bak: Sabr) SABBARE Soğukluk. SABBUR Katı, şiddetli, şedid. SABEB (C.: Asbâb) Çukur yer, iniş yer. SA'BER Sedir gibi bir ağaç. SABG Boyama. Boyanma. SABGA' Kuyruğunun ucu beyaz olan koyun. SABHİD Bey, emir. SÂBIK(A) Geçmiş. Önceki. * Zamanca veya rütbece ileride olan. * Eskiden işlenmiş suç. SÂBIKA-İ MÜKERRERE Birden fazla suç işleme. SÂBIKAN Bundan önce, evvelce. SÂBIKÎN-I İSLÂM En evvel müslüman olan sahabeler. (Bak: Ashab-ı Suffa, Saff-ı evvel) SÂBIK-UL BEYÂN Yukarıda söylenillmiş, zikri geçmiş. SÂBIKÛN (SÂBIKÎN ) (Sâbık. C.) Sâbıklar. Öncekiler. Geçmişler. SABIRSÛZ f. Sabrı yakan, sabırsızlık veren. SABIR-ŞİKEN f. Sabrı kıran, sabrı bozan. SABİ Henüz süt emen çocuk. * Büluğ çağına gelmemiş olan çocuk. * Üç yaşını tamamlamayan erkek çocuk. SABİ' Yavru sesi. * Fil, hınzır ve fâre sesi. SÂBİ' (Sabi'a) Yedi, yedinci. SÂBİAN Yedinci olarak. SÂBİ'AŞER Onyedinci. SABİB Susam yaprağının suyu. * Kına yaprağının suyu. SÂBİG (Sâbiga) Tam. Tafsilâtlı. Uzun. Bol. SABİH (Sabiha) Güzel, latif, şirin. SÂBİH Yüzen, yüzücü. SABİHA Fecir vakti. SÂBİHA (C.: Sâbihât) Gemi. * Yüzen. SÂBİHÂT Yüzücü olanlar, yüzenler. Gemiler. * Ehl-i imânın ruhları. * Yıldızlar. SABİÎ İtaattan ayrılmakla bâtıla meyleden. * Yıldıza tapan sapkınlar veya yıldıza tapan ehl-i dalâlet kimselerden olanlar. SABİÎN (Sâbiî. C.) (Aslı: Sâbiiyyun) Yıldıza tapanlar. Sapıklardan olanlar. SABİKÎN (Bak: Sâbıkûn) SABİL Gezkere denilen nesne. (Onunla ters, balçık ve gayri ne olursa taşırlar). * Yolcu kimse. SABİR Altın ismi. SABİR (C.: Sıber) Kefil. * Yağmursuz beyaz bulut. SABİR(E) Tahammül eden, sabreden, bekleyen. Zorluğa karşı göğüs geren, hâlinden şikâyet etmeyip acı ve sızıya katlanan. Belâ ve musibete karşı şikâyet etmeyip Allah'a (C.C.) şükreden. SABİRÎ Bir çeşit ince giyim eşyası. * Bir cins hurma. SABİRÎN (SÂBİRÛN) Sabredenler. (Bak: Sabr) SABİT Duran, yerinde durup hareket etmeyen. * Doğruluğu isbat edilmiş olan. SABİTE Yerinde durur gibi olan yıldız. * Yerinde durup hareket etmeyen herhangi bir şey. (Seyyare'nin zıddı) SABİT-KADEM Mizacı oynak olmayıp işine ve sözünde kararlı olan, yerinde direnen. Sözünde duran. SABİYY (C.: Sıbye-Sıbyan) Oğlan. * Meyl ve muhabbet eden kimse. SABİYYE Büluğa ermemiş veya memeden kesilmemiş kız çocuk. SABN Men'etmek, engel olmak. SABR (SABIR) Acıya ve zorluğa katlanmak. * Bir musibet ve belâya uğrayanın telâş ve feryad etmeyip sonunu bekleyip tahammül ile katlanması. * Muharebede şecaat gösterme. * Bir kimseyi bir şeyden alıkoymak. * Öğrendiği bir şeyi başkasının da öğrenmesi için tâkat getirmek.(Cenab-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada bir merdivenin basamakları gibi bir tertib vaz'etmiş. Sabırsız adam teenni ile hareket etmediği için, basamakları; ya atlar düşer veya noksan bırakır; maksud damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebebdir. Sabır ise müşkilâtın anahtarıdır... Cenab-ı Hakk'ın inayet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir. Çünkü sabır üçtür. Biri: Masiyetten kendini çekip sabretmektir, şu sabır takvadır... İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir... Üçüncü sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor. En büyük makam olan ubudiyet-i kâmile cânibine sevkediyor. M.) SABR-I CEMİL Allah'tan gelen bir acıya sabretme. Şükrederek sabır. SABR-I EYYÜB Eyyüb'ün (A.S.) dillere destan olan sabrı. SABSAB Irak, uzak, baid. SABSABA Dövmek. * Ateş etmek. * Kahramanlık göstermek, bahadırlık etmek. * Çok inceltmek. SABUR f. Çok sabır gösteren, çok sabreden. SABURÂNE f. Çok sabır göstermek suretiyle. SABYE (Sabi. C.) Küçük erkek çocukları. Oğlancıklar. SAC Hint vilâyetinde yetişen siyah ve büyük cins bir ağaç. * Geniş, yuvarlak libas. (Araplar giyerler) SACE Hatıl ağacı. * Altın ve gümüş ayarını astıkları ağaç. SA'CEZ Dökmek. SACİ' Seci'li ve kafiyeli söz söyleyen, konuşan. * Kasdedici, kasdeden. SACİD Secde eden, Allah'ın (C.C.) huzurunda başını yere koyarak dua eden. Hâdis meâli: "Bir kulun Rabbine en yakın olduğu an: O'na secde ettiği zamandır." SACİM (C: Secâm) Akıcı, akan, sâil. SACİR Selin gelip su ile doldurduğu yer. SACUR Köpeğin boynuna takılan tasma. SAD Göz hastalığı, göz ağrısı. SAD Kur'an alfabesinin onyedinci harfi olup, ebcedî değeri 90'dır. Noktası olmadığından sâd-ı mühmele adı da verilir. SAD f. Yüz sayısı. SAD Bakır. * Toprağa ağnayan horoz. * Devenin başında olan bir hastalık. SA'D Mihnet, meşakkat, zahmet. SA'D Uğur, uğur getiren şey, iyilik, mübareklik, kuvvetlilik. * Kutlu, uğurlu. SAD' Yarılmak, yarmak. * Kesmek, kat'etmek. * Göstermek. İzhar etmek. * Beyân ve meyl etmek, açıklamak. SA'D BİN EBİ VAKKAS (R. A.) Aşere-i Mübeşşere'den ve ilk İslâm olanların yedincisidir. Peygamberimiz (A.S.M.) ile beraber bütün gazalarda bulundu. Müslüman olduğunda 17 yaşlarında idi. Hz. Ömer zamanında İran'a gönderilen ordunun başkumandanı oldu. Medayin şehrinin fethinde ve Kadsiye meydan muharebesinde muvaffak oldu. Kufe şehrinin kurulmasına vesile oldu. Kufe ve Irak vâliliklerinde bulundu. Vefatı 55 Hicri yılındadır. SAD SURESİ Kur'an-ı Kerim'de 38. Suredir. Dâvud Suresi de denir. Mekkîdir. SADA' Baş ağrısı. ("Suda"' diye de okunur) SADA' Kasd ve teveccüh eyleme. * Bir şeyi âşikâre söylemek. * Mevkiine tevcih ve isabet ettirmek. * Kat'etmek. * İzhar ve beyan etmek. * Yarık ve çatlak. Bir şeyi ikiye yarmak. SADÂ Seda. Ses. Avaz. Savt. * Erkek baykuş. * Bir böcek adı. * Susuzluk. * Yankı. SADAGA Zayıflık. SADAK Okları koymağa mahsus torba veya kutu şeklindeki kılıfın adıdır. Boyuna asılan bu âlete "tirkeş" veya "tirdan" da denilirdi. SADAKA Allah rızâsı için fakirlere verilen mal, para, ilim gibi insanın muhtaç olduğu her hangi bir şey. (Asr-ı Saâdette fukara-i müslimîn için toplanan zekâta dahi bu nâm verilirdi.) (Bak: Belâ)(...Ehl-i keşiften rivayeten bu geçen Ramazanda Ehl-i Sünnet ve Cemaat için bir ferec, bir fütuhat olacağını haber verdikleri halde zuhur etmedi. Böyle ehl-i velâyet ve keşif, neden hilâf-ı vâki haber veriyorlar? Benden sordular. Ben de birden sünuhat kabilinden olarak verdiğim cevabın muhtasarı şudur:Hadis-i Şerifte vârid olmuştur ki: "Bazen belâ nazil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir. " Şu hadisin sırrı gösteriyor ki: Mukadderat, bazı şeraitle vukua gelirken geri kalır. Demek ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadığını, belki bazı şeraitle mukayyed bulunduğunu ve o şeraitin vuku bulmamasiyle o hâdise de vukua gelmiyor. Fakat o hâdise, ecel-i muallak gibi levh-i ezelînin bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-İsbat'ta mukadder olarak yazılmıştır. Gayet nadir olarak Levh-i Ezelî'ye kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor. İşte bu sırra binaen, geçen Ramazan-ı Şerifte ve Kurban Bayramında ve daha başka vakitlerde istihrâca binaen veya keşfiyat nev'inden verilen haberler, muallak oldukları şerâiti bulamadıkları için, vukua gelmemişler ve haber verenleri tekzib etmiyorlar. Çünkü: Mukadder imiş, fakat şartı gelmeden o da vukua gelmemiş. Evet Ramazan-ı Şerifte bid'aların ref'ine Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ekseriyetle hâlis duası bir şart ve bir sebeb-i mühim idi. Maalesef câmilere Ramazan-ı Şerifte bid'alar girdiğinden, duâların kabulüne sed çekip ferec gelmedi. Nasılki sâbık hadisin sırriyle: Sadaka belâyı ref' eder. Ekseriyetin hâlis duası dahi, ferec-i umumîyi cezbeder. Kuvve-i câzibe vücuda gelmediğinden, fütuhat da verilmedi. L.) SADAKA-İ CÂRİYE Hayrı, sevabı dâimî olan sadaka. Sevabı öldükten sonra da devam eden hayırlı ameller. (Kur'an ve iman hizmeti gibi.) SADAKA-İ FITR Ramazan bayramından evvel fıtra olarak verilen sadaka. Zengin (nisaba mâlik) her müslümanın (ihtiyar, genç, çocuk ve hattâ bunak da olsa) fakirlere vermeye mükellef olduğu sadakadır, vâcibdir. Nisaba mâlik olan bir müslüman, hem kendi nefsi için, hem de çocukları, hizmetçisi için sadaka-i fıtır verir. Fıtra: Fıtrat sadakası, yaratılış atiyyesi demektir. Sadaka-i fıtr: Buğday veya buğday unundan 1667 gram veyahut da arpa, kuru üzüm, hurmadan 3334 gram kadar yahut verildiği zamandaki rayice göre bedellerinin muhtaç olanlara verilmesidir. SADAKAT (Sıdk. dan) Dostluk. Bir kimseye Allah (C.C.) için kalbden bağlılık, kalbi ve samimi doğrulukla olan dostluk. * Dostlukta sebat, vefadarlık. SADAKAT (Sadaka. C.) Sadakalar. SADAKATKÂR f. Sâdık, sadakat sahibi. SADAKTE Doğru söyledin, sâdıksın mânasına karşısındakine söylenilen söz. SA'DANE (C.: Sâdân) Develerin yediği dikenli ot. * Devenin göğsü. * Tırnak dibinin siniri. * Terâzi kefesinin iplerinin altındaki düğme. * Kadın memesinin etrafı. SADARE Rücu etmek, geri dönmek. * Doğmak. SADARET Vezirlik, başvezirlik. Osmanlı Devleti zamanında Başvekillik makamına verilen isim. * Öne geçme, başta bulunma. SADARET-PENAH f. Sadrazam bulunan kimse. SADAT (Seyyid. C.) Seyyidler. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın soyundan gelenler ve onun izinden gidenler. Hususen Hazret-i Hasan neslinden gelenlere seyyid; Hazret-i Hüseyin neslinden gelenlere de Şerif denmektedir. SADAT-I KABİLE Kabilenin ileri gelenleri. SADÂ-YI BASİT Sesin, bir defa tekrarı. SADÂ-YI MÜREKKEB Sesin bir çok defalar tekrarı. SADBAR f. Yüz kere. SAD-BERK Yüz yaprak. SADD Yüz çevirmek, men eylemek, bir şeyden birini vazgeçirmek. * Fikir, niyet, kasd. * Yakınlık, civar. * Konuşulan husus. SADD (Sedd. den) Örten, kapıyan, mâni olan engel olan. SADDA' Suyu lezzetli olan örülmüş kuyu. SADE (Seyyid. C.) Seyyidler. SADE f. Basit, karışık olmayan, katıksız. * Saf, gösterişsiz, lüzumsuz bulunmayan. * Tek katlı. * Ancak, yalnız. * Süssüz. * Derin düşünemiyen, saf adam. SADE (Sayd. dan) Mâzi fiilidir. "Avlandı" mânâsındadır. ( dan) "Bağır, ilân et" mânâsına emirdir. Meydan okumak, âciz bırakmak mealinde ve i'caz yoluna işaret eder "sâd" diye okunur. * Sadakat, sıdk gibi mânâlara da gelir. SA'DE (C.: Siad) Yumuşak hurma. SA'DE Dişi eşek. * Süngü ağacı. SADE' Demir pası. SADED Asıl mevzu, maksad, asıl konuşulan şey, fikir. * Niyet, kasıd. Teşebbüs. * Yakınlık, civar. SADED HARİCİ Konuşulan mevzudan dışarı çıkmak. Hududdan dışarı çıkmak. SA'DEDDİN-İ TAFTAZANÎ (Hicr: 722-792) Horasan taraflarında Teftazan'da doğdu. İslâmiyete kıymetli eserleriyle hizmet eden büyük âlimlerdendir. Asıl ismi Ömer oğlu Mes'ud'dur. SADEDİL f. Kalb sâfi, derin mes'elelere aklı ermeyen insan. Temiz kalbli olup, kolayca aldatılabilen kimse. SADEDİLÂNE f. Saflıkla, bönlükle. SADEDİLÎ f. Bönlük, saflık. SADEF Deniz böceklerinin kıymetli kabuğu ve onlardan yapılan şeyler. * Sert, parlak ve şeffafa yakın madde. İnci kabuğu. SADEF (SUDUF) Yüksek büyük dağ. * Her yüksek nesne. * Devenin her dört ayağı. * Bir yöne ğilmek. SADEFÇE f. Küçük sadef. SADEFE (C.: Suduf-Esdâf) İnci kabuğu. * Kulak içi. SADEGÎ f. Sâdelik, süssüzlük, düzlük. SADEGÎ-İ İFADE İfade sadeliği. SADEGÎ-İ LİBAS Giyim sadeliği. SADELEVH Saf, bön. SADEMAT (Sadme. C.) Vuruşlar, patlamalar. * Ansızın başa gelen belâlar. SADERU (C.: Sâderuyân) f. Yüzünde tüy bitmemiş genç delikanlı. SADGUNE f. Çeşitli. Yüz türlü. SADH Horozun ötmesi. SADHA Şarabın iyisi. Kendine nisbet olunan bir yerin adı. SADHEZAR f. Yüzbin. SADHEZARÂN Yüzbinlerce. SA'D-I TAFTAZANÎ (M. 1322-1389) Horasan'da doğmuş büyük bir İlm-i Kelâm âlimidir. En meşhur eseri, "Makasıd" adlı kelâm kitabıdır. (Bak: Sa'deddin-i Taftazanî) SADIH Kavi, sağlam, kuvvetli. SADIHA Teganni eden. SADIK(A) Doğru, hakikatli, sadakatlı, dürüst. SADIKAN f. Sâdıklar, sâdık dostlar. SADIKANE f. Sâdık kimseye yakışır şekilde. Sadakatle.(...Hem o delil-i sâdık ve musaddak madem umum enbiyanın fevkinde binler mu'cizât ve neshedilmeyen bir şeriat ve umum cin ve inse şâmil bir davet sâhibi olduğundan elbette umum enbiyanın reisidir. Öyle ise umum enbiyanın mu'cizatlarının sırrını ve ittifaklarını câmidir. Demek bütün enbiyanın kuvvet-i icmaı ve mu'cizatlarının şehadeti, Onun sıdk ve hakkaniyetine bir nokta-i istinad teşkil eder. M.) SADIKIYYET Sâdık oluş, sâdıklık. SADIK-UL KAVL Doğru sözlü. SADIK-UL KELÂM Doğru söyleyen. Doğru konuşan. Sözü doğru. SADIK-UL VA'D Va'dinde duran, söz verdiği şeyi yerine getiren, ahdine sâdık olan. Cenab-ı Hak. SADIR Sudur eden, çıkan, meydana gelen. SADİ' Sabah vakti. * Koyun ve deve bölüğü. * Yedi günlük oğlan. SA'DÎ (M. 1193-1291) Şiraz'da doğmuş büyük bir İran şâiridir. Gülistan ve Divan'ında bol bol temsilî hikâyeler kullanmıştır. (Bak: Sa'di-i Şirazî) * Saadete, uğura mensub. SADİC Nakışı olmayan, nakışsız. * Çıplak. * Temiz, pak. SADİD Tıb: Yaradan akan sarı su. İrin. SADİDEL Yaprağı katmerli olan gül. SADİG Zayıf. SADİH Erkek baykuş. SADİHA Bulutun kat kat olması. SA'Dİ-İ ŞİRAZÎ (Hicrî: 587-691) Şiraz'da doğdu. 30 yıl ilme, 30 yıl seyahate, 30 yıl da inzivada ibadetle çalıştı. En meşhur eserleri Bostan ve Gülistan adındaki ahlâkî ve imanî kitaplarıdır. SADİK Çok sâdık, içten ve dıştan sadakatlı dost. Doğru sözlü. SADİK-I AHMAK Ahmak dost. SADİK-I KADİM Eski dost. SADİN (C.: Sedene) Kapıcı. Perdedar. * Kâbe hizmetçisi. SADİR Şaşan, hayrette kalan. SADİS(E) Altıncı. (6.) SADİS-AŞER Onaltı. Onaltıncı. SADİSEN Altıncı olarak. SADK Berk, sağlam, muhkem süngü. SADK Akmak, seyelan. SADM Def'etmek, kovmak. * Güç işe giriftar etmek. SADME Bir vuruş, çarpma, vurma, çatma. * Birden bire patlama. * Ansızın başa gelen musibet. SADPARE f. Yüz parça. Parça parça olmuş. SADR Her şeyin evveli ve başlangıcının en iyisi. * Kalb, göğüs, ön. * Meclisin önü ve en muteber yeri. Reisin oturduğu yer. * Rücu. * Bir aruz kalıbı. * Baş, reis, başkan. * Oturulacak yerlerin en iyisi. SADREYN Rumeli ve Anadolu kazaskerliği. SADRGÂH f. Tam orta yer. * En mühim yer. SADR-I ÂLİ Vezirlerin veya vekillerin başkanı. Sadrâzam. SADR-I AZAM Baş vezir, padişahın vekili, başvekil. SADR-I İSLÂM Baş vezir, padişahın vekili, başvekil. SADRÎ (Sadriye) Göğüsle ilgili, göğüse ait. SADRNİŞİN f. Bir toplantıda baş sedirde oturan. SADSAL f. Asır, yüzyıl. SADTU(Y) Çok katlı, yüz katmerli. SADUK Çok sâdık. SADUKAT Mehir. Evlenirken erkeğin kadına vereceği para. (Bak: Mehr) SADY Taarruz eden kimse. * Bedeni, endamı hoş olan. * Dimağ. Başın içini dolduran haşev. * Ölü insan cesedi. * Baykuş. SAET Doğumdan sonra koyunun rahminden çıkan madde. SAF Tüylü ve yünlü hayvan. SAF (Bak: Saff) SAF Bir adam boyu yüksekliğindeki duvar. SA'F Bir şarap cinsi. SAF' Sille vurmak, tokat atmak. SAF (SÂFİ) Katışıksız, berrâk, temiz. * Zeki olmayan, derin düşünmeyen, dikkatsiz. SAFA Gönül şenliği, eğlence. * Duru olmak, itmi'nan ve meserret üzere olmak. Temiz, sâfi olmak. * Hava açık ve ayaz olmak. * Mekke-i Mükerreme'de bir yerin ismi. SAFA Yüzü beyaz olan düz taş. SAFA-BAHŞ f. Eğlendiren, rahatlandıran, kederi def'eden, hatırı hoş eden. SAFA-CU (C.: Safacuyân) f. Rahat ve eğlence arıyan. SAFA-ENGİZ Safa koparan. Neşe, sevinç yapan. SAFAHAT (Safha. C.) Safhalar. * İstiklâl Marşı şâiri Merhum Mehmed Akif'in manzum eserinin adı. SAFAİH (Safiha. C.) Düz şeyler. Levhalar. SAFAK Kıllı derinin altında olan ince deri. SAFAK Yeni kırba içine konulmuş su. SAFAL Alçaklık. * Rüzgârın dokunduğu yer. SAF'AN (C.: Safâıne) Sille vurulmuş kişi. SAFAPERVER f. Safa veren. İç açan, safalı. SAFARE Zurna. SAFAYAB f. Safa bulmuş, huzur ve sükûna kavuşmuş. SAFA-YI GÜLŞEN Gülşen safası. Gül bahçesi eğlencesi. SAFA-YI SADR f. Gönül şenliği, kalbin itmi'nan ve sevinç içerisinde olması, meserret üzere olmak. SAFBESTE Saf bağlamış, saf olmuş. SAFBESTE-İ HAREKET Harekete geçmek üzere saf bağlayıp hazır olan. SAFD Yağlamak. * Sağlamlaştırmak, muhkem etmek. SAFDERUN f. Safi, içi temiz, kolay aldanabilen. SAFDERUNAN (Safderun. C.) f. Kalbi temiz, içi saf olanlar. SAFDERUNANE f. Kalbi safi olanlara ve kolay aldananlara yakışır surette. SAFDİL f. Saf, ahmak, bön, kolay aldatılan kimse. SAFDİLÂNE f. Bönlükle, saflıkla. Safdillikle. SAFE (C.: Savaf-Sâfât) Kanatlarını havada yayıp uçan kuş. SA'FE Çocuğun başında çıkan çıban. * Kel. SAFED (C.: Esfâd) Esirlerin eline ve ayağına bağlanan bağ. *Atâ, bahşiş, hediye. SAFEN (C.: Esfan) Haya derisi. SAFER (C.: Esfâr) Boş ve hâli olmak. * Arabi aylardan ikincisi. * Karın içinde durabilen bir yılanın adı. SAFEVİLER DEVLETİ (1499-1737) Safeviler adında bir hanedana mensub olan Şah İsmail'in kurduğu bir devlettir. İran'da kurulmuş olan bu devlet şii idi. Osmanlılarla münasebetleri iyi değildi. Çaldıran'da 1514'de Yavuz Sultan Selim tarafından büyük bir mağlubiyete uğratıldılar. Nihayet 1737'de bir ayaklanma neticesinde Afganistan padişahı Nadir Şah tarafından ortadan kaldırıldılar. SAFF Bir sıra dizilmiş şey, bir şeyi sıra ile uzun uzadıya dizmek. * Câmide cemâatın sırası. SAFF SURESİ Kur'an-ı Kerim'de 61. suredir. İsa, Havariyyun Suresi de denir. Medenîdir. SAFFAT (C.: Sıfâ-Esfâ-Sufâ) Düz kaygan taş. SAFFAT (Saff. C.) Saf olanlar, saf yapanlar. SAFFAT SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 37. suresidir. Mekkîdir. SAFF-BESTE f. Saf bağlamış, saf olmuş. SAFF-DER (C.: Saff-derân) f. Düşman saflarını yaran yiğit. SAFF-DERÂNE f. Yiğitçesine. SAFFEYN İki sıra. * Muharebede karşılaşan iki taraf. SAFF-I EVVEL İlk saf, birinci saf. * İlk sahabeler. * Bir hareket ve cereyanın ilk sahipleri. SAFF-SAFF Dizi dizi. Sıra sıra. SAFF-ŞİKAF f. Düşman saflarını yararak bozan yiğit. SAFF-ZEN f. Düşman saflarını vurup yaran yiğitler. SAFH Suç bağışlama, dostluk etme. Günah ve cürmü afveyleme. * Bir şeyin bir tarafı. * Bir şey içirme. * Yüz çevirme. SAFHA Aynı şey üzerinde görülen değişik hâllerden her biri. * Bir şeyin gözle görülen yüzlerinden her biri. * Kısım. * Bir şeyin düz yüzü. * El ayası. * Bir hâdisede birbiri ardınca görülen hâllerin beheri. * Yazılmış ve yazılabilir sahife. SAFİ Katışıksız. Temiz, süzülmüş ve temiz. * Bozuk olmayan. Hâlis. SAFİF Kuru ot. SAFİH Men eden, engel olan. SAFİH Gökyüzü, semâ. * Yassı veya düz olan şey. SAFİHA (C.: Safayih) Yüzün derisi. * Kapı tahtası. * Kâğıdın bir tarafı. * Yassı ve düz nesne. * Enli kılıç. (Bu mânâya C: Sıfâh) SAFİL Alçak yer. SAFİL Tortu. SAFİL Sefil olan, düşük ahlâklı ve karaktersiz. SAFİLE Dip, alt taraf. Bir şeyin aşağısı. SAFİLÎN Alçaklar, aşağılar, sefiller. Allah'tan (C.C.) uzak olanlar. * Aşağı taraflar. SAFİLİYYET Alçaklık, aşağılık. SAFİN (C.: Sâfinât) Cins at. * Üç ayağı üstünde durup dördüncü ayağının tırnağını yerde dikip duran at. SAFİNE (C.: Sevâfin) Yel, rüzgâr, riyh. SAFİR Islık veya kuş sesi. * İnce ve güzel ses * Tecvidde: Harfin ıslık sesine benzemesidir. Bu vasıfta olan harfler: Ze, sin, sâd. SAFİR (Sefir) Sefere çıkan. * Elçi. * Kâtib. SAFİYE (C.: Sevâfi) Toz. * Rüzgâr, yel. SAFİYE Temiz, katışıksız, bozuk olmayan. * İçinde yapmacık ve uydurma bir şey, fazladan kelime ve kafiye bulunmayan söz. SAFİYET Saflık, hâlislik, temizlik. SAFİYULLAH Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismidir. Bütün mahlukatta efdal ve Cenab-ı Hakk'ın ihsanı ile onlardan seçilip çıkarılmış tertemiz mânâsına Safiyullâh denilmiştir. Hz. Adem'in de (A.S.) bir ismidir. SAFİYY Temiz, pak. Hâlis, saf, katıksız. SAFİYY-ÜD DİN Dini temiz. Dini pak. SAFİYY-ÜL KALB Kalbi temiz. SAFK Sesi işitilen vuruş. * Sarfetmek. * Reddetmek. * Kanatlarını hareket ettirmek. Deprenmek. * Kullanmak. SAFKA Bir satış anında müşteri ile satıcının tokalaşarak, "hayrını gör" demeleri. * Yapılan satış. SAFRA Dengeyi sağlamak için yelkenli gemilerin sintinelerine konan mâden, taş, kum gibi ağırlıklar. SAFRA Sarı. * Karaciğere bağlı öd kesesi içindeki yeşilimsi sarı ve acı su ki, yağların hazmına hizmet eder. SAFRAGUN Bir cins serçe kuşu. SAFRE Açlık. SAFRİYE Güz mevsiminden önce biten ot. SAFSAF Söğüt ağacı. SAFSAF (C.: Safsâfe) Her nesnenin kemi, kötüsü, hor ve hakiri. * Döğülmüş yumuşak toprak. * Mâkul olmayan kelimeler. * Mânâsız şiir. * Yaramaz ve kötü işler. SAFSAF (C.: Safâsıf) Yüksek düz yer. * Serçe kuşu. SAFSAFA Elemek. * Asılsız yapmak. * İşe yaramaz hâle getirmek, yaramaz etmek. Hor ve hakir etmek. SAFSAFE Ekşi aş. * Ekşili nesne. SAFSATA Hezeyan, yalan, uydurma. Zâhirde doğru, hakikatte yanlış ve yalan olan kıyas. (Bak: Dimağ) SAFSATAPERDAZ f. Safsata kabilinden söz söyliyen adam. SAFSATİYÂT Safsatalar, yalan ve yanlış şeytâni sözler. SAFVAN (Safvâ) Yumuşak, düz ve kaygan taş veya kaya parçası. * Çok soğuk ve açık olan gün. SAFVE Hâlis ve seçkin. * Katı yüzlü merhametsiz kimse. SAFVET Sâfilik, temizlik, pâklık. Hâlislik. SAFVET-İ KALB Fikir ve niyetinde hiçbir garazı ve kötü gâyesi olmamak, temiz kalbli olmak. SAFVET-İ VİCDAN Vicdan saflığı. SAGA (C.: Sayâg) Kuyumcu. SAGAİR (Sagire. C.) Küçük günahlar. SAGAN Mâverâünnehir diyarında bir şehir adı. SAGAR Küçük olmak. SAGAR Zelillik, alçaklık, âdilik. SAGAR f. İçki bardağı. Kadeh. SAGAT Aslı "sagavet" olup, bir cihete meyil demek olan "sagav" masdarından fiil-i mâzi müfred müennesdir. Muzarisi : "tasgi" gelir. " Velitasgi ileyh"; söz dinlemek veya dikkat edip kulak vermek, imâle-i guş etmek demek olan ısga da, bundan müştaktır. (E.T.) SAGG Meyletmek, yönelmek, eğilmek. SAGIB (SAGBÂN) Aç kimse. (Müe: Sagbâ) SAGIR Zelil ve aşağılık kimse. SAGIYE Koyun. * Umumu nefy için ehad mânâsına da kullanılır. SAGİR(E) Küçük, ufak. Büluğa ermemiş çocuk. SAGİRE (C.: Sagair) Küçük günah. SAGİR-ÜS SİNN Yaşı küçük. SAGR (Sügur. C.) Etrafı kale ile çevrili şehir. * Sahil şehri. * Tepe veya başka bir yerde mağara. * Ağız. Ön dişler. SAGSAG Galat kelâm konuşmak. SAGSAGA Dişi çıkmamış küçük oğlan. * Bir şeyi ısırmak. SAGSEGA Toprak içine bir şey gömmek. * Yemeği yağlı ve iyi pişirmek. * Dişi depretmek. SAGY (Sagv) Meyletmek, yönelmek. * Güneşin batmaya meyletmesi. SAĞNAK Birdenbire ve çok fazla yağıp geçen yağmur. SAHA Kirli ve paslı olmak. SAHA Meydan, yer, avlu, geniş yer. SAHA' (Bak: Sehâ) SAHABE (Sahâbi) Sâhibler. Sâhib çıkanlar. * Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (A.S.M.) sağ iken mü'min olarak görmüş, mü'min olarak vefat etmiş erkek müslüman. (Bak: Ashab, Sohbet.)(Eğer desen : "Sahabeler de insandırlar, hatâdan, hilâftan hâli olmazlar. Halbuki, içtihadın ve ahkâm-ı şeriatın medarı, sahabelerin adaleti ve sıdkıdır ki, hattâ ümmet "Sahabeler umumen âdildirler, doğru söylerler. " diye, ittifak etmişler.Elcevab: Evet, sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle hakka âşık, sıdka müştak, adalete hâhişgerdirler. Çünki, yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe, Arş'tan Ferş'e kadar açılmış. Esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzâb'ın derekesinden Alâ-yı İlliyyinde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür. Evet, Müseylime'yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammed-ül Emin Aleyhissalâtü Vesselâm'ı âlâ-yı iliyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.İşte hissiyat-ı ulviyeyi taşıyan ve mehâsin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve Şems-i Nübüvvet'in ziya-i sohbetiyle nurlanan sahabeler, o derece çirkin ve sukuta sebep ve Müseylime'nin maskara-âlud müzahrefat dükkânındaki kizbe, ihtiyariyle ellerini uzatmamak ve küfürden çekindikleri gibi, küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri ve o derece güzel ve medar-ı fahr ve mübahat ve mi'râc-ı suud ve terakki ve Fahr-i Risalet'in, hazine-i âliyesinden en revaçlı bulunan ve şa'şaa-i cemaliyle, içtimaat-ı insaniyyeyi nurlandıran sıdka ve doğruluğa ve hakka -ve bilhassa ahkâm-ı şer'iye rivayetinde ve tebliğinde- elbette ellerinden geldiği kadar talip ve muvafık ve âşık olmaları kat'idir, zaruridir, şüphesizdir. Halbuki şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, âdeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana (geçmek) pek kolay gidiliyor. Hattâ siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiatla satılsa; elbette pek âli olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası o dükkâncının mârifetine ve sözüne itimad edip, körü körüne alınmaz. S.)(Ehl-i Sünnet Velcemaat, sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı men'etmişler. Çünki Vâkıa-i Cemel'de Aşere-i Mübeşşere'den Zübeyr ve Talha ve Aişe-i Sıddıka (R.Anhüm) bulunmasıyla Ehl-i Sünnet Velcemaat, o harbi, içtihad neticesi deyip: Hazret-i Ali (R.A.) haklı, öteki taraf haksız; fakat içtihad neticesi olduğu cihetle afvedilir. Hem Vehhabîlik damarı, hem müfrit Râfızîlerin mezhebleri İslâmiyete zarar vermesin diye Sıffîn Harbindeki bâgilerden de bahis açmayı zararlı görüyorlar.Haccac-ı Zâlim, Yezid ve Velid gibi heriflere İlm-i Kelâm'ın büyük allâmesi olan Sa'deddin-i Taftazanî, "Yezid'e lânet câizdir" demiş; fakat "Lânet vâcibdir" dememiş. "Hayırdır ve sevabı vardır" dememiş. Çünki, hem Kur'anı, hem peygamberi, hem bütün sahabelerin kudsi sohbetlerini inkâr eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer'an bir adam, hiç mel'unları hatıra getirmeyip lânet etmese, hiçbir zararı yok. Çünki zem ve lânet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar, amel-i salihde dahil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena... R.N.)(İmam-ı Ali (kerremallahü veche)nin şahsına ve hayatına ve adalet-i hakiki üzerine giden siyasetine ilişmek, darbe vurmak başkadır. Şahsiyet-i zâhirîsinden ve hayat-ı dünyeviyesinden ve siyaset-i içtimaiyesinden binler derece daha yüksek olan şahsiyet-i mânevîsine ve kemalât-ı ilmiyesine ve makamat-ı velâyetine ve varisliğine darbe gelmez ve gelmemiş ve gelemiyor. Kimin haddi var? Onun için, iki ciheti birleştirmek tevehhümüyle karşısında muarazaya çalışanların taarruzu pek dehşetli görünüyor. Ehl-i iman ortasında nasıl böyle vukuat olabilir? diye hayret veriyor. Halbuki Yezid ve Velid gibi habis herifler müstesna, ötekilerin kısm-ı azamı, İmam-ı Ali'nin (R.A.) hârika kemalâtına ve kerametlerine ve verasetine ilişmek değil; belki yalnız hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye ait idaresine darbe vurmağa çalışmışlar, hatâ etmişler. R.N.) SAHABET Sâhib olma, sâhib çıkma. * Sohbetinde bulunmuş olma. * Yardım etme, koruma, arka olma. SAHABETKÂR f. Koruyan, sahib çıkan, arka olan. SAHABİ (Bak: Sahâbe) SAHABİYE Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı sağ iken görmüş olan ve mü'mine olarak vefat etmiş bulunan kadın müslüman. (Bak: Ashab) SAHAD Yakmak. SAHAFET Zayıflık, bozukluk. * Hafiflik. SAHA-İ ZUHUR Görünme meydanı. SAHAİF (Sahife. C.) Sahifeler. SAHA-KÂR f. Eli açık, cömert, sahi. SAHAM (Bir kimse) güneşte yanma. SAHANET Kızgınlık, sıcaklık. SAHARİ (Sahrâ. C.) Çöller, sahrâlar, kırlar. SAHARÎ Kaya cinsinden. Kaya ile alâkalı. SAHARÎ (Sahrâ. C.) Sahrâlar. Çöller. SAHAT (Sâha. C.) Sâhalar, meydanlar, açık yerler, alanlar. SAHAVET Cömertlik, el açıklığı, muhtaç olanlara çok ihsan etmek.(İhsan ihsandır. Eğer nev'e olsa; veya muhtaca ve fakire olsa, sahavet o vakit tam sahavettir. Eğer, millet için olsa, yahut milleti tazammun eden bir ferde olsa güzeldir. Şayet muhtaç olmayan şahsa olsa, şahsı tenbel eder, çingeneliğe alıştırır. Elhâsıl, millet bâkidir, fert fâni. Münazarât) SAHAVETKÂR f. Eli açık, cömert olan. Herkese ihsan eden. SAHB (Sâhib. C.) Yakın dostlar. Sâhipler. SAHB (Sahab) Figan, seslerin birbirine karışması, gürültü, patırtı. SAHB(ET) Şarabın kırmızı olması. * Saç kılının kırmızıya yakın olması. SAHC Bağırsağın yaş olup cerahat vermesi. * Kaşımak. * Tırmalamak. SAHE İnce ve zayıf deve. SAHF Süngü demirinin keskin olması. * Soymak. * Yüzmek. SAHFE (C.: Sıhâf) Küçük çanak. SAHFE Arka derisine yapışan yağ. SAHFE Zayıf akıllılık ve az fikirlilik. SAHH şiddetinden kulaklar tutulan çığlık. * Sağlam bir şeyle vurmak. * Cemetmek, toplamak. SAHH (Sıhhat. den) Eskiden resmi yazılara konulan ve "doğrudur, yanlışsızdır" mânasına gelen bir işâretti. SAHHA Kulakları sağır eden şiddetli bağırış ve çığlık. SAHHAB Gürültücü, patırtıcı. SAHHAF (Sahf. dan) Eski kitap alıp satan kimse. SAHHAKA Sevici kadın. SAHIB Yoldaş, yol arkadaşı. *Gözcü. (C.: Sıhab-suhban) (Sahıb'in C: Sahb Sahb'ın C: Eshab-Eshab'ın C: (Esâhıb)) SAHIRE (C.: Savahır) Topraktan yapılmış bir kap. SAHIT Dargın, kırgın. SAHİ Cömert, eli açık, herkese iyilik etmek isteyen. SAHİ (Sehv. den) Hata işleyen. SÂHİB (Sohbet. den) Sohbet edilen kimse. * Bir şeyi koruyan ve ona mâlik olan. * Bir iş yapmış olan. * Bir vasfı olan. SÂHİBAT (Sâhibe. C.) Kadın sâhibler. SÂHİBE (Müe.) Bir şeyin sahib ve mâliki olan kadın. SÂHİBE-İ CEMÂL Güzellik sahibi kadın. Güzelliği olan kadın. SÂHİBE-İ HÂNE Ev sahibi kadın. SÂHİBET-ÜL BEYT Ev sâhibesi. * Kadın ev sâhibi. SAHİB-FIRAŞ f. Hasta. Yatağa düşmüş. SAHİB-HURUC f. Ayaklanmış, isyân etmiş, âsi. Ayaklanıp isyân ederek idâreyi ele geçirmiş kimse. SÂHİB-İ ARZ Devleti temsil eden zât. SÂHİB-İ HÂNE Ev sâhibi. Sahib-ül beyt. SÂHİB-İ HAYRÂT Câmi, yol, çeşme vs. gibi hayırlı işler yapıp bırakmış kimse. Hayrat sâhibi. SÂHİB-İ HURUC f. İsyan edip ayaklanarak idareyi ele geçirmiş olan kimse. * Büyük kahraman. * Şarktan zuhuru beklenen mehdi. SÂHİB-İ İMTİYAZ İmtiyaz sahibi. SÂHİB-İ KEMÂL Kemal sahibi, olgun insan. SÂHİB-İ NUN (Sâhib-i Zünnun) Hz. Yunus Peygamber'in (A.S.) bir nâmı. SÂHİB-İ TAHRİC (Bak: Tahric) SAHİB-KEMAL f. Olgun, kemal sahibi. SAHİB-KIRAN f. Her zaman muvaffak olan ve üstünlük kazanan hükümdar. SAHİB-NAZAR f. Görüşü, tecrübesi ve düşüncesi kuvvetli olan. SAHİBU BİL-CENB Arkadaş. Refik. SÂHİB-ÜL BEYT Ev sâhibi. SÂHİB-ÜL HUT Peygamber Hazret-i Yunus'un (A.S.) bir nâmı. (Bak: Yunus) SÂHİB-ÜL YED Mal sahibi, malı elinde tutan kimse. SÂHİB-ÜS SEYF Kılınç sahibi. Maddeten kuvvetli olup, maddi cihad ile vazifeli olan. SÂHİB-ÜT TÂC Tâc, sâhibi, İncil'de mezkur Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ismi. SÂHİB-ÜZ ZAMAN Zamânın sahibi. Zamânında İnd-i İlâhide en makbul insan. Müceddid. *Mehdi-i zaman. SAHİB-VÜCUD Sözü geçer, mevki sâhibi kimse. SAHİB-ZUHUR Baş kaldıran, isyan eden, ayaklanan. Başa geçen. SAHİD Uyanık. SAHİF (Sahâfet. den) Zayıf akıllı. Az fikirli kimse. * Gevşek dokunmuş. Boş. SAHİFE Sayfa, kitap sayfası. *Mc: Bir mâna ifade eden her hangi bir şeyin hâli. SAHİFE-İ HÂLİYE Boş sahife. SAHİH Fık: Rükünleri ve şartları tamam olan herhangi bir ibâdet ve muâmele. * Hâlis, kusursuz, şüphesiz. * Edb: Gerek söz bakımından ve gerek mânâca noksanları bulunmayan ifade. * Gr: Kelimenin kök harfleri (Huruf-u asliye) : 1- Hemzeden; 2- İki aynı harf yanyana geldiği zaman, yalnız biri yazılıp üzeri şeddelenmekten; 3- Harf-i illet "vay-ye" ve bunlardan dönen "elif"den sâlim bulunursa kelime sahih olur. SAHİHAN Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim'in birlikte adı. SAHİHAN Doğru olarak, cidden, hakikaten, gerçekten. SAHİH-İ MÜSLİM (Bak: Kütüb-ü sitte-i hadisiyye) SAHİK Ezip döğen. SAHİK Uzak. * Müretteb olan söz. * Hemen anlaşılmaz derece. * Çok karışık ve anlaşılmaz söz. SAHİL At kişnemesi. SAHİL Kişneyen. Kişneyici. SAHİL Deniz, göl veya akarsu kenarı. Kıyı, yalı. SAHİLHANE f. Yalı evi. SAHİLNİŞİN f. Sâhilde oturan. SAHİLRESİDE f. Sâhile varmış, kıyıya ulaşmış. SAHİLSARAY Deniz kenarındaki kâşâne, büyük yalı. SAHİME Zayıf dişi deve. SAHİMET Kin, çekememezlik. * Hased. SAHİN(E) (Sihan. dan) Sık. * Kalın, sıkı. * Katı, pek. SAHİN(E) (Suhunet. den) Sıcak, kızgın, ısınmış. SAHİR Büyücü, büyü yapan, sihir yapan. SAHİR Maskaralık eden, maskara eden. SAHİR (Seher. den) Uykusuz kalan. Uyuyamayan. SAHİRÂNE f. Büyülercesine olan. Büyüleyici gibi. SAHİRE İçine kızmış taş koyup kaynatılan ve üstüne yağ döküp içilen süt. SAHİRE Büyücü kadın. SAHİRE Yer yüzü, arz. * Kıyamet günü, Cenab-ı Hakk'ın haşir meydanı için tecrid edeceği Arz-ı Beyza. * Aslâ insan ve hayvan ayak basmadık yer yüzü. Çöl. * Cehennem. SAHİR-PİŞE f. Sihirbazlığı meslek edinmiş olan. SAHK Dövmek. * Ezmek. * Eski kaftan, eski elbise. SAHK Döğüp yumuşatma. Döğme, döğülme. * Kırma, kırılma. * Sürtme. SAHL Az az vermek. SAHL Ses kısıklığı. Ses bozukluğu. * Boğazını boğup şiddetle çağırmak. SAHLE (C.: Sühul-sihâl) Koyun kuzusuna ve keçi oğlağına derler. (Doğduğu vakitten dört aylık olana kadar.) SAHMEM (SAHMİM) Hâlis (hayırda ve şerde kullanılır.) *Yaramaz huylu deve. SAHN Evin ortasındaki açıklık, avlu, oyuk. * Boşluk. Boş yer. Orta, meydan, aralık. * Sahne. * Cami ve medreselerdeki umumun toplanmasına âit üstü kubbeli ve örtülü yer. * Büyük kâse. Sahan. * Zil. SAHN Sıcaklık, harâret. SAHN Kırma. Kesr. SAHNAN Çifte zil. SAHNE Cerahat, yara. SAHNE Manzara. * Tiyatro oynandığı yer. Oyun yeri. SAHN-İ DURENG Dünya. SAHN-İ GÜLŞEN Gül bahçesinin ortası. SAHN-İ LÂLE-ZÂR Lâle bahçesinin ortası. SAHR Örtmek. SAHR Masharaya almak. SAHR (Sahar - Saharat - Suhur) Kaya. Büyük taş. * Maden kütlesi. * Hazret-i Süleyman (A.S)'in mühürünü çalan ifrit. SAHRA (C.: Sahârâ-Sahravât) Kır, ova, çöl. * Yazı. * Kızıl dişi eşek. (Müz-Eshar) SAHRA-NEVERD f. Çölde dolaşan. Göçebe. SAHRA-NİŞİN f. Çölde oturan. Sahrada hayat geçiren. SAHRAVAT (Sahra. C.) Sahralar, çöller. Ovalar. Kırlar. SAHRA-YI KEBİR Büyük çöl. Cezayir, Tunus ve Libya'nın güneyinden Çat Çölü hizasına kadar uzanan Afrika'nın en büyük çölü. SAHRE(T) Büyük ve sert taş. SAHRETULLAH Kudüs'te, Beyt-i Mukaddes'te çok eski ve tarihî bir kaya. Hazret-i Peygamber (A.S.M.), Mir'ac gecesinde bu kayadan uruc ettiği hakkında rivayet vardır. Bu kayaya "Hacer-i Muallak" da denir.(Felsefenin ruhsuz kanunları pek karanlık ve vahşetli gösterdikleri hilkat-i arziye ve vaziyet-i fıtriyesini bu meyve ile nurlu, ünsiyetli bir tarzda, "Sevr ve Hut" namlarındaki iki meleğin omuzlarında, yani nezaretlerinde ve Cennet'ten getirilen ve fâni Küre-i Arz'ın bâki bir temel taşı olmak, yani ileride baki Cennet'e bir kısmını devr etmeğe bir işaret için Sahret nâmında uhrevî bir madde, bir hakikat gönderilip "Sevr ve Hut" meleklerine bir nokta-i istinad edilmiş, diye Benî-İsrail'in eski peygamberlerinden rivayet var ve İbn-i Abbas'tan dahi mervidir. Maatteessüf bu kudsi mânâ, mürur-u zamanla bu teşbih, avamın nazarında hakikat telâkki edilmekle aklın hâricinde bir suret almış. Madem melekler havada gezdikleri gibi, toprakta ve taşta ve yerin merkezinde de gezerler, elbette onların ve Küre-i Arz'ın, üstünde duracak cismanî taş ve balığa ve öküze ihiyaçları yoktur. Ş) SAHRINÇ Yağmur sularını biriktirmek için bina altında ve toprak içinde yapılan etrafı duvarlı veya çimento sıvalı su mahzeni. SAHSAH Geniş, düz yer. SAHSAH Yağmurun sert ve katı yağması. SAHSAH (C.: Sahâsıh) Düz yer. SAHSAH(A) Döndürmek. * Evin ortası. SAHSALİK Katı, şiddetli, şedid. * Yaşlanmış, ihtiyar kadın. * Şiddetli ses. SAHT Boğazlamak. SAHT Zor güç, * Sert, katı, çetin. * Güçlü, kuvvetli, sağlam. SAHT (SUHT) Hışım, hiddet, kızgınlık, gadap. SAHTDİL f. Katı yürekli. SAHTE f. Düzme, yapmacık, yalandan, taklit. * Kalp, karışık. SAHTEGÎ f. Sahtelik, yalan, düzme. SAHTEKÂR f. Sahte iş yapan, hilekâr. Kalpazan. SAHTEKÂRÎ f. Hilekârlık, sahtekârlık. SAHTEVEKAR f. Yapmacık tavırlar takınan, kendini satmaya çalışan. SAHTGİR f. Bir şeyi sıkıca tutan. SAHTİ f. Sertlik, katılık. * Güçlük. * Sıkıntı. SAHTİYAN f. Boyanmış, cilâlanmış deri. Tabaklanmış deri. SAHT-LİGAM f. Gem almaz, sert başlı at. SAHTRU f. Suratı asık, dargın, kırgın. SAHUN Adım tutan eşek. SAHUN Gafiller. Allah'ın (C. C.) emrinden gaflet edenler. SAHUR Gece uyanıklığı, uykusuzluk. * Ayın etrafındaki hâle. * Yer yüzünün gölgesi. SAHUR Temcid yemeği. Ramazan'da şafaktan önce yenen yemekr. SAHV Ateş ve ocaktan kül çıkarmak. SAHV(E) Ayılma, ayıklık, aklı başında olmak. * Hastanın iyileşmesi. * Tas: Kendinden geçme hâlinin sona ermesi, his âlemine tekrar dönmek. * Uyanıklık. SAHVA' (C.: Sehâvât) Yumuşak, geniş, bol yer. SAHVE En yüksek dağ. * Atın sırtı, eğer konulan yeri. * Su menbaı. SAHY Nemli olmak. * Islaklık, rutubet. SAİ Çalışan. * Devletçe posta idaresinin kurulmasından evvel mektup ve emanet götürüp getiren kimseler. * Bir yere vâli olan. * Cemaat başı. * Yan yan giden. * Hızlı yürüyen. * Koğuculuk yapan. SÂ-İ MÜSELLES Üç noktalı sâ' harfi. (Se harfi de denir.) SAİB Ak saçlı, beyaz saçlı. SAİB Yağmur getiren bora. SAİB (Savab. dan) Maksada uygun. * Hedefe doğru ulaşan. * Doğru. Yanlışsız. Yanlışlık yapmayan. SAİB Bir yerle veya bir şeyle ilişiği ve alâkası olmayan. SAİBE Başı boş bırakılmış hayvan. Sâime. SAİD Yukarıdaki temiz toprak, pislikten uzak pâk toprak. Yeryüzü. * Yol, tarik. * Mezar, kabir. * Yüksek. * Yukarı çıkan. SAİD Kolun, bilek ile dirseği arasındaki kısmı. Mirfak. SAİD (Suud. dan fâil) Yukarı çıkan, yükselen, kalkan. SAİD (Sa'd. dan) Saadetli. Allah (C.C.) kendisini sevmiş. O'nun rızasına ermiş olan. Ahireti için çalışan kimse. Mes'ud. Mübarek. Bahtiyar. SAİD BİN ZEYD (R.A.) Hz. Ömer'in (R.A.) amcasının oğluydu. Aşere-i Mübeşşere'den ve Ashabın ileri gelenlerindendi. Vazifeli olarak Habeşistan'a hicret edenlerdendi. Şam'ın fethine ve bir çok mühim muharebelere iştirak etti. Hicri 51 yılında vefat etti. SAİDAN Kol ve bacak. SAİD-İ NURSÎ (Bediüzzaman) (Mi: 1876 - 1960, Hi: 1293 - 1379) Babası Mirza, Annesi Nuriye olan bu büyük mütefekkir zât, Bitlis vilâyetimizin Hizan kazası, Nurs köyünde doğmuştur. Ateşîn zekâsı ve takvası ve dinine sadakatı kısa zamanda etrafta tanınmasına sebeb olmuştur. Bir müddet Van'da kaldı. Başta Vâli Tahir Paşa olmak üzere bütün halk kendisine hürmet ediyordu. Kısa zamanda ilmi ile hocalarına ders verecek hale gelmişti. İslâmiyete bütün varlığıyla hizmet etmek cehdi içerisinde idi. İhsan-ı İlâhî olan hârika kabiliyeti ile mütâlaa ettiği kitapları kısa zamanda ezberden okuyabiliyordu. Cesaret ve şecaatta da hârikaydı. Rusların Şark vilâyetlerimize tecavüzü sırasında Enver Paşa Kumandasında Milis Teşkilâtı Gönüllü Alay Kumandanı olarak talebeleriyle birlikte harbe iştirak etti. Büyük fedakârlıklar gösterdi. Hiçbir zaman birlik ve İslâmî beraberlikten ayrılmadığı gibi dâima millî vahdetimiz için bütün gücüyle çalışıyordu.31 Mart isyan hareketinde yatıştırıcı ve müsbet rol oynamış; bir nutukla, isyan eden sekiz taburu itaate getirmişti. (31 Mart Olayı, 1970 SBF. Yayınları sh: 129 - 253 Doktor Sina Akşin'in eserinden.)Kendisini verdikleri Divan-ı Harb-i Örfî'de Mahkeme Reisi Hurşid Paşa'nın "Sen de şeriat istemişsin" sualine karşı şöyle cevap veriyordu:"Şeriatın bir hakikatına bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım. Zira şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!.."1327 (Mi: 1911) tarihinde Şam'da Cami-ül Emevî'deki hutbesinde İslâm Âlemindeki hastalıkları teşhis ederek anlatıyor ve bir bir tedavi çarelerini söylüyordu. O hutbede hülâsa olarak İslâmî uyanışı ve çarelerini anlatmıştır. O hutbeden birkaç satır:"Hâsıl-ı kelâm : Biz Kur'an şakirdleri olan müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-ı imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbalde elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek."Aynı zamanda şark vilâyetlerinde müsbet ilimlerle ve dinî bilgilerle mücehhez Medreset-üz Zehra nâmında büyük bir üniversite açılmasına çalışıyordu ve Sultan Reşad kendisine bu iş için 19 bin altun lira vermeyi kabul etmişti. Van Gölü kenarında Artemid'de temeli atılan bu müessese 1. Cihan Harbi sebebi ile geri kalmıştı.Bediüzzaman Said Nursî, İstanbul'da 25 Ağustos 1918'de kurulan Dar-ul Hikmet-il İslâmiye'ye Erkân-ı Harbiye-yi Umumiyye'nin teklifi neticesinde âzâ kabul edildi.Bu yüksek ilmî hey'ette bütün İslâm Âlemini alâkadar eden mes'eleler görüşülüyordu. Devrin hastalığını ve milletin maddî, manevî ihtiyaçlarını o zamanda bilen ve teşhis eden bu zat, eserlerini neşretmeğe başladı. İşârât-ül İ'caz, Münâzarat, Muhâkemât, Tuluât, Lemaât, Nokta, Rumuz, Hutuvât-ı Sitte, Sünühât, Şuâât gibi eserlerinde ecnebilerin İslâm Âlemini parçalamak, mânen ve maddeten yıpratmak için ortaya attıkları bâtıl fikirleri çürüten, Kur'anî İslâmî hakikatleri neşrediyor, ilân ediyordu.Millî hükümetin Ankara'da teşkiline ve İstanbul'daki kuvvetlerin bu hükümete yardımlarına bütün gücüyle çalışıyordu. İngiliz ve Fransız gibi emperyalistlerin ye's verecek fikirlerine, neşriyatlarına karşı milleti uyandıracak faaliyette bulunarak, "Hutuvât-ı Sitte" gibi neşriyatıyla millî birlik ve beraberlik, İslâmî gayret ve şecaate kuvvet vermeğe çalışıyordu.En büyük tehlikenin ilim nâmı altında Avrupa emperyalistlerinin ortaya attıkları, milleti birbirine düşürecek, imanı zedeleyecek, Kur'an'dan ve imandan, millî birlik ve beraberlikten ayıracak fikirler olduğunu biliyor ve bunların ilmî esaslarla, müsbet delillerle çürütülmesi yolunda çalışıyordu. (Tarih Sohbetleri 1966, Cilt: 4)Diyarbekir havalisinde din nâmına ihtilâle teşebbüs eden (15 Şubat 1925) Şeyh Said, Bediüzzaman'ın büyük nüfuzundan istifade için mücadeleye iştirake davet ettiğinde cevaben onlara mektubunda şöyle demişti:"Türk milleti asırlardan beri İslâmiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez, siz de çekmeyiniz. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet irşad ve tenvir edilmelidir." (Bediüzzaman Said Nursî Tarihçe-i Hayatı)Ecnebilerin propagandasının te'siri altında kalanlar bu büyük mücahide çeşitli iftiralarda bulundular. Fakat O, hakikatları ilândan, milli birlik ve beraberliği te'mine çalışmaktan aslâ vaz geçmedi. 130 parçadan fazla olan bütün eserlerinde, siyasetten tecerrüd ederek ve bilhassa menfî ve tarafgir siyasetçiliklerden, şeytandan kaçar gibi kaçıp, müslümanlar arasında kardeşlik şuuruyla ve bîtaraf bir makamda Kur'an'a hizmet etmeyi bu zamanda en mühim bir vazife olarak kabul etmiş ve bu hakikatı iman hizmetindeki talebelerine değişmez bir düstur halinde tesbit etmiştir.Eserlerinin muhtelif yerlerinde tekrarla üzerinde durduğu mesleğinin bu düsturuna dair birkaç bahsi nümune olarak aşağıya dercediyoruz.şöyle ki:"Risale-i Nur şakirdlerinin mümkün olduğu kadar siyasete ve idare işine ve hükümetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir. Çünki hâlisane hizmet-i Kur'aniye, onlara her şeye bedel, kâfi geliyor..... Hem milletin her tabakası; muvafıkı ve muhalifi, memuru ve amisinin o hakikatlarda hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirdleri, tam bîtarafane kalmak için siyaseti ve maddî mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lâzım gelmiş." Şualar: 362"...Nur şakirdleri hiç siyasete karışmadılar, hiç bir partiye girmediler. Çünki iman, mal-ı umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zendekaya, dalâlete karşı cephe alır." Emirdağ Lâh: 180"...Ben de Nur-u Kur'anı elde tutmak için euzubillahi mineşşeytani vessiyaseti deyip, siyaset topuzunu atarak iki elim ile nura sarıldım.Gördüm ki: Siyaset cereyanlarında; hem muvafıkta hem muhalifte o Nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârane telâkkiyatlarından müberra ve sâfi olan bir makamda verilen ders-i Kur'an ve gösterilen envar-ı Kur'aniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir...Elhamdülillâh siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur'anın elmas gibi hakikatlarını propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim..." Mektubat : 49"... Otuz seneden beri siyaseti terkettiğime sebep; bir mübarek âlimin tâkib ettiği cereyanın tarafgirlik damarı ile sâlih ve büyük bir âlimin onun fikrine muhalif olmasından tefsik derecesinde tahkir edip ve cereyanına ve kendi fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz bir münafığı gayet medh ü senâ etti. Ben de bütün ruhumla ürktüm. Demek tarafgirlik hissine siyasetçilik de karışsa, böyle acib hatalara sebebiyet veriyor diye Eûzü billahi mineşşeytani vessiyaseti dedim, o zamandan beri siyaseti terkettim." Emirdağ Lâh: 272Bediüzzaman siyasetten bu kadar çekinmesine rağmen yine de gizli din düşmanlarının iftira ve iğfalatiyle (siyasî maksad taşımak ve cemiyet kurmak) gibi iddialarla müteaddid defalar mahkemeye verilmiş ve zamanımıza kadar bine yakın mahkeme ve beraet teselsülen olagelmiştir ki, dünya hukuk tarihinde böyle bir hâdise mevcud değildir.Son derece mütevazi ve fakirane bir hayat yaşadığı, maddî manevî hiçbir makam iddia etmediği halde, yabancıların te'siri altında ve hariçten içimize girmiş cereyanlar sebebiyle muhtelif yerlere nefyedildi. Fakat yine, o felsefecilerin ve kendisini münevver telâkki edenlerin bâtıl fikirlerini köküyle ortadan kaldıracak ilmî, aklî, müsbet delilleri yazmak ve neşretmekten bir an bile geri durmadı. Eserleri köy odalarından başlı(Zeker) üniversite muhitlerine kadar elden ele, dilden dile dolaştı. Kur'an-ı Kerim ve onun tefsiri etrafında bir Hizb-ül Kur'an meydana geldi.Bu lügatta Bediüzzaman Said Nursî'ye geniş yer verilmesinin sebepleri şunlardır:Bu zât eserlerinde Âmentü'nün altı esasını ilmî ve delilli olarak izah etmiştir. Bu sebeple pek çok kimsenin Sünnet-i Seniyyeyi yaşamasına sebep olmuştur. Din büyüklerini tanımak ve tanıtmak, şahıslara bağlanmak için değil, İslâmiyete bağlanmak yönünden önemlidir.Din düşmanları dine hizmet eden âlimleri, mürşidleri çürüterek halkı dinden uzak bırakmak istediklerinden, dindar kimseler de İslâmiyete hizmet edenleri tanımak, onlardan faydalanmak zorundadır. İslâmiyet ilim dinidir, âlimler sayesinde devam eder. Âlimleri yok kabul edersek, din de nazariyede kalır. Bunun için âlimlerimize sahip çıkmalıyız.Her İslam âlimine geniş geniş yer vermek isterdik. Fakat Said Nursî herkesten daha fazla hücuma uğramış. Kendisi, talebeleri ve eserleri hakkında bine yakın mahkeme açılmış, 780 beraet kararı alınmıştır. Elbette ki en çok hücum edileni, en fazla tanıtmak, hakikatı ortaya çıkarmak için lüzumludur.Biz, Bediüzzaman Said Nursî'yi övmedik. Sadece hayatının ve eserlerinin bir kısmına ayna tuttuk. Daha geniş bilgi almak isteyenler, onun hayatı hakkında yazılmış kitapları ve Risale-i Nur Külliyatını tetkik edebilirler.Din büyüklerini tanıtmak, bir bakıma İslâmiyeti tanıtmak demektir. Din büyüklerini tanıtmak, Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem'i takdimdir. Çünkü İki Cihan Serveri Peygamberimiz olmasaydı, din büyükleri de olamazdı. Meyvayı övmek, ağacı tanıtmaktır. Peygamberimizin övdüğü âlimleri övmemek, Peygamberimizin sevdiği âlimleri sevmemek, İslâmiyetten uzaklaşmaktır. En çok hücum edileni en çok korumak, aklın ve ilmin gereğidir.Bir İslam büyüğü buyuruyor ki: Ya Rabbi ne hikmettir ki, Sen'i sevenleri bulmak, Sen'i sevmektir. Sen'i sevmek ise, Sen'i sevenleri bulmaktır. SAİG Boğazdan kolay ve hoş geçen yiyecek veya içecek. SAİGAN Boğazdan kolayca geçerek. SAİH Seyahat eden. * Çok zaman oruçla veya ibadetle meşgul olan. SAİK Kırağı, çiğ. SAİK Dürten, sevkeden, sürükleyen, götüren. * Sebep. SAİK (Bak: Saak) SAİKA Sürükleyen, sevkeden, götüren hal, sebep. SAİKA Yıldırım. Ölüm, mevt. * Nüzul ateşi. * Semadan gelen şiddetli ses. * Mühlik ve azab. * Bulutları sevke vazifeli melek. SAİKA-VARİ f. Yıldırım gibi. Şiddetli korkutarak. SAİKA-ZEDE f. Yıldırım çarpmış. SAİL (Savlet. den) Saldıran. Kibirli olup başkasına tecavüz eden. SAİL(E) (Sual. den) Dilenci. * Fakir. * Soran. * İsteyen. * Akan, seyelan eden. SAİLİYET Akıcılık. * Dilencilik. SAİM (Savm. dan) Oruçlu, oruç tutan. SAİME Çayıra başı boş olarak salıverilen hayvan. SAİMÎN (Sâim. C.) Oruç tutan kimseler. SAİR Seyreden, harekette olan. * Bir şeyden geri kalan. * Maadâ. Geçen, dolaşan. * Yolcu. Seyyar. * Başkası, diğeri. SAİT (Savt. dan) Sesli. Ses çıkartan. SAİYAN (Sâi. C.) Haberciler, haber götürenler. * Çalışanlar. SAK Bir şeyin aslı. * Topuktan baldıra doğru bacağın incik yeri. * Mc: Şiddet. SAK' Horozun ötmesi. Bir kimseye vurmak. * Udul etmek, geri dönmek, vazgeçmek. SAK' Kuşun, kanadını çırparak öttürüp uçması. SA'K(A) Ansızın düşmek. * Çağırmak. * Helâk olmak. SAKA Ordunun gerisi, ordunun gerisinde bulunan asker takımı. * Üzengi kayışı. SA'KA Bayılma. Baygınlık. SAK'A Güneş. * Başın ortası. * Beyaz renkli tavşancıl kuşu. SAK'AB Uzun, tavil. SA'KA-İ ŞEDİDE Şiddetli baygınlık. SAKALAN (Sakaleyn) İnsanlar ve cinler. SAKAM (Sekam) İllet, hastalık, dert. * Hata ve yanlış. * Zillet. SAKAMET Bozukluk, ziyan, noksan, zarar, eksiklik. * Keyifsizlik. * Dert. SAKAR (C.: Sükur-Sakâr-Sıkâre-Sukure-Eskur) Çakır kuşu. * Çok ekşimiş süt ve pekmez. * Bir şeyi kırmak. SAKAR Cehennem'in bir ismi. (Bak: Cehennem) SAKARE Kâfir. * Koğucu, dedikoducu, nemmam. * Müstehak olmayana lânet eden. * Pekmezci. SAKAT Bir tarafı bozuk, eksik veya asla bir işe yaramaz olan. * Yanlışlık (yazıda veya sözde). SAKATÎ Yanlışları çok olan muharrir veya şâir. SAKAYN İkizkenar. SAKB (C.: Sukub) İnce, uzun. * Ev ortasında olan direk. * İçi boş olmayan kuru cisme vurmak. * Yakınlık. SAKB (C.: Sukub) Delinme, delme. * Bir taraftan diğer tarafa kadar açık olan delik. * Sütü çok olan deve. * Çok kırmızı, koyu kırmızı. SAKBE Çadır direği. * Oklava. SAKEK At kusurlarından bir kusur. SAKF Hızla almak. Sür'atle ahzetmek. SAKF Dam, çatı, tavan. Asuman, gökyüzü. SAKF-I MERFU' Yükseltilmiş dam, tavan. SAKF-I MUALLÂ Yüksek gökyüzü. SAKIA (C.: Savâkı) Yıldırım. SAKIB Parlak. * Bir yandan bir yana delip geçen. SAKIT Düşen, düşük. Kıymetsiz, sukut eden. Ölü olarak düşmüş çocuk. SAKIYE (C.: Sevâki) Su arkı, su dolabı. SAKIYY (C.: Eskiye, Sakiyye) İri taneli yağmurlu bulut. * Hurma ağacı. SAKİ (Saky. dan) Sulayan, içecek su veren, sucu. * Kadeh sunan. İçki sunan.SAKİ' : Kırağı, şebnem, çiğ. SAKİB (Sâkibe) Dökülen. SAKİF Nüfuz eden, sözünü dinletip geçiren. SAKİL Cilâ yapan, parlatan. SAKİL Ağır, can sıkıcı. Çirkin. * Gr: Ağır ve kalın okunur harf veya hece. SAKİL (Sıklet. den) Ağır, can sıkan, sıkıcı. Çirkin kaba. SAKİM Hasta, keyifsiz, sağlam olmayan. * Yanlış. SAKİN Hareketsiz, kendi hâlinde. Bir yerde oturan. Kararlı. * Gr: Harekesi olmayıp cezimli (sakin okunan) harf. SAKİNAN (Sâkin. C.) Bir yerde oturanlar. Sâkinler. SAKİNÂNE f. Sâkin olana yakışır şekilde. Sessizce. SAKİT(E) Susan, ses çıkarmayan. SAKİTÂNE f. Ses çıkarmayarak, sessizce. SAKK (C.: Sukuk-Sıkâk-Esak) Kitap. * Kapı yapmak. * Vurmak, darbetmek. SAKK Kin tutmak. SAKKA Çok su dağıtan, çok sulayan, sucu. SAKKA' Kulağı çok küçük olan koyun. SAKL Törpü ile eğeleme. Cilâlama. SAKME şiddetle ve kakarak vurmak. SAKN Timsah derisi gibi katı ve sert olan deri. SAKO Üst tarafa giyilen elbise. (Ceket, aba, palto gibi) SAKRE Güneşin çok olan tesiri. * Çakır kuşunun dişisi. SAKSAKA Sığırcık kuşunun ötmesi. * Çok söylemek, çok konuşmak. * Serçenin terslemesi. SAKTA (C.: Sakatât) Sözdeki bozukluk veya yanlışlık. SAKTA (SIKAT) Kapmak. * Düşmek. SAKUR Deyyus. SAKUR Sivri burunlu büyük balta. Külünk. SAKY Sulamak. Su içirmek. * Bedende su toplamak. SAKY-I MÂ Su dağıtma. SAL f. Sene, yıl. SA'L Başı küçük olan kimse. * Başı küçük deve kuşu. * Tüyü gitmiş eşek. SAL' Baş tepesinin saçsız oluşu, kellik. SA'LA Küçük başlı kadın.SA'LA : Zâid dişli kadın. (Müz: Es'al) SAL'A Belâ, âfet. * Ağaç olmayan kumlu yer.SALA' : Kuyruğun sağı veya solu. SALA' Kellik. Baş tepesinin saçı dökülüp açık olması. SALÂ Namaza davet için çağırmak. Minarede okunan salavat, dua. (Kelimenin aslı "Essalât" veya "Salât" dır.) SALAA Tepenin saçı dökülüp açık kalan yeri. SALABET Metanet, katılık, sulbiyet. * Peklik, dayanma. Sağlamlık. * Mukaddesatı korumak hususunda cesaret, metanet ve sebat gibi sıfatlarla muttasıf olmak. (Bunun zıddı: Lâübalilik) (Bak: Dimağ) SALABET-İ DİNİYE Dinini ve dinin emirlerini korumak ve tatbik etmekteki ciddiyet ve sağlamlık. SALAET (C.: Salâât) Ezme işindeki kullanılan yassı düz taş. SALAH Bir şeyin en iyi hâli. Rahatlık, sulh, iyileşme, düzelme, iyilik. Dine olan bağlılık. Her hayra câmi faziletlerin toplanmasında hâsıl olan yüksek bir sıfat. (Mukabili fesad ve fücurdur) SALAHADDİN-İ EYYUBÎ (Doğumu: Hi: 532, Mi: 1137) Ehl-i Salib zihniyetinin İslâm dünyasına açtığı Haçlı seferlerini maddeten durduran şarkın en kahraman kumandanlarından ve sultanlarından olan bu zât hakkında bir Avrupalı tarihçi: "İslâmın en saf kahramanı" diye bahseder.Düşmanın çokluğundan bahsederek geri dönmek isteyen kumandanlarına şöyle hitab etmiş ve az bir kuvvetle Haçlı kuvvetlerini perişan etmiştir.- Madem ölümden korkuyoruz, niçin evlerimizde oturup da çocuklarımızla keyfimize bakmadık, askerliğe girdik... Bizim borcumuz, düşmanın azlığını çokluğunu kıyaslamak değil, ona karşı durmaktır...Sultan Salahaddin, Eyyübiye Devletinin başında 24 sene kaldı. Avrupa'nın Haçlı ordularını iman ve şecaatla çok defa perişan hale getirdi. Onlara mağlub olmadı. Namazını vaktinde ve cemaatla kılardı. Kerim, sabur, halim ve mütevazi idi. 57 yaşında Şam'da vefat etti. (R. Aleyh) SALÂ-HAN f. Minarede cuma veya cenaze namazına davet için salâvat okuyan kimse. * Meydan okuyan kişi. SALAHAT Sâlihlik, günahsız ve temiz oluş, dindarlıkta çok ileri olmak hâli. SALAHATTİN (Bak: Salah-üd din) SALAHDEM Katı, şiddetli, şedid. SALAHDİ Kavi, sağlam, dayanıklı ve muhkem. SALAH-İ HAL Durumun düzelmesi. SALAHİYET Bir işe karışmağa veya o işi yapmağa hakkı olmak, vazifeli olmak, bir iş için emir almış olmak. * Bir dâvaya bakabilmek. SALAHİYETDAR f. Vazifeli, salahiyet sâhibi. SALAH-ÜD DİN Salâhattin şeklinde yaygın olan bu kelime, "dine bağlı" mânasına gelir. SÂLÂR f. Kafile veya kabile reisi. Baş. Başkan. Reis. En büyük âmir. Başkumandan. SÂLÂR-I BEYT-ÜL HARAM Beyt-ül Haram'ın reisi ve başkumandanı olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm. SÂLÂR-I RUSÜL Resüller kafilesinin reisi, kumandanı. Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm. SALAT Namaz. Belirli vakitlerde Kur'an'da emredildiği tarzda ve Hz. Peygamber'in tarifi vechi ile yapılan ibadet. * Tebrik, tezkiye. * Dua. Peygamberimize (A.S.M.) yapılan dua. * İstiğfar. * Rahmet. (Bak: Namaz)(Namaz, dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, bütün hasenata fihrist ve örnektir. Kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvi bir münasebet ve nezih bir hizmettir. İ.İ.) SALÂT-I FECR Sabah namazı. SALÂT-I HAMSE Beş vakit namaz. SALÂT-I HAVF Muharebeden evvel kılınan iki rekât namaz. SALÂT-I İSTİHÂRE İstihareden evvel kılınan iki rekât namaz. SALÂT-I İSTİSKA Yağmur duasına çıkıldığı zaman kılınan namaz. SALÂT-I SEFER Yola çıkıldığı zaman kılınan iki rekât namaz. SALÂT-I VUSTA (Bak: Vusta) SALATÎN (Sultan. C.) Sultanlar. SALÂT-ÜL ASR İkindi namazı. SALÂT-ÜL FECR Sabah namazı. SALÂT-ÜL ÎD Bayram namazı. SALÂT-ÜL İŞÂ Yatsı namazı. SALÂT-ÜL MAĞRİB Akşam namazı. SALÂT-ÜL VİTR Vitir namazı. SALÂT-ÜZ ZUHR Öğle namazı. SALAVAT (Salât. C.) Namazlar. * Bütün dualar. İhtiyaçtan gelen ricalar. * Nimetten çıkan şükürler. İbadetler. * Hazret-i Muhammed'e (A.S.M.) memnuniyet ve bağlılık için yapılan dualar. * Nasârâ kilisesi. SALAVATULLAH Allah'ın rahmet ve inayeti, kusur ve günahları aff u mağfiret etmesi. SALAYE (C.: Salâyât) Bir şey ezmede kullanılan yassı düz taş. SALAYIK Yufka yapmak. SALB Asmak. Darağacına çekmek. Çarmıha germek. * Kemikten yağ çıkarmak. SALBEN Asarak, asmakla öldürmek suretiyle. SALBETMEK Asarak öldürmek. SALD Kaypak taş. * Taş gibi çok dayanıklı şey. * Dağa çıkmak. * Şiddetle ellerini yere vurmak. SALDAH Sağlam ve katı nesne. SAL-DİDE f. Yaşlı, ihtiyar. * Tecrübeli, gün görmüş. SALE Âfet, belâ, musibet, dâhiye. SALE f. Yıllık, senelik. SA'LE Eğri hurma ağacı. * Küçük başlı dişi devekuşu. SA'LEB(E) (C.: Seâlib) Tilki. * Süngü demirinin ağaç geçirecek yeri. SALEF (SALF) Kibirlilik. Tekebbürlük hali. * Kin tutmak, buğz etmek. * Zevci indinde zevcenin kadri olmamak. * Misafir için olan yemeğin yetmemesi. SALEHBA Dayanıklı ve kuvvetli deve. (Müe: Salehebât) SALENBAC Uzun ince balık. SALFA' Sağlam ve sert yer. SALHA (Sâl. C.) f. Yıllar. Seneler. SALHHANE f. (Bak: Selhhane) SALHURDE f. Çok yaşlı, pek ihtiyar. SAL-İ HAL İçinde bulunulan yıl. SALİB (C.: Sulub-Salbân) Haç. * Şiddetli, şedit. * Heybetli. SALİB Titreten. * Hareketli. SALİB(E) Bir şeyin vücudunu veya vukuunu inkâr eden. * Kapıp götüren, zorla alan. * Alan. * Bir şeyin vücudunun olmadığını veya meydana gelmediğini söyleyip isbat eden. SALİBE Ayakları yarık olan kadın. SALİBE-İ KÜLLİYE Man: Bir şeyin nefyine delâlet eden kaziye. Bir şeyin bütün bütün olmadığını veya mevcudattan hiç birisine hâkim ve müessir olmadığını iddia ve isbat eden hüküm.(Halk-ı eşya hakkında "mucibe-i külliye" sâdık olmadığı takdirde "salibe-i külliye" sâdık olur. Yâni ya bütün eşyanın Hâlikı Allah'tır veya Allah hiçbir şeyin Hâlikı değildir. Çünkü: Eşyanın arasında muntazam tesanüd ile halk ve yaratmak, tecezziyi kabul etmez bir küldür. Baziyet yoktur. Ya "mucibe-i külliye" olacaktır veya "salibe-i külliye" olacaktır. Başka ihtimal yok. Her şeyde illetin ademini tevehhüm eden vehmin vâhi hükmünde bir kıymet yok. Binaenaleyh, ednâ bir şeyde Hâlıkiyet eseri göründüğü zaman, bütün eşyada tahakkuk eder. Ve keza Hâlık ya birdir veya gayr-ı mütenahîdir, evsat yoktur. Zira sani' vâhid-i hakiki olmazsa, kesir-i hakiki olacaktır. Kesir-i hakiki ise gayr-i mütenahîdir. Maahaza nuru neşredenin nursuz, icad edenin vücudsuz, icab ettirenin vücubsuz olması muhaldir.Ve keza ilim sıfatını ihsan edenin ilimsiz, şuuru ihsân edenin şuursuz, ihtiyarı verenin ihtiyarsız, iradeyi verenin iradesiz, kâmil şeylerin sani'i gayr-ı kâmil olduğunu telâkki etmek muhaldir.Ve keza, aynı tersim, basarı tasvir ve nazarı tenvir edenin basarsız olduğunu düşünmek, ancak basar ve basiretten mahrum olan adamın işidir. Maahaza, masnu'daki kemalât tamamen Sâni'deki kemalden akan bir feyizdir. Fakat kuşlardan yalnız sineği gören, tanıyan bir mikrop, kartalı gördüğü zaman "bu kuş değildir" der. Çünkü, sinekteki şeyler onda yoktur. M.N.) SALİBİYYUN Hristiyanlar. SALİD Pak, temiz. SALİF Boynun genişliği, kalınlığı. SALİF(E) Evvelce geçen, geçmiş. Mukaddem. SALİF-ÜL ARZ Dünyanın ve arzın evveli veya geçmiş zamanı. * Evvelce arz olunan. SALİF-ÜL BEYAN Bildirilmiş, beyanı geçmiş. SALİF-ÜZ ZİKR Bildirilen, zikri geçen, mezkûr. Yukarıda ismi geçen. Yukarıda, daha evvel söylenen. SALİG (C.: Sulag) Altı yaşındaki sığır. SALİH Kara yılan. SALİH (A.S.) Büyük peygamberlerden olup Hicaz ile Şam arasında oturmuş olan Semud kavmine gönderilmişti. Semud kavmi Âd kavminden sonra Arap yarımadasında kuvvet ve ma'muriyet bulup küfür ve dalâlete meyl ile putlara ibadet ediyorlardı. Salih (A.S.) kendilerini hak dine davet etmiş ise de, inanmayıp kendisinden mu'cize istemeleri üzerine; Allah, bir kayadan bir dişi deve çıkarmış ve deve derhal yavrulamış; bu hayvanla yavrusuna bakılması Salih Peygamber tarafından kavmine tavsiye olunduğu halde, bunlar deveyi dahi öldürdüklerinden Allah'ın gazabına uğramışlardı. İmana gelen küçük bir kısmın gerisi, mahv ve helâk olmuştu. Hz. Salih (A.S.), bir rivayette Mekke'ye ve bir rivayette de Kudüs'e çekilip orada vefat etmiştir. Enbiya-i Arab'dan olduğu halde Tevrat'ta zikredilmiştir. SALİH(A) (Salâh. dan) İşe yarar, elverişli, uygun, iyi. Haklı olan, itikatlı, dindar, dinî emirlere uyan. * Faziletli, ehl-i takva olan. SALİHA Safi gümüş. * İyi, sâlih kimse. SALİHAT Dine uygun iyi hareketler. Cenab-ı Hakk'ın ve Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın beğeneceği işler, iyilikler. * Hayır ve hasenat sâhibi müslüman kadınlar. SALİHÛN Salih kimseler, günahkâr olmayanlar, salihler. SÂLİK (Sülûk. dan) Bir yolda giden. Belli bir yol tutup giden. * Bir tarikat yolunda olan. SÂLİKÂN (Sâlik. C.) Sâlikler. Bir tarikata girmiş veya bir şeyhe bağlanmış kimseler. SÂLİKÛN (SÂLİKÎN) (Sâlik. C.) Sâlikler. Sülûk edenler. SALİL Demirden çıkan ses. Demir sesi. SÂLİM(E) Sağlam. * Sıhhatli. Sağ. Noksansız, eksiksiz. * Her türlü tehlikeden uzak olan. Emin ve korkusuz olan. * Gr: Kelimelerdeki harfler bozulmadan cemi' eki katılarak yapılan çoğul hali. Sâlimûn, sâlihât, sâdıkûn, sâdıkât gibi yapılan cemiler. * İçinde harf-i illet bulunmayan kelime. SÂLİMEN Sağ, sağlam ve sıhhatta olarak. * Emin olarak, emniyetle. SÂLİMÎN (Sâlim. C.) Sağ, sağlam ve sıhhatta olanlar. Sâlimler. SÂLİS(E) Üçüncü. * Sâniyenin altmışta biri. SÂLİSÂT (Sâlise. C.) Sâliseler. Sâniyenin altmışta biri kadar olan vakitler. SÂLİSEN Üçüncü olarak. SALİYE Edb: Yeni yılı tebrik maksadıyla sene başında yazılan tarihli medhiye. SALK Şiddetli ses. * Vurmak. * Hâmile kadının ağrısı tutup bağırması. SALKAME Azı dişlerinin birbirine dokunması. SALL (C.: Sellât) Dar su yolu. SALL Demirlerin birbirlerine sürtünmelerinden çıkan ses. SALLA (Salli) Duâ olsun, şânı yücelsin meâlinde söylenir. SALLALLÂHÜ TEÂLÂ ALEYH Allah (C.C.) onun şanını yüceltsin; duasını, isteklerini kabul etsin; her isteğini versin meâlinde Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında söylenilen duadır. SALLE (C.: Sılât) Kuru yer. * Deri, cild. SALM Kesmek. SALMA' Kesmek. SALNAME f. Yıllık, senelik. SALSAL Kuru balçık. Kumla karışıp kurumuş olan balçık. * Çok anırgan eşek. SALSALE Demirlerin birbirine dokunmaktan ses çıkarmaları. SALT Bileyi taşı. * Kişinin kendi öz kızı. * Erkek ismi. * Geniş alın. * Vurmak mânâsına mastar. SALTANAT Kudret, kuvvet. * Hâkimiyet, padişahlık. * Tantana, gösteriş, debdebe. * Şatafatlı hayat. Bolluk. Zenginlik. (Bak: Siyaset) SALTANAT-I SENİYYE Osmanlı İmparatorluğunun bir adı. SALUS f. İkiyüzlü, riyakâr. SALUSÎ f. İkiyüzlülük, riyakârlık. SALV Uyluk. SALVELE Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'a okunan salavat ve dua. SALY Pişirmek. * Yakmak. SAM Ölüm, mevt. * Yer altındaki altın damarı. * Gök kuşağı. * Ateş. * Sersemlik hastalığı. * Hazret-i Nuh'un (A.S.) oğullarından birinin ismi. SA'M Soymak. SAM'A Küçük kulaklı kadın. (Müz: Asmâ) * Kuvvetlenip olgunlaşan ot. SAMAHMAH Uzun ve çok yoğun olan madde. SAMAM Belâ. * Zahmet, meşakkat. SÂMÂN f. Servet. Zenginlik. * Rahmet. * Dinçlik. * Düzen, tertip. * Bir kimsenin varı-yoğu, serveti. SÂMÂNSUZ f. Rahat ve huzuru bozan. SAM'AR Katı şiddetli, şedid. SAM'ARE Sağlam ve dayanıklı, sert. SAMD Kasdetmek. * Yüksek yer. * Galiz, yoğun. SAMECE (C.: Samec) Kandil. SAMED Her şeyin kendine muhtaç olup, kendisi hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmayan. (Allah) *Pek yüksek, dâim. * Refi' ve âli ve içi dolu şey. * Kavmin ulusu. SAMEDANÎ Samed olan Allah (C.C.) ile alâkalı. İlahî. Allah'a mahsus. SAMEDİYET Allah'ın (C.C.) hiç bir şeye muhtaç olmadığı gibi hazinesinden hiçbir şey eksilmemesi ve kudretine de hiç bir şey ağır gelmemesi. SAMEKMEK Çok kuvvetli adam. SAMEM Sağırlık. SAMER Bozulup fena kokmak. SAMEYAN Sıçramak. * Kalkmak. * Yürekli, cesaretli, kahraman, bahadır kişi. SAMG Zamk, ağaç sakızı. SAMGÎ Zamk gibi, zamk halinde olan. SAMHA Kolaylık. Asânlık. Sühulet. SAMİ Sertlik, katılık. Kuruluk. SAMİ Yüksek, yüce, refi'. SAMİ' İşiten, duyan, dinleyen. SAMİA Duyma, işitme duygusu, işitme kuvveti. SAMİD Yükselen, başını kaldırıp göğsünü kabartan. * Hayrette kalan. * Gafil. SAMİH Cömert, eli açık sahavet sahibi ve civanmert olan. SAMİÎN (Samiûn) Dinleyiciler. * Bir nevi icraatta alâkadar olmayıp dinleyici olanlar, devam edenler. SAMİL Kuru, yâbis. SAMİM İç, asıl, öz. SAMİMÂNE f. Samimi olarak. İçten duyarak, riyasızlıkla. SAMİMÎ İçten, gönülden, candan. * İçli, dışlı. SAMİMİYET İçten ve kalbden olan sevgi ve bağlılık.(Niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde; ciddi, samimi tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hatta şöyle bir cemaatın şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir. İnayata mazhar olur. M.) SAMİM-ÜL KALB Kalbin içi. SAMİN Semiz, yağlı, besili. SAMİN(E) Sekizinci. SAMİNEN Sekizinci olarak. Sekizinci derecede. SAMİR Yemişli, meyvalı ağaç. SAMİR Gece toplantıları. SAMİRÎ Hz. Musa Peygamber zamanında Yahudileri şirke sevk eden. Hz. Musa'nın (A.S.) bulunmadığı yerde kavmini yaptığı buzağı heykeline taptırmağa çalışan bir yahudi. SAMİT Tatsız bayat süt. * Tuzsuz ekmek. SAMİT(E) Susan, sükût eden. * Ses çıkarmaz, sessiz. * Gr: Sessiz harf. SAMİTANE f. Sessizce, ses çıkarmaksızın, sâkitane. SAMİTE-İ MEYYİTE Ses çıkarmayan ölü. * Hareketsiz. * Haksızlıklar karşısında gayrete gelmeyen, ölü gibi sükût eden. SAMKUK Kaba adam. SAML Katılık, sertlik. * Dimdik olmak. * Pekişip kaskatı olmak. SAMLAH Kulak deliği. * Kulak kiri. SAMM Sağır olmak. * Şişenin ağzını tıkamak. * Katı, sağlam ve sert madde. * Vurmak. SAMM(E) Zehirleyen. Ağulu. * Sam Yeli denen öldürücü rüzgâr. SAMMA Sesi çıkmayan, sessiz. * Sağır ve dilsiz. * Katı ve son kaya. * Sağlam ve sert yer. * Belâ. * Zahmet, meşakkat. SAMME (C.: Sevvâm) Zehirli hayvan. SAMSAM Keskin olmak. * Keskin kılıç. Seyf-ü sârim. SAMSAME Cemaat, topluluk. * Bölük. SAMT Susma, sükût. SAMU İyi olma, afiyet bulma. SAMUT (Samt. dan) Az konuşan. * Susmuş. Surat asarak susan. SAMYELİ Sıcak memleketlerde esen bunaltıcı rüzgâr. SAN f. "Benzer, andırır" mânâlarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. SAN' Sağlam ve muhkem yer. SAN'A Yemen diyarında bir şehrin adı. SANABİR Şiddet. SANADİD Bahadır ve şeci' olanlar. Kahramanlar. İleri gelenler, reisler, padişahlar. SANADİD-İ KUREYŞ Kureyş'in ileri gelenleri, seraskerleri, büyükleri. SANADİK (Sunduk. C.) Sandıklar. SANAİ' (Sania. C.) Tertibli, uydurma işler. Tuzaklar. * Sanayi. SAN'AT Ustalık, hüner, mârifet. SAN'ATGER f. San'atçı. SAN'ATKÂR f. Usta, san'atçı. SAN'ATKÂRANE f. San'atlı olarak, özenip meharetle yapılmak suretiyle, sanatkâra yakışır şekilde. SAN'ATNÜMA San'atkârlığını gösteren, san'at gösteren. SAN'ATPERVERANE f. San'atkârcasına, san'atkârlığına çok kıymet vererek. SAN'AT-ÜT TEDELLİ İlm-i belagatın bir kaidesi. En âlâdan başlayıp ednaya doğru gitme, yukarıdan aşağıya inme san'atı. (Bak: Tedelli) SANAVBER Çam fıstığı kozalağı veya onun şeklinde olan. Çam fıstığı. SANAVBERÎ Kozalak biçiminde. Koni şeklinde. SAN'AVÎ (San'aviye) San'atlı oluş. San'ata mensub. Muntazam yapılı. SANAYİ San'atlar. SANAYİ-İ LAFZİYE Söz ile, lâfızla yapılan san'at şekilleri. (Cinas, tenasüb ve tezad gibi.) SANAYİ-İ MANEVİYE Mâna delâletiyle olan san'at. (Teşbih ve istiâre gibi.) SANAYİ-İ NEFİSE Güzel san'atlar. insanın çok hoşuna giden ve çok üstün san'atkârlıkla yapılmış eserler. SANBUR Yalnız olan hurma ağacı. * Oğlu, kızı, kavmi ve kabilesi olmayan kişi. SANC Zil. SANCAK BEYİ Eyalet teşkilâtıyla timar usulünün cari olduğu zamanlarda beş on kazalık yerin mutasarrıfı ile sipahisinin kumandanına verilen addır. Osmanlıların ilk zamanlarında beylere yahut hükümdar evlâtlarına has olarak verilen mıntıkalara "Sancak" denilir, bu sancaklara tasarruf edenlere de "Sancak Beyi" adı verilirdi. SANCAKDAR f. Sancak taşıyan. Alemdar. SANCE (C.: Sanecât) Terazi. * Taş. SAND Bendetmek, bağlamak. SANDAL (C.: Sanâdil) Büyük başlı deve. * Güzel kokulu bir ağaç. SANDİD Bela. * Meşakkat, zahmet. * Şiddetli yağmur ve rüzgâr. SANDUK (C.: Sanadik) Sandık. SANDUKA Türbelerde mezarların üzerine tahtadan sandık şeklinde yapılan ve üstüne yeşil çuha örtülen yerin adıdır. Kadın sandukaları düz olduğu halde, erkek sandukalarının baş tarafına bir ağaç konarak üzerine kavuk, taç, sikke gibi sağlığında giydikleri başlık konurdu. Açık mezarlıklarda sandukalar taştan yapılır, baş ve ayak uçlarına taş dikilerek baştakinin üzerine kitabe yazılırdı. (O.T.D.S.) SANDUKÇE f. Küçük sandık. SANDUKKAR Veznedar. SA'NEB Başı küçük olan kimse. Küçük başlı kişi. SANEM Kâfirlerin, önünde ibadet ettikleri heykel, put. * Mc: Çok güzel olan. * Putperestlerin İlâhı. SANEM-HANE f. Tapınak, puthane. SANEM-PEREST f. Puta tapan.(Sanem-perestliği şiddetle Kur'an men'ettiği gibi, sanem-perestliğin bir nevi taklidi olan suret-perestliği de meneder. Medeniyet ise; suretleri kendi mehasininden sayıp Kur'ana muaraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli, gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riya-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki; beşeri zulme ve riyaya ve hevaya, hevesi kamçılayıp teşvik eder. S.) SA'NET Et yağı. * Yağ. SANEVBER (Bak: Sanavber) SANEVÎ İkinci. İkinci derecede. SANİ İkinci. SANİ' Görülen iş. SANİ' (Sun'. dan) Sanatkârca yapan. Yaratan. San'at eseri olarak meydana getiren. İşleyen, yapan. (Allah) SÂNİ AŞER Onikinci. SANİA Uydurma, düzme. Tuzak, hile. * İş, amel, fiil. SANİFE Bez kenarı. SANİH Mübarek fiil, iyi iş. SANİHA Zihne gelen fikir. Mütâlâa. Çok düşünmeden gelen fikir. SANİHA-ÂRÂ f. Hatıra gelen, akla gelen. SANİHÂT (Sâniha. C.) Çok düşünmeden akla, fikre gelen şeyler. (Bak: Sünuh) SANİ'-İ HAKİKÎ Doğrudan doğruya, hiç bir şeye muhtaç olmadan her şeyin aslını, esasını ve teferruatını yapan, yaratan. Allah (C.C.). SÂNİ'-İ HAKÎM Hikmet sâhibi olan yaratıcı. Allah (C.C.) SANİ'İYYET Ustaca ve tertibli yapıcı oluş. Sâni'lik.(Eğer eşya kendi nefislerine isnad edilirse, herbir zerreye bir uluhiyet lâzımdır. Meselâ, Ayasofya'nın bânisi inkâr edildiği takdirde her bir taşı Mimar Sinan olması lâzım geliyor. Öyle ise kâinatın Sânia olan delâleti, kendi nefsine olan delâletinden daha vâzıh, daha zâhir, daha evlâdır. Öyle ise kâinatın inkârı mümkün olsa bile, Sâniin inkârı mümkün değildir. M.N.) SANİYE Dakikanın altmışta birisi. Çok kısa bir zaman. SANİYE (C.: Sevâni) Su taşıyan deve. Su yükledikleri ve su çektirdikleri deve. SA'NİYE Takkenin tepesi. SANİYEN İkinci olarak. İkinci derecede. SANSÜR Fr. Neşr olacak şeylerin (kitap, film veya mektubların) hükümetçe kontrol edilmesi işi. SANTİT Ulu, kerim kişi. SANTRİFÜJ yun. Merkezden uzaklaşan kuvvet. Merkezkaç kuvvet. (Bak: Kuvve-i an-il merkeziye) SANVAN (Sunvân) (C.: Esvane) Kaftan. * Giyecek eşyaların muhafaza edildiği dolap veya sandık. SAR İntikam, öç. SAR f. Yer, mekân bildiren, birleşik kelimeler yapılan bir ek'tir. Bir şeyin kesretle bulunduğunu gösterir. Meselâ: Kühsar $ : Çok dağlık yer. SA'R Ateşin alevlenmesi. SA'R Katil zehiri. * Kısa boylu adam. * Küçük hıyar. * Yaban soğanının kökü. SAR' Düşmek. * Yıkıp yere çalmak. * Edb: Şiirin beytini iki mısra' veya iki kafiyeli yapmak. * Tıb: Bir hastalık ki, teneffüs cihâzını his ve hareketten meneder. SARA f. Hâlis, saf, katıksız. *Hz. İbrahim'in (A.S.) birinci zevcesinin ismi. SARA Rengi değişmiş olan su. SAR'A Tıb : Bir nevi baygınlık hastalığı. SARA' Sararmış hanzal otu. SARAD Yer bağırsağı. SARAH Her şeyin hâlis ve safisi. SARAHAT Sarih olmak, zâhir olmak. Açıklık. * Kaymağı alınmış süt. SARAHATEN Açık ve sarih olarak. Açıktan açığa. SARAMET Yiğitlik, mertlik. SA'RAN (SA'REVÂN) Koyunun memesinin etrafında olan ve memeye benzeyen sivilceler. SARARÎ (C.: Sarariyyûn) Gemici. SARASIR (Sarsar. C.) şiddetli ve gürültülü rüzgârlar. SARASIRA Şam vilâyetinde yetişen bir otun adı. SARAT Suyun çok durmaktan dolayı renginin ve kokusunun değişmesi. SARAY (Seray) f. Büyük kimselerin veya padişahların oturduğu yüksek ve büyük bina. Büyük, muntazam ve tantanalı konak, ev. SARB (SAREB) Sütü birbiri üstüne sağmak. * Bevlini hapsetmek. * Çok ekşimiş süt. * "Zamk-ı talh" denilen ağaç sakızı. SARBAN f. Deve sürücüsü. Deveci. SARD Nüfuz etmek, sözü geçer olmak. * Katıksız, saf, hâlis. * Soğuk. SARDAH (SIRDÂH) Düz yer. * Sahrâ, çöl. SARE (C.: Savâr) Hâcet, ihtiyaç. * Susuzluk. SARE Cemaat, topluluk. SARE (Sayr : Olmak. dan) Oldu (meâlinde fiil). SARF (C.: Süruf) Harcama, masraf, gider. * Fazl. * Hile. * Men etme. Bir kimseyi yolundan ve işinden ayırıp başka tarafa yöneltme. * Farz. * Gr: Bir lisanı meydana getiren kelimelerin değişmesinden, birbirinden türemesinden bahseden ilim şubesi. Kelime bilgisi. Kelime şekli bilgisi. Morfoloji. Tasrif çeşitlerini, isim ve fiil nevilerini öğreten ilim. * Para bozma. SARF U NAHİV Dilbilgisi. Gramer. SARFE Boncuk. * Nurlu bir yıldız ismi. SARFE MEZHEBİ Kur'an-ı Kerim'in mu'cize olduğuna dair ikinci mercuh bir mezheb ismi.(İ'caz-ı Kur'an'da iki mezheb var. Mezheb-i ekser ve râcih odur ki, Kur'an'daki letaif-i belâgat ve mezaya-yı meâni, kudret-i beşerin fevkindedir.İkinci mercuh mezheb odur ki:Kur'an'ın bir suresine muâraza, kudret-i beşer dâhilindedir. Fakat Cenab-ı Hak, mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) olarak men etmiş. Nasıl ki bir adam ayağa kalkabilir, fakat eser-i mu'cize olarak bir Nebi dese ki: "Sen kalkamıyacaksın." O da kalkamazsa, mu'cize olur. Şu mezheb-i mercuha, Sarfe Mezhebi denilir. Yâni Cenab-ı Hak cin ve insi men'etmiş ki; Kur'an'ın bir suresine mukabele edemesinler. Eğer men'etmeseydi, cin ve ins bir suresine mukabele ederdi. İşte bu mezhebe göre "Bir kelimesine de muâraza edilmez" diyen ulemânın sözleri hakikattır. Çünkü mâdem Cenab-ı Hak i'caz için onları men'etmiş, muârazaya ağızlarını açamazlar. Ağızlarını açsalar da, izn-i İlâhî olmazsa, kelimeyi çıkaramazlar. M.) SARF-I MEHÂRET Maharet sarfetme. SARF-I NAZAR Bir şeyden vazgeçme, cayma. * Nazar-ı itibare almama. SARF-I ZİHN Akıl sarfetme, akıl harcama. SARFÎ (Sarfiye) Masrafa, sarfa ait, gidere dair. * Gr: Sarf kaidesine dair, gramere ait, dilbilgisiyle ilgili. SARFİYYAT Masraflar, giderler. SARH (C.: Suruh) Büyük köşk, yüksek yapı. SARHA Çağırmak, bağırmak, feryad etmek. SÂRIK (Sârıka) Çalan, hırsızlık yapan. Hırsız. SÂRIKANE f. Hırsız gibi, hırsızcasına. SARİ f. Süren, sürücü. SARİ (Sâriye) Sirayet eden, bulaşıcı, geçici olan. Genişleyip başkasına da geçmeğe, yayılmağa müstaid olan. SARİ' Düşmüş. Yere düşmüş sar'alı kimse. SARÎ (C.: Surrâ) Gemici. SAR'Î Sar'a hastalığı ile ilgili. SARİB Yol, tarik. SARİF Kapı gıcırtısı. * Diş gıcırtısı. * Makara sesi. SARİF (Sarf. dan) Değiştiren. * Harcayan, sarf eden. SARİFE (C.: Savârif) Değişiklik. Değişme. SARİH Açık, belirli âşikâr. Sâf ve hâlis olan. SARİH Kurtaran, maded veren. İmdad eden. * Çağırılan, kendisinden meded beklenen. * Meded isteyen. SARİHAN Açık ve belirli olarak. Açıkça. Meydanda ve âşikâr olarak. SARİK (Bak: Sârık) SARİM Kesilmiş. * Biçilmiş ekin, döğülmemiş harman. SARİM Kesen, kesici. * Şecaatlı. SARİME Ekini biçilmiş yer. SARİR (Kapı, kalem vs. de) Cızırtı, gıcırtı. SARİR-İ HÂME Kalem cızırtısı. SARİYE (C.: Sevari) Direk. * Gece yağmur yağdıran bulut. SARM (Surm) Bağ kesmek. Meyve toplamak. Bir şeyi kökünden ayırmak. SARMA' Susuz sahra. Suyu olmayan çöl. SARNIÇ (Bak: Sahrınç) SARR Kesenin ağzını bağlamak. * Hıfzetmek. * Cem'etmek, toplamak. * Yukarı kaldırmak. * Zammetmek, artırmak. SARR Sevindiren, sürura sebeb olan. SARRAF Sarfeden. Para işleri ile uğraşan. * Cevherci, kuyumcu. Cevherin kıymetini san'atı ile azaltan veya çoğaltan. SARRAFÂN (Sarraf. C.) Sarraflar. SARRAM Ham deri satıcısı. SARRAR Orak kuşu denilen ve yaz sıcaklarında öten bir hayvan. SARRE Kapı, kalem ve semer cızıldaması. * Çağırıp söylemek. * Sayha, yüksek ses. SARSAR Gürültü ile gelen pek soğuk rüzgâr, yel. Kasırga. * Ağustos böceği. SARSARA Doğan sesi. * Horoz sesi. SARSARANİ (C.: Sarsaraniyyât) Bir deve cinsi. * Bir cins balık. SARUC Alçı. * Hamam otu. SARY Kalem ve kapı cızıltısı. SA'SA İnci, sedef. SA'SA Dağılmış develer. SA'SAA Perakende etmek, dağıtmak. SA'SAA Keçiyi sağmak için çağırmak. SA'SAE Köpek eniğinin gözü açılmadan gözünü depretip bakmak istemesi. SASANİLER İran'da ikibin yıl önce devlet kuran bir sülâledirler. İlk meşhur hükümdarları Erdeşir'dir. Devleti kuvvetlendirdi ve Doğu Anadolu'yu Romalılardan aldı. Ünlü pâdişahlarından ve âdil ismi ile tanınan Nuşirevan İslâmiyetten önce yaşamıştır. Altıyüz seneden ziyade devletleri devam eden Sâsâniler, İslâmiyetin karşısında sarsılmışlar, nihayet 636'da Nihavend muharebesi ile ortadan kaldırılmışlardır. SA'SEA Âciz olmak. * Sözünde kasır olmak. SASİM Kara ağaç. * Abnus ağacı. SAT' Yüksek olmak. Kesmek, kat'etmek. SA'TER Güvey otu. * Kekik otu. SA'TERÎ şen ve keyifli kimse. * Kekik otu ile alâkalı. * Soytarı. SATH (Bak: Satıh) SATHEN Dış yüzden, dıştan. SATH-I ARZ Yer yüzü. Ruy-i zemin. SATH-I DERYA Denizin yüzü. SATHÎ Görünüşe göre, derinliğine dalmadan, üstünkörü olarak, satha dâir ve âit. SATHİYÂT Sathi ve âdi şeyler. SATHİYYEN Dıştan, dış yüzden. * Üstten. Derinleştirmeden. SATI' (Sâtı'a) Yükselerek meydana çıkan. * Yükselerek görünen. Nur saçan. Parlak. SATIH Düz. Bir şeyin dış yüzü, üstü. * Evin damı. * Yayıp döşemek. * Genişlik. SATİ Adımlarını geniş atan at. SATİH (Bak: Şıkk) SATİM (C.: Sutem) Galiz, kaba. SATİR Setreden, örten, kapatan. * Günahları, kusurları örten. SATİT Ses. * Topluluk, cemaat. SATL Kova, tas, küçük leğen. SATR (C.: Sutur) Satır. Yazı sırası. SATRANÇ 32 taşla, 64 haneli bir tahta üzerinde, iki kişi arasında muhakemeye dayanılarak oynanan ve meşru olmayan bir oyundur. SATT Cemaat, topluluk. * Cesediyle tokuşmak. * Kovmak, def'etmek. * Zor bir işe giriftar etmek. SATUR Satır. SATUR (C.: Sevâtir) Satır, büyük bıçak. SATV Yürürken sıçramak. SATVET Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle kavrayıp almak. Birisinin üzerine şiddetle sıçramak ve hamle etmek. * Zorluluk. SAUD İnişli ve yokuşlu yer. SAUR Ocak. Fırın. SAUT Enfiye gibi burna çekilen ilâçlar. SAV Vatan. * Niyyet. SA'V Duymak. İşitmek. * Zayıf adam. * Serçeden küçük bir kuş. SAV' Perâkende etmek, dağıtmak, parça parça yapmak. SAVAB Doğruluk. Yanlış olmayan. Doğru dürüst. SAVABDİDE f. Doğru ve haklı görülmüş. Beğenilmiş. SAVAB-ENDİŞ Düşünce ve görüşü doğru olan. SAVAB-NÜMA f. Doğruyu gösteren. SAVAFIK Havadis. * Yeni meydana gelen şeyler. SAVAİK Saikalar, yıldırımlar. SAVAİK-İ RAHMET Rahmet yağmur ve yıldırımları. SAVALİC Cirit oynanan eğri sopalar. SAVARIM (Sârım. C.) Keskin kılıçlar. SAVARİF (Sârife. C.) Değişmeler. Değişiklikler. SAVARİF-İ DEHR Dünya değişiklikleri. SAVAT (Aslı: Sevâd'dır) Gümüş üstüne kurşunla yapılan kara kalem nakışlar. * Derede hayvanlara su içirilen yer. SA'VAT (Sa've. C.) Kuyruk sallıyan kuşlar. SAVB Taraf, cihet, yön. * Dökülmek, nüzul etmek. * Savab. Doğruluk, dürüstlük. SAVB-I ÂLÎ Yüksek taraf. SAVB-I HAK Hak ciheti. SA'VE (C.: Sa'vât) Kuyruk sallıyan kuş. SAVER Eğri boyunlu olmak. SAVG Batmak, * Kuyumculuk yapmak. SAVH Yarmak. * Ayırmak. * İşitmek, duymak. SAVİ Kuru, yâbis. SAVL Saldırma, atılma. Saldırış, atılış. SAVLEC Misk. * Gümüş. SAVLECAN (C.: Savâlic) Cirit oynanılan eğri sopa. SAVLET Saldırma. Ani ve şiddetli atılış. SAVM Oruç. İkinci fecirden başlı(Zeker) güneşin batmasına kadar yemekten, içmekten ve cinsi mukarenetten nefsi men'etmek suretiyle yapılan ibâdet. SAVMAA (Savmea) (C.: Savâmi') İbadet yeri, hususan Yahudilerin ibadet ettikleri yer. * Hücre. SAVM-I DAVUDÎ Bir gün oruç tutup bir gün iftar etmek. SAVM-I DEHR Aralıksız, bir sene mütemadiyen nehyedilen bayram günlerinde dahi iftar edilmeksizin oruç tutmağa denir. Bu nevi oruç bayram günleri tutulmazsa câizdir. SAVM-I VİSAL İki gün iftar etmeden oruç tutmak. (Bu, zaruret olmadan mekruhtur) SAVN Koruma, muhafaza, sıyanet. SAVR (C.: Savâri) Hamle yapmak. * Parçalamak, pâre pâre etmek. * Bir yerde toplanmış küçük hurma ağaçları. SAVRE Uyuza benzer bir hastalık. SAVT Ses. Bağırmak.(Şeriatça bazı savtlar helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Evet ulvi hüzünleri, Rabbani aşkları iras eden sesler helâldir. Yetimâne hüzünleri, nefsanî şehevâtı tahrik eden sesler, haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı te'sire göre hüküm alır! İ.İ.) SAVT (C.: Siyât-Esvât) Kamçı, kırbaç. * Bir şeyi diğerine karıştırmak. SAVTAL Havuç cinsinden çöğender adı verilen bir bitki. SAVT-I AZAB Daima elem verici azab. SAVT-I BÜLEND Yüksek ses. SAVT-I HAZİN Hüzünlü ses. SAVVAG Kuyumcu. SAVVANE (C.: Savân) Bir cins çakmak taşı. SA'Y Çalışma, Çalışıp çabalama. Gayret sarfetme. Bir maksadın meydana gelmesi için elden geleni yapma. * Hızlı yürüme. * Cür'et etme. * Ziyaret etme. * Gammazlık yapma. * Ist: Hac veya Umre'de Safâ ile Merve arasında usulüne göre yedi defa gelip gitmektir. (Bak: Himmet) SAY' Suyun akması. SAYADİD Belâ. * Zahmet, meşakkat. SAYAKILE (Saykal. C.) Cilâ yapanlar, cilâcılar. * Cilâ âletleri. SAYARİF (Sayrefî. C.) Sarraflar. * Kurnaz ve işini bilir kimseler. SAY'ARİYYE Boyunda olan işaret. SAYASİ (Sisâ. C.) Dağın uçları. * Herhangi bir şeyin asılları. * Çulha tarakları. * Muhkem ve yüksek kaleler. SAYB İnmek. SAYD Av. Avlanmak, sayda gitmek, ava gitmek. SAYDA' Çömlek yapılan toprak. * Kaba ve galiz yer. * Belde ismi. SAYDANİ Bir küçük canlı. * Tilki. * Mülk. SAYDELAN (C.: Sayâdile) Boncuk ve hırdavat satan çerçi. SAYDELANÎ Boncukçu, çerçi. SAYDELE Eczahane. SAYDELÎ Eczacı. SAYDENANİ Bir küçük canlı. SAYDGÂH f. Av yeri. SAYDGER f. Avcı. Sayyad. SAYD-I MAHÎ Balık avı. SAYE f. Gölge. * Mc: Himaye, sahip çıkma, koruma. * Muavenet, yardım. SAYE (C.: Sâyât) Koyun yatağı. Nişan için dikilen taş. Yolun tanınması için bir yere yığıp höyük yapılan taş. SAYE- ZAR f. Gölgelik. SAYE-BAN Gölgelik. Büyük çadır. Şemsiye. * Mc: Koruyan, himaye eden. SAYED Başını yukarı kaldırıp kibirlenmek ve sağına soluna iltifat etmemek. SAYE-DAR f. Gölge eden, gölgesi olan, gölgeli. * Sâhip çıkan, koruyan, himâye eden. SAYE-ENDAZ f. Gölge salan. * Mc: Koruyuculuk eden, himâyecilik yapan. SAYE-FİKEN Gölge düşüren. SAYE-GÂH f. Gölgeli yer. Gölgelik. SAYE-GÜSTER f. Gölge eden. * Koruyan, muhafaza ve himaye eden. SAYE-HAH Koruma ve himaye isteyen. SAYEHAN Çağırmak. SAYE-İ MEDİD Uzun gölge. SAYE-NİŞİN f. Gölgede oturan. * Bir şeyin gölgesine sığınan. Korunan, himaye gören. SAYE-PUŞ Ağaçlık, gölgelik. SAYF Yaz, yaz mevsimi. SAYFÎ Yaza ait. Yaz mevsimiyle alâkalı. SAYFİYE Yazlık. Gezinecek ve yazın yaşanacak yer. SAYFUFET Udûl etmek. Yoldan çıkmak, vazgeçmek. SAYH(A) (C.: Siyâh) Çağırış. Çığlık. Feryad. Nâra. * Azab, eziyet. SAYHA-İ GURÂB Karga bağırışı. SAYHED Uzun. SAYHUD Çok sıcak olan gün. SA'Y-İ BELİĞ Emek harcayarak gereği gibi çalışma. SA'Y-İ DİMAĞÎ Kafa çalışması, fikrî çalışma. SAYİBE (C.: Siyeb) Adak için ayrılıp üstüne binilmeyen ve sütü içilmeyen dişi deve. * "Ümm-ül bahire" adı verilen ve peşpeşe üç dişi deve doğuran deve. Bu deveye de binilmez, sütü sağılmaz. Yabana salarlar, ölünceye kadar gezer. SAYİDE f. Eskimiş, yıpranmış. * Ezilmiş, sürülmüş. SAYİFE (C.: Sayifât) Ufak, yumuşak kum. SAYİFET Rum gazası. (Çünki çok yağmurlu ve karlı yer olduğundan yaz günlerinde gaza yaparlardı.) SAYİL Alında olan beyazlık. * Burun kamışı. SAYİME (C.: Sevâyim) Yılın ekserinde yabanda yürüyen davar. SAYİR Bakan, seyreden. Seyredici. SAYİS (Siyaset. den) At uşağı, seyis. Koyun güdücü. SAYİS-HANE f. Üzerine yük yüklenip yolcunun da bindiği hayvan. SAYK (Bak: Sıyk) SAYKAL Cilâ. Cilâ yapan âlet. Parlatan. * Kılıç bileyen. SAYKAL VURMAK Cilâ vurmak, parlatmak. SAYKALZEDE f. Cilâlı. Cilâlanmış. SAYKALZEN f. Yaldızcı. SAYLEM Zorluk, meşakkat. SAYREF (C.: Seyârif) Sarraf. * İşini, çıkarını, hesabını bilir, kurnaz kimse. SAYREFÎ (C.: Sayârife) Sarraf. SAYREM Bir lokma yemek. SAYRURET (Sayr. dan) Bir hâlden diğer hâle intikal etmek. Bir şeyin bir şeye dönmesi. * Olmak, edilmek. * Vücud, kevn. SAYSA Ham hurma çekirdeği. * İçi boş olan hanzal tanesi. SAYYAD Avcı, avcılık yapan. SAYYAD-I BÎ-İNSAF f. İnsafsız avcı. SAYYAG (Sıyâgat. dan) Kuyumcu. SAYYERE (Sayruretin fiili) Oldu, olur (meâlinde). SAYYİB Yağmur veren bulut. SAYYİHANÎ Medine hurmalarından bir cins. SAYYUR Bir işin âkibeti, sonu, neticesi, serencâmı. * Akıl, fikir. SAZ f. Kamış. * Bir çalgı âleti. * Takım, silâh, edevat. * Ustalık. * At takımı. * Düzen, tertip, sıra. * Öğrenme. * Kuvvet, kudret. * Menfaat. * Benzer, misil, eş. * Hile. SAZ f. (Sâhten: Yapmak mastarından emir köküdür) Eden, yapan, uyduran, düzen mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Evham-saz $ : Evham veren. SAZEC (C.: Sevâzic) Sâde, basit. SAZENDE (C.: Sâzendegân) f. Çalgıcı. * Düzenleyici, yapıcı. SAZÎ f. Düzenleyicilik, yapıcılık. SAZKÂR f. Uygun, muvafık. SAZKÂRÎ f. Uygunluk, muvafakat. SE f. Üç. SE Kur'an alfabesinin dördüncü harfidir. Ebced hesabında 500 sayısının karşılığıdır. SEA Güç, iktidar. SEAB (C.: Sâbân) Sel yolu. Su akıtmak mânasına mastar. SEABİB (Su'bub. C.) Saf su akan yerler. SEABİB Salya. SEABİN (Su'bân. C.) Büyük yılanlar, ejderhalar. SEAF Devenin ağzında olan bir hastalıktır ve burnunun ve gözlerinin kılları dökülür. O devenin erkeğine esaf, dişisine nâfâ denir. * Tırnağın çevresinin kopup ayrılması. SEALİL (Sü'lul. C.) Memeler. * Vücudda meydana gelen siğiller. SEAM Bir çeşit deve yürüyüşü. SEARİR Bir ot cinsi. * Burun içinde olan yarık. SEAT Kokmak. SE'B Tuluk. * Genişletmek. * Boğmak. SEB' Yırtmak. * Parçalamak. * Kahretmek. * Sökmek. SEB' İçmek için şarap satın almak. * Yakmak. * Bir kimseyi değnek veya kamçı ile dövmek. SEB' (Seb'a) Yedi.(7) SEB'A SEMAVAT Yedi kat gökler.(Üçüncü Mes'ele: kelimesi hakkındadır.Ey arkadaş! Semavatın dokuz tabakadan ibaret olduğu, eski hikmetin hurafelerinden biridir. Onların o hurafe-vâri fikirleri, efkâr-ı âmmeyi istilâ etmişti. Hattâ bazı müfessirler, bazı âyetlerin zâhirini onların mezheblerine meylettirmişlerdir. Hikmet-i cedide ise, feza denilen şu boşlukta yalnız yıldızların muallâk bir vaziyette durmakta olduklarına kaildir. Bunların mezhebinden semavatın inkârı çıkıyor. Ve bu iki hikmetin birisi ifrata varmışsa da, ötekisi tefritte kalmıştır. Şeriat ise, Cenab-ı Hakk'ın yedi tabakadan ibaret semavatı halketmiş olduğuna hâkimdir ve yıldızların da balık gibi o semalar denizlerinde yüzmekte olduklarına kaildir. Hadis ise, semanın $ den ibaret bulunduğunu emrediyor. Şu hak olan mezhebin, "Altı Mukaddeme" ile tahkikatını yapacağız.Birinci mukaddeme: Şu geniş boşluğun Esir ile dolu olduğu, fennen ve hikmeten sâbittir.İkinci Mukaddeme : Ecram-ı ulviyenin kanunlarını rabteden ve ziya ve hararetin emsalini neşr ve nakleden fezayı doldurmuş bir madde mevcuddur.Üçüncü Mukaddeme: Madde-i Esiriyenin, yine Esir olarak kalmak şartiyle, sâir maddeler gibi muhtelif teşekkülâtı ve ayrı ayrı nevi'leri vardır. Buhar ile su ve buzun teşekkülâtları gibi.Dördüncü Mukaddeme: Ecram-ı ulviyeye dikkat edilirse, tabakaları arasında muhalefet görünür. Evet, yeni teşekküle ve in'ikada başlamış milyarlarca yıldızlardan ibaret Kehkeşan ile anılan tabaka-i Esiriye, sabit yıldızların tabakasına muhaliftir. Bu da, manzume-i şemsiyenin tabakasına ve hâkeza yedi tabakaya kadar birbirine muhalif tabakalar vardır.Beşinci Mukaddeme: Araştırmalar neticesinde sâbit olmuştur ki: Bir maddede teşkil, tanzim, tesviyeler vâki olursa, birbirine muhalif tabakalar husule gelir. Bir mâdenden kül, kömür, elmas meydana gelir; ateşden alev, duman husule gelir. Müvellidülmâ' ile Müvellidülhumuzanın imtizacından su, buz, buhar tevellüd eder.Altıncı Mukaddeme: Şu müteaddid emarelerden anlaşıldı ki; semavat müteaddittir; şeriat sahibi de, yedidir demiştir; öyle ise yedidir. Maahaza yedi, yetmiş, yediyüz sayıları arab üslublarında kesret için kullanılır.Arkadaş! Pek geniş bulunan Kur'an-ı Kerimin hitablarına, mânalarına, işaretlerine dikkat edilmekle bir âmiden tut bir veliye kadar bütün tabakat-ı nâsa ve umum efkâr-ı âmmeye olan müraatları, okşamaları fevkalâde hayrete, taaccübe mucibdir.Meselâ: $ kelimesinden bazı insanlar havâ-i nesimiyyenin tabakalarını fehmetmiştir; öbür bazı da, arzımız ile arkadaşları olan hayattar küreleri ihata eden nesimî küreleri fehmetmiştir; bir kısım da seyyarât-ı seb'ayı fehmetmiştir; bir kısmı da, manzume-i şemsiye içinde Esirin yedi tabakasını fehmetmiştir; bir kısım da, şu bildiğimiz manzume-i şemsiye ile beraber altı tane daha manzume-i şemsiyeyi fehmetmiştir; bir kısım da Esirin teşekkülâtı yedi tabakaya inkısam ettiğini fehmetmiştir.Hülâsa : Herbir kısım insanlar, istidatlarına göre feyz-i Kur'an'dan hisselerini almışlardır. Evet Kur'an-ı Kerim, bütün şu mefhumlara şâmildir diyebiliriz. İ.İ.) SEBAHAT (Bak: Sibâhat) SEB'A-İ SEYYARE Yedi seyyar yıldız. SEBAİK (Sebika. C.) Eritilip kalıplara dökülmüş mâdenler. Külçeler. SEBAK (C.: Esbâk) Ders. * Yarış. * Koşu yapanların aralarında koydukları ödül. SEBAK-ÂMUZ f. Ders arkadaşı. SEBAK-DAŞ f. Ders arkadaşı. SEBAK-GÂH f. Ders öğrenilen yer. Mekteb, medrese. SEBAK-HÂN f. Ders okuyan, talebe. SEBAT Yerinden oynamamak, dayanmak. Kararlı olmak. * Sözde durmak, ahde vefâ etmek. İman ve İslâmiyete hizmette, Allah'a ibadet ve taatta sâbit ve berkarar olmak. * Bir meslekte, meşru bir kanaatte veya bir fikirde kararlı bulunmak, sağlamlık göstermek. SEBATA Saçın kıvırcık olmayıp sarkık olması. SEBATÎ Sebatlılık. Sözünde ve kararında durma. SEBATKÂR f. Sağlam, yerinden oynamaz. * Ahdine, vefakârlığına sâdık ve sağlam olan. SEBAYA (Sebbî. C.) Harbde esir düşenler. SEBB Küfür, küfran. Sövüp saymak. SEBBAB (Sebb. den) Çok küfür eden. Küfürbaz. SEBBABE Şehâdet parmağı. Sağ elin baştan ikinci parmağı. SEBBABEGEZÂ f. Şaşarak parmağını ısıran. SEBBAH (Sibahat. dan) Suda yüzen, yüzücü. * Yüzgeç. SEBBAHE Yüzücü kuşlar sınıfı. SEBBAK Eritip kalıba döken, eritici. SEBBETMEK Söğmek, sövüp saymak. SEBC (C.: Esbâc) Orta vasat. SEBCA' (C.: Sübuc) Karnı büyük olan kadın. (Müz: Esbec) SEBE Yaşlılıktan dolayı bunamak. SEBE' (Sebâ) Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın mucizesi sonunda imana gelen ve onunla evlenen Belkıs'ın Yemen'de hükmü altında bulundurduğu mâmur şehrinin ismi. * Bir Arab kavminin adı. * Bir devlet ismi. * Bir şahıs adı. SEBE' SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 34. Suresi olup Mekkîdir. SEBEB Vâsıta. Âlet. * Alâka. * Bahane. * Edb: Harekeli bir harf ile sâkin bir harften veya iki harekeli harften meydana gelen parça. (Bak: Esbab, Esbabperest) SEBEB-İ HİLKAT Yaratılışa sebeb ve gaye, yaratılışa vâsıta ve âlet olan.(... Nasıl ki O Zât, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vüsulüdür. Öyle de duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır. S.) SEBEB-İ VÜCUD Varlık sebebi. Var olmanın sebebi ve gayesi. SEBEBİYET İcab ettirme, sebep olma. SEBED Sepet. * Az saç, kıl. Başta az tüy olması. SEBEHLEL Bâtıl, boş, abes. SEBEL Tıb: Bulanık görme hastalığı. * Göze inen perde. * Buluttan çıkıp da henüz yere ulaşmamış yağmur. * Buğday başı. SEBELE Bıyık. SEBENTA Çeri, öncü. * Ayı. SEBET Hüccet, delil. SEBET Kıvırcık olmayan saç. SEBETE (C.: Sebât) Ot, nebat, bitki. * Otu çok olan yer. SEBG (SÜBUG) Nimet bolluğu. * Olgunlaşmak, kemâle yetişmek. Tamam olmak. SEBH Atın seğirtmesi. * Sür'atle gitmek. * Maaşında tasarruf etmek. * Suda yüzme. SEBH Genişlik. * Hafiflik. SEBHA Ot yetişmeyen yer. * Şap taşının çıktığı yer. * Tuzla SEBHALE Sübhânallah demek. SEBİ (C.: Sebâyâ) Savaşta esir düşen kimse. SEBİBE (C.: Sebâib) Atın alın kılı, yele ve kuyruğu. * İnce keten bezi parçası. SEBİC(E) Yatık veya sekik adı verilen, ağzı dar şarap testisi. * Gecelik. SEBİD Başa yağ sürmeyi terketmek. SEBİH Kuş yeleğinin kopup düşeni. * Pamuk ve yün atıldıktan sonra dürüp eğirmek için koydukları bez parçası. SEBİHA Gecelik. Geceleyin giyilen elbise. SEBİKE Eritilerek kalıba dökülmüş şey, külçe. Kalıba dökülmüş altın veya gümüş. * Hafif, küçük. SEBİKE-İ HAK Hak külçesi. * Mc: İşlenmemiş külçe halindeki altın kıymetinin zâhiren görünmemesi gibi; hakkın bâtıl ile mücadelesinin olmadığı zamanda, hakkın kıymet ve lüzumu derecesinin bir cihette bilinememesi. SEBİKE-İ ZEHEBİYE Altun külçesi. SEBİL Açık ve büyük yol. Büyük cadde. * Allah rızası için su dağıtılan yer. SEBİLHANE f. Sebil olarak su dağıtılan yer. SEBİLULLAH Allah (C.C.) yolu. Karşılıksız. Allah rızası. SEBİN Bir dağın adı. SEB'ÎN Yetmiş. SEB'ÎNE MERRE Yetmiş defa. SEBİR Suret. * Renk. * Asıl. * Heyet. SEBİR Mekke civarında bir dağın adıdır.(Resul-i Ekrem (A.S.M.), Mekke'den hicret ettiği ve küffarlar takibe çıktıkları vakit, Sebir namındaki dağa çıktılar. Sebir dedi: "Yâ Resulallah, benden ininiz! Korkarım, benim üstümde sizi vururlarsa Allah beni tâzib eder. Onun için korkarım." Cebel-i Hira çağırdı: "Yâ Resulallah ileyye: Bana gel". Bu sır içindir ki ehl-i kalb Sebir'de havf ve Hira'da da emniyeti hissederler. Bu misalden anlaşılır ki: O koca dağlar birer müstakil abddir, müsebbihdir ve vazifedardırlar. Peygambe'ri (A.S.M.) tanır ve severler, başıboş değillerdir. M.) SEBİT Aklın sabit olması, aklın durması. SEBK Bir şeyi eritme. Kalıba dökme. * Edb: İbarenin tarz ve terkibi. SEBK İleri geçme, ilerleme. Öne göçme. * Vâki olma. * Koşuda kazanan hayvan. SEBKAT Geçmek, ilerlemek. SEBK-İ MEFSUL Edb: Ayrı ayrı, kesik kesik yazma tarzı. SEBK-İ MEVSUL Edb: Cümleleri bağlayarak birleştirme tarzı. SEBK-İ MÜREKKEB Edb: Hem kısa, hem uzun ifâde tarzı. SEBLA' Uzun kirpikli göz. SEBLET (C.: Sibâl) Bıyık. SEBR Denemek, imtihan. * Yara, kuyu vesâirenin derinliğini anlamak için yoklamak. SEBR Men'etmek, engel olmak. * Helâk etmek. * Hapsetmek. SEBR VE TAKSİM Mantıkta bir isbatlama tarzı ve usulüdür. Bu iki kelime beraber kullanıldığı gibi, "delil-i taksim, delil-i münkasım" gibi tâbirlerle de söylenir. Bu isbatlamada bir şeyin aslında bulunan vasıflar, illet olmaktan birer birer ibtal edildikten sonra, tam illet olmaya elverişli olan tesbit edilir. (Lât: Residu: Arkada kalan, bâkiye.) Taksim: Man: Bir bütünü hariçte hiç artmamak şartıyla bölmek. SEBRE (C.: Seberât) Pek soğuk olan erken vakit. SEBSEB (C.: Sebâsib) Issız büyük çöl. * Kâfirlerin bayramı. SEBT Yazma, deftere geçirme, bir yere kaydetme. SEBT (C.: Esbât-Sübut-Esbüt) Rahat etmek. * Boyun vurmak. * Saç sarkıtmak. Bir çeşit deve yürüyüşü. * Cumartesi günü. * Şaşırmak, hayrette kalmak. * Çok zeki, dâhiye. * Başı tıraş etmek. SEBTANE Tüfek. SEBTEL Satıl adı verilen kab. (At bakıcıları onunla davara su verirler.) * Susak. (Pınarlarda su içilir.) SEBTEL Ot tohumundan bir tohum. SEBTEL Çürük yumurta. SEBT-İ DEFTER Deftere geçirme, deftere yazma. SEBU f. Testi. SEBU' (C.: Sebâ') Yırtıcı hayvan. Canavar. SEBUÇE f. Küçük testi. * Küçük kap. SEBUH (Sibh. den) Yüzgeç. SEBUHA Mekke şehri. SEBUİYE Yırtıcıya mensub, canavarlıkla ilgili. SEBUİYET Yırtıcılık, parçalayıcılık. Yırtıcı hayvanın fıtri hassası. SEB'ÛN (Bak: Seb'în) SEBÜK f. Hafif. Ağırbaşlılığı ve ağırlığı olmayan. SEBÜKBÂR f. Yükü hafif. Ağırlıksız, eşyası az olan. * Derdi, düşüncesi olmayan. SEBÜK-ENDİŞ f. Derin düşünmeyen, sathi düşünen. SEBÜKHÎZ f. Çabuk kalkan, hareket eden. SEBÜKÎ f. Hafiflik. SEBÜK-İNÂN f. Çabuk koşan. SEBÜKMAĞZ f. Hafif beyinli, düşüncesiz. Ahmak. Akılsız. SEBÜKMÂYE f. İtibarsız, değersiz, kıymetsiz. SEBÜKMİZAC f. Hafif mizaçlı. SEBÜKREV f. Çabuk giden. SEBÜKRE'Y f. Düşüncesiz, hafif fikirli. SEBÜKRUH f. Hafif ruhlu. * Zarif ve şen olan. Hoşa giden, hoş sohbet. * Mc: Lâübâli. SEBÜKSER (C.: Sebükserân) f. Hafif düşünceli. * Sefih, aşağılık. SE'BÜL (C.: Sevâbil) Aş havucu. * Pirinç, buğday, nohut, mercimek. SEB'-ÜL MESANİ İki defa nazil olan ve yedi âyetten ibaret bulunan Fâtiha Suresi. * Mükerrer okunup tekrarlanan. SEBY Harpte esir alınma. * Uzaklaştırma. * Bir yerden başka bir yere sürüp giderme. SEBZ f. Yeşil, yeşil renkli. SEBZEVAT f. Yeşil bitkiler, yeşil nebatlar. SEBZEZAR f. Çayırlık, çimenlik, yeşillik. * Bostan, sebze tarlası. SEBZFAM f. Yeşil renkli. SEBZ-FÂM Yeşil renkli. SEBZİN .f Rengi yeşil. Yeşil renkli. SEBZPUŞ f. Yeşil elbiseli, yeşil örtülü. SEC' (C.: Escâ-Esâci) Kumru sesi. * Kafiyeli söz. SEC'A Kuşların cıvıltısı gibi olan ses. * Edb: Nesir hâlindeki kafiyeli yazı. SECA' Yarasa. SECAÂT Kuşların ötüşleri, sec'aları. * Nesir halindeki yazının kafiyeleri. SECAH Letafet, güzellik. Rıfk. Adl. * Yumuşak yer. SECAHAT Mülâyemet, rıfk. Cemalin tenasüp içindeki kemali. SECAVEND f. Kur'an-ı Kerim'de doğru okunması için yapılan işaretler.Kur'an-ı Azîmüşşan'ı okurken durularak nefes alınacak yerler, âyet sonları ile secavend mahalleridir. Secavend denilen huruf-u rumuziye ise şunları ifade ederler: $ Durmanın lüzumunu gösterir. Bu lüzum şer'î bir lüzum olmayıp, ıstılahî bir lüzumdur. Meselâ: $ Tilâvet eden $ da durur. Sonra $ den devam eder. SECAYA (Seciye. C.) Karakterler, huylar, seciyeler, ahlâk ve tabiatlar. SECAYA-YI SÂMİYE Yüksek ve kıymetli seciyeler. SECC (Sücuc) Akıcı bir şeyin kesretle dökülüp akması, akıtılması. Su akmak. SECC Gayet ince olan nesne. * Duvar sıvamak. * Hoş kokulu nesne ezmek. SECCAC Suyu çok olan süt. SECCAC Çağlayan. Şarıltı ile akan. SECCADE Genellikle üzerinde secdeye varmakta yâni namaz kılmakta kullanılan küçük halı, kilim cinsinden sergi. SECCAN (Sicn. den) Gardiyan, zindancı, hapishane memuru. SECDE Allah'ın (C.C.) huzurunda yere kapanış. İbadet ve Allah'a (C.C.) memnuniyetini ve itaatini bildirmek veya şükretmek için yere kapanarak alın, burun ucu, eller, dizler ve ayak uçları yere gelecek şekilde yapılan en büyük tazim ifade eden hareket. Namazın bir rüknü. SECDE SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 32. Suresidir. Mekkîdir. SECDE-BER-ZEMİN-İ HAYRET VE MUHABBET Hayret ve muhabbetle yere secde etmek. SECDEGÂH f. Namaz kılınıp secde edilecek yer. İbadet yapılacak yer. SECDE-İ ŞÜKRAN Şükür secdesi. Şükretmek maksadıyla yapılan secde. SECDE-İ ŞÜKÜR Bir lütf-u İlâhîden dolayı veya bir musibetin izn-i İlâhi ile kaldırılmasından sonra hamd ve şükür için edilen secde. SECDE-İ TİLÂVET Kur'an okurken veya dinlerken secde âyeti dinlenir veya okunursa secdeye kapanmak vâcibdir. Okuma secdesi mânasiyle bu isim verilmiştir. Abdestli ve bulunduğu yer temiz olmak şartiyle kıbleye müteveccihen secde edilir. (Kur'an-ı Kerim'de, 7, 13, 16, 17, 19, 22, 25, 27, 32, 38, 41, 53, 84 ve 96. Surelerde olmak üzere 14 yerinde secde âyeti vardır.) SECDETEYN Birbiri arkası yapılan iki secde. SECEC Dökülmüş su. SECEDE (Sâcid. C.) Secde edenler. SECEL Genişlik, vüs'at. * Büyüklük, azamet. SECENCEL (Secencele) Ayna. SECER Yassı ve enli. SECES Bozuk ve bulanık su. SECFAN Ev önünde olan perdenin iki kanadı. SECH Tırmalama. * Bir şeyin kabuğunu veya derisini soyup sıyırma. SECİ' Edb: Nesrin kafiyesidir. Seci'ler, ya cümlelerin sonunda yahut arasında bulunur. Sondaki seci'ler bir kelime vasıtasiyle birbirine bağlanır, onlara "Seci'-i mukayyed" denilir. Aradaki seci'ler ise yekdiğerlerine bağlı olmadıklarından onlara sec'i-i mutlak tâbir olunur. İçiçe olan seci'lere "Seci' ender seci" denir. SECİC Su sesi. SECİC Asan, kolay. * Yumuşak yer. SECİF Perde, setre. * Bir kapıya birbiri üstüne iki perde asmak. SECİHA Tabiat. * Miktar. SECİL Uzun, tavil. SECİLE Büyük kova. * Dökülmüş su. SECİR Posa. SECİR Dost. SECİR-İ İNEB Üzüm posası. SECİS Yılın ve zamanın sonu. SECİYE Huy, karakter. Huy güzelliği. Ahlâk durumu. SECİYE-İ AVRÂ Tek gözlü seciye. Dünyaperestlik. SECİYE-İ UVERÂ Tek gözlülerin -yâni sadece bu dünyayı düşünenlerin, âhireti görmeyenlerin- seciyesi. SECL (Sicâl) İçi su dolu kova. SECLA' Karnı büyük kadın. (Müz: Escel) * Her büyük cisim. SECLA' Emziği uzun dişi deve. SECR Kızdırmak. * Doldurmak. * İnleyerek çağırmak. SECSEC Ne yumuşak ne sert olan yer. SECUR Tennur kızdırılan nesne. SE'D Zayıf yağan yağmur. * Yaz gecelerinde olan rutubet. * Boğaz ıslatan her cins nesne. SEDA Çiy denilen yaşlık, kırağı. SEDA (Bak: Sadâ) SEDA' (C.: Esdiye) Bezin hatâsı. SEDACET Sâdelik. SEDACET-İ KELÂM Söz sadeliği. SEDAD İstikamet ve kasd. * Haklı ve doğru şey. * Akıl. SEDAİL (Sedil. C.) Askılar. Perdeler. Zarlar. Örtüler. SEDANE Etlilik, semizlik, besililik. SEDARE Sıcaklığın fazlalığından dolayı tenbelleşmek. SEDAYA (Sedâ. C.) Memeler. SEDC Yalan. SEDD Tıkamak, kapamak, mâni olmak. * Baraj. * Perde, Mânia. * Rıhtım. * Set, tümsek. SEDDAD Tıpa. Şişe tıpası. * Tampon. SEDD-İ ÂHENİN Demirden yapılan set. SEDD-İ BÂB Kapı örtme. SEDD-İ NUTK Susma. SEDD-İ RASİN Sağlam set. SEDD-İ REMAK Ölmeyecek kadar yeyip içmek. SEDD-İ SEDİD Yıkılması zor olan, sağlam sed. Yıkılmayacak derecede sağlam sedd. SEDD-İ ZERAİ' Şer'an memnu olan bir şeye vesile teşkil eden mübah fiillerin de men edilmesi. "Def-i mefasid, celb-i menafiden evlâdır." Buna binaen insan, şer'an memnu olan herhangi bir şeye sâik olacak şeylerden sakınması icab eder, o şeyler hadd-i zâtında mennu olmasa da. Bu husus Mâlikî Mezhebinde delil kabul edilen bir mes'eledir. SEDD-İ ZÜLKARNEYN (Bak: Zü-l karneyn) SEDD-İ ZÜLKARNEYN Zülkarneyn'in yaptırdığı büyük sed.(İkinci sualiniz : Sedd-i Zülkarneyn nerededir? Ye'cüc, Me'cüc kimlerdir?Elcevab: Eskiden bu mes'eleye dair bir risale yazmıştım. O vaktin mülhidleri onunla mülzem olmuşlardı. Şimdilik hem o risale yanımda yoktur, hem kuvve-i hâfızam tatil-i eşgal etmiş, yardım etmiyor. Hem Yirmi Dördüncü Sözün Üçüncü Dalında bir nebze bu mes'eleden bahsedilmiş. Onun için bu mes'elenin yalnız iki üç nüktesine gayet muhtasar bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:Ehl-i tahkikin beyanına göre, hem Zülkarneyn ünvanının işaretiyle, Yemen padişahlarından Zülyezen gibi "zü" kelimesiyle başlayan isimleri bulunduğundan bu Zülkarneyn, İskender-i Rumî değildir. Belki Yemen padişahlarından birisidir ki, Hazret-i İbrahim'in zamanında bulunmuş ve Hazret-i Hızır'dan ders almış. İskender-i Rumî ise, milâddan takriben üçyüz sene evvel gelmiş, Aristo'dan ders almış. Tarih-i beşerî, muntazam surette üçbin seneye kadar gidiyor. Bu nâkıs ve kısa tarih nazarı, Hazret-i İbrahim'in zamanından evvel doğru olarak hükmedemiyor. Ya hurafe-vâri, ya münkirâne, ya gayet muhtasar gidiyor. Bu Yemenî Zülkarneyn, tefsirlerde eskiden beri İskender namiyle iştiharının sebebi, ya o Zülkarneyn'in bir ismi İskender'dir ki, İskender-i Kebir ve Eski İskender'dir. Veyahut âyât-ı Kur'aniye'nin zikrettiği hâdisat-ı cüziyeler, küllî hadisatın uçları olduğu cihetle; Zülkarneyn olan İskender-i Kebir'in nübüvvetkârane irşadatiyle akvam-ı zâlime ile milel-i mazlume ortasında hâil ve gaddarların garetlerine mani olacak meşhur Sedd-i Çin'in binasını kurduğu gibi; İskender-i Rumî misillü müteaddit cihangirler ve kuvvetli padişahlar, maddî cihetinde ve manevî âlem-i insaniyetin padişahları olan bir kısım enbiya ve bazı aktâb dahi manevî ve irşadî cihetinde o Zülkarneyn'in arkasında gidip iktida edip, mazlumları zâlimlerden kurtaracak çarelerin mühimlerinden olan dağlar ortalarında sedleri (Hâşiye), sonra dağlar başlarında kal'aları kurmuşlar. Ya bizzat maddî kuvvetleriyle veyahud irşad ve tedbirleriyle te'sis etmişler. Sonra şehirlerin etrafında surları ve ortalarında kal'aları, tâ son çare olan kırk ikilik topları ve kal'a-i seyyar gibi diritnavtları yapmışlar. Hattâ ruy-i zeminin en meşhur seddi ve kaç günlük uzak bir mesafe tutan Sedd-i Çinî Kur'an lisaniyle Ye'cüc ve Me'cüc'ün ve tabir-i diğerle tarih lisanında Mançur ve Moğol denilen ve âlem-i beşeriyeti kaç defa zir ü zeber eden ve Himalaya Dağlarının arkasından çıkan ve şarktan garba kadar harab eden akvam-ı vahşiye ve garetkâr milletlerin Hind ve Çin'deki akvam-ı mazlumeye tecavüzlerini durdurmak için o Himalaya silsilelerine yakın iki dağ ortasında uzun bir sed yaptığı ve o akvam-ı vahşiyenin kesretle hücumlarına çok zaman mâni olduğu gibi, Kafkas Dağlarında Derbent cihetinde yine çapulcu garetgir akvam-ı Tatariyenin hücumunu durdurmak için Zülkarneyn-misal eski İran padişahlarının himmetiyle sedler yapılmıştır. Bu neviden çok sedler var. Kur'an-ı Hakîm umum nev-i beşer ile konuştuğu için zâhiren bir hâdise-i cüz'iyyeyi zikredip, umum o hâdiseye benzer hâdisatı ihtar ederek konuşuyor.İşte bu nokta-i nazardandır ki, sedde ve Ye'cüc ve Me'cüc'e dair rivayetler ve akvâl-i müfessirîn ayrı ayrı gidiyor.Hem Kur'an-ı Hakîm, münasebât-ı kelâmiye cihetinde bir hâdiseden uzak bir hâdiseye intikal eder. Bu münasebâtı düşünmeyen zanneder ki, iki hâdisenin zamanları birbirine yakındır. İşte seddin harabiyetinden kıyametin kopmasını Kur'anın haber vermesi, kurbiyet-i zaman cihetiyle değil, belki münasebât-ı kelâmiye cihetinde iki nükte içindir: Yâni bu sed nasıl harab olacak, öyle de dünya harab olacaktır. Hem nasılki fıtrî ve İlâhî sedler olan dağlar metindir, ancak kıyametin kopmasıyla harab olurlar; öyle de: Bu sed dahi dağ gibi metindir, ancak dünyanın harab olmasiyle hâk ile yeksan olabilir. İnkılâbât-ı zaman tahribat yapsa da, çoğu sağlam kalır demektir. Evet Sedd-i Zülkarney'nin külliyetinden bir ferdi olan Sedd-i Çinî binler sene yaşadığı halde daha meydanda duruyor. İnsanın eliyle zemin sahifesinde yazılan, mücessem, mütehaccir, mânidar tarih-i kadîmden uzun bir satır olarak okunuyor. L.)(Hâşiye): Ruy-i zeminde mürur-u zamanla dağ şeklini almış, tanınmayacak bir surete gelmiş çok sun'î sedler vardır. SEDEF Karanlık ve aydınlığın karışması. * Gece ve sabah. * Sabahın evveli. SEDEF (Bak: Sadef) SEDEL (C.: Südul-Esdâl-Esdül) Bir kuş adı. * Örtmek, setretmek. SEDEM Hüzün, keder, tasa. * Nedâmet, pişmanlık. SEDEN (Sedâne) Hizmet. SEDENE (Sâdin. C.) Kapıcılar. Perdedarlar. Kâbe-i Mükerremenin kapıcıları. SEDG Baş yarığı. * Baş yarma. SEDH Döşemek. * Uçuk hastalığı. * Bir nesneyi açıp yaymak ve arkası üstüne bırakmak. * Deve çökertmek. * Kırba doldurmak. SED-İ RÂH Yol kapayan, yola mâni olan. SEDİD Doğru. Yanlış ve yalan olmayan. * Müstakil. * Muhkem. Metin. SEDİF Deve hörgücü. * Her canlının sırtı. SEDİL (C.: Sedâil) Askı. Perde. Örtü. Zar. SEDİN Semiz, besili, etli ve cüsseli kimse. SEDİR Köşk. * Nehir. * Karyola. * Odanın baş köşesine konulan döşenmiş kerevet. SEDK Lâzım olmak, icab etmek, lüzum. SEDL İrsal etmek, göndermek, yollamak. SEDM Dik fışkıran su. SEDN Vücut organlarının anormal biçimde gelişmesi. SEDN Tapınak. * Puthane. SEDR Tenbel olmak. * İrsal, gönderme. * Gözü hareket ettirmek. SEDUM Peygamber Lut Aleyhisselâm'ın kavminin şehri. SEDV El uzatmak. SEDY Meme. SEDYA' Büyük memeli kadın. SEELE (Sâil. C.) Dilenciler. SEF' Alâmet. İşaret. * Yandırmak. * Kara etmek. * Çekmek. SEFA' Buğday başının kılçığı. * Orak. * Kuyu içinden çıkan toprak. SEFAHET (Sefeh) Zevk ve eğlenceye ve yasak şeylere düşkünlük. Akılsızlık edip lüzumsuz yere, sonunu düşünmeden, hazz-ı nefs için masraf etmek. SEFAİN (Sefine. C.) Gemiler. SEFAİN-İ HARBİYE Harp gemileri. SEFAKA Katılık. * Sıklık. SEFALET Fakirlik, yoksulluk. Fakirlikten gelen sıkıntı. Sefillik. SEFARE Süprüntü. * Islah etmek, düzeltmek. SEFARET Sefirlik, elçilik. SEFARETHANE f. Sefirlik, elçilik. Elçilik konağı. SEFARİC (Sefercel. C.) Ayvalar. SEFASİF (Sefsâf. C.) Yerden toz kaldırarak esen rüzgârlar. SEFAT (C.: Esfât) Sele, sepet. * Ağaç veya balık pulu. SEFE Kepek. SEFEH Akılsızlık. SEFELE (Sâfil. C.) Alçak kimseler. Aşağı kimseler. Alçaklar. SEFEN Nasır. * Sertlik, katılık, huşunet. SEFENC Yeyni, hafif. SEFER Yolculuk. * Muharebe. Harb. Muharebeye hazır bulunma hali. * Def'a, kerre. * Fık: Muayyen bir mesafeye gitmek. (Bak: Mukim) SEFER (Safer) Arabi ayların ikincisinin ismi. SEFERBER f. Harbe hazırlık hali. * Sefere hazırlık içinde olan asker ve bu askerin durumu. SEFERCEL (C.: Sefâric) Ayva. SEFERE Yazıcılar. SEFERGÜZİN f. Yolculuk yapan, seyahat eden. SEFERÎ Seferde olma hali. Harbe ait, muharebe ile alâkalı. * Namazı kısaltmak veya oruç tutmak gibi sefere ait bir hâlde bulunmak. Fık: Ortalama 90 km. lik bir mesafeyi veya daha fazlasını giden seferi (müsafir) sayılır. Zıddı mukimdir. (Bak: Mukim) SEFF Dokumak. * Yapmak. * Ahzetmek, almak. * Toz haline getirilmiş ilâç. * İlâcı toz haline getirme. SEFFAH Cömert, eliaçık, civanmerd. * Güzel konuşan, hatip. * Kan dökücü, gaddar. SEFFAK (Sefk. den) Kan döken, kan dökücü. SEFFUD (C.: Sefafid) Kebap pişirilen demir. SEFH (C.: Süfuh) Dağ eteği. * Su dökmek. * Kan dökmek. SEFİ' Şiddetle tutup çekme. SEFİD (Sepid) f. Ak, beyaz. SEFİDÎ Beyazlık, aklık. SEFİF Deve beline çekilen kolan. SEFİH Zevk ve eğlenceye düşkün. Sefahete düşmüş. Malını düşünmeden harcayan. SEFİHAN Heybe gibi çatıp içine birşeyler konulan iki çuval. SEFİHANE f. Eğlenceye ve lüzumsuz masraflara düşkün olarak. SEFİK (C.: Sefâsik) Katı, şiddetli, şedid. * Sık dokunmuş bez. SEFİL Sefalet çeken, muhtaçlık içinde olan. Çok sıkıntıda bulunan. * Uslu huy sahibi. SEFİLE Mc: Fâhişe. Namussuz kadın. SEFİNE Gemi. * Çeşitli mevzulara dair kitap. * Göğün güney yarım küresinde bir burç adı. SEFİNE-İ NUH Hz. Nuh'un (A.S.) gemisi. (Bak: Nuh) SEFİR Elçi. Bir devletten diğer devlete bazı işler için gönderilen memur. * Islık sesi. SEFİR-İ KEBİR Büyük elçi. SEFİT Keremli, cömert kimse. SEFİYY Saçılmış toprak. * Bulut. SEFK Dökme, akıtma. SEFK-İ DEM Kan dökme. SEFK-İ DİMÂ' Kan dökme, kan dökücülük. SEFN Keser. * Timsah derisi gibi olan sert deri. * Yutmak. * Kazık. SEFNE (SİFNE) (C.: Sifen-Sifnât) Devenin çöktüğünde yere değen yerleri. SEFR Arslan. * Deve ferci. * Eyer kuskunu. * Yavaş yürüyen deve. SEFR Ev süpürmek. * Yüzünü açmak. * Yazı yazmak. * Islâh etmek, düzeltmek. SEFSAF (C.: Sefâsif) Alçak, kemter şey, hakir iş. * Un elerken elekten kalkan toz. SEFSEFE Nişasta, un gibi şeyleri eleme. SEFT Kabir üstüne koyulan taş. * Tabut. SEFUF İlâçlar, devâlar, mâcunlar. SEFUH Dökülmüş su. SEFVA' Hızlı yürüyen katır. SEFY Savurmak. Saçmak. SEG f. Köpek, kelb. SEGA' Koyun ve keçi sesi. SEGAB (C.: Sügbân) Kesmek. * Dere içinde yağmurdan biriken su. * İyi ve tatlı su. SEGAB Açlık. SEGABET Açlık. SEGAME (C.: Sigâm) Beyaz çiçekli bir ot. SEGAR (C.: Süğür) Ön dişler. * Ağız. (Dar geçit ağızlarına ve diğer yerlerin boş olan korku yerlerine de denir.) * Yaş hıyar. SEGBAN (Bak: Sekbân) SEG-İ KUY Sokak, mahalle köpeği. SEGİL Yaramaz huylu kimse. * Cüssesi küçük, ayakları ince olan kimse. SEGPEÇE f. Köpek yavrusu. SEHA Büyük cüsseli. Azim-ül cüsse. SEHA (C.: Sihâ) Ev içi. Her nesnenin kabuğu. * Yarasa kuşu. SEHA Cömertlik, el açıklığı. SEHA' Tıb: Beyin zarı. SEHAB Çağırgan, gürültücü kişi. SEHAB (C.: Sehâib) Bulut. * Karanlık. * Bulut gibi uçuşan böcekler. SEHAB-ALUD f. Bulutlu. SEHABE Tek bulut. SEHAB-I MATİR Yağmur bulutu. SEHAB-I RAHMET Rahmet bulutu. SEHABÎ Bulut ile alâkalı. SEHAB-ÜS SİKAL Ağır yağmur bulutları. SEHAH Yumuşak ve sıcak yer. SEHAİB (Sehâbe. C.) Bulutlar. SEHALE Altın, gümüş gibi değerli maddelerin kırıntıları. SEHAM Sıcak günlerde havada iplik iplik olduğu hayâl edilen nesneler. * Sıcak esen rüzgâr. SEHAM Yaş ağaç. * Demir. SEHANE Heyet. * Süs, ziynet. * Renk. SEHANET Sıcaklık. SEHANET Kalınlık. * Sıklık. * Katılık, peklik. SEHAR Bir havuç cinsi. SEHAVET (Bak: Sahavet) SEHAY Nâme üstüne nesne bağlamak. * Keşf etmek. * Kabuk soymak. SEHAYA (Sehâ. C.) Beyin zarları. SEHB Sahra, çöl. Düz yer. * Çok söylemek, çok konuşmak. SEHB Çekmek. * şiddetle yemek ve içmek. SEHBA Üç ayaklı küçük masa. * İdama mahkûm olanların idam edildiği üç ayaklı âlet. SEHBEL Büyük, iri vücutlu, şişman deve. * Büyük ve geniş tuluk. * Büyük keler. SEHC Seyretmek. * Ezmek. SEHEF Çok susamak. SEHEK Balık kokusu. * Demir pası. * Rüzgârın yerden savurduğu toprak. * Bir şeyin pis pis kokması. SEHEM (C.: Sihâm-Eshüm-Sehmân) Ok. * Nâsib. SEHER Tan. Sabah olmağa başladığı vakit. * Fık: İkinci fecirden biraz evvel olan vakit."Seherlerde eser bâd-ı tecelliUyan ey gözlerim vakt-i seherde." (S.) SEHER Geceleri uyumayıp uyanık durma hastalığı. SEHERGÂH f. Sabahlık. Sabah zamanı. Sabah vaktine âit. SEHERHÎZ f. Sabahları erken kalkan. Erkenci. * Sabahleyin esen. SEHF Maktulün can çekişirken olan ıztırabı, acısı. SEHH Dökmek. SEHHA' (Sehh'ten mübalağa sigası) "Çok dökücü" mânasına gelir. SEHHAC Yeri eliyle veya ayağıyla sıyıran kimse. SEHHAH (Mübalağa ile) Semiz ve besili nesne. SEHHAR (Sihir. den) Büyü gibi bir kuvvetle çeken. Büyü yapan. * Çok aldatıcı. SEHİ f. Düz, doğru. * Fidan gibi boy. SEHİ-KAMET f. Düzgün boy. SEHİL Bükülmemiş iplik. * Bir kat bükülmüş iplik. * İpliği bir kat olan bez. * Eşeğin göğsünden gelen hırıltı. SEHİM Hisse sâhibi. Hissedar. SEHİN Altı görünmeyen sık ve kalın nesne. SEHİNE Bulamaç aşı. SEHL Kolay. * Toprağı yumuşak düz yer. * Sâde. SEHL (C.: Sühul) Beyaz pamuk bezinden olan elbise. * Nakit, para. nakit akçe. * İpliği bir kat bükmek. * Ezmek. * Dövmek. SEHL Yere yayılmak, döşenmek. SEHLEN Kolaylıkla, kolay surette. SEHL-İ MÜMTENİ' Edb: "Hem kolay, hem güç" mânasına bir tâbirdir. Yazılışı veya söylenişi kolay göründüğü hâlde taklidine kalkışınca, taklidi imkânsız eser demektir. SEHLTER f. En kolay, çok kolay. SEHL-ÜL ME'HAZ Kolay olarak alıncak ve elde edilecek şey. SEHM f. Dehşet, korku. SEHM Ok. * Hisse. nasib * Kısım. * Hazine geliri. * Korku, dehşet. * Hazz. * Yay. SEHMA' Dübür, mak'ad, kıç. * Ağaç. SEHME Karalık, siyahlık. SEHM-GİN f. Korkunç, korkulu. SEHM-NÂK f. Korkunç, korkulu. SEHNA' Heyet. * Suret. SEHRAN Geceleri uyanık duran. SEHUK (C.: Sühuk) Uzun. * Çok uzun hurma ağacı. SEHUM Hâlin ve durumun değişmesi. Yüzün renginin değişmesi. SEHV Hata, yanlış, yanılma. SEHV Keşfetmek, bulmak. * İzâle etmek. * Kabuk soymak. SEHVA' Geceden bir saat. SEHVE Ev önünde yapılan sofa. * Gevşek yürüyüşlü deve. SEHVEN Yanlışlıkla, yanılmak suretiyle. SEHV-İ KALEM Yanlış yazılış, kalem yanlışı. SEHV-İ MÜRETTİB Mürettibin matbaada yaptığı yanlışlık. SEHV-İ SARİH Pek açık yanlış. SEHV-İ TERTİB Tertib yanlışı, dizme yanlışı. SEHVİYAT (Sehv. C.) Yanlışlar, yanlışlıklar, sehivler. SEK' Gitmek. SEKA' Kulağı olmayan dişi hayvan. SEKAB Yakınlık. SEKAB Dayanıp itimat edilen, güvenilen. SEKAF Uzunluk. SEKAF Kabile, soy. Nisbet. SEKAFE Akıllılık. SEKAL (C.: Eskâl) Misafir. * Mal, mülk, metâ. * Ev metaı, ev eşyası. * İns ve cinnin bir ünvanı. (Bak: Sakalân)(Sekal, meta-i beyt yani ev eşyasıdır. Ayrıca sekal: Misafirin yani yolcunun ağırlık tabir olunan meta ve ailesine ve sahibinin çok zaman kullanmayıp sakladığı kıymetli şeye denir.İns ü cinne sekaleyn denilmesi, arzın içinde ve üzerinde bulunmaları itibariyle onun sekali, ağırlığı gibi olmalarından, yahut amellerinin günahlarının ağırlığındandır denilmiştir.) (E.T.) SEKAM Hastalık. İllet. Bozukluk. (Bak: Sakam) SEKB Su dökmek. Su dökülme. SEKBAN f. Köpek besleyicisi. * Padişahın köpeklerini av yerine götüren seyman. * Vaktiyle Yeniçeri Ordusunda bir asker sınıfının ismi. * Köy düğününde silâhlı ve oyun yapan gençler kafilesi. (Türkçede seğmen denir.) SEKBE (C.: Sekebât) Başta olan kepek. * Takke. SEKEBE Güzel kokulu bir ağaç. SEKEL Musibet, belâ. * Çocuğun ölümü. SEKEM Yolun orta yeri. * Lâzım olmak, icab etmek. SEKEN Ev ahâlisi. * Mesken, ev. * Kalbin teskin olduğu nesne. SEKENE Sâkin olanlar, oturanlar. Bir yerde devamlı oturanlar. SEKENE-İ ARZ Yeryüzünde bulunan mahlûkat. SEKENE-İ KARYE Köyde oturanlar. Köyün sâkinleri. SEKER Hurma şarabı. SEKERAT Sarhoşluk. * Hayretler. şiddetler. * Mestlikler. SEKERAT-ÜL MEVT Ölüm halindeki kimsenin kendinden geçmesi, can çekişmesi hali. SEKF Bulmak. SEKİ Direğin altında konulan taş ayak, kürsü taşı, kapıların yanlarında ve bahçelerde havuzların etrafında yapılan sed ve peyke, odaların zeminden yüksekçe olarak bir kısmına yapılan döşeme yerlerinde kullanılır bir tabirdir. * Atın ayağındaki beyaz nişana da bu ad verilir. (O.T.D.S.) SEKİNE(T) Sükûn ve itmi'nan, temkin. Nefisteki telâşın kesilmesi ile hâsıl olan kalb huzuru ve sükûneti. * Telâş ve hafifliğin zıddıdır. * Kalb rahatlığı, kalb kuvveti veren çok mühim bir duânın ismi. (Bu, Sekine isimli duâ, Hazret-i Ali Radıyallâhü Anh gibi evliyânın bildiği ve içerisinde ondokuz harfli ondokuz âyet bulunan çok mühim, sükûnet ve itmi'nan veren bir duâdır. Hizb-ül Envar-ül Hakaik-ın Nuriye'de mevcuttur.) SEKİT Kırağı. SEKK (C.: Sukûk-Sikâk) Çuvaldız. Çivi. * Alçaklık. * Dar nesne. SEKK Seyahat etmek, gezmek. SEKKA' Su ulaştıran. SEKKAB Delici, delen. SEKKAK Bıçakçı, çakıcı. SEKKAKÎ (Hi: 555-626) Harzem'li olup edebiyat ve kelâm ilminde çok kıymetli ve mühim bir İslâm âlimidir. "Miftâh-ül Ulûm" isminde sarf ve nahivden ve aruz kafiyesinden bahseden eseri vardır. Sadeddin-i Taftazanî bu kitabı şerhetmiştir. SEKKAR Lânet eden kişi. SEKKARE şarap yapan. SEKLA Çocuğunu kaybeden kadın. SEKN Sâkin olmak. SEKR (Sekir) Sarhoşluk. SEKRAN Sarhoş, mest olan adam. SEKR-ÂVER f. Sarhoş eden, sarhoşluk veren, baş döndüren. SEKRE Sarhoşluk. * Şaşkınlık. * Şiddet. SEKSEKE Hamakat, ahmaklık. SEKTE Durma, kısılma. * Kanın birdenbire durması. * Bir işin görülmesinde kesiklik, durgunluk hâsıl olmak. * Tecvidde: Kıraat esnasında nefes almadan sesi kesmeğe denir. SEKTEDÂR Susan, sesini kesen. * Zarara uğramış olan. * Aheng ve düzeni bozulmuş. SEKTE-İ KALB Kalbin durması. Kalbin sekteye uğraması. SEKUB (Sekabe) Ateşin alevlenmesi. * Yıldızın parlaması. * Işıklı, ışık veren. * Parlamak. SEKUB (Bak: Sükub) SEKUN Yemen vilâyetinde bir kabile adı. SEL' Baş yarmak. SELA (C.: Eslâ) Çocuğun ana karnında iken içinde bulunduğu ince deri. SEL'A Hıyarcık hastalığı. * Yarmak. SELA' Pişirmek. * Eritmek. SELA' Bir acı ağaç. * Medine'de bir dağ. * Yarmak. Parçalamak. * Ayak yarığı. (Bu mânâya C.: Sülu) SELACİKA (Selçuk. C.) Selçuklular. SEL'AF Yutmak. SELAH (C.: Selhân) Keklik yavrusu. SELAHİF (Sulahfât. C.) Kaplumbağalar. SELAHİYET (Bak: Salâhiyet) SELAİK (Selika. C.) Güzel söz söyleme ve yazma kabiliyetleri. SELAK (C.: Selekân) Yüksek, düz yer. Deve yanırının onulmuş ve yeri ağarmış olan izi. * Çuval kulpunun birisini birisine koymak. SELALE Çanak içinde yalanan nesne. SELALİM (Süllem. C.) Merdivenler. SELAM Ayıplardan, âfetten sâlim oluş. Selâmet, emniyet. Sulh. Asâyiş. Bütün korktuklarından emin olma. * Allah'ın (C.C.) rızasına erişmek için mü'minlerin birbirlerine yaptığı dua. Mü'minler birbirleriyle karşılaştıklarında büyük küçüğe; yürüyen durana; azlık çokluğa; hayvan veya vasıta üzerinde olan yerde yürüyene; yüksekteki aşağıdakine "Selâmün aleyküm" der. Selâmı alan "Ve Aleykümüsselâm ve Rahmetullâhi ve Berekâtühu" diyerek cevap verir. Evvelâ selâm veren daha çok sevap kazanır. Selâm vermek sünnet, almak ise farzdır. İki cemaat birbiri ile karşılaşırsa; onlardan birisinin selâm vermesi sünnet-i kifaye, selâm alacak taraftan birisinin selâm alması farz-ı kifayedir. SELAMAN Bir mekânın adı. * Büyük ağaç. SELAMET Kurtuluş, tehlikeden sâlim olmak. Korktuklarından, fenalıklardan kurtulmak. * Neticede imân ile kabre girmek. * Edb: Doğruluk, sağlamlık. SELAMLIK (Bak: Harem) SELASE Üç. SELASE-AŞER Onüç. SELASET Edb: Anlatıştaki kolaylık ve rahatlık. Açık, kolay, akıcı ve âhenkli ifade. SELASİL (Silsile. C.) Silsileler. * Zincir gibi olanlar. Zincirler. * Sıradağlar. SELASÛN (Selâsîn) Otuz, 30. SELATA Kahır, galebe, hiddet. * Kötü konuşan, gönül inciten, kalb kıran. * Merhametsiz olmak. * Acı söz söylemek. SELATİN (Sultan. C.) Sultanlar. SELB Zorla alma, kapma, soyma. * Nefy ve inkâr etme. * Kaldırma, giderme, izale. * Man: İki şey arasında nisbet-i vücudiyenin kalkması. SELB Ayıp. * "Noksan etmek ve çekmek" mânalarına da mastardır. SELBEN İnkâr yoluyla, * Gidererek, kaldırarak, yok ederek. SELBÎ Nefiy ile alâkalı, nefye mensub olan. SELBUB Bir dere. SELC Yutmak. SELC (C.: Süluc) Kar. SELCEM (C.: Selâcim) Uzun, tavil.* Uzun ok. şalgam. SELEB Yemen vilâyetinde yetişen bir ağacın kabuğudur. Ondan ipler ve urganlar yaparlar. * Kişinin malı mülkü ve metâı. SELECAN Yutmak. SELEF (Self) Eskiden olan. Evvelce bulunmuş olan. * Yerine geçilen. * Önde olmak, ileri geçmek. * Eski adam. SELEF-İ SÂLİHÎN Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in ilk rehberleri: Tabiîn ile Ashabın ileri gelenleri ve Tebe-i Tabiînden olan müslümanlar. SELEFİYE İtikadca Ehl-i Sünnet Mezhebi üzerinde olan Sahabe ve Tâbiîn'in gittikleri yol. Ve bu yolda giden fakihler, muhaddisler ve bu mezhebden olanlar. * Cenab-ı Hakk'ın varlığında ve diğer hususlarda Kur'an-ı Kerim aşikâr ne söylemiş ise aynen kabul edenler. Bunlara "Eseriyye" de denir. SELEL Helâk olmak, mahvolmak. SELEM Teslim etmek. * Ayıplardan uzak olmak. * Selef. * Peşin para ile veresiye mal alma. SELEM Diş gediği. SELENKA' Yıldırım. SELENTAH Geniş, açık yer. SELF Yeri düzeltmek. *Büyük dağarcık. SELFA' Bahadır. Kahraman ve cesâretli kimse. * Yüzsüz, utanmaz, hayâsız, kötü kadın. * Kuvvetli deve. SELFE Ahmak. * Kurt. SELG Ayırmak. * Yarmak. SELH Soyma, deri soymak. * Her ayın son günü. * Bir yerden bir şeyi çıkarmak. SELHA Kıyamet günü. SELH-HANE f. Hayvan kesilip yüzülen yer. Mezbâha. (Bu kelime galat olarak, "salhâne" şeklinde kullanılır.) SELİB Soyulmuş, giderilmiş, alınmış. * Tıraş olunmuş. * Aklı başından alınmış. SELİF Eski zamanda geçmiş olan. SELİHA Kabuk. * Soyulmuş veya bozulmuş şey. * Tarçın yerine kullanılan bir ağacın adı. SELİK Arpa, buğday ve bunlara benzer hububatın yarması. SELİKA Üstüne binen kişinin, ayaklarını sallamasından dolalyı, devenin yanlarında meydana gelen ayak izleri. * Tabiat. SELİKA Güzel söz söyleme ve yazma istidadı. SELİL Netice, semere. * Yeni doğmuş erkek çocuk. * Büyük, geniş dere. SELİLE Yeni doğmuş kız çocuğu. SELİL-İ MEYYİT Ölü olarak doğmuş çocuk. SELİM(E) (Selâmet. den) Sağlam, kusursuz. Refah ve selâmet üzere bulunan. SELİM-ÜL KALB Temiz kalbli. SELİS Kolay, yumuşak. * Boyun eğmiş, bağlı. SELİS Selâsetli. Fasih ve beliğ olan. Düzgün ve akıcı ifade. SELİT Kahredici, galebe edici. * Susam yağı. * Kötü sözlü şerli kimse. Ağzı bozuk. * Zeytinyağı. SELK Bir yerden haber getirmek. * Yumurtayı rafadan pişirmek. Bir kimseyi başı üstüne bırakmak. * Katı ve sert söylemek. * Çağırmak. SELK Çekmek veya çekilmek. * Gitmek. * İthal etmek, içeri sokmak, girdirmek. SELKA' (C.: Selâki) Otsuz, susuz ve ıssız yer. SELL Yavaşça çekip sıyırma. Sıyrılma. * Çıkarma, çıkarılma. Çekme, çekilme. SELLAC Buzcu, buz satan adam. SELLAH (Selh. den) Kasaplık hayvan kesen veya yüzen. SELLAT (Selle. C.) Sepetler, seleler. SELLE (C.: Sellât - Silâl) Sepet, sele. SELLE Koyun ve keçi sürüsü. * Yıkmak, hedm. * Kuyu içinden çıkartılan toprak. SELLEBÂF f. Sepet, küfe vs. ören kimse. Sepetçi. SELLEME Selâm ve selâmet versin, kusur ve ayıptan hâli ve beri eylesin meâlinde duâ. SELLEMEHÜSSELAM Gelişi-güzel. Rastgele. SELL-İ SEYF Kılıç çekme. SELM Barış, sulh. İtaat. Tek kulplu kova. (Bak: Silm) SELMAN-I FARİSÎ İran'ın İsfahan şehrinde doğmuş olan büyük bir sahâbe. Evvelce ateşperestti, sonra Hristiyan oldu. Daha sonra papazların nasihatiyle İslâmiyetin geleceğini anlamıştı ve arıyordu. Yeni Peygamber'e (A.S.M.) kavuşmak için Şam'dan Hicaz'a geldi ve orada kendisini köle yaptılar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Medine'ye geldiğinde müslüman oldu ve Resulullah onu satın alıp azad etti. İslâmiyete çok hizmetleri vardır. (R.A.) SELME Rahne, gedik. SELMEC (C.: Selâmic) İnce uzun demir. SELMET (SİLMET) Taş. SELS Beyaz boncuk dizilen iplik. SELS Akmak, seyelân. SELSAL Hafif soğuk, tatlı ve lezzetli su. SELSEBİL Cennet'te bir çeşme veya ırmak. * Mc: Tatlı, lâtif, leziz su. SELSEL Tatlı ve yumuşak su. SELSELE Ulaştırmak, vardırmak. * Zincir örmek. SELT Karın gürüldemesi. SELUB (C.: Süleb) Müddeti tamam olmadan yavrusunu düşüren deve. SELUC Rahat olmak. Mutmain olmak. SELUF Suya gelen develerin dâima önlerinde gelen deve. SELUK Yemen vilâyetinde bir köydür ve "kilâb-ı selukiyye" denilen büyük köpekleriyle meşhurdur. SELUKİYYE Kaptan kamarası. SELUL Ölü olarak doğmuş çocuk. SELV Kanaat vermek. SELVA Bal, asel. * Bıldırcının büyüğü. SELVET Kalb rahatı. Gönül rahatı. SEM' İşitmek. Kulak ile dinlemek. * Kurdun sırtlandan olan eniği. SEMA Gök yüzü. Asuman. Gök. * Her şeyin sakfı. * Gölgelik. * Bulut ve emsali örtü.(Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) şöyle rivayet olunmuştur. Sema'ya uruç buyurdukları zaman kale burçları gibi bir mevkide bir takım melâike görmüştü. Bunlar birbirlerinin yüzüne doğru, mütekabilen yürüyüp gidiyorlardı. Bunlar nereye gidiyorlar diye Resul-i Ekrem (A.S.M.) Cebrâil'e (A.S.) sordu. Cebrâil: Bilmiyorum. Ancak yaratıldığımdan beri ben bunları görürüm ve evvel gördüğümün bir tânesini bir daha görmem dedi. Onlardan birine, ikisi birden: "Sen ne zaman halk olundun" diye sordular. O da: "Bilmiyorum. Ancak Cenab-ı Hak her dörtyüz bin senede bir yıldız halk eder. Ben yaratıldığımdan beri de dörtyüz bin yıldız halk etti" diye cevap verdi. Melâikenin kesretini ve kudret-i ezeliyenin vüs'at-ı tecelliyatını anlamalı... E.T.) SEMA' Yağlı yemek yedirmek. * Baş yarmak. * Ekmeği terid etmek. * Sakalı boyamak. SEMA' İşitmek, kulakla dinlemek. * Mevlevilerin zikir esnasındaki dönüşleri. SEMAAN (Semaen) İşiterek, dinleyerek, dinlemek suretiyle. SEMAAT Dinlemek, kulak vermek. SEMACET Kötü görünüş, çirkinlik. * Söz çirkinliği. * Kabahat. SEMACET-İ İBTİDA Sözün başlangıcındaki çirkinlik. SEMAD Davar tersi. * Gül. SEMADİR Sarhoşluk vaktinde veya uyku geldiğinde göze ârız olan zayıflık. SEMAEN İşiterek, duyarak. SEMAHAT Cömertlik. İyilik severlik. El açıklığı. SEMAHİC Deniz içinde bir alanın adı. SEMAÎ İşitmekle öğrenilen. İşitmeğe dair ve müteallik. * Gr: Bir kaideye bağlı olmayan, işitilmekle öğrenilen. SEMAÎ MÜENNES Bir kaideye bağlı olarak müennes işareti olmayıp kelimenin aslında müenneslik var gibi kabul edilen ve işitilmekle öğrenilen müennes kelime. (Bak: Müennes-i semaî) SEMAKİL Somak ve tadım denilen ekşi taneler. SEMALE (C.: Simâl) Kap veya havuz dibinde olan artık. * Tereyağı. *Araptan bir kabile. SEMA'MA' Küçük başlı. * Yular. SEMAME (C.: Semâm) Bir nevi kuş. * Sür'atle yürüyen dişi deve. SEMAN Sekiz. SEM'AN Dinliyerek. * İşiterek, duyarak. SEMAN-AŞER Onsekiz. SEMANE f. Tavan. * Bıldırcın. SEMANET Semizlik, yağlılık, besililik. SEMANÎN Seksen. 80 SEMANİYE Sekiz. 8 SEMANÛN Seksen. 80 SEMAPARE f. Gök parçası. SEMAR Duru süt. SEMAR Meyva, yemiş. SEMARUG Başı yumru yumurta gibi olan mantar. SEMASİRE (Simsar. C.) Simsarlar, komisyoncular, tellâllar. SEMAVAT (Sema. C.) Gökler, semalar. SEMAVE Örtü. * Şam yolunda bir bâdiyenin adı. SEMAVÎ Gökle alâkalı, semaya dair ve müteallik. * İnsan eseri olmayan, vahiyle gelmiş bulunan. SEMAVİYYÂT Semavî olan şeyler. SEMBOL Fr. Kararlaştırılmış bir mânası olan işaret. Bir mânanın şekil veya madde halinde gösterilmiş sureti. SEMCER Çok su katılmış olan süt. SEMDAR f. Zehirli. SEMED Devamı gelmeyen sarnıç suyu. SEMEHDER Geniş, bol, vâsi. SEMEK Balık. SEMEL Eski kaftan, eski elbise. SEMEL Sarhoşluk. SEMELE (SÜMLE) Kap dibinde kalan azıcık su. SEMELE (SÜMLE) Kap dibinde kalan artık. SEMEN Baha, kıymet. Değer. Tutar. Satılan şeyin fiatı. SEMEN Yağ. Erimiş tereyağı. (Bak: Simen) SEMEN f. Yâsemin. SEMEN-BU f. Yâsemin gibi kokan, yâsemin kokulu. SEMEND f. Çevik ve güzel at. SEMEN-FAM f. Yâsemin renkli, rengi yâsemin gibi olan. SEMENÎ Tereyağı. SEMEN-İ MİSL Ehl-i vukuf tarafından hakiki kıymetini tâyin etme. SEMEN-İ MÜSEMMA İki tarafın isteğiyle değerlendirilen kıymet. SEMEN-İ RÂYİC Geçer değer, o zamanki kıymeti, fiyatı. SEMER Geceleyin kıssa söylemek, hikâye anlatmak. SEMER(E) Meyve, yemiş mahsul. Verim. Netice. SEMERÂT (Semere. C.) Meyveler, faydalar. Kârlar. Menfaatler. SEMEREDÂR f. Verimli, semereli, kârlı. * Yemiş veren. SEMERE-İ FUÂD Gönül meyvası. * Mc: Evlâd, çocuk. SEMERREC(E) Üç defa haraç çıkarmak. SEMERTUL Uzun, tavil. SE'MET Kederli olmak. Melül olmak. * Bıkmak, usanmak. SEMG Yarmak. SEMH Cömertlik, keremli olma. SEMHA Kolaylık, sühulet. SEMHAC Arkası uzun olan at ve eşek. SEMHAK Yağmursuz bulut. SEMHEC Yağlı tadı azmış süt. SEMHER Eskiden süngü ağacı yapan bir kimsenin adı. (Ona nisbet edip "rumh-i semherî" derler.) SEMHUK Uzun, tavil. SEMİ' İşiten, duyan. * Fık: Allah'ın (C.C.) insanlar gibi zamana, âlete muhtaç olmayarak her şeyi işitmesi ve duyması. (O'nun işitip duyamıyacağı hiç bir şey yoktur.) SEM'-İ HAMİYET Hamiyet kulağı, insaf ve hakperestlikle dinleyiş. SEM'-İ HİKMET Hikmetli sözleri dinlemek. Hikmetten ibret ve ders almak. En hayırlısına tabi olmak. SEMİC (Semc) Çirkin, kötü görüşlü. SEMİ-İ MUTLAK Her şeyi şeksiz, şüphesiz, mutlak surette işiten Allah (C.C.). SEMİK (C.: Esmika-Sümuk) Zelve. (Öküzün boynuna takılır.) SEMİL Sarhoş. SEMİLE Artmış, artık şey. * Dere içinde kalan su artığı. SEMİN Semiz. Eti yağı bol. SEMİN (Semine) Çok değerli, pahalı, kıymetli. SEMİ'NA VE ATA'NA İşittik ve kabul ettik, itaat ederiz, baş üstüne meâlindedir. SEMİR Arkadaş, refik. * Gece anlatılan kıssa ve hikâye. SEMİR Meyvalı, yemişli. Meyva veren. * Sinici olan su. SEMİRE Kaymağı çalkalayıp bir yere toplamadan evvel üstünde görünen yağ parçaları. SEMİT Temiz pişirilmiş olan kebap. * Arınmış, temizlenmiş ve pâk olmuş. * Doldurulmuş bağırsak. * Birbiri üstüne yığılmış kiremit. * Bir kat sahtiyan. SEMİ-ÜD DUA Duayı işiten Allah (C.C.). SEMİY Aynı isimde olmak. Adaş, hemnâm. SEMİYYE Yüce, yüksek, refia. SEMİZ t. Eti, yağı bol. Besili. SEML (c.: Esmâl) Sulh etmek, barışmak. * Göz çıkarmak. * Pâk edip temizleyip arıtmak. SEMLAH Tadı azmış olan yağlı süt. SEMLAK (C.: Semâlik) Düz, yüksek yer. SEMM (Simm - Sümm) (C.: Sümum) Delik. SEMM Cem' etmek, toplamak. * İyi etmek. SEMM Zehir, ağu. SEMMAK Balıkçı. SEMMAN Süzme yağ yapan. Hâlis yağ yapan veya satan kişi. SEMMDAR f. Zehirli. SEMMÎ (Semmiye) Zehirle alâkalı. Zehirli. SEMM-İ KATİL Öldürücü zehir. SEMM-ÜL HIYAT İğne deliği. SEMN Semizlik, beslilik, yağlılık. * Tereyağı. SEMPATİ Fr. Cana yakınlık, sıcak kanlılık. * Tıb: Her omurilik boyunca olan sağlı sollu yirmi üç boğumdan geçen iki paralel ağ şeklinde sinir sistemi. SEMRA (Müe.) Esmer. Kumral renkte olan. SEMRA' Yemişli ağaç. Meyveli ağaç. SEMRE (C.: Semür-Semürât) Sakız ağacı. SEMSAK Yâsemin. SEMSAM (C.: Semâsim) Hafif edepsiz kişi. * Aceleci kimse. SEMSAM Eline ne alırsa kıran. SEMSEM Tilki. * Bir yerin adı. SEMSERE Bir kimsenin elbise ve kumaşını satıvermek. SEMT Paklık, nezâfet, temizlik. SEMT Yön, taraf, cihet. * Koz: Açıklık. SEMUD (Sümud) Kur'anda ismi geçen bir kavim adı. Sâlih Peygamber'in kavmi. SEMUH (Semahat. dan) Çok cömert. SEMUM Zehirli şey. * Sam yeli. * Gündüz vakti sıcak çölde esen pek sıcak rüzgar olup, bitki ve hayvanları mahveder. SEMUNYUN Yaban kerevizi. SEMURE Dikenli bir ağaç. * Sakız ağacı. SEMÜVV Ad koymak, isim vermek. SENA Şimşek parıltısı. * Ulviyet. Yükseklik. * Aydınlık. * Bir ot ismi. SENA Medihle tarif. Medhetmek, övmek. SENAA Cemali güzel. SENABİK (Sünbük. C.) At ve katır gibi hayvanların tırnakları. SENABİL Sünbüller. Başaklar. SENA'BUK Kötü kokulu bir ot. SENAF Deve bağlanan ip. * Deve göğüsü. SENAGÛ f. Medheden, öven, sena eden. SENAHAN f. Medheden, alkışlayan, öven. SENAKÂR f. Öven. Medheden. SENAKÂRANE f. Senakârlıkla. Övercesine. Medheden birine yakışır şekilde. SENAM (C.: Esnâm-Esnime) Deve hörgücü. * Her nesnenin yücesi, yükseği. SENAN Parlak, ziyâdar, ışıklı. SENANİR (Sinnevr. C.) Kediler. SENAVER f. Medheden, öven. SENAVERÎ f. Birisini medhedene, övene ait. Senakârane. SENAYA Öndeki dört dişler, ön dişler. SENBER Her umuru bilen, her işten anlayan. SENBOL (Bak: Sembol) SENC f. Ölçen, tartan, değerlendiren. SENCE (C.: Senecât) Terazi taşı. SENCEREF Sülügen adı verilen kızıl taş. SENCİDE f. Ölçülmüş, tartılmış, değerli. * Tam yerinde söylenmiş söz. SENCİLAT Bir cins koku. SENCİLEYİN Senin gibi. SENDEL f. Sandal. * Sandal ağacı. SENDERE Büyük kile. * Ok yapılan bir nevi ağaç. * Sür'at, hız. SENDÜVE (C.: Senâdâ) Meme. SENE Yıl. SENEB(E) Zamandan bir parça. SENE-BE-SENE Yıldan yıla, seneden seneye seneler geçtikçe. SENED Kuvvetli olabilecek söz. * Tapu. * Üzerine dayanılacak ve itimad edilecek şey. Mutemed. Melce'. * İki kişi veya çok kimseler arasındaki anlaşmayı tesbit eden ve karşılıklı imzalanan kâğıt, vesika. SENED-İ HÂKANÎ Tapu senedi. SENED-İ MÜSBİT İsbat edici senet. SENED-İ RESMÎ Resmen tasdikli senet, resmî senet. SENE-İ EFRENCİYE Efrenci (Frenkler, Avrupalılar) takvimine göre yılbaşı Ocak'tan başlayan milâdi sene. SENE-İ HİCRİYE Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın Mekke'den Medine'ye hicreti başlangıç sayılan ve Muharrem 1'den başlayan sene. Bu sene-i Kameriye (kamer yılı), Zilhicce ile biter, 354 veya 355 gün sürer. SENE-İ KUR'ANİYE (Bak: Eyyam-ı Kur'aniye) SENE-İ MÂLİYE 1 Mart'tan itibaren başlaması Mâliyece kabul edilen yıl. SENE-İ MİLÂDİYE Kânun-i sâni (Ocak) 1'de başlayan sene. Milâdi sene. SENE-İ RUMİYE Garp Milâdi takvimini yani Efrenci takvimini kabul etmemiş olan Şark Hristiyanları için 14 Ocak tarihinden başlayan ve eskiden 1 Mart tarihinde başlayan Rumi sene. SENE-İ ŞEMSİYE 22 Mart'tan ertesi senenin 21 Martına kadar süren İranlıların milli takvimine göre olan nesne. SENEM Yüce olmak, yükselmek. * Uzamak. SENEN Yol, tarik. SENER (C.: Senânir) Kedi. * Ulu kişi. * Boğaz kemiği. * Kuyruk sokumu. SENETA Sekenler. Durmalar, duruşlar. Davranışlar. SENETEYN İki yıl. İki sene. SENEVAT (Sene. C.) Yıllar, seneler. SENEVÎ Seneye ait. Bir yıl içinde olan. Senelik. Seneye mensub. SENG f. Taş, hacer. * Vezin. Tartı ve temkin. * Sıklet. * Beraberlik. * Ağırlık. SENGDİL (C.: Sengdilân) f. Taş yürekli, merhametsiz, acımaz. SENG-ENDAZ f. Taş atan. Dokunaklı söz söyleyen. SENG-İ AS-YÂB Değirmen taşı. SENG-İ HARA Pek sert taş, kaya. SENG-İ KABİR (Seng-i mezar) Mezar taşı. SENG-İ KAZA Kaza taşı. Belâ, musibet. SENG-İ MUSALLÂ Musallâ taşı. Namaz kılınmak için cenaze konan taş. SENGİN f. Taştan olan, taştan yapılmış. SENGİSTAN f. Taşı çok olan yer. Taşlık yer. SENGLAH f. Taşlık yer, taşı çok olan yer. SENGPARE f. Taş parçası. SENGSAR f. Taşlık yer. SENGTRAŞ f. Taş yontucu, taş yontan sanatkâr. SENGZAR f. Taşlık yer, taşı çok olan yer. SENH Arız olmak. SENİH Mübarek fiil, iyi ve güzel hareket. SENİN Taşı kazıyıp yonttuklarında dökülen parçaları. SENİNE (C.: Senayin) Kumdan tepe. SENİY (C.: Sinâ-Seniyyât) Ön dişini burkan hayvan. SENİYYE (C.: Senâyâ) Ön dişlerin birisi. * Sarp ve yokuş yerde olan yol. SENİYYE (Seniye) Yüksek. Çok mühim ve kıymetli, âli olan. SENKENDAZ Eski kalelerde kale dibine sokulan düşmana yukarıdan ağır taşlar vesaire atmak için altı açık cumba gibi çıkmalara verilen addır. Kale kapılarını müdafaa için üst taraflarına da böyle senkendazlar yapılırdı. (O.T.D.S.) SENN Zırh çıkarmak. * Halinden döndürmek. * Koymak. * Keskinleştirmek. * Tasvir etmek. * Dökmek. SENT Etin kokması. SENUT Yere saçılan buğday. SE-PA f. Üç ayaklı. Sehpâ. SEPİD f. Ak, beyaz. SEPİDE f. Tan vakti. SEPİDEDEM f. Sabah aydınlığı. SEPİDÎ f. Aklık, beyazlık. SEPTİSİZM Fr. Fls: Müsbet veya menfi hiçbir kat'i hükme varamıyan ve dâim şüphe içinde olmayı kabul eden sapık felsefe sistemi. Şüphecilik. (Bak: Sofestaî, Sofizm) SEPÜKPÂY f. Ayağına çabuk olan. SER f. Baş. Tepe. Uç. Nihayet. Zirve. Gaye. * Baş, başkan, reis. SE'R İntikam, öç almak. * Kin. * Kısas etmek. SER' Üzüm çubuğu. * Yaş ve taze çubuk. * Yumuşak bedenli yiğit. * Uzun boylu adam. SER' Yumurtlamak. SERA f. "Şarkı söyleyen" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nağme-serâ $ : Şarkı söyleyen, nağme söyleyen. SERA Yer, toprak. Arz. * Malı çok olmak. Zengin olmak. SERA' Yay yapımında kullanılan bir ağaç cinsi. SERAB Şaşkın hâle gelme. Çorak yerlerde, çölde sıcak ve ışığın te'siriyle ileride, yakında yahut ufukta su veya yeşillik var gibi görünme hâdisesi.(Ey serab-ı gururu, şarab-ı tahur zanneden Said-i hodfuruş! Hikmet, hayr-ı kesir olduğunu işittin. Fakat yanlış yola gitmiştin. Şu kitab-ı kâinatın hikmetini maânisinde aramadın. Gittin nukuşunda taharri ettin. R.N.) SERABİL (Sirbâl. C.) Gömlekler. SERABİSTAN f. Serap yeri. (Fâni, bekasız dünyadan kinayedir.) SERAÇE f. Küçük saray. Küçük konak. Saraycık. SERADİK (Sürâdik) Padişaha mahsus çadır perdesi veya büyük sarayın perdesi. * Cibinlik tarzında yapılan perdeden oda. SERADİKAT Padişaha mahsus perdeler. SERAFİL (C.: Serâfilât) Şalvar. Don. SER-AGAZ f. Yeniden ve baştan başlama. SERAH Kıl taramak. * Halâs etmek. * Davar gütmek. * Eşini boşamak. SERAHİN (Sirhân. C.) Yırtıcı hayvanlardan olan kurtlar. SERAHOR Osmanlı İmparatorluğunun ilk devirlerinde ordunun bir yerden başka bir yere hareketinde yolların yapılması ile beraber ağırlıkların nakil vesairesi veyahut memleket içinde zelzele, deprem gibi bir âfetin vukuuyla harap olan yerlerin hemen tamir edilmesi işlerinde kullanılanlara verilen addır. SERAİR (Sır. C.) Gizli şeyler, sırlar. SERAİR-İ VÜCUD Yaradılış sırları. SERAK Hırsızlık yapmak. SERAMAC f. Boyunduruk. SER-AMED (C.: Ser-âmedan) f. İleri gelen, başta bulunan. SER'AN Evmek, acele etmek. SERAPA f. Bir uçtan bir uca. Baştan ayağa kadar. SERA-PERDE f. Saray perdesi. Eskiden harem dairesinin önüne çekilen büyük perde. * Padişah çadırı, otağ. SERAR Ayın son gecesi. SERARE İyilik. * Şeref. SERARİ (Süriyye. C.) Câriyeler, odalıklar. SERASER f. Baştan başa, bütün, hep mecmuan, külliyen. SERASİME f. Sersem. SERASİMEGÎ f. Sersemlik. SERASKER f. Ordu kumandanı. Komutan. * Harbiye nâzırı, milli savunma bakanı. SERATÎ Keskin. SERAVİL (C.: Serâvilât) İç donu. * Şalvar. SERAY f. Büyük konak, kâşâne. * Saray. * Hükümet konağı. SERAYA (Seriye. C.) Düşman üzerine yollanan askerler. SERAY-DAR f. Eskiden büyük yerlerde yemek ve sofra işlerine bakan kimse. SERAYENDE (C.: Serâyendegân) Şarkıcı, şarkı söyliyen. SER-AZAD f. Hür, serbest. Başı boş. * Dertsiz, rahat. SERB (C.: Sürub) İçyağı. * Helâk olmak. * Bozulmak, fâsid olmak. * Beğenmeme. Azarlama. Çekiştirme. SERBALİN f. Baş yastığı. SERBAZ (C.: Serbâzân) f. Korkusuz, cesur, cesâretli. Yiğit. SERBAZÎ f. Yiğitlilik, cesurluk, korkusuzluk. SER-BE-CEYB f. Kaderden, düşünceden veya hayâdan dolayı başını önüne eğmiş olan. SERBEHA f. Baş pahası. Diyet. Haraç. SERBEND f. Başa bağlanan veya sarılan şey. SERBESER f. Baştan başa. SERBEST f. Kayıtsız. Başıboş. İstediği gibi hareket edebilen. * Sıkılmayan. * Engelsiz. SERBESTÂNE f. Serbestçe. SERBESTE f. Başı bağlı. * Gizli, kapalı, örtülü. SERBESTÎ f. Serbestlik. SERBESTİYET f. Serbestlik. Serbest oluş. SERBESÜCUD f. Secde edici. Başını yere değdirici. SERBEZEMİN f. Başı yere eğilmiş olan. SERBÜLEND (C.: Serbülendân) f. Yüce. Başı yüksek. SERBÜLENDÎ f. Başı yükseklik. Yücelik. SERC (C.: Süruc) At takımı, eyer. SERCEM Uzun. SERC-İ FERES At eyeri. SERCUC Ahmak. SERCÜMLE f. Hepsi, tamamı, bütün. SER-CÜNBAN Baş oynatan, baş sallayan. SERÇEŞME (C.: Serçeşmegân) f. Çeşme başı, su başı. Pınar. * Pir, şeyh. Baş. * (Tanzimattan evvel) yardımcı askerlerin maddi işlerine bakan kimse. SERD Sözü muttasıl ve güzel bir eda ile söylemek. * Halkaları birbirine geçirmek. * Delmek. * Dikmek. * Vurmak. SERD f. Bârid, soğuk, bürudetli olan. * Sert, kaba, hoyrat. SERD Çanak içine ekmek doğrayıp ıslatmak. SERDAB f. Yer altında olan serin ve soğuk oda, bodrum. Böyle yerler ekseriyetle sıcak bölgelerde, gündüzleri sıcaktan korunmak için yapılırdı. Anadolu'nun bazı yerlerinde buna "zir-i zemin" denilir. * Tar: Padişah saraylarında, sağ ve sol taraflarında birer oda bulunan üç köşeli sofalara verilen addı. SER-DADE f. Baş vermiş, baş göstermiş olan. SERDAH Geniş ve düz yer. SERDAR f. Askerin başı. Kumandan. SERDARÂN (Serdâr. C.) f. Kumandanlar, serdarlar, komutanlar. SERDAR-I EKREM Başkumandan. Başbuğ. SERDAR-I ULEMA Zamanın en bilgili ve en yaşlı âlimi. SERDARÎ f. Başkumandanlık, serdarlık. SERDEFTER f. Defterin başında yazılı olan. En ileri geçen, en başta bulunan. SERDENGEÇTİ Tar: Akıncılardan düşman ordusu içine dalmak veya muhasara altına alınan bir kaleye girmek için fedai yazılan kimseler. Bunlara ellerinde kınlarından sıyrılmış kılıçlarla bu tehlikeli işlere atıldıkları için "dalkılıç" da denilirdi. Düşman ordusuna dalacak veya kaleye girecek olanların dönmelerinden ziyade ölmeleri ihtimâli olduğu için bu adı almışlardı. (O.T.D.S.) SERDETMEK Tertipli ve güzel bir şekilde konuşmak. SERDÎ f. Soğukluk, bürudet. * Kabalık, sertlik, hoyratlık. SERD-İ KELÂM Güzel bir şekilde ifade etmek, söz etmek. SERDÎ-İ HEVÂ Havanın sertliği. SERDÎ-İ TABİAT Tabiat ve huy sertliği. SERDÜMEN Gemilerde baş dümenci, dümen kullanmakla vazifeli tayfa. Eskiden harp gemilerinde çavuştan yüksek bir rütbe. SERE Suyun çok olması. * Devenin meme deliğinin geniş olması. SERE Başparmağın ucundan şehadet parmağının ucuna kadar germek suretiyle hâsıl olan uzunluk ölçüsü. Karıştan küçüktür ve dört sere bir arşın sayılırdı. SEREB (C.: Esrâb) Yer altında olan ev. * Kırbadan akan su. * Ot. SERED Dudağın yarılması. SEREF Boş yere ve lüzumsuz harcamak, israf etmek. * Hatâ etmek. * Âdet, haslet iyi huy. SER-EFGENDE (C.: Serefgendegân) f. Başını eğen. SER-EFRAZ f. Başını yükselten, yukarı kaldıran. * Benzerlerinden üstün olan. * Baş kaldıran. * Başı dik, alnı açık. * Haklı ve galib. SEREKA İpeğin gayet iyisi. * Beyaz ipek. * (Sârik. C.) Hırsızlar. SEREM Dişin, ağızda kökünden kırılması. SERENCAM f. Başa gelen, baştan geçen ibretli hadise. * Bir işin sonu. * Vak'a. SER-ENDAZ (C.: Ser-endazân) f. Çekinmez, pervasız, korkusuz. SERENDÎ Katı, şiddetli, şedid. (Müe: Serendât) SERENDİB (Hintçe) Hindistan'ın güneyindeki Seylân adasının ismi. SERER (C.: Esirre) Ayın son gecesi. * Ebenin doğan çocuğun göbeğinden kestiği parça. * Mantar üstünde olan kabuk, balçık, toprak (Bu mânâya C.: Esrâr ve C: Esârir). SERES Zayıf endamlı. SERETAN Tıb: Kanser hastalığı. * Yutmak. * Yengeç. * Cevza Burcu ile Esed Burcu arasındaki burcun ismi. (Rumi 9 Haziran'da başlar) SEREYAN Yayılma, dağılma. * Geçme, sirayet. SEREYAN-I SERİA Sür'atle yayılan, çabuk neşrolan. SERF Yemek yemek. SERFİRAZ f. Başını yukarı kaldıran, yükselten. Benzerlerinden üstün olan. SERFİRAZÎ f. Serfirazlık. SERFÜRU f. Baş eğme. Söz dinleme. İtaat, inkıyad. * Mütezellil olan. SERFÜRU-BÜRDE f. Baş eğmiş. * Düşünceye dalmış. SERGERDAN f. Başı dönmüş, şaşkın. Hayran. SERGERDE f. Kötü işlerde elebaşı olan. * Başı bozuk. * Reis. SERGERM f. Kızgın, öfkeli. Kafası kızmış. * Neşeli. Sarhoş. Mest. SERGEŞTE f. Sersem. Başı dönmüş. Avâre ve mütehayyir olan. Hayrette kalmış. SERGİN f. Gübre, fışkı. SER-GİRAN f. Başı ağır. * Mc: Çok sarhoş. SERGÜZEŞT f. Macera, baştan geçen hâller. SERH Kıl taramak. * Halâs etmek, kurtarmak. * Uzun, büyük ağaç. * Güdülen davar ve sığır sürüsü. * Otlak, mera. * İrsal etmek. SERHAD Hudut başı. İki devlet toprağının birleştiği sınır. SERHADLÛ Hudut boylarını bekleyen, hudutlardaki kalelerde vazife gören askerler. SERHAN Canavar. Kurt. SERHAS Sivri uçlu bitki. SERHAYL f. Kervan veya kafile başı. * Baş, başkan. SERHED Hörgüç yağı. * Semiz, yağlı, besili. SERIK Hırsızlık. SER-İ FRENK Avrupalıların, Frenklerin başı. SER-İ MUY Pek az şey. * Kıl ucu. SERİ'(A) Çabuk, hızlı. * Az vakitte çok iş yapan. SERİAN Çabuk, tez elden, acele. SERİD Yağla ıslanmış ekmek. (Terid derler.) SERİH (C.: Serâyih) Nâlin kayışı. SERİKA Çalınmış. Çalınmış şey. SERİR Tahta karyola. * Üzerinde oturulan yüksekçe yer. * Taht. SERİRARA (Serir-ârâ) f. Tahtı süsliyen. Tahtta oturan. Pâdişah. Hükümdar. Şah. SERİRE (C.: Serâir) Gizli şey, gizli sır. Gizli hal veya fikir. * Yatak. SERİREDÂN f. İçteki sırrı bilen. SERİRÎ Yatırarak hastaya bakma, klinik. SERİR-İ HÜKÜMET Hükümet tahtı. Makam sandalyesi. SERİR-İ TEDRİS Ders verme makamı. SERİR-NİŞİN f. Tahtta oturan, padişah. SERİ-ÜL HAREKE Hızlı giden. SERİ-ÜL İNTİKAL Çabuk anlayan, çok zeki. SERİ-ÜS SEYR Çok sür'atle akan veya giden. SERİ-ÜT TEESSÜR Çabuk müteessir olan. SERİ-ÜZ ZEVAL Devamsız, çabuk giden. * Çabuk ölen. * Dünyanın hali. SERİYY Çok, kesir. SERİYY (C.: Esriye-Seryân) Nefis. * Kavi, kuvvetli. * Reis. * Küçük nehir, ırmak. SERİYYE Düşman üzerine gönderilen süvari müfrezesi. SERKÂR f. Müdür, iş başı, kâhya. SERKAT (Bak: Sirkat) SERKÂTİB f. Baş kâtib. Hükümdarların başkâtibleri. SER-KÂTİB Başkâtip. SER-KERDE f. Bir güruhun, bir takımın başı, reisi. * Şaki, haydut. SERKEŞ f. İnatçı, isyan eden. Kafa tutan. Asi. SERKEŞÂNE f. İtaatsizlikle, dikbaşlılıkla, inatla. SERKEŞÎ f. İtaatsizlik, inatçılık, serkeşlik, dikbaşlılık. SERKUB f. Başa vuran, başa kakan. * Başa vuracak şey. SERKUÇE f. Sokak başı. SERKUY f. Yol, sokak veya mahalle başı. SERLEVHA f. Yazıda başlık. SERM Birinin dişlerini kırma. SERMA f. Kış. Soğuk. SERMA-DİDE f. Çok üşümüş. Donmuş. SERMAK Pazı otu. SERMAYE f. Ana mal. Esas para. İlk elde mevcut olan para. * Kazanılmış ilim. * Hayat. Ömür. SERMAYEDÂR f. Sermâyesi olan. SERMED Dâimî, sürekli, ebedî, ezelî. * Uzun gece. SERMEDEN Ebedî olarak. SERMEDÎ Daimî, ebedî, sürekli. SERMEDİYET Daimlik, süreklilik. Sonsuzluk, ebedîlik. * Rabbanîlik ve uluhiyyet. SERMELE Yemeği sakalına döküp ellerini bulaştıra bulaştıra yemek. SERMENZİL f. Durak yeri. SERMEST f. Başı dönmüş, kendinden geçmiş. SERMESTÎ f. Sarhoşluk. SERMEST-İ VAHŞET Vahşilik. İslâmiyet ve insaniyet dışı zevkle kendinden geçme hali. SERMEŞK f. Talebenin öğrenmesi için yazılan örnek yazı. SERMETA Yaş balçık. SERMUHARRİR f. Baş muharrir. Baş yazar. SERNAME f. Mektup, kitap vs. nin başına yazılan yazı. Önsöz. SERNİGÛN f. Baş aşağı olmuş. * Tersine dönmüş. * Bahtsız. SERNÜVİŞT f. Yazı başlığı. * Başa yazılan, alın yazısı. Kader, mukadderat. SERPAŞ f. Gürz. Çomak. * Eskiden muhârebelerde giyilen demir başlık. SERPENÇE f. Güçlü kuvvetli kimse. SERPUŞ f. Başa giyilen başı örten külâh, takke, sarık. SERPUŞE f. Başörtüsü. SERR Çocuğun göbeğini kesmek. * Göbekte ağrı olmak. * Şâdlık, neşeli ve sevinçli olma. SERRA Kolaylık, rahatlık, genişlik. * Sevinçli oluş. * Bolluk. SERRİŞTE f. İp ucu. Emâre, delil. Vesile. * Başa kakmak. * Maksad. SERSAM f. İnsana sersemlik veren bir hastalık. * Sersem. SERSAR Çok sözlü, çok konuşan. Herze ve hezeyan söyleyen. * Büyük bir nehrin adı. SERSERE Bir kimse konuşurken söz katmak. SERSERİ f. Ötede beride gezen, başı boş. İşi gücü olmayıp boşta dolaşan, haylaz, derbeder, avare. * Boş söz. SERSERİYÂNE f. Serserice. SERŞAR f. Ağzına kadar dolu. Dökülecek derecede dolu. * İleri giden, sınırı aşan. SERŞİKESTE f. Ucu kırılmış olan. Başı kırık. SERT Aşağı getirmek. * Yutmak.SERT $ : Çiriş mâaunu. SERTAB f. İnatçı, muannid. SERTAC f. Baş tacı olan. Çok sevilen. Hürmet edilen. En ileri. SERTAK f. Evin üstünde bulunan etrafı açık oda veya daire. SERTAPA f. Baştan ayağa. Baştan aşağı. SERTASER (Serteser) f. Baştan başa, bütün, hep. SERTEM Uzun, tavil. * Yumuşak sözlü kişi. * Hışmını ve gadabını süratle yenen kimse. SERTİYE Zayıf vücutlu, ahmak adam. SERTİZ f. Baştarafı sivri olan, ucu sivri, keskin. SERU f. Boynuz. * şarap kadehi. SERUPA(Y) f. Tas: Dervişin, tarikat ve mevlevihâne ile bağını kesmek. SERÜVEN Başa gelen, heyecan verici hâdise. Sergüzeşt, macera. SERV f. Selvi, servi. * Cömertlik, mürüvvet. SERV Mal artırmak. * Suyun çok olması. SERVA f. Masal. * Söz. SERVAKT f. Kimse bulunmayan boş oda veya daire. * Yalnız görüşülecek yer. SERVAN Malı çok olan kimse. SERV-ENDAM f. Selvi boylu. Uzun ve biçimli boylu olan kimse. SERVER f. Reis. Baş. Seyyid. SERVERAN (Server. C.) f. Başlar, başkanlar, serverler, reisler, ulu kimseler. SERVERÎ f. Başlık, başkanlık, serverlik, reislik. Ululuk. SERVET f. Mal, mülk, zenginlik. SERVET-İ AKL Akıllılık. Akıl zenginliği. SERVET-İ FÜNUN Fenlerin (ilimlerin) zenginliği mânasına gelen bu tabirde, 1891-1900 tarihleri arasında çıkmış olan bir mecmua ve bu mecmua etrafında toplanmış olan kimselerin 1895'den 1901'e kadar meydana getirmiş oldukları Edebiyat-ı Cedide denilen edebî çığıra verilen addır. SERVET-İ İLMİYE Bilgililik, âlimlik, ilim zenginliği. SERV-İ HİRÂMÂN Nazlı sallanan selvi. SERV-İ NÂZ Dalları yana sarkan selvi. SERY Davarı iyi gütmek. * Yıldırımın parlayıp çakması. * Kurt, eşine çıkmak. * Hiddetlenmek, kızmak. SERYE (SERYÂ) Yaş yer. SERZAKİR f. Başta gelen zâkir, zikredenlerin başı. (Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dan kinâye olur.) SERZEDE f. Baş göstermiş, uç vermiş, çıkmış. SERZEMİN f. Başını yere koyarak. SERZENİŞ f. Takaza, tekdir. Başa kakma, çıkışma, azarlama. SE'SE' Defetmek, kovmak. SE'SEE Suya kandırmak. SE'SEM Kara abnus ağacı. SE'T Boğmak. SETA Hamakat, ahmaklık. SETA' Boyunun uzun olması. SETAİR (Sitâre. C.) Örtünülecek veya perdelenecek şeyler. SETAT Sakalın hafif olması. SE'TE (C.: Set) Kara balçık. SETE' Bezin hatâsı. SETEH (C.: Estâh) Oturak yeri. SETEL Her nesnenin kötüsü, yaramazı. SET'ET Böy denilen zehirli böcek. SETH Bir kimsenin arkasına vurmak. SETİH Arkası üstüne yatmış. * Dağarcık. * Büyük tulum. SETİR Örtülmüş, kapalı. Mestur. SETİRE Parmak otu. SETL (C.: Estâl) Pınarlarda su içmeye mahsus susak. * Hamam tası. * Bakıcıların hayvanlara su verdikleri kap. SETL Birbiri ardınca bir bir çıkmak. SETR (Setir) Örtme, kapama, gizleme. SETR Hat. * Saf. * Yazmak. SETRE Yarı resmi ceket. * Düz yakalı ilikli çuha elbise. SETR-İ AVRET Başkalarına gösterilmesi haram olan yerleri örtmek. Şer'an örtülmesi lâzım gelen yerlerini örtmek. (Bak: Avret-Tesettür) SETR-İ GAYB Gizlilik perdesi.(Demek, sefihâne lezzette sen hayvanlara yetişemezsin. Binler derece aşağı düşersin! Çünkü hayvana nisbeten gaybî olan şeyleri senin aklın görüyor, elemini alıyor. Setr-i gaybda bulunan istirahat-i tâmmeden bilkülliye mahrumsun. Hem senin medar-ı fahrin olan uhuvvet ve hürmet ve hamiyet gibi güzel hasletlerin, incecik bir zamana, büyük bir sahradan bir parmak kadar yere inhisar ve hadsiz zamanda yalnız hazır saate mahsus olduğundan, sun'î ve muvakkat ve sahtekâr ve asılsız ve gayet cüz'î olup, senin insaniyetin ve kemâlâtın o nisbette küçülür, hiçe iner.Fakat iman ehlinin uhuvveti ve hürmeti ve muhabbeti ve hamiyeti, iman cihetiyle mevcut bulunan mazi ve müstakbeli ihata ettiğinden, insaniyeti ve kemalâtı o nisbette teâli eder. R.N.) SETR-İ HÜSN Güzelliği örtüp gizleme. SETR-İ UYUB Ayıpları örtmek, kusurları ifşa etmemek. SETTAR(E) Örten, kapayan gizleyen. En çok gizleyen ve örten. SETTAR-ÜL UYUB Ayıpları, kusurları örten. Kusurları göstermeyen, günahları bağışlayan Allah (C.C.) SETTUKA İki tarafı gümüş ve içi bakır olan akça. SETV(E) (C.: Setavât) Hamle etmek. * Kahretmek. * Hiddetlenmek, kızmak, gadap etmek. SE'V Niyet. * Vatan. * Çekişme, kavga, niza. SEV' Akmak. SEVA Mukim olmak, ikamet etmek, oturmak. * Zayıf olmak. SEVA Beraber olma. Beraberlik. Denk, müsavi. SEVAB Hayır. Hayırlı iş. Allah (C.C.) tarafından mükâfatlandırılacak doğruluk ve iyilik karşılığı. Allah'ın (C.C.) rızasını kazanmağa mahsus iyi amel. SEVABIK (Sâbıka. C.) Geçmiş şeyler. Geçmiş haller. Geçmişte işlenmiş suç ve kabahatlar. SEVABİT (Sâbite. C.) Merkezlerinden ayrılmaz görünen yıldızlar. * Sâbit olanlar, sâbitler. SEVAD Karaltı. Uzakta karaltı halinde görülen kalabalık. * Ekseri insanlar. * Şehir. Kasaba. Karye. Köy. * Karartı. Yazı karalama. SEVAD-I A'ZAM Büyük şehir. * Mekke-i Mükerreme. * İnsanların ekseriyeti.(Maişetçe neden bu kadar muktesit yaşıyorsun? diyenlere cevaben: Ben sevad-ı azama tâbi olmak isterim, sevad-ı azam ise; bu kadar tedarik edebilir. Ben ekalliyet-i müsrifeye tâbi olmak istemem, demişlerdir.) (Tarihçe-i Hayat) SEVAD-I MÜSLİMÎN İslâm cemaatı. SEVAD-ÜL AYN Göz bebeği. SEVAD-ÜL KALB Kalbin ortasında var olduğu farzedilen kara leke. (Bak: Süveyda-ül kalb) SEVAFİL (Sâfil. C.) Alçaklar. (İnsan ve yer hakkında kullanılır) SEVAHİL (Sahil. C.) Sahiller, yalılar. Deniz veya ırmak kenarları. SEVAÎ İpek kumaş. SEVAİD (Sâid. C.) Dirsekten bileğe kadar olan kısımlar. SEVAİM (Sâime. C.) Otlak hayvanları. Çayıra başı boş salınan hayvanlar. * Zekâtı icab eden koyun, keçi, sığır, deve gibi çift tırnaklı hayvanlar. SEVAİYE Yaramaz olmak. * Kederli ve gamkin olmak. SEVAKIB (Sâkibe. C.) Parlak yıldızlar. SEVAKIT (Sâkıta. C.) Düşükler, düşmüşler. SEVAKÎ (Sakıye. C.) Su yerleri, sâkiyeler. SEVAKİN (Sâkin. C.) Bir yerde oturanlar, sakin olanlar. SEVALİF (Sâlif ve Sâlife. C.) Geçmişler. Geçmiş insanlar. SEVAM Yabanda otlayıp gezen hayvan. * (Sâmme. C.) Zehirli hayvanlar. SEVANİ (Saniye. C.) Saniyeler. * İkinci derecede şeyler. SEVANİH (Sâniha. C.) İçe doğan fikirler. SEVATI' (Sâtı. C.) Belli ve yüksek olan şeyler. SEVATİR (Sâtur. C.) Büyük bıçaklar, satırlar. SEVAZİC (Sâzec. C.) Sâde ve basit şeyler. SEVB (C.: Siyâb-Esvâb-Esvüb) Elbise. Giyilecek eşya. Kaftan. Bez. (Bunların sahibine "sevvab" derler.) * Rücu' manasına mastar. SEVDA f. Fazla sevgi sebebiyle meydana gelen bir çeşit hastalık. Aşk. * Hırs. Tama. * Heves, istek. *Siyah. * Balgamdan, kandan ve safradan başka vücuddan çıkan bir nevi ifrazat. * Gam. Keder, Sıkıntı. SEVDAFEZA f. Sevda artıran. SEVDAGER (C.: Sevdagerân) f. Sevdalı, âşık. Meftun. SEVDAGERÎ f. Âşıklık, sevdalılık. SEVDA-İ MENFAAT Menfaat hevesi. SEVDAKÂR f. Sevdalı. Âşık. SEVDAPEREST f. İfrat derecede düşkün, tutkun. * Tamahkâr. SEVDA-ÜL KALB Kalbdeki siyah nokta. (Bak: Süveyda) SEVDAVÎ Kuruntulu, meraklı. * Sevda ile âlâkalı. SEVDAZEDE f. Âşık, meftun, sevdalı. SEVDE Karalık, siyahlık. SEVDED Ulu olmak. SEV'E Kabiha ve fâhişe hasleti. * Ut yeri. SEVEBAN Hastalığın iyileşmesi. SEVEL Koyunlarda olan bir hastalıktır. Hasta koyun sürüye uymaz, otlak yerinde döner durur. SEVERAN Tozun, dumanın kalkması. SEVF Koklamak. SEVG Aşağı batmak. Suyun boğaza girmesi. * Kolay, âsan ve yumuşak olmak. SEVGEND f. Yemin, kasem, and. SEVH Batmak. SEVHAK Uzun. SEVİK (C.: Esvika-Sevik) Kavut adı verilen kavrulmuş un. Kavut satıcısına "sevvâk" denir. SEVİLE İnsan topluluğu. SEVİM Sevme. * Câzibe. SEVİŞ Misafire yemek ve azık vermek. SEVİT Karışmış, muhtelit. SEVİYY Bir, beraber. * Düz, doğru. SEVİYYE (C.: Sevâyât) Koyun yatağı. SEVİYYE Müsavilik, birlik, beraberlik. * Düzlük, doğruluk. SEVİYYEN Müsavi olarak. Bir düziye. Eşit olarak. SEVİYYET Eşitlik, müsavilik, denklik. SEVK Önüne katıp sürmek, ileri sürmek. Yollamak, göndermek. * Neticeye bağlamak. SEVK Misvak yapmak. SEVK-İ TABİÎ Hayvan veya insanların düşünmeksizin Cenab-ı Hakk'ın sevki ile olan hikmete uygun hareketi. Sevk-i kaderî, ilham veya sevk-i İlâhî demek daha doğrudur. SEVKİYAT Asker gönderme ve eşyasını te'min ve sevketme işleri. SEVK-ÜL CEYŞ Askerî birliklerin lüzumlu yere sevkini ve geri çekilme işini idare etme. SEVL Bal arısı. SEVL Karnı göbeğinden aşağıya sarkmak. SEVLA' Sürüye uymayıp otlakta dönüp duran hasta veya delirmiş koyun. (Müz: Esvel) SEVLA' (C.: Süvül) Karnı sarkık kadın. (Müz: Esvel) SEVLEB (C.: Sevâlib) Tilki. SEVM Satılık bir şeye kıymet takdir etme, paha biçme. * Su-i kasd. Zulüm ve minnete giriftar etmek. Derde sokmak. * Dağlamak. * Başına buyruk olup istediği yere gitmek. * Kuş havada dolaşmak. * Satışa arzetmek. * Satın almak istemek. * Fâide yetiştirmek. * Davarın yabanda gezip otlaması. * İstemek, talep etmek. SEVMELE Leğen. SEVR Öküz, boğa. * Koz: Boğa burcu. * Dünyaya müekkel melâikeden birisinin ismi. (Bak: Sahretullah) SEVRET Kızgınlık, hiddet, öfke. * Hücum. Dövüş. * Hükümdarın şiddet veya kudreti. * Tezlik. SEVS Arpaya, buğdaya ve ona benzer hububata bit düşmesi. SEVSEN Susam. SEVVA Seviyelendiren, düzelten. * Doğruya götüren. SEVVAB Elbise satan, elbiseci. SEVVAM (Sâmme. C.) Akrep ve yılan gibi zehirli hayvanlar. SEVVİB Geri çekmek. * Men'etmek, engel olmak. SEVZAK (SEVZENİK) Çakır doğan kuşu. SEY' Meme başında olan süt. SEYAHAT Yolculuk, gezi. SEYAHİN Basra ırmağının adı. SEYB (C.: Süyub) Su akmak. * Bahşiş, hediye, atâ. * Medfun mal, gömülü mal. SEYDA Efendi, hoca, şeyh, seyyid mânasına talebelerin hocalarına karşı söylediği bir hürmet lâfzıdır. SEYEHAN (Vapur v.s.) batma. SEYEHAN Gezi, seyahat. * Gölgenin güneşle birlikte dönmesi. SEYELAN Akma. Cereyan. * Sel felâketi. SEYELAN-I DEM Kan akma. SEYERAN (Bak: Seyran) SEYF Kılıç. SEYF İBN-İ ZÎYEZEN Yemen padişahlarındandır. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bi'setinden evvel onun evsafını evvelki mukaddes kitaplarda görmüş ve iman etmiş ve müştak olmuştu.(Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) Ceddi Abdülmuttalib; Yemen'e kafile-i Kureyş ile gittiği zaman, Seyf İbn-i Zîyezen onları çağırmış, onlara demiş ki: "Hicaz'da bir çocuk dünyaya gelir. Onun iki omuzu arasında hatem gibi bir nişan var. İşte o çocuk umum insanlara imam olacak."Sonra gizli, Abdülmuttalib'i çağırmış: "O çocuğun ceddi de sensin" diye kerametkârane, bi'setten evvel haber vermiş... M.) SEYFEDDİN (Seyf-üd din) Dinin kılıcı, dinin askeri. SEYFÎ (Seyfiye) Askerliğe ait, kılıçla alâkalı. * Kılıç şeklinde. SEYF-İ BETTÂR Çok keskin kılıç. SEYF-İ HADİD Keskin kılıç. SEYF-İ MESLUL Kınından çıkmış kılıç. SEYF-İ SÂRİM Keskin kılıç. SEYFULLAH Allah'ın (C.C.) kılıcı, askeri. *Ashab-ı Kiram'dan Hz. Hâlid İbn-i Velid'e (R.A.) verilen ünvan. SEYH Helâk edici, mahveden. * Ayağın batması. SEYH Yere batmak. * Sefer. * Akarsu. * Dikilmiş aba. * Atâ etmek, hediye vermek. * Çizgili elbise. SEYHEC (Seyhuc) : Katı, şiddetli şedid. SEYHEK Katı yel. Şiddetli rüzgâr. SEYİS Atın tımarına, yemine vesairesine bakan adam, uşak. SEYKANE İnce bellilik. SEYL Sel. şiddetle gelen şey. SEYLAB (Seylâbe) f. Taşkın su, sel. SEYLABE-İ HUN Kan seli. SEYLHİZ f. Taşkın ve coşkun su. SEYL-İ HURUŞÂN-I ZAMAN Zamanın gürültü ve coşkunluklarının seli. SEYL-İ ŞUUNÂT İcraat-ı Rabbaniyenin dâima görünmesi ve hakiki müessir olan Allah'ın (C.C.) iradesiyle devamlı olan, cereyan eden her çeşit hâdiseler. Hâdiseler akıntısı, seli. SEYNA' Bir ağacın adı. * Ağaç, şecer. SEYR Yürüyüş. * Eğlenme ve ibret için bakma. Gezip görme. * Görülecek şey ve yer. * Uzaktan bakıp karışmama. * Yolculuk. SEYR Ü SEFER Gidiş geliş. Trafik. SEYR Ü SEYELÂN Devamlı akıp gitme ve değişme. SEYR Ü SÜLUK Tas: Takib edilecek usûl. Bir terbiye yoluna girip devam etme. Tarikata devam etme. SEYRAN (Aslı: Seyeran) Gezme, gezinme. Bakıp görme. * Hareket etme. * Açılma, ferahlanma, teferrüc. SEYRANGÂH f. Seyir yeri. Gezme ve eğlenme yeri. SEYR-İ ÂFÂKÎ Terbiye ve mâneviyatta tekâmül yollarında, hariç âlemden, âfaktan başlamak suretiyle bulunan delillerle tekâmül edip nefsini ıslâh ve imâni ve Kur'âni hakikatlarda terakki etmek usulü.(Tarikatta "seyr-i enfüsi" ve "seyr-i âfâki" tâbirleri altında iki meşreb var.Enfüsi meşrebi; nefisden başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enaniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikatı bulur. Sonra âfâka girer. O vakit âfâkı nurâni görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsi dairesinde gördüğü hakikatı, büyük bir mikyasta onda da görür. Turuk-u hafiyyenin çoğu bu yol ile gidiyor. Bunun da en mühim esası; enaniyeti kırmak, hevayı terketmek, nefsi öldürmektir.İkinci meşreb; âfaktan başlar, o dâire-i kübranın mezâhirinde cilve-i Esmâ ve Sıfâtı seyredip, sonra dâire-i enfüsiyyeye girer. Küçük bir mikyasta, dâire-i kalbinde o envârı müşahede edip, onda en yakın yolu açar. Kalb, âyine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur.İşte birinci meşrebde süluk eden insanlar nefs-i emmareyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevâyı terkedip enaniyeti kırmazsa, şükür makamından, fahr makamına düşer; fahirden gurura sukut eder. Eğer muhabbetten gelen bir incizab ve incizabtan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa, "şatahat" nâmiyle haddinden çok fazla dâvalar ondan sudur eder. Hem kendi zarar eder, hem başkasının zararına sebeb olur. M.) SEYR-İ ENFÜSÎ Hafî tariklerin çoğunda takib edilen ve nefsinin iç âlemindeki delillerle, vasıtalarla tekâmüle gidenlerin usûlü. (Bak: Seyr-i âfâkî) SEYR-İ FİLMENÂM Uykudaki veya rüyadaki seyr. (Bak: Seyr) SEYR-İ ŞUUNÂT Kâinattaki hâdiseleri seyredip, görüp hakikatını anlamağa çalışmak. * Hâdiselerin bir halde kalmayıp akışı, değişmesi. SEYRURET Yürümek, gezmek. SEYTEL Vahşi sığır. SEYTERE Havâle olunmak. SEYYAD Avcı. (Bak: Sayyad) SEYYAF (Seyf. den) Kılıçlı. * Kılıç yapan, kılıççı. * Cellât. SEYYAH (Siyâhat. tan) Seyahat eden, dolaşan, gezen. Turist, yolcu. SEYYAHÎN (Seyyahûn) Seyyahlar. Gezip âlemi seyredenler. Turistler, dolaşanlar, gezenler. SEYYAL(E) Akıcı şey, su gibi sıvı olup akan. Çokça akan su. * Yer değiştiren her şey. SEYYALÂT (Seyyale. C.) Akıcı olanlar, yerinde durmayıp gidenler, akanlar. Seyyal maddeler. SEYYALE-İ BERKİYYE Şimşek akımı. Elektrik akımı. * Şimşek gibi akıcı ve parlak. SEYYAR(E) Bir yerde durmayıp yer değiştiren. * Gökte veyâ güneş etrâfında dolaşan yıldız. Gezegen. * Kervan, kafile. * Otomobil. SEYYARAT (Seyyare. C.) Seyyareler, gezegenler. SEYYİ' Kötü, fena. SEYYİAT (Seyyie. C.) Kötülük, günahlar, suçlar. Kötülüğe karşı çekilen sıkıntılar.(Kur'an-ı Kerim tahliye-i seyyiatı üç mertebesi ile zikretmiştir. Birincisi şirki terk, ikincisi maasiyi terk, üçüncüsü mâsivâullahı terk.) (İ.İ.) SEYYİB(E) Kadın görmüş erkek, erkek görmüş kadın. Dul kadın. SEYYİBÂT (Seyyib. C.) Dul kalmış kadınlar. SEYYİD Efendi. * Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) soyundan olan, onun izinden giden. * Temiz ve fazilet sâhibi Müslüman zât. * Resül-i Ekrem (A.S.M.) herkesin imamı, büyüğü, önderi olduğundan kendisine bu isim de verilmiştir. (Bak: Sâdât) SEYYİD ŞERİF-İ CÜRCANÎ (Bak: Cürcanî) SEYYİDE Peygamber (A.S.M.) sülâlesinden gelen ve O'nun izinden giden temiz kadın, hanım. SEYYİD-ÜL BEŞER İnsanların seyyidi, efendisi olan Hz. Muhammed (A.S.M.) SEYYİD-ÜL ENAM Bütün mahlukatın efendisi. Muhammed (A.S.M.) SEYYİD-ÜL KEVNEYN İki âlemin efendisi, seyyidi. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir nâmı. SEYYİD-ÜL MÜRSELÎN Resüllerin Seyyidi. (Bak: Fahr-i âlem, Muhammed (A.S.M.), Münacat, Resül) SEYYİE Kötülük, günah, suç. Yaramazlık, fenâlık. SEZA f. Lâyık, münasip. SEZAB Sedef otu. SEZASE Kötü huylu ve yaramaz dirlikli olmak. SEZAVAR f. Münâsib, uygun, lâyık, şâyân. SEZA-YI TAKRİZ Övmeye, medhetmeğe lâyık. SEZA-YI TEZLİL Tahkir edilip alçak görülmeğe lâyık olan. SEZZE Seyâ denilen gün. Keferenin ateş gecesi günü. SIAB (Sa'b. C.) Güçlükler, zorluklar. Zor ve çetin şeyler. SIBA' Tulu etmek, doğmak. * Kalbin meyli. SIBAG (C.: Esbiga) Boya. * Yaradılış. SIBAH Güzel şeyler. Güzel olanlar. şule. SIBGA Boya, renk, levn. * Din, mezheb. SIBGATULLAH Cenab-ı Hakk'ın dilediği tarz, manevî renk, biçim ve şekilde yaratması. İslâmî ahlâk ve karakteri halketmesi. * Allah'ın dini. SIBHAL Şişman, büyük keler. * Deve. * Kırba. * Câriye. SIBHALE Azası iri ve uzun olan. SIBR (C.: Esbâr) Beyaz bulut. * Taraf, yön, cânip. * Çoğul, cemi. SIBT (C.: Esbât) Torun. SIBTEYN İki torun. SIBTIR (C.: Sibetrât) Uzun, tavil. * Uzun boyunlu bir kuş. SIBYAN (Sabi. C.) Çocuklar, sabiler. SIDAK Kadın eşe verilen nikâh parası. Nikâh akçesi. SIDAR Küçük gömlek. * Başa örttükleri bez, baş örtüsü. * Devenin göğsünde olan nişan ve alâmet. SIDDÎK Çok samimi, dâimâ doğruluk üzere ve Allah'a ve Peygamberine çok sâdık olan erkek. Sözü ile işi bir olan. SIDDÎKA Doğruluk ve samimiyette çok sâdık olan kadın. * Allah yolunda çok sâdık olan Hazret-i Aişe (R.A.) vâlidemiz ve Hazret-i Meryemin vasıf ve isimlerdir. SIDDÎKÎN Sıddık olanlar, Hazret-i Ebubekir (R.A.) gibi olanlar. Hazret-i Ebubekir (R.A.) gibi olanlar ve Onun izini takib edenler. Allah yolunun sadakatte en ileri olanları. SIDDÎKİYET Sadâkat ve doğrulukta en ileri oluş. Çok sâdık olma hâli. Velilik mertebesinin nihâyeti. Peygamberlik mertebesinin bidâyeti olan makam. * Aşere-i Mübeşşere'nin birincisi ve ilk halife olan Hz. Ebubekir'in (R.A.) nâmı ve sıfatıdır. * Çok doğru olup, hiç yalan söylememek. SIDK Doğru söz. Hakikata muvâfık olan. Bir şeyin her hususu tam ve kâmil olması. * Ahdinde sâbit olmak. * Peygamberlere mahsus en mühim beş hasletten birisi. * Kalb temizliği.(İslâmiyetin esası sıdktır. İmanın hassası sıdktır. Bütün kemâlâta îsal edici sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır. Âlem-i İslâmın nizamı sıdktır. Nev-i beşeri kâbe-yi kemâlâta îsal eden sıdktır. Ashab-ı Kiramı bütün insanlara tefevvuk ettiren sıdktır. Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm'ı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran sıdktır. İ.İ.) SIDK U SELÂMET Doğruluk ve selâmetlik için oluş. SIDK-I CENAN Kalblerin sâdık oluşu, sadakatlı. SIDK-I DERUN Kalb temizliği. SIFAT Bir kimse veya şeyin hal ve vasfı, keyfiyeti. * Suret, çehre, yüz. Nişan, alâmet. * Bir şeyin keyfiyetini izah için kullanılan kelime. SIFÂT (Sıfat. C.) Sıfatlar, vasıflar. SIFAT TERKİBİ Sıfat tamlaması. Meselâ: "Kâmil insan" kelimeleri bir sıfat terkibidir. Burada Türkçe ifâdeye göre "kâmil insan" terkibinden birinci kelime sıfat (belirten), ikinci kelime ise mevsuf (belirtilen) dir. Farsça kâideye göre "insan-ı kâmil" diye söylenir. SIFÂT-I ADEDİYE Sayı sıfatları. SIFAT-I AYNİYE Sadece zâta mahsus olan sıfat. Zatî sıfat. Lafza-i Celalin sadece Cenab-ı Vâcib-ül Vücud olan Rabbimize mahsus olması gibi. (Bak: Sıfât-ı selbiye ve Sıfât-ı sübutiye) SIFÂT-I CEMALİYE Lütuf ve merhamet ile daha ziyade alâkalı olan vasıflar. (Bak: Celâl) SIFÂT-I FİİLİYE Cenab-ı Hakk'a (C.C.) mahsus fiilî sıfatlar. (İhyâ, icad, in'âm, tasvir, tezyin, terzik... gibi) SIFÂT-I HÂSSA Hususi sıfatlar, şahsa ait sıfatlar. SIFÂT-I İLÂHİYE Allah'a aid sıfatlar. Kendisini ve mânasının zıddını Cenab-ı Hakk'a nisbet caiz olan vasıflar. (Rıza, Rahmet, Gazab... gibi) SIFÂT-I İŞARİYE İşaret sıfatları. SIFÂT-I SELBİYE Cenab-ı Hakk'ın vahdaniyet, kıdem, beka, kıyam-ı binefsihi, muhalefetün-lilhavâdis gibi sıfatlarıdır. Mânalarında nefiy olduğu için "Selbî" denir. Meselâ: Vahdaniyet, çokluğun; kıdem, fâniliğin nefyi olduğu gibi. (Bak: Sıfât-ı zâtiye) SIFAT-I SEMÂİYE Gr: Kelimeye ait, kaideye, gramere uygun olmaksızın işitilmekle öğrenilen sıfat. SIFÂT-I SÜBUTİYE Cenab-ı Hakk'ın sıfatları: Hayat, İlim, Sem', Basar, İrade, Kudret, Kelâm, Tekvin sıfatları. Bunlara "Sıfât-ı semaniye" de denir. SIFÂT-I ZÂTİYE (Sıfât-ı lâzime - Sıfât-ı vâcibe) Allah'ın zatından ayrılması mümkün olmayan ve zatına lâzım ve vâcib olan sıfatlar. * Tecvidde: Harflerin zâtından ayrılması mümkün olmayan sıfatlarıdır. (Bak: Sıfât-ı ayniye) SIFFÎN Hazret-i Ali (R.A.) ile Hazret-i Muaviye (R.A.) arasında vuku bulan muharebelere meydan olmakla şöhret bulmuştur. Sıffîn muharebesinde Hazret-i Ali'nin maiyyetinde 120.000 Hazret-i Muaviye'nin maiyyetinde 90.000 kişi vardı. Hazret-i Ömer'in (R.A.) oğlu Hz. Abdullah da şehid olanların arasında idi. Sıffîn vak'ası 110 gün sürmüş ve doksan muharebe olmuştur.(Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i Sıffîn'de, Hazret-i Muaviye'nin taraftarlariyle muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yâni: Hazret-i İmam-ı Ali ahkâm-ı dini ve hakaik-ı İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp, ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hatâya düştüler. M.) SIFIR Hiç. Olmayan bir şeyin ismi. * Hiç bir sayı olmamak. * Müsbetle menfi ortası, eksi ile artının arası. * Fiz: Suyun donma derecesi. SIFIR-ÜL YED (Sıfr-ül yed) Mahrum, eli boş. SIFRİD (C.: Safârid) Toygar adı verilen küçük kuş. SIFSIL Bir ot cinsi. SIFTİT (SIFTÂT) Kavi, kuvvetli, iri yarı, cesim kimse. SIGAR Çocukluk hali. Küçüklük. Zelli oluş. SIGAR Küçükler. SIGAR-I NEFS Zelil ve hakir olma hali. Küçüklük, kıymetsizlik. SIGREB Küçük dişler. SIHAF (Sahfe. C.) Geniş düz kaplar. SIHHAT Sağlamlık. Doğruluk. Sağlık. * Edb: Sözün yanlış ve eksik olmamasıdır. (Sözün sağlamlığı diye tercüme edilebilen sıhhat-ı ifade: Bir ibarede zâf-ı te'lif, ta'kid, garabet, tetabu-u izafet, tekrar, tenafür, şivesizlik v.s. gibi kusurlar bulunmamakla tahakkuk eder...) SIHHÎ Sıhhata, sağlamlığa, doğruluğa dâir ve müteallik. SIHHİYE Sağlık ve hekimlik işleriyle uğraşan dâire. * Sağlık işleri. SIHLE (C.: Sehil) Yoğun, büyük nesne. SIHNA' (Sıhnat) Balık yahnisi. SIHR Damat yahut enişte. * Huk: Karı-kocadan biri ile diğerinin kan hısımları arasındaki akrabalık. SIHRE Kaynana, kayınvâlide. SIHRÎ Evlenmelerden meydana gelen akrabalık. SIHRİYET Evlenmek suretiyle meydana gelen akrabalık. SIHRİZ Kızıl hurma. SIHTİT Katı, şiddetli, şedid. * Çok yükselen toz. * Katıksız kavut denilen kavrulmuş un. SIHVE (C.: Sahevât) Dağ üstünde yapılan burc. SIKA' Kadınların, kirlenmemesi için başörtülerinin üstüne örttükleri ikinci örtü. SIK'AL Suda ıslanmış kuru hurma. SIKKE Bağlamak, sağlamlaştırmak, muhkem etmek. * Ulaştırmak. SIKKİF Çok keskin sirke. SIKLET Ağırlık. Mânevi sıkıntı. SIKT Ana karnından ölü olarak düşen çocuk. * Çakmaktan düşen ateş. SIKY Yer sulamak. Sulu ekin. SILA Kavuşmak, ulaşmak, vuslat. * Âşıkın mâşukuna kavuşması. * Doğduğu yeri, hısım akrabayı gidip görme. * Bahşiş, hediye. * Gr: Cümlenin içinde ism-i mensub bulunmasıyla, dahil olduğu cümlenin evvelce mâlum olması iktiza eder. İçinde bulunduğu cümleyi sonradan gelen cümleye bağlamaya yarayan (edip, ederek, ederken) gibi fiil şekli rabt sigası. SILA' Kebap. * Isınmak için yakılan ateş. SILAH Musâlaha mânâsına mastar. SILA-İ RAHİM Hısım akrabayı ve mü'minleri ziyaret etme, onlarla görüşme ve mektuplaşma; alâkayı devam ettirme. * Akrabanın kusurlarını affetme. SILAL Yaş ot. SILAME (C.: Sılâmât) Bölük, cemaat, topluluk, fırka. SILAT (Sıla. C.) Sılalar. * Bahşişler, armağanlar, hediyeler. SILE Bir şâire, yazdığı medhiye karşılığı olarak verilen para. SILL (C.: Aslâl) Bir nevi ot. * Bir nevi yılan. SILLE (C.: Sılât) Vuslat, kavuşma. * Hediye, atâ. SILYANE (C.: Salayan) Bakla. SIMAD Şişe tıpası. SIMAG Ağızın bir tarafı. SIMAH Kulak deliği, kulak. SIMAH-I CÂN Can kulağı. SIMAM Tıpa. Şişe tıpası. SIMAME Kan damarlarında tıkanıklık yapan kan pıhtısı. SIME (C.: Sumem) Bahâdır, kahraman kimse. * Berk, muhkem nesne. * Büyük erkek yılan. SIMLAH Kulak kiri. SIMM Belâ, âfet. * Arslan. SIMME Hâlis ve temiz. SIMSAM(E) Keskin kılıç. * Kılıcın keskin olması. SIMSIM (C.: Semâsım) Şişman ve etli adam. SIMT (C.: Sümut) Dizi. Dizilmiş şey. SINAAT (C.: Sanâyi') San'at, mahâret, ustalık. SINAB Hardal. * Hardal ve kuru üzümden yapılan bir cins kuru boya. SINAÎ (Sınâiyye) San'atla ve sanayi ile alâkalı. * İnsan yapısı. SINAİYYAT (Sınâi. C.) Sanatla ilgili olan şeyler. * İnsan yapısı şeyler. SINAR Çınar. SINARE Demir iğ. * İğ başı. * Yay kabzası. * Kulak. SINDİD (C.: Sanâdid) Baş, başkan, reis, ileri gelen. SINF Söğüt yaprağı. SINIF Kısım, bölüm, tabaka. SINIFÎ Sınıfla alâkalı, kısıma ait. SINN Berd-i acûz günlerinden bir gün. * Seleye benzer bir nesnedir, içine ekmek koyarlar. * Deve sidiği. SINV Dal, budak. Bir kökten çatallanan dallar. * İki kardeş. * Misil. Şebih, benzer. * Amca. * Oğul. SINVU EBÎ Babamın kardeşi. SIR (Bak: Sırr) SIRAF (SARUF) Hayvanın kızmakla erkeğini araması. SIRAM Hurma ve yemiş toplayacak vakit. * Toplanmış hurma ve yemiş. SIRAR Devenin sütü çok olsun ve yavrusu emmesin diye emziğinin dibine bağladıkları ip. SIRAT Etrafı hudutlu ve işlek cadde. Geniş yol. SIRAT KÖPRÜSÜ Cennet'e gidebilmek için herkesin üzerinden geçmeğe mecbur olduğu ve Cehennem üzerine kurulmuş olan köprü.(İ'lem Eyyühel Aziz! İnkılâblar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki, her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mâhiyyetleri mütebayin; isimleri mütenevvi olur. Meselâ uyku âlemi, yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismani ile âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise, inkılâb bir değildir. Pek çok ve büyük inkılâblar olacağından, köprüsü de pek garib, acib olması lâzım gelir. M.N.) SIRAT-I MÜSTAKİM En doğru yol, İslâmiyet yolu. Hak yolu. Allah'ın râzı olduğu en doğru yol. Peygamberlerin, evliya ve sâlihlerin, sıddıkinlerin gittikleri meslek.(Sırat-ı müstakim, şecâat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ve adâlete işârettir. Şöyle ki: Tegayyür, inkılâb ve felâketlere ma'ruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdâs edilmiştir. Bu kuvvetlerin birincisi: Menfaatleri cezb ve celb için kuvve-i şeheviye-i behimiye. İkincisi: Zararlı şeyleri def' için kuvve-i sebuiyye-i gadabiyye. Üçüncüsü: Nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir.Lâkin insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmiş ise de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan bu kuvvetlerin her birisi, tefrit, vasat, ifrat nâmiyle üç mertebeye ayrılırlar. Meselâ: Kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi, humuddur ki, ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi, fücurdur ki; nâmusları ve ırzları pâyimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur.İhtar: Kuvve-i şeheviyenin; yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi füruatında da bu üç mertebe mevcuttur.Ve keza kuvve-i gadabiyyenin tefrit mertebesi, cebanettir ki, korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi, tehevvürdür ki, ne maddî ve ne manevî hiç bir şeyden korkmaz. Bütün istibdatlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattır ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.Ve keza kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi, gabavettir ki, hiç bir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi, cerbezedir ki, hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik olur. Vasat mertebesi ise; hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder; bâtılı bâtıl bilir, ictinab eder...Hülâsa : Şu dokuz mertebenin altısı zulümdür, üçü adl ve adalettir. Sırat-ı müstakimden murad, şu üç mertebedir. İ.İ.) SIRAVARİ f. Sıralı halde, sıra gibi. SIRDAŞ (Bak: Sırrdaş) SIRF(E) Sadece, yalnızca. * Sâfi ve hâlis şey. Karışık olmayan. SIRHAK Çağırmak. SIRKATİBİ Eskiden hükümdarların yanlarında bulundurdukları hususi kâtib. SIRM (C.: Esrâm-Esârım) Ağaçtan yemiş düşürmek. * Ekin biçmek. * Cem'olmuş beytler. SIRME (C.: Sırm) Bulut parçası. * Deve ve koyun sürüsü. SIRP Yugoslavya'da yaşayan bir kavim adı. Veya o kavimden birisi. SIRR Gizli hakikat. Gizli iş. Herkese söylenmeyen şey. * Müşâhedetullah'ın mahalli bulunan kalbdeki lâtife. * İnsanın aklının ermediği şey. Allah'ın hikmeti.(Sırrını kimseye fâş etme sırrın fâş olur.Sen kendi sırrını saklayamazsanEl sana nasıl sırdâş olur.) SIRR Şiddetli ateş veya soğuk. SIRRAN Gizli olarak, gizlice. SIRRDAŞ Birbirinin sırrını bilen. * Sır saklıyan. SIRRE Soğuk rüzgâr. Şiddetli soğuk. * Şiddetli sayha, çığlık. SIRR-I EHADİYET Ehadiyetin sırrı, mânası, kuvvet ve te'siri. SIRR-I TEKLİF İnsanların dünyaya gelip, Allah (C.C.) tarafından vazifelendirilmelerinin hikmeti. Dünyaya gelip vazife sahibi olmanın sırrı. (Bak: Teklif) SIRRÎ (Sırriyye) Sır ile, gizlilik ile ilgili. SIRSIR Çekirgeye benzer bir hayvan. SI'SIA Sığınacak yer, sığınak, melce'. * Her nesnenin aslı. * Horozun baldırında çıkan fazlalık parmak. SITAT Husumet, düşmanlık. SI'V Saat. SI'VA' Saat. SIVAD-I A'ZAM (Bak: Sevad-ı a'zam) SIVAR (C.: Sirân-Asvire) Sığır sürüsü. * Misk kabı. SI'VENN Deve kuşunun erkeği. SIYAGAT Kuyumculuk. SIYAH (Sayha. C.) Bağırmalar, çığlıklar, haykırışlar, feryadlar. SIYAH-I MÂTEM Mâtem feryadları. SIYAL (Sıyâlet) Saldırma, hamle etme, üzerine atılma. SIYAM (Savm. C.) Oruçlar. (Bak: Oruç, Ramazan) SIYAN Elbise saklama yeri, sandık. SIYANET Koruma veya korunma. Himaye veya muhafaza. SIYAR (C.: Sirân-Asvire) Misk kabı. * Sığır sürüsü. SIYAS(İ) (Sıysa. C.) Kaleler, kal'alar. * Köşkler. * Sığınacak yerler. SIYDANE (C.: Saydân) Taş çömlek. SIYK (Sevk. den) Sevk olunan (meâlinde). SIYK Kesif toz ve fena ter kokusu. SIYSA (C.: Sıyâs) Kale. Kal'a. * Sığınacak yer. * Köşk. Sİ f. Otuz. SİA Genişlik, bolluk. * Açlıklık. Zenginlik. SİA-İ HÂL Rahatlık, genişlik, bolluk. SİAYET Dedikodu, gıybet, koğuculuk. SİB Suyun aktığı yer. SİB f. Elma. SİB' Susuzluk. SİBA' Cima. * Kesret-i cima ile iftihar edişmek. * (Sebu. C.) Canavarlar, yırtıcı hayvanlar. SİBA' Esir etmek. SİBAB Sövme, küfretme, şetm. SİBAH Tuzlu ve çorak yerler. SİBAHAT Suda yüzmek. SİBAK (Sebk. den) Bir şeyin öncelik hali. Birisinden ileri geçmek. Bir şeyin geçmişi. * Bağ, bağlantı. SİBAK U SİYAK Sözün gelişi. Sözün (öncesinin sonraya olan) uygunluğu. SİBAK-UL KELÂM Sözün ilk halindeki bağlantısı, sözün evvelinde geçenden çıkan mânâ. SİBAR Cerrahların yara yokladıkları mil. SİBB Tülbent. Baş örtüsü. SİBD (C.: Esbâd) Belâ, zahmet, meşakkat, dahiye. SİBKAN Bitlis veya Van vilâyetleri civarında bir aşiret adıdır. SİBT Palamutla dibağat olunmuş sığır derisi. SİBT (C.: Esbât) Kişinin oğlundan ve kızından olan evladı. * Torun. SİCAL Münavebe. Arab ata sözlerinde: "Harp sicaldir" denir. Yani: Bazan galibiyet ve bazan mağlubiyet ile devam eder. * (Secl. C.) Büyük ve içleri dolu su kovaları. SİCCİL Kumlu çamurun taşlaşmış hâli. Kumlu çamurdan terekküb ve tahaccür etmiş taş. * Ateşte pişerek taş gibi olmuş tuğla. SİCCİN Sert, şiddetli olan şey. * Dâim olan. * Fâsık ve fâcirlerin amel defterlerinin konulduğu yer. * Cehennemde bir vâdi'nin adı. Fâcirlerin ruhunun gittiği yer. SİCİL Resmi vesikaların kaydedildiği kütük denen büyük defter. * Memurların durumu hakkında tutulan dosya. SİCİSTAN Bir cins darı. SİCL Turp. SİCLAT Bir güzel kokulu çiçek. SİCM (SİCÂM) Seyelân etmek, akmak. SİCN (C.: Sücun) Hapis, zindan. SİD(E) (C.: Sidân) Kurt, * Yaşlı keçi. * Arslan. SİDA' Sahrâ, çöl. * Yazı. SİDAD Şişe tıpası. Yarık kapatacak şey. SİDDER Bir oyun adı. SİDN Etli ve gövdeli şişman kimse. SİDR Tenbel kimse. * Bir deniz adı. * (Sidre. C.) Arabistan kirazları. SİDRE Ağaca teşbih edilen, yedinci kat gökte bir makam ismi. SİDRE AĞACI Arabistan kirazı denen bir ağaç. SİDRET-ÜL MÜNTEHA Mahlukat ilminin ve amelinin kendisinde nihayet bulup kevn âlemini hududlandıran bir işaret. Yedinci kat gökte olduğu rivayet edilen ve Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ulaştığı en son makam. SİF (C.: Esyâf) Deniz sahili. * Hurma lifi. SİF' Toprak. * Buhmâ otunun dikeninin az olması. SİFAD Hayvanların çiftleşmesi. SİFAH Zina. SİFAL Değirmen altına döşenen deri. * Değirmen süpürgesi. SİFAL (Sifâle) f. Topraktan yapılmış (çanak, çömlek, testi gibi) şey. * Orak. * Fıstık, ceviz, bâdem kabuğu. SİFANET Marangozluk. SİFAR Deveye burunduruk yapılan demir. * Sefer. Islâh, düzeltme. * Misafirlik. SİFARE Habercilik. SİFF Kuru deri. SİFLE Adi, alçak, zelil, terbiyesiz. SİFLEKÂM f. Adi kişilerin işine yarayan. SİFLEPERVER f. Alçak ve âdi kimseleri koruyan ve kullanan. SİFR Yazılmış nesne, mektup. SİFSİR (C.: Sefâsir-Sefâsire) Simsar. Bir şeyi alıp satan. * Zarif, zerâfetli. * Hizmetçi, hâdim. * Tabi, itaat eden, uyan. SİGA Gr: Fiilin tasrifinden (çekiminden) meydana gelen çeşitli şekillerden her biri. Kip. SİGA-İ MÜBÂLAĞA Bir şeyin pek çok, pek büyük, pek ileri olduğunu gösteren kelime hâli. Fiilin mübâlağalı çekimi. Hallâk, Rezzak, Kahhar, Rauf gibi. (Bak: Mübâlağa) SİGAL f. Düşünce, fikir. * Kuruntu, endişe. SİGALİŞ f. Düşünüş, kuruş. SİGAR (Bak: Sıgar) SİGAR Ü KİBAR Küçükler ve büyükler. SİH f. Demir şiş. * Kebap şişi. SİHAB Miskten ve karanfilden yapılan gerdanlık. SİHAE (C.: Sihâ-Eshiye) Nâme bağı. SİHAM (Sehm. C.) Oklar. * Sehimler, hisseler. SİHAM-I KAZA Kaza okları. * Şâir Nefi'nin eserinin ismidir. SİHAN Kalınlık. * İçi boş zarf. * Soba borusu gibi bir şeyin kalınlığı. * Sımsıkı madde. SİHİR-ÂMİZ f. Sihir gibi tesir eden, büyüleyici. SİHİRBÂZ Büyü yapan, büyücü. Sâhir, neffase. SİHLE İri taneli kum. SİHR (Sihir) Büyü, gözbağıcılık, büyücülük, hilekârlık. * Aldatmak. * Haktan uzaklaşmak. Bâtıl şeyi hak diye göstermek. * Lâtif ve dakik olan şey. Büyü kadar te'siri olan şey. * Şiir ve güzel söz söyleme gibi, insanı meftun eden hüner. (Buna sihr-i helâl da denir)Sebebi gizli olan ince şey. Örf-i şer'îde sihir: Sebebi gizli olmakla hakikatın hilâfına tahayyül olunan, yaldızcılık, şarlatanlık, hilekârlık yolunda cereyan eden herhangi bir şey. Bunda esrarengiz bir surette bâtılı hak, hakkı bâtıl göstermek vardır. Mukayyed olarak memduhu olan ve hakkı izhar için kullanılan lâtif hususâttaki istimali vardır. Buna sihr-i helâl denir. Sebebi herkes için bilinmediğinden hârika telâkki olunur. (E.T.) SİHR-İ BEYANÎ Beyanın büyü gibi olan tesiri. (Hadis-i Şerife telmih var.) SİKA (C.: Sıyak) Yel, rüzgar, riyh. * Ses. SİKA (C.: Sikat) (Vüsuk. dan) İnanç, güven, itimad, emniyet. * Güvenilir ve inanılır kimse. SİKA' Sakaların içine su doldurdukları köseleden yapılmış kap, kırba. SİKA' Devenin burnuna bağladıkları nesne. * Kadınların örtündükleri peçe. SİKA' (C.: Eskiye-Eskıyât-Esâk-Esâki) Su kurbağası. SİKAB Su çeken. Su çekici. SİKAF Rende. * Süngü ağacını düzeltecek ağaç. SİKAL Ağır olan, ağır şeyler. (Bak: Sekal) SİKALİŞ (Bak: Sigâliş) SİKAT (Sika. C.) İnanılır kimseler. İtimad edilen, kendilerine güvenilen kimseler. SİKAYE Su içilen kap. Maşraba. * İçme suyunun toplanması için yapılan yer. SİKAYET Birine içecek su verme. SİKBAC Ekşi aş. SİKEC Başı kızıl olan zehirli bir yılan. SİKEK (Sikke. C.) Sikkeler. SİKKE Damga. Nereye ve kime ait olduğunun bilinmesi için konulan işaret, mühür. Umumi damga. * Dirhem. * Para üstüne vurulan damga. * Düz, doğru yol. * Mevlevilerin keçe külâhlarının ismi. * Basılmış madeni para. SİKKEHANE f. Para basılan yer. SİKKE-İ EHADİYET Her şeyin bir elden çıktığını gösteren damga, işaret. (Bak: Ehadiyyet) SİKKEZEN f. Madeni para basan. SİKKÎN Bıçak. SİKKÎR Devamlı sarhoş kimse. SİKR Rüzgârın eserken dinmesi. SİKSAK Hamâkat, ahmaklık. SİL' (c.: Eslâ) Dağ yarığı. Sİ'LA' (C.: Seâli) Helâk. * Cin sâhirleri. SİL'A Bedende olan ur. * Ticaret malı. * Sülük. SİLA' Arınmış, temizlenmiş nesne. SİLAB (C.: Sülüb) Kara mâtem donu. SİLAHDAR Tar: Sarayın ileri gelen erkânından birinin ünvanıdır. "Silahdar-ı şehriyarî" de denilirse de mâruf olan "Silahdar Ağa"dır. SİLAHENDAZ Silah atan. * Tüfekli piyade neferi, harp gemilerinde gemicilik ile mükellef olmayıp silah taşıyan bahriye askerleri. SİLAHHANE f. Askerî depo. Silahların saklandığı yer. SİLAHŞÖR Silahları karıştırıcı, silahlarla oynayıp uğraşıcı. * Eski zamanda bir sınıf silahlı asker, hususiyle muhtelif silahları kullanmakta fevkalâde meleke ve maharet ile mümtaz olup, maiyyette istihdam olunanlara verilen addı. Yeniçeri Ocağı zâbitlerinin bir takımı hakkında da kullanılır bir tabirdi. Padişahın maiyyetinde muhafız olarak kullanılanlara da bu ad verilirdi. SİLAK Diş dibinde olan kabarcıklar. * Belâgatla okuyan hatip. SİLAL (Selle. C.) Sepetler, seleler. SİLAM Hamd, şükür. * Taş. * Su. SİLAN Sapına girmiş olan kılıç ve bıçak ucu. SİLB (SELEBE) (C.: Silebe) Dişleri kütelmiş ve kuyruğu dökülmüş yaşlı deve. SİLFED Ahmak kimse. * Kurt. SİLHEM Bir kimsenin cisminde değişiklik olması. SİLİ f. Tokat. Şamar. SİLİF Bacanak. SİLİZEN f. Tokat vuran, şamar atan, döven. SİLK Dizi, sıra. * Yol, tarik. * İplik, hayt. SİLK(A) Çöğenler adı verilen havuç. * Pancar. * Kurt, zi'b. * Şerli, ahlâksız kadın. SİLKA' Arkası üstüne yatmak. SİLL Bir çıban. * Sırtmadan zayıflamak. Erime. * Verem. SİLLE f. Tokat. Şamar. SİLM Barışmak, sulh, barışıklık. * İtaat. İslâm, müslim olmak. SİLSİL Kapı halkası. SİLSİLE Birbirine bağlanan, bir sıra meydana getiren şey. Zincir. Zincir gibi birbirine ekli ve bitişik olan. * Soy, sop. * Sıradağ. * Seri. Dizi. * Ard arda gelen şeylerin meydana getirdiği sıra. SİLSİLE-İ CİBAL Dağ silsilesi. Sıra dağlar. SİLSİLE-NAME f. Meşhur ve mühim kimselerin soyunu, silsilesini gösteren cetvel. SİLV Gamdan, tasadan ve aşktan hâli olmak. SİM f. Gümüş. Gümüş para. * Gümüşten. Sırmadan. SİM Ü ZER Gümüş ve altın. SİMA Yüz, çehre. Beniz. * Eser, alâmet. SİMA' Dinlemek, kulak vermek. İşitmek. * Çalgı dinlemek. * Herkesin işitmesi istenilen güzel zikir ve sözler. * Mevlevilerin ve sair dervişlerin "ney" veya "def" ile berâber ilâhi okuyarak raksları ve nağme terennüm etmeleri, dönmeleri. (Bak: Semâ') SİMAD Az su. SİMAH (Bak: Sımah) SİMAK (Semek. C.) Balıklar. * Parlak yıldız. * İki parlak yıldızdan birisi. * Bir şeyi yükseltip kaldıracak âlet. SİMAL Medet etmek. * Medetçi, yardımcı ve mutemed kişi. SİMAM (Semm. C.) Zehirler. SİMAN (Semin. C.) Semizler, besililer, yağlılar. SİMAR (Semere. C.) Meyveler, yemişler. * Mc: Faydalar. SİMAT Damga, iz. Nişan, alâmet. SİMAT (C.: Sümut) Sofra. Yemek masası. * Yemek. * Ziyâfet. SİMATOĞRAF (Bak: Sinematoğraf) SİMAVÎ Çehreye ait, yüz şekline dair. * Simavlı. SİME (C.: Simât) Damga, alâmet, nişan. SİMEN Semizlik, yağlılık, besililik. (Bak: Semen) SİMENDUD (Sim-endud) f. Gümüş kaplı. Gümüş yaldızlı. SİMER (SEMER) (C.: Esmâr) Kıssa, hikâye. * Akşamdan sonra olan. SİMİN f. Gümüşten. * Gümüş gibi, gümüşe benzer. SİMİN-TEN f. Gümüş tenli. Gümüş gibi beyaz ve parlak vücutlu. SİMK Yüce olmak, yükselmek. SİMM (SEMM-SÜMM) (C.: Simâm-Sümum) Küçük dar delik. * İğne deliği. * Ağu, zehir. *Kast. * Düzeltme, ıslah. * Set. SİMMÎ (C.: Esmiyâ) Adaş, isimleri aynı olan kişilerin herbiri. SİMN (Simâne) : Semizlik, yağlılık, besililik, şişmanlık. SİMSAR (C.: Semâsire) Komisyoncu, tellâl, aracı. SİMSİM Susam. SİMT (C.: Sümut) Boncuk veya inci dizilmiş iplik. SİM-TEN f. Gümüş tenli. SİMURGA Kanatlı ve çok büyük hayvan olup eski devirlerde yaşadığı rivâyet edilir. (Bak: Anka) SİMYA Nişan, işâret, alâmet. SİMYA (Fr: Alşimi) Kim: Adi madenleri altın madenine çevirmek gayesini güden bir çalışma. Bu çalışma bir takım maddelerin bulunmasına sebep olduğu için kimya ilminin ilerlemesine hizmeti dokunmuştur. SİMYAN (Simân) (Süryanice) Hak. SÎN Çin. * Kirli olan ve kokan deve yünü. SİNA Musâ Peygamberin (A.S.) Allah (C.C.) kelâmına nâil olduğu, Süveyş ile Akabe Körfezi arasındaki bir yer ve bir dağ ismi. Cebel-i Musa veya Tur-u Sinâ da denir. * İbn-i Sinâ'nın ceddinin ismi. (Bak: İbn-i Sinâ) SİNA İki kere iâde olunan nesne. SİNA' Deve ayağına bağladıkları ip. SİNAD Muhkem, dayanıklı, kuvvetli dişi deve. * Yüce. * Yüce yer, yüksek yer. SİNAN (C.: Esinne) Mızrak, süngü. SİNAN-İ ÜMMİ (Vefatı: Hi: 1075) Halveti Tarikatı Yiğitbaşı kolu ileri gelenlerinden olup Kutb-ül Meâni adında Türkçe mensur bir eseri ile matbu ve müretteb bir divanı vardır. Muhammed Sinan-ı Ümmi, Konya vilâyeti dahilinde Elmalı'dan olup orada dâr-ı bekaya hicret etmiştir. (R. Aleyh) (Osmanlı Müellifleri sh: 187) SİNAYE Yünden ve kıldan yapılan ip. SİNDAN Örs. SİNDİBAN Pelit ağacı. SİNE f. Göğüs. Sadır. Kalb. SİNE An. Bir lahzacık. * İki ağızlı balta. SİNE Uyuklama, uykuya dalma başlangıcı. Uyku ile uyanıklık arası. (O anda insan, sesi duyduğu halde anlamaz.) SİNE-BEND f. Göğüs bağı, sütyen. SİNE-ÇÂK Göğsü, yüreği yaralı. SİNE-GÂH f. Göğüs. SİNEMATOĞRAF Fr. Hareket yazmak demek olup kısaltılmış şekliyle sinema demektir. SİNEPÜRYAN (Sinebiryan) Kalbi yanmış, sinebiryan olmuş, çok hasret çekmiş. SİNESAF f. Sarılıp kucaklaşmış. SİNESUZ f. Yürek yakan. SİNET Uyuklamak. SİNH (C.: Esnâh-Sünuh) Diş çukuru, diş yuvası. SİNH (C.: Esnâh) Her nesnenin aslı ve kökü. SİNİ f. Büyük tepsi, sini. SİNİMMAR Ay, kamer. * Gece uyumayan erkek. * Harami. * Tar: Rum milletinden bir üstâdın adıdır. Numan bin Münzir için Hira'da bir köşk yapmıştı. Bunun bir eşini daha kimseye yapmasın diye Numan bin Münzir o köşkün üstünden attırıp öldürdü. (Ahter-i Kebir'den) SİNİN (Sene. C.) Sünun. Seneler. * Sina Dağı. SİNİN-İ SÂLİFE Geçen yıllar. SİNN (C.: Esnân) Yaş. Yaşanmış olan zaman. * Diş. * Medine'de bir dağın ismi. * Yaban öküzü. SİNN Ot kurutmak. SİNNE (C.: Sinen) Kalem başı. * Sapan demiri. SİNNEN Yaşça, yaş bakımından. SİNNEVR (C.: Senânir) Kedi. SİNN-İ İYAS (Sinn-i ye's) Kadınların "âdet görmekten" kesildiği yaş. En çok 55 yaşına kadar veya daha evvel âdet görmekten kesilmesi zamanı ki; bundan sonra çocukları olmaz. Böyle bir kadına âyis denir. SİNN-İ TEKLİF Erginlik, büluğ çağı. Bir kimsenin aklı başına geldiği; haramı helâli ayırt edebildiği, kadınlık veya erkeklik hâlini bildiği, ergin hâle geldiği yaşı. (Ortalama 12-15 kabul edilir.) SİNN-İ TEMYİZ Hak ile bâtılı farketme yaşı. SİNSİN (C.: senâsin) İyeği kemiklerinin arka tarafının ucu. SİNTAH Büyük karınlı kuvvetli deve. SİNTEL Kısa boylu. SİNY (C.: Esnâ) Her nesnenin büklümü. * Dağın kısıkdar yeri. * Orta, vasat. SİNYAL Fr. Kararlaştırılmış bir haberi verme işareti. İşaret. SİPAH (C.: Sipâhan) Asker, leşker, nefer. * Ordu. SİPAHDAR f. En büyük asker, serasker. SİPAHİ Ask: Osmanlı askerlik teşkilâtında "Timar" namiyle öşür ve rüsumunu aldıkları araziye mukabil, harp zamanlarında kendi hayvanları ve kanunen götürmeğe mecbur oldukları silâhlı askerlerle birlikte sefere iştirak eden bir sınıf süvari askeri. Bunlar akıncılık, çapulculuk ve karakol hizmetlerini ifa ederler ve düşman karşısında piyadelerin muhafazasını te'min ettikleri gibi, icabında hücum işlerini de yaparlardı. SİPAHSALAR f. Askerlerin en büyüğü. Serasker. SİPAR f. Veren, fedâ eden. SİPARE (Si-pâre) f. Kur'an-ı Kerimin herbir cüz'ü. * Küçük kitap, mecmua. * Otuz cüz. SİPARİŞ f. Ismarlamak, ısmarlayış. SİPAS f. Şükretme, dua etme. SİPAS-DÂR f. Hamdeden, şükreden. SİPEH f. Asker, leşker. * Ordu. SİPEH-BÜD f. Başbuğ, başkomutan, başkumandan. SİPEH-KEŞ f. Başkumandan, başbuğ. SİPENC f. Konaklama yeri, misafirhane, otel. * Dünya. * Misafir. SİPER f. Arkasına saklanılacak şey. Koruyan. * Mânia. Sığınak veya set arkası, duvar altı gibi kuytu yerler. * Okun, giderken kabzayı zedelememesi için sol elin üzerine konulan âlet. * Muharebede askerin kurşun ve gülleden korunması için toprak kazılarak açılan ve ön tarafına, çıkan topraklar yığılmak suretiyle vücuda getirilen korunma yerleri. * Kalelerin üstünde ok ve kurşun atmağa mahsus mazgallar yanında duracak askerlerin korunmaları için insan boyunda olan ve uzaktan diş diş görünen arkalıklı duvar parçalarına verilen addır. SİPER-İ SÂİKA Yıldırımdan korunmak için gemilerle, minarelere ve büyük binalara konan âlet. Paratoner.Gemilerde direklerin şapkalarına konulur ve üzerlerine, bir ucu denize kadar sarkıtılmış bakır tel bağlanır. Direkleriyle teknesi ağaç olmayan gemilerde tel yoktur. Telin gördüğü nakil hizmetini geminin demir kısmı yapar. Minarelerle büyük binaların en yüksek noktalarına konularak sarkıtılan bakır tel, toprağa gömülüdür. SİR Yarık. Delik. * Balık yahnisi. SİR f. Tok, kanmış, doymuş. * Sarımsak. SİRA' Hızla gitmek, acele etmek. SİR-AB f. Suya kanma. Suya tok olmak. * Sulu. * Körpe, tâze. SİRAC Işık. Lâmba. Fener. Mum. Kandil. * Şevk veren şey. * Güneş ve ay mânâsına veya Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) "Nur saçan" meâlinde verilen bir isimdir.(Hem o Bürhan-ı Hak ve Sirac-ı Hakikat öyle bir din ve şeriat göstermiştir ki, iki cihanın saadetini te'min edecek desatiri câmi'dir. M.) SİRAC-I RÂH-I HİDÂYET Hidayet yolunun ışığı. SİRAC-ÜN NUR Nurun lâmbası. * Risale-i Nur Külliyatından bir mecmuanın adı. SİRAC-ÜS SÜRC Lâmbaların lâmbası. En parlak nur. En parlak ışıklı eser. SİRAD Gön, sahtiyan. SİRAN (Sur. C.) Kaleler, kal'alar, hisarlar. SİRAR (C.: Esirre) Sürur, sevinç. * Sırayla konuşmak. * Ay sonu. SİRAYET Yayılmak, bulaşmak, geçmek. SİRB (C.: Esrâb) Çekirge ve balık yumurtası. * Sığır sürüsü. SİRBAL (C.: Serâbil) Gömlek, kamis. SİRCİN Kurumuş davar tersi. SİRDAB (C.: Seradib) Yer altında su soğutacak yer. SİRE (C.: Sıyer) Koyun ağılı. SİRET Bir kimsenin içi, hâli, hareketi, ahlâkı. * İnsanın tutmuş olduğu mânevi yol. SİR'ET Nefis. * Koyun. * Geyik. * Kadınlar. SİRET-İ HASENE Güzel ve iyi ahlâk. SİRET-ÜN NEBİ Siyer-i Nebi veya Siret-i Nebi de denir. (Bak: İlm-i hadis, Siyer-i Nebi) SİRHAN (C.: Serâhin) Vahşi hayvanlardan olan kurt. SİRİŞK f. Göz yaşı. * Ateş şeraresi. SİRİŞT f. Yaradılış, hilkat, huy, tabiat. SİRİŞTE f. Yoğrulmuş, karıştırılmış. SİRKAT (Serkat) Çalma. Hırsızlık. SİRKE-FURUŞ f. Sirkeci, sirke satan kimse. * Mc: Ekşimiş yüzlü kişi. SİRKİN Kuru davar tersi. SİRR (C.: Esrar-Esirre) El ayasında ve alında olan hatlar. * Gizli nesne. * Cima etmek. * Zikir. * Hâlis. * En iyi, en faziletli. SİRVAL (c.: Serâvil) şalvar. SİRVE (C.: Sirâ) Küçük ok. * Çekirge yumurtası. SİSA (C.: Sıyas-Sıyasâ) Köşk. * Kale. * Sığınacak yer. * Çulha mekiği. * Horoz mahmuzu. * Sığır boynuzu. SİSA' (C.: Seyâsi) Davar arkası. * Omuz başı. SİSMOĞRAF Fr: Zelzelenin yerini, saatini, yön ve hızını kaydeden âlet. SİSTEM Fr. Bir bütün meydana getirecek şekilde, karşılıklı olarak birbirine bağlı unsurların hepsi. * İlimde bir bütün meydana getirecek esasların hepsi. * Bir nizâm dâiresinde çalışan takım. * Proğramlı çalışmak. * Manzume. SÎT Çatırtı, patırtı, gürültü. * Ün, şöhret, nam. SİTA' Deve boynunda uzunluğuna olan alâmet. * Ev direği. SİTAD f. Alma, alış. SİTAM Kılıcın ağızı. SİTAN f. Alan, alıcı. Can-sitan $ : Can alan. SİTAN (-istan) f. Mekân adı yapmağa yarayan ek. Meselâ: Gül-sitan $ : (Gül-istan) Gül bahçesi, güllük. SİTARE f. Yıldız, kevkeb. SİTARE (Setr. den) (C.: Setâir) Örtünülecek, perdelenecek şey. SİTARE-GÂN Yıldızlar. SİTARE-İ RAHŞÂN Parlak yıldız. SİTAYİŞ f. Övme, medhetme. Medih. SİTAYİŞ-KÂR f. Medheden, öven. SİTAYİŞ-KÂRÂNE Överek, medhetmek suretiyle. SİTEBR f. Kalın, kaba, yoğun. SİTEM f. Haksızlık, zulüm. * Nâzikâne çıkışma. * Eziyet, cefa. SİTEM-ÂMİZ f. Hâin. İnsafsız, haksız. SİTEM-DİDE (C.: Sitemdidegân) Zulme uğramış, haksızlık görmüş. SİTEM-KÂR (C.: Sitemkârân) f. Haksızlık ve zulüm yapan. Zâlim. SİTEM-KEŞ f. Zulme ve haksızlığa uğrayan. Zulüm çeken. Mazlum. SİTEM-RESİDE f. Siteme uğramış, zulme uğramış. Zulüm çekmiş. SİTİZ (Sitize) f. Kavga, cidal, çekişme. SİTİZE-CU f. Kavgacı. SİTİZE-KÂR f. Kavgacı. SİTR (C.: Estâr) Örtü. * Perde. SİTT Hanım. (Aslı seyyidet iken muharref ve âmi arapçada sitt ve sitte olarak kullanılır.) SİTTE Altı. (6) Altılık. SİTTE-İ SEVR Güneş'in Sevr burcunda bulunduğu Nisan ayında fırtınalariyle meşhur olan altı gün. SİTTÎN (Sittûn) Altmış. 60 SÎV f. Elma. SİVA Başka, gayrı, diğer. Kasd. (Bak: Mâsiva) SİVAD Gizli söz, sır. SİVAK (C.: Süvük) Misvak. * Dişini yıkamak. SİVAR (C.: Esvire - Esâvir-Suur) Bilezik. SİVAR-I ZERRİN Altun bilezik. SİVCAR Tazı ve köpeğin boynuna halka geçirmek. Tasma takmak. SİVİL Fr. Asker olmayan. * Başı bozuk. * Mülkî. * Tebdil-i kıyafetle gezen polis. * Medeni. SİYA' Samanlı balçık. SİYAB (Sevb. C.) Elbiseler, giyecek şeyler. SİYABE Kızlığın bozulması, bekâretin zâil olması. SİYAC Dikenli duvar. SİYADET Seyyidlik. (Bak: Seyyid) SİYAFET Kılıççılık sanatı. SİYAH f. Kara, esved. * Zenci. SİYAHA Suyun akması. * Oruç tutmak. SİYAHAT (Seyyehân - Siyâh - Süyuh) İbret, terehhüb ve ibadet için yer yüzünde gezip yürümek. (Dervişlerin seyahatı bundandır.) SİYAHBAHT f. Tâlihsiz, kara bahtlı. SİYAHÇERDE f. Esmer, karayağız olan. SİYAHFAM f. Siyah renkli. SİYAHÎ f. Siyahla alâkalı. * Zenci. * Siyahlık, karalık. SİYAHKÂR (C.: Siyâhkârân) f. Günah işlemiş, suçlu. SİYAHKEDE f. Kapkara yer. SİYAHLİKA f. Kara yüzlü. SİYAHPUŞ f. Siyahlar giymiş. Karalar giymiş. * Mâtemli, yaslı. SİYAHRUZ f. Tâlihsiz, şanssız, bahtsız. SİYAK Söz gelişi, ifade tarzı. * Üslub, tarz, yol. * Sürmek, sevk. * Ruhun çıkması. SİYAK VE SİBAKA MÜLÂYEMET Sözün evveline güzel bir netice, sonrasına iyi bir başlangıç olması. SİYAKAT Binek hayvanını arkasından sürme. SİYAK-I KELÂM Sözün gelişi, sevkediliş. SİYAM Oruç. (Bak: Sıyam) SİYANET Koruma, muhafaza, hıfz. SİYASET Memleket idare etme san'atı. Devlet idare tarzı. * Dünya ve âhirette necatlarına sebeb olacak bir yola, insanları irşad ile beşeriyetin salâhına çalışmak. * Diplomatlık. Politika. * Seyislik, at idare işleriyle uğraşma. (Bak: Hilafet) SİYASETEN Siyaset bakımından, siyasî bakımdan. SİYASÎ Siyaset icabı olan. * Siyaset adamı. * Politik. SİYASİYYUN Politikacılar, siyasetçiler. Devlet idaresine çalışanlar. SİYAT (Savt. C.) Kırbaçlar, kamçılar. SİYE Koyun yatağı. SİYER (Siret. C.) Tarzlar, gidişler, yollar. SİYERA' İbrişimle karışık alaca bez. SİYER-İ ENBİYA Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) hayatlarından ve onların ahlâkından bahseden kitap. SİYER-İ NEBİ Mevzuu Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) hayatı, ahlâkı ve yaşayışı olan, O'nun gaye ve cihanı irşad eden mesleğinden bahseden kitap.(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ahvâl ve evsâfı, Siyer ve Tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahvâl-i galibi, beşeriyetine bakar. Halbuki o Zât-ı Mübarek'in şahs-ı manevîsi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranidir ki; Siyer ve Tarih'te beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvâfık düşmüyor. Çünki: $ sırrınca: Hergün, hattâ şimdi de, bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azim ibadet sahife-i kemalâtına ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlâhiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidat ile mazhar olduğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor. Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlik-ı Kâinat'ın tercümanı ve sevgilisi olan o Zât-ı Mübarek'in tamam-ı mahiyeti ve hakikat-ı kemalâtı, Siyer ve Tarih'e geçen beşeri ahval ve etvâra sığışmaz. Meselâ: Hazret-i Cebrâil ve Mikâil, iki muhafız yâver hükmünde Gazve-i Bedir'de yanında bulunan bir Zât-ı Mübarek; çarşı içinde, bedevi bir arabla at mübâyaasında münâzaa etmek, bir tek şâhid olan Huzeyfe'yi şahid göstermekle görünen etvârı içinde sığışmaz.İşte yanlış gitmemek için; her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibariyle işitilen evsaf-ı âdiye içinde başını kaldırıp, hakiki mahiyetine ve mertebe-i Risalette durmuş nurani şahsiyet-i maneviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer. M.) SİYER-İ SENİYYE Yüksek ahlâk ve yüksek vasıflar. Hazret-i Peygamberin (A.S.M.) yüksek ahlâk ve vasıflarına dair yazılan kitab. SİYONİST (Kudüs'ün eski adı olan Sion. dan) Filistin'de bağımsız bir Yahudi devleti kurmak isteyen. Yahudi fikrinin taraftarı. Bir şeyi Yahudilerin gaye ve menfaatına göre değerlendiren. Yahudilik. * Yahudi dinine giren. SİYY Arz-ı Arabdan bir yer. * Çöl, sahra. * Benzer, misil. SİYYAN (Siyy. C.) Birbirine denk ve eşit. Müsavi. SİYYANEN Birbirine denk ve eşit olarak. Müsavi bir tarzda. SİYYE Yay başı. SKOLASTİK Lât. Kurun-u vustâda (Orta çağlarda) Hristiyan âleminde, papazların dinî görüşüne ve onların baskısı altındaki dinî fikirlerine göre yapılan tedrisat usulü. SLOGAN ing. Kısa ve te'sirli propaganda sözü. SOFESTAÎ (Sevfestâi) Kâinatın yaratıcısını, Cenab-ı Hakkı kabul etmemek için herşeyi inkâr eden. Müsbet veya menfi hiç bir hükme varmayan, daima şüphe içinde kalmayı esas alan felsefi bir doktrinin (Septisizm) mensubu. Septik. Alemde hakikat namına hiç bir şey tanımayan ve hakikatı araştırmaktan sarf-ı nazar ederek zevk ü safa, şiir ve edebiyatla eğlenen safsatacılar. (Bak: Sofizm)(..O Vahid-i Ehad'i kabul etmeyen ya nihayetsiz ilâhları kabul edecek veyahut ahmak sofestâi gibi hem kendini, hem kâinatın vücudunu inkâr edecek. M.) SOFİ Ehl-i tasavvuf. Riyazet ve nefisle mücahede ile hakikate ermeğe çalışan. Tarikata mensub, mânevi kemâlât için çalışan. * Yanıltıcı, safsatacı. (Bak: İşrakiyyun) SOFİZM Fr. Fls: Sofestaiye. Safsatacılık. Alemde hakikat olarak hiç bir şey tanımayan ve hakikatı araştırmaktan sarf-ı nazar ederek zevk ü safâ ve şiir gibi şeylerle eğlenmeği tercih eden bâtıl bir meslek. İnâdiye, indiye ve Lâedriye "Septizm" adlarıyla üç kısma ayrılırlar. (Mesail-i İlm-i Kelâm'dan) SOHBET Konuşma, sevdiği kimselerle yapılan toplantı. * Birlikte oturup tatlı tatlı hakikat üzerine konuşmak.(Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki; bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü süluka mukabil hakikatın envarına mazhar olur. Çünkü sohbette insibağ ve in'ikâs vardır. Malumdur ki; in'ikâs ve tebaiyyetle o nur-u âzam-ı Nübüvvetle beraber en azim mertebeye çıkabilir.Nasılki, bir sultanın hizmetkârı ve onun tebaiyyeti ile, öyle bir mevkiye çıkar ki, bir şah çıkamaz. İşte şu sırdandır ki, en büyük veliler sahabe derecesine çıkamıyorlar. Hattâ Celâleddin-i Süyuti gibi, uyanık iken, çok def'a sohbet-i nebeviyeye mazhar olan veliler, Resul-i Ekrem (A.S.M.) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki: Sahabelerin sohbeti, Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) nuriyle, yâni Nebi olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyâlar ise vefat-ı Nebeviden sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı görmeleri, velâyet-i Ahmediye (A.S.M.) nuriyle sohbettir. Demek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, onların nazarlarına temessül ve tezahür etmesi, velâyet-i Ahmediye (A.S.M.) cihetindedir; Nübüvvet itibariyle değil. Mâdem öyledir; nübüvvet derecesi, velâyet derecesinden ne kadar yüksek ise, o iki sohbet de o derece tefavüt etmek lâzım gelir.Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksir-i nurâni olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevi adam; kızını sağ olarak defnedecek bir kasavet-i vahşiyânede bulunduğu halde gelip, bir saat sohbet-i Nebeviyeye müşerref olur, daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahimaneyi kesbederdi. Hem câhil, vahşi bir adam, bir gün sohbet-i Nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi. Mütemeddin kavimlere muallim-i hakaik ve rehber-i kemâlât olurdu. S.) SOHBET-İ İHVAN Din kardeşleri ile faydalı hakikatlar üzerine sohbet etmek.Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm buyurmuştur ki: Üç şey müstesna, dünyada rahat yoktur:1- Tilâvet-i Kur'an2- Münacat-ı Rahman3- Sohbet-i İhvan. SOKRAT Eski bir Yunan Feylesofu. (M.Ö. 470-400) Vahdaniyete ve ruhun bakiliğine inanmış ve bu fikrini yaymağa çalışmış. "Dünyada yalnız bir şey öğrenebildim, o da hiç bir şey bilmediğimdir." sözü meşhurdur. Devrinin inanışına zıd fikirlerinden dolayı mahkemece kendisine idam kararı verilmiş, baldıran otunun zehirini içirmek suretiyle idam edilmiş. Sonra Eflâtun, Sokrat'ın fikirlerini müdafaa etmiştir. SOLCU (Bak: Ashab-ı Şimal) SORGUÇ Başa takılan tuğ. * Bazı kuşların tepelerinde bulunan tüyden süs. SOSYAL Fr. İçtimaî. Cemiyete ait. SOSYALİST Fr. Sosyalizm taraftarı olan. SOSYALİZM Fr. İktisadî teşebbüsleri ve teşekkülleri devlete vermek isteyen görüş. İştirakiyecilik. Güya, herkese müsavi mal verme esasını idare sisteminde yerleştirmeyi ve mal birliğini iddia eden ve insan fıtratına zıt olarak hürriyetleri daraltıcı ve din aleyhdarı bir sistem. Serserilere, zenginlerin mallarını mübah edip isyâna sevkeden ve ehl-i nâmusun ahlâkını yıkarak fuhşiyatı teşvik eden bir bâtıl anlayış. (Sosyalizm nazariyesinin nâşirleri komünistlerdir.) (Bak: İktisad, Kapitalizm, Komünizm)(Tabaka-i avâmın intibahiyle ve galebesiyle tezahür eden tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları, bizim daha ziyade işimize yaradığı için, o sosyalizm düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor. Prensiplerimize muhalif düşüyor. Onun için sana verdiğimiz sıkıntıdan şekvâya ve küsmeye hakkın yoktur?Elcevap: Hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvâfık hareket etmezse; hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer. Mâdem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-i beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatındaki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir. Evet, ben, neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren, "müsâvât-ı hukuk" mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adalet ile, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskidenberi muhalefetle çalışanlardanım. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsâvât-ı mutlaka kanununa zıddır. Çünki Fâtır-ı Hakim, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek için az bir şeyden çok mahsulât aldırır ve bir sahifede çok kitabları yazdırır ve birşey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nev'i ile de binler nev'in vazifelerini gördürür.İşte o sırr-ı azimdendir ki: Cenab-ı Hak, insan nev'ini binler nevileri sünbül verecek ve hayvanatın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvanat gibi kuvâlarına, lâtifelerine, duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidat verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, Arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zihayatın sultanı hükmüne geçmiştir.İşte nev-i insanın tenevvüünün en mühim mâyesi ve zenbereği; müsabaka ile hakiki imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir. L.) SOSYOLOĞ Fr. İçtimaî bilgilerle uğraşan, toplu insan yaşayışı ve onların idare işlerinde bilgi sahibi olmaya çalışan. İçtimaiyatçı. SÖMESTR Fr. Okullarda bir ders yılının ayrıldığı iki dönemin herbiri. SPİKER ing. Konuşmacı. Radyo programlarını takdim eden, haber bültenlerini okuyan kişi. SPİRİTUALİZM Fr. Fls: Ruh gibi maddî olmayan varlıkları kabul eden görüş ve düşünüş. Ruhiyatçılık. STAJ Fr. Mesleki bilgisini artırmak maksadıyla başka birinin nezareti altında yapılan çalışma. STAJYER Fr. Staj yapan kimse. STRATEJİ yun. Askeri sevk ve idare ilmi, sevk-ul-ceyş. STRATOSFER Fr. Atmosferin ortalama 30 km. kalınlığındaki ikinci tabakası. SU' Kötülük. * İyi olmayan. Kötü, fena. SU(Y) f. Cihet, yön, taraf. Semt. Yan. SUADA' Sıkıntıdan dolayı uzun uzadıya solumak. * Ev ortası. SUADÎ Topalak otu. SUAL Öksürük. SUAL İsteme. İstek. * Soru. Sorulan şey. * Dilencilik. SUALÂT (Suâl. C.) Suâller, sorular. İstemeler, istekler. SUB' Yedide bir. SUB' (Bak: Sübu') SUBA (SABÂ) (C.: Esbâ) Gece ile gündüz eşit olduğunda gündoğusundan esen rüzgâr. SUBABE Kap içinde kalan su. * Bir nesnenin bakiyesi. Artık. SU'BAN (C.: Saâbin) Büyük yılan. Ejderha. * Koz: Semanın kuzey yarım küresinde bulunan Tinnîn Burcu'nun çevirdiği büyük kavisin ortasında ve küçük ayı dörtgeninin tam karşısında bulunan en parlak yıldız. (Alpha Draco) SUBARE Taş. SUBAŞI Şimdiki zabıta ve daha ziyade belediye memurlarının gördükleri işleri gören ve kasabaların idaresi başında bulunan memurun ünvanı idi. SUBAT (Bak: Sübât) SUBBAH (Sâbih. C.) Yüzenler, yüzücüler (suda). SUBBÛHUN KUDDÛSÜN Allah (C.C.) subbûhtur, kuddûstür. Zâtına ve sıfatına fena, noksan ve kusur yanaşamaz. Her zaman ve her dilde, her mahluk onu tesbih ve takdis eder. gibi mânâları ifade eder. SUBE At sürüsü. * Yirmi ile kırk arasında olan keçi sürüsü. * Kabın içinde kalan su. Artık su. SU'BE Yeşil başlı kertenkele. SUBESU f. Taraf taraf. Her tarafa. Her yanda. SUBH Sabah vakti. Sabah. Tan vakti. Şafak zamanı. SUBHA Sabah uykusu. SUBHA Nur ve azamet. * Sabahla öğle arası, kuşluk vakti. (Bak: Sübha) SUBHDEM f. Sabah vakti. SUBHGÂH f. Sabah vakti. Tan yeri. SUBH-U KIYAMET Kıyametten sonraki sabah. Kıyamet sabahı. SUBJEKTİF (Bak: Sübjektif) SUBR Her cismin tek kenarı ve yoğunluğu. * Ufak taşlı yer. SUBRE Birikinti, yığın. SUBU' Dinini terk edip başka dine girmek. SU'BUB (C.: Seâbib) Saf su akan yer. SUBUHAT (Subha. C.) Secdeler ve cemal-i İlâhî nurları ve celal ve azamet-i İlâhiye. (Bak: Azamet, Cemal) SUD (Sevda. C.) Rengi kara olan şeyler. * Sevdalar. SUD f. Kâr, faide, kazanç. SUD'A Deve ve koyun bölüğü. SUDA' Baş ağrısı. * Rahatsız etme, sıkıntı verme, sıkma. SUDA-GER f. Bezirgân, tüccar. SUDA-GERÎ f. Ticaret. SUDAGÎ Zülüfte olan nişan ve alâmet. SUDAH Horozun ötmesi. SUDAM (SIDÂM) Hayvanların başında olan bir hastalık. SUDD Dağ. SUDDAD (C.: Sadâyid) "Sâm-ı ebras" denilen kertenkele. * Suya varacak yol. SUDE f. Ezilmiş, dövülmüş. Sürmüş, sürülmüş. SUDEKA (Sadik. C.) Doğru ve hakiki dostlar. SUDG (C.: Esdâg) şakak. * şakaklardan sarkan saç. SUDKAN (Sadîk. C.) Hakiki ve doğru dostlar. Sadîkler. SUDMEND f. Kazançlı, faydalı, kârlı. SUDRE Acem gömleği. SUDUD Men'etmek, engel olmak. SUDUR Olma, meydana gelme. Sâdır olma. * (Sadr. C.) Göğüsler, sadırlar. SUEDA (Said. C.) Saidler. Allah'ın (C.C.) rızâsına erenler. Mes'ud olanlar. SUF (C.: Evsâf) Yün dokuma. Yünden yapılmış dokuma. * Yün, yapağı, ibrişim. SUFAR Yürekte sarı suların toplanması. SUFAR f. Ok gezi. * İğne deliği. SUFARİYE Sarı asma adı verilen bir kuş. SUFEF (Sofa. C.) Sofalar. SUFFA (Suffe) Sofa, avlu. * Set. Seki. SUFFAH Enli uzun taş. SUFİ (C.: Sufiyyun) Tasavvuf ehli. Sofu. Mutasavvıf. SUFN Çobanların dağarcığı. SUFR (Sıfr) : Bakır. Tunç. SUFRET Sarı renk, sarılık. * Beniz solukluğu. SUFRİT (C.: Safârit) Fakir. SUFRUF Üzüm çöpü. * Hurma çöpü. SUFUF (Saf. C.) Saflar. Sıralar. SUFUN (Süfun) (Sefine. C.) Sefineler. Gemiler. SUFVAN Atın, üç ayak üzerine durup dördüncünün tırnağını yere dikip durması. SUGRA (Suğra) Daha küçük, pek küçük. * Man: Hadd-i asgarın bulunduğu cümle. Birinci kaziyye. Küçük önerme. (Bak: Hadd-i asgar) SUGRE (C.: Sügur) Göğüs çukuru. * Boğaz çukuru. * Gedik. SUGUR Düşmana yakın hududlar, serhadler. * Mağara. * Ön dişler. * Ağızlar. SUGV Meyletmek, yönelmek, eğilme. SUGVAR f. Kederli, acılı. SUH Duvar. SUHAF Akciğer veremi. SUHAN f. Törpü. SUHANSERA (C.: Suhanserâyân) f. Ahenkli söz söyleyen. SUHAR Umman kasabası. * Bir erkek ismi. SUHARE Başkasıyla alay eden. SUHARE Yağ kıkırdağı. SUHD (C.: Eshâd) Çocukla birlikte çıkan sarı su. SUHEN (Sehun - Suhun) f. Söz. SUHF Akıl ve fikrin zayıf olması. SUHK Uzak olmak. * Cehennemde bir derenin adı. * Mahrumiyet. SUHME Karalık, siyahlık. SUHNAN Sıcak, kızgın. * Sıcak gün. SUHNE Kızgınlık. * Gözü yaşlı, dertli olmak. SUHRE Maskara, gülünç, eğlenceli. * Zoraki iş gören, ücretsiz zoraki çalışan kimse ve hayvan. SUHRE (C.: Suhar) Geniş ve düz olan iki dağ aralığı. * Kırmızıya benzer renk. SUHREKÂR f. Maskaralık yapan. Maskara. SUHRİYEN (Sıhriyya) Musahhar kılınan, hizmette çalıştırılan. * Gülünç olan. SUHRİYYE Maskaralık. SUHT Haram mal, her nevi haram. * Yok eylemek. Gidermek. Bir şeyin kökünü kazımak (mânasına saht'dan alınmıştır. Haramın bereketi olmadığından hânumânlar yıktığı için suht denilmiştir.) SUHT Kızgınlık, gadab. (Rızânın zıddı) SUHTE f. Yanmış, tutuşmuş. Yanık. * (C.: Suhtegân) Softa. Medrese talebesi. SUHUB (Sehâb. C.) Bulutlar. SUHUF (Sahife. C.) Sahifeler. * Bâzı Peygamberlere gelen sahife halindeki kitap. SUHULET Kolaylık. (Bak: Sühulet)(...Senin küçük bahçeni halk ettiği gibi, cenneti dahi senin için halk edebilir ve halk etmiş ve sana va'd etmiş. Ve va'dettiği için, elbette seni onun içine alacak. Mâdem bilmüşahede görüyoruz; her senede, yeryüzünde, hayvanat ve nebatatın üçyüz binden ziyade enva'larını ve milletlerini, kemal-i intizam ve mizan ile, kemal-i sür'at ve sühuletle haşr edip, neşreder. Elbette böyle bir Kadir-i Zülcelâl, va'dini yerine getirmeye muktedirdir... M.) SUHUN (Sahne. C.) Sahneler. SUHUR (Sahr. C.) Kayalar, büyük taşlar. SU-İ AHLÂK Ahlâk kötülüğü. Allah'ın, peygamberin râzı olmayacağı işleri yapanın ahlâkı. SU-İ HAL Fena hareket tarzı. Kötü hal. SU-İ HAREKET Kötü hareket, kötü iş. SU-İ HAZM Sindirim bozukluğu. SU-İ HULK Kötü ahlâk. Dine, ahlâka yakışmayan fena ahlâklılık. SU-İ İHTİYAR Kötü arzu, fena istek. SU-İ İSTİMÂL Kötüye kullanma. Eldeki nimeti veya fırsatı boşuna yahut kendi menfaatine kullanma. SU-İ KASD Bir kimsenin aleyhinde tertib alma. * Adam öldürmeğe tertib alma. * Kötü kasd. SU-İ MİZÂC Sıhhat bozukluğu, huy fenalığı. SU-İ NİYET Kötü ve bozuk niyet. SU-İ TEDBİR Yanlış tedbir. Kötü yol. Tam düşünüşle, akıllıca hareket etmeyiş. SU-İ TEFEHHÜM Kötü anlayış. Yanlış anlama. SU-İ TELÂKKİ Lâzım olduğu şekilde anlamama. Kötü anlayış. Kötü telâkki etme. SU-İ ZAN Kötü zanna sahib olma, başkasının hareketini kötü zannetme.(Dördüncü hastalık su-i zandır. Evet insan, hüsn-ü zanna me'murdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan su-i ahlâkı, su-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hâllerini beğenmemek su-i zandır. Su-i zan ise, maddi mânevi içtimâiyâtı zedeler. M.N.) SUK Çarşı, pazar. Alım satım yeri. SUK' Taraf, yön. * Nahiye. SUKA Çarşı adamı, esnaf. SUK'A Başın ortasındaki beyazlık. SUKA' Horoz sesi, horoz ötüşü. SUKAB (Sukbe. C.) Delikler. SUKATA Kırıntı, döküntü, artık. SUKATAÇİN f. Kırıntı, döküntü toplayan. Artık toplayan. SUKATAHÂR f. Kırıntı, artık yiyen. SUKAYBE Küçük delik, delikçik. SUKB (C.: Sükub) Delmek. * Yırtmak. SUKBE (C.: Sukub - Sukab - Sukabât) Delik. SUKÎ Çarşı ve pazarla alâkalı. * Çarşılı, pazarlı. SUKL(E) Böğür. * Taraf, yön. SUKM (SEKAM) (C.: Eskâm) Zahmet, meşakkat. Hastalık, maraz. SUKUB (Sakb ve Sukb. C.) Delmeler veya delinmeler. * Bir tarafdan diğer tarafa kadar açık olan delikler. SUKUB (Sukbe. C.) Delikler. SUKUF (Sakf. C.) Tavanlar, ev örtüleri. * Uzun ve sarkık şeyler. * Semavat. SUKUF-U BÜYUT Evlerin damları. SUKUK şeriat mahkemesince verilen ilâmlar ve onda geçen tabirler. SUKUT Düşme. Yukardan aşağıya birden iniverme. * Değerini kaybetme. Bozulma. * Devrilme. * Mahvolma. * Ahlâk bakımından alçalma. * Büyük bir vazifeden ayrılma. * Sarkma. * Çocuğun eksik veya ölü olarak doğması. SUKUT-I HAKK Hakkın sukutu. Hakkın kaybolması. SUKUT-I MUSAMMEM Düşmesi kararlaştırılmış. İktidardan düşürmek için hakkında karar alınmış. SUKUTİYE Paraşüt. SUKUT-U MUTLAK Mânen iyice tefessüh etme, iyi hasletlerin tamamen kaybolması. SUKVE Toprak kap. SUKYA (Saky. den) Sulamak. SU'L (C.: Süul) Devede sonradan çıkan küçük meme. * Koyunda küçük meme. * Asıl dişin yanında çıkan fazlalık diş. SULAHFAT (C.: Selâhif) Kaplumbağa. SULB Sert, katı. Taş gibi olan. * Omurga kemiği. * Sülâle, zürriyet. SULBÎ Birinin sulbünden gelme. Kendi evlâdı. Kendi oğlu. SULBİYE Nesebi hâlis olan. SULBİYET Katılık, sertlik. Taş gibi olmak. * Cisimlerin katı hâli. * Mc: Duygusuzluk. SULEHA (Sâlih. C.) Salihler. Salâhiyetli, günah işlemeyen iyi insanlar. İlim ve amelde, ibâdet, taat ve takvâda terakki ve teâli eden büyük zâtlar. SULFATO (Sulfata) Fr. Kinin. Sıtma hapı. SULH Barış. Uyuşma. * Muharebeyi terk için anlaşma. * Rahatlık. SULH-ÂMİZ f. Ara bulucu, barıştırıcı. SULHEN Sulh tarzında, barış yoluyla. Anlaşmak suretiyle. SULH-NÂME f. Sulh, barış kâğıdı. SULH-PERVER f. Sulhçu. Dâimâ sulh ve sükun isteyen. Harp ve çarpışmak istemeyen. Barışsever. SULİYY Ateşin yanması. SULLA' (C.: Sıllâ) Enli yassı taş. * Ot bitmeyen mevzi. SULLAA Büyük, enli taş. * Ot yetişmeyen yer. SULSUL (C.: Salâsıl) Üveyik kuşu. SULSULE Havuz veya kap dibinde kalan su artığı. SULT (C.: Eslât) Büyük bıçak. SULTA Baskı, otorite. SULTAN Reis. İslâm Hükümdarı. Hâkimiyet sahibi. Padişah. * Allah. (C.C.) * Kuvvet, kudret ve hâkimiyet sâhibi. * Hükümdar âilesinden olan anne, kız gibi kadınlardan her biri. * Hüccet ve delil. * Kahr ve tegallüb mânasında masdardır. Her şeyin yavuz, şiddet ve satvetine denir. Kelimenin aslı "selit" olup, cem'i sultandır. Selit ise, zeytinyağının ismidir. Zeytinyağı kandilinin ışığıyla ışıklandırma yapıldığı gibi, padişâh ve vali dahi şule-i adl ve zabt ü ihtimamıyla memleketini tenvir etmek münâsebetiyle onlara da bu mâna ıtlak olunmuştur. (Kamus-u Okyanus'tan hülâsadır.)(Sultan-ı kâinat birdir. Her şeyin anahtarı O'nun yanında, her şeyin dizgini O'nun elindedir. Her şey O'nun emriyle halledilir. O'nu bulsan her matlubunu buldun, hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun. M.)(Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî'nin kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadâr varlık âlemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş. Ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de o saadet-i ebediye yollarını te'min etmekle re's-ül mâlımız olan istidatlarımızı nemâlandırmaktır. Ve şu azîm insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî'den risalet vazifesiyle gelip, riyaset eden benim. İ.İ.) SULTAN REŞAD (Mi: 1844-1918) Meşrutiyet devri Osmanlı Padişahıdır. Merhametli ve halim tabiatlı olan bu dindar ve abdestsiz gezmiyen padişah, Mevlevi Tarikatına bağlı idi. Boş vakitlerini Mesnevi okumakla geçirirdi. SULTAN SELİM HAN (Bak: Yavuz Sultan Selim) SULTAN SÜLEYMAN HAN (Hi: 900-974) Osmanlı Padişahlarının onuncusu, İslâm Halifelerinin yetmişbeşincisidir. Yavuz Sultan Selim Han'ın oğludur. Avrupa-vari bir kısım kanunlar yapılmasına vesile olduğundan Kanuni nâmı ile de tanınır. Padişahlık yılları Osmanlı Devletinin en haşmetli devri olup, Avrupa, Asya Osmanlıların emrinde idi. İstanbul payitahttı. Bir fikir vermek için o zaman İstanbuldaki eserlerden bir kaç misal vereceğiz. İlk olarak o zamanda yapılan bir sayıma göre: 485 câmi, 4494 mescid, 100 imâret, 417 kervansaray, 1653 ilk mekteb, 335 tekke, 4985 çeşme, 874 hamam, 743 kilise, onbir binden ziyade sokak ve cadde tesbit edilmişti.İstanbul böyle iken Avrupa'lı bir muharrir; Avrupa'yı şöyle anlatır: "Avrupalılar bin sene banyosuz kaldı. Orta çağda pis ve kirli bulunmak bir faziletti. Bu çağlarda Avrupa baştan aşağı kaşınıyordu." SULTAN-I MAZLUM Mâsum, zulme uğramış sultan. (Bundan kinaye II. Abdulhamid Han'dır.) SULTAN-ÜD DEM Vücutta kanın galeyanı. SULUH Sahte olmayıp geçer akçalar. Sağlam ve hakiki paralar. SU'LUK (C.: Saâlik) Fakir. * Dilenci. * Serseri. SULUL Bozulup fena kokmak. SUM Sarımsak. SUM' Pervane denilen kelebek. SUM'A İhlâssızlıktan çıkan, işitilsin ve bilinsin için yapılan iş, gizli riyakârlık. SUMARİ Dübür. SUMAT (SUMT) Susmak, sükut etmek. SUME Koyuna yapılan işaret ve nişan. SUMLUH Kulak kiri. SUMM İşitmez olanlar, sağır olanlar. Duymayanlar. SUMMAKİ Gayet sert, değerli ve parlak olan bir taş. SUMNAT f. Kilise, puthane. SUMSUM Çok katı olan. SUMUG (Samg. C.) Zamklar. SUMUL Sertlik, kuruluk, katılık. SUMUT Susma, sükut. * Somurtma. SU'N (C.: Seâne) Yarısı kesilmiş kırba. SUN' Yapmak. * Eser, yapılan iş. * Te'sir. * Güzel iş yapmak. SUNAFİR Her nesnenin hâlisi. Her şeyin iyisi ve doğrusu. SUNAN Koltuk kokusu. SUNBUR (C: Sanâbir) Demirden veya kalaydan olan ibriğin emziği. * Havuzun çevresine yapılan lüle ve oluk. SUN'Î İnsan yapısı, uydurma, takma, sahte, yaradılıştan olmayan. SUN'-İ BEDİ' Güzel eser. SUN'-İ İLÂHÎ Cenab-ı Hakk'ın san'atı, eseri. SUNUAT Yapılanlar. San'atlı yapılan şeyler. SUNUF (Sınıf. C.) Sınıflar. * Dereceler, mertebeler. * Nikablar, yaşmaklar. * Soylar, neviler. SUNUF-İ ÂLİYE Yüksek sınıflar. SUPLES Fr. Yumuşaklık, esneklik. SUR Keş parçası. SUR f. Şenlik. Düğün. Ziyafet. SUR (Suret. C.) Kıyamet günü İsrafil Aleyhisselâm'ın çalacağı boru. Buna Sur-u İsrafil de denir. * Boynuzdan yapılan düdük. SUR Bir şehri kuşatan yüksekçe kale duvarı. Yüksek duvar. Kale. Hisar. SU'R (C.: Es'âr) Yiyecek, içecek artığı. SUR'A Bahadırlık, kahramanlık. * Güreşçilik. SURAA Pehlivan ve bahadır kimse. SURAH Bir tavus kuşu ismi. * Kapının gıcırdaması. * Ses. * İnlemek. SURAH f. Delik. Gedik. SURAHİ Su şişesi, sürahi. SURAM Zillet ve hastalık. * Emzikten son çıkan süt. SURE Kur'an-ı Kerim'in 114 bölümünden her biri. * Derece. * Duracak yer. Menzilet. * Şeref ve şan. * Güzel inşa edilmiş bina. Sur. * Refi'. * Alâmet, nişan. SURED (C.: Surdân) Göçgen adı verilen küçük kuş. * Davar arkasında yanırdan olan beyazlık. SURENCAN Şekil ve kabuğu kestaneye benzeyen bir ot kökü. SURET (C.: Sur - Suver) Biçim, görünüş. * Kılık. Tarz. * Yol. Gidiş. Hal. * Tasvir. Dıştan görünen şekil. * Çare. SURETÂ Görünüşte. Zâhiren. SURETBEND f. Tasvir yapan. Resimci. SURETEN Suret itibariyle, suret olarak, görünüşte. Sanki. SURETGER f. Suret yapan, resim çizen, ressam. SURET-İ SUUD Yükselme tarzı. SURET-İ TESVİYE Hal çaresi. SURET-İ ZAİFE-İ VÂHİYE Hakikatsız, saçma sapan zayıf suret ve vesvese. SURETPEREST f. Görünüşe, surete çok kıymet veren. Esasa kıymet vermeyen. * Resimleri çok seven ve meftun olan. (Bak: Sanem-perest) SURET-PERESTLİK Bir şeyin dış görünüşüne ve tertibine önem verip, ruhuna ve mânasına kıymet vermemek. * Resimlere meftuniyet. (Bak: Sanem-perest)(Sanem-perestliği şiddetle Kur'an men'ettiği gibi, sanem-perestliğin bir nevi taklidi olan suretperestliği de men'eder. Medeniyyet ise, suretleri kendi mahasininden sayıp Kur'ana muâraza etmek istemiş. Halbuki: Gölgeli gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riya-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyaya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder... S.) SURETPEZİR f. Meydana çıkan, hâsıl olan, şekillenen. SURET-ÜL ASR Kur'an-ı Kerim'in yüzüçüncü suresi. SURET-ÜL İNFİTAR Kur'an-ı Kerim'de seksenikinci Sure olup Mekkidir. SURETYÂB f. şekil bulan, suretlenen, meydana gelen. SURÎ Surete ait, görünüşe ait ve müteallik. Hakiki, ciddi ve samimi olmayan. Zâhirî. SUR-NA(Y) f. Zurna. SUR-NAÎ f. Zurnacı. SUR-NAME (Suriye) f. Edb: Düğün, ziyafet, şenlik gibi halleri tasvir için yazılan yazılar. SURNA-PA f. Zürafa. SURRAD Yağmuru olmayan ince bulut. SURRE (C.: Surer) Para kesesi, para çıkını. * Hac zamanında İslâm Devletinin pâdişahı tarafından fakir ve muhtaçlara dağıtılması için Mekke ve Medineye her yıl gönderilen para ve sâir şeyler. SURSUR Büyük kuvvetli deve. SURUD Soğuk yer. SURUF (Sarf. C.) Dilbilgisi kitapları, gramerler. SURUH (Sarh. C.) Köşkler, yüksek binalar. SU'RUR Ağaç sakızı parçası. SUS Yemeği yalnız başına yiyen kötü insan. SUS Huy, tabiat, tıynet. * Buğday ve arpa biti. Hububata düşen kurt. Güve. * Miyan kökü. SUSEN f. Susam. SUSMAR f. Kertenkele denen küçük bir hayvan. Keler. SUT (C.: Suvâ-Esvâ) Yolda ve sahrada işaret için dikilen taş. SUTU' Yükselme, yukarı çıkma. * Belli olma. (Toz, koku v.b) yayılma. SUTUR (Satır. C.) Satırlar, yazı dizileri. SUTUR-U HÂDİSAT Hâdiselerin satırları. Mânidar hâdiseler. SUTUR-U KÂİNAT Âlemdeki mânalar, kâinat satırları. SUTUR-ÜL GAYB Bizce bilinmeyen işler ve hâdiseler, mânalar. SUUBET Zorluk, güçlük. SUUD Mübarek. * Mübarek sayılan yıldızlar. SUUD Yükselmek. Yukarı çıkmak. Derece artmak. SUUDE İyi addetmek. Mübarek saymak. SUUR (Sivâr. C.) Bilezikler. SUUT Enfiye. SUVA' Sa' denilen ve ahkâm-ı İslâmiyede muteber olan ölçek. * Su içmek için kullanılan taş. Maşraba. SUVAB (C.: Su'bân) Bit sirkesi. SUVAN (SIVÂN) (C.: Esvine) Kaftan ve giyecek eşya koyup saklanılan yer veya kap. SUVAR (Bak: Süvar) SUVER Boynuz. * (Suret. C.) Suretler. SUVEYDA (Bak: Süveyda) SUVVAM (Sâim. C.) Oruç tutanlar. SUY Kurumak. SUY f. Cihet, yön, taraf. SUYUF (Sayf. C.) Yaz mevsimleri. SUZ f. Yanma, tutuşma. Ateş. Sıcaklık. SUZ f. (Suhten: Yanmak mastarından) "Yakan, yakıcı, yanmak, tutuşmak" mânâlarına gelerek mürekkeb kelimeler yapar. SUZAN f. Yakan, yakıcı. Ateşli. SUZEN f. İğne. SUZENDE f. Yakan. Yakıcı. SUZENGER f. İğne yapan, iğneci. SUZER (C.: Suzerât) Necis, pis, murdar. SUZÎ f. Yanma ile, tutuşma ile ilgili. SUZ-İ CİĞER Ciğerin yanması. Ciğer yanıklığı. SUZİŞ f. Yakma. Yanma. * Dokunma, te'sir etme, etki yapma. * Büyük acı. Yürek yanması. SUZİŞ-İ NİHAN İçin için yanma. Gizli yanma. SÜAC Koyun avazı, koyun sesi. SÜAL Bir kabile ismi. SÜAL Öksürük. SÜAR Ateşin harareti. * Çok acıkmak. SÜ'B Akıl geri gelmek. * Gittikten sonra yine eski yerine dönmek, mekânına gelmek. SÜB' Yedide bir. SÜBAÎ Yedi harfli, yedili. SÜ'BAN (Bak: Su'ban) SÜBAT (Sübe. C.) Cemaatler, bölükler. SÜBAT Dalgınlık. * Uzun dinlenme. * İstirahat zamanı. * Uzun uyku şeklinde olan baygınlık. Koma. * Dehir, zaman. SÜBATA Süprüntülük, virâne. SÜBBET İnsanın oturak yeri. SÜBBUH Tesbih edilen (Allah. C.C.) SÜBE On kişiden fazla olan erkek cemaatı. * Havuzun ortası. SÜBHA Çekilen tesbih, tesbih tânesi. * Duâ ve nâfile namaz. SÜBHA Uyku, nevm. * Fâriğ olmak, vazgeçmek, çekilmek. İşi bitirmek. SÜBHAKEŞ f. Tesbih çeken. SÜBHAN Allah (C.C.) SÜBHANALLAH Cenab-ı Hakk'ın mahlukatı ve eserleri karşısında duyulan hayret ve taaccübü ifade etmek için söylenir. Cenab-ı Hakkın zâtında, sıfâtında ve ef'alinde bütün kusurlardan münezzehiyetini ifade eder.(Sübhanallah ve Elhamdülillah cümleleri Cenab-ı Hakk'ı Celal ve Cemal sıfatlarıyla zımnen tavsif ediyorlar. Celal sıfatını tazammun eden Sübhanallah, abdin ve mahlukun Allah'dan baid olduklarına nazırdır.Cemal sıfatını içine alan Elhamdülillah, Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle abde ve mahlukata karib olduğuna işarettir. Meselâ: Biri kurb, diğeri bu'd olmak üzere bize nâzır şemsin iki ciheti vardır. Kurb cihetiyle hararet ve ziyayı veriyor. Bu'd cihetiyle, insanların mazarratlarından tâhir ve sâfi kalıyor. Bu itibarla insan, şemse karşı yalnız kabil olabilir, fâil ve müessir olamaz.Kezâlik, bilâteşbih, Cenab-ı Hak rahmetiyle bize karib olduğu cihetle Ona hamdediyoruz. Biz Ondan uzak olduğumuz cihetle Onu tesbih ediyoruz. Binâenaleyh, rahmetiyle kurbüne bakarken hamdet. Ondan baid olduğuna bakarken tesbih et. Fakat her iki makamı karıştırma. Ve her iki nazarı birleştirme ki, hak ve istikamet mültebis olmasın. Lâkin iltibas ve mezc olmadığı takdirde her iki makamı ve her iki nazarı hem tebdil, hem cem' edebilirsin. Evet, Sübhanallâhi ve bihamdihi her iki makamı cem'eden bir cümledir. M.N.)(Cenab-ı Hakkı şerikten, kusurdan, noksâniyetten, zulümden, acizden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan ve aldatmaktan ve kemal ve cemal ve celaline muhalif olan bütün kusurattan takdis ve tenzih etmek mânası ile saadet-i ebediyeyi ve celal ve cemal ve kemal ve saltanatının haşmetine medar olan dar-ı âhireti ve ondaki cenneti ihtar edip delâlet ve işaret eder. Ş.) (Bak: Bakiyat-ı sâlihat) SÜBHANÎ (SÜBHANİYE) Allah (C.C.) ile alâkalı. İlâhî. Allah'a mahsus, Onun eserlerine âit ve müteallik. Allah'ın Sübhan sıfatına âid. SÜBJEKTİF Fr. Bilen akıl ile alâkalı. * Eşyanın hakikatına değil de ferdin düşünce ve duygularına dayanan. Şahsî görüşe göre olan. İndî, nefsî olan. SÜBJEKTİVİZM Fr. Fls: Akıldan başka realite kabul etmeyen, yanlış bir nazariye. SÜBRUT (C.: Sebâriyet) Az. * Otsuz ve susuz yer. * Fakir adam. SÜBT Hatmi gibi bir otun adı. SÜBT Ayıp. SÜBUR Helâk, helâket. Mahvolmak. * Men olmak, kovulup sürülmek. SÜBUT (Sebt. C.) Cumartesiler. Cumartesi günleri. SÜBUT Sâbit, berkarar ve pâyidar olup durmak. Oynak ve müteharrik olmamak. Kat'i olarak meydana çıkmak. Sâbit oluş. SÜBUTÎ Varlığı kat'iyyen isbat edilene ait. Müsbet, isbatlı olan. (Bak: İman-ı bil-âhiret) SÜBÜHA (C.: Sübühât) Nur. * Azamet, büyüklük. SÜBÜL (Sebil. C.) Yollar, caddeler. SÜCCAD (Sâcid. C.) Secde edenler. SÜCCED (Sâcid. C.) Secde edenler. Secde edip yere kapananlar. SÜCFE Geceden bir saat. SÜCLE Karnın geniş ve büyük olması. Şişmanlık. SÜCRE (C.: Sücür) Yağmur suyundan biriken su. SÜCRE Derenin orta geniş yeri. SÜCUD Secdeye varmak. Cenab-ı Hakk'ın huzurunda hiçliğini, aczini bilip teslimiyetle yere kapanıp duâ ve tesbih etmek. (Bak: Secde) * (Sâcid. C.) Secde ederek yere kapananlar, secde edenler. SÜCUF (Secf. C.) Perdeler, örtüler. SÜCUL (Secl. C.) Büyük su kovaları. SÜCUN (Sicn. C.) Hapishaneler, zindanlar, ceza evleri. * Mc: Dünyanın sıkıntıları. SÜCV Gece sükuneti, gecenin sessizliği. * Zulmet istikrarı. SÜDA Kendi kendine çobansız gezen hayvan. * Bir şeyi kendi kolayına bırakmak. SÜDA' Geçmek. SÜDA' Bir otun adı. SÜDASÎ Altılı. Altılık. Altı harfli. SÜDD Dağ. * Bulut. * Mâni, engel. SÜDDE (C.: Süded) Kapı, eşik. SÜDED (Südde. C.) Kapılar, eşikler. SÜDG (C.: Esdâg) Göz ile kulak arası ve onun üzerine sarkan zülüf. SÜDS (Südüs) Altı kısımda bir kısım. SÜEBA' Esnemek. SÜEDA (Bak: Suedâ) SÜF'A Kırmızılığa yakın olan siyahlık. SÜFAE (C.: Süfâ) Bir ot cinsi. SÜFAL Yavaş giden deve. Geç yürüyüşlü deve. SÜFEHA (Sefih. C.) Sefihler. İçkici, müsrif ve günahkâr kimseler. SÜFELA (Sefil. C.) Sefiller. SÜFERA (Sefir. C.) Sefirler, elçiler. SÜFERA-Yİ ECNEBİYE Yabancı devlet sefirleri. Yabancı devlet elçileri. SÜFFAR (Sâfir. C.) Yolcular. SÜFL Tortu, çöküntü. SÜFLA (Sâfil. den) Daha alçak, adi. * Günah ve basit işlere mahsus. * Kılıksız, kıyafetsiz. SÜFLÎ Aşağıda bulunan. * Alçak, pek aşağı olan. SÜFLİYAT Fâni dünya ile alâkalı işler. Nefsâni, heva ve hevese tabi olan kimselerin işleri. SÜFLİYYET Alçaklık, bayağılık, âdilik. SÜFRE Sofra, mâide. * (C.: Süfür) Misafire yolda yemesi için hazırlanan azık. SÜFTE f. Delinmiş, delikli. SÜFTECE (C.: Süfâtic) İçi kovuk boş cisim. * Bir yerden bir yere armağan olarak gönderilen şey. * Yol korkusundan emin olmak için tâcirlere borç olarak verilen para. SÜFTE-GUŞ f. Kulağı delinmiş olan. Kulağı delik. SÜFUL Alçaklık. * Alçaklığa meyil ve teveccüh etmek. Alçaklığa yönelmek. SÜFÜL (C.: Esfâl) Her şeyin köpüğü ve tortusu. * Örtmek. * Yemek. SÜFÜN (Bak: Sufun) SÜFÜVV Yürümeye ve uçmaya başlamak. SÜFYAN Âhir zamanda geleceği ve ümmetin karanlık günler yaşamasına vesile olacağı sahih hadislerle bildirilen dehşetli dinsiz ve münâfık bir şahıs. (Bak: Deccal)(Rivâyetler, deccalın dehşetli fitnesi, İslâmlarda olacağını gösterir ki, bütün ümmet istiâze etmiş. $ Bunun bir te'vil şudur ki: İslâmların deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali'nin (R.A.) dediği gibi, demişler ki: Onların deccalı Süfyan'dır, İslâmlar içinde çıkacak aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin büyük deccalı ayrıdır. Yoksa, büyük deccalın cebr ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz. Belki günahkâr da olmaz. ş.) SÜFYAN İBN-İ UYEYNE (Bak: İbn-i Uyeyne) SÜFYAN-I SEVRÎ (Hi: 91-161) Büyük âlim ve müçtehidlerdendir. Kûfe'de doğmuştur. SÜFYANÎ Süfyan'dan olan, Süfyan'a mensub, Süfyan'a müteallik. Zübdet-ül Buharî Tercemesine göre, Süfyanî: Müslümanlara kötülük eden, sefil, kötü, alçak olan kimse demektir. SÜHA Bir yıldız ismi. Dübb-ü ekber (Büyük Ayı) yıldız kümesinden gözü kuvvetli olan kimselerin görebileceği en küçük yıldız. SÜHAD Uyanıklık. SÜHAF Verem hastalığı. SÜHAL Çocuk doğunca beraber çıkan su. * Zayıf adamlar. SÜHALE Küçük tavşan. SÜHAM Yabanda biten ot. * Yaz ısısı. * Sıcak yel. * Tegayyür, değişme. * Ziyan, zarar. SÜHAM (Sühamî - Sühamiye) Lezzetli, sindirici, hoş içilecek şey. * Kuş yelekleri arasındaki yumuşak tüyler. * Yumuşak kumaş, elbise. SÜHAN f. Söz, kelâm. Kavl, lâfz. SÜHAN-ÂRÂ f. Düzgün ve güzel söz söyleyen. SÜHAN-ÇİN f. Söz getirip götüren, söz toplayan, dedikoducu. SÜHAN-DÂN f. Güzel söz söyleyen. SÜHAN-FEHM f. Sözün, kelâmın değerini takdir eden. SÜHAN-GÛ f. Söz söyleyen, söz söyleyici. SÜHAN-GÜZAR f. Güzel konuşan, güzel söz söyleyen. SÜHAN-PERDAZ f. Güzel ve düzgün söz söyleyen. SÜHAN-PİRA f. Süslü konuşan, süslü söz söyleyen. SÜHAN-RÂN f. Güzel söyleyen, güzel konuşan. SÜHAN-SENC (C.: Sühansencân) f. Hesaplı ve ölçülü konuşan, lüzumsuz konuşmayan. SÜHAN-ŞİNAS f. Söz bilen, sözün kıymetini takdir eden. SÜHAN-VER f. Fasih bir şekilde ve düzgün konuşan. SÜHBE Derin. SÜHEYL Kolay, uygun ve yumuşak. * Semânın güney tarafında ve Yemenden daha iyi görülen bir yıldız adı. (Bunun için buna Süheyl-i Yemâni denir. Kuzey kutup yıldızının naziri, benzeridir.) SÜHEYLA Yumuşak huylu kadın. SÜHL Eşeğin göğsünden çıkan hırıltı. SÜHME Nasip. * Hısımlık, akrabalık, karâbet. SÜHNUN Rüzgârın ve yağmurun evveli. SÜHRE Seher vaktinin evveli. * Fecr-i kâzib zamanı. SÜHUD Uyanıklık. SÜHUH(A) Dökülmek. * Semiz ve besili olmak. SÜHUK Kaftanın eskimesi. SÜHUK(E) Şiddetli rüzgâr. Katı yel. SÜHULET Kolaylık. Kolaylık vasıtası. * Yavaşlık. Nâzik muamele. * Elverişli. Kullanışlı. * Paraca kolaylık. (Bak: Suhulet) SÜHULET-BAHŞ f. Kolaylık veren. Kolay kullanılan. Pratik. SÜHUM Demirci çekici. SÜHUMET Akrabalık, hısımlık. SÜHUNET Katılık, peklik. SÜHUNET Sıcaklık, hararet. Hararet derecesi. SÜHUR Uyanık olmak. SÜHÜD Uyanıklık. SÜHVE Yumuşak. Sükun, sessizlik. SÜKALA' (Sakil. C.) Ağırlar. Kabalar. Çirkinler. Sözü sohbeti çekilmeyen kimseler. SÜKARA (Sekren. C.) Sarhoşlar. SÜKAT Yüksek yerden düşen nesne. SÜKK Meşhur bir Arap tabibin adı. * Ağzı ve dibi dar olan kuyu. SÜKKÂN (Sâkin. C.) İkamet edenler, oturanlar. * Gemi kuyruğu. SÜKKÂN-I BELDE Şehirde oturanlar. Şehir sâkinleri. SÜKKÂN-I HÂNE Evde oturanlar. Hâne sâkinleri. SÜKKER şeker. SÜKKERÎ şekerden yapılma tatlı. * Şekerle alâkalı. SÜKL Kadının çocuğunu kaybetmesi. SÜKN Yolun ortası. SÜKNA Oturacak yer. Mesken. SÜKNE Kuş sürüsü. * Boyna takılan heykel ve halka. Boyna vurulan demir. SÜKTE Çocukları avutup susturmada kullanılan şey. SÜKUB Yetişmek. SÜKUB (Sekub) Kendi kendine dökülen su. Suyun dökülmesi. SÜKUB (Sakb. C.) Delikler. SÜKUK (Bak: Sukuk) SÜKUL (SÂKİL) Evlâdı ölüp yalnız kalan kadın. SÜKÛN Durgunluk. Sâkin olmak. Hareketsizlik. * Dinmek, kesilmek. * Gr: Bir harfin (a,e,i,o) okunmayıp yalnız ses vermesi, harfin harekesiz olarak kendi sesi ile okunması. (Bak: Cezm) SÜKÛNET Vakarlılık, ciddiyet. * Durgunluk. Rahatlık. * Hareketsizlik. SÜKÛNETGÂH f. Dinlenme yeri. * Mc: Kabir, mezar. SÜKÛNETPERVER f. Dinlendirici, rahatlandırıcı. SÜKÛNETYÂB f. Durgunlaşan, sükûnet bulan, duran. SÜKÛN-İ DEM Soğukkanlılık. SÜKÛN-İ MU'TADÎ Her zamanki sessizlik. SÜKUREDYUN Yaban sarmısağı. SÜKÛT Susma. Konuşmama. SÜKÛTÎ Sessizlikte olan. Çok ses çıkarmayan. Az konuşan. SÜKÛT-İ İSTİFHAM İstifham sessizliği. SÜLAE Hurma yaprağının, başında olan dikeni. SÜLAH Necis, pis. SÜLAL İshal olmak. SÜLALE Soy, sop. Bir kimsenin soyu. SÜLALE Sıkınca parmakların arasından dışarı çıkan safi balçık. * Meni akıntısı. SÜLALE-İ TÂHİRE Temiz sülale olan Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) soyu. SÜLAM El arkası. SÜLAMA Parmak kemiği. * Küçük içi boş kemik. SÜLAS Akıl gitmek. * Delirmek. SÜLASA' Salı. SÜLASÎ Üçlü. Üçe mensub. * Gr: Harf-i aslîsi üç harf olan kelime. SÜLASÎ MEZİD Esası, kelime kökü üç harften ibaret olduğu halde, başka harfler ilâvesiyle, başka masdar teşkil edilmiş olur. Aslı üç harfli masdar demektir. SÜLASÎ MEZİDÜN FİH Gr: Zaid harf almış ve kökünde üç aslî harf bulunan kelime. SÜLASÎ MÜCERRED Gr: Üç harfli aslî kelime kökü. SÜLEHFAT (C.: Selâhıf) Kaplumbağa. SÜLEK Cemaat, topluluk. SÜLEK (C.: Sülekân) Keklik kuşunun erkeği. (Müe: Süleke) SÜLEYMAN (A.S.) Beni İsrail Peygamberlerindendir. Davud (A.S.) ın oğludur. Babasının vasiyyeti üzerine Beyt-ül Makdisi yedi senede inşa ettirdi. Kudüste büyük bir hükümet sarayı yaptırdı. Şark ve garb melikleri kendisine itaate geldiler. Kırk sene hem peygamberlik, hem padişahlık yaptı. Beni İsrailden Yahuda ve Bünyamin oğulları kendi hâkimiyeti altındaydılar. Diğer on kabile diğer İsrail Devletini teşkil ettiler. Yahuda Devleti Süleyman (A.S.) oğulları elinde ve merkezi Kudüs idi. (Bak: Belkıs, Davud)(Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervah-ı habiseyi teshir edip, şerlerini men' ve umûr-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler: $ ilâ âhir... $ ilâ âhir... âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra, zişuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlara temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup, ister istemez hizmet edebilirler ki Cenab-ı Hakk'ın evamirine musahhar olan bir abdine, onları musahhar etmiştir. Cenab-ı Hak mânen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: "Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrine musahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi, sana musahhar olabilirler."İşte beşerin, san'at ve fennin imtizacından süzülen, maddi ve manevi fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi şu âyet, en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tâyin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi; bazan kendine emvat nâmını veren cinlere ve şeytanlara ve ervâh-ı habiseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımat-ı Kur'aniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır. S.) SÜLEYMAN ÇELEBİ İlk mevlid yazan ve bunda en çok muvaffak olan ehl-i velâyet bir zât olup, hicri 780'de Bursa'da vefat etmiştir. "Vesilet-ün Necât", meşhur mevlid kitabının esas adıdır. SÜLFE Kişinin aceleyle hazırladığı yemek. SÜLLAF (Selef. C.) Selefler. Önce gelip geçmiş olanlar. SÜLLE Cemaat, topluluk, çok cemaat. * Çok para. SÜLLEM Merdiven, basamak. * Derece. * Tıb: Kulağın içindeki içiçe daireler şeklinde olan boşluğun adı. SÜLME Çatlak, gedik. SÜLT Hububattan buğdaya benzer bir tanenin adı. SÜLTA Uzun ok. SÜLTAH Düz kaypak taş. SÜLUC (Selc. C.) Karlar. SÜLUK (Silk. den) Belli bir gruba girme. Bir yolu takib etme. Bir tarikata bağlanma. Mânevi terakki mertebelerinde devam etme. SÜ'LUL Meme başı. * Vücutta meydana gelen siğil, sivilce. SÜLÜS Üçte bir. Üç parçadan biri. * Bir yazı çeşidi. SÜLÜSAN Üçte iki. Üç kısımdan iki kısım. SÜLÜSEYN Üç parçada iki parça, üç kısımda iki kısım. Üçte iki. SÜLÜSÎ Sülüsle, yani üçte birle ilgili. * Bir yazı sitili. SÜM f. Dört ayaklı hayvanların tırnağı. SÜM'A (Bak: Sum'a) SÜMAK Hâlis, sâfi. SÜMAME (C.: Sümâm) Bir zayıf ot. * Cem etmek, toplamak, biriktirmek. SÜMANAT (C.: Sümâni-Sümâniyât) Bıldırcın kuşu. SÜMENİYYE Puta tapanlardan bir fırka. SÜMKAT Kızıl, kırmızı, ahmer. SÜMM Kumaş. * Şey. * Atıf harflerinden bir harf. SÜMMAK Türkçede "tadım" denilen ekşi taneler. SÜMME Bir tutam ot. SÜMME Sonra, ba'dehu gibi mânalara gelen bir zarftır. Bazan istiâre olarak "vav" mânâsına da kullanılır. * Harf-i atıftır. Sonraki mânayı evvelkiyle bağlar veya tertib, mühlet iktizasını ifade eder. SÜMMEHA Yalan ve bâtıl nesne. * Yer ile gök arası. * Her tarafa dağılıp gitmek. SÜMMET-TEDARİK Sonradan, başka yerlerden tedarik edilmiş olan. Sonradan düşünülmüş, uydurulmuş. SÜMN Sekizde bir. SÜMNE Kadınların şişmanlamak için kullandıkları bir ilâç. SÜMPARE Zımpara. SÜMR Mal. SÜMRE(T) Esmerlik, karayağızlık. SÜMU Yücelik, yükseklik. SÜMUD Taganni eylemek. * Eğlenmek. * Kibirlenip somurtmak. * Kafa tutmak. * Sersem olmak. SÜMUH Atın yorulduğunu bilmeden yürümesi. SÜMUHAT El açıklığı, cömertlik. SÜMUK Yüce olmak, yükselmek. * Uzamak. SÜMUL Kaftanın eskimesi, elbisenin yıpranması. SÜMUM (Semm. C.) Zehirler, ağular. SÜMUT (Simt. C.) Taburlar, saflar. * Diziler, sıralar. SÜMUT (Semt. C.) Semtler, yönler. SÜMUT (Simât. C.) Sofralar, yemek masaları. * Sofraya veya masaya gelmiş yemekler. SÜMÜN Sekizde bir. SÜMÜR Gümüş. SÜMÜVV Yücelik. Yükseklik. SÜNAÎ İkili. * Gr: Aslî harfi iki harf olan kelime. SÜNAT (SİNÂT) (C.: Sünut Esnât) Sakalı olmyaan veya bir maktar çenesinde olup başka yerinde olmayan köse kimse. SÜNBADE f. Zımpara. SÜNBAZİH Zımpara. SÜNBE Suret. SÜNBÜK (C.: Senâbik) At, eşek gibi tek tırnaklı hayvanların tırnağı. SÜNBÜLÂT (Sünbül. C.) Sünbüller, başaklar. SÜNBÜLE Başak. SÜNDÜS Sırmadan kabartma deseni. Eski bir çeşit ipekli kumaş. Parlak renkli, çiçekli, işlemeli, nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaş. Altun veya gümüş tellerle işlemeli ve nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaşlardan biri. SÜNDÜSÎ Sündüsten yapılmış. SÜNDÜS-MİSAL f. Sündüsten yapılmış gibi. SÜNEN Sünnetler. * Ehl-i hadis ıstılahında: Ahkâm hadislerine Sünen tâbir edilir. (Bak: Kütüb-ü sitte, Sünnet) SÜNEN-İ EBU DÂVUD (Bak: Kütüb-ü sitte-i hadisiyye) SÜNEPE Miskin, mıymıntı. Üstü başı kirli, pis. SÜNNET Kanun, yol, âdet. * Siret-i hasene. * Ist: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sözü, emri, hal ve takriri. Müslümanların ittibâında ve dinlemesinde maddî ve manevî pek çok fazilet bulunan, tatbikinde mühim sevablar, terkinde mühim zararlar bulunan İslâmî emirler. Sünnet'e Farz-ı Nebevî de denir.( $ âyetinde i'cazlı bir icaz vardır. Çünkü: Çok cümleler, bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir. Şöyle ki: Şu âyet diyor ki: "Allah'a (C.C.) imanınız varsa, elbette Allah'ı seveceksiniz. Mâdem Allah'ı seversiniz, Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah'ın sevdiği zata benzemelisiniz. Ona benzemek ise, Ona ittiba etmektir. Ne vakit Ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allahı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin."İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir meâlidir. Demek oluyor ki: İnsan için en mühim âli maksat, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki; o matlab-ı âlânın yolu, Habibullah'a ittibadır ve Sünnet-i Seniyyesine iktidadır...L.)(Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) Sünnet-i Seniyyesinin menbaı üçtür: Akvali, ef'ali, ahvâlidir. Bu üç kısım dahi üç kısımdır: Ferâiz, nevâfil, âdât-ı hasenesidir. Farz ve vâcib kısmında ittibaa mecburiyet var; terkinde, azab ve ikab vardır. Herkes ona ittibaa mükelleftir. Nevafil kısmında, emr-i istihbabî ile yine ehl-i iman mükelleftir. Fakat, terkinde azab ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibaında azim sevablar var; ve tağyir ve tebdili, bid'a ve dalâlettir ve büyük hatâdır. Âdât-ı seniyyesi ve harekât-ı müstahsenesi ise, hikmeten, maslahaten, hayat-ı şahsiye ve nev'iyye ve içtimaiyye itibariyle onu taklid ve ittiba etmek, gayet müstahsendir. Çünkü: Herbir hareket-i âdiyesinde, çok menfaat-ı hayatiye bulunduğu gibi, mutâbaat etmekle o âdâb ve âdetler, ibadet hükmüne geçer. Evet mâdem dost ve düşmanın ittifakıyle Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) mehâsin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve mâdem bil-ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. Ve mâdem binler mu'cizâtın delâletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetin ve kemalâtının şehâdetiyle ve mübelliği ve tercüman olduğu Kur'ân-ı Hakimin hakaikının tasdikıyla, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir. Ve mâdem semere-i ittibaiyle milyonlar ehl-i kemâl, meratib-i kemalâtta terakki edip saâdet-i dâreyne vasıl olmuşlardır. Elbette o zâtın sünneti, harekâtı, iktida edilecek en güzel nümunelerdir ve tâkib edilecek en sağlam rehberlerdir. Ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki: Bu ittiba-ı sünnette hissesi ziyâde ola. Sünnete ittiba etmiyen, tembellik eder ise, hasâret-i azime; ehemmiyetsiz görür ise, cinâyet-i azime; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalâlet-i azimedir. L.) SÜNNET Göbekle kasık arası. * Atın bileğinin ardındaki uzunca kıllar. SÜNNET-İ GAYR-I MÜEKKEDE Peygamber'in (A.S.M.) ibadet maksadıyla ara-sıra yapmış olduğu ameldir. SÜNNET-İ MÜEKKEDE Peygamberin (A.S.M.) devam edip pek az terk buyurmuş olduğu sünnettir. SÜNNET-İ SENİYYE Hz. Peygamber'in (A.S.M.) sözlerine, emirlerine ve harekâtına dâir en yüksek ve kıymetli hâller, tavırlar, hareket düsturları.(...İşte O Zâtın şefaatı altına girip ve nurundan istifade etmenin ve zulümat-ı berzahiyeden kurtulmanın çaresi: Sünnet-i seniyyeye ittiba'dır. L.) SÜNNETULLAH İlâhî kanunlar. * Kanun, âdet. (Bak: Âdetullah) SÜNNÎ Sünnet ehlinden olan kimse. Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) izinden giden, bütün düsturlarını Şeriat-ı İslâmiyeden alan, Ehl-i Sünnet denen ve Fırka-i Nâciye ismiyle yâdedilen zümreden olan. SÜNUD Dayanmak, güvenmek, itimad. SÜNUH (Sinh. C.) Diş çukurları. Diş yuvaları. SÜNUH Sâbit olma. Sağlam ve emin olma. * İyice bilme. SÜNUH (C.: Sünuhat) Çok düşünmeden akla ve kalbe gelen mânâ. * Zuhur etmek. Vaki olmak. * Sözü kinâye ve târiz ile söylemek. * Kolay olmak. * Birini güçlüğe düşürmek. SÜNUH (SENÂHA) Fâsid ve mütegayyer olmak. Bozulmak ve değişmek. SÜNUHAT (Sünuh. C.) Kalbe gelen mânalar, doğuşlar. (Bak: Sâniha) SÜNUN (Sene. C.) Seneler, yıllar. SÜNUSÎ (Seyyid Muhammed bin Ali) (Hi: 1206 - 1276) Şâzelî (Şazilî) Tarikatının sonradan teşekkül eden kollarından birisinin kurucusudur. Cezayir'in büyük velilerindendir. Memleketinin bir çok yerlerini ve Mekke-i Mükerreme'yi ziyaret etmiş; Mısır'da, Bingazi'de tederrüsle iştigal etmiştir. Bingazi'de zaviye te'sis etmiş, ibâdette ve tedriste bir çok hizmetleri ile büyük çapta muvaffak olmuştur. Vefatından evvel bir mağarayı makarr ittihaz etmiş, dâr-ı bekaya irtihalinden sonra oğlu Muhammed Mehdi (Seyyid), halefi olmuştur. Muhammed Mehdi evlâd bırakmadığından kendisinden sonra meşihat seccâdesinde biraderzâdesi Seyyid Ahmed Es-sünusî bin Es-seyyid Ahmed-üş-Şerif bin Es-seyyid Muhammed Es-sünusî oturmuştur. Müşarünileyh Birinci Cihan Harbinin sonlarında Bingazi'den gelen Saltanat tebeddülünde son Osmanlı Padişahı VI. Mehmed Vahidüddin'in kılıç alayında yeni Padişaha kılınç kuşatmış olan son Sünusî şeyhidir. (R.A.) (Kamus-ul A'lâmdan) SÜNYA İstisnadan bir isim. SÜNYAN (C.: Süniyye) Ednâ, alçak, rezil, kepâze. SÜPARE (Bak: Sipare) SÜPÜRDE f. Ismarlanmış, sipariş olunmuş. * Bırakılmış, verilmiş. SÜ'R Arslanın bir kimseye hamle etmesi, saldırması. SÜRA Gece seyri. SÜR'A Evmek, acele etmek. SÜRADİK (Serâdik) Saray perdesi. Padişaha mahsus sarayın veya çadırın perdeleri. SÜRAG f. İz, işaret, eser. SÜRAKA (Ebu Süfyan Sürâka b. Mâlik) Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hz. Ebu Bekir ile beraber hicret için Mekke'den çıktıklarında, Kureyş Rüesasının mühim bir mal mukabilinde onları öldürmek için gönderdikleri cesur bir adam olup, Hz. Peygamber'in mu'cizesiyle atının ayakları kuma saplanmış ve bu üç def'a tekerrür etmiştir. O vakit anladı ki elinden bir şey gelmez. "El Aman!" diyerek, Resulüllâh'ın duasına mazhar olmuş ve Mekke'nin fethinde şeref-i İslâmla müşerref olmuştur. Hz. Osman'ın (R.A.) hilâfeti zamanında, Hicri 24. senesinde vefat etmiştir. SÜRAT Her nesnenin üstü ve ortası. SÜR'AT Çabukluk. Hız. SÜR'ATEN Sür'atle, hemen, derhal, çabuk. SÜR'AT-İ İNFİÂL Çok çabuk gücenen, çabuk darılan. SÜR'AT-İ İNTİKAL Çabuk anlayıp intikal etme. Kavrama çabukluğu. SÜR'AT-İ MÜMKİNE Mümkün olan çabukluk. SÜR'AT-İ SEYR Gidiş hızı. SÜRB f. Kurşun, kalay. Kurşun ve kalay karışımı. SÜRBE (C.: Süreb - Sürüb) Güruh, cemaat. * Yığın, küme. * Sürü. * Gidecek yer. SÜRCUCE Tabiat. * Tarikat. SÜRDAH (C.: Serâdih) Semiz etli dişi deve. * Ufak otlar yetişen yumuşak yer. SÜRDAK (C: Sürâdikat) Kapıya asılan perde ve çardak. * Çadır. Bezden olan ev. SÜRDE Ekmeği yağla ıslamak. SÜREHA' (Sarih. C.) Saf ırklar. SÜREYCÎ Bir demirci adı. (İyi kılıçları ona nisbet edip "süreycî" derler.) SÜREYYA Ülker (Pervin) yıldızı. Yedi (veya altı) yıldızlardır ki; ikişer ikişer karşılıklı dururlar ve Ayın geçtiği yerlere yakın görünürler. Gerdanlığa benzemesinden Felekiyâtta "Ikd-ı Süreyya" tabir edilir. SÜRFE f. Öksürük. SÜRH Kırmızı, kızıl, ahmer. * Kırmızı mürekkeb. SÜRH Seri nesne. SÜRHA Su yolu. SÜRH-ÂB f. Kırmızı su. * Mc: Kan veya şarap. SÜRHÎ Kırmızılık, kızıllık. SÜRHUB Uzun, tavil. SÜRİYYE (C.: Serâri) Cariye, odalık. SÜRM (C.: Esrem) Necisin çıktığı yer. SÜRM Ön dişlerin dökülmesi. SÜRMÜLE Tilkinin dişisi. * Sırtlanın dişisi. * Bir erkek ismi. SÜRPRİZ Fr. Beklenilmeyen bir anda meydana gelen ve şaşırtarak insanı sevindiren veya üzen hâdise. Umulmadık şey. SÜRR Yeni doğmuş çocuğun kesilmiş göbeği. SÜRRAK (Sârik. C.) Hırsızlar, sârikler. SÜRRE (C.: Sürer - Sürrât) Göbek. SÜRRÎ Göbekle alâkalı. Göbeğe ait. SÜRRİYYE Sahibi tarafından başka yerde oturtulan cariye. SÜRSUR Âlim ve akıllı kişi. SÜRTÜM Kap içinde kalan yemek artığı. SÜRUB Taşraya gitmek. SÜRUB (Serb. C.) İçyağları. * Çekiştirmeler, azarlamalar. SÜR'UB Gelincik adı verilen hayvan. SÜRUC (Serc. C.) Eyerler, at takımları. SÜRUD f. Terennüm. Şarkı, türkü. SÜRUD-İ HEZAR Bülbül nağmesi. SÜR'UF Yumuşak, hafif. SÜRUN Kalça başı. SÜRUR (Serir. C.) Tahtlar. Yatacak yerler. SÜRUR Sevinç. Neş'eli olmak. SÜRUŞ (C.: Süruşân) f. Melek. * Cebrâil (A.S.) SÜRÜ Tar: Devşirme suretiyle alınan Hristiyan çocuklarının yüzer, yüzellişer, ikiyüzer veya daha fazla kişilik kafileler halinde sevkedilmeleri. Sürü adı verilen bu kafileler, sürücülerle muhafızların nezareti altında hükümet merkezine sevkedilirlerdi. (O.T.D.S.) SÜRYANÎ Eski Suriye halkından. Sâmilerin Aramî kolundan ve garb kısmından olan ve bunların dininden olan. SÜRYE Gece seyri. * Ulaşmak, varmak. SÜST f. Gevşek, tembel, sölpük. SÜSTÎ f. Gevşeklik, uyuşukluk, tembellik. SÜTA' Nezle. SÜTAHÎ Oturak yeri büyük olan kişi. SÜTRE Perde. Örtü. Perdelenecek şey. * Namaz kılarken kıble cihetinde duvar ve sâir olmadığından, önden geçenlerin namaza zarar vermemeleri için, ön tarafa dikilen şey. (En az altmış cm. yükseklik) SÜTRE-İ BEYZÂ Beyaz perde. SÜTRE-İ HADRÂ Yeşil perde. SÜTU' Zâhir olmak, görünmek. * Yükselmek, yüksek olmak. SÜTUDE (C.: Sütudegân) f. Övülmüş, medhedilmiş. * Övülüp medhedilmeğe değer. SÜTUH f. Yorgun, bezgin. * Sıkıntılı, kederli. * Beceriksiz. SÜTUN f. Direk, amud, rükün. Silindir biçiminde destek. * Gazete veya kitap sahifelerinde yukarıdan aşağıya olan bölünmüş kısımlardan herbiri. Kolon. SÜTUR f. Binek ve yük hayvanı. SÜTUR (Bak: Sutur) SÜTUR (Sitr. C.) Örtüler. Perdeler. SÜTURBÂN f. Hayvana bakan. Seyis. SÜTURDÂN f. Ahır. SÜTUT Zulmet, karanlık. * İnsanlara zahmet verenler. SÜTÜRDE f. Tıraş edilmiş. Yontulmuş. SÜTÜRE f. Ustura. SÜTÜRG f. Büyük, iri, muazzam. SÜVA' Geceden bir parça. * Nuh Aleyhisselâm'ın kavminin taptıkları put. SÜVAF Fena, helâk, mahvolma. * Hayvanların ölümü. SÜVAR f. Ata binmiş. Binici. SÜVAR OLMAK Ata binmek. Yola çıkmak. SÜVARÎ Atlı asker, atlı. * Gemi kaptanı. SÜVBA' Gittikten sonra yine dönmek. SÜVER (Sure. C.) Sureler. SÜVEYDA Siyahlık. SÜVEYDA-ÜL KALB (Sevâd-ül kalb, Sevdâ-ül kalb) Kalbin ortasında varlığı kabul edilen siyah nokta. Kalbdeki gizli günah. Buna Habbet-ül kalb, Esved-ül kalb de denir. Kalbdeki basiret mahalli diye bilinir. Eskiden bir kısım muhakkikler, kalbin mezkur mahalline; Mahall-i ulum-u diniyye demişler. Ekseriyyetle mahall-i idrak ve basiret olarak kabul edilir. Bir kısım âlimler de "Kalbin dahili olan akıldan ibarettir" demişler. (Kamus)Kalbdeki bu mezkûr nokta: Kâfirler ve Allaha isyan edenler için şekavet ve günah, mü'minler için ise: Basiret ve idrak mahalli olarak bilinir. SÜVEYŞ Akdeniz'le Kızıl Deniz'i birbirine bağlayan büyük kanal. SÜVRE (C.: Sivere-Sire) Dişi sığır. SÜVÜM f. Üçüncü. SÜYU' Suyun akması. SÜYUF (Seyf. C.) Kılıçlar. SÜYUH (Seyh. C.) Akarsular, nehirler, ırmaklar. * Çizgili elbiseler. SÜYUL (Seyl. C.) Seller. SÜYUM Emin, mahfuz. SÜYUTÎ (Bak: Celaleddin-i Süyutî) Ş Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler ŞAAB Ayrılmak. * Yarmak. ŞAAR Ağaç, şecer. ŞA'AR Kıl büken. ŞAB (Bak: şap) ŞA'B Ayrılmak. Dağılmak. * Islah etmek, düzeltmek. * Helâk etmek. * Kırmak. ŞA'B (C.: şuub) Tâife, cemaat. Kabile. ŞA'BAN (Şâbân) Arabi ayların sekizincisi. Mübârek Şuhur-u selâsenin (Üç ayların) ikincisi. ŞABAŞ f. Alkış etme, alkışlama. Aferin deme. Bir hareketi güzel bulmaktan dolayı alkışlamak veya hediye vermek. ŞABAŞHÂN f. Beğenip alkışlayan. ŞABB Genç, delikanlı, yiğit. ŞABBE Genç kadın. ŞABB-I EMRED Bıyığı, sakalı henüz çıkmış delikanlı. ŞA'BEZE El çabukluğu. ŞAB-HANE f. Şap çıkarılan yer. ŞABİH Misil olan, nazir, benzeyen. ŞABUB (C.: Şeabib) Sağanak yağmur. ŞACİNE (C.: Şevâcin) Ağaçlı ve meşeli dere. ŞACİR Ayak altında ızdırap çekmek. ŞAD f. Sevinçli, ferahlı, memnun, mesrur, şen, bahtiyar. ŞADAB (Şâd-âb) f. Suya kanmış, sulu. Taze. ŞÂD-ÂBÎ f. Sulu olma, suya kanmışlık. Tazelik. ŞADABTER (şâd-âbter) f. Çok su verilmiş, fazla sulanmış. ŞADAN f. Sevinçli, bahtiyar. ŞAD-HAB f. Uykusu tatlı. ŞADIRVAN Etrafında bulunan bir çok musluklardan ve bir fıskiyeden su akan havuz tarzında kubbeli çeşme. Şadırvanlar daha ziyade cami avlularında halkın abdest almaları için yapılırdı. ŞADİ Mahkeme hademesi. Mübâşir. * İlimden, edebiyattan hissesi olan. * Nağme ile şiir okuyan. ŞADİ f. Sevinçlilik, memnunluk, mesruriyet, gönül ferahlığı. ŞADİHE Alından buruna varana kadar olan beyazlık. ŞADKÂM f. Çok sevinçli. ŞADMAN (Bak: şadüman) ŞADNAK f. Gönlü memnun, mesrur. ŞADÜMAN (şâd-mân) f. Mesruriyet, sevinçlilik. * Mesrur, bahtiyar. ŞAE Diledi, istedi, murad eyledi. ŞAFAK Tan zamanı. Güneş doğmağa yakın zaman veya güneş battıktan sonraki alaca karanlık. Gündüz. * Nahiye. Cânib. * Nasihat eden kimsenin "Nasihatım te'sir etsin, sözüm tutulsun" diye ıslah için gayret göstermesi. * Merhamet. * Harf. ŞAFAK-ÂLUD f. şafak gibi, şafak renginde. ŞAFAK-GÛN f. Şafak renkli, kızıl. ŞAFE Ayakta çıkan ve dağlamayınca gitmeyen çıban. ŞAFİ Hastaya şifa veren (Allah. C.C.). * Yeter görünen, kifayet eden. ŞAFİ' (Şefaat. den) Şefaat eden. Bir kimsenin suçunun bağışlanması için vasıtalık eden. ŞAFİÎ Şâfiî mezhebinden olan. (Bak: İmam-ı Şâfiî) ŞAFİN (ŞEFUN) Göz ucuyla bakan kişi. ŞAGB Ayıplamak. * Cidal, dövüş, niza. * Şerri tahrik etmek. ŞAGİL İşgal eden, tutan.* Meşgul eden, meşgul edici. * Meşgul olmayı gerektiren. * Bir mülkte oturan. ŞAGR Köpeğin bir ayağını kaldırıp bevletmesi. ŞAGRABİYYE (C.: Şegârib) Ayak bağlamak. ŞAGŞAGA Süngüyü vurduğu kimsede hareket ettirmek. ŞAGVA' (C.: Şuguv) Dişleri birbirine muhalif olup kimi fazla kimi eksik olan kadın. ŞAGZEBİYYE (C.: Şegâzib) Ayak bağlamak. ŞAH f. Pâdişah. İran veya Afgan hükümdarlarının nâmı. * Bir yere hâkim olan zât. Sâhip. * Asıl. * Atın ön ayaklarını yukarı kaldırarak durması. ŞAH f. Ağaç dalı. Budak. * Boynuz. Karın. * Su arkı. * Alın. * Kadeh. ŞAH Ayıp. ŞAHA f. Boyunduruk. ŞAHADET (Şehâdet) Şâhidlik. * Bir şeyin doğruluğuna inanmak. * Delâlet. Alâmet, işaret, iz. * Allah (C.C.) rızâsı yolunda hayatını fedâ etmek. Din için muharebeden şehitlik. (Bak: Şehid) ŞAHADET GETİRMEK Kelime-i Şehadet olan $ kelâmına inanıp söylemek. Bir Allah'tan başka ilâh olmadığına; Muhammed Aleyhissalâtü vesselâm'ın, Allah'ın Resulü olduğuna inanarak söylemek. ŞAHADETNAME f. Bir işin yapılmasına müsaade veren resmî izin kâğıdı. Vesika. Diploma. ŞAHAMET Semizlik, yağlılık, şişmanlık. ŞAHAN (şâh. C.) f. şahlar, pâdişahlar. ŞAHANE Şah gibi, şaha yakışır bir surette. ŞAHB Yaradan kan akmak. * Emzikten süt akmak. * Rengin değişmesi. ŞAHBAL (Şehbal) f. Kuş kanadının en uzun tüyü. ŞAHBAZ f. İri ve beyaz doğan kuşu. * Mc: Çevik ve becerikli. Yiğit, şanlı, kahraman. ŞAHBEYT Edb: Bir şiirin en güzel beyti. Gazelde matla'dan sonraki beyt. ŞAHDANE f. İri inci tanesi. * Kenevir tohumu. ŞAHDAR f. Dallı, budaklı ağaç. * Dallı boynuzlu hayvan. ŞAHENŞAH f. Pâdişahlar pâdişahı. Şâhlar şâhı. En büyük pâdişah. ŞAHESER f. Üstün ve büyük eser. Eserin şâhı. * Yüksek değerde olan. ŞAHET-İL VÜCUH Yüzleri, bahtları kara oldu, yüzleri kararsın... meâlinde. ŞAH-I MERDAN Mertlerin şahı meâlinde Hazret-i Ali Radiyallahü anh'ın bir nâmı. ŞAH-I RİSALET Risaletin Şahı. Hz. Muhammed (A.S.M.) ŞAHIS (C.: Eşhâs) Kişi, kimse. İnsanın cismanî hey'eti. * İnsanın uzaktan görülen karaltısı. ŞAHIS (şahs. dan) Ölçmek için dikilen ve işaret tutulan nişan. * Belirten. ŞAHIS ZAMİRİ İsim yerine kullanılan ve insanlara işaret eden kelimeler.Farsçada: $ (Men: ben), $ (Tu: sen), $ (U: o), $ (Mâ: biz), $ (Şümâ: siz), (İşân: onlar). Bunlar gayr-ı muttasıl (bitişik olmayan) zamirlerdir.Arapçada; gayr-ı muttasıl zamirler: $ (Ene: ben), $ (Ente-sen), $(Entümâ: ikiniz), $ (Hu: O), $ (Entüm: siz), (Entünne: siz) (Müennes), $ (Nahnu: biz), $ (Hüm: Onlar) (müzekker) $ (Hünne: Onlar) (müennes). ŞAHÎ f. şaha, hükümdara ait, şah ile ilgili. * Hükümdarlık, şahlık. * Eski topların bir çeşiti. * Nişastalı, yumurtalı bir helva. * Tar: Osmanlı Padişahlarından Yavuz Sultan Selim Han'ın bastığı altun para. (Bu ismin verilmesi, üzerinde "şah" kelimesinin yazılı bulunmasından dolayıdır.) ŞAHİC Eşek, hımar. ŞAHİD f. Sevgili, mahbube. * Güzel, dilber. ŞAHİD (C.: Şevâhid-Şühud) Veled yatağı denilen ve çocuk ile birlikte çıkan deri. ŞAHİD Şahitlik yapan. Bilen, tanıyan. Senet yerine geçecek kadar mâkul ve mu'teber sayılan. Gören. * Resul-ü Ekrem Efendimizin (A.S.M.) bir vasfı. * Melâike-i kiram. * Hazır. ŞAHİDE (Müe.) Kadın şâhid. * Mezar taşı. * Mezara dikine dikilen ve üzerinde yazı ve çiçek motifi bulunan baş ve ayak taşları. * f. Dilber, güzel. ŞÂHİD-İ ÂDİL Doğru sözlü şâhid. ŞÂHİD-İ EZELÎ Ezelden ebede her şey nazar-ı şuhudunda olan Cenab-ı Hak. ŞAHİD-ZOR f. Yalancı şâhit. ŞAHİH (C.: Şihah) Bahil kişi. ŞAHİK Yüce, büyük dağ. * Yüksek yapı veya ağaç. ŞAHİKA Dağ tepesi, zirve. ŞAHİM Semiz, yağlı, şişman, besili. ŞAHİN (C.: Şevâhin) Doğan'a benzer bir kuş ki, av avlamak için terbiye olunur. ŞAHİNE Öşür memuru. ŞAHİS Büyük cüsseli, iri yapılı kimse. ŞAHİT (C.: Şihât) İnce yufka olmuş nesne. ŞAHKÂR f. En güzel eser. Baş eser. şâheser. ŞAHM Bozulmak ve değişmek. Fâsid ve mütegayyer olmak. ŞAHM Etler arasında bulunan yağ, iç yağı. Don yağı. ŞAHMERDAN (Şâh-ı merdan) f. Mertlerin şahı, Hazret-i Ali (R.A.). * Aşağı yukarı çıkan büyük demir tokmak. ŞAHM-PARE f. İç yağın bir parçası. Bir kısım iç yağı. ŞAHN Doldurmak. * Sürüp reddetmek. ŞAHNA' Buğz, düşmanlık, adâvet. ŞAHNE İnzibat memuru, emniyet memuru. ŞAHNİŞİN f. Şahların oturmalarına lâyık yer. * Evin sokak üzerine olan çıkmaları. ŞAHR (ŞAHİR) Ağızını öttürmek. * Islık çalmak. * Sesi yükseltmek. ŞAHRAH f. Büyük ve işlek yol, cadde. Şaşırılması mümkün olmayan doğru ve işlek yol. ŞAHREG f. şah damar, büyük damar. ŞAHS (Bak: Şahıs) ŞAHS Acı çekmek. Iztırab çekmek. ŞAHSAR f. Dallı budaklı ağaçlar. Ağaçlık yer. Koruluk. ŞAHSEN Şahıs olarak, ferd olarak. Şahısça, kendi. * Yalnız uzaktan görerek. ŞAHS-I MANEVÎ Bir şahıs olmayıp kendisine bir şahıs gibi muamele yapılan şirket, cemaat, cemiyet gibi ortaklıklar. Belli bir kişi olmayıp bir cemaatten meydana gelen manevî şahıs. * Bir topluluğun taşıdığı manevî kuvvet ve meziyetler. ŞAHSÎ Şahsa mahsus, şahsa ait, dair. Kişi ile, şahıs ile alâkalı. ŞAHSİYET Bir kimsenin kendisine mahsus ahvâli. Şahıs olma. Karakter sâhibi ve makbul bir insan olma. ŞAHSİYYAT Kişinin şahsına, kendine ait sözler. * Birinin kendine ait münasebetsiz sözleri. ŞAHSÜVAR (C.: şâhsüvârân) f. Ata iyi binen. ŞAHŞAH Sözü doğru olan, yalan söylemeyen. * Gayretli, bahadır kimse. ŞAHŞAH Görevli, vazifeli. ŞAHŞAHA Kuşun hızla uçması. ŞAHT (ŞÜHUT) Iraklık, uzaklık, bu'd. ŞAHTEREC şahtere otu. ŞAHUR f. Ekmek fırını. ŞAHVAR (Şeh-vâr) f. Şâha, hükümdara yakışacak tarzda, şah gibi. * İri ve iyi cins inci. ŞAHVE Adım, hatve. ŞAHZ Keskinleştirmek. ŞAHZADE f. Şâh oğlu. Hükümdar veya pâdişah oğlu. Prens. ŞAİBE Leke, kir. * Süprüntü. Pislik. * Kusur. Noksan. Hata. Eksiklik. ŞAİK Dikenli. ŞAİK(A) Şevkli, hevesli, şevk verici. ŞAİKANE f. İsteklice ve şevkli olarak. ŞAİLE (C.: Şüvül-Şevâil) Sütü çekilmiş deve. ŞAİR Şiir yazan. Sözünü vezin ve kafiye ile tertib eden. ŞAİR (C.: Şairât) Arpa. * Kurban devesi. ŞAİRÂNE f. şairce. şaire benzer surette konuşmakla. Mevzuu şiir sayılabilecek kadar hoş, lâtif olan şey. ŞAİRE Bir tek arpa, arpa tanesi. * (C.: Şaâyir) Tıb: Arpacık. ŞAİRE (C.: Şâirât - Şevâir) Kadın şair. ŞAİRİYY Arpa satan kimse. ŞAKA Meşakkatli ve güç. * Musibet ânında yakasını ve yüzünü yırtan kadın. ŞAKA' (ŞIKA') Bedbahtlık. * Yaramazlık. ŞAKA' (ŞÜKU') Tulu etmek, doğmak. * Çıkmak, huruç etmek. * Dağıtıp perâkende etmek. ŞAKAVET (Bak: şekavet) ŞAKCE Henüz yeni renk almış olan hurma. ŞAKIZ Gözü değen kişi. * Gözüne uyku gelmeyen. * Daima güneş tarafına yönelen bir nevi büyük kertenkele. ŞAKİ Şikâyet eden. * Ağlayan. * Hiddetli ve şevketli. ŞAKİ Şekavette bulunan. ŞAKİ (Şekavet. den) Haydut. Yol kesen. Haylaz. * Her çeşit günahı işleyebilen. ŞAKİFE (C.: Şukuf) Su dökülmemiş saksı parçası. ŞÂKİ-İ SİLÂH Harp âletleri keskin ve hazır olan kimse. ŞAKİK İkiye bölünmüş bir şeyin yarısı. * Öz kardeş. ŞAKİKA (C.: Şakayık) Yarım baş ağrısı. * Ana - baba bir olan kız kardeş. Öz kız kardeş. * Çatlak, yarık. ŞAKİL Yanakla kulak arası. * Âdet. Hilkat. ŞAKİLE Yol. Tarik. Meslek. * Yaradılış. Tıynet. Seciye. Mizac. Bir kimsenin yaratılışının temel hususiyeti. ŞAKİR Allaha şükreden. Hâlinden memnuniyetini bildiren. (Bak: Şükr) ŞAKİRÂNE f. şükrederek. şükretmek suretiyle. ŞAKİRD f. Talebe, çırak. ŞAKİRDÂN şakirdler, talebeler. ŞAKİRÎ (Şakiriyye) Şakird, talebe, tilmiz. ŞAKİS Şerik, ortak. * Hisse, nasip. ŞAKK Silahlı kişi. * Şek ve şüphe eden. ŞAKK Yarık, çatlak. Yarılma, çatlama. * Yırtma. Kırma. ŞAKK (Meşakkat. den) Eziyetli, zahmet verici, güç. ŞAKK-I ASÂ f. Değneği kırmak. * Mc: İhtilâfa sebeb olmak, topluluktan ayrılmak. ŞAKK-I KAMER Ayın iki parça olması mu'cizesi. (Kur'ân-ı Kerimin nass-ı kat'isi ile de sâbit olan ve mütevâtir olarak da bilinen Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın parmağının işâreti ile ayın iki parçaya ayrıldığı hadisesi ki, büyük mu'cizelerindendir.) ŞAKK-I ŞEFE Dudağını açıp konuşmak. ŞAKLABAN Şen şatır, hoppa. Avutucu, aldatıcı. Güldürücü, soytarı. ŞAKN Eksilmek, noksanlaşmak. ŞAKŞAKA Doğan kuşunun veya serçenin ötmesi. ŞAKUL (Çekül) Geo: Bir yerin umumi hattını tâyin için kullanılan âlete denir. Bir ağır cismi ip ile yüksekten sarkıtmakla bir duvarın ne derece yatık, eğri veya doğru olduğu anlaşılması gibi. ŞAKULÎ Şâkule bağlı, onunla alâkalı, onunla nisbeti olan şey. Geo: Düşey. ŞA'LA' Uzun, tavil. ŞA'LA' Kuyruğu beyaz olan davar. ŞAM (şâme. C.) Vücutta olan benler. ŞAM Akşam. Akşam yemeği. "Şe'm, şâm" Arapçada "sol" mânâsına gelir. "Yemen" sağ demek olduğundan Hicaz'a nisbetle sol taraftaki memleketlere Şam, sağ tarafdaki beldeye de Yemen ismi verilmiştir. * Suriye ve Lübnan memleketlerine de Şam denilmiştir. * Arabların Dımışk dedikleri şehrin adı. * Nuh'un (A.S.) oğullarından "Şam"ın nesli tarafından bu memleket mâmur edildiği için Şam denildiğini söyleyenler de vardır. (Kamus) ŞAM U SEHER Akşam sabah. ŞAMAR t. Tokat. Belâ, musibet. ŞAMAT (şâme. C.) Vücuttaki benler. ŞAME f. Kadın baş örtüsü. * Arapçada: Vücuddaki ben. ŞÂME-GEŞ f. Başına örtü alan. ŞAMGÂH f. Akşam vakti. ŞAMÎ Şam şehrinden olan, Şamlı. * Şam şehri ile alâkalı. ŞAMİH(A) Ali şey, yüksek. * Mağrur, başını kaldırmış. Mütekebbir. * Tıb: Vücuddaki beyin ve kemik gibi yerlerdeki çıkıntılı, tümsek yerler. ŞAMİL(E) Çevreleyen, içine alan, ihtivâ eden, kaplayan. * Çok şeye birden örtü ve zarf olan. * Fazla şeyleri veya kimseleri ilgilendiren. ŞAMM(E) (şemm. den) Koklayan, koku alan. * Koklama duygusu. Burun. ŞAN (C.: Şuun) Büyük sevap. * Şeref. * Irz, namus. * Nam, şöhret, şan, ün. * Mahiyet. * Gösteriş, çalım. * Tabiat, huy, âdet. * Hal, keyfiyet. ŞANE f. Tarak. ŞANESÂZ f. Tarak yapan, tarakçı. ŞANEZEDE f. Tarakla saçları taranmış. ŞANEZEN (C.: Şanezenân) f. Baş tarayan. * Mc: Güçlükleri çözen. Zorlukları yenen. ŞANİ' Adavet etmek, kin tutmak mânasına "şeneân" dan ism-i fâil olup, buğz eden, kin tutan demektir. Esas murad ise; buğz edip geçmiş olan değil, buğzunda devam ve ısrar eden demektir. ŞANTAJ Fr. Bir kimsenin suçunu veya yüz karasını meydana çıkarmak tehdidiyle menfaat sağlamaya çalışma. ŞANTİYE Fr. Bir inşaat yerinde inşaat ve malzeme için hazırlanan yer. * Gemi tezgâhı. ŞAP (Şep) Kim: Antiseptik bir cisim olup alüminyum ve potasyum sulfatından mürekkep, tadı buruk ve suda tuz gibi erir bir cisim. * Hayvanların ağız ve ayaklarında görülen ateşli, salgın bir hastalık ismi. ŞAPE f. Çığ. Yuvarlandıkça büyüyen kar topu. ŞAR f. şehir, belde. ŞA'R (C.: Şüur-Eşâr) Kıl. Saç. * Ateş yakmak. * Cenk koparmak, kavga çıkarmak. ŞA'RA (C.: Şüâr) Çok miktar ağaç. * Bir nevi zerdali. * Kuyruğunda dikeni olan bir cins sinek. ŞARAB İçilecek şey. İçki. * Mey. Bâde. Hamr. İçilmesi haram olan bir içki. (Bak: Mubikat-ı seb'a) ŞARAB-I TAHUR Temiz ve helâl olan Cennet şarabı. Cennete mahsus şurub. ŞA'RANÎ (Hi: 899-973) Dört hak mezhebin birleşen ve ayrılan tarafları hakkında mu'teber eserleri olan meşhur bir fakihtir. Mizan-ı Şaranî ismiyle bilinen eseri meşhurdur. ŞARAPNEL Fr. Ask: Bir çeşit top mermisi. * Top mermisinden dağılan herbir parça. ŞARE Libas, elbise. * Heyet. ŞARIK Çıkan, tulu' eden. * Parlayan. ŞARIKA (C.: Şevârık) Aydınlık, nur, ziya, ışık. ŞARİ' Şeriatı meydana koyan, teşri eden. Allah (C.C.). * Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. * Şüru' eden, başlayan. ŞARİB (Şürb. den) İçen. Şürbeden. * (C.: Şevarib) Bıyık. ŞARİBE Su kenarında olan tâife. ŞARİB-ÜL LEBEN Süt içen. ŞARİB-ÜL LEYLİ VE-N NEHAR Gece gündüz içki içen. Devamlı sarhoş. ŞARİD Tutunup beğenilmiş ve yayılmış şiirler. * Şiir tarzındaki ata sözleri. ŞARİF (C.: Şürüf) Yaşlı deve. ŞARİH (C.: Şurah) Yiğit, kahraman. ŞARİH Şerheden, açıklayan. Bir şeyin mânasını izhâr eden. ŞARİK (C.: Şevârık) Güneş. * Parlak cisim. ŞARİM Ucu yarılmış ok. ŞA'RİYYE Çorbalık makarna, şehriye. ŞA'RİYYET Fiz: Kılcallık. ŞARK Doğu. Güneşin doğduğu taraf. * Güneş ve güneşin aydınlığı. * Yarmak. * Parıldamak. * Avrupa kültürünün dışında kalan müslüman ülkeleri. ŞARK MUSİKİSİ (Bak: Musikî) ŞARK-I CENUBÎ Güneydoğu. ŞARK-I ŞİMALÎ Kuzeydoğu. ŞARKÎ Şark ile alâkalı. Ciheti şarka, doğuya doğru olan. ŞARKİYAT Şark dilleri veya ilimleri hakkında inceleme yapan ilim şubesi. ŞARKİYYUN Doğulular, şarklılar. ŞARLATAN Fr. Yalancı. Yüksekten atarak karşısındakini aldatan. Hayasız. ŞART Bir kısım muamelelerde lüzumlu olan hüküm. Bir şeyin olması ona bağlı olan şey. * Kayıt. Bir iş için mutlaka lüzumlu olan husus. * Yemin. * Hal, vaziyet. * Gr: Biri diğerine bağlı olan iki cümle hakkında delâlet edilen; yâni mütevakkıf aleyhe delâlet eden diğer cümleye cezâ denir. Meselâ: "Haber verirsen, ben de gelirim" cümlesinde "Haber verirsen" cümlesi şart, "ben de gelirim" cümlesi ise cezâdır. Bunlara "cezâ cümlesi, şart cümlesi" de denir. Başka tabirle "cümle-i şartiye" ve "cümle-i cezâiye" denir. ŞART EDATLARI (Huruf-u şartiye) Bunlara "Şart isimleri" de denir. Arapçada şart mânâsını ifade eden edatlar: İn, Men, Ma, Mehmâ, Eyyü, Metâ, Eynemâ, Eyyâne, Ennâ, Haysümâ, Keyfemâ. $Bu edatlar iki fiili (şart ve ceza fiillerini) cezmederler. Şart mânâsını ifade eden edatlardan sonra gelen ilk fiil, şart; ikincisi de, cevab veya ceza adını alır. İkinci fiilin meydana gelebilmesi, birinci hükmün meydana gelmesine bağlıdır. ŞART VE CEZA FİİLİNDEN TEREKÜB ETMİŞ CÜMLEYE ŞART VE CEZA CÜMLESİ DENİR. MESELÂ: (MEN YATLUB YECİD Kim isterse bulur) cümlesinde olduğu gibi. ŞARTİYE Şart ile olan. Şartlı. (Bak: Şart) ŞARTİYYET Şartlılık. Şarta bağlı olmaklık. ŞARTNAME f. Bir sözleşmede olan şartların yazıldığı resmi kâğıt. ŞARUF Süpürge. ŞARYO Fr. Araba. Yazı makinelerinde, daktilolarda kâğıdın takıldığı kısım. ŞASIYE (C.: şevâss-şasâyât) Dolu sokak. ŞASİF Kuru ve zayıf. ŞASR Seyrek seyrek dikmek. ŞASS (C.: Şüsus) Balık avlamada kullanılan olta ve ağ. ŞAST f. Okçuların baş parmaklarına taktıkları yüksük. * Balık oltası. ŞAST f. Altmış. (60) ŞA'ŞA' Yıldıramak, parıldamak. * Uzun ve yeynicek olmak. ŞA'ŞAA Parlama. Zahirî parlak görünüş. * Bir şeyi birbirine katıp karıştırmak. ŞA'ŞAADAR f. Gösterişli, şa'şaalı, parlak. ŞA'ŞAAPAŞ Parlaklık neşreden, şa'şaa saçan. ŞAT (C.: Şiyâh-Şiyât) Koyun. * Vahşi sığır. ŞAT (C.: şutut) Büyük nehir. ŞAT' Yerden yeni çıkan taze ekin yaprağı. Ekinlerin taze çıkan filizleri, yaprağı. * Su arkı. * Cima etmek. * Bağlayıp sağlamlaştırmak. ŞATAHAT Mânevi sarhoşluk. * Kendinden geçer bir hâle gelmek ve böyle istiğrak hâlinde iken söylenen müvazenesiz sözler. ŞATATA Haktan ve akıldan uzak, hadden aşan söz. ŞATBE (C.: Şütab-Şütub) Hurma ağacının budağı. * Yaş ekin yaprağı. * Yarmak. * Kesmek. * Uzun boylu kadın. ŞATHİYYAT Alaylı ve eğlenceli fıkra veya hikâyeler. ŞATIR (Şetaret. den) Neş'eli. Şen. * Çevik. Hizmete koşup, her işe hazır bulunan. * Vaktiyle vezirlerin yanında giden asker. ŞATİ' (C.: Şevâti) Kenar, kıyı. Cânip, taraf, yön. ŞATİB Eğri, eğik, mâil. ŞATİBE Uzun boylu. ŞATİM (Şetm. den) Küfreden, söğüp sayan. ŞATİR Irak, uzak, baid. * Garip, yalnız, kimsesiz. ŞATR Taraf, cihet, yön. ŞATRENC Satranç oyunu. ŞATT Irmak kenarı. ŞA'VA' Perâkende, dağınık. * Dağıtmak. ŞAVK Işık, parıltı. * Şevk. ŞAVT (C.: Eşvât) Atın yelmesi ve sıçraması. * Bir tur. * İşin bir kısmı. * Sesin gidebileceği mesafe. ŞAYAN f. Münasib, lâyık, yaraşır. ŞAYAN-I HAYRET Şaşmağa değer. Hayret edip şaşılacak şey. ŞAYAN-I İHTİCAC Delil ve isbatın makbuliyeti. ŞAYAN-I İSTİMA' Dinlenilmesi iyi ve münasib olan, dinlenmeğe lâyık. ŞAYAN-I SENAÂ Sena edip övmeğe lâyık olan. ŞAYAN-I TEMAŞA f. Görülmeğe değer olan. ŞAYANTER f. Daha lâyık, çok lâyık. Elyak. ŞAYESTE f. Şayan, uygun, yaraşır, lâyık. * Nümune. ŞAYESTEGÎ f. Uygunluk, liyâkat. ŞAYET f. ("Lâyık, yaraşır, şâyân" mânâsına gelen "Şâyesten" mastarından) Şart veya ihtimal gösterir: "Eğer, belki, olur ki" gibi. ŞAYGAN f. Uygun, lâyık, münâsib, sezâ. * Bol, çok, mebzul. ŞAYGANÎ f. Çokluk, bolluk, mebzuliyet. * Münasiblik, lâyıklık, uygunluk. ŞAYIK Nefsi bir şeye yönelen. ŞAYİ' (Şüyu'. dan) Duyulmuş, işitilmiş, şüyu' bulmuş, herkesçe bilinmiş. * Ortaklar arasında taksim olunmamış müşterek hisse. ŞAYİA (Şuyu'. dan) Yayılmış haber, mütevatir. Söylenti. ŞAYİB(E) (C.: Şevâyib) Ayıp. Noksan. * Pis, murdar. * Saçı ve sakalı beyazlamış olan kimse. ŞAYİFE Dişleri fazla olan kimse. (Müe: şefvâ) ŞAYK Dağ, cebel. ŞAZ (Bak: şazz) ŞAZELÎ (Ebu Hasan Şazelî) Nureddin Ebu Hasan-ı Şazelî de denildiği gibi Ali bin Abdullah diye de anılmaktadır. Tunus'lu olup Şazeliye Tarikatı kurucusu olarak bilinir. Tasavvufî, ilmî bir çok eseri vardır. Tarikatının tekke ve zaviyesi yoktur. Hicri 654 yılında Mekke-i Mükerreme'ye giderken sahrada dâr-ı bekaya hicret etmiştir. (R. Aleyh) ŞAZİB (C.: Şüzeb) Zayıf, ince belli davar. * Katı yer, sert arazi. ŞAZİB Vatanından başka bir tarafa giden kimse. ŞAZİYYE (C.: Şezâyâ) Kavis, yay. * Ağaç kıymığı gibi, bir şeyden kopmuş parça. * Kırılan kemikten meydana gelen parçalar. * İncik kemiği. ŞAZZ (Şâzze) Kaide hârici olan. Umumi nizamdan ayrılmış olan, müstesna bulunan. ŞEA' Dağılıp parçalanmak. ŞEABİB (Şü'bub. C.) (Bak: Şü'bub) ŞEAF Hırs. * Mübâlağa. * Kalbin aşktan yanması. ŞEAFE (C.: Şüuf-Şiâf-Şeafât) Dağ başı. * Her nesnenin âlâsı ve üstü. ŞEAİR (Şiâr. C.) Âdetler, İslâm işaretleri. İslâmlara ait kaideler. Allah'ı anmak, hamdetmek, ezan okumak, İslâmî kıyafet gibi. Bunlara Şeair-i İslâmiye denir. Bütün müslümanlarla alâkalı mes'eleler ve alâmetler, umumun hissedar olduğu işlerdir.(Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimmi, İslâmiyyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeair, âdeta hukuk-u umumiye nev'inden cemiyete âit bir ubudiyettir. Birisinin yapmasiyle o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemâat mes'ul olur. L.)(Nasıl "Hukuk-u Şahsiye" ve bir nevi "Hukukullah" sayılan "Hukuk-u Umumiye" nâmiyle iki nevi hukuk var. Öyle de: Mesâil-i şer'iyede bir kısım mesâil, eşhâsa taalluk eder; bir kısım, umuma, umumiyet itibariyle taalluk eder ki; onlara "Şeair-i İslâmiye" tabir edilir. Bu şeairin umuma taalluku cihetiyle umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa; onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeairin en cüz'îsi (sünnet kabilinden bir mes'elesi) en büyük bir mes'ele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma taalluk ettiği gibi, Asr-ı Saâdetten şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslam'ın bağlandığı o nurani zincirleri koparmaya, tahrip ve tahrif etmeğe çalışanlar ve yardım edenler düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hatâya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa, titresinler!.. M.) ŞEAL Davar kuyruğunun beyazlığı. ŞEAMAT (Şeâmet. C.) Uğursuzluklar, şeâmetler. ŞEAMET Uğursuzluk, kötülük, bedbahtlık. ŞEANLA' Uzun, tavil. ŞEARİR Davar yanırına üşüşen sinek ve üvez. * Her yöne dağılmak. ŞEAS Toz. * Tozlu olmak. * Yayılmak, münteşir olmak. * Dirilmek. ŞEAYİR (Şâire. C.) Hac için hazırlanan nişanlı kurbanlar. Şâireler. Safâ. Merve, Mina ve Arafat gibi, menâsik-i haccın edâ edilecek yerleri ve dinin alâmetleri. Menâsik ve âyin rüsumu. ŞEB f. Gece, karanlık. ŞEBAAT Dolgunluk, tokluk. ŞEBAB (Şebibe) Gençlik. * Yiğit, civan. * Gençler. ŞEBABANE f. Genç ve yiğit olarak. Genç gibi, yiğitçesine. ŞEBABİYET Gençlik, tazelik. Yiğitlik. Civanlık. ŞEBAH (C.: Eşbâh) Cüsse, cisim, ceset. Şahıs. Karaltı. ŞEBAHET Benzeme, benzeyiş. ŞEBAK Şehvet galip olup cimaa çok hırslı olmak. * Koyu karanlık. ŞEBAKET Kafes veya ağ gibi örülme. ŞEBAM Anasını emmesin diye kuzu ve oğlak ağzına takılan ağaç ağızlık. * Araptan bir kabile. ŞEBAMAN Paça bağı. ŞEBAN (şeb. C.) f. Geceler. ŞEB'AN Karnı doymuş, tok. * Emin. ŞEBANE f. Geceye ait. Gece ile alâkalı. Gece vakti olan. Gecelik. ŞEBANGAH f. Gece vakti, geceleyin. * Gecelenecek yer. ŞEBANRUZ f. 24 saatlik zaman. "Gece gündüz". ŞEBAT (C.: şebâ-şebevât) Tezlik, çabukluk. * Cihet, yön, taraf. ŞEBB Meşhur taş. * Ateş yakmak. * Cenk koparmak, kavga çıkarmak. ŞEBBAKE (C.: şebâbik) Birbirine girmiş nesne. ŞEBBE Genç kadın. ŞEBE Bakırla çinko madeninden yapılan pirinç. * Benzeme, müşabehet. ŞEBEB Üç yaşına girip dişleri tamamlanmış olan sığır. ŞEBEC Ovanın ve sahranın bir miktarı. ŞEBEFRUZ (Şeb-efruz) f. Gece vakti ışık veren. Geceyi aydınlatan. ŞEBEH (C.: Eşbâh) Karaltı. * Şahıs. * Ceset. ŞEBEH (Şibih) Benzer, nazir, benzeyen şey. * Bakır ile çinkodan karıştırılıp yapılan pirinç madeni. ŞEBEKE (ŞEBİKE) Balık ağı. * Kötü niyetle çalışan gizli topluluk. * Kafes şeklinde olan yer. * Hüviyet sureti. * Ağ gibi yapılmış ve gerilmiş hat ve yolların tamamı. * Ağ şeklinde olan nesiçler, dokular. ŞEBEM Soğukluk. ŞEBENGİZ (Şeb-engiz) f. Yarasa kuşu. ŞEBET (Bak: şâbet) ŞEBGERD (şeb-gerd) f. Gece dolaşan kol. Bekçi. * Ay, kamer. ŞEBGİR (Şeb-gir) f. Geceleyin uyumayan. * Sabah vakti. * Gece giden kervan. ŞEBGUN f. "Gece renkli" Kara, siyah. ŞEBH Süt sağarken çıkan ses. ŞEBH Çekmek. * Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. ŞEBHAN f. Geceleyin öten bir cins bülbül. ŞEBHAN Uzun, tavil. ŞEBHİZ (C.: Şebhizân) f. Geceleri uyanıp kalkarak iş gören. ŞEBHUN (Şeb-hun) f. Gece baskını. ŞEB-İ ARUS Düğün gecesi. * Mc: Mevlana'nın vefat ettiği gece. ŞEB-İ FİRKAT f. Ayrılık gecesi, firkat karanlığı. ŞEB-İ HİCRAN Ayrılıkla geçirilen gece. Hicran gecesi. ŞEB-İ YELDA f. En uzun gece. ŞEBİB Bıçak üstüne sürçmek. ŞEBİBE Gençlik. Yiğitlik. ŞEBİH (Şibh. den) Benzer, benzeyen, mümasil, nazir. ŞEBİHUN f. Gece baskını. Şebhun. ŞEBİKE f. Kötü niyetle çalışan gizli topluluk. * Balık ağı. * Batı taraflarında Arapların kullandıkları hasırdan örülmüş bir cins başlık. (Bak: Şebeke) ŞEBİSTAN f. Yatak odası. * Harem dairesi. * Gece ibadetine mahsus oda. ŞEBİT Bahadır, kahraman, yiğit. ŞEBK Karıştırmak. ŞEBNEM f. Çiğ. Rutubet. Gece nemi. Neda. ŞEBPERE f. Yarasa. ŞEBPEREST (Şeb-perest) f. Geceye ve rü'yaya ve uykuya fazla kıymet veren. ŞEBR Karışlamak. * Hediye vermek, atâ etmek. * Ücret. * Kira. ŞEBRENG f. "Gece renginde olan" Siyah, kara. ŞEBREV (Şeb-rev) f. Gece giden. Karanlıkta yürüyen. Gece yolculuğu eden. ŞEBTAB (Şeb-tâb) f. Ateş böceği. ŞEBUR Boru. ŞEBZİNDEDAR (Şeb-zindedâr) f. Geceleri çalışan, gece vakti işle meşgul olan. * Gece bekçisi. * Geceleri uyumayıp ibadet eden. ŞECAAT Yiğitlik, cesurluk. Korkulu anda kalb kuvveti ile cesaretini muhafaza etme. Kuvve-i gadabiyenin vasat mertebesidir. (Şecaatli bir kimse hak için canını fedâ eder. Vazifesi olmayan işe karışmaz. İ.İ.) ŞECB Helak etmek, mahvetmek. * Kederlenmek, tasalı olmak. ŞECC Baş yarma ve yarılma. * Geminin, denizi yararak yol alması. ŞECCAT (şecce. C.) Yüzde ve başta meydana gelen yaralar. ŞECCE Başa ve yüze vurarak meydana getirilen yara. ŞECEA Küt ve kötürüm kimseler. ŞECEB Hüzün ve gussalı olma. ŞECEN (C.: Eşcân-şücun) Dal, budak, kol. * Hâcet, ihtiyaç. * Keder, hüzün. ŞECER(E) Ağaç. Kütük. * Sülâle. Bir soyun bütün fertlerini gösterir cetvel. ŞECERÂT (şecere. C.) şecereler. ŞECERE-İ MAKLU' Sökülmüş ağaç. ŞECERE-İ TUBAÂ Cennet'teki saadet ağacı, dalları aşağıda ve kökü yukarıda olan Tuba ağacı. ŞECERE-İ YAKTÎN Yaktîn ağacı. Kabak kökeni. ŞECERE-İ ZAKKUM (Bak: Zakkum) ŞECERİSTAN f. Orman, ağaçlık yer, koruluk. ŞECİ' Kahraman. Yiğit. Şecaatli. ŞECİB Helâk olan, mahvolan. ŞECİR Küçük ve kısa ağaç. ŞECN (C.: Şücun) Dere içinde ağaçlar arasında olan yol. ŞECR İki çenenin arası. * Harcamak, sarfetmek. * Tarh etmek, kovmak. ŞECRA' Meşelik. ŞECV Gam, gussa. Keder. * Tezyin-i savt. Yâni sesi güzelleştirmek. ŞECZE Zayıf yağan yağmur. ŞEDAİD (Şedâyid) Afât. Meşakkatli haller. Şiddetli musibetler. ŞEDAK Ağızın her iki yanının geniş olması. ŞEDAKA Çok konuşan kadın. ŞEDAR Sözü şiir ile kesme. * Hayvan bağlanan yer. ŞEDD Sıkı bağlama, sıkı bağlanma, sıkma. * Tasvir. ŞEDDAD Kâfir. * Çok eskiden Yemen'de Âd Kavminin hükümdarı Allah'a isyan ederek Cennet'e benzetmek iddiasiyle İrem bağını yaptırmış, bu bağdaki köşke girmeden kavmi ile yani taraftarlariyle birlikte gazaba uğramış, çarpılmış, yerin dibine geçmiştir. (Bak: Enaniyet) ŞEDDADANE f. şeddad gibi, ona benzer surette, zâlimce. ŞEDDADÎ Çok büyük ve sağlam yapı. ŞEDDE Birinci hamle. ŞEDDE Kur'an-ı Kerim okurken tek sessiz harfin iki defa okunmasına yarayan işaret. ( $ ) * Seğirtmek. Yürümekle şiddet göstermek. Bir şeyi kuvvetlendirmek, sağlamlaştırmak. ŞEDD-İ NİTAK-I HİMMET Himmet kuşağını kuşanma. İşe ciddi, gayretle sarılma. ŞEDD-İ RİHAL Hayvana semer vurma. Yolculuk için hayvanın semerini bağlama. * Yolculuğa çıkma. ŞEDE Çok hırslı olmak. ŞEDEF (C.: Şüduf) Her nesnenin şahsı. ŞEDH Baş yarmak. * Kırmak. * Atın yüzünde beyazlığın çok olması. ŞEDH Tembel olmak. ŞEDİD(E) Sert, sıkı, şiddetli. * Musibet, belâ. * Tecvidde: Rahve harflerinin zıddı olan, sükûn ile harf söylendiğinde sesin akmaması hali. ŞEDİDE-İ MECHURE Elif, cim, dal, tı, ba harfleridir. Bunların zıddı: Rehavet (rahvet) ile Beyniye sıfatıdır. ŞEDİDE-İ MEHMUSE Kaf ve tâ harfleri. ŞEDİD-ÜL MİHAL Şiddetli kuvvet. Ağır ve şiddetli azab. ŞEDİD-ÜŞ ŞEKİME Şedid-ün nefs; yani başkasına boyun eğmekten çekinen ve kibirlenen. ŞEDKAM Geniş, vâsi. ŞEDV Irlamak; teganni ve terennüm. ŞEF' Çift. * Kurban bayramı günü. * Namazların her iki rek'atı demektir. Dört rek'atlı bir namazın evvelki iki rek'atında Şef'-i evvel, diğer iki rek'atına da Şef'-i Sâni denilir. Üç rek'atlı namazın üçüncü rek'atı da Şef'i sâni'dendir. ŞEFA Kenar, taraf, uç. ŞEFAAT Şefaat etmek. Af için vesile olmak. * Fık: Âhiret günü bir kısım günahkâr mü'minlerin affedilmeleri ve itaatli mü'minlerin de yüksek mertebelere ermeleri için Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ve sâir büyük zâtların Allah Teâlâ'dan (C.C.) niyaz ve istirhamda bulunmalarıdır. ŞEFAAT-I UZMÂ (Bak: Makam-ı Mahmud) ŞEFACEREF (Şefâcürf) Yar üstü. Uçurum kenarı. ŞEFAFET Şeffaflık, saydamlık, şeffaf olma. ŞEFAK Korku, havf. ŞEFAKAT Şefkat, acı(Zeker) şefkatle sevmek. Karşılık istemeden merhamet edip acımak, sevmek. ŞEFAKAT-I ÜBÜVVET Babalık şefkati. ŞEFAN Yağmurlu soğuk rüzgâr. ŞEFARİC Bir cins helva. ŞEFAŞİF Çok susamak. ŞEFE f. Dudak. * Kenar. ŞEFEKA Esirgemek, korumak. ŞEFELLEC Burun delikleri büyük, dudakları yumru kalın ve sarkık olan adam. * Ferci vasi avret. ŞEFETAN İki dudak. ŞEFETEYN İki dudak. ŞEFEVAT (şefe. C.) Dudaklar. * Kenarlar. ŞEFEVÎ (Şefeviye) Dudağa ait. Dudakla alâkalı. ŞEFF Yünden yapılan çok ince elbise. ŞEFFAF Işığa mâni olmayan, ışık geçiren parlak cisim. Saydam. ŞEFİ' Şefaatçı. Suçların affı için yardım eden. ŞEFİF Soğuktan incinmek. * Soğuk. ŞEFİK(A) Şefkatli, esirgeyen. Rikkat sahibi. Merhametli. ŞEFİKANE f. Merhametlice, acı(Zeker). Acımak suretiyle. şefkat ederek. ŞEFİ'-ÜL MÜZNİBÎN Günahkârların şefaatçısı Hazret-i Muhammed. (A.S.M.) ŞEFİ'-ÜL ÜMEM Ümmetlerin şefaatçısı Hz. Muhammed (A.S.M.) ŞEFKAT Başkasının kederiyle alâkalanmak, acı(Zeker) sevmek. Yardıma, sevgiye muhtaç olanlara karşılıksız olarak merhamet ve sevgiyle yardıma koşmak. Karşılıksız, sâfi, ivazsız sevgi beslemek.(Şefkat pek geniştir. Bir zat, şefkat ettiği evlâdı münâsebetiyle bütün yavrulara, hattâ ziruhlara şefkatini ihâta eder ve Rahim isminin ihâtasına bir nevi âyinedarlık gösterir. Halbuki aşk, mahbubuna hasr-ı nazar edip, herşey'i mahbubuna feda eder; yahut mahbubunu i'lâ ve sena etmek için, başkalarını tenzil ve mânen zemmeder ve hürmetlerini kırar. Meselâ biri demiş: "Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor, görmemek için bulut perdesini başına çekiyor. " Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz ism-i âzamın bir sahife-i nuranisi olan Güneş'i böyle utandırıyorsun?Hem şefkat hâlistir, mukabele istemiyor; sâfi ve ivazsızdır... Hattâ en âdi mertebede olan hayvanatın yavrularına karşı fedakârane ivazsız şefkatleri buna delildir. Halbuki aşk ücret ister ve mukabele taleb eder. Aşkın ağlamaları, bir nevi talebdir, bir ücret istemektir. M.) ŞEFN Akıllı ve zeyrek kişi. ŞEFNİN Irak diyarında ve karga büyüklüğünde olan bir kuş. ŞEFŞAF Soğuk yumuşak rüzgâr. ŞEFŞEF Yaramaz huylu. * Titremek. ŞEFŞEFE Zayıflatmak. * Hareket ettirmek, depretmek. * Karışmak. ŞEFT-ALÛ f. Yarık erik. Şeftali. ŞEGAB Çanak kırığını tamir eden. * Çanak yapan. ŞEGAB Fitne uyandıran. ŞEGAF Delicesine sevme. ŞEGAF Yürek kabı. Yüreği çevreleyen nâzik deri. * Sağ tarafta iyeği kemiği altında olan bir hastalık. * Bir nesneyi çevirip kaplamak. ŞEGAFDÂR f. Delirtici. ŞEGAL f. Çakal. ŞEGİRE Çuvaldız. ŞEHA f. Ey pâdişah! Ey şâh. ŞEHAB Su ile karışmış süt. ŞEHAB (Bak: şihab) ŞEHACİR Rahm. ŞEHADET (Bak: şahadet) ŞEHADETNÂME (Bak: şahadetname) ŞEHAMET Yağlılık, semizlik, besililik. ŞEHAMET Akıl ve zekâ ile beraber olan yiğitlik. Kahramanlık. Cür'et. Bahadırlık. * Tez anlayışlı olmak. ŞEHAMETLÛ Tar: İran Şahları hakkında ünvan olarak kullanılan bir tâbir idi. ŞEHAV Açmak, feth. ŞEHAZAN Karnı aç olan kimse. ŞEHBA' Kır renkte olan şey. * Kır katır, kır at. * Tam teçhizatlı asker birliği. * Pek kıtlık olan sene. ŞEHBAL (Bak: şahbal) ŞEHBAZ (Bak: şahbaz) ŞEHBENDER Ticaret nezaretinin teşekkülünden evvel ticaret işlerine bakmak ve tüccarlar arasındaki ihtilâfları halletmekle vazifelendirilen memurun ünvanı idi. ŞEHBEYT (Bak: şahbeyt) ŞEHD Bal. Gömeç balı, asel. ŞEHD-AB (şehd-âbe) f. Bal şerbeti. ŞEHD-AMİZ f. Bal gibi tatlı. Balla karışık. ŞEHDANEC İncinin irisi ve iyisi. * Kendir otunun tohumu. ŞEHDERE Üç ile altı yaş arasında hareket eden oğlan veya kız. * İsrafçı, müsrif. * Karnı büyük kimse. ŞEHD-İ ŞEHADET İmanın, şehadetin verdiği saadet, tatlılık ve huzur. Şehadet balı. ŞEHD-KÂM f. Tadı damağında kalmış. ŞEHEVAT (şehvet. C.) şehvetler, nefsanî istekler, arzular. ŞEHEVÎ Şehvetle alâkalı. Hayvanî, nefsanî duygularla alâkalı, onlara ait. ŞEHİC Katır sesi. * Kuzgun avazı. ŞEHİD Şâhid olan. * Meşhude. Allah (C.C.) yolunda canını feda eden müslüman. Hak için hayatını feda ederek ölen. Allah'ın rızasına eren. (Naklinde ve gaslinde Rahmet melekleri hazır oldukları için yahut kıyamette ümem-i sâlife hakkında istişhad olunan zevattan olduğu için yahut vefat etmeyip huzur-u İlâhîde hazır ve zinde olduğu için yahut âlem-i mülk ve melekûtu müşahede eylediği için "Şehid" denmiştir.) * Şâhidin mübalâğası. * Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi. * İlminden asla birşey kaybolmayan, bütün şeyler ilminde hazır olan Allah (C.C.). (Bak: Meratib-i hayat) ŞEHİK Hıçkırıkla içini çekme. * Nefesi dışarı çıkarma. Soluk alma. * Nefesi dışarı çıkararak eşeğin anırması. ŞEHİM(E) (Şehamet. den) Şehametli, kurnaz ve akıllı yiğit. ŞEHİR Meşhur. Şeref ve şan sahibi. * Alemlerce meşhur, Resul-ü Ekremin (A.S.M.) bir ismi. ŞEHİY (E) (Şehvet. den) İştahlandırıcı. İsteklendiren, istek uyandıran. ŞEHKA Hıçkırık. Keskin çığlık. ŞEHL Gözün siyahının maviye yakın olması. * Koyun gözü. ŞEHLA Elâ göz. Koyu mavi göz. Tatlı şaşı. * Mc: Çok güzel. ŞEHLEB Uzun boylu. ŞEHLEVEND f. Boylu boslu, güzel genç. ŞEHM Korku. ŞEHNAME f. İran Şairi Firdevsî'nin destan şeklindeki eseri. * Büyük hükümdarların kahramanlık mâcerâlarını anlatan büyük manzum eser. ŞEHNAZ f. Eski Osmanlı müziğinde meşhur bir makam ismi. * Meşhur bir dünya güzelinin ismi. * Çok güzel olan. ŞEHNİŞİN f. Binanın dışarı çıkıntısı. Balkon. ŞEHNİZ Çörek otu. ŞEHPER f. Kuş kanadının en uzun tüyü. ŞEHR Ay. 30 günlük zaman. * Bir şeyi izhar etmek. Teşhir etmek. ŞEHR-AŞUB Şehri karıştıran, kargaşalık yapan. ŞEHREKA (C.: Şühruk-Şührûk-Şührîk) Çıkrık. ŞEHRİ f. Şehirli. * İstanbul'lu, İstanbul'da doğup büyüme. * Mc: Kibar, ince. ŞEHR-İ ÂYİN (Şehrâyin) f. Şenlik. Büyük hâkimiyet ve kuvvete ait sürur, sevinç, donanma. (İslâmda ilk şehr-i âyin Hz. Peygamber Efendimiz hicret sureti ile Medine'ye vâsıl olunca yapıldı.) ŞEHR-İ RAMAZAN Ramazan ayı. Oruç ayı. ŞEHR-İ SAVM Oruç ayı olan mübarek Ramazan. ŞEHR-İ SIYAM Oruç ayı, Ramazan. ŞEHRİSTAN f. Büyük şehir. ŞEHRİYAR f. Hükümdar, padişah. * En iktidarlı. ŞEHRİYYE Çok yaşamış pir. Çok yaşlı, ihtiyar. ŞEHRUD f. Büyük ırmak. Nehir. ŞEHR-ÜL HARAM Haram ayları. (Bak: Eşhür-ül hurum) ŞEHŞEH Karışmak. ŞEHVANÎ şehvetle ilgili, şehvete ait. * şehvete çok düşkün olan kimse. ŞEHVET Hevâ-yı nefsin meyli ve arzusu. * Bir şeyi fazla istemek. * Cinsî istek. Mahbube için olan istek, iştiha. (Yemek, içmek, uyumak da şehvetin şubelerindendir.)Kudsi Hadis'te Cenab-ı Hak buyuruyor: "Ey benim için şehvetini bırakıp gençliğini bana veren genç! Sen meleklerin bir kısmı gibisin." ŞEHVET-ENGİZ f. Şehvet uyandıran. Kuvve-yi şeheviyeyi tahrik eden. ŞEHVET-PEREST f. Şehvetine çok düşkün. Nefsi arzularının esiri olan. ŞEHZADE (Bak: şahzade) ŞEHZARE Fâhiş nesne. ŞEÎLE (C.: Şâil-Şeâyil) Ucu yanmış fitil. ŞEKA' şikâyet. ŞEKA' Maraz, hastalık. * Hiddet, kızgınlık, gadap. * İncelemek. ŞEKA' Rezalet, rezillik, alçaklık. * Bedbahtlık, kutsuzluk. ŞEKAB Çukur yer. ŞEKAH Yakınlık. ŞEKAHTEB İki boynuzlu koç. ŞEKAKIL Bir Hind ağacının dalları. ŞEKAVET Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak. * Haydutluk, eşkiyalık. ŞEKAYA şikâyetler. Memnuniyetsizlikler. ŞEKAZ Gitmek. * Uzaklık. * Bir adamın gözünün çok değer olması. ŞEKD (ŞÜKD) Atâ ve ihsan etmek. Hediye vermek. ŞEKER f. şeker. ŞEKER(E) Davarın sütü çok olmak. * Dolmak. ŞEKER-AB f. İki dost arasındaki kırgınlık, aradaki soğukluk. ŞEKERGÜFTAR f. Sözü şeker gibi tatlı. ŞEKERGÜZAR (Şeker-güzâr) f. İyilik bilen, teşekkür eden. ŞEKERHAB f. Otururken gelen tatlı uyku. ŞEKERİSTAN f. Şeker kamışı tarlası. ŞEKERPARE f. Çok tatlı ve şekerli olan bir kayısı cinsi. * Bir nakış çeşiti. * Bir cins tatlı. ŞEKERRİZ f. Pek tatlı, şeker saçan. * Sevinçten dolayı gelen gözyaşı.şEKEVAT : (şekve. C.) şikâyetler. ŞEKİB Sabır, tahammül. ŞEKİBA f. Sabırlı, tahammüllü, mütehammil. ŞEKİL (Şekl) Biçim, dış görünüş. Çehre. Tarz. Formül. * Şebih ve misil. * Hey'et. * Suret. Surette benzerlik. * Bir adamın tab' ve hevasına muvafık olan şey. * Muhtelif, müşkil işlerin her biri. * Birşeyin gerek hissedilen ve gerek mevhum sureti. * Geo: Bir veya daha fazla hudut vasıtasiyle mahdut ve mahsur olan şey. * Edb: Aruz ıstılahında mısraların sayısına ve kafiyelerin sırasına göre ortaya çıkan şekil. * Gr: Yazıya nokta, hareke ve i'rab koymak. ŞEKİM(ET) (C.: Şekâim) Mukavemet, dayanma. Sebat. * Dizgin, gem. * Kazan ve çömlek kulpu. ŞEKİR Ağacın çevresinde kökünden biten fidanlar. * Fercte olan kıllar. ŞEKİRE Sütü çok olan davar. ŞEKK (C.: Şükuk) Şüphe, zan. Bir şeyin varlığı ile yokluğu arasında tereddüt etmek. * Lüzum. * Yarmak. * Yapışmak. ŞEKKERÎN f. Şekerli, tatlı. ŞEKK-İ KÜFRÎ Küfürdeki şüphe. Kâfire ait şek. ŞEKL (Bak: şekil) ŞEKLA' Beyaz dişi koyun. * Hâcet, ihtiyaç. ŞEKLEN Şekilce. Şekil bakımından. ŞEKLÎ Şekille alâkalı, şekilce. Dış görünüşe dair. ŞEKM Sertlik. * Güç. Kuvvet. ŞEKS Ahlâksız, yaramaz kimse. ŞEKT Bedel etmek, karşılık vermek. ŞEKUB Ruşen olmak, parlamak. ŞEKUFE (Bak: şükufe) ŞEKUR Çok şükreden. Allahın (C.C.) lütuflarına karşı pek fazla memnuniyetini, sevincini gösteren. Az şükredene dahi çok nimet veren Allah (C.C.). (Bak: şükr) ŞEKVA Şikâyet, âciz kaldığını ve zayıflığını haber vermek. * Su kabının ağzını açmak. ŞEKVE Şikâyet etmek. * Siyahça oğlak derisi. ŞELA'LA' Uzun boylu kişi. ŞELALAT (Şelâle. C.) Büyük çağlayanlar, şelâleler. ŞELALE Büyük çağlayan. Akarsuyun yüksekten çoklukla akması. ŞELCEM (C.: şelâcim) şalgam. ŞELEL Bir eli tutmaz olmak. * Bir nesneyi seyrek dikmek. * Ovmakla gitmeyen leke. ŞELİL (C.: Eşille) Deve ve at ardına yapılan palas. * Çok sulu dere ortası. * Kısa gömlek. ŞELİM Şam yakınında bir beyt-i mukaddes. ŞELL Seyrek seyrek dikmek. * Çolak. * Çolaklık. Kolun eğri oluşu. ŞELŞELE Dökmek. * Su damlatmak. ŞELVAR f. şalvar. ŞEM' Mum, ışık. ŞEM'A Işık, çıra. Nur. * Muma batmış fitil. ŞEMA' Yüce, yüksek, ulu âli. ŞEMA' (C.: şümu') Mum. Meclise zevk veren, meclisi süsliyen mum. * Oyun. * Mizaç, huy. ŞEMAHTER Kötü, menhus. ŞEMAİL (Şimal. C.) Huylar, ahlâklar, tabiatlar. ŞEMAİM (Şemime. C.) Güzel kokular. ŞEMAK Neşat, sevinç. Ferah. ŞEMAKMAK Uzun, tavil. * şâd ve neşeli kimse. ŞEMAL (C.: Şemâlât) Kıble ardında kutup tarafından esen yel. * Ahlâk. * Kılıç. ŞEMA'MA' Küçük başlı. * Aceleci kişi. ŞEMARİH (Şimrâh. C.) Dağ tepeleri. * Hurma veya üzüm salkımları. ŞEMATE Destenik çiçeği. * Düşmana belâ, gam ve tasa geldiğinde şâd olup sevinmek. ŞEMATET Kuru gürültü. şamata. ŞEMATETKÂRANE f. Kuru gürültü yapmak suretiyle, arsızca, gürültü ile bağırmak. ŞEMAYİL Ahlâk. ŞEMC Şey mânasına gelen bir isim. * Bir nesneyi seyrek dikmek. ŞEM'DAN f. şamdan. ŞEMEL Perâkendelik, dağınıklık. * Toplanmak, cem'olmak. * Az nesne. ŞEMERDEL Uzun boyunlu, seri davar. ŞEMET Saçın akı karasına karışmak. ŞEMH Uzak niyet ve kasıt. * Tekebbür etmek, kibirlenmek. ŞEMHAR Büyümek. Uzamak. ŞEM'-İ ASEL Bal mumu. ŞEM'-İ İLÂHÎ İlâhî ışık, İlâhî nur. Kur'an hakikatları. ŞEMİLLE (ŞEMLÂL-ŞEMLİL) Yeyni, hafif. ŞEMİM Koku. Hoş koku. ŞEMİME (C.: Şemâim) Güzel kokulu şey, râyiha. ŞEMİM-İ CİBAL Dağların güzel kokusu. ŞEMİRE Hızlı yürüyen deve. ŞEMİRR Katı, şiddetli, şedid. ŞEMİT Karışık. ŞEMİZER Hızlı yürüyen deve. ŞEML Az şey. Perâkendelik. * Örtmek, bürünmek, toplanmak. * Topluluk, cemaat, insan yığını. ŞEMLAK Yaşlı, pir, ihtiyar. ŞEMLE (C.: şümül) Kilim. * Az miktar su. ŞEMM Koku hissetmek, koklamak. ŞEMMAM Yeşil, kızıl ve sarı hatları ve güzel kokusu olan küçük bir cins kavun. ŞEMME Bir defa koklamak. * En küçük mikdar. ŞEMMUS Yavuz tosun at. ŞEMR Yürürken sallanmak. ŞEMS Güneş, âfitab. ŞEMS-ABAD f. Güneşi bol yer. Günlük güneşlik yer. ŞEMSEDDİN (Şems-üd din) Dinin güneşi. * Erkek adıdır. ŞEMSÎ Güneşe ait. Güneşle alâkalı. ŞEMS-İ EZELÎ Vâcib-ül-vücud ve ebediyyen var olan, her şeyi nurlandıran Allah (C.C.) hakkında teşbihen söylenen bir tabirdir. ŞEMS-İ HİDAYET Hidayet güneşi. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. ŞEMS-PARE f. Güneş parçası. * Mc: Çok parlak. ŞEMS-ÜŞ ŞÜMUS Güneşlerin güneşi. En büyük güneş. Çok seyyarelerin, etrafında döndüğü en büyük bir yıldız.(...Hem şemse, kendi mihveri üstünde câzibe denilen mânevi ipleri yumak yaptırmak için dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi, bir Kadir-i Zülcelâl'in emriyle döndürüp, o seyyârâtı o mânevi iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyaratı ile sâniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir sür'atle, bir tahmine göre Herkül Burcu tarafına veya Şemsüş-Şümus cânibine sevketmek, elbette ezel ve ebed Sultanı olan Zât-ı Zülcelâl'in kudretiyle ve emriyledir. S.) ŞEMŞELİK Derisi ve âzâsı sarkık ve sülpük olan kadın. * Seri yürüyüşlü kadın. ŞEMŞEM Ağaç üstünde kalan azıcık hurma. ŞEMŞİR f. Kılıç. ŞEMŞİR-BAZ f. İyi kılıç kullanan, kılıç oynatan. * Kılıçla ustalık gösteren. ŞEMŞİR-BEDEST f. Elinde kılıç tutan. ŞEMŞİR-GER (C.: Şemşirgerân) f. Kılıççı. ŞEMŞİR-İ ZULM Zulüm kılıcı. ŞEMŞİR-ZEN f. Kılıç çeken, kılıçla vuran. ŞEMTA Saçı ağarmış kadın. Kocakarı, acuze. * Akı karasına karışmış saç. ŞEMTİT Perakende, dağınık, müteferrik. ŞEMU' Gülen, oynayan. Gülücü, oynayıcı. ŞEMUL Sâfi halis şarap. * Kıble mukabilinden esen rüzgar. ŞEM'UN Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerindendir. Petros veya Sen Piyer de denir. Antakya kilisesini yaptırmıştır. Mi: 65'de Roma'da Neron tarafından hapsedilmiş ve çarmıha gerilerek şehid edilmiştir. Hristiyan âlemine büyük hizmeti vardır. Esas adı, Şem'un-us Safâ'dır. ŞEN f. Naz, eda, cilve. * Göze ve gönüle hoş görünen hal. * Bayındır, ma'mur. * Sevinçli, ferahlı. ŞE'N İş, yeni olan hal. * Şan. * Tavır. * Hâdise. * Vâkıa. * Kasdetmek. * Emr ü hal. * Tıb: Baştan göze gelen kan damarı. Baştan kaşa, kaştdan göze kan getiren iki damar ismi. * Fls: Bir şeyin hususiyetinin fiilî tezâhürü, neticesi ve eseri.(Hakkın şe'ni ittifaktır, faziletin şe'ni tesanüddür. Düstur-u teâvünün şe'ni birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe'ni uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe'ni saadet-i dâreyndir. S.) ŞEN' (ŞIN') Buğz ve adâvet etmek. Kin bağlamak. Düşmanlık yapmak. ŞENAAT Fenâlık, kötülük, alçaklık. * Cenab-ı Hakk'ın emrine muhalif hareket. ŞENAK Devenin yularını çekmek. * Çok yemekten mide dolmak. * Yaralamaktan dolayı alınan az diyet. ŞENAN Buğz, adâvet, kin, düşmanlık. ŞENAR Büyük utanç, ayıp. ŞENAYİ' (Şenia. C.) Çok günahlı hareketler. Kötü işler. ŞENBİH f. Gün. * Cumartesi günü. ŞENC Hıçkırık tutmak. ŞENCAR Eşek marulu adı verilen bir cins ot. ŞENEB Dişlerin keskin olması. * Parlamak, ruşen olmak. ŞENEC Derinin buruşması. ŞENEF Buğz. * Kibir. ŞENES Galiz. Kaba. ŞENF (C.: Şünuf) Salkım küpe. ŞENG f. Neşeli, kıvrak. * Haydut, şaki, eşkiya. ŞENGARE(T) Kötü huyluluk. ŞENİ' (Şeni'a) Kötü, çok fena, çirkin, günahlı iş. ŞENN (C.: Şinân) Eski kırba. * Araptan bir kabile. * Dağılıp perâkende olmak. ŞENNAR (C.: Şenâir) Ayıp. Utanç. Kötülük. ŞENŞENE Usul. Âdet. ŞENUN Aç. Ne zayıf, ne semiz olan deve. ŞER' Emir ve nehy gibi hükümleri vaz' etmek. * Bir işe başlamak. * Dalmak. * Girmek. * Zâhir etmek, göstermek. * Cenab-ı Hakk'ın emri. Âyet, hadis, icma-i ümmetle ve kıyas-ı fukaha ile sâbit olan dinin temelleri, şeriat. (Bak: Şeriat) ŞER'AB Uzun. * Uzununa kesmek. Uzunlamasına yarmak. ŞERAFEDDİN (Aslı: Şerefüd din'dir) Dinin şerefi. ŞERAFET Şeriflik, şereflilik. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) torunu Hz. Hüseyin'in (R.A.) sülâlesinden ve onun izinden giden temiz müslümanlık hâleti. ŞERAİF (Şerife. C.) Mutlular, kutlu kimseler. ŞERAİT (Şart. C.) Şartlar. ŞERAKET Şeriklik, ortaklık. * Arkadaşlık, refâkat. ŞER'AN şeriatça, şeriata göre. Kanunca, kanuna göre. ŞERAR Şerir den mastardır ve yaramazlık mânâsına gelir. * İnsanın yüzüne çarpan ses. ŞERAR (Bak: şerare) ŞERARAT Şerareler, kıvılcımlar. ŞERARAT-I NEYYİRANE f. Parlak kıvılcımlar, ışık saçan şerareler. * Mc: İslâmiyetin kuvvet ve hakkaniyetinden gelen parlaklık. ŞERARE (Şerâr) Kıvılcım. Elektrik kıvılcımı. Müsbet ve menfi (+ ve -) elektrik kutuplarının birbirine çok yakın olmasından veya dokunmasından hâsıl olan kıvılcımların parlayışı. ŞERAREFİGEN f. Kıvılcım saçan. ŞERARET Şerlilik, kötülük, fenalık. * Kıvılcım. ŞERASET Huysuzluk, geçimsizlik. Titizlik. ŞERAŞİR Nefis. * Beden, vücut, ceset. * Ağırlık. ŞERAT (C.: Eşrât) Alâmet, iz, işâret, nişân. * Bir şeyin en bayağı ve âdisi. ŞERAYİ' Şeriatlar. Cenâb-ı Hakkın hükümleri, emirleri, kanunları. ŞERAYİN (Şeryân ve Şiryân. C.) Nabız damarları, atar damarlar. ŞERAYİN-İ SÜBATİYYE Boynun iki tarafında olup kalbden gelen ve kafaya çıkan iki kalın atar damar. (O.L.) ŞERAZE Katı kurumak. ŞERAZİM (Şirzime. C.) Küçük ve az olan topluluklar. Küçük cemaatler. ŞERBE Bir içim su. ŞERBİN Katran ağacı. ŞERC Kıç, dübür. * Cem'etmek, toplamak. Birbiri üstüne yığmak. * Fırka. * Nev, cins. ŞERCA' Uzun tavil. * Taht. * Cenaze. ŞERCE Dağdan aşağı sahraya inen akıcı su. ŞERCEB Uzun, tavil. ŞERCELE Yemiş kabı. ŞERCEM (C.: şerâcim) şalgam. ŞERDA Benzemek. Misil. ŞERE Yemeğe karşı çok hırslı. ŞEREBE (C.: Şireb-Şerebât) Ağaç dibine su toplanması için yapılan havuz. ŞEREC (C.: Şüruc) Donyağı. ŞEREF Yükseklik, yücelik. Büyüklük. * İnsanlar arasında geçerli ve makbul olma. Büyük bir makam sâhibi olma. * Cenab-ı Hakka itâat ve ubudiyyeti ve yüksek hizmeti ile çok ihsanına mazhar olma. * İftihâr, övünme. ŞEREF-BAHŞ f. şereflendiren. şeref veren. ŞEREFE Minarenin ezan okunan yeri. Yüksek kale ve emsali yerlerdeki burç, çıkıntı. ŞEREF-EFZA f. Şeref artıran. ŞEREF-PEZİR f. Şeref ve itibar bulan. ŞEREF-RESAN Şeref ulaştıran, şeref eriştiren. ŞEREF-RİZ f. Şeref veren. ŞEREF-VARİD f. Şerefle gelen. ŞEREF-YAB f. şeref bulan, şeref kazanan. ŞEREF-ZAHİR f. Şerefle çıkan. ŞEREH Tamahkârlık, açgözlülük, şiddetli hırs. ŞEREKE (c.: Şerek-Eşrâk) Ağ, tuzak. * Ulu yol, büyük yol. * Yol ortası. (Bu mânaya. C.: Şürek) ŞEREKRAK (ŞERAKRUK) Yeşil kanatlı, siyah burunlu, güvercin büyüklüğünde kırmızı bir kuş. ŞEREM-SAR f. (Şerm-sâr) Utanan, utanmış, sıkılgan. ŞERENG f. Zehir. ŞERER (Şerare ve Şerere. C.) Kıvılcımlar. ŞERERE (C.: Şirer-Şirâr) Ateş kıvılcımı. ŞERERFEŞAN f. Kıvılcım saçan. ŞERERNÂK f. Kıvılcım saçan. ŞERES Elin yarılması. * Kaba ve galiz olmak. ŞERET (C.: Eşrât) Alâmet. İşaret, belirti. ŞERETİYY (C.: Şurut-Şuratâ) Çeri başı. * Pazar başı. ŞERH Her nesnenin evveli. * Her sene yeni doğan deve yavruları. * Yiğitlik. * Yarmak. ŞERH Açma, genişletme. * Açıklama. Anlaşılanı anlatma. Bir yazı veya konuşmayı kolay anlaşılması için izah etme, tafsil etme. * Bir şeyi dilim dilim kesme. * Bollaştırma. * Bir müşkil ve mübhem makaleyi açıklama, keşif ve izhar etme. * Açıklanmış yazı, risale. ŞERHA Dilim. Kesilip dilimlenmiş şey. parça. ŞERHAN (Şerhen) İzah etmek, açıklamak suretiyle. Şerhederek. ŞERHAN Çok tamahkâr, ziyade hırs sâhibi, açgözlü, haris. ŞER'Î Şeriata uygun, İslâmiyetçe makbul olan. İlâhî kanuna dair. Meşru'. ŞER'-İ ENVER En nurlu kanun ve nizam. En ziyade saadete, selâmete, emniyete vesile olan şeriat. ŞER'-İ İSLÂM İslâm şeriatı. İslâmî hükümlere, itikadlara tam uygun kanun. ŞER'Î TAKVİM (Bak: Takvim-i Arabî) ŞERİAT Doğru yol. Hak din yolu. * Büyük ve geniş cadde. * Nur, aydınlık, ışık. * Kur'an-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın târif ettiği ve bildirdiği yol. Allah (C.C.) tarafından Peygamber Aleyhisselâm vâsıtasiyle vaz' ve tebliğ olunan hükümleri hâvi İlâhî kanunların hey'et-i mecmuası. Şeriat, aynı zamanda din mânâsına müsta'meldir ki, ahkâm-ı asliye denen itikadiyâtı ve ahkâm-ı fer'iye denen ibadet, ahlâk ve muâmelât yâni, İslâm Hukukunu ihtivâ etmektedir... (Bak: Hukuk)(Şeriat; insanlardan sudur eden ef'âl-i ihtiyariyeyi bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdid eden kaidelerin hulâsasıdır veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır. İ.İ.)(Şeriat ikidir. Birincisi: Âlem-i asgar olan insanın ef'âl ve ahvâlini tanzim eden ve sıfât-ı kelâmdan gelen bildiğimiz şeriattır. İkincisi: İnsan-ı ekber olan âlemin harekât ve sekenatını tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şeriat-i kübra-yı fıtriyedir ki, bazan yanlış olarak tabiat tesmiye edilir. H.)("Şir'a, Şeria, Meşrea"; lügatta bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda, insanların hayat-ı ebediyeye ve saadet-i hakikiyeye ulaşması için Allah Teâlâ'nın vaz' u teklif ettiği ahkâm-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bil'istiâre ıtlak edilmiştir ki, din demektir.) (E.T.)(Şeriat, din lisânında; Cenâb-ı Hakkın, kulları için vazetmiş olduğu, dini, dünyevi ahkâmın heyet-i mecmuasıdır. Bu itibarla şeriat: Din ile müradif olup, hem ahkâm-ı asliye denilen itikadiyatı, hem ahkâm-ı fer'iye-i ameliye denilen ibadet, ahlâk ve muâmelâtı ihtiva eder.Şeriat, umumi mânasına nazaran bir Peygamber-i Zişân tarafından tebliğ edilmiş kanun-u İlâhi demektir. Ahkâm-ı Şer'iye denilince, bundan kanun-u İlâhi hükümleri mânasını anlamak lâzımdır. Ve bununla asıl Kur'ana, Hadise, İcmaa sarahaten müstenid olan hükümler kasdedilmiş olur. Ist. F.K.)(Devlet ve uyruk, siyasetin ve siyasi olan hükümlerin icabına göre idare olunur ise, bu da yerilmiş olur. Çünkü Allah'ın nurundan ibaret olan şeriat hükümleri ihmâl edilmiş oluyor. Beşerin bütün işi, gerek devlet işi ve gerek başka işler olsun iyiliği ve kötülüğü âhirette kendisine aittir. Yani iyi ise ecirli ve sevaplıdır, kötü ise cezaya çarptırılır. Allah Elçisi (A.S.M.): "Ancak dünyadaki iyi ve kötü bütün amelleriniz âhirette kendinize reddedilir. Yani hayır ise ecir ve sevap kazanır, kötü ise cezaya çarptırılırsınız!" der. Siyasi hükümlerde ise ancak dünyevi fayda ve maslahatlar gözönünde bulundurulur. Siyasi kanunları koyanlar, ancak dünya hayatının dış görünüşünü görür ve bilirler. Şari'in maksadı ise, insanların âhiret saâdetidir. İşte bundan dolayı, bütün insanların gerek dünyevi ve gerek âhiret işlerinde şeriatlara uygun olarak görmeye sevketmek vâcibdir. Bu vazife, kendilerine şeriat indirilmiş olan peygamberlere, onlardan sonra onların yerine geçenlere (devlet başkanlarına) yükletilmelidir... Siyasetçi demek, akli delil ve hükümlere dayanarak dünya maslahat ve faidelerini elde eden, zarar ve ziyanları defetmeye sevk eden insan demektir. Halifelik ise, umumiyetle âhiret fayda ve maslahatlarını gözönünde bulundurarak şeriat ile iş görmeğe sevkeder. Şari'a göre, dünya iş ve amellerinin hepsi de (sonucu bakımından) âhirete râcidir. Halifelik ise, dini korumak ve dünya siyasetini dine uygun olarak idare etmek hususunda şeriat sahibine nâiblik etmek demektir.) (Mukaddime, İbn-i Haldun, ci: 1, sh: 508-509-510, 1954, İstanbul Maarif Basımevi) ŞERİAT-I FITRİYE Cenab-ı Hakk'ın kâinatta vaz'ettiği fıtrî kanunlar. Âlemin harekât ve sükûnetini tanzim eden ve Allahın irade sıfatından gelen kanunlar. ŞERİAT-I GARRÂ Parlak ve nurlu şeriat. İslâmiyet. ŞERİB Yabancı kimse ile oturup şarap içen. * Davarını yabancı kimsenin davarıyla birlikte sulamak. ŞERİDE Kavun dilimi. ŞERİF(E) Şerefli, mübarek. * Peygamber neslinden ve Hazret-i Hüseyin soyundan olup İslâmiyete tam sadâkatla bağlı temiz kimse. (Bak: Sâdât) ŞERİHA (C.: Şerâih) Vücuttan kopmayarak ayrılmış olan et parçası. * Et dilimi. ŞERİK Ortak. * Arkadaş. ŞERİK-İ CÜRM Huk: Suç ortağı. ŞERİR(E) Şerli. Şer işleyen. Kötülük yapan. Kötü. ŞERİS Yaramaz huylu kimse. ŞERİS Eski nalin. ŞERİT Hurma yaprağından yapılan urgan. ŞERİYY İyi, kıymetli at. ŞER'İYYE(T) Şeriata uygun olma. Kanun ve nizamlara muvafık bulunma. ŞERKA' Kulağı uzunlamasına yarık olan koyun. ŞERM Yarmak. * Atâ etmek, hediye vermek. ŞERM (ŞİRM) f. Utanç. Utanma. Hayâ etme. Hicab etme. ŞERMENDE f. Utanmış, mahcub. Utanılacak bir iş yapan. ŞERMGİN f. Utangaç. Utanan, hayâ eden. ŞERMİN f. Mahcub. Utangaç. ŞERMNÂK f. Mahcub. Utangaç. ŞERMSÂR f. Utangaç, müstahyi, mahcub. ŞERNAK Göz kapağının ağır ve kalın olması. * Ekinin bir mertebe uzun olması. ŞERNİS Eli ve ayağı kaba olan. ŞERR Kötü iş, kötülük. Fenâlık. * Kavga. * Allaha isyan, emirlerine uymama, muhalif hareket etme. * Fenâ adam, fenâlık yapan adam, kötü adam. * Daha kötü, en kötü. ŞERR Ü FESAD Kötülük ve bozukluk. şer ve fesat. ŞERREDE Ayırdı mânâsına Teşridden mâzi fiili. (Bak: Teşrid) ŞERR-İ MAHZ Sırf şer. Hiç hayır ciheti olmayan şer ve musibet. ŞERR-ÜN NÂS İnsanların en kötüsü, en zararlısı. ŞERŞERE Ateş üstüne koyunca cızlayıp ötmek. * Yarmak. * Kesmek. * Meta, mal mülk. * Ağırlık. (Bu mânâya C.: Şerâşir) ŞERUR Çok şerli. ŞERVAL f. şalvar. ŞERVAT Uzun, tavil. ŞERYE Çekirdekten biten hurma ağacı. * Az pahalı nesne. ŞERZ (C.: Şerâriz-Şevâriz) Şiddet. * Zorluk. * Kuvvet. * Kalabalık, galizlik. Kat'etmek, kesmek. ŞERZE f. Kuduruk, kudurmuş. ŞERZİME Küçük insan topluluğu. (Bak: Şirzime) ŞESAR (Şâsır) Geyik buzağısı. (Müe: Şesara) ŞESASA şiddet. * Yaramazlık. * Sığır üstüne yük vurmak. * Kuru ve sert yer. * Acele. ŞESEL Yoğunluk. ŞESEN Huşunet, haşinlik. ŞESİB Yay. ŞESİS Sütü gitmiş hayvan. ŞESS (C.: şisâs) Boya otu. ŞEST f. Balık oltası. * Okçuların parmaklarına taktıkları yüksük. ŞESU' Uzak. * Ayakkabısının tasması parçalanmış olan. ŞESUS (C.: Şesâyıs) Sütü az olan deve. ŞEŞ f. Altı. 6 ŞEŞ-CİHET f. Altı yön, altı cihet. (Bak: Cihat-ı sitte) ŞEŞ-EBRAR Altı aded hayır sahibi ki, bunlar: Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin'dir (Radıyallahu anhüm). ŞEŞHANE f. Namlusunda 6 yivi bulunan tüfek veya top. ŞEŞ-PA f. Altı ayaklı. ŞEŞ-PER f. Altı kanat. * Eski savaş âletlerinden 6 dilimli bir topuz. ŞEŞÜM Altıncı, sâdis. ŞET' Açlıktan veya hastalıktan dolayı acı duymak. ŞETAME Çirkin yüzlü ve yaramaz sözlü olmak. ŞETARET Şenlik. Şatır ve şuh olmak. * Yarım olmak. * Göz ucuyla bakmak. * Hafiflik. (Ağırbaşlılığın zıddı.) ŞETARET ŞETAT Hadden aşırı olmak. * Hakdan uzak. * Zulüm, cevr, yalan, kizb, saçma. ŞETAT Dağılmak, perakende ve dağılmış olmak. ŞETEN (C.: Eştân) Sağlam bükülmüş uzun urgan. * Uzak olmak. * Sağlam yapmak. ŞETER Gözün kapaklarının devrik olması. * Bir kale adı. ŞETET Perişaniyet, dağınıklık, teşettüt. ŞETEVİYY Kışa mensup, kış ile ilgili. * Kış evi. * Kış kaftanı, kışlık elbise. * Kış yağmuru. ŞETİBE Uzununa kesilmiş olan sahtiyan parçası. ŞETİM Küfredilmiş sövülmüş kimse. * Kerih ve kabih olan, çirkin. ŞETİME Sövme, sövüş, sövüp sayma. ŞETİT(E) Dağılmak, müteferrik olmak. Çeşitli. ŞETM Sövmek, azarlamak, küfretmek. ŞETM-İ GALİZ Edepsizce sövme. ŞETN Dokumak. Çulhalık. ŞETT Dağınık olmak, târumar etmek, dağıtmak. Başka başka olmak. ŞETTA Çeşitli, başka başka, ayrı ayrı. Çok ve müteferrik olan. ŞETTAM (şetm. den) Çok küfreden. ŞETTE (ŞETÂT) Perâkende olmak, dağılmak. ŞETUN Irak, uzak, baid. ŞETUT Büyük hörgüçlü dişi deve. ŞETUTÎ Büyük hörgüçlü deve. ŞETVA Mısır'da bir köy. ŞETVE Kış olmak. * Soğuk olmak. * Kıtlık olmak. ŞEUB Ölüm, mevt. ŞEV f. Gece. Leyl. ŞE'V Geçmek, takaddüm eylemek. * Son, nihayet. * Devenin yuları. * Zembil. * Kuyudan kazıp toprak çıkarmak. Kuyudan çıkan toprak. * Kaygan. ŞEVA Kolay. * Vücut organları. (El, ayak gibi). * Malın kötüsü. ŞEVAGİL (Şagile. C.) Uğraşmalar, meşguliyetler. ŞEVAHIK (şahika. C.) Yüksek tepeler, şahikalar. ŞEVAHİD (Şâhid. C.) Şahitler, şehadet edenler. ŞEVAHİN (Şahin. C.) Şahinler, doğan kuşları. ŞEVAİ' (Şâyi'. C.) Yayılmış bulunanlar. Şâyi olanlar. ŞEVAİB (Şâibe. C.) Kusurlar, lekeler, noksanlar, ayıplar. * Şüpheler $* Eserler, izler, nişânlar. ŞEVAİR (Şâire. C.) Kadın şâirler. ŞEVAKİL (Şâkile. C.) Tarikler, yollar. Mezhebler, tarikatlar, meslekler. Şâkileler. ŞEVAMİH (Şâmiha. C.) Yüksek yerler, tepeler, yüksekler. ŞEVAMİL (Şâmile. C.) Şâmil olanlar, içine alanlar, çevreliyenler. ŞEVAR Ev esvabı, elbise, libas. * Heyet. ŞEVARIK (Şârıka. C.) Nurlar, aydınlıklar. Parlaklıklar. ŞEVARİ' (Şâri'. C.) Büyük yollar, caddeler. ŞEVARİB (Şârib. C.) Bıyıklar. ŞEVARİD (Şâride. C.) Dağılmış, dağınık şeyler. ŞEVAT (C.: şivâ) Baş derisi. ŞEVATÎ (Şâti. C.) Kenarlar, kıyılar. ŞEVAYİB (Şayibe. C.) Şâyibeler, noksanlıklar, ayıplar. ŞEVAZ (ŞÜVÂZ) Tütünsüz ateş. ŞEVAZÎ Dağların dik tepeleri. ŞEVAZZ (şâzze. C.) Müstesnalar. Kaide hârici olanlar. ŞEVB Karıştırmak. * İçilecek olan şeye katılıp karıştırılan şey. ŞEVBEC Oklava. ŞEVE Göz değmesi, nazar değmesi. ŞEVEH (şevh) Kara olmak ve çirkinlik. (Bak: şâhet-il vücuh) ŞEVES Gururdan dolayı göz ucuyla bakma. ŞEVH Kara ve çirkin olmak. ŞEVHA Yay yapımında kullanılan ağaç. ŞEVHA Avurtları ve burun delikleri geniş olan çirkin yüzlü kadın. ŞEVHEB (C.: şevahib) Kirpi. ŞEVHER f. Erkek eş, koca, zevc. ŞEVK Çok istek, şiddetli arzu. * Neş'e. *Bir şeyi bir yere şeye sağlamca bağlama. * Memnun. Şâduman. (Bak: Himmet, Şavk) ŞEVK Diken. * Birinin hiddet ve şevketi görünmek. * Ekin. ŞEVK U İŞTİYAK Şevk ve arzu. Şevk ve iştiyak. ŞEVK-ÂLUD f. şevkli, neşeli, sevinçli, keyifli. ŞEVK-ÂVER f. Neşe veren, neşe getiren, şevklendiren. ŞEVK-BAHŞ f. şevk veren, şevklendiren. * Meşhur bir çeşit lâle. ŞEVK-EFZÂ f. şevklendiren, neşe artıran. ŞEVKERAN Baldıran otu. ŞEVKET Kudret ve kuvvetten doğma haşmet. Padişaha mahsus heybet ve saltanat. * Diken. Diken batmak. ŞEVKETLÛ Tar: Padişahlar hakkında kullanılmış bir tâbir olup, azamet ve heybet sahibi mânalarına gelir. ŞEVKÎ Neşe ve şevk ile alâkalı. ŞEVK-İ TENZİLÎ Kur'an-ı Kerim'in ilk önceki mânâsıyla Sahabelere verdiği sevgi ve iştiyak. Kur'an-ı Kerim'in tenzil mertebesindeki mânâsının verdiği şevk. İlâhî bir makamdan inmenin verdiği şevk. ŞEVKİSTAN f. Dikenlik. ŞEVNİR Çörek otu. ŞEVR Davarı baharda otlamağa bırakmak. * Kovandan bal almak. * Satılığa çıkarmak. ŞEVSA Karın içinde olan yel. ŞEVŞAT Tez yürüyüşlü dişi deve. ŞEVŞEB Karınca. ŞEVTAB El silecek bez. El bezi. ŞEVVAL Arabi aylardan onuncusu. Ramazandan sonraya geldiği için ilk üç günü mübarek Ramazan bayramıdır. ŞEVZAK şahin kuşu. ŞEVZEB Uzun, tavil. ŞEVZENİK Şahin kuşu. ŞEY' Miktar. * Uzaklık. * Arslan eniği. ŞEY' Nesne, şey. * İstemek, dilemek. ŞEY'AN Uzaktan gören. * İleriyi gören, her şeyin sonunu düşünen. ŞEYATİN Şeytanlar. (Bak: Şeytan) ŞEYB İhtiyarlık. Yaşlılık. * Saç, sakal ağarması. ŞEYD Binayı kireçle yapmak. ŞEYDA f. Tutkun. Divane. * Çok sevgiden hâsıl olan hal. ŞEYDÂİ f. Çok fazla sevgiden hâsıl olan divanelik, şaşkınlık. ŞEY'EN FEŞEY'EN Yavaş yavaş, azar azar. ŞEYH Yaşlı adam. * Bir kabilenin ileri geleni. Kabile reisi. * Tarikatta müridlerin reisi. (Bak: Müteşeyyih, Tarikat) ŞEYH SAİD HADİSESİ 5 Şubat 1925'de devrin hükümetine karşı şark aşiret reislerinden Şeyh Said ismindeki zâtın teşebbüs ettiği bir harekettir. Şeyh Said, bu hareketine yardım etmesi için Bediüzzaman Said Nursî'ye mektub yazmış, fakat Bediüzzaman bu teklifi reddetmiş ve cevaben yazdığı mektubda şöyle demiştir:(Türk milleti, asırlardan beri İslâmiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez. Siz de çekmeyiniz. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet irşad ve tenvir edilmelidir. Tr.) (Bak: Said-i Nursî) ŞEYHAN (şeyheyn) Esasen iki şeyh demek olup; bazı eserlerde, Buharî ve Müslim yerinde kullanılır. Her ikisinin Hadis Kitablarına birden Sahihan denir. * Hazret-i Ebubekir ile Hazret-i Ömer'in (R.A.) beraberce bâzı mühim kitaplarda geçen isimleri. * Bazı fıkıh kitablarında, İmam-ı A'zam ile İmam-ı Ebu Yusuf'un ikisine birden verilen isim. ŞEYHEM (C.: şeyâhim) Erkek kirpi. ŞEYHEYN (Bak: şeyhan) ŞEYHUHET (Şihet-Şeyhuhiyet) İhtiyarlık, yaşlılık. ŞEYH-ÜL HADİS İkiyüz bin Hadis-i Şerifi, rivayet edenleriyle birlikte ezbere bilen büyük hadis âlimi. ŞEYH-ÜL İSLAM Osmanlı Devleti zamanında din işlerine bakan ve sadrazamdan sonra gelen en yüksek vazifeli şahıs. Âlimlerin reisi. ŞEYLEM Sarhoşluk veren ve bazan buğdayların arasında çıkan siyah bir tohum. ŞEYM Çok soğuk su. * Kılıç çıkarmak. * Kınına sokmak. ŞEYN Kusur, ayıp, noksan, kabahat. Yaramaz şey. ŞEYT Helâk olmak, mahvolmak. * Yanmak. * Kaynamak. ŞEYTAN İblis. (Cenab-ı Hakk'ın emrine isyan ettiğinden rahmetinden kovulmuş, şerleri ve muzır şeyleri temsil eder ve ateşten yaratılmıştır. Bütün melekler Cenab-ı Hakk'ın emriyle Hazret-i Âdem'e secde ettiği halde Şeytan: "O, topraktan yaratılmıştır, ben ateşten yaratıldım. Ben ondan daha kıymetli ve yükseğim" diye kibirlenerek, Cenab-ı Hakk'ın emrine karşı gelmiş ve Hazret-i Âdem'e secde etmediğinden, Allah'ın rahmetinden kovulmuştur.(Melâikelere şeytanlar musallat olmadıkları için, terakkiyatları yoktur. Makamları sâbittir, tebeddül etmez. Keza, hayvânâtın dahi, şeytanlar musallat olmadıkları için, mertebeleri sâbittir, nâkıstır. Alem-i insaniyette, ise; merâtib-i terakkiyât ve tedenniyât, nihayetsizdir. Nemrutlardan, firavunlardan tut, tâ sıddıkin-i evliya ve enbiyaya kadar gâyet uzun bir mesâfe-i terakki var.İşte kömür gibi olan ervâh-ı sâfileyi, elmas gibi olan ervâh-ı âliyeden temyiz ve tefrik için, şeytanların hilkatiyle ve sırr-ı teklif ve ba's-i enbiya ile, bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, mâden-i insaniyyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidatlar, beraber kalacaktı. Alâ-yı illiyindeki Ebu Bekir-is Sıddık'ın ruhu, esfel-i sâfilindeki Ebu Cehil'in ruhuyla bir seviyede kalacaktı. Demek şeyatin ve şerlerin yaratılması, büyük ve küllî neticeye baktığı için, icadları şer değil, çirkin değil; belki su-i istimalâttan ve kesb denilen mübaşeret-i hususiyeden gelen şerler, çirkinlikler, kesb-i insana aittir, icad-ı İlâhîye ait değildir. M.)Bu mevzuya dair tafsilât: Risale-i Nur Külliyatından "Lem'alar" adlı eserin 13. Lem'asındadır. ŞEYTANET Şeytanlık. Aldatıcılık. Kurnazlık, hilekârlık. ŞEYTANÎ Şeytanla alâkalı. Şeytana yaraşır. ŞEYTANÎ PİŞE f. Şeytanın yolu. Şeytana ait meşguliyet. ŞEYYAD (Şeyd. den) Riyâkâr. Yüze gülen. * Sıvacı. ŞEYYEBET (Şeyb. den) İhtiyarlattı (meâlinde fiildir.).Şeyyebetnî : Beni ihtiyarlattı, beni ihtiyar etti (mânâsında) ŞEYYİR (C.: Şiyâr) Semiz ve besili hayvan. ŞEYZEM Katı ve uzun. ŞEYZENUK şahin kuşu. ŞEYZUMAN Kurt. ŞE'Z (ŞE'S) Kaba ve katı. ŞEZA Kokulu şeylerin şiddetle kokması. ŞEZA' Sinirin yarılması. ŞEZAT Budak kırmak. * At sineği. * Bir gemi cinsi. * Tuz. * Kuvvet ve şiddet bakiyyesi. * Ağaç ismi. ŞEZAZE Çok kurumak. ŞEZB Ağaçtan budanan kuru odun. * Geçmek, intikal etmek. * Sınır. (Bu mânâya C.: Eşzâb) ŞEZEBE (C.: Şüzub ) Ağacın çeşitli budaklarından budanıp kesilmiş olan. ŞEZEN Nahiye, cânip, taraf. * Kaba ve sağlam yer. ŞEZERAT (Şezre. C.) İşlenmeden mâdenin içinden toplanılan altın parçaları. * Süs olarak kullanılan altın ve inci tâneleri. ŞEZF Şiddet. * Darlık. ŞEZİM Sağlam, muhkem ve uzun. ŞEZİYYE (C.: Şezâyâ) Bir parça nesne. ŞEZR Kızgınlık ve hiddetten dolayı gözucuyla bakmak. ŞEZR (ŞEZİR) Altın mâdeninden toplanan altın ufağı. * İnci parçaları. ŞEZRE Bir kimseye yüz yüze bakmayıp şiddet ve öfke ile yandan bakış. Hasmâne bakış. Dargın bakışı gibi bakma. Göz değdirme. * İpi soluna bükme. * Tersine bükülmüş ip, urgan. * El değirmenini sola doğru çevirme. * Şiddet, suubet, zorluk. ŞEZRE (C.: Şezerât-Şüzur) İşlenmemiş ham altun. * Süs için asılan inci ve altun. ŞEZRE-MEZRE Darmadağınık. ŞEZZ Çuval kulpuna ağaç sokmak. (O ağaca "şizâz" derler.) ŞIDK (C.: Eşdâk) Ağızın kulaktan tarafı. * Ağzın kenarı. ŞIHNE Emniyet memuru. İnzibat memuru. ŞIHNE Adâvet, düşmanlık. * Davar bağladıkları yer. ŞIKAK Ayak yarığı. * Ot. * Muhalefet etmek, karşı gelmek. ŞIKB (C.: Şekâbe-Şikâb-Şükub) Mağara ve kaya yarığı. * Çukur yer. ŞIKK Bir bütünün parçalarından her biri. * İki ihtimalden ve iki cihetten her biri. * İkiye ayrılmış şeyin bir kısmı. ŞIKK (Şikk) İslâmiyetin zuhurundan biraz önce yaşamış iki kâhinin adıdır. Bunlardan eskisi Arablarda ilk kâhindir. Acaib bir mahluk olup, alnının ortasında yalnız bir gözü (veya alnını ikiye ayıran bir alev) vardı. El Yaşkarî adındaki ikinci Şıkk, Satih ile birlikte devrinin en meşhur kâhiniydi. Satih'ten sonra o da Yemen'de bulunan Lâhmi Meliklerinden birisinin rüyasını tâbir ile Habeşlerin Yemen'i zabt edeceklerini, bu memleketin İbn-i Ziyezen tarafından kurtarılacağını, ayrıca Peygamber'in (A.S.M.) geleceğini beşaret vermişti. Bunların vücudları yalnız bir bacak ve bir kolu olan yarım insan şeklinde idi, insanlar tarafından tevlid olunmuşlardı. (İslâm Ansiklopedisinden) ŞIKKAYN Bir işin iki ciheti. Bir şeyin iki şıkkı. ŞIKK-I MUHALİF Aksi taraf. Bir fikrin başka zıt ciheti, karşı tarafı. ŞIKN Az, kalil. ŞIKS (C.: Aşkâs) Bir parça yer. * Her nesnenin bir miktarı. ŞIKŞAKA (C.: Şekâşık) Devenin ağzında olan dağarcığı. (Ağzından çıkarıp kükretir.) * Zayıf, yaşlı kimse. * Uzun ince çubuk. * Ağzın çevresi. ŞIKVE (ŞEKÂVE) Bedbahtlık. * Yaramazlık. ŞIKZ (C.: Şekazân) Keler eniği. ŞIKZA' Çok acıkmış tavşancıl. ŞIN Kur'an alfabesinin onüçüncü harfi olup, ebcedî değeri 300'dür. ŞI'RA Yaldırık adı verilen büyük, nurlu yıldız. ŞISB (C.: şesâyib) şiddet. * Nasip. ŞI'ŞA' Uzun, yeynicek kimse. * Uzun boyunlu deve. ŞITRE Yarım, nısf. ŞİA Yardımcılar mânâsiyle, Alevilik, Şiilik. İfrat ve tefrit ve dünyevi sebebler yüzünden Ehl-i Sünnet ve Cemaat Mezhebinden ayrılan bir fırka. Bir şahsa taraftar olmak. (Çok açık mukni izâhatını Risâle-i Nur külliyatı Dördüncü Lem'adan okuyunuz.) ŞİAB (Şi'b. C.) Dar yollar. Dağ yolları. Patikalar. * (Şube. C.) Şubeler. (Bak: Şuâb) ŞİAR İz, belirti, işaret, nişan, ayırt edici iyi âdet. * Üstünlük veren işaret. * İnsanın gömleği. * Ölüm. * (Şa'r. C.) Kıllar. ŞİARE (C.: Şeâyir) Hac amelleri. * Hac nişanları. İbadet için alem kılınan her nesne. ŞİAR-I RÂZ f. Sırların şiârı, sırrı gizleyen perde, işâret. ŞİB Üzerine kar düşen dağ. * Su içerken devenin dudağından çıkan ses. ŞİB f. İniş. Aşağı doğru eğiklik. Şİ'B (C.: Şiâb) Keçiyolu, dar yol, dağ yolu. ŞİB' Tokluk. ŞİBA' (Şeb'ân. C.) Karnı doymuş olanlar, tok kimseler. ŞİBA' Tokluk, doyma. ŞİBAB Bıçak üstüne sürçmek. * At neşesi. ŞİBAK (Şebeke. C.) Kafesler, şebekeler, ağlar, tuzaklar. ŞİBDİ' (C.: Şebâdi) Akrep. * Dil, lisan. * Belâ. * Şiddet. ŞİBH Benzer. Benzeyen şey. ŞİBH-İ AKD Akid benzeri. Sözleşme, sözle anlaşma benzeri. ŞİBH-İ BEŞER İnsana benzeyen şempanze, goril gibi hayvanlar. ŞİBH-İ BEŞERE Üst deriye benzer olan. ŞİBH-İ BİLLURÎ Billur gibi olan. ŞİBH-İ CİLD Cilde benzeyen, cildimsi. ŞİBH-İ HÜSN-Ü TA'LİL Edb: Bir hâdisenin vukuuna şairane olarak ve kat'î olmayan bir sebeb göstermek. ŞİBH-İ MÜNHARİF Geo: Yamuk. Yalnız iki kenarı paralel olan dörtgen. ŞİBL Aslan yavrusu. ŞİBR Karış. ŞİBRAK Yırtmak. * Parçalamak. ŞİCA' (Bak: Şücâ) ŞİCAB Divit kapağı. * Her nesnenin ağzına, yarığına ve gedik yerine koyup tıkadıkları nesne. ŞİCAR Kapı ardına koyup sürgü olarak kullanılan ağaç. * Kiremit tahtası altına konulup çakılan ağaç. * Kapı ağacı. * Deve alâmetlerinden bir alâmet. ŞİD Kireç. Sıva. ŞİD f. Nur, ziya, aydınlık. * Güneş. ŞİDAD (Şedid. C.) Sertler. Şiddetliler. ŞİDDET Sertlik, katılık. * Ziyadelik. * Sıkılık. * Tecvidde: Harf sükun ile ve nefesin hepsi habs olarak sakin bir halde okunduğu zaman savtın asla akmamasına denir. Şiddet iki kısma ayrılır:Şedide-i mechure : Elif, bâ, cim, dal, tı harfleri.şedide-i mehmuse : Kaf ve tâ harfleri. ŞİDDET-İ TAZYİK Tazyik ve baskının şiddeti. ŞİDED (Şiddet. C.) Şiddetler. ŞİE Alâmet, işaret, nişan. ŞİFA Hastalıktan iyi olma, iyileşme. Hastalıktan kurtulma.(...Hastalık seni uyandırıncaya kadar sabra çalış ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra Hâlik-ı Rahim inşaallah sana şifa verir. L.) ŞİFA-BAHŞ f. Şifa veren, iyilik veren, iyileştiren. ŞİFAH (Şefe. C.) Dudaklar. ŞİFAHANE f. Hastahane. ŞİFAHEN Sözle, ağızdan. Konuşmak suretiyle. ŞİFAHÎ Ağızdan, şifahen, sözlü. ŞİFAHİYÂT Ağızdan söylenilen, şifahî olan, sözlü ifadeler. ŞİFA-İ ÂCİL Hastalıktan çabuk kurtulma. ŞİFA-İ ŞERİF (Bak: Kadî İyaz) ŞİFAKÂR f. Şifalı. Şifaya sebeb olan. ŞİFANAPEZİR (Şifâ-nâpezir) f. Tedavi edilmez, şifa bulmaz, tedavi olmaz. ŞİFAPEZİR f. İyileşebilir, şifa bulabilir, geçebilir. ŞİFARESAN f. Şifaya erişen, hastalığı iyileşen. ŞİFASAZ f. şifa veren, iyi eden. ŞİFAYAB f. Şifa bulma, iyileşme. ŞİFE (Bak: Şefe) ŞİFF Ziyade, çok, fazla. * Eksik, noksan. (Ezdattandır) ŞİFRE Fr. Gizli ve işaretle yazı usulü. * Haberleşmede kullanılan belirli bazı işaretler. * Herkesin anlayamadığı, bazı kimselere mahsus anlaşma usulü. ŞİFTE f. Düşkün, tutkun, meftun. ŞİFTEDİL f. Gönül vermiş, meftun, tutkun. ŞİFTEGÎ f. Kaçıklık, tutkunluk, meftuniyet. ŞİH(A) Yavşan denilen ot. ŞİHAB Parlak yıldız. * Kıvılcım. * Yıldızdan fırladığı zannedilen ve dünyanın atmosferinde bir an görünüp kaybolan gök taşı. ŞİHAT (Bak: Şeyhuhet) ŞİHBAN (Şihâb. C.) Kıvılcımlar. ŞİHDARE Fahiş ve israfçı ve dedikoducu kimse. * Kısa boylu ve şişman kimse. ŞİHE f. At kişnemesi. ŞİÎ Şia fırkasından olan. ŞİİR Güzel tertibli manzume. Tahayyül ve tasavvurları ve bâzı hakikatları hoşa gidecek şekilde ifâde eden ölçülü söz. * Man: Muhayyelâttan terekküb eden kıyas. ŞİKA (Şekve. C.) Şikâyetler, sızıltılar. ŞİKAB İki dağ arası. * İki kaya arası. ŞİKÂF f. (Şikâften: "Yarmak" mastarından) Yarık, yırtık, çatlak. * Kelime sonuna gelerek "yırtıcı, yırtan" mânâsına kullanılır. Meselâ: Ciğer-şikâf $ : Ciğer parçalayan. ŞİKAK Nifak, ikilik, ittifaksızlık. ŞİKAL Devenin palanını bağlıyan ip. * Devenin ayağının bağlandığı ip, köstek. * El ve ayak zinciri. * Üç ayağı beyaz olan at. ŞİKAR Mc: Değerli, kıymetli. ŞİKAR f. Av, avlanan hayvan. Avlama. * Düşmandan ele geçirilen mal. Ganimet. ŞİKARİSTAN f. Av yeri, avı çok olan yer. ŞİKAYAT (Şikâyet. C.) Şikâyetler. ŞİKAYET Sızlanma, sızıltı. * Haksız olan, haksız iş yapan bir kimseyi üst makama bildirmek. ŞİKEM f. Karın. ŞİKEMBE f. İşkembe. ŞİKEMBENDE f. Midesine düşkün. Çok yiyen. ŞİKEMDERD Karın ağrısı. ŞİKEMPERVER f. Yemek tiryakisi, boğazına düşkün. ŞİKEN f. (Şikesten mastarından) Kıvrım, büküm. * Koparan, parçalayan mânâsında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Haysiyet-şiken $ : f. Haysiyet kıran. ŞİKENC f. Kıvrım, büklüm. ŞİKENCE f. İşkence. Azap. Eziyet. ŞİKENED Kırıyor, kesiyor. ŞİKEN-İ KÂKÜL Kıvırcık saç. ŞİKEST f. Kırma, kırılma. * Kıran. * Yenilme, mağlubiyet. ŞİKESTE f. Kırılış, yeniliş, mağlub olmuş. Kırık. Tâlik yazının bir çeşidi. ŞİKESTEBÂL f. Kanadı kırık, kırık kanatlı. * Mc: Kederli, üzgün. ŞİKESTEDİL f. Gönlü kırık, mahzun, kederli, hüzünlü. ŞİKESTEGÎ f. Kırıklık. ŞİKESTEPÂ f. Ayağı kırık. ŞİKESTEZEBÂN f. Peltek. ŞİKİBA (Şikibende) Sabırlı. ŞİKK (Bak: Şıkk) ŞİKKE (C.: Şikek) Balta cinsinden olan silâhların sapı. * Girecek deliğe sıkışıp tutmak için sokulan çivi. ŞİKL Güçlük. * Naz. ŞİLAK Cima etmek. * Vurmak. * Kulağı uzunlamasına yarmak. ŞİLV Vücut azâlarından biri. ŞİMAL Sol, sol taraf. Sağın ve cenubun zıddı. Kuzey. ŞİMALEN Soldan, sol taraftan, şimalden, kuzey taraftan. ŞİMALÎ şimale ait, sola ve kuzeye ait. ŞİMAL-İ GARBÎ Kuzeybatı. ŞİMAL-İ ŞARKÎ Kuzeydoğu. ŞİMAS Davarın ürkek olması. ŞİME (C.: Şiyem) Huy, tabiat. ŞİMENDİFER Fr. Demir yolu katarı, tren. * Demir yolu. ŞİMRAC (C.: Şemâric) Seyrek seyrek dikmek. * Yalan karışık söz. ŞİMRAH (C.: Şemârih) Hurma veya üzüm salkımı. * Dağ tepesi. ŞİMŞAD f. Şimşir ağacı. ŞİMŞİR (Bak: Şemşir) ŞİN Çok nikâhlı kimse. * Huruf-u mu'cemeden bir harf. ŞİN (Bak: Şeyn) ŞİNAH f. Suda yüzme. ŞİNAK (C.: Eşnâk) Sivri başlı kimse. * Kırba bağladıkları ip. * Başı büyük olan at. * Kuş tuzağı. ŞİNAR Ayıp. * Hayâ, utanma, âr. ŞİNAR f. Suda yüzme. ŞİNAS Uzun, tavil. ŞİNAS f. Tanıyan, bilen, anlayan. Tarih-şinas $ : f. Tarihten anlayan, tarih bilen. ŞİNAVER f. Suda yüzen. Yüzgeç. ŞİNEV f. İşiten, dinleyen. ŞİNİD İşitme. Duyma. ŞİNİDE f. İşitilmiş. Duyulmuş. ŞİNİK On litre su alabilen teneke kutu kadar olan mahsul ölçüsü. Yarım gaz tenekesi. (Isparta havalisine mahsus hububat ölçüsü) ŞİNVAY Kulağın işitmesi. ŞİR f. Aslan. * Süt. Şİ'R (Şiir) Anlama, idrak. * Edb: Edebiyatta kıymeti olan, nazımlı ve kafiyeli şair sözü. (Bak: Şiir) ŞİRA Satın alma, satın alınma. Şİ'RA Koz: İki yıldızın adı. ŞİR'A (Şeria-Meşrea) Lügat mânası, bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda insanların, hayat-ı ebediye ve saadet-i hakikiyeye vusulü için Allah'ın vaz' u teklif ettiği ahkâm-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bil'istiare ıtlak edilmiştir ki, din demektir. Ya kapalı bir şeyi yarıp açmak ve beyan etmek mânasına şer' mastarından veya birşeye duhul manasına şurû'dan alınmıştır. (E.T.) (Bak: Şeriat) ŞİRA' Yelken. Gemi yelkeni. ŞİRAD (ŞÜRUD) Dağılmak. * Kaçmak. ŞİRAK (C.: Şürük) Nalbant kayışı. ŞİRAN f. (Şir. C.) Aslanlar. ŞİRANE f. Aslanca, gazanferâne. ŞİRAR Ateş kıvılcımları. * Şerirler. Şerli kimseler. ŞİRAT Neşter. Şİ'RA-ÜL YEMANÎ Semanın güney yarım küresinde bulunan "Kelb-i Ekber" denilen burcun ve bütün semanın görünen en parlak yıldızı. (Sirius) Şİ'RA-ÜŞ ŞAMÎ Kelb-i Asgar denilen burcun en parlak yıldızı. ŞİRAZ Süzülmüş yoğurt. ŞİRAZE f. Kitap ciltlerinin iki ucuna konulan ve yaprakları muntazam tutan, ibrişimden örülmüş ince şerit. * Pehlivan kispetinin paçası. * Mc: Düzen, nizam, esas. ŞİRAZE-BEND f. Şiraze bağlayan. * Düzenleyen, tanzim eden, düzen veren. ŞİRB (Şürb) İçme veya içirme nöbeti. İçmek. ŞİRCENG f. Arslan gibi savaşan. ŞİRDAH Büyük ayaklı. ŞİRDİL (C.: Şirdilân) f. Aslan yürekli. Cesaretli. Cesur. ŞİRE f. Süt. * Şıra. ŞİREC Şırılgan yağı. * Üzüm suyu. Şira. Şİ'REN Şiir tarzında, şiir olarak. ŞİRHAR f. Tar: Acemiliğe alınmayan veya sayısı beşten az olan esirlerden bir kısmı. Pencik kanuni hükümlerine göre esirler: Şirhâr, beççe, gulamçe, gulâm, sakallı ve pir olmak üzere sınıflara ayrılır ve bu tertibe göre vergiye tâbi tutulurdu. Üç yaşına kadar olan çocuklara, süt emen mânâsına gelen şirhâr; üç yaşından sekiz yaşına kadar olanlara, yavru demek olan beççe; sekizle oniki yaşındakilere gülâmçe; büluğa erenlere gulâm; epeyce traşı gelenlere sakallı; yaşlılara da pir denilirdi. (O.T.D.S.) ŞİR-İ JİYAN Kükremiş aslan. (Bak: Jiyan) ŞİR-İ MÂDER Ana sütü. ŞİR-İ YEZDAN Hazret-i Ali Radiyallahu Anh'ın bir ismi. Allah'ın Aslanı. ŞİRİN f. Tatlı. Sevimli. Cana yakın. ŞİRİN-CEMAL f. Sevimli yüzlü. ŞİRİN-EDÂ f. Lâtif ve şirin edâlı. ŞİRİNÎ f. Tatlılık, cana yakınlık, sevimlilik. ŞİRİNKÂM f. Tadı damağında kalmış. ŞİRİNKÂR f. Hoş ve tatlı muamele eden. ŞİRİNZEBAN f. Tatlı dilli. ŞİRK En büyük günah olan Allah'a (C.C.) ortak kabul etmek. Allah'tan (C.C.) ümidini keserek başkasından meded beklemek. (Şirkin mânası mutlak küfürdür.) (Politeizm)(Evet, küfür mevcudatın kıymetini ıskat ve mânasızlıkla ittiham ettiğinden bütün kâinata karşı bir tahkir ve mevcudât âyinelerinde cilve-i Esmâyı inkâr olduğundan; bütün Esmâ-i İlâhiyeye karşı bir tezyif ve mevcudâtın Vahdâniyete olan şehâdetlerini reddettiğinden, bütün mahlukata karşı bir tekzib olduğundan istidad-ı insanîyi öyle ifsad eder ki: Salâh ve hayrı kabule liyâkatı kalmaz. Hem bir zulm-ü azimdir ki; umum mahlukatın ve bütün Esmâ-i İlâhiyenin hukukuna bir tecavüzdür. İşte şu hukukun muhafazası ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği küfrün adem-i afvını iktiza eder. $ şu mânâyı ifade eder. S.)(Mâdem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikatı vardır, elbette şirkin hakikatı olamaz. Çünki, $ âyetinin hakikat-ı katıasiyle; müteaddid eller müstebidâne bir işe karışsalar, karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, hattâ, bir nâhiyede iki müdür bulunsa; intizam bozulur ve idare herc ü merc olur. Halbuki, sinek kanadından tâ semâvat kandillerine kadar ve hüceyrât-ı bedeniyeden tâ seyyârâtın burçlarına kadar öyle bir intizam var ki: Zerre kadar şirkin müdâhalesi olamaz. Ş.) ŞİRK-ÂLUD f. Şirk karışık, sapıtmış. Şirk bulaşmış. Cenâb-ı Hak'tan gaflet edip başkasından meded bekler surette. ŞİRKET Ortaklık, iş ortaklığı. * Huk: İki veya daha fazla şahsın emek ve malları ile müştereken, iktisadî bir gayeye erişmek için bir akidle birleşmeleri. (Bak: Cem'iyyet) ŞİRKET-İ A'MÂL Çalışmayı sermaye olarak kabul eden şirket. ŞİRK-İ HAFÎ İhlâssızlık, riyakârlık. Allah rızası için değil de başkalarının rızâsı için ibâdet etmek. ŞİRMERD f. Arslan yürekli, cesur. ŞİRPENÇE (Şir-pençe) f. (Aslan pençesi) Vücutta ve daha ziyade sırtta çıkan çok tehlikeli bir çıban. ŞİRRET Terbiyesizlik, hayasızlık, edebsizlik. * Geçimsiz, huysuz ve kavgacı. ŞİRRİB Şaraba karşı hırsı olan. ŞİRRİR (C.: Eşrâr-Eşirrâ) Çok şer işleyen, pek çok şerir. ŞİRVAZ Yoğun, kalın ve büyük. ŞİRYAN (Şeryân) Kırmızı kan damarı. Atar damar. ŞİRZİME Küçük, ehemmiyetsiz cemaat. Bir miktar insan grubu. ŞİS' (C.: Şüsu') Nâline tasma vurmak. * Nâlin tasması. ŞİS (ŞİSÂ') Çekirdeği katılaşmış olmayan hurma. (Hurma aşılanmasa çekirdeği katılaşmaz.) ŞİSI' Büyük ve çok mal. * Dar yer. Bir yerin uç tarafı. * Nalın kayışı. * Bir malı dikkatle bekleyip koruyan. ŞİŞE Camdan yapılmış ağzı dar uzunca kap. Lâmbaya geçirilen camdan küçük baca. * Çeşitli maksatlarla çakılan çıta. ŞİŞEHANE Şişe yapılan yer. ŞİŞHANE (Aslı: Şeşhane) Eskiden kullanılan namlusu altı yivli tüfek. * İstanbul'da bir semt adı. ŞİT Hz. Âdem'in (A.S.) oğullarından ve ondan sonra peygamber olan zât olup kendisine 50 sayfalık kitab nâzil olmuştur. Kâbe-i Mükerreme'yi ilk önce taştan bina eden zât olduğu Kısas-ı Enbiya'da mezkûrdur. ŞİTA Kış. Senenin soğuk mevsimi. ŞİTAB f. (Şitâften: Koşmak fiilinin kökü) Seğirtmek, koşmak. Çabukluk, acele etmek. ŞİTAÎ (Şitâiye) Kışa ait. Kışlık. Kışa dair. ŞİTEVÎ (Şiteviyye) Kışa ait. Kış mevsimiyle ilgili. * Kış sebzesi, kışlık sebze. ŞİVA' Kebap. ŞİVAL Az şey. ŞİVAR Meşveret etmek, konuşmak, istişâre etmek, danışmak. ŞİVAZ Dumansız ateş. * Susamak. (Bak: Şuvaz) ŞİVE Söyleyiş. Tarz. Ağız. Üslub. * Eda. Naz. ŞİVEBÂZ f. Cilveli, şive ve naz eden. ŞİVEKÂR f. İşveli, şiveli, cilveli. ŞİVEN f. İnleme, sızlanma. * Mâtem, yas. ŞİYA' Zahir olmak, görünmek. * Çobanın kavalından çıkan ses. * Odun takıltısı. ŞİYAM Yerden kazılan toprak. ŞİYAT Yanmış yün ve pamuk kokusu. ŞİYEM (Şime. C.) Huylar, tabiatlar. ŞİZ Abnus ağacı. ŞİZAF Katılık, sertlik. ŞÖHRE Ünlü, şöhretli, meşhur. ŞÖHRET Ad yapma. Ün. Şân. * Hadis ilminde: Meşhur hadis mânasında kullanılır.(Ey şân ve şerefi, nam ve şöhreti isteyen adam! Gel, o dersi benden al. Şöhret ayn-i riyâdır. Ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Ve insanı insanlara abd ve köle yapar. O belâ ve musibete düşersen $ de, o belâdan kurtul. M.N.) ŞÖHRETGİR f. şöhretli, ünlü. Meşhur. ŞÖHRET-İ KÂZİBE Geçici şöhret. Yalancı dünyalık, fâni şöhret. Aldatıcı nâm. ŞÖHRETŞİÂR f. şöhretli. şöhret sahibi. ŞÖHRETŞİÂR-I ÂLEM Âlemde şöhret ona nişan olmuş olan. Çok meşhur olan. ŞUA (C.: Şu') Sorgun ağacı. ŞUA' Bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri. ŞUAAT Işıklar, parıltılar, nurlar. ŞUAB (şu'be. C.) şubeler. Kollar, bir cisimden ayrılan çatallar. (Bak: Şiâb) ŞUABAT (Şu'be. C.) Şubeler, kısımlar, takımlar, bölükler. Dallar. ŞUAL (şu'le. C.) Alevler, şu'leler. Ateş alevleri. ŞUARA (Şâir. C.) Şâirler. * Kur'an-ı Kerim'in 26. suresinin ismidir. Mekkîdir. ŞUAYB (A.S.) Ashab-ı Eyke ile Medyen ahâlisine gönderilen bir peygamberdir. Çok hakikatlı ve güzel sözlerle bu iki kavmi Hakka davet ettiği halde kendisini dinlemediler. Cenab-ı Hak Eykeliler üzerine şiddetli sıcaklık ve Medyen ahalisine de şiddetli sayha ile azab verdi ve onları mahveyledi. Şuayb Aleyhisselâm kendisine inananlarla Mekke'ye gitti ve orada yerleşti. Musâ Aleyhisselâm'ın kayınpederi idi. (Bak: Ashab-ı Eyke) ŞUBAN f. Çoban. ŞU'BE Bölük, bölüm. * Dal, budak. * İkinci derecedeki kollar. Kol. ŞU'BUB (Bak: şü'bub) ŞUGL İş, meşgul olunacak şey, gaile. ŞUGMUM Uzun, tavil. ŞUGUL (Şugl. C.) İşler, uğraşacak şeyler, gaileler. ŞUH (Şıh) Bahil, cimri, hasis kimse. ŞUH f. Şen ve hareketlerinde serbest olan. * Nazlı, işveli. * Açık saçık, hayasız. Oynak. ŞUHA Karın ağrısı. ŞUHH (ŞIHH) Bahillik. ŞUH-MEŞREB f. Açık meşrebli, şen ve neşeli. ŞUHUD (Bak: şühud) ŞUHUM (Şahm. C.) Yağlar, içyağlar. ŞUHUR (Bak: şühur) ŞUKAK Bir çeşit hayvan hastalığı. ŞUKKA Parça. Kâğıt veya kumaş parçası. * Küçük tezkere. ŞUKRE Sâfi kızıllık, tam ve koyu kırmızılık. ŞUKUK (Şakk. C.) Çatlaklar, yarıklar. ŞUKUNE Azlık. ŞU'LE Alev, ateş alevi. Alevlenmiş odun. ŞU'LEBÂR f. Işıklı. ŞU'LEDÂR f. Alevlenmiş, alevli. Işıklı. ŞU'LEFEŞÂN f. Işık saçan, parlatan. ŞU'LEGİR f. Tutuşan, alevlenen, alev alan. ŞU'LE-İ BERKIYYE Yıldırım ışığı. Şimşek parıltısı. ŞU'LE-İ CEVVAL Daim hareket ederek etrafına ışık saçan parıltı. ŞU'LENÜMÂ f. Alev gösteren, alevli. ŞU'LEPÂŞ f. Işık saçan. ŞU'LEPERVER f. Işıklandıran. Alevlendirici. ŞU'LEPUŞ f. Alev içinde kalmış, alevle örtülü. ŞU'LERİZ f. Işıldayan, alev saçan. ŞUM Hayırsız kişi. ŞU'M (Şum) f. Uğursuzluk. Meş'um olma. Uğursuz. ŞUMA f. Siz. (Bak: Şahıs zamiri) ŞUR f. Tuzlu, kekremsi. * şamata, gürültü. ŞURA Konuşma yeri, istişare meclisi. Büyüklerin istişare için toplanma yeri. * Meşveret için toplantı. * Meşveret etme.(Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim, bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve ta'dil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaattan çıkmış az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şurâlar o ruhu temsil eder. Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şurâ-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı manevî olmak gerektir. Tâ ki sözünü ona işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan sırat-ı müstakime sevkedebilsin.) Sünühat'tan.(Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı meşveret-i şer'iyyedir. $ Ayet-i Kerimesi, şurayı esas olarak emrediyor. Evet nasılki, nev'-i beşerdeki telâhuk-u efkâr ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasiyle birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünunun esası olduğu gibi, en büyük kıt'a olan Asya'nın en geri kalmasının bir sebebi o şurâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.Asya Kıt'asının ve istikbâlinin keşşafı ve miftahı şura'dır. Yâni, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt'alar dahi o şurayı yapmaları lazımdır ki, üçyüz belki dörtyüz milyon İslâm'ın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak meşveret-i şer'iyye ile şehamet ve şefkat-i imâniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer'iyyedir ki, o hürriyet-i şer'iyye, âdâb-ı şer'iyye ile süslenip garp medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır. İmândan gelen hürriyet-i şer'iyye iki esası emreder: $ $Yani: İman bunu iktiza ediyor ki, tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek.. ve zâlimlere tezellül etmemek.. Allah'a hakiki abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah'tan başka- kendinize Rab yapmayınız. Yani, Allah'ı tanımayan, herşeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet hürriyet-i şer'iyye Cenab-ı Hakk'ın Rahman, Rahim tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.Eğer denilse: Neden şuraya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya'nın, hususan İslâmiyet'in hayatı ve terakkisi nasıl o şura ile olabilir?Elcevab: Nur'un Yirmibirinci Lem'a-i İhlâs'ında izah edildiği gibi; haklı şura ihlâs ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüzonbir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakiki ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakiki ihlâs ve tesânüd ve meşveretin sırrı ile, bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor. Madem beşerin ihtiyacâtı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz'î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla elbette ve elbette, o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hâcetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakaikından gelen şura-yı şer'î ile yaşayabilir. O düşmanları durdurur, o hâcetlerin teminine yol açar. H.) ŞURA SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 42. suresi olup, "Hâ mim ayn sin kaf" Suresi de denir. ŞURAB (ŞURÂBE) f. Kirli ve acı su. * Mc: Gözyaşı. ŞURA-YI DEVLET İdare dâvâlarını veya nizamname (tüzük) hazırlıklarını inceleyip fikrini bildiren resmi daire. Danıştay. ŞUR-BAHT f. Bahtsız, talihsiz. ŞURE Heyet. ŞURE f. Çorak, tuzlu, verimsiz toprak. ŞUR-EFGEN f. Karma karışık yapan, kargaşalık çıkaran. ŞUR-ENGİZ f. Gürültü çıkaran, şamata yapan. ŞUREZAR Çorak yerler, verimsiz araziler. ŞURİDE f. Perişan, karışık. * Tutkun, âşık, meftun. ŞURİDEGÎ f. Karışıklık, perişanlık. * Tutkunluk, düşkünlük. ŞURİSTAN Çorak yerler. ŞURİŞ f. Karışıklık, kargaşalık. ŞURTA (Yelkenliye) uygun rüzgâr. * Önde gidip düşmanla savaşan asker. * Polis, jandarma. ŞURU' Başlama. Mübaşeret etme. ŞURUT (Şart. C.) Şartlar. Bir şeyde bulunması lâzım gelen esaslar, temeller. ŞURUT-U SALÂT Namazın şartları. ŞUS Pak etmek, temizlemek. ŞUSY Ölünün şişip el ve ayağının sertleşmesi. ŞUTBE (C.: Şütab) Kılıcın yüzünde yapılan yol. ŞUTTAR Pazu hareketi. ŞUTUR Irak, uzak, baid. * Bir memesi birisinden uzun olan koyun. * İki emziği kurumuş olan deve. ŞUTUR Irak, uzak, baid. ŞUTUT (şatt. C.) Büyük nehirler. ŞUUB (şa'b. C.) Cemaatler. Taifeler. Kabileler. ŞUUBAT (şu'be. C.) Şubeler, kısımlar, bölümler. ŞUUN (Şe'n. C.) İşler, fiiller. Havadis. ŞUUNAT Şuunlar. Keyfiyetler, haller. * Emirler. Kasıtlar. Talepler. ŞUUN-U SEYYALE Akıcı, bir halde durmayan işler. ŞUUR Anlayış, idrak. Vicdan. Hiss-i zâhirle duymak. * Nefsin mânâya ilk vusul mertebeleridir. (E.T.) * Kendi varlığından haberi olma. * Bir şeyi hoşça tanıma. * İnceliklerini iyice idrak etme. * (Şa'r. C.) Kıllar. ŞUURDÂRÂNE f. Haberli ve iyice tanı(Zeker). Kendinden haberi olarak. Bilerek, bilir gibi.(Hayat olmazsa vücud vücud değildir; ademden farkı olmaz. Hayat, ruhun ziyasıdır. Şuur, hayatın nurudur. Madem ki hayat ve şuur bu kadar ehemmiyetlidirler. Ve madem şu âlemde bilmüşahede bir intizam-ı kâmil-i ekmel vardır. Ve şu kâinatta bir itkan-ı muhkem, bir insicâm-ı ahkem görünüyor. Madem şu biçâre, perişan küremiz, sergerdan zeminimiz, bu kadar hadd ü hesâba gelmez zevil-hayat ile, zevil-ervah ile ve zevil-idrak ile dolmuştur. Elbette sâdık bir hads ile ve kat'i bir yakin ile hükmolunur ki; şu kusur-u semâviye ve şu büruc-u sâmiyenin dahi kendilerine münâsib zihayat, zişuur sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi; Güneşin ateşinde dahi, o nurani sekeneler bulunur. Nar nuru yakmaz. Belki ateş, ışığa meded verir... S.) (Bak: Vicdan) ŞUVAZ Kızgın, ateşli maden. Kızgın ateş. * Susama. ŞUVEYY Yavaş. ŞUY f. Koca, eş, zevc. ŞUYİDE f. Yıkanmış. ŞÜBAN Çoban. ŞÜBANÎ Kırmızı yüzlü. ŞÜBBAN Gençler, delikanlılar. ŞÜBBAN-I VATAN Vatanın gençleri. ŞÜBBUT Kalkan balığı. ŞÜBEH (şübhe C.) şübheler, şekler. şübhe edilenler. ŞÜBHE (C.: Şübeh - Şübühât) Tereddüd. Bir şeyin doğru olup olmadığına veya var olup olmadığına dair kat'i kanaat ve bilgi sahibi olmamak hâli. ŞÜBHE-İ TÂRIK Zulmetten gelen şüphe belâsı. ŞÜBKE (C.: Şübük) Yakınlık. Akrabalık, hısımlık. ŞÜBRÜM Kısa boylu kimse. ŞÜ'BUB Birden yağan sağanaklı yağmur. * Hiddetli ve şiddetli olan. * Şiddetli güneş harareti. ŞÜCA' (Şec'a - Şica') Yiğit, cesur, bahadır. Şecaatli. ŞÜCEA' (Şeci'. C.) Yiğitler, cesurlar. ŞÜCEYRE Çalı, ufak ağaç. ŞÜCNE Sıklığından birbirine girmiş ağaçların damarları. ŞÜCUB Ev içinde olan direk. ŞÜCUN Ağaç dalları. * Füruât, teferruat. ŞÜCUR Muhtelif ve çeşitli olmak. ŞÜD f. Geçti, gitti; gidiş, gitme. Oldu, olma. Amed şüd $ : Geldi gitti. ŞÜDUN Kavi ve kuvvetli olmak. * Terbiyeden müstağni olmak. ŞÜF'A Bir malı müşteriye, mal olduğu fiata satmak. * Huk: Satılmakta olan bir yerde hissesi bulunan veya oraya bitişik komşu olanın satılan şeyi almakta birinci derecede hakkı olması. Şüf'a sahibi kendinden habersiz satılan şeyi, dava ederse, bedelini ödeyerek müşteriden geri alabilir. (H.L.) ŞÜFAFE Kap dibinde kalan su. ŞÜFEA' (Şefi'. C.) Şefaatçiler. Şefaat edenler, bir suçun bağışlanması için aracılık yapanlar. ŞÜFR (C.: Eşfâr) Kirpiğin bittiği yer. * Her şeyin kenarı. ŞÜFRE (ŞEFRE) (C.: Eşfâr) Yassı büyük bıçak. * Gön ve sahtiyan kestikleri bıçkı. * Kılıç ağızı. * Kirpik biten yer. ŞÜFUF Zayıf olmak. ŞÜFUN Göz ucuyla bakmak. ŞÜGUR Yükseltmek. * Hâli etmek, boşaltmak. ŞÜGÜL (C.: Eşgâl) Meşgul ve gafil olmak. Gaflette bulunmak. ŞÜHBE Siyaha galip olan beyazlık. ŞÜHEDA (şâhid ve şehid. C.) şâhidler. * şehidler. (Bak: şehid) ŞÜHRE Zahir ve vâzıh olmak. Görünmek. Açık olmak. ŞÜHUB Mütegayyer olmak, değişmek. ŞÜHUD şâhidler. * Görme, şahid olma. * Müşahede etme. * Görünecek halde şekillenme. ŞÜHUDÎ Keşfe ve görmeğe dair. Görünebilir olana ait ve mensub. (Ehl-i şuhud dediğimizden maksad Evliyâullahtır. Zira velâyet sâhibi, avâmın itikad ettiği şeyleri gözle müşahede ediyor. M.N.) ŞÜHUR (şehr. C.) Aylar. 30 günlük müddetler. ŞÜHUR-U SELÂSE Arabî üç aylar. Receb, Şaban ve Ramazan ayları. ŞÜHUS Yüksek olmak. * Bir yerden bir yere gitmek. * Gözünü bir yere dikip hareket ettirmeden ve kapağını açıp yummadan durmak. * Bir hâdisenin meydana gelmesinden dolayı acı çekip kararsız olmak. ŞÜHÜB (Şihâb. C.) Kıvılcımlar. ŞÜKAF (Bak: şikâf) ŞÜKARA Sütlü deve. * Sütlü koyun. ŞÜKAT (şâki. C.) şikâyet edenler, şikâyetçiler. ŞÜKLE Gözün ağındaki kırmızılık. ŞÜKM Ücret, ivaz. Cezâ. Karşılık. Amelin ücreti. ŞÜKR (Şükür) Allah'ın (C. C.) nimetlerine karşı memnunluk göstermek. Allah'a teşekkür. (Bak: Ni'met)(Kalb ile, dil ile ve sâir beden azâlarıyla olur. Nimet verene muhabbet etmek ve itaat etmek de şükürdendir. Şükür eden, her nimeti Allahın râzı olduğu yere sarfeder. Şükür; Allah'ın, kullarının iyi amellerine mükâfat veya mücazat vermesidir. Sebeplerin envaı cihetinden şükür hamdden daha umumidir. Taalluk cihetinden hususidir. Hamd, taalluk cihetinden daha umumi, esbab cihetinden daha hususidir.)(Kur'an-ı Hakîm, nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor, öyle de Kur'an-ı Kebir olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-i âlemin en mühimi şükürdür. Çünkü kâinata dikkat edilse görünüyor ki, kâinatın teşkilâtı şükrü intac edecek bir surette her bir şey bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi şükürdür... Görüyoruz ki her şey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor; öyle de rızık dahi bütün envaiyle mânen ve maddeten, hâlen ve kalen şükür ile kaimdir; şükür ile oluyor; şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünkü rızka iştiha ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-i şuuri bir şükürdür ki bütün hayvanatta bu şükür vardır. Yalnız insan dalâlet ve küfür ile o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke gidiyor... Şükrün mikyası: Kanaattir ve iktisattır ve rızâdır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizânı; hırstır ve isrâftır, hürmetsizliktir. Haram helâl demeyip rast geleni yemektir. Evet hırs şükürsüzlük olduğu gibi hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir... Hem şükrün envaı var. O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi namazdır. M.) ŞÜKRAN İyilik bilmek. Minnettarlık. Şükretme hâli. ŞÜKRANİYET Şükranlık. ŞÜKRGÜZAR f. İyilik bilen, teşekkür eden. ŞÜKR-Ü KÜLLÎ Umumi nimetler için yapılan şükür.(Eğer desen: "Şu küllî hadsiz ni'metlere karşı, nasıl şu mahdut ve cüz'î şükrümle mukabele edebilirim?"Elcevab: Küllî bir niyetle, hadsiz bir itikad ile... Meselâ nasılki, bir adam beş kuruş kıymetinde bir hediye ile, bir padişahın huzuruna girer ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: "Benim hediyem hiçtir, ne yapayım. " Birden der: "Ey seyyidim! Bütün şu kıymetdar hediyeleri kendi nâmıma sana takdim ediyorum. Çünki: Sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim. " İşte hiç ihtiyacı olmayan ve raiyyetinin derece-i sadakat ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o biçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek itikad liyakatını, en büyük bir hediye gibi kabul eder. Aynen öyle de: Aciz bir abd namazında Ettahıyyâtü lillâh der. Yâni: Bütün mahlukatın hayatlariyle sana takdim ettikleri hediye-i ubudiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler sana takdim edecektim. Hem, sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın. İşte şu niyyet ve itikad, pek geniş bir şükr-ü küllidir. Nebatatın tohumları ve çekirdekleri, onların niyyetleridir. S.) ŞÜKR-Ü ÖRFÎ (Bak: Hamd) ŞÜKUF(E) f. Çiçek. Zühre. Tomurcuk. ŞÜKUFEZAR f. Çiçek bahçesi. ŞÜKUF-MİSAL Gonca gibi, tomurcuk gibi. ŞÜKUH f. Azamet, ululuk, celal. ŞÜKUK (şekk. C.) şekler, şüpheler. ŞÜKUR Hacet, ihtiyaç. * Mühim işler, umûr-u mühimme. ŞÜKÜFTE f. "Açılmış" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nev-şüküfte $ : Yeni açılmış. ŞÜLLE Niyyet. * Uzak emir. ŞÜMAR f. Sayan, sayıcı. Eden, edici. ŞÜMAR f. Hesap, sayı. * Sevgi, muhabbet. ŞÜMARENDE f. Sayan, hesab eden. ŞÜMARİDE f. Sayılmış, hesab edilmiş. ŞÜMHUT Uzun, tavil. ŞÜMRUH Hurma budağı. ŞÜMS (C.: Şümus) Vahşi erkek davar. * Bir nevi gerdanlık. ŞÜMU' (Şem'. C.) Mumlar. * Balmumları. ŞÜMUH Pek yüksek olmak. * Sedid. Sağlam sed. ŞÜMUL Kaplamak. İhtivâ etmek. İçine almak. * Hükmü altına almak. ŞÜMUS (şems. C.) şemsler, güneşler. ŞÜMÜRDE f. Hesap edilmiş, hesaplanmış, sayılmış. ŞÜNAN Perâkende, dağılmış. ŞÜNHUB(E) (C.: Şenâhıb) Dağbaşı. ŞÜNŞÜN Zeyrek ve akıllı genç yiğit. ŞÜNTÜR (C.: şenâtir) Parmak. ŞÜNUE Uzak olmak. Irak olmak. ŞÜNZUVE (C.: Şenazi) Dağ kenarı. ŞÜPÜŞ f. Bit. ŞÜRABİYE f. Bir şeye bakmak için boyun uzatmak. ŞÜRB İçme. İçilme. ŞÜREBE Çok içen. Çok içici olan. ŞÜREF (şerefe ve şürfe. C.) şerefeler. ŞÜREFA (Şerif. C.) Şerifler. Hazret-i Hüseyin Radıyallahü Anh vasıtasiyle Peygamberimiz (A.S.M.) soyundan gelenler. * Şerefliler. Allah (C.C.) yolunda sabır ve sebat ile devam eden temiz insanlar. ŞÜREKA (şerik. C.) şerikler, ortaklar. ŞÜRR Ayıp. * Yayıp döşemek. * Kurutmak için güneşe sermek. ŞÜRRUF Ters ve balçık taşımada kullanılan ve tezkere denilen âlet. ŞÜRSE Papuç. Nâlin. Ayakkabı. ŞÜRSUF (C.: Şerasif) İyeği kemiğinin yumuşak kısmı. ŞÜRŞUR Yund kuşu dedikleri kuş. ŞÜRTA (C.: Şurat-Şuratâ) Malı mülkü ile tanınan meşhur bir kimse. * Askerin önünde yürüyüp düşman ile evvel cenk eden taife. Öncü kuvvet. ŞÜRU' Başlamak. (Bak: şuru') ŞÜRUH (Şerh. C.) Şerhler, açıklamalar. ŞÜRUK Tulu' etmek, doğmak. ŞÜRUR (şerr. C.) şerler. Kötülükler. ŞÜRUT (Bak: şurut) ŞÜS f. Akciğer. ŞÜST f. Yıkama. ŞÜSTE f. Yıkanmış. ŞÜSU' Uzak olma. * Ayakkabıya kayış tasma takma. ŞÜSUB Atın ince ve zayıf olması. * Şiddet. ŞÜŞ f. Karaciğer. ŞÜTUM (şetm. C.) Küfürler, sövmeler. ŞÜTUM-İ GALİZA Galiz ve kaba küfürler. ŞÜTÜR f. Deve. ŞÜTÜR GÜRBE f. "Deve ile kedi" : İyilik fenalık; münasebetsiz, karışık; iyi ile kötü. ŞÜTÜRBÂN f. Deveci. Deve çobanı. ŞÜTÜRBÂR f. Bir deve yükü kadar olan ağırlık. ŞÜTÜRDİL f. Deve huylu, kinci, inatçı. ŞÜTÜRGÂV f. Zürafa. ŞÜTÜRLEB f. Deve dudaklı. Dudağı deve dudağı gibi sarkık olan kimse. ŞÜTÜRMÜRG f. Devekuşu. ŞÜTÜRPÂ f. Deve ayaklı. * Kekik otu. ŞÜUBİYYE Arabiyi acemden faziletli saymayan bir taife. ŞÜUN (Bak: şuun) ŞÜUNÂT (Bak: şuunât) ŞÜVAYE Büyük nesnelerin küçüğü. * Kıt'a. ŞÜVAZ (Bak: şuvaz) ŞÜYU' Herkes tarafından duyulmuş, öğrenilmiş. * Yayılma, şayi' olma. ŞÜYUH (Şeyh. C.) Şeyhler. İhtiyarlar. ŞÜZAM Tuz. * Akrep ve arı dikeni. ŞÜZUB Davarın ince belli olması. ŞÜZUR (Şezre. C.) Süs eşyası olarak kullanılan altun veya inci gibi şeyler. * İşlenmemiş madenin içinden toplanan altın parçaları. ŞÜZUZ (Şâzz. dan) Kaide ve kanun dışı kalmak. Yalnız kalmak. * Karşı olmak, muhalif olmak. ŞÜZZAZ Müteferrik, perâkende, parçalanmış, dağılmış. * Az olan cemaat. Kabilenin haricinde kalan. T Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler TA f. Kat. Kıvrım. Büklüm. Misil, mânend. Nihayet. Gayet. Kadar, beri, dek. (mânalarına gelir) Meselâ : TA Kur'anın alfabesinde üçüncü harfin adıdır. Ebcedî değeri 400'dür. TA' (TAE) Alçak, iniş yer. * Başı aşağı etmek. TÂ BE KIYAMET Kıyamete kadar. TÂ BEKEY Ne vakte kadar. TÂ HAŞRE DEK Haşre kadar. TA KEY f. Ne vakte kadar? TAA Muti olmak. İtaat etmek. TAAB Yorgunluk. Sıkıntı. Zahmet. Bezginlik. Eziyet. TAAB-ÂVER f. Yorgunluk veren. TAABBÜD İbadet etmek. Kulluk etmek.(Ey insan! Kur'ânın desâtirindendir ki, Cenab-ı Hakk'ın mâsivâsından hiçbir şeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiç bir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlukat, ma'budiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi, mahlukiyet nisbetinde de birdirler. L.) TAABBÜDÎ İbadete ait olup emrolunduğu için yapılan. Sebeb ve illeti sadece emir olan, aklın muhakemesine bağlı olmayan. İbâdete âit ve müteallik.(Mesâil-i şeriattan bir kısmına "Taabbüdî" denilir; aklın muhakemesine bağlı değildir; emrolduğu için yapılır. İlleti, emirdir.Bir kısmına "Mâkul-ül mâna" tâbir edilir. Yâni: Bir hikmet ve bir maslahatı var ki, o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebep ve illet değil. Çünkü: Hakiki illet, emir ve nehy-i İlâhidir.Şeairin taabbüdî kısmı; hikmet ve maslahat onu tağyir edemez, taabbüdîlik ciheti tereccuh ediyor, ona ilişilmez. Yüzbin maslahat gelse, onu tağyir edemez. Öyle de: "Şeairin faidesi, yalnız mâlum mesâlihtir." denilmez ve öyle bilmek hatâdır. Belki o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir. Meselâ biri dese: "Ezanın hikmeti, müslümanları namaza çağırmaktır; şu halde bir tüfenk atmak kâfidir. "Halbuki o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezaniye içinde o bir maslahattır. Tüfenk sesi, o maslahatı verse; acaba nev'-i beşer namına, yahut o şehir ahalisi namına hilkat-ı kâinatın netice-i uzması ve nevi beşerin netice-i hilkatı olan ilân-ı Tevhid ve Rububiyet-i İlâhiyeye karşı izhar-ı ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?Elhasıl: Cehennem lüzumsuz değil; çok işler var ki, bütün kuvvetiyle "Yaşasın Cehennem!" der. Cennet dahi ucuz değildir; mühim fiat ister. M.) TAABBÜS Sayıklama. * Havadaki bir şeyi tutmağa çalışır gibi ellerini sallı(Zeker) hareket ettirme. TAABBÜS (C.: Taabbüsât) Yüz ekşitme, somurtma, surat asma. TAAB-I DİMAĞÎ Zihnî yorgunluk. Dimağın yorgunluğu. TAACCÜB şaşma, hayret etme. Tahayyür."Resul-ü Ekrem'den (A.S.M.) rivayet olunuyor ki: "Taaccüb bütün taaccüb ona ki: Cenab-ı Hakk'ın halkını görüp dururken Allah'da şek eder. Şuna taaccüb olunur ki: Neş'et-i ulâyı tanır da neş'et-i uhrâyı inkâr eder. Şuna da taaccüb olunur ki: Her gün her gece ölüp dirilip dururken ba's-ü nüşuru inkâr eder. şuna da taaccüb olunur ki: Cennet'e ve naim-i Cennet'e iman eder de yine dâr-ül gurur için çalışır. Şuna da taaccüb olunur ki: Evvelinin bulaşık bir nutfe, âhirinin mülevves bir ciyfe olduğunu bilir de yine tekebbür ve tefâhur eder." (E.T.) TAACCÜC Şamata, gürültü, patırtı. TAACCÜL Acelecilik. Acele etmek. TAACCÜLAT (Taaccül. C.) Acele etmeler. Acelecilikler. TAACCÜN (Acn. dan) Hamurlaşma, hamur hâline gelme, mâcun gibi olma. TAACİB Acayib şeyler. Tuhaf şeyler. TAAC'UC Çeşitli seslerin birbirine karışması. TAADDİ Saldırma. * Düşmanlık. * Ezme. * Şeriattan ayrılma. Tecavüz etme. Zulmetme. Örf âdet ve mukavelenin hilâfına hareket etme. * Gr: Fiilin geçer halde olması, müteaddi olması. TAADDÜD Çoğalma. Birden fazla olma. Tekessür etme. TAADDÜD-Ü EZVAC (Bak: Taaddüd-ü zevcat) TAADDÜD-Ü ZEVCAT Bir kaç kadınla evlilik hali. (Bak: Aile)(Medeniyet, taaddüd-ü ezvacı kabul etmiyor. Kur'anın o hükmünü, kendine muhalif-i hikmet ve maslahat-ı beşeriyeye münâfi telâkki eder. Evet, eğer izdivacdaki hikmet, yalnız kaza-yı şehvet olsa, taaddüt bilâkis olmalı. Halbuki, hatta bütün hayvânatın şehâdetiyle ve izdivac eden nebâtatın tasdikıyle sabittir ki; izdivacın hikmeti ve gayesi, tenasüldür. Kaza-yı şehvet lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz'iyyedir. Madem, hikmeten, hakikaten, izdivaç, nesil içindir, nev'in bekası içindir. Elbette, bir senede yalnız bir defa tevellüde kabil ve ayın yarısında kabil-i telâkkuh olan ve elli senede ye'se düşen bir kadın, ekseri vakitte tâ yüz seneye kadar kabil-i telkih bir erkeğe kâfi gelmediğinden, medeniyet pekçok fâhişehâneleri kabul etmeye mecburdur. S.) (İslâmiyet'in ahkâmı iki kısımdır:Birisi: Şeriat ona müessistir, bu ise hüsn-ü hakiki ve hayr-ı mahzdır.İkincisi: Şeriat muaddildir. Yâni; gayet vahşi ve gaddar bir suretten çıkarıp, ehven-i şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-ü hakikiye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir. Çünki, birden tabiat-ı beşerde umumen hüküm-ferma olan bir emri birden ref'etme, bir tabiat-ı beşeri birden kalbetmek iktiza eder. Binaenaleyh, Şeriat, vâzı-ı esâret değildir. Belki en vahşi suretten, böyle tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek surete indirmiştir, tâdil etmiştir. Hem de dörde kadar taaddüd-ü zevcat tabiata, akla, hikmete muvâfık olmakla beraber, şeriat bir taneden dörde çıkarmamış, belki sekiz dokuzdan dörde indirmiştir. Bahusus taaddüdde öyle şerâit koymuştur ki; ona mürâat etmekle hiç bir mazarrata müeddi olmaz. Bazı noktada şer olsa da ehven-i şerdir. Ehven-i şer ise bir adâlet-i izâfiyedir... Münâzarat) TAADİ Düşmanlık etmek. TAADÜL Beraberlik, eşitlik. TAAFFÜF İffetli olma. İffetli görünme. * Tekellüfle salihlik yapma. Ahlâk dışı şeylerden kaçınma. * İstemekten uzak durma. TAAFFÜN (Ufunet. den) Çürüyüp kokuşma. Leş kokusu. Fena ve pis kokular. TAAFFÜNAT (Taaffün. C.) Fena ve pis kokular. TAAFFÜN-İ NEFES Nefesin kokması. TAAHHÜD (Ahd. den) Bir işin veya bir şeyin yapılması için söz verme, üzerine almak. İltizam etme. Resmi söz verme. Yüklenme. * Postaya verilen bir şeyin, yerine varmasını sağlama. TAAHHÜDÂT (Taahhüd. C.) Üzerine alınan işler. Taahhüdler. TAAHHÜDNÂME f. Söz verdiğine ve taahhüd ettiğine dair yazılan vesika. TAAKKUD (Ukde. den) Bağlanma. Düğümlenme. Anlaşılmaz hâle gelme. TAAKKUL Hatırlama. Zihin yararak anlama. Akıl erdirme. Hatıra getirme. (Bak: Dimağ) TAALA (Bak: Teâlâ) TAALLUK Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma. * Dünya alâkası. * Sevme. TAALLUKAT Bir kimsenin yakınları, akrabaları. Alâkalılar. TAALLÜL (İllet. den) Vesile ve bahane arama. Bir işten kaçınma. * Mâzeret. TAALLÜLÂT (Taallül. C.) Ağır davranma. TAALLÜM (İlim. den) İlim edinme. Öğrenme. Ders okuyarak öğrenme. TAALLÜN Aleni, âşikâr, meydanda olma. Herkesin gözü önünde gibi bilinme. TAAM Yemek. Yenilen şey. TAAMİYE Yemeklik. Yemek parası. TAAMMİ Kör olma. Görmez hale gelme. TAAMMUK (Umk. dan) Derinleşme. Mes'elenin iç yüzüne vakıf olma. TAAMMUKAT (Taammuk. C.) Derinleşmeler. TAAMMÜD (Amd. den) Bilerek ve isteyerek suç işlemek. Kasıt ve niyet etme, bilerek ve isteyerek bir iş yapma. TAAMMÜDÂT (Taammüd. C.) İsteyerek ve bilerek yapılan işler. TAAMMÜDEN Evvelden hazırlanarak. Kastederek. Bile bile. TAAMMÜDÎ (Teammüdiyye) Kasıt ve niyet ile olan, taammüdle alâkalı. TAAMMÜL Amel etme. Çalışma. Vazife yapma. TAAMMÜM Umumileşme. Umumi olma. * (İmame. den) Sarık sarma. * (Amm. den) Amca olma. Birisini "amca" diye çağırma. TA'AN(E) (Ta'n. dan) Çok zemmedip yeren. Çekiştiren. TAANNÜD (İnad. dan) İnad etme. Ayak direme. TAANNÜDÂT (Taannüd. C.) İnad etmeler, ayak diremeler. TAANNÜF Azarlama. Darılma. TAANNÜT Herkesin yanlışını arama. TAARR Ari olmak, temiz ve pâk olmak, beri olmak. Döşeğinde dönüp ızdırap çekmek. TAARRUK (Arak. dan) Terleme. * Kemikten et kazımak. * Ağaç kabuğunu soymak. TAARRUS (C.: Taarrusât) Kocanın, karısına karşı sevgisini göstermesi. TAARRUZ Bir şey veya bir kimse üzerine şiddetle saldırma. Çatma. Düşmana hücum etme. Sataşma. İlişme. TAARRÜB Araplaşma. Arap kılığına girme. TAARRÜF Karşılıklı anlaşma, tanışma. * Bir şeyi herkesin bilmesi. * Kendini hünerleriyle tanıttırma. TAARRÜM Kemikten et soymak. TAARÜC Aksaklanmak. TAARÜF Birbirini bilmek, tanımak. TAARÜZ Muaraza edişmek, çekişmek. TAASSUB (Asab. dan) Bir şeye veya bir kimseye taraflı olma. * Din bakımından fazla salâbetli olma. * Kendi dinini çok üstün görmek. * Haksız yere husumet etmek. * Bir düşünüşe, bir inanışa körü körüne bağlanıp ondan başkasını düşünmemek hâli. (Bak: Dimağ)(... Evet İslâmiyetin şe'ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salâbet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş'et eden taassub değildir. Bence taassubun en dehşetlisi bazı Avrupa mukallidlerinde ve dinsizlerinde bulunur ki; sathi şüphelerinde muannidâne ısrar gösteriyorlar. Bürhan ile temessük eden ulemânın şanı değildir... Münâzarat) TAASSUBKÂR f. Taassub gösteren. Mutaassıb. TAASSÜF Sapmak, doğru yoldan çıkmak. TAASSÜFÂT (Taassüf. C.) Yolsuzluklar, haksızlıklar. TAASSÜR (Usur. dan) Güçleşme. Güç olma. TAASÜR Güç yapmak, zor yapmak. TAAŞŞUK Âşık olmak. Çok fazla derecede sevgi beslemek. TAAT İbadet etmek. Allah'ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek. İtaat etmek. TAATGÂH f. İbadet yeri. İbadetgâh. TAATTUF (Atıf. dan) Acıma, şefkat gösterme. * Verme. * Esirgeme. TAATTUFÂT (Taattuf. C.) İhsanlar, lütuflar, bağışlar. TAATTUL (Atalet. den) İşsiz kalma. İşlemez ve boşta olma. TAATTUR (Itr. dan) Güzel kokular sürünme. TAAVVUK (Avk. dan) Oyalanmak. Gecikmek. TAAVVUZ (İvaz. dan) Bedel almak. Bir şeye karşılık almak. * Bir şey karşılığı olarak alınmak. TAAVVUZ-I TAMS Kadınların âdet görmesi. TAAVVÜC (C.: Taavvücât) Eğrilme, eğri olma. TAAVVÜD (Âdet. den) Âdet edinmek. * Geri dönmek. TAAVVÜZ Allah'a (C.C.) sığınırak "Euzubillâh" demek, yani Allah'a sığındığını ifade etmek. TAAYYÜN Meydana çıkmak, âşikâr olmak, belli başlı ve itibarlı görünen insanlardan olmak. TAAYYÜNAT Meydana çıkmalar. Belli olmalar. Belli başlı adam sırasına geçmeler. TAAYYÜŞ (Ayş. dan) Yaşamak. Geçinmek. Yaşama tarzı. Beslenmek. TAAZİ (TAAZZİ) Musibet vaktinde" İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciun" demek. TAAZUM Gözünde büyümek. Büyük görünmek. TAAZZİ Uzuv peydâ etme. Şekillenme. TAAZZUM (Azm. dan) Kibirlenmek. Büyüklük taslamak. * Kemikleşmek. TAAZZUMÂT (Taazzum. C.) Kibirlenmeler. * Kemikleşmeler. TAAZZÜB Evlenmeyip bekâr kalmak. TAAZZÜR Tâzim etmek. Hürmet etmek. TAAZZÜR Özür bildirmek. * Güçleşmek Güç olmak. TAAZZÜZ Aziz saymak. Tenezzül etmeme. * Çekinme. TAB f. Parıltı. Parlayıcı. * Güç. Kuvvet. Takat. * Hararet. TAB f. "Parıldayan, parlayan, parlatan, aydınlatan" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Âlem-tab $ : Dünyayı aydınlatan, âlemi ışıklandıran. TA'B Latife etmek, şaka yapmak. TAB' Tabiat. Karakter. * Damga basmak. Mühür basmak. Kitab basmak. Mühür. TAB'A Bir kere basılma. TABA' Bulaşmak. * Kir. * Demirin paslanması. TABABET Hekimlik. Doktorluk. TABAH Kuvvet. TABAHAT Aşçılık. Yemek pişirme san'atı. TABAHECE Etli ve yumurtalı kalye. (Bazı yerde kaygana diye söylenir.) TAB'A-İ ÛLÂ Birinci baskı. TABAK (Bak: Debbag) TABAK (C.: Etbâk) Örtü. * Hâl. * Cemaat, topluluk. * Kabile. TABAKA Kat. Katmer. * Sınıf, topluluk. * Sigara paketi. * Bir veya iki yapraklı kâğıt. TABAKA' Kelâmdan âciz kimse, konuşamayan kişi. * Cimaı yerince yapamayan kimse. TABAKA-İ HAYAT Hayat tabakası. Kabirdeki hayat, dünya hayatı gibi. (Bak: Meratib-i hayat) TABAKA-İ MESTURİYET Gizlilik tabakası. Örtülü oluş. TABAKA-İ SEVÂBİT Sabit bilinen yıldızlar tabakası. TABAKAT Tabakalar. Katlar. Gruplar. Dereceler. TABAK-ÇE f. Küçük tabak. TABAKHANE Ham derilerin işlendiği yer. (Aslı: Debbağhane) (Bak: Debbağ) TABAN f. Işıklı. Parlak. * Parlayan güneş. TAB'AN Yaratılıştan. Doğuştan. Huy ve tabiat itibariyle. TABANÇE f. El ayası, avuç içi. TABANKEŞ f. Yaya yürüyen piyade. TABASBUS Yaltaklanmak. Kendini küçülterek riyakârlıkla kendini beğendirmeğe çalışmak. TABASBUSÂT (Tabasbus. C.) Tabasbuslar, alçakça yalvarmalar, yaltaklanmalar. TABASSUR (Basar. dan) Dikkatle bakıp, esasını kavrama. Dikkatle gözetiş. TABAŞİR Hind hıyarı denilen bir deva. TABAVER (Tâb-âver) f. Güçlü, kuvvetli. Dayanıklı. Dayanan. TABAYİ' Mizaçlar, tabiatlar, huylar. Yaratılışlar. TABAYİ'-İ ESASİYE Temel ve esas olan tabiatlar, karakterler, yaradılışlar. * Toprak, su, hava gibi veya oksijen, hidrojen karbon, azot gibi unsurların hususiyetleri. TABAYİ'-İ ZİRUH Ruhlu mahlukatın yaratılışları. TABB Âdet. * Maharet. Ustalık. * Âlim. TABBAĞ Kılıç yapan kimse. TABBAH (C.: Tabbahîn) (Tabh. dan) Aşçı. TABBAHÎN (Tabbah. C.) Aşçılar. TABBAL Davulcu. TABDADE f. Parlatılmış, yandırılmış. TABDAR f. Işıklı, parlak. Büklümlü, kıvrımlı. TABDARÎ f. Parlaklık. TABDİH f. Işık veren. * İplik bükücü. TABE Hurma. * Hamr. TABE f. Tava. TABE ((:::). den) " İyi ve temiz olsun" mânasınadır. TA-BE f. "... e kadar" mânasına gelir ve kelimelerin başlarına eklenir. TABE-İ ZER Altun tava. * Mc: Güneş. TÂ-BE-KEY Ne vakte kadar. TABEL (Tâbil) (C.: Tevâbil) Yemeklere konulan baharat. TABEN (Tabâne-Tabâniye) Akıllılık. TABENDE f. Işık veren, parlayan. TABERÎ (Ebu Cafer Muhammed bin Cerir İbn-i Yezid) (Hi: 224 - 310) İslâm tarihçisi ve müfessiri olup Taberistan'da doğmuş, 7 yaşında Kur'anı hıfz edip bütün ömrünü ilme vakf etmiştir. Babasının adına izafetle Ceririye adlı bir fıkıh mektebi kurmuştur. İbn-i Cerir-et Taberî adı meşhurdur. Kur'an-ı Kerimin bütün kat'i sarih mânâlarını müteselsilen, an'aneli senetle menba-ı Risalete îsal ederek tefsirini yazmıştır. TABERZED Bir cins şeker. TÂ-BE-SABAH Sabaha kadar. TABESEHER Sabaha kadar. TABH Pişirme. Pişirilme. * İlâç kaynatma. TAB'HANE f. Matbaa. Tab' işleri yapılan yer. TABH-HANE Lokanta, mutfak. TABHÎ Pişirmekle veya pişirilmekle ilgili. TABIK Büyük kiremit. TABİ' Kitap basan, tab'eden. Kitap bastıran. Matbaacı. Editör. TABİ' Birinin arkası sıra giden, ona uyan. Boyun eğen. İtaat eden. * Gr: Kendinden evvelki kelimeye göre hareke alan. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ı görmüş olanları, ashabını görüp, onlardan hadis dinlemiş olan. TABİAT (Tabia) Yaratılış, huy, karakter. * Âlem ve içindekiler. Şeriat-ı fıtriyye. Hadiselerin ve varlıkların bağlı olduğu kanunlar. Allah, tabiatı yarattığı ve varlıkların nasıl hareket edeceğini kanunlariyle ve emirleriyle tayin ettiği halde Allah'ı inkâr edip tabiat yapıyor diyenler büyük bir sapıklık içindedirler. Tabiatta hiçbir şey kendi başına buyruk bağımsız, hür değildir. Herşey Allah'ın emirlerine bağlıdır. Oksijenle hidrojen, Allah'ın emrine yâni, koyduğu kanuna göre birleşir ve bu kanuna göre bir birleşim (su) meydana gelir. Işık, hangi eğimle gelirse yansırken o eğimle yansır. Bunu değiştiremez. Çünkü Allah'ın emri böyledir ve ona uyar. İki cisim birbirini kütleleriyle doğru ve aradaki mesafe ile ters orantılı olarak çeker, başka türlü davranamaz.Tabiatta herşey kopmaz zincirle bağlı olduğuna göre, tabiat yaratıcı da olamaz. Çünkü yaratma hür irade, önceden plânlama ve bir gayeyi gerektirir. Tabiatta ise bu yoktur. Halbuki tabiatta her an sayısız varlıklar yaratılıyor. Düşünebilenleri hayrette bırakan güzellikte ve mükemmellikte. O halde tabiatı, emrine bağlı kılan sonsuz irade, ilim ve kudret sahibi bunları yaratabilir. O da Allah'dır. Bir daktilo makinasının çalışma tarifesini gören kişi, makinanın mühendisini inkâr edip daktiloyu icad eden ve çalıştıran bu tarifedir demek ne kadar ahmaklıksa, tabiat kanunları denilen Allah'ın emir ve tarifenamesini görüp bunu varlıkların yaratıcısı sanmak, ondan bin derece daha ahmaklıktır. Varlıkların yaratılışı, tesadüfle de açıklanamaz. Esasen ilimde determinizm prensibi yâni kanuniyet ve zarurilik muayyeniyet kabul edilmiştir. Bu prensip tesadüfü reddeder. Tabiatta kapris yoktur, herşey belirli kanunlara bağlıdır der. Şansa ve ihtimaliyete göre meydana geliyor gibi görünen hadiselerin de bir kanuniyeti vardır. Esasen tesadüfle varlıkları açıklamak imkânsızdır. Birden ona kadar sayılan yazılı kartları tesadüfen bir torbadan sırayla çekme şansı 10 milyonda bir iken bir canlı hücrenin yapısında yer alan bir protein molekülünün tesadüfen meydana gelme şansı, birin önüne 300 tane sıfırı koymakla elde edilen sayıda birdir. Ancak bunun için milyarlı milyarlarca tekrarla elde edilecek sayı kadar kâinatın ömrü geçmesi lâzımdır. Tabiat bir makinedir, mühendisi değil, bir matbaadır, matbaacısı değil; bir kitapdır, kâtip değil; bir eserdir, müessir değil, bir kanundur, kanun koyucu değil."Tabiat iktiza ediyor, tabiat yapıyor" deyip Allah'ı inkâr etmek isteyenlere cevap:(Eğer mevcudatta, hususan zihayatta görünen; basirâne, hakimâne olan san'at ve icad, Şems-i Ezelî'nin kalem-i kader ve kudretine verilmezse; belki kör, sağır, düşüncesiz olan tabiata ve kuvvete isnad edilse, lâzım gelir ki: Tabiat, icad için her şeyde hadsiz mânevi makine ve matbaaları bulundursun; veyahut her şeyde kâinatı halk ve icad edecek bir kudret ve hikmet dercetsin. Çünkü, nasıl şemsin cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerrecik cam parçalarında ve katrelerde görünüyor. Eğer o misâli ve aksi güneşcikler, semadaki tek güneşe isnad edilmese, lâzım gelir ki: Bir kibrit başı yerleşmeyen bir zerrecik cam parçasında tabii, fıtri ve güneşin hâsiyetlerine mâlik, zâhiren küçük, mânen çok derin bir güneşin hârici vücudunu kabul ederek, zerrât-ı züccaciye adedince tabii güneşleri kabul etmek lâzım geldiği gibi... Aynen bu misâl gibi; mevcudat ve zihayat doğrudan doğruya Şems-i Ezelinin cilve-i esmâsına verilmezse, her bir mevcudda, hususan her bir zihayatta; hadsiz bir kudret ve irâde ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı, bir kuvveti, âdetâ bir İlâhı içinde kabul etmek lâzım gelir. Bu tarz-ı fikir ise; kâinattaki muhalâtın en bâtılı, en hurafesidir. Hâlik-ı Kâinat'ın san'atını, mevhum, ehemmiyetsiz, şuursuz bir tabiata veren, elbette yüz defa hayvandan daha hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir.Tabiat, bir san'at-ı İlâhiyedir, Sani' olamaz. Bir kitab-ı Rabbanidir, kâtip olamaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Bir defterdir, defterdar olamaz. Bir kanundur, kudret olamaz. Bir mistardır, mastar olamaz. Bir kabildir, münfail olur; fâil olamaz. Bir nizamdır, nâzım olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri' olamaz. L.)(S - Onların daima iftiharla bahsettikleri tabiat, nevamis ve kuva nedir ki, kendilerini onlarla iknaa çalışıyorlar?C - Tabiat dedikleri şey, bir matbaadır, tâbi' değildir. Tâbi', ancak kudrettir. Kanundur, kuvvet değildir. Kuvvet, ancak kudrettedir. Yahut, nasıl ki bildiğimiz şeriat, insanlardan sudur eden ef'âl-i ihtiyariyeyi bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdit eden kaidelerin hülâsasıdır; veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır. Kezalik, tabiat denilen şey de, âlem-i şehadetin uzuvlarından ve eczalarından sudur eden ef'âl arasında bir nizam ve bir intizamı ika' eden İlâhi bir şeriat-ı fıtriyyedir. Binaenaleyh, şeriat ile devlet nizamı, mâkul ve itibari emirlerden oldukları gibi, tabiat dahi itibari bir emir olup, hilkatte yâni yaratılışta câri olan Adetullah'tan ibârettir. Amma tabiatın bir mevcud-u hârici olduğunu tevehhüm etmek, bir fırka askerin, idman ve tâlim esnasında yaptıkları o muntazam hareketlerini gören bir vahşinin, "Aralarındaki o nizami idare edip birbiriyle bağlayan ip gibi bir şey mevcuttur." diye vahşice ettiği vehme benzer. Binaenaleyh, vicdanı ve aklı vahşi olan bir adam, sathi ve tebai bir nazarla devam ve istimrarını muhafaza eden tabiatın müessir bir mevcud-u hârici olduğuna ihtimal verebilir.Hülâsa : Tabiat, Allah'ın san'atı ve şeriat-ı fıtriyesidir. Nevamis ise, onun mes'eleleridir. Kuva dahi, o mes'elelerin hükümleridir. İ.İ.) TABİAT-I MA'SİYET f. İsyan etmek, günah işlemek ahlâkında ve huyunda olmak. TABİATI TAKLİD Tabiatta cari olan kanunları kelâmda da kendine göre tatbik etme. TABİATPEREST f. Her şeyin kendi kendine olduğunu veya tabiatın meydana getirdiğini kabul eden. Allah'tan (C.C.) gaflet edip, kâinatın tesadüfen olduğunu zu'meden. TABİB (C.: Tabibân-Etibbâ) Doktor, hekim. TABİBÂN (Tabib. C.) Doktorlar, tabibler, hekimler. TA'BİD Mükerrem etmek. * Katran bulaştırmak. * Hizmet etmek. * Zelil etmek. * Zelil etmek, kepaze yapmak. TA'BİE Karıştırmak. * Beslemek, terbiye etmek. * Hazırlamak. TABİH Suda pişmiş et yahnisi. TABİH (Tabh. dan) Pişiren, aşçı. TABİHA Öğle sıcağı. TABİÎ Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ı sağ iken görmüş olan mü'minlerle yani Ashabla görüşmüş ve onlardan ders almış olan sâlih müslümanlar. (Bak: Ashab) TABİÎ Tabiat icabı olan. Tabiatla alâkalı. Normal. Kendiliğinden.(...İşte meşiet-i İlâhiyye ile vücuda gelen işlerde "inşâallah inşâallah" yerine "Tabiî tabiî" demek ne kadar hata ve muhalif-i hakikat olduğunu kıyas et... M.) TABİİYYET Tabi'lik. Tâbi olma. Bir kimseye mensub bulunma. Bir devletin teb'asından olma. TABİİYYUN Tabiatçılar. Naturalistler. "Her şeyi tabiat yapıyor" diyen, maddeye dalmış, Allah'tan (C.C.) mânen uzaklaşmış kişiler. TABİL (C.: Tevâbil) Yemeklere katılan biber, nane, tarçın gibi şeyler. * Çömlek içinde pişen nesne. TA'BİR (Tâbir) İfade, anlatma. Söz. Mânası olan söz. Deyim. * Terim. * Rüya yorma. (Ubur. dan) Herhangi bir şeyden ve hâdiseden, başka bir hak ve faydalı mânaya geçmek, intikal etmek ve ibretlendirmek ve ders almak. TA'BİRAT (Ta'bir. C.) Tabirler. İfade şekilleri. Anlatmalar. TA'BİR-İ SAMEDANÎ Allah'a mahsus tâbir. Kur'an'da beyan buyurulan en iyi tabir. TABİSTAN f. Yaz mevsimi. TABİŞ f. Parlayış, parıldayış. TABİŞ-GEH f. Parıltı yeri. TABİÛN (Tâbiîn) (Tâbiî. C.) (Bak: Tabiî) TA'BİYE Askerleri bir arazide düşmana karşı tam tedbir ve nizam üzere yerleştirme. * Muharebe toplarının yeri, istihkâm parçası. * Muvaffakiyet için kullanılan vâsıtalar. ("Tabya" yanlıştır) TABL Davul. * Kulak zarı. TABL-BAZ f. Davulcu. TABLDOT Fr. Lokanta, okul ve otellerde belli bir miktar para karşılığında verilen belirli çeşitlerden ibaret bir öğün yemek. TABLE Dirhem. TABLEK Dünbelek. TABL-HANE f. Büyük davul. TABL-ZEN f. Davulcu. TABN Defnetmek, gömmek. * Tanbur. TABNAK f. Parlak, ışıklı, ziyadar, münevver. TABS İnsan. TABTABA Su çağıltısı. * Tıpırtı. TABU (Polinezya dilinden) Var olduğu sanılan, mukaddes hususiyetlerinden dolayı dokunulamıyan. Uğursuz ve korkunç olan şey. TABUT (C.: Tevâbit) Sandık. * Ölü nakline mahsus sandık. * Dönüp dolaşıp gelinecek merci-i küll. * Hz. Musa Aleyhisselâm'a inen evâmir-i aşerenin konulduğu sandık. * Su kovası. TABV (TABY) Sarfetmek, harcamak. * Dâvet etmek. TABY (TIBY) At, katır, eşek ve geyik memesi. TAC Hükümdarların başlarına giydikleri mücevherli ve kıymetli taşlarla süslü başlık. * Müslümanların, Peygamberimizin sünnetine uygun olarak veya onu temsilen başlarına sardıkları örtü; sarık, imame. * Gelinlerin başlarına koydukları cevahirli süslü başlık. * Kuşların başındaki uzunca tüy. * Çiçeklerin ortalarındaki renkli parlak kısım. TAC Ü SERİR Taç ve (üzerine oturulan) taht. TACBEYT Edb: Bir kasidenin sonlarında nazmedenin ismi bulunan beyit. TACDAR f. Taçlı. Taç giyen padişah. Hükümdar. TACDARANE f. Hükümdarlara yakışacak şekilde. Hükümdarca. TACDARÎ f. Padişahlık, hükümdarlık. TACEN Tava. * Büyük kiremit. TACGAH f. Hükümet merkezi. TAC-I SER Baş tacı. * Mc: Çok sevilip itibar edilen şey veya kimse. Muhterem, aziz. TA'CİB Hayrete düşürme, şaşırtma. TA'CİF Arkalamak. * Doymaya yakın olana kadar yemek. TA'CİL Acele ettirme, hızlandırma. TA'CİLÂT (Ta'cil. C.) Çabuklaştırmalar. Acele ettirmeler. Hızlandırmalar. TA'CİM Noktalama, noktalatma. TA'CİN (Acn. dan) Hamur yapma, yoğurma, hamur hâline getirme. TACİR Ticaret yapan, ticaretle uğraşan. TA'CİZ (Acz. den) Huzursuz kılmak, rahatsız etmek, sıkıntı vermek, canını sıkmak. * Eğlendirmek. * Âciz etmek. * Kadının ihtiyarlayıp âcizleşmesi. TA'CİZÂT (Ta'ciz. C.) Tacizler. Rahatsız etmeler, sıkıntı vermeler. TACSER (Bak: Tâc-ı ser) TACVER f. Hükümdar, pâdişâh. TADABBÜB Besililik. Semizlik. TADABBÜR Muhkem olmak, sağlamlaşmak. * Bağlanmak. TADACCU' Üşenme, gevşek davranma. TADACCUR (Ducret. den) Sıkılma, sıkıntı, iç sıkılması. TADACÜM İhtilâf. Anlaşmazlık. * Eğrilik. TA'DAD Sayı saymak. Sayıp dökmek. Birer birer söylemek. Sıralamak. TADADD Birbirine düşmanlık etmek. TADA'DU Alçak gönüllülük gösterme. * Viran olma. * Aklını kaybetme. TADAFÜR Bir yere toplanmak. * Yardım etmek, muâvenet etmek. TADAGUN Birbirini istemeyip garaz edişmek. TADAHDUH şarap dökülmek. TADAHHUM Ağızla tutmak. TADAHUK Gülüşmek. TADALLU' Dolmak. * Suya kanmak. TADALLÜL Gedik olmak. TADAMM Bir yere cem'olmak, toplanmak. TADAMMUH Bulaşmak. TADAMMUN (Bak: Tazammun) TADAMMÜD Yaraya merhem sürüp bezle bağlamak. TADARR Birbirine zarar etmek. TADARRU' İnlemek. TADARRUS Diş kamaşması. TADARUG Sıkılmak. TADARUT Yellenmek. TADAUF Kat kat olmak. TADAVVU' Kokmak. TADAVVÜC Derenin dar ve kısık yerleri çok olmak. TADAVVÜR Çağırmak, bağırmak, feryad etmek. * İnlemek. * Açlık. TADBAS Sabun. TADBİB Semiz etmek, beslemek. * Geri koymak. TADBİR Tabiatı muhkem olmak. * Nameyi iplikle bağlamak. TADBİS Sabun. TADCİ' Süstlük etmek, zayıflamak. TADCİR Can sıkma, yürek daraltma. TADFİR Saç örmek. * Yürürken çok sallanmak. * Çok çalışmak. TADHİK Güldürmek. TADHİYE Kurban kesmek. TADÎ Âdet. TA'DİD Mübâlağa ile ısırmak. TA'DİD Sayma. * Hazırlanma, hazırlanılma. TAD'İF İki kat yapmak. * Çoğaltmak. * Zayıflatmak. TA'DİL Darlık vermek. * Veledi karnında büyük olup doğurması güç olmak. TA'DİL (Adl. den) Aslına zarar vermeden değiştirmek. Tebdil etmek.* Hafifletmek. * Doğrulaştırmak. Vasat hale koymak. TA'DİLAT Değişiklikler, doğrultmalar, değiştirmeler, tebdil etmeler. TA'DİL-İ ERKÂN Fık: Namazın bütün rükünleri, esaslarını usulüne uygunca yerine getirerek ve namazın tertib ve düzeninin hakkını vererek kılmak. Meselâ : "Secdeyi sükunetle yerine getirmek ve iki secde arasında "Sübhânallah" diyecek kadar doğrularak oturmak. Kıyamda ve rüku'dan sonraki kıyamda sükunet üzere olmak ve namazın bütün duâlarını dikkatle okumak. Namazın her rüknünü yerine getirmek, acele ile kılmamak" gibi. TA'DİYE Dağılmak. * Koyunun yününü kırkmak. TA'DİYE Tecavüz ettirmek, geçirmek. * Gr: Bir fiili müteaddi hâle koymak. Meselâ: "Gülmek. den: Güldürmek. Ölmek. den: Öldürmek" gibi. TADLİ' Kavunu dilim dilim kesmek. TADLİL Doğru yoldan sapıtmak. * Azdırmak, ayartmak. Günah işletmek. Dalâlete saptırmak. TADLİL-İ GAYR Başkalarını dalâlete nisbet etmek. Sapıklığına hükmetmek. TADMİD Başına veya koluna merhem sürüp bez bağlamak. TADMİR Atı semirince yulaf verip beslemek. (Kırk günde olur.) * İnce belli yapmak. TADRİ' Yakın etmek, yaklaştırmak. TADRİB Kebabı iyi pişirmek. * Avazı güzelce çekip nağmelendirmek. (Buna "tadrib-i fi-s-savt" denir). TADRİC Kanatmak. TADRİM Ateş yakmak. TADRİS Tecrübe görmüş olma. TADRİYE Kandırmak. * Çok hırslı olmak. TA'DUD Çok tatlı kara hurma. TADYİ' Zâyi etmek, kaybetmek. TADYİF Konuk almak.TAF' : Ateşin sönmesi. TAFA İnce bulut. TAFADDUL Faziletlilik iddia etmek, üstünlük iddiasında bulunmak. TAFADUL Fazilet göstermek. TAFAF Dolu olmak. TAFA'FU' Evmek, acele etmek. TAFASSİ Halâs olmak, kurtulmak. TAFATTUN (Fatanet. den) Anlama, farkına varma, akıl erdirme. TAFATTUR Yarılma, ayrılma, açılma. TAFAZZU' Kesilmek. TAFAZZUH Rezillik, kepazelik. Rüsvaylık. TAFAZZUL (Fazl. dan) Üstünlük taslama. TAFDİH (Fedahat. dan) Rezil etme. Kötülüklerini yayarak adını kötüleme. TAFDİL Bir şeyi üstün kılmak. Birisini ötekisinden mühim görmek. * Gr: Bir şeyi "en üstün, daha üstün daha çok, en iyi, daha iyi" gibi mânâ ifâde etmesi için mukayese ve üstünlük gösteren ismini söylemek ki, buna "ism-i tafdil" denir. Ef'al () vezninde; efdal (daha faziletli), ekber; (en büyük), ahsen; (en güzel, daha güzel) gibi. Türkçede; kelimenin başına daha, en, pek, pek çok gibi kelimeler getirilerek yapılır. Farsçada ise; kelimenin sonuna "ter, terin" gibi ekler getirilir. Bed. den; bedter, bedterin (daha kötü, en kötü) gibi. TAFE Yağmur. * Karanlık. * Güneşin, batmaya yaklaşması. TAFES Kir, necis. TAFF Tamam alıp eksik vermek. TAFH Kaldırmak. * Dolu olmak. TAFİ Her nesnenin üstüne gelen. * Hâriç, dış. TAFİF Az, kalil. TAFİH Dolu, mümteli. TA'FİR Tozlu ve topraklı yapmak. * Ağartmak, beyazlatmak. * Kirletmek. Mülevves etmek. * Oğlan kaçsın diye kadının, emziğine toprak sürmesi. * Güneşte et kurutmak. (O kurumuş ete "afir" derler.) TAFK (Tafak) Bir işe başlamak, mülâzemet etmek, başlayıp devamda sebat etmek. TAFN Ölüm, mevt. * Haps. TAFR (TUFUR) Yukarı sıçramak. Kalkmak. TAFRA Yukarıya sıçrama atlama. * Yukarıdan atıp tutma. * İlmiye sınıfında rütbe ve derece alma. TAFS (TUFUS) Ölüm, mevt. TAFSİL Etraflı olarak bildirmek. * Açıklamak, şerh ve beyan etmek. İzah etmek. TAFSİLÂT (Tafsil. C.) Açıklamalar, izahlar. TAFSİLEN Uzun uzadıya, tafsilâtlı olarak. TAFSİYE Halâs etmek, kurtarmak. TAFŞELE Kaygana aşı. * Baklava. TAFTAF Yumuşak taze ot. * Ağacın çevresi. TAFTAFE (C.: Tavâtıf) Böğür, hâsıra. TAFTHANE f. Matbaa. Basımevi. TAFTİN (Fatanet. den) Anlatma, akıl erdirtme. TAFTİR Orucunu açmak. TAFV Bir şeyin batmayıp su üzerinde kalması. * Ağaç üzerinde yaprağın belirmesi. * Bir işe girmek. * Hayvanın tepe üzerine çıkması. * Ceylânın koşması. TAFZİH (C.: Tafzihât) Rezil etme. TAFZİZ Gümüş kaplama, gümüşleme. TAGADDİ (Gıda. dan) Gıdalanmak, beslenmek. * Sabah yemeği. TAGADDİYÂT (Tagaddi. C.) Gıdalanmalar, beslenmeler. TAGALLÜB Zorbalık. * Hilâf-ı hak olarak musallat olmak. İstilâ etmek. * Üstün gelmek. TAGALLÜBÂT (Tagallüb. C.) Zorbalıklar, tahakkümler. TAGAME (C.: Tıgâm) Hor ve zelil kimse. * Ufacık kuşlar. TAGAMGUM Anlaşılmaz söz. TAGANNİ (Gınâ. dan) Muhtaç olmamak. * Kâfi bulmak. * Zengin olmak. * Şarkı söylemek. Bir ibareyi makamla okumak. * Bir şâirin birisini medih veya hicvetmesi. TAGANNÜM (Bak: Tegannüm) TAGAŞŞİ (Gışâ. dan) Bürünmek, örtünmek. TAGAVVÜL Renkten renge girmek. Rengini değiştirmek. TAGAYYÜB (Gayb. dan) Gözden kaybolma, görünmeme. TAGAYYÜR Değişmek. Başkalaşmak. * Bozulmak. Renk değiştirmek. * Kokmak.(Tagayyür ve tebeddül; hudûsten ve tekemmül etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddilikten ve imkândan ileri geliyor. Zât-ı Akdes ise; hem kadîm, hem her cihetçe kemal-i mutlakta, hem istiğna-yı mutlakta, hem maddeden mücerred; hem Vâcib-ül-Vücud olduğundan; elbette tagayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir. L.) TAGAYYÜRAT (Tagayyür. C.) Başkalaşmalar, bozulmalar. Değişmeler. TAGAYYÜZ Gayzlanma, kin besleme. * Kızma, hiddete gelme. TAGAYYÜZAT Hiddetlenmeler. Kızmalar. TAGAZZİ (C.: Tagazziyât) Gıdalanma, beslenme. TAGBİR (C.: Tagbirât) (Gubar. dan) Toza bulaştırma. * Gücendirme, muğber etme. TAGDİYE Sabah yemeği yedirmek. * Gıdalandırmak, beslemek. Beslenmek. TAGFİL (C.: Tagfilât) (Gaflet. den) Gafil avlama veya gafil avlanma. TAGIYE Salak, kibirli ve inatçı adam. * Yıldırım. TAGİ (Tagy) (Tuğyan. dan) Azgın. Azmış. Asi. Mütekebbir ve ahmak olan. * Dindar olmayan padişah. TAGLİB Edb: Bir alâkadan dolayı bir kelimeyi, başka bir mânayı da içine alacak şekilde kullanma. Baba ile anaya "Ebeveyn" denilmesi gibi. TAGLİF (Gılaf. dan) Kınına koyma, kılıfına sokma. * İyi kokulu nesneler yapmak. TAGLİF-İ SÜYUF Kılıçları kılıfa koyma. * Mc: Sulh yapma, barışma. TAGLİK (C.: Taglikat) (Galak. dan) Kapama, kapanılma. * Kilitleme. * Edb: Muğlak ve kapalı söz söyleme. TAGLİS Fık: Kurban bayramının ilk gününde Müzdelife'de bulunanlar için o günün Sabah Namazını fecri müteakib daha ortalık karanlık iken kılmak. (Bu çok efdaldir) * Bir işi üzerine almak. * Sabah karanlığında sefer etmek. TAGLİT (Galat. dan) Yanlışını çıkarma. Yanıltma. * Karıştırma. TAGLİYE Pahalanma. * Kaynatma. TAGLİZ (Gılzet. den) Kabalaştırma. Kaba ve galiz yapma. * Kaba söyleme. * Pahalanma. TAGMİD Kınına koyma. TAGMİS Batırma, daldırma. TAGMİYE Evin üstüne direk yapmak. * Yüzü bir şeyle örtmek. TAGMİZ Göz yummak. * Sözü müşkil söylemek. TAGMİZ Sıkmak. * Gövdesini sıktırıp ovdurmak. TAGNİYE (Gınâ. dan) Birini zengin etmek. TAGR (C.: Tagrân) Bir küçük kuş. TAGRİB (Gurbet. den) Birini gurbete gönderme. * Memleketten çıkarma, uzaklaştırılma. * Kovma. TAGRİD Çağırmak. * Kuş ötmek. TAGRİK (Gark. dan) Suda boğma. TAGRİM Ödetme. Ödenme. TAGRİM-İ DÜYUN Borçların ödenmesi. TAGRİR (C.: Tagrirât) (Gurur. dan) Müşteriyi aldatma. Gurur verip aldatma. * Tehlikeli yerlere düşürmek. TAGRİS Aç etmek. TAGRİS (Gars. dan) Yere dikme. TAGRİZ Batırmak. * Çekirgenin kuyruğunu yere batırması. TAGŞİŞ (Gışş. dan) Karıştırmak saflığını gidermek. Değerli bir şeyi değeri olmayan şeylerle karıştırmak. * Aklı gidermek. * Hayran etmek. TAGŞİYE (Gışâ. dan) Örtmek, örtünmek. Bürünmek. * (Gaşi. den) Kendinden geçirilmek. TAGTİYE Örtme, örtülme. TAGUN Azgın kimseler. * Cenab-ı Hakk'ın emir ve kanunlarından gaflet edip haksızlık edenler, zulüm edenler. TAGUT İnsanları Allah'a (C.C.) karşı isyana sevkeden. İsyankâr. * Her bâtıl mâbud. * Şeytan. * İslâmiyetten önce Kâbe'deki putlardan birinin ismi. TAGVA Tuğyan. Azgınlık. TAGVİR Sonuna yetişmek. * Çukur yapmak. * Öğle vaktinde uyumak. TAGVİS Medet istemek, yardım istemek. TAGVİYE Azdırıp yoldan saptırma, baştan çıkarma. TAGYİB Kaybetmek. TAGYİM (Hava) bulutlu olmak. TAGYİR Başkalaştırma. Değiştirme. Bozma. * İyiden kötüye değiştirme. TAGYİRÂT (Tagyir. C.) Değiştirmeler, başkalaştırmalar; bozmalar. TAGYİZ (Gayz. dan) Hiddetlendirme, kızdırma, öfkelendirme. TAGZİN Hışım etmek, kızmak. * Buruşturmak. TAGZİT Çok sıkı bağlama. Tazyik etme, basınç yapma. TAGZİYE Gazâ ettirme, din uğrunda savaştırma. TAGZİZ Gümüşle süslemek. TAH Atmak. * Uzaklaştırmak, ırak etmek. * Cimâ etmek. TAH Hamur. TAHA Bulut. TAHA ("Serdi" manasında fiil.) Yaymak, döşeyip düzgün sermek. * Arzın hayata münasip şekilde döşenmesi. Düzgün arz. TAHA' Yüksek bulut. * Gam, hüzün, keder. TAHA' Döşenmiş ve yayılmış yer. * Bir nebat cinsi. TÂHÂ Kur'an-ı Kerim'de mukattaat-ı hurufiyeden olup Cenab-ı Hak ile Peygamberimiz (A.S.M.) arasında bir şifredir. * Peygamberimizin (A.S.M.) bir ismidir. Mânası hakkında muhtelif rivayetler vardır. TÂHÂ SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 20. suresidir. Mekkîdir. TAHAB Birbiriyle sevişmek. TAHABBUT Düşünmek. * Aklını eksiltmek, fâsid etmek. TAHABBÜB Sevgi göstermek, muhabbet beslemek. Bir kimseyi dost ittihaz etmek. Sevdirmeği istemek.(Aç canavara karşı tahabbüb, merhametini değil, iştihasını açar; hem de diş ve tırnağının kirasını da ister. M.) TAHABBÜŞ Cem'olmak, toplanmak. TAHACC Husumet etmek, düşmanlık yapmak, kin tutmak. TAHACCÜM (Hacm. den) Büyüme, irileşme, hacim peyda etmek. TAHACCÜR Taşlaşmak. Taş kesilmek. Donup kalmak. TAHACCÜRAT (Tahaccür. C.) Taşlaşmalar, taş kesilmeler. TAHACİ' Eğlenmek. * Tenbellik etmek. TAHACU Hicvedişmek. Mesel söyleşmek. TAHACÜC Hüccetleşmek. Birbirinden hüccet talep etmek, delil istemek. TAHACÜZ Men'edişmek, karşılıklı engel olmak. TAHADD Muhalefet edişmek, birbirine karşı gelmek. TAHADDİ Meydan okuma. TAHADDİ MU'CİZESİ Cenab-ı Hakk'ın, Resülüne inzal ettiği Kur'anın şeksiz, şüphesiz bir mu'cize-i ebediye olduğunu sarahaten göstermek için, şüphesi olanlara karşı "Kur'an'ın mislini ve nazirini yapın" diye meydan okuması. TAHADDU' (Hud'a. dan) Bilerek aldanma. TAHADDÜB (C.: Tahaddübât) (Hadeb. den) Kamburlaşma. TAHADDÜR (Hadr. dan) İnişe doğru akıp gitme. * Yokuş aşağı hızla inme. TAHADDÜR (Hader. den) (Kadının) örtünme(si). Tesettür. * Uyuşma, uyuşturulma. TAHADDÜR-İ MİYÂH Suların akıp gitmesi. TAHADDÜS Bilmediği ve duymadığı ihbar ve havadisi idrak eylemek. Zan ve tahmin etmek. * Sür'atle idrak etmek. TAHADDÜS Yok iken peyda olmak. Ortaya çıkmak. Meydana gelmek. Olmak. * Haber vermek, sezgi. TAHADDÜŞ Tırmalanma. * Üzüntü duyma. TAHADU' Aldanmış gibi görünme. TAHADÜS Haberleşmek. TAHAF Yüksek bulut. TAHAF İnce ve şeffaf bulut. TAHAFFUZ Korumak, sakınmak. Kendini muhafaza etmek. * Barınmak. TAHAFFUZÎ Korunma ile ilgili. TAHAFFUZKÂR f. Korunan, sakınan. Kendisini muhafaza eden. TAHAFFÜF (Hiffet. den) Hafiflemek. Hafif olmak. * Ayağa mest gibi bir şey giymek. TAHAİ Birbiriyle kardeş olmak. TAHAKKUD Kin tutma, kin gütme. TAHAKKUK Bir şeyin doğruluğunun meydana çıkması. Gerçekleşmek. Delil ile isbat edilmek. Sabit ve hakikat olduğu aşikâr olmak. TAHAKKÜK Kaşınmak. Ovunmak. TAHAKKÜM (Hüküm. den) Tekebbür, zorbalık etmek. Zorla hükmetmek.(Evet imanlı fazilet, medar-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdad da olamaz. L.) TAHAKKÜMÂT (Tahakküm. C.) Tahakkümler, zorbalıklar. TAHAKKÜMÎ Mânasız iddia. Delilsiz, isbatsız haklılık dâva etmek, Mânasız mücerred dâva. TAHAKÜM Hükmedişmek. TAHALHUL (Halhal. dan) Ayağa bilezik takma. * Bir cismin hacminin büyümesi, şişmesi. * Hava cereyanı olması. TAHALHUL Deprenmek, harekete gelmek. * Aşağı etmek. TAHALLİ (Halâvet. den) Kendi kendini donatmak. Süslenmek. TAHALLİ (Halâ. dan) Boşalmak. Boş kalmak. Tenhaya çekilmek. Yalnız kalmak. TAHALLUK Ahlâklanmak. İyi huy edinmek. Yüksek İslâmi ahlâkla ahlâklanmak. TAHALLUT (Halt. dan) Karışma. Karışık olma. TAHALLÜB Sızma. Ter çıkarma. * Sütlenme. Süt peyda etme. * İmrendiğinden ağzının suyu akmak. * Pâre pâre etmek, dağıtmak, parçalamak. TAHALLÜD (Huld. dan) Bir yerde devamlı kalmak. Devamlı olmak. TAHALLÜF Geride bırakılma. Arkada kalma. * Değişme. Uygun olmama. TAHALLÜL (Halel. den) Bozulmak. Ekşimek. Sirke olmak. * Araya girmek. Başka bir şeyin müdahale etmesi, karışması. * Dişleri hilâllamak.(Haşirde bütün zevil-ervahın ihyası; mevt-âlud bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihyâ ve inşâsından kudrete daha ağır olamaz. Zira kudret-i ezeliye zâtiyedir; tagayyür edemez, acz tahallül edemez, avâik tedâhül edemez, onda meratib olamaz, her şey O'na nisbeten birdir. H.) TAHALLÜL (Hall. den) Hallolmak. Eczası birbirinden ayrılmak. TAHALLÜM Bâliğ olmak. TAHALLÜS Halâs olmak. Kurtulmak. * Edb: şiirde mahlâs kullanmak. TAHALÜS Sövüşmek. TAHAMHUM Atın yulaf görünce kişnemesi. TAHAMİ İhraz etmek. Erişmek. Kazanmak. TAHAMMİ (Hamy ve Himayet. den) Korunma, kendini himaye etme. * Perhiz etme. TAHAMMUK Ahmaklaşma. TAHAMMUS Büzülme. Büzülüp buruşma. TAHAMMUZ Ekşimek. Mayalanmak. Oksitlenmek. TAHAMMÜC Dikkatle bakmak. TAHAMMÜD Ateşin sönmeğe yüz tutması. TAHAMMÜL Yüklenmek. Bir yükü üstüne almak. * Sabretmek. Katlanmak. * Kaldırmak. TAHAMMÜLGEZÂ f. Dayanılmaz, tahammül edilmez. TAHAMMÜLGÜDÂZ f. Tahammülü ve dayanmayı yırtıp geçen. TAHAMMÜLSUZ f. Tahammülü yok eden. Sabırsızlık veren. TAHAMMÜR Mayalanmak. Ekşimek. * Sarhoşluk verecek hâle gelmek. TAHAMMÜRÂT (Tahammür. C.) Ekşimeler, mayalanmalar. TAHAMMÜS Sağlamlık, muhkemlik. TAHAMUK Ahmaklaşmak. TAHAMÜL Başkasının zahmetini yüklenmek. TAHAMÜR Uyuşturmak. * şarap yapmak. TAHAN Kendini toprağa gömerek yatan küçük bir hayvan. TAHAN Kendini deli olarak göstermek. TAHANET Değirmencilik. TAHANNİ (Hany. dan) Eğilmek, eğrilmek. * Kınaya boyamak. TAHANNÜF Hanefi mezhebinden olma. Hanefî Mezhebine girme. TAHANNÜK Tülbendi çenesi altından dolamak. TAHANNÜN Çok istekle sızlanma. * Şefkat etme. * Meyl ve muhabbet. TAHANNÜS Kırılmak. * Eğilmek. * Kırılıp bükülür olmak. TAHANNÜS İbadet etmek. * Andını bozmak. TAHANNÜS Tehir etmek, sonraya bırakmak. TAHANNÜT Ölü üzerine güzel kokular serperek kefenlemek. TAHARET Temizlik. Nezafet. Temizlenmek. * Fık: Habes, necaset denilen maddeten en pis şeylerin veya hades denilen şer'î bir mâninin zevalidir. TAHARET-İ KÜBRAÂ Cünüblük veya hayız, nifas gibi hallerden çıkmak için gusül abdesti alarak temizlenmek. TAHARET-İ SUĞRA Abdestsizlik denilen hali, abdest alarak gidermek. TAHARRİ (Hary. dan) Aramak. Araştırmak. İncelemek. Araştırılmak. TAHARRİ-İ HAKİKAT Hakikatı, doğruyu araştırmak, aramak. TAHARRİYÂT Araştırmalar. Aramalar. Aratmalar. TAHARRUK Yırtılma. Koparılma. Sökülme. Yarılma. TAHARRÜC Günahtan içtinab etmek, günahtan çekinmek. TAHARRÜC Zahmetli yerden uzaklaşmak. * Günah işlemek. TAHARRÜF Sapmak. İnhiraf etmek. TAHARRÜK (Bak: Teharrük) TAHARRÜM Yarılmak. TAHARRÜM (Haram. dan) Haramdan sakınma. Kaçınma, sakınma, çekinme. TAHARRÜS Ekin ekmek. TAHARRÜS Sakınmak, korunmak. TAHARRÜŞ (C.: Taharrüşât) Tırmalanma. TAHARRÜZ Sakınma, çekinme, korunma. TAHARÜC Tevzi etmek, dağıtmak. TAHARÜS Ekin ekmek, tahıl ekmek. TAHASSUL Hâsıl olmak. Üremek. Husule gelmek. Bir araya birikip sâbit ve bâki olmak. Netice olarak çıkmak. TAHASSUN Bir kaleye kapanmak. Korunmak. İstihkâma çekilmek. Tahkim edilmiş bir yere sığınmak. TAHASSUNGÂH f. Sağlam korunulacak yer. Sağlam sığınak. TAHASSUR Eli böğüre koymak. TAHASSUS (Husus. dan) Hususi ve mahsus olmak. Bir kimseye mahsus kılınmak. TAHASSÜN (Bak: Tahassun) TAHASSÜR Dili tutulup konuşamamak. TAHASSÜR (Hasret. den) Hasret çekmek. Elde edilmesi istenilen ve ele geçirilemeyen şeye üzülmek. TAHASSÜR Pıhtılaşmak. Kanın pıhtılaşması. TAHASSÜRÂT Tahassürler. Hasret çekmeler. TAHASSÜR-İ DEM Kanın pıhtılaşması. TAHASSÜS İyi bir haber duyup memnun olmak. Kalben ve ruhen hislenmek, hissetmek. * Casuslamak. * Aratmak. TAHASSÜSÂT (Tahassüs. C.) Duygulanmalar, hislenmeler. TAHASÜB Hesaplaşmak. TAHASÜD Hased edişmek, düşmanlık etmek. TAHASÜM Husumet edişmek, düşmanlık yapmak. TAHASÜR Birbirinin beline elini sokup yürümek. * Eli böğürüne koymak. TAHAŞHUŞ Deprenmek, harekete geçmek. TAHAŞHUŞ Kâğıt hışırtısı. * Yeni kaftan avazı. Silâhların sürtünmelerinden çıkan ses. TAHAŞİ Bir yana olmak. * Utanmak. * Sıkılmak. TAHAŞŞİ (Haşyet. eden) Korkmak. Çekinmek. Ürpermek. TAHAŞŞU' (Huşu. dan) Mütevâzi olmak. Alçakgönüllülük gösterme. TAHAŞŞÜD Birikme, yığılma. Toplanma. TAHAŞŞÜN Kin tutmak. * Kokup yemek. TAHAŞŞÜN (Huşunet. den) Katılaşma, sertleşme. TAHAT Ufak etmek. Ufalamak. TAHATIH Karanlık. * Bulutluluk. TAHATTİ (Hatve. den) Bir şeyi atlayıp geçmek. * Sınırı aşmak. * Saldırış. TAHATTİ (Bak: Tahaddi) TAHATTİAT (Tahatti. C.) Saldırışlar, tecavüzler. TAHATTUM Kin, hiddet ve öfke içinde olmak. TAHATTUR Hatırlamak. * Muhatara ve tehlikeden kaçıp uzaklaşmak. TAHATTÜM Kırmak. TAHATTÜM (Hatm. dan) Lüzumlu ve gerekli olma. Vâcib olma. TAHATTÜM (Hatem. den) Hatem, yüzük takınmak. * Tas: Ariflerin gönlüne Allah'ın koyduğu işaret. TAHATTÜR Tembel tembel yürümek. TAHATÜL Birbirini aldatmak. TAHAVUS Göz ucuyla bakmak. TAHAVÜZ Birbirini cenkten men'etmek. Dövüşten alıkoymak. TAHAVVU' Eksilmek, noksanlaşmak. TAHAVVÜB Bir nesneye acınmak ve mahzun olmak. TAHAVVÜF Korkuya düşmek. Korkmak. * Bir şeyi eksiltmek. TAHAVVÜL (Hâl. den) Birinden diğerine geçmek. Tebdil olunmak, değişmek. Dönmek. Bir hâlden başka bir hâle geçmek. TAHAVVÜLÂT (Tahavvül. C.) Tahavvüller. Değişmeler. TAHAVVÜLÂT-I KÜLLİYE Büyük değişiklikler. TAHAVVÜLÂT-I ZERRAT Zerrelerin tahavvülü.(Tahavvülât-ı zerrat, Nakkaş-ı Ezelî'nin kalem-i kudreti, kitab-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizazatı ve cevelânıdır. Yoksa; maddiyyun ve tabiiyyunların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, mânasız bir hareket değildir. Çünkü; bütün mevcudat gibi zerreler ve her bir zerre, mebde-i hareketinde "Bismillah" der. Çünkü nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır. Ve buğday dânesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi... Hem vazifesinin hitamında "Elhamdülillah" der. Çünkü: Bütün ukulü hayrette bırakan hikmetli bir cemâl-i san'at, faydalı bir hüsn-ü nakş göstererek Sâni-i Zülcelâl'in medâyihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir. Meselâ: Nar ve mısıra dikkat et. S.) TAHAVVÜN Eksilmek. * Ziyafet vermek. * Söz vermek, ahdetmek. TAHAVVÜR Tezlik, acelecilik. TAHAVVÜS Bahadırlık, kahramanlık. * Sefer niyyetiyle bir yerde durmak. TAHAYYÜL (C.: Tahayyülât) Hayale getirmek. Hayalde canlandırmak. Fikir kurmak. (Bak: Dimağ) TAHAYYÜLÂT (Tahayyül. C.) Tahayyüller, hayale dalmalar, hayalde canlandırmalar. TAHAYYÜR Şaşakalmak. Hayret etmek. Şaşırmak. Hayran olmak. TAHAYYÜR Beğenip seçmek, muhayyer olmak. TAHAYYÜRÂT (Tahayyür. C.) Hayrete düşüp şaşakalmalar. Hayran olmalar. TAHAYYÜZ (Hayz. den) Yer tutmak, yer almak. * Ehemmiyet kazanmak. * Fiz: Herhangi bir cismin boşlukta yer alması. TAHAZ Birbirini kandırmak, aldatmak. TAHAZHUZ Suyun deprenmesi, hareket etmesi. TAHAZÜL Birbirini rüsvay etmek, kepaze etmek. TAHAZZU' (Huzu. dan) Alçakgönüllülük gösterme. Mütevazi olma. TAHAZZUR (Hazır. dan) Hazır bulunma. Hazır olma. TAHAZZUR (Hıdr. dan) Yeşillenme. TAHAZZÜB (Hizb. den) Toplanma, birikme. Küçük topluluk meydana getirme. TAHAZZÜN Hazineye girmek. * Yığılmak. TAHAZZÜN Kederlenmek, hüzünlenmek. Birine acımak. Mükedder olmak. TAHAZZÜR (Hazer. den) Sakınma, korunma, çekinme. TAHBİB Fâsid etmek, bozmak. TAHBİE Gizlemek, saklamak. * Kadını perdeye koyup kimseye göstermemek. TAHBİR Tahsin etmek, tezyin etmek. Güzelleştirmek, süslemek. TAHBİR (Haber. den) Haber etme. Haber verme. TAHBİYE Hıfzetmek, korumak. * Engel olmak, men'etmek. TAHCİL Atın dört veya üç ayağında veya ikisinde bileklerinden yukarı olan beyazlık. TAHCİL (C.: Tahcilât) (Hacl. dan) Utandırma. TAHCİR Bir yere taş koymak, taş yığmak. * Fık: Kimsenin girmemesi için arazinin etrafına taştan sınır yapmak. * Hayvanı dağlayıp nişanlamak. TAHDİ' Aldatmak. TAHDİB Kamburlaştırma. Kubbelendirme. TAHDİC Dikkatle bakmak. * Atmak. TAHDİD Hudutlandırmak. Sınırlamak. Sınırı belli etmek. * Tarif etmek. * Bir şeyi kasdetmek. * Keskin etmek. Bilemek. TAHDİDÂT Tahditler. Sınırlamalar. TAHDİD-İ SİNN Yaş haddi. Emeklilik. TAHDİK (Hadeka. dan) Gözünü dikip, ayırmadan ve dikkatle bakma. TAHDİM Hizmet ettirmek. * Atın ayaklarının beyazlığı dirseklerinden aşağı olmak. TAHDİR Acele ettirmek. * Nüzul ettirmek, indirmek. TAHDİR (Hader. den) Örtülendirme, örtülü bulundurma. * Uyuşturmak. TAHDİS (Hudus. dan) Söylemek. Anlatmak. Rivayet etmek. * Şükür ve teşekkür ile bildirmek. Görülen iyiliği herkese söylemek. * Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sözünü tekrarlamak. TAHDİSÂT Anlatmalar. Rivayet etmeler. * Teşekkürle bildirmeler. * Hadis anlatmalar. TAHDİS-İ NİMET Cenab-ı Hakk'a karşı şükrünü edâ etmek ve teşekkür etmek maksadiyle nâil olduğu nimeti anlatmak, onunla sevincini ve şükrünü bildirmek. (Bak: Küfran-ı ni'met)(Bâzan tevâzu', küfran-ı ni'meti istilzam ediyor, belki küfran-ı ni'met olur. Bâzan da tahdis-i ni'met, iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çâre-i yegânesi ki; ne küfran-ı ni'met çıksın, ne de iftihar olsun. Meziyet ve kemalâtları ikrar edip, fakat temellük etmiyerek, Mün'im-i Hakiki'nin eser-i in'âmı olarak göstermektir. Meselâ: Nasılki murassa' ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese: "Mâşâallah çok güzelsin, çok güzelleştin. "Eğer sen tevazu'kârâne desen: "Hâşâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir; nerede güzellik?" O vakit küfran-ı ni'met olur ve hulleyi sana giydiren mahir san'atkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirane desen: "Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz... "O vakit, mağrurane bir fahirdir.İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: "Evet ben güzelleştim, fakat güzellik libasındır ve dolayısiyle libası bana giydirenindir; benim değildir." M.) TAHDİŞ (Hadeş. den) Kurcalamak. Tırmalamak. * İncitmek. * Kaşımak. TAHDİŞAT (Tahdiş. C.) Tırmalamalar. Kurcalamalar. TAHDİŞ-İ EZHAN Zihinleri kurcalamak, tırmalamak. TAHE Helâk oldu, berbad oldu (meâlinde fiil). TAHF Gam, tasa. TAHFE Bakla otunun yukarı ucu. TAHFE Mekân, mevzi. TAHFİF (Hıffet. den) Hafifletme, yükünü azaltma. Kolaylaştırma. * Lâyıkı vechiyle hürmet etmemek. * Maddî-manevî bir ızdırabı azaltmak. * Kelimelerin bazı harflerini terketmekle telâffuzunu kolaylaştırmak. TAHFİFÂT (Tahfif. C.) Hafifletmeler; yükünü eksiltmeler, kolaylaştırmalar. TAHFİL Koyunun sütü çoğalsın diye birkaç gün sağmayıp bırakmak. TAHFİR Utandırmak. * Aman vermek. TAHFİR (C. Tahfirat) (Hufre. den) Çukur kazma. TAHFİZ Aşağı indirmek. * Asan etmek, kolaylaştırmak. TAHH Kırmak. TAHH Ekşi hamur. * Susam posası. TAHHAN (Tahn. dan) Değirmenci, öğütücü. TAHHANE Çokluk deve. Deve sürüsü. * Çok asker. TAHIL Bayat su. Bekleyerek bozulmuş su. TAHILLE Gerçek yere yemin etmek. * Yeminden kurtulmak için verilen keffaret. TAHILLET-ÜL KASEM Yemin keffareti. TAHINE (C.: Tavâhın) Azı dişlerinden birisi. TAHİ Çekilmiş. Uzatılmış. * Kesret, çokluk. TAHİN Darı unu. * Öğütülmüş tahıl. * Şekerle karıştırılarak helvası yapılan öğütülmüş susam. TAHİNE (C.: Tavâhin) Öğütücü diş, azı dişi. TAHİR Yüksek nefes. TAHİR(E) Temiz. Pâk. Abdesti bozacak veya guslü icab ettirecek şeylerden birisiyle özürlü olmayan. * Zâhir ve bâtında bütün ayıp ve kirlerden temiz, pâk olduğu için Hz. Peygamberimize de (A.S.) bu isim verilmiştir. * Müzikte: Makam ismi. TAHİRAT Pâk ve temiz olanlar. TAHİYYAT Selâmlar. Duâlar. Manevî hayat hediyeleri. Tezahürat-ı hayatiye. * Mâlikiyet, beka ve mülk. (Bak: Et-tahiyyatü) TAHİYYE Selâmlar, dualar. Hayır duâları. * Mülk, beka ve devamlılık. * Namazın iki ve dört rek'atı sonunda okunan Ettahiyyat duası. * Selâm verme ve hayır dua etme. * Mülk ve mâlikiyet. TAHİYYET-ÜL MESCİD Bir mescide veya bir camiye girildiğinde, sevab niyetiyle, oturmadan evvel kılınan namaz. TAHKİK Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak. İncelemek. İçyüzünü araştırmak. * Bir şeyi eksiksiz ve ziyâdesiz yapmakta mübâlağa etmektir. Bir şeyin hakikatına ermek, künhüne vâkıf olmak, nihayetine erişmek demektir. Kur'an kıraat ıstılahında ise: Her harfin hakkını vermek, özel sıfatlarına riayet etmek, sesi tam mahrecinden çıkarmak, medleri gerektiği kadar uzatmak, hareke, ızhar ve gunneleri okuyuş hassasiyetinin en son imkânını kullanarak okumaktır. TAHKİKAN İnceleyerek. Araştırma suretiyle. Hakikatını öğrenerek. TAHKİKAT Araştırmalar. Hakikati ve doğruyu inceleyip öğrenmek için yapılan taharriyat. TAHKİKAT-I İBTİDAİYYE Huk: İlk tahkikat. İlk soruşturma. TAHKİKÎ (TAHKİKİYE) Araştırma ile alâkalı. Tahkikata ait. TAHKİKÎ İMAN (Bak: İman-ı tahkikî) TAHKİM Hakem tayin etmek. Hâkim nasbeylemek. * Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırmak, kavileştirmek. * Birisini fesattan men'eylemek. * Mahkemede hasmın dâvalarının açıkça belli olması için hâkimi değiştirmek. TAHKİMÂT Ask: Bir yeri düşmanın hücumuna karşı sağlamlaştırmak. TAHKİR Hareket etmek. Hor görmek. Küçük görmek. Aşağı ve alçak addetmek. TAHKİR-ÂMİZ f. Hakaretle karışık söz. * Tahkir edici. TAHKİRÂT (Tahkir. C.) Tahkirler. Hor ve küçük görmeler. Hakaret etmeler. TAHKİYE Anlatmak. Hikâye etmek. TAHL Durmakla değişen su. TAHL Dalak ağrısından incinmek. * Bozulmak, değişmek. TAHLEE Bulut. TAHLİ' (Hal'. dan) Söküp çıkarmak. Koparmak. * Tahttan indirmek. TAHLİD (Huld. dan) Devamlı olarak oturtma veya oturtulma. TAHLİF (Half. dan) Yemin ettirmek. Yemin vermek. TAHLİF (Halef. den) Birini kendi yerine bırakmak. TAHLİK Yaratmak. * Eskitmek. TAHLİK (C.: Tahlikat) Tıraş etme. TAHLİL Müşkül meseleyi halletmek. * Bir şeyi kolaylıkla tutmak. * Eritmek. * Bir şeyi helâl kılmak. * Yemine kefaret etmek. * Man: Terkibin zıddıdır. Bir kıyas neticesinin mantık şekillerinin hangisinden olduğunu bilmek için delilin tahlili, araştırılması. * Fiz: Mürekkep bir cismi tetkik etmek için esas unsurlara ayırma, çözümleme. * Kim: Analiz. * Tıb: İlâçla şişliği gidermek. TAHLİL (Hall. den) Sirkeleştirme. Ekşitme. * Dişlerini hilâllamak. Gerçek yere yemin etmek. * Açmak. TAHLİLAT (Tahlil. C.) Tahliller, analizler. TAHLİL-İ HURDEBİNÎ Mikroskopla tahlil. TAHLİM (Hilm. den) Kızgınlığını ve öfkesini giderme. Sâkinleştirme, yumuşatma, teskin etme. TAHLİS Kurtarmak. Halâs etmek. * Bir şeyin özünü, hülâsasını almak. TAHLİSEN Hülâsa ederek. Özünü söyleyerek. TAHLİS-İ GİRİBAN Yakayı kurtarma, kurtarılma. TAHLİSİYYE Can kurtaran. TAHLİT (Halt. dan) Karıştırma. Karıştırılma. Bozma. Saflığını giderme. Fâsid etme. TAHLİYE (Halâ veya halvet. den) Boşaltmak. Boş bırakmak. Serbest bırakmak. * Tathir etmek. Temizlemek. TAHLİYE (Haly. den) Süslemek. Donatmak. Donatılmak. * Tatlılandırmak. * Kim: Bir madde içine hassasını veya kokusunu değiştirmek için şeker, baharat ve benzeri gibi şeyleri katmak. TAHLİYE-İ SEBİL Bir suçluyu bırakma, salıverme. TAHLİZ Bir kimsenin kulağına küpe ve koluna bilezik takmak. TAHMA Bir ot cinsi. TAHME İnsan cemaatı, topluluk. * Büyük sel. TAHMEL(E) (C.: Tahamil) Ahlâkı kötü kimse. TAHMER Sıçramak. * Doldurmak. TAHMİC Şiddetle bakmak. * Gözünü açıp yummak. TAHMİD (Hamd. den) Hamdetmek. * Medhetmek, övmek. * Elhamdülillâh" kelâmının mânasını ifade etmek. TAHMİDÂT Hamdler ve şükürler. (Bak: Hamd) TAHMİDİYE Hamdetmeğe dair. Hamdetmek hakkında. * Çok mühim bir duânın ismidir. TAHMİK (Humk. dan) Ahmak demek, ahmak olduğunu söylemek. TAHMİL Yüklemek. Taşıtmak. Bir kimse üzerine bir işi bırakmak. TAHMİLÂT (Tahmil. C.) Yükletmeler, yükletilmeler, yüklemeler. TAHMİL-İ MİNNET Birini minnet altında bırakma. TAHMİL-İ ZAHMET Zor bir işi birine yükletme. TAHMİM Zina eden kimseyi ziftleyip, dövüp, yüzüne kara vurup, ters olarak eşeğe bindirip gezdirmek. TAHMİN (Hamn. dan) Aşağı yukarı bir fikir söylemek. İhtimallere dayanan düşünce. Zayıf delil ile hüküm ve kıyas etmek. TAHMİNEN Takriben, aşağı yukarı. TAHMİNÎ Tahmin yoluyla. Tahminle alâkalı. TAHMİR Kızartmak. * Birine "eşek" demek. TAHMİR (Hamr. dan) Mayalandırma. * Yoğurma, yoğurtma. TAHMİRE Bulut. TAHMİS Ateşte kızdırıp kavurmak. * Kahve kavrulan ve satılan yer. TAHMİS (Hums. dan) Bir şeyi beş kat veya beş köşe haline getirmek. * Edb: Bir şiirin her beytine üçer mısra ilâve ederek beşe çıkarmak. TAHMİS-HÂNE f. Kahvenin kavrulup öğütülüp satıldığı yer. TAHMİŞ Tırmalamak. * Hiddetlendirmek. TAHMİZ Azaltmak. TAHN (C.: Tahniyât) Öğütme, öğütülme. TAHNİB Atın belinde ve ayaklarında eğrilik olmak. TAHNİK (Oğlan) damağını ovmak. * Fikrini düzeltmek. TAHNİK (Hunk. dan) Boğmak. TAHNİT Mumyalamak. Ölüyü bozulmadan muhafaza etmek için ilâçlamak. TAHNİYE Kınaya boyamak. TAHR Uzaklaştırmak. Irak etmek. * Atmak. * Göz çapağını dışarı atmak. * Seri, hızlı. * Oku uzak giden yay. TAHREBE Ağaç kurdunun ağacı oyup delmesi. TAHRİB (C.: Tahribât) Harab etme, edilme. Yıkma. Bozma. TAHRİBÂT (Tahrib. C.) Tahribler, yıkıp bozmalar, harab etmeler. TAHRİBKÂR Tahrib eden, yıkan. TAHRİC Darlık ve zahmet vermek, tazyik. TAHRİC (Huruc. dan) Çıkartma. Meydana koyma. * Şehadetname vermek. * Fık: Müçtehidlerin istinad ettikleri naslara, kaidelere, asıllara tatbikan şer'î hükümleri istihrac etmek. Bu tarz ile hüküm çıkarabilmek salâhiyetinde olanlara: Muharric, sahib-i tahric, ashâb-ı tahric denir. TAHRİF (Harf. den) Harflerin yerini değiştirmek. Bozmak. Kalem karıştırmak. * Kendi menfaati veya başkasının zararı için bir ibârenin mânasını değiştirmek. * Başka tarafa meylettirmek. TAHRİF Genç bir adama bunaklık isnad etme. TAHRİFÂT (Tahrif. C.) Bozmalar. Kalem karıştırmalar. TAHRİK Yakma. Yakılma. * Susatma. Susatılma. TAHRİK Yarma, yarılma. * Yırtma, yırtılma. TAHRİK Kımıldatma. Kımıldatılma. Yerinden oynatma. Hareket ettirme. * Gr: Cezimli bir harfi harekeli okuma. * Yola çıkarma. * Azdırma, kışkırtma. * Uyandırma. TAHRİK-AMİZ f. Kışkırtıcı. Tahrik edici. TAHRİKAT Ayaklandırmalar, kışkırtmalar. Hareket ettirmeler. TAHRİM Haram kılma. Haram kılınma. Dince yasak edilme. * Kudsî sayarak yaklaşmayı yasak etme. TAHRİM Yarmak. Pâre pâre kesmek, parçalamak. TAHRİM SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 66. Suresidir. "Lime tüharrimu" da denir. Medine'de nâzil olmuştur. TAHRİM TEKBİRİ İftitah tekbiri de denir. (Bak: İftitah tekbiri) TAHRİME Namaza başlanırken söylenen tekbir. * Hacıların ihrama bürünmeleri. TAHRİMEN Haram olarak. Harama yakın olarak. TAHRİMEN MEKRUH (Vâcibin zıddı) Harama yakın iş olup, zannî delil ile olan nehiydir. TAHRİMÎ (Tahrimiyye) Haramla ilgili, harama ait. TAHRİR Yazmak. Yazılmak. Kaydetmek. * Hürriyete kavuşturmak. TAHRİRÂT Tahrirler. Yazı. Resmî mektup. TAHRİREN Yazmak suretiyle, yazı ile. TAHRİR-İ RAKABE Köle veya cariye azad etme. TAHRİS Kendini hıfzetmek, kendini korumak. TAHRİS Elbisenin eteğine konulan parça. TAHRİS (C.: Tahrisât) (Hırs. dan) Hırslandırma. TAHRİŞ Aldatıp kandırmak. * Koparmak. TAHRİŞ (C.: Tahrişât) Tırmalama. Yakıp kaşındırma. * Azdırma. Rencide etmek. TAHRİZ (C.: Tahrizât) (Hırz. dan) Kışkırtma, kışkırtılma. * Kandırmak. * Koparmak. TAHS İfsad etmek, bozmak. TAHS Eliyle defetmek, eliyle itip kovmak. TAHSA' Toprak saçmak. TAHSİB Ufak taşları mescide veya başka yere döşemek. TAHSİB Ölüyü taş altına gömmek. TAHSİF Nâlin yaptırmak. TAHSİL Hâsıl etmek. * İlim edinmek. İlim öğrenmek veya öğretmek için çalışmak. * Vergi toplamak. * Aşikâre eylemek. TAHSİLÂT Devlet gelirlerinin toplanması. TAHSİLDÂR f. Devlet gelirlerini vazifeli olarak toplayan, tahsil eden memur. TAHSİM Kestirmek. * Dağılmak. TAHSİN Beğenmek ve alkışlamak. * Tezyin eylemek, güzelleştirmek. * İyi ve güzel bulmak. TAHSİN (Hısn. dan) Kale gibi sağlamlaştırma. * Muhafaza altına alma. TAHSİNAT Alkışlamalar. Güzelleştirmeler. Beğenmeler.(Bilbedahe şöyle tahsinat ve tezyinat, onların Sâniinde gayet şiddetli bir irâde-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. Ve irade-i tahsin ve tezyin ise bizzarure o Sâni'de san'atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsi bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuât içinde en câmi' ve letaif-i san'atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri mâşâallâh deyip istihsan eden bilbedahe o san'atperver ve san'atını çok seven Sâni'in nazarında en ziyade mahbub, O olacaktır. S.) TAHSİNHÂN f. Aferin diyen. Beğenip alkışlayan. TAHSİN-İ KELÂM Bir sözü beğendiğini ifade etmek. Sözü güzelleştirmek. TAHSİN-İ LÂFZ Lâfı süsleme, sözü güzelleştirme. TAHSİNKERDE f. Beğenilmiş. TAHSİR İnce belli etmek. TAHSİR (Hasar. dan) Zarara sokma, ziyana uğratma. TAHSİR Hasret bırakma. Hasret etme. * Kuşun tüyünü bırakması, dökmesi. TAHSİS (Husus. dan) Belli bir gaye için kullanmak. * Bir şey veya bir kimse için ayırmak. * Kredi. Tazminat. TAHSİS Rağbet ettirmek. Meylettirmek, yöneltmek. TAHSİSAT Bir kimse veya bir daire için ayrılmış para veya mal. TAHSİSAT-I MESTURE (Bak: Mesture) TAHSİSEN Tahsis suretiyle. * Hele, en çok. TAHŞİD Yığma. Toplama. Biriktirme. Yığınak. * Bir mevzu hakkında çok izah ve konuşmalar. TAHŞİDÂT Birikmeler. Toplamalar. Yığınaklar. * Konuşarak fazla üzerinde durma. TAHŞİM Öfkelendirme, kızdırma, gazablandırma. TAHŞİN İri ve kaba etmek. TAHŞİR Noksan etmek, eksiltmek. TAHŞİYE (Haşyet. den) Korkutma. Ürpertme. TAHŞİYE Derkenar, haşiye yazma veya yazılma. TAHT Alt. Aşağı. * Gr: Gelecek olan zamir. TAHT f. Yağma, talan, soygun, çapul. TAHT f. Hükümdarların oturduğu büyük koltuk. Hükümdarlık makamı. TAHTAH Arslan. TAHTAHA Hastalıktan veya zayıflıktan sesin değişmesi. TAHTAHA Bir şeyi doğrultmak. * Beraber etmek. * Bazısını bazısına katmak. TAHTANÎ Alt kat. Alt katla alâkalı. TAHTANİYE Altta olan, alttaki. * Noktası altta olan harf. TAHTE f. Tahta. TAHTE Alt, altta, altında. TAHTE f. Yağmalanmış, soyulmuş, talan edilmiş. TAHT-EL ARZ Yer altı. Toprak altı. TAHT-EL BAHİR Denizaltı. Denizaltı gemisi. TAHTELHIFZ (Taht-el hıfz) Muhafaza altında. TAHTESSERA (Taht-es serâ) Toprak altı. TAHT-EŞ ŞUUR Şuur altı. Şuur haricinde olarak açılıp yayılan zihnî faaliyet.(Taht-eş şuur, gayr-ı meş'urdan vâzıhan farklıdır. Hâfızada teraküm etmiş, fakat bu anda kendisini düşünmediğimiz hâtıralar, gayr-i meş'ur ve kaimdirler. Fakat taht-eş şuur değildirler. L.R.) TAHTGÂH f. Başşehir, başkent. * Taht yeri. TAHT-I BELKIS Belkıs'ın tahtı. (Çok eski mecusi Yemen padişahlarından Şerahil'in kızı Belkıs, başka kardeşi olmadığından babasının yerine Yemen'e hükümdar olmuş idi. Sonra Süleyman Aleyhisselâm ile evlendi. Onun mu'cizeleriyle imana geldi.) Bak: Hüdhüd, Süleyman (A.S.) TAHT-I ESARET Esaret altı. TAHT-I HÜKÜM Hüküm altına. TAHT-I HÜMÂYUN Padişahların merasim sırasında oturdukları sedir. TAHT-I MÜZAKERE Konuşulmakta olan. TAHT-I REVAN Dört kişi veya iki katırla taşınan nakil vasıtası. TAHTİB Odun toplamak. TAHTİE Bir kimseyi veya bir şeyi hatalı görmek, hata isnad etmek, yanıltmak. "Bu hatadır" diye iddia etmek. * Ist: "Mezhebim haktır, hata ihtimali var. Başka mezheb hatadır, savaba ihtimal var" diyenler ki, bu hatalı anlayışa izafeten "Tahtie" denmiştir. TAHTİM Mühürleme. Mühür basma. * Tamamlama. TAHTİT Zayıflık. * Kurmak. * Pare pare etmek, parçalamak. TAHTİT (Hatt. dan) Çizme. Çizgi ile belli etme. * Çizgi. TAHTİYE Hatâya düşürmek, yanıltmak. TAHT-NİŞİN Taht'a oturan. Hükümdar. Padişah. TAHUN(E) (C.: Tavâhin) Su değirmeni. TAHUR Tâhir. Hem temiz hem temizleyici. Çok temiz. TAHV Düşmek. * Çekip uzatmak. TAHVE Eti pişirmek. TAHVİD Sür'atle gitmek, hızla gitmek. TAHVİF Korku vermek. Ürkütmek. Korkutmak. TAHVİFÂT (Tahvif. C.) Korkutmalar. Korkuya düşürmeler. TAHVİFEN Korkutarak. TAHVİL Bir halden başka bir hale getirmek. Değiştirmek. * Döndürmek. * Faizli borç senedi. TAHVİLÂT Tahviller. * Borç senetleri. TAHVİN (C.: Tahvinât) Birisine hâin deme. Hıyânet nisbet etme. TAHVİR Rücu ettirmek, döndürmek. * Ağartmak, beyazlatmak, tebyiz. TAHVİT (Havt. dan) Duvar çekme. TAHVİYE Dizleri, dirsekleri, yanları, karnı ve uyluğun arasını ayırmak. TAHVİZ Suya dalmak. TAHYA Karanlık gece. TAHYE Bulut parçası. TAHYİB (Haybet. den) Eli boş, kederli ve mahrum kılma. TAHYİL (C.: Tahyilât) (Hayal. den) Akla getirme. Fikre getirme, zihinde canlandırma. TAHYİR (Hayır. dan) İki şeyden birisini seçme durumunda bırakma. İstediğini seçmesini teklif etme. TAHYİS Zelil etmek, kepaze etmek. * Boyun eğdirmek. Muti etmek. TAHZİ' Tevâzu etmek, alçakgönüllü olmak. TAHZİ' Yarma, kesme. * Ameliyat. TAHZİB (Hizab. dan) Saç, sakal boyama. TAHZİB (Hizb. den) Takım haline getirmek. Hizibleştirmek. Gruplaştırmak. TAHZİF Saçını düzüp bezemek, süslemek. TAHZİL Aşağılatmak, alçaltma, bayağılaştırma. TAHZİM Kesmek. TAHZİN Hazinede saklama. TAHZİN (Hüzn. den) Kederlendirme, tasalandırma. * Hazin hazin Kur'an-ı Kerim okuma. TAHZİR (C.: Tahzirât) (Hazer. den) Menetme, sakındırma, önleme.TAHZİR : Korkutmak. TAHZİR Yeşil renk verme. Yeşillendirme. * Hazırlama. TAHZİZ İsteklendirme, rağbet ettirme. TAÎ Arabistan'da mevcut Tay kabilesinden olan. TAİB Tövbe eden. Günahlarına pişman olan. TAİF Etrafını dolaşarak ziyaret eden. Tavaf eden. Dolaşan. * Hicaz'da Mekke-i Mükerreme'nin yüz kilometre güneydoğusunda, Gazva Dağı'nın güney eteklerinde ve bir takım tepelerin batı eteklerinde olarak 1882 metrelik yükseklikte bir şehirdir. Peygamber (A.S.M.) hicretin sekizinci yılında Huneyn muharebesinden döndüklerinde Taif şehrini fethetmek arzu etmişlerse de, ahalisi kaleye sığınıp şiddetli bir şekilde karşı koymağa başladıklarından Peygamber Efendimiz kuşatmayı terkedip geri dönmüşlerdir. Bir sene, sonra, yani hicretin dokuzuncu yılında Taifliler bir heyet tertip ederek barış yoluyla Peygamberimize itaat etmek için yollamışlardır. TAİFE Hususi bir sınıf meydana getiren insanlar. Kavim, kabile. Takım. TAİFE-İ EFRENC Frenk, Avrupalı, Fransız. TAİFE-İ NİSÂİYE (Taife-i nisâ) Kadınlar taifesi, grubu. TAİH Kibreden. Kibirlenen. Büyüklenen. TAİL Uzayan. * Kudret ve gına. * Fayda. Menfaat. TAİN Süngü ile vurulmuş. TAİR (Tayeran. dan) Uçucu. Uçan. * Kuş. TAİS Hafif başlı. TÂK Bina kemeri. Yarım daire şeklinde kapı ve pencere üstü. Çardak. Kubbe. Kavisli bina. Eyvan. TAKA Korkutmak. * Hazer etmek, çekinmek, korunmak. TAKA İki-üç kişi ile idare edilen küçük yelkenli. TÂKA Kubbeli mahfe. Pencere. * Takat. Güç, kuvvet, iktidar. TAKABBUH Çirkinlik. TAKABBUZ (C.: Takabbuzât) (Kabz. dan) Toplanıp çekilme. Büzülme. * Kabız olmak, peklik. TAKABBÜB Binaya kubbe yapmak. TAKABBÜL (Kabul. den) Kabullenme. Üstüne alma. Bir şeyi taahhüd ve iltizam etme. * Öpülme. TAKABUZ Kabz edişmek. TAKADDES Mukaddes olsun (mânasında). TAKADDÜM (Kıdem. den) Önde bulunma. İleri geçme. * Zaman veya mevki bakımından ileride olma. TAKADDÜS Mübarek kılmak. Kudsî kılmak. * Çok temiz olma. * Mukaddes olma. TAKADİ Birbirine hakkını vermek. TAKADU' Birbirine süngü ile vurmak. TAKADÜM Üzerinden zaman geçmek. TAKAFFÜL Kapamak. * Kilitlemek. * Tilki eniği. TAKAFKUF Titremek. TAKAHHUM Ansızdan bir nesneye dühul edip girmek. TAKAHHUR Kahrolmak. TAKAHHÜL şikâyet etmek. TAKA'KU' Deprenmek, hareket etmek. * Ötmek. TAKALİ Birbirini düşman kabul etmek. TAKALKUL Deprenmek, hareket etmek. TAKALLU' Ayağını kuvvetiyle kaldırmak. * Yerinden kopmak. TAKALLUS Kısa olmak, kısalmak. * Toplanmak, cem'olmak. TAKALLÜB Bir taraftan diğer tarafa dönmek. * Bir halden başka bir hale değişmek. * Başka kalıba girmek. TAKALLÜD (C.: Takallüdât) (Kald. dan) Bir işi üstüne almak. * Takınma, kuşanma. Gerdanlık veya muska gibi boyuna geçirme. * (Kılıç) kuşanma. TAKALLÜL (Kıllet. den) Azalma, az olma. TAKALLÜS Kasılma. Bir şeyin büzülüp gerilmesi. Bir uzvun çekilip toplanması. Kıvrılma. TAKAMMÜL Bitlenme. Bitli olma. TAKAMMÜM Evin süprüntüsünü ayırmak. TAKAMMÜS Gömlek giymek. TAKAMÜR Kumar oynamak. TAKANNU' Başına örtü örtmek. TAKANNÜN Kanunlaşma. Değişmez halde, kat'i olarak belirme. TAKARR Birbiriyle kararlaşmak. TAKARRUH (Karh. dan) Yara derinleşip büyüme. * Yara çıban olma. TAKARRÜB Yakınlaşmak. Yaklaşmak. * Zamanı gelmek. Vakti yakın olmak. TAKARRÜM Tatlı tatlı yeme. TAKARRÜR Kararı verilmek.* Yerleşmek. Kararlaşmak. TAKARRÜŞ Kesbetmek, almak, kazanmak. TAKARU' Kur'a atışmak. TAKARÜB Birbirine yakın olmak. TAKAS Vereceğini alacağına karşılık tutmak suretiyle ödeşmek, sayışmak, değişmek. TAKASSİ Bir şeyin aslını esasını araştırma. TAKASSU' Dühul etmek, girmek. TAKASSUF Kırılmak. TAKASUR (Kasr. dan) Bir işi mümkün iken yapmama. Esirgeme. TAKASÜM Kısmet edişmek. * Birbirine yemin vermek. TAKAŞKUŞ Hastanın iyi olması. * Derinin soyulması. * Her yerden yiyecek istemek. TAKAŞŞU' Havanın açılması. TAKAŞŞUR (Kışr. dan) Kabuk bağlama, kabuklanma. TAKAŞŞÜF Maişet şiddeti, geçim zorluğu. TÂKAT Güç, kuvvet. İktidar. TÂKATFERSÂ f. Dayanılmaz, tâkat götürmez. TÂKATGÜDAZ f. Tâkati kaldıran, gücü kuvveti eriten, mahveden. TÂKAT-I BEŞER Beşer gücü ve kuvveti. İnsana mahsus kuvvet. TÂKATŞİKEN f. Tâkati tüketen. TAKATTUB Kaşların çatılması. * Buruşma. TAKATTUF Yüz ekşitmek. TAKATTUR Damla. Damlama. Damla damla akma. * Ud ağacı ile buhurlanma. * Vuruşmağa hazırlanma. * Bir kimse kendini bir yerden atma. * Ağacın dalı kopup düşme. * Bir adamı yanı üzere düşürmek. (Kamus'dan) TAKATU' Kesilmek. Kesişmek. TAKATÜL Kıtal edişmek, döğüşmek, vuruşmak. TAKAUD Oturmak. TAKA'UR (Ka'r. dan) Çukurlaşma. * Kuyunun derin ve çukur olması. TAKAUS Durdurmak. Sonraya bırakmak. TAKAVİM (Takvim. C.) Takvimler. TAKAVÜL Birbiriyle söyleşmek. TAKAVÜM Dövüşmek, vuruşmak. Birbiriyle cenge durmak. TAKA'VÜS Çok yaşlanma. * Evin eskiyip köhne olması. TAKAVVİ (Kuvvet. den) Kuvvetlenme. TAKAVVUZ Ayrılmak. Dağılmak. * Yıkılmak. TAKAVVÜB Bir şeyin kabuğu soyulmak. TAKAVVÜL Haber vermek. * Yalan söylemek. TAKAYYUZ Kırılmak. * Benzetmek. TAKAYYÜ' Kusar gibi olup kusamama. TAKAYYÜD Bağlanma. Bağlı olmak. Kayıtlı bulunmak. * Çalışmak. Çabalamak. Uğraşmak. * Dikkatli davranmak. TAKAYYÜL Uymak, iktida etmek. TAKAZA Başa kakmak. * Sıkıştırmak. * Hakkını isterken borçluyu zorlamak. TAKAZİC Dövülüp ufalanarak yemeklerin üstüne ekilen otlar. Baharat. TAKAZÜF Birbirine iftira edip atışmak. TAKAZZUB Kesilmek. TAKAZZÜR Çirkin şeylerden uzak olmak. TAKAZZÜR İstikrah etmek, kerih görmek, beğenmemek. TAKBİB Kubbe gibi yapma. TAKBİH Çirkin görmek. Beğenmemek. * Kabahatli bulmak. * Kötü gördüğünü bildiren söz söylemek. TAKBİHÂT (Takbih. C.) Ayıplamalar, çirkin görmeler. TAKBİL Öpmek. TAKBİR Defnetmek, gömmek. TAKBİZ Toplayıp bir yere getirmek. TAKDANE f. Üzüm çekirdeği. TAKDİD Eti kurutmak. * Uzunlamasına yırtmak veya kesmek. TAKDİH Beğenmeme, zemmetme. * Atın belini inceltmek. TAKDİM (Kıdem. den) Arzetmek. Sunmak. * Küçük bir kimseyi yaş, amel, mevki ve takva itibariyle büyük bir kimse ile tanıştırmak. * Öne geçirmek, bir şeyi başka bir şeyden önde tutmak. * Bir büyüğün önüne geçip bir şey vermek. TAKDİMÂT Takdim edilenler. Büyüklere verilen şeyler. TAKDİME (C.: Tekadim) Kendisinden üstün kişiye sunulan armağan, hediye. * Takdim. TAKDİMEN Takdim ederek, öne geçirerek. TAKDİM-TE'HİR Öne geçirmek, sonraya bırakmak. TAKDİR Kıymet vermek. Değerini, kıymetini, lüzumunu anlamak. * Kader. * Düşünmek. * Öyle saymak. TAKDİREN Değer ve kıymetini anlı(Zeker). Takdir ederek. TAKDİRÎ Kaderden olan. Takdir-i İlâhîye ait ve müteallik olan. * İtibarî. * Farazî. * Gr: Yazılı olmayıp var bilinen mâna veya kelime. (Bak: Mukadder) TAKDİR-İ KELÂM Söze değer vermek. * Sözün kıymeti. Sözden anlaşılan husus. TAKDİRNAME f. Bir işin beğenildiğine ve istihsan edildiğine dâir alâkadarların imzasını taşıyan yazı. Beğenildiğine dair yazılı kâğıt. TAKDİS Büyük hürmet göstermek. Mukaddes bilmek. * Cenab-ı Hakk'ın kusursuz, pâk ve her hususta noksansız olduğunu bildirmek, söylemek ve Allah'a (C.C.) şükretmek. TAKDİYE Hâcet bitirmek, ihtiyaç gidermek. TAKFİL (Kufl. dan) Kilitleme veya kilitlenme. TAKFİYE Kafiye yapmak. * Bir kimsenin ardınca olmak. TAKHİM İthal etmek, içeri sokmak, girdirmek. TAKHİR (C.: Takhirât) (Kahr. dan) Kahretme. TÂK-I MUALLÂ Yüksek şerefe. Yüksek kubbe. * Yüksek haysiyet ve şeref sahibi. TAKIYYE Sakınmak. Kendini koruyup çekinmek. * Birinin mensub olduğu mezhebi gizlemesi. * Mümâşât. TÂKIYYE Takke. TÂKIYYE-DUZ f. Takkeci, takke diken. TAKİ Kendini koruyan, saklayan. * Takvalı kimse. Günahtan çekinen. TA'KİB Gözlemek. * Yolunda gitmek. * Peşinden yürümek. * Suçlunun suçunu araştırmak. * Bir kimsenin aynı senede yine gazaya gitmesi. * Bir şeyi ciddiyetle istemek. TA'KİBÂT Suç işleyene karşı harekete geçmek ve suçluluk derecesini araştırmak. TA'KİBEN Takip ederek, takip suretiyle. TA'KİD Edb: İbareyi veya cümleyi anlaşılmaz şekle koyma. * Düğümlenme, düğümleme. TA'KİF Eğriltmek. TA'KİL Devenin ayağına ip takıp bağlamak. TA'KİM (Akm. dan) Kısırlaştırma. Neticesiz bırakma. TA'KİR Bir uzvu, organı yararak sinirleri kesme. TA'KİR Suyu bulanık etmek. TAK'İR (Ka'r. dan) Çukurlaştırma, çukur yapma. TAKLİ' (Kal'. den) Yarmak. * Mübalâğa ile koparmak. Kökünden söküp koparmak. TAKLİB (C.: Taklibât) (Kalb. dan) Döndürme, çevirme. * Bir şeyin kalıp ve şeklini değiştirme. TAKLİD Takma, asma, kuşatma. * Benzetmeğe ve benzemeğe çalışmak. Benzerini yapmak. Birine benzemeğe çalışarak alay etmek. Sahte. Bir şeyin sahtesini yapmak.(Kur'an baştan aşağıya kadar, nâzil olduğu hey'et üzerine bâkidir. Bu kadar Kur'anı taklid etmeğe müştak olan dostlar ve mütehacim düşmanlara rağmen, şimdiye kadar Kur'anın ne taklidi yapılmış ve ne de bir misâli gösterilmiştir. Evet, Kur'an milyonlarca Arabî kitablarla mukayese edilirse benzeri bulunamaz. O halde Kur'an ya hepsinin altındadır. Bu ise muhaldir; öyle ise; hepsinin fevkindedir. Öyle ise Allah'ın kelâmıdır. İ.İ.)(Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Ayâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki; siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz! Çünkü şu surette ittibaınız milliyetinize karşı bir istihfaftır. Ve millete bir istihzadır. M.N.) TAKLİDEN Taklid ederek, benzeterek. TAKLİDGÂH f. Taklid yeri. TAKLİDÎ Taklide ait. Sathî. * Delil ve sened istemeden kabul edilen. TAKLİDÎ İMAN (Bak: İman-ı taklidî) TAKLİD-İ SEYF Kılıç kuşatma. TAKLİD-İ TUFEYLÂNE Küçük çocuklara yakışır şekildeki taklid. TAKLİH Dişin sarılığını gidermek. TAKLİL Azaltma. Azaltılma. İndirme. Tenkis. TAKLİL-İ MASÂRİF Masrafların azaltılması. TAKLİM (Kamış, tırnak, kalem gibi şeyleri) yontma, kesme. TAKLİS Def çalıp nağme söylemek. TAKLİS Büzme. TAKMİS (Kamis. den) Gömlek giydirme. TAKMİŞ Cem'etmek, toplamak. TAKNETU (Bak: Lâtaknetu) TAKNİ' Başına örtü örttürmek. TAKNİN (Kanun. dan) Kanun koyma. TAKNİYE Çok kırmızı yapmak. TAKRİ' (C.: Takriât) Tevbih. Azarlama. * Birini telâşa düşürme. * Te'nif. Başa kakma. TAKRİÂT (Takri'. C.) Azarlamalar, paylamalar, başa kakmalar. TAKRİB Yaklaştırma. Aşağı yukarı ve tahmin ile kat'i olmayan şey söyleme. Tahmin. * Yolunu bulma. TAKRİBEN Tahminen. Yaklaşık olarak. Aşağı yukarı. TAKRİBÎ İhtimale göre olan. Takribe ait. TAKRİD Devenin gövdesinde olan keneyi yolup gidermek. * Hor ve zelil etmek. TAKRİN (Karin. den) Birlikte bulundurma. Yaklaştırma. TAKRİR İyi ifade etmek. Bildirmek. * Ağzından anlatmak. * Yerleştirmek. Kararlaştırmak. Yerini belirtmek. * Resmî olarak yazı ile bildirmek. * Tapuda, mülkünü başkasına sattığını bildirmek. * Siyasî nota. TAKRİRÂT (Takrir. C.) Ağızdan anlatılan şeyler. TAKRİREN Ağızdan anlatarak. TAKRİR-İ KELÂM Söylemek. İfadede bulunmak. TAKRİRÎ SÜNNET Hazret-i Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, sahabelerinden birinin söylediğini veyahut işlediğini gördüğü halde, onu menetmiyerek sükût buyurmaları. TAKRİS Parmak ucuyla veya tırnakla bir nesneyi ovup yıkamak. TAKRİS Soğutmak. * Dondurmak. TAKRİŞ Birbirine rağbet etmek. TAKRİT Kulağına küpe takmak. * Davarın başına yular takmak. TAKRİZ Hayatında bir kimseyi methetmek, övmek. TAKRİZ (Karz. dan) Ödünç vermek. * Bir şeyi veya bir eseri beğendiğini söylemek. Beğendiğini bildiren yazı yazmak. Bir eserin takdir ve tahsin edildiğini bildiren yazı yazmak. TAKSİB Kıvırcık yapmak. TAKSİF Çok kırmak. TAKSİM (Kısım. dan) Bölme. Parçalara ayırma. TAKSİMÂT Taksimler. Bölmeler. Cüz cüz ayırmalar. TAKSİM-İ A'MÂL İş bölümü, iş taksimi.(Sani'i-i Zülcelâl'in hilkat-i âlemde câri ve taksim-ül-a'mâl kaidesinden akan kanun-u tekemmül ve terakkide mündemiç olan rıza ve işaretinin imtisali farz iken, itaat tamam edilmemiştir. Şöyle: Kaide-i taksim-ül-a'mâli muktazi olan hikmet-i İlâhiyenin dest-i inayetiyle beşerin mahiyetinde ekmiş olduğu istidadât ve muyulâtla şeriat-ı hilkatin farz-ül-kifayesi hükmünde olan fünun ve sanayiin edasına bir emr-i manevî vermişken su-i istimalimiz ile o istidaddan tevellüd eden meyle kuvvet ve meded verici olan şevki bu hırs-ı kâzib ve şu re's-i riya olan meylü't-tefevvuk ile zayi edip söndürdük. Elbette isyan eden cehenneme müstehak olur. Biz de bu hilkat denilen şeriat-ı fıtriyenin evamirine imtisal edemediğimizden cehennem-i cehl ile muazzeb olduk. Bu azabdan bizi kurtaracak taksim-ül-a'mal kanunuyla amel etmektir. Zira seleflerimiz taksim-ül-a'mâlin ameli ile cinan-ı ulûma dâhil olmuşlardır. R.N.) TAKSİM-İ GURAMÂ Kârı veya zararı ortaklar arasında koydukları sermaye nisbetinde taksim etmek. * Fık: Bir borçlunun terekesini alacaklıların borç miktarları nisbetinde aralarında taksim etmek. TAKSİR (Kasr. dan) Kısaltma, kısma. * Kusur, hata, kabahat, suç. Günah. * Bir işi eksik yapma. * Bir şeyi yapabilir iken yapmama. * Zayıflatmak, süstlük etmek. * Geri kalmak. TAKSİRAT (Taksir. C.) Kusurlar, suçlar, günahlar, kabahatlar. TAKSİS Kireç ile bina yapmak. * Kireç ile sıvamak. TAKSİT (Kıst. dan) Belli zamanlarda parça parça ödenecek para. TAKŞİR (Kışr. dan) Kabuğunu soyma. TAKTAKA (Tıktıka) Taşlardan çıkan ses. * Hayvanların ayak sesleri veya bunları anlatmak için söylenen kelime. TAKTİ' Kesme. Kesilme. Parça parça etme. Parçalara bölme. TAKTİB Kaş çatıp yüz ekşitme. TAKTİK Fr. Asker kuvvetlerini harb meydanlarında düşmanı şaşırtarak kullanma. Bu işi tedkik eden ilim. * Mc: Bir işte muvaffakiyet için lüzum eden yolları kullanma. TAKTİL (Katl. den) Çok öldürmek, çok katletmek. * Muti etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmek. TAKTİN Filiz sürme. TAKTİR Damla damla akıtmak. Damlatmak. İnbikten çekmek. TAKTİR Eksik etmek. * Güç olmak. TAKTİRAT Damla damla akıtmalar. TAKUT Feryun adı verilen darı cinsi. TAKVA Bütün günahlardan kendini korumak. Dinin yasak ettiğinden veya haram olduğunda şüphesi olan şeylerden çekinmek. (Bak: Amel-i-sâlih, İttika, Vicdan)(Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def'-i şer, celb-i nef'a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan, def-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş. R.N.)(Ey muhatab olan insanlar! Havf ve reca ortasında bulunmakla, takvayı recâ ederek Rabbinize ibadet ediniz. Bu itibarla insan, ibadetine itimad etmemelidir ve daima ibadetinin artmasına çalışmalıdır. Reca mânası, sâmi' ve müşahidlere göre olursa şöyle te'vil edilecektir:Ey müşahidler! Arslanın pençesini gören adam, o pençenin iktizası olan parçalamayı arslandan ümid ve reca ettiği gibi; siz de, insanları ibadet techizatiyle mücehhez olduklarını gördüğünüzden, onlardan takvayı reca ve intizar edebilirsiniz. Ve keza, ibadetin fıtrî bir iktiza neticesi olduğuna işarettir. Takva, tabakat-ı mezkurenin ibadetlerine terettüb ettiğinden, takvanın bütün kısımlarına, mertebelerine de şamildir. Meselâ: Şirkten takva; kebairden, masivaullahdan kalbini hıfzetmekle takva; ikabdan içtinab etmekle takva; gazabdan tahaffuz etmekle takva. Demek kelimesi bu gibi mertebeleri tazammun eder. Ve keza, ibadetin ancak ihlâs ile ibadet olduğuna ve ibadetin mahzan vesile olmayıp maksud-u bizzat olduğuna; ve ibadetin sevab ve ikab için yapılmaması lüzumuna işarettir. İ.İ.) TAKVİB Bir şeyi yerinden çekip koparma. * Yeri kazma. TAKVİD Çok uzun boyunlu olmak. TAKVİL (C.: Takvilât) İftira. Yalan söyleşmek. * Haber vermek. TAKVİM Düzeltme. Doğrultma. Kıvamına koyma. Eğriyi doğru tutma. * Ta'dil etme. * Bir şeye kıymet tâyin eylemek. * Her gün güneşin doğuşu, batışı, ay ahkâmı ve süresi kaydedilmiş olan defter. * Günlük olaylardan bahseden gazete. TAKVİMÇE f. Küçük takvim. TAKVİM-İ ARABÎ Hicretten 17 sene sonra görülen lüzum üzerine Hazret-i Ömer (R.A.) tarafından Kamer senesi esas ve hicret tarihi başlangıç sayılmak suretiyle tertiplenen takvim. TAKVİR (TAKAVÜR) Bir cismi yuvarlak kesmek. TAKVİS (Kavs. den) Kavislendirme. Yay şekline koyma. TAKVİT Besleme. Tagaddi. TAKVİYE Kuvvetlendirmek. * Kuvvetlendirilmek. TAKVİZ Binayı yıkmak. TAKYİD (Kayd. dan) Kayıt ve şarta bağlanma. Şart koşma. Bağlama. Deftere yazmak. * Harfe nokta ve hareke koyma. TAKYİH (Yara) İrinlenmek. TAKYİN Tezyin etmek, süslemek. TAKYİR Zifte bulaştırmak. TAKYİZ Kırılmak. * Takdir etmek. * Sövmek. TAKZİB Kesmek. TAKZİF Çok iftira atmak. TAKZİYE Gözün çapağı dışarı itmesi. TAKZİYE (Kaza. dan) Eksiği yerine getirme. Kaza etme. TAL f. Bakır veya gümüş tepsi. * (Parmaklara takılan) zil. TAL' Tomurcuk. * Miktar. Kadar. * Çiçeklerin üremelerine sebep olan sarı tozları. TAL'A Görmek. (Bak: Tal'at) TALA' (C.: Etlâ) Geyik buzağısı. * Çatal tırnaklı hayvanların yavrusu. * Buzağının ayağını bağladıkları ip. * Şahıs. TALAC f. Bağırma, feryad, çığlık. * Ses, sada. * Kavga. * Meş'ale. TALAH Yorulmak, zayıflamak. TALAH Salih olmayan. Bozuk. TALAK (At) sıçramak ve kalkmak. TALÂK Boşamak. Boşanmak. * Bağlı olan bir şeyi çözmek, ayırmak. * Nikâhlı karısını bırakmak. TALÂK SURESİ Medenîdir. Nisâ Suresi de denir. Kur'an-ı Kerim'in 4. Suresidir. TALAKAT Dil açıklığı. Selâset. Düzgün sözlülük. * Güler yüzlülük. TALÂK-I BÂYİN Yeniden evleniyorlarmış gibi kadının rızası ile tekrar nikâh edilmedikçe geri alınamayacağı talâk. Kadın istemiyorsa erkek zorla alamaz. İddet sırasında kadın, erkeğin evinde kalmaz. Erkek üçüncü defa verdiği bâin talaktan sonra, üzerinden hulle geçmeden karısını bir daha (kadın istese de) alamaz. (Bak: Hulle) TALAK-NAME f. Boşama kâğıdı. TALAM Esrar otunun tohumu. TALAN f. Çapul, yağma. * Birisinin malının, herkes tarafından kapışılması. TALANGER f. Yağmacı, talancı, çapulcu. TALANGERÎ f. Çapulculuk, yağmacılık. TALAR f. Dört direk üzerine yapılan ve geceleri yatılan yer. * Salon, büyük oda. TALASİM (Tılsım. C.) Tılsımlar. TAL'AT Vecih, yüz. Çehre. * Görünüş. Görüşmek. * Güzellik. * Görmek. * Bir şeye çok rağbet etmek. TAL'AT-EFRUZ f. Parıldayan. TALAVET Güzel, hüsün. Şirinlik, zariflik. * Ağızda çıkan bir nevi yara. TALAZZİ (Lazâ. dan) Alev çıkarma. Alevlenme. TALE (Tavl. dan) "Uzun olsun" mânâsındadır. TALEB İsteme. İstenme. Dileme. İstek. TALEBDÂR f. Alacaklı. TALEBE (Tâlib. C.) İstekliler. * Şakird. Tahsile çalışan. Öğrenen. Öğrenci. TALEBE-İ ULÛM Yüksek dinî ilimleri okuyan talebe. (Bak: Âlem-i berzah)(İmam-ı Şâfiî (K.S.) gibi büyük zâtlar: "Talebe-i ulûmun hattâ uykusu dahi ibadet sayılır." diye ziyade ehemmiyet vermişler. Ş.) TALEB-İ RÜ'YET Görmeyi istemek. Hz. Musa'nın (A.S.) Cenab-ı Hakk'ı görmek istemesi. TALEBKÂR f. İstekli, talebli, arzulu. TALEF Fazl. Atâ, hediye, bahşiş, hibe. * Kanı heder olmak. TALEL (C.: Tulul-Atlâl) Yıkılmış binada kalan duvar temeli. TALH Necis bulaşmak, pislik bulaşmak. * Havuz dibinde kalan tortu. * Kene böceği. TALH Muza benzer meyve. Akasya ağacı. TALHA BİN UBEYDULLAH (R.A.) : Aşere-i mübeşşeredendir. Çok muharebelere iştirak etti, fedakârlığı büyüktü. Peygamberimiz (A.S.M.) ile muharebede iken kılıç darbesine karşı kolunu gerer ve onu muhafazaya çalışırdı, kendisinden ziyade Hz. Peygamber'i (A.S.M.) muhafazaya azmederdi. Kolu bu yüzden sakatlandı. Hz. Ali (R.A.) buyuruyor ki: "Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) duydum. Dedi ki: Talha ile Zübeyir, Cennet'te benim komşularımdandır." Hicretin 36'ncı yılında Cemel Vak'asında şehid oldu. TALİ Tilavet eden, okuyan. * İkinci derecede. Sonradan gelen. * Man: Birbirine bağlı iki kaziyeden ikincisi. Meselâ: "Duman çıkıyorsa ateş vardır" sözünde "Ateş vardır" sözü tâli'dir. TALİ ' Doğan. Tulu' eden. * Kısmet, kader, baht. * Nişangâhın arkasına düşen ok. * Yeni hilâl. TALİA Doğan. Ufuktan görünen. Tulu' eden. TALİA Casus. * Nişancı. Asker önünden giden tabur. * Rehber, kılavuz; kafilenin önünde giden. TALİB (C.: Tulleb-Tullâb-Talebe) İsteyen, istekli. * Talebe, öğrenci. TALİBE (C.: Tâlibât) Kız talebe. Mektebli kız. TALİD Bir kimsenin (köle, câriye, hayvan gibi) canlı eşyası. TALİF Alınmış şey. TALİH Faydasız, yaramaz iş. (Kısmet ve kader mânasında: Bak: Tâli') TALİK Güleryüzlü adam. Mütebessim kimse. * Düzgün söz söyleyen kimse. TALİK Azad olunan esir. Serbest bırakılan esir. TA'LİK Asmak. * Geciktirmek. * Bağlanmak. * Bir cümlenin mazmununun husulünü diğer bir cümlenin mazmununun husulüne edat-ı şart ile rabt etmektir. Şu işi görürsen, şuna vâris olacaksın denilse, vâris olma, işin görülmesine bağlanmış olur. Buna ta'liki şart denir. * Muallak kalmak. Bir zamana bıraktırmak. * Kur'an yazısının bir çeşidi. * Tefsir. TA'LİKAT Bir eseri açıklamak üzere kenarına yazılan veya ayrıca eser olarak hazırlanan notlar. * Bediüzzaman Hazretlerinin İlm-i Mantık üzerine te'lif ettiği bir eserinin ismi. TALİL Hasır. TA'LİL Sebep göstermek. * İllet. Bahane. * Müessirden esere yapılan istidlâl. (Bak: Bürhaân-ı limmî) TA'LİL BA'D-EL-VUKU' Bir şeye sonradan uygun bir sebep uydurma. TA'LİM Öğretmek. Yetiştirmek. Alıştırmak. Belli etmek. İdman. TA'LİMAT Bir iş hakkında hareket tarzını bildiren emirler. TA'LİMAT-NAME f. Yönetmelik. TA'LİMGÂH Tâlim ve öğrenme yeri. TA'LİMHANE f. Öğrenme yeri. Ta'lim yeri. TA'LİM-İ ESMÂ İsimleri öğretmek. * Cenab-ı Hak tarafından Hz. Âdem'e (A.S.) Esmâ-i hüsnânın öğretilmesi.(Hazret-i Âdem'in melâikelere karşı kabiliyyet-i hilâfet için bir mu'cizesi olan tâlim-i esmâdır ki, bir hâdise-i cüz'iyyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki: Nev-i beşere câmiiyet-i istidat cihetiyle tâlim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın envaına muhit pek çok fünun ve Hâlik'ın şuunat ve evsafına şamil kesretli maârifin talimidir ki; nev-i beşere, değil yalnız melâikelere, belki Semâvat ve Arz ve dağlara karşı Emanet-i Kübrayı haml dâvasında bir rüçhaniyet vermiş ve hey'et-i mecmuasiyle Arz'ın bir halife-i mânevisi olduğunu Kur'an ifham ettiği misillü "Melâikelerin Âdem'e secdesiyle beraber, Şeytan'ın secde etmemesi" olan hâdise-i cüz'iye-i gaybiyye, pek geniş bir düstur-u külliyye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikatı ihsas ediyor. S.) TA'LİN Aşikâr etme. Meydana çıkarma. Açığa vurma. TA'LİT Devenin yularını başından indirmek. * Deve boynuna nişan etmek. TA'LİYE Yükseltme. TA'LİYE-İ NAME Mektuba başlık koyma. TALK Doğum ağrısı. TALL Çiğ, kırağı. İnce yağan yağmur, çisinti. Şebnem. * Helâk etmek, iptal. * Güzel, lâtif şey. * Şiddet. TALLASE Kendisiyle levha silinen paçavra. TALS (C.: Atlâs) Mahvetmek. TALS Su akmak. TALTİF İltifat etmek. Bir iyilik yaparak gönül almak. Yumuşatmak. TALTİFÂT (Taltif. C.) Taltifler, ihsanlar, lütuflar, bağışlar. TALTİFEN Taltif suretiyle. TALTİH Bulaştırma, bulaşık etme. TALUT (Bak: Yuşa) TALVE Vahşi canavarların yavrusu. * Keçi bağladıkları ip parçası. TALY Karışmak. TALZİYE (Lezâ. dan) Alevlendirme veya alevlendirilme. TA'M Yeme. Tad. Lezzet. Zevk. TAMA' Hırsla istemek. Doymazlık. Aç gözlülük. Çok isteme. * Askerî fertlerin maaşları. (Kamus) TAMAEN Tama' ederek. Hırsla. Cimrilikle. TAMAH (Tımah - Tumuh) Bir şeye göz dikip bakma. TAMA'KÂR Aç gözlü. Cimri. TAMAM Bitme, bitirme, son, nihayet. * Tam, eksiksiz, noksansız. * Ne eksik ne fazla. * Münasib, uygun. TAMAMEN Büsbütün, eksiksiz ve tam olarak, mükemmel biçimde. TAMAM-I ITTIRAD-I AHVAL Bir kimsede var olan huy ve hasletlerin sekteye uğramadan biteviye devam etmesi, her zaman aynı durumu göstermesi. TAMAMİYET Bütünlük, tamamlık, tamlık. TAM'AN Tama' suretiyle, tama' ederek. TAMAR (TIMÂR) Yüksek mekan, yüce yer. TAMAT f. Mânâsız ve uygunsuz söz. TAMELE (TAMLE) Havuzun dibinde kalan balçık ve tortu. TAMH (TIMÂH) Gözünü yukarı kaldırıp bakmak. TA'MİD Vaftiz etmek. TA'MİK (Umk. dan) Derinleştirmek. Derin kazmak. * İnceden inceye araştırmak. Esasına varacak şekilde araştırmak. TA'MİKAT (Ta'mik. C.) Derinleştirmeler. İncelemeler, tedkik etmeler, araştırmalar. TA'MİM Umumileştirme. Herkese bildirme. TA'MİMEN Ta'mim suretiyle. Herkese bildirmek suretiyle. TAMİR Hurması olan kişi. TAMİR Sıçrayıcı, sıçrayan. TA'MİR Bozuk şeyi düzeltmek. Eski şeyi düzeltip yeni hâline getirmek. TAMİR BİN TAMİR Aslı bilinmeyen kimse. * Pire. TA'MİRÂT (Tamir. C.) Noksanları gidermek. Eksik ve bozukları düzeltmeler ve tamamlamalar. Ta'mirler. TAMİS Uzak. TAMİYE Dudak kabarmak. TA'MİYE (Amâ. dan) Körletme. Kör etme. * Kapalı şekilde anlatmak. * Edb: Ebced hesabiyle düşürülen bir tarihin, hesabı doldurmak için çıkartılacak veya eklenecek sayılarını işaret etme. TAMLES (TAMELLES) Çörek. TAMM Saçını kesmek. * Galebe etmek. Galib gelmek. * Yükselmek, yüce olmak. * Defnetmek, gömmek. TAMMA' (Tama'. dan) Çok tama' eden. TAMMAH Her şeye göz diken pek hırslı kimse. TAMMAT Kıyamet. TAMME Bütün, noksansız, eksiksiz, tam. TAMME (Tâmmât) Kıyamet vakti. * Belâ. Dâhiye. * Keskin çığlık. TAMN Sâkin olmak, sessiz olmak. TAMS Kadının hayız görmesi, aybaşı olması. * Kir, vesah. * Cima etmek. * Yapışmak. TAMS Yok etme, belirsiz kılma. * Eskimek. * Mahvolmak. TAMŞ Halk, nâs, insanlar. TAMTAME Pelteklik, kekemelik, tutukluk. TAMU (Aslı: Tamuğdur) Cehennem. TAMUR Kan. * Nefes. TAMURE Kalb gılâfı. * Emzikli bardak. * İbrik. TAMV Yüksek olmak. * Dolu olmak. TA'N Hoş görmemek. Kötülemek. Birisinin ayıp ve kusurlarını beyan etmek. * Küfretmek. * Muhalifin iddialarını çürütmek. * Vurmak. * Duhul etmek, dâhil olmak, girmek. TANA Susuzluktan ciğerin yapışması. TANAGGUZ Taaccüb edip, şaşırıp, hayrette kalıp başını sallamak. TANAZZUC Pişmek. * Olmak. TANCİR (TANCERE) (C: Tanâcir) Tencere. TANDIR Ufak fırın. * Elleri ve ayakları ısıtmak için üstü kapalı küçük mangal. TA'NE Sövme, zemmetme, yerme, çekiştirme. TANEF Kayış. * Dağ burnu. Dağ başı. * Kapı üstüne yapılan örtü. * Duvar üzerine yapılan saçak. TA'NE-ZEN f. Söven, zemmeden, hicveden, yeren, çekiştiren. TANFESE (C.: Tanâfis) Uzun saçaklı halı. * Hurma yaprağından yapılan ve eni bir zira' miktarı olan hasır. TANGİM Avazlandırmak, seslendirmek. TANGİS Dirliğini tatsız etmek. TANGO Fr. Züppe giyinişli kadın. * Turuncuya çalar renk. * Bir dans çeşidi. TANGÜB Ok yapımında kullanılan sağlam bir ağaç cinsi. TANH Semiz olmak, besili ve şişman olmak. * Yemeğin hazmolmaması, sindirilmemesi. TA'NİF Şiddetle azarlamak. * Darılmak. * Meşakkat vermek. Melâmet etmek. TA'NİFÂT (Ta'nif. C.) Şiddetle azarlamalar, darılmalar. TA'NİK (Unk. dan) Boğazını tutup sıkmak. TAN'İM Nimet vermek, nimetlendirmek. TANİN Sinek vızıltısı. * Kaz sesi. * Avaz ve gürültü. * Çınlamak. Tınlamak. TANİN-ENDÂZ f. Çınlayan, tınlayan. TA'NİS Büluğdan sonra kızın kendi evlerinde çok durması. TA'NİYE İncitmek. TANKER ing. Akaryakıt taşıyan gemi veya kamyon. TANNAN Tınlayan, çınlayan. TANNAZ Herkesle eğlenip alay eden. Müstehzi. TANNE Balçığı çok olan yer. TANSİB Yükseğe kaldırma. TANSİF (Nısıf. dan) Yarı yarıya bölmek. Ayırmak. TANSİR Hristiyanlaştırma. TANSİS Tetkikten sonra karar vermek. * Bir mes'eleyi ve hükmü, şer'î delillere isnad etmek. TANSİYON Fr. Tıb: Kanın damarlara içerden yaptığı tazyik, basınç. TANTANA Çok lüks içinde olmak. Gösteriş. Gürültü patırtı. TANTİF Kulağına küpe geçirmek. TANTİK Bir kimsenin beline kuşak bağlamak. TANTİL Hasta olan uzuv üstüne sıcak su ve yağ dökmek. TANZ Herkesle eğlenme. Alay etmek. TANZİC Çok pişirmek. * Yakmak. TANZİD Bir yere toplayıp yığmak. İstif etme. TANZİF (Nezafet. den) Temizlenmek. Temizlemek. TANZİFÂT Temizlik işleri. Temizlemeler. TANZİM (Nazım. dan) Sıraya koymak. Sıralamak. Dizmek. * Düzenlemek. Tertiblemek. * Islah etmek. * Manzum veya mensur olarak yazmak. TANZİMAT-I HAYRİYE Osmanlı Devletinde Sultan Abdülmecid zamanında başlayan ve (1839-1876) tarihleri arasındaki devreye Tanzimat-ı Hayriye denir. Sözde ıslahat için çalışılan devirdir. Bu, Gülhane Hatt-ı Hümayunu namında padişah fermanı ile başlatıldı. Bu devirde her şey yeniden tanzim edilecekti, yeni müesseseler kurulacaktı. Avrupa-vâri terakki esasları her yerde öğretilecek, Osmanlı Devleti ve İslâm Alemi ilerliyecekti. Fakat ıslaha ferdlerden başlayacakken ve İslâmî çareler düşünülecekken, geniş daireden başlandı. Evvelki dairelerdeki iktisadî, içtimaî fikir hastalıklarımıza zâhirde çâre bulmak için doktor gibi içimize giren yabancılar ve ecnebi zihniyetin meyveleri gittikçe bünyemizi daha ziyade felce uğrattılar... TANZİR Benzetme. Benzetilme. Nazire yapma. * Bir yazının şekil ve mâna bakımından benzerini yazma. TANZİR Tazeleştirme, tazelendirme. TANZİREN Nazire olarak. Benzetme suretiyle. TÂR f. Karanlık. * Tel. Saç teli. * Tepe. * İplik. TAR TAR Tel tel. İplik iplik. TAR Ü MAR f. Dağınık, karmakarışık, perişan. TARA f. Yıldız. TARAB Sevinçlik. Şenlik. Şâdlık. TARAB-EFSÂ f. Neşe ve ferahlığı artıran. TARAB-ENDUZ Ahenk kazanan. TARAB-GÂH f. Coşkunluk ve sevinç yeri. TARAB-NÂK f. Sevinçli, neşeli, coşkun. TÂRÂC f. Yağma, talan, çapul. * Yağmalama, talan etme. TÂRÂC-GER f. Yağmacı, çapulcu. TÂRÂC-KERDE f. Yağmalanmış, talan edilmiş. TARAF Yan, yön. * Yer, memleket, ülke. Kıt'a. * Taraftarlık, sahip çıkmak, korumak. * Aralarında anlaşmazlık bulunan iki kişiden veya iki topluluktan her biri. TARAFDAR f. Birinin tarafını tutan, bir tarafı tutan, bir tarafı kayıran. TARAFDARÎ f. Kayırıcılık, taraftarlık. TARAFEYN İki taraf. İki nihayet. * Dâvada karşılıklı iki hasım. Her iki taraf. TARAFGİR f. Taraf tutan. Taraflardan birine sahip çıkan. TARAH (C.: Etrâh) Tasa, keder, hüzün, melâlet. TARAH Uzak mekân. TARAHHUM (Bak: Terahhum) TARAİF (Tarife. C.) Az bulunur şeyler. TARAİK (Tarikat. C.) Tarikatlar, meslekler. TARAK Bulutların bir yere toplanması. * Aynı cinsten olan şeylerden bazısı bazısının üstünde olması. TARAN f. Karanlık. TARANCİBİN Kudret helvası. TARARET Semizlik, besililik, şişmanlık. TARAS İzdihamlık, çok kalabalık. TARASRUS Katı olmak, şiddetlilik. * Sağlam olmak. TARASSUD Bir şeyi çok dikkat ederek gözetleme. İntizar üzere olma. Gözetleme. TARASSUDÂT (Tarassud. C.) Gözlemler, tarassutlar, gözetlemeler. TARAT f. Çapul, yağma, talan. TARATUN Fârisî dilince söyleşmek. Farsça konuşmak. TARAVET Tazelik. Körpelik. TARAVET-DÂR (Terâvettar) f. Tâzece, eskimemiş, tâze. TARAYYUH Zayıflık, süstlük. TARAZİ Hoşnutlaşmak. TARAZRUZ (Taş) Parça parça olmak. TARAZÜM Üzümü ekmekle yemek. TARD Sürme, kovma, uzaklaştırma. * Mektebden veya vazifeden uzaklaştırma. Hizmetten çıkarma. TARDETMEK Kovmak, def etmek, uzaklaştırmak. TARDİN Kaftana yen etmek. TARDİYE Red olundurmak. TARDİYE Allah râzı olsun demek. (Bak: Tarziye) TARE Defa, kerre. TARED Irak etmek, uzaklaştırmak. * Sürüp reddetmek. TAREK f. Tepe. Başın tepesi. TAREM Dam, kubbe, künbet. Sakf. Satıh. TAREŞ Sağırlık. TARETEN Bir kere veya bazı defa. TÂRETEN UHRÂ Bir kere daha, başka bir kere daha. TAREYAN Oluverme, geliverme, birdenbire çıkma. TARF Göz, bakış, nazar. Göz ucu. * Soyu temiz kimse. * Her şeyin nihayeti, sonu. * Göz kapaklarını yummak veya oynatmak. * Göze bir şey dokundurmakla yaşartmak. * Koz: Menazil-i Kamer'den bir menzil adı. (Kamer menzillerinden birisinde aslanın alnını teşkil eden dört yıldızdan ikisi aslan gözüne benzetildiğinden bu menzile de "Tarf" denilmiştir. Bu iki yıldız daha evvel doğarlar.) TARFA Ilgın ağacı. TARFE Göz kapağının bir defa kapanıp açılması. * Göz kırpmak. * Bir yıldız ismi. * Ayın bir menzili. TARFES Kum yığını. TARFET-ÜL AYN Göz kapağının bir kere açılıp kapanması kadar geçen kısa ân. TARH Uzaklaştırmak. * Vaz' etmek. * İndirmek. * Bırakmak, elinden atmak. * Yerleştirmek. * Temel bırakmak. * Mat: Çıkarma. TARH-EFGEN f. Düzenleyen, kuran, tertib eden. * Temel kuran, bina yapan. TARH-ENDAZ f. Temel atan. Düzenleyen, tertib eden. TARH-I ESAS Temel atmak. TARHİB Merhaba demek. TARHUN (C.: Tarâhin) Tarhun otu. TÂR-I ANKEBUT Örümcek ağı. TÂR-I ZÜLF Saç teli. TÂRIK Gece gelen kimse. * Zulmette hâsıl olan belâ ve musibetler. * Parlak yıldız. * Sabah yıldızı. (Zühre) TÂRIK SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 86. Suresinin ismidir. Mekkîdir. TARIM (TARİME) (C.: Tıram) Kara çadır. TARÎ (Tarâ. dan) Birdenbire çıkan, ansızın görünen. TARÎ Karanlık, meçhul. TARÎ (Taravet. den) Taze, taravetli. TA'RİB Bir kimseden söz nakletmek. * Çirkin etmek. * Arabî olmayan kelimeyi arabi lügatına nakletmek. TA'RİC Meyletmek, eğilmek. * Bir nesne üzerinde durmak. * Çıkıntı. Tümsek peyda etme. TARİD (Tard. dan) Kovan, çıkartan, süren, tardeden. TARİD Kovulmuş, uzaklaştırılmış, sürülmüş, çıkarılmış. * Bir kimsenin birinci çocuğundan sonra doğan ikinci çocuğu. TA'RİD Kaçmak. * Gitmek. TARİDE Arap çocuklarına mahsus bir oyun. * Okları cilâ edip parlattıkları ağaç. TA'RİF (İrfan. dan) Bir şeyi belli noktalar ve işaretlerle inceden inceye anlatıp bildirmek, tanıtmak. Kavl-i şârih. * Bir maddeyi bütünüyle bir ibare halinde anlatmak. * Gr: Bir ismi marife etmek. * Arafat'ta vakfe yapmak. TA'RİFE Bir şeyi lâzım olduğu şekilde anlatıp bildiren yazı. TARİH Hâdiseye vakit tayin etmek. * Vak'anın vukuuna tayin olunan vakit. Zaman tesbiti. * Geçen hâdiseleri kaydetmekten hâsıl olan ilim. * Vak'anın vukuuna vakit tayin eden söz ve makam. * Memlekette vâki olan hâdiseleri zamana nazaran tertip ve sırasıyla zikir ve beyan eden kitap. TARİH İşe yaramaz diye bir kenara atılmış nesne. TARİH-İ KADÎM Eski zaman tarihi. TARİH-İ MU'CEM Bir mısra, beyit veya cümledeki noktalı harflerin ebced hesabı ile yekûnunun delâlet ettiği tarih. * Edb: Ebced hesabında noktalı harflerin hesap edilerek düşürülen tarih. Bir ilmi, müfredâtı ile belirten eser. TARİH-İ UMUMÎ Umumî tarih. TARİHNÜVİS (C.: Tarihnüvisân) f. Tarih yazan. Müverrih. TARİK f. Karanlık. TA'RİK Ovmak. TA'RİK Şaraba biraz su katmak. * Kovayı doldurmak. * Terletmek. * Hastalık veya perhizden dolayı zayıflamak. TARÎK Yol. Tarz, usûl. * Vâsıta. Meslek. * Bir maksada nâil olmak için icrâsı lâzım olan husus veya bu hususların hey'et-i mecmuası. TÂRİK Terkeden, vazgeçen, bırakan. TARİKAT Yol, manevî yol. * Usûl, tarz. Hal ü şan. (Bak: Müteşeyyih, Seyr-i âfâkî, Tasavvuf) TARİK-BAHT f. Bahtı kara, şanssız, tâlihsiz. TARÎK-İ ÂMM Herkesin geçmesine mahsus yol. TARÎK-İ BERZAHİYE Berzaha giden ve ona ait yol. TARÎK-İ CEHRÎ Açık olarak ve yüksek sesle zikir yapan tarikat. (Kadirî gibi) TÂRİK-İ DÜNYA Hevâ ve hevesi terkeden. Dünyanın fâni olan cihetini terkedip Allah rızası yolunda olan. TARÎK-İ NAKŞÎ Şeyh Bahaüddin Nakşbendî Hazretlerinin kurduğu tasavvuf yolu. (Bak: Nakş-bendî)(Tarîk-i Nakşî'de dört şeyi bırakmak lâzım: Hem dünyayı, hem nefis hesabına âhireti dahi maksud-u hakiki yapmamak; hem vücudunu unutmak; hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir. S.) TÂRİK-ÜS SALÂT Namaz kılmayı terketmiş olan kimse.(Çok tembellerden ve târik-üs salâtlardan işitiyoruz; diyorlar ki: Cenab-ı Hakk'ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur'ân'da çok şiddet ve ısrar ile ibâdeti terkedeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir ceza ile tehdit ediyor. İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur'âniyeye nasıl yakışıyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz'î hataya karşı, nihayet şiddeti gösteriyor?Elcevab: Evet, Cenab-ı Hak, senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen, ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevi yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde isbat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi' ilaçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?.. Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın.Amma Kur'ânın, terk-i ibadet hakkında şiddetli tehdidatı ve dehşetli cezaları ise; nasılki bir Padişah, raiyetinin hukukunu muhafaza etmek için; âdi bir adamın, raiyetinin hukukuna zarar veren bir hatasına göre, şiddetli cezaya çarpar. Öyle de; ibadeti ve namazı terk eden adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin raiyeti hükmünde olan mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve mânevi bir zulüm eder. Çünkü; mevcudatın kemalleri, Sânia müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadet ile tezahür eder. İbadeti terkeden, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder. O vakit ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u Samedani ve birer âyine-i Esmâ-i Rabbaniye olan mevcudatı âlî makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, câmid, perişan bir vaziyette telâkki ettiğinden, mevcudatı tahkir eder; kemalâtını inkâr ve tecavüz eder. Evet herkes; kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenab-ı Hak, insanı, kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususi bir âlem vermiş. O âlemin rengini, o insanın i'tikad-ı kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ; gayet me'yus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve me'yus suretinde görür... gayet sürurlu ve neş'eli, müjdeli ve kemal-i neş'esinden gülen bir adam; kâinatı neş'eli, güler gördüğü gibi, mütefekkirâne ve ciddi bir surette ibâdet ve tesbih eden adam; mevcudatın hakikaten mevcud ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür.. gafletle veya inkârla ibadeti terkeden adam; mevcudatı, hakikat-ı kemalâtına tamamiyle zıd ve muhalif ve hatâ bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder. Hem o târik-üs-salât, kendi kendine mâlik olmadığı için, kendi mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun mâliki, o abdinin hakkını onun nefs-i emmâresinden almak için, dehşetli tehdit eder. Hem netice-i hilkatı ve gaye-i fıtratı olan ibadeti terk ettiğinden, hikmet-i İlâhiyeye ve meşiet-i Rabbaniyeye karşı bir tecavüz hükmüne geçer. Onun için cezaya çarpılır.Elhasıl: İbadeti terkeden, hem kendi nefsine zulmeder; -nefs ise, Cenab-ı Hakk'ın abdi ve memlüküdür- hem kâinatın hukuk-u kemalâtına karşı bir tecavüz, bir zulümdür. Evet, nasılki küfür mevcudata karşı bir tahkirdir; terk-i ibadet dahi, kâinatın kemalâtını bir inkârdır. Hem hikmet-i İlâhiyyeye karşı bir tecavüz olduğundan, dehşetli tehdide, şiddetli cezaya müstahak olur.İşte bu istihkakı ve mezkur hakikatı ifade etmek için, Kur'ân-ı Mu'ciz-ül-Beyan; mu'cizane bir surette o şiddetli tarz-ı ifadeyi ihtiyar ederek, tam tamına hakikat-ı belâgat olan mutabık-ı muktezâ-yı hale mutabakat ediyor. L.) TARİM Kalın bulut. * Elleri ve ayakları kaba olan kimse. TA'RİR Yere dökmek. TARİS Kavi, kuvvetli. TA'RİS Et kurutmak. TA'RİS Düğün yapma. Bir kızı gelin etme. TA'RİŞ Üzüm çubuğuna çardak yapmak. * Temel yapmak. TARİYE Ansızın gelen belâ, dâhiye. TA'RİYE Soyma. Çıplaklaştırma. TARİZ Cansız, kuru nesne. * Meyyit, ölü. TA'RİZ Dokunaklı söz söylemek. Kapalıca yapılan sitem. Kinâye ile söylemek. TA'RİZ Gizleme, saklama. * Sağlamlaştırma. * Alıp götürme. TA'RİZÂT (Ta'riz. C.) Dokunaklı konuşmalar, sözle dokundurmalar, taş atmalar. TARK Vurmak. * Dövmek. * Yünü ve pamuğu ağaçla vurmak. * Bulanık su. * İçine deve bevlettiğinden dolayı pislenmiş olan yağmur suyu. * Vücuttaki gevşeklik. TAR-MAR (Bak: Tar ü mar) TARMESE Münkabız olmak. TARR Kesmek. * Keskinletmek. * Yapmak. * (Bıyık) gelmek. * Çolak olmak. * Düşmek. TARRAKA Gümbürtü. TARRAR Yankesici, hilekâr. TARRİYAN Sepet. * Büyük tabak. TARSİ' Bezemek, süslemek. * Sevinç, neşât. TARSİ' (Göz) yaramaz olmak. TARSİF Birbirine bitiştirip kuvvetlendirme, sağlamlaştırma. TARSİG Vüs'at vermek, genişlik vermek. TARSİN Sağlamlaştırmak. Bir şeyi tahkik etmek. * Bilmek. * Metanet ve cesaret vermek. TARSİNÂT (Tarsin. C.) Sağlamlaştırmalar. TARSİS (Rasas. dan) Kurşunla perçinleme, kurşunlaştırma, sağlamlaştırma. * Kadının sadece gözleri görünecek şekilde örtünmesi. TARTABE Keçiyi sağmak için çağırmak. TARTİB Islatma, rutubetlendirme. Islatılma. * Tâzelik verme. * Hoşlandırılma. * Hurmanın rutubetli olması. TARTİB-İ LİSAN Güzel bir söz söyleyerek dili mânen tatlılaştırma. TARTİL Saçı yağlamak. TARY Taptaze. Çok taze. TARZ Usul, şekil, üslub. * Yol. Hey'et. TARZE şekil, suret. TARZİM Bir çok şeyi bir yere getirip, toplayıp bir yük yapmak. TARZİYE Cübbe veya zırh giymek. TARZİYE Pişmanlık duyduğunu anlatarak özür dilemek. * Râzı etmek. * "Radıyallahü-anh" diyerek duâ etmek. TAS (C.: Atvâs) Meşhur bir kabın adı. Tas. TASABBİ (Saby. dan) Çocuk tavrı takınma. Çocuklaşma. TASABBU' Parmak parmak ayırma. TASABBUH Sabahleyin uyumak. * Sabah kahvaltı yapmadan yemek yemek. TASABBUN Sabunlaşma. * Sabun gibi köpürme. TASABBUR (Sabr. dan) Sabırlanma. Sabretme. TASABBÜB Dökülmek. * Bahadır olmak, kahraman olmak. * Sıcaklığın artması. TASABİ Aşkını izhar etmek, muhabbetini açığa vurmak. TASADDİ Bir işe başlamak. * Taarruz etmek. * Yüz döndürmek. * Tesadüf etmek. * Vuku bulmak. TASADDU' (Demir) Paslanmak ve küflenmek. TASADDU' Yarılıp çatlama. * Dağılma. TASADDUK Sadaka vermek. Allah rızası için fakirlere ve ihtiyacı olanlara, para veyahut ihtiyaca göre herhangi bir şey vermek. * Sadık ve gerçek olduğu tahakkuk etmek, meydana çıkmak.(İlmi olan kimse ilminden, malı olan kimse malından tasadduk etsin.) (Hadis meâli) TASADDUKAT (Tasadduk. C.) Sadakalar. TASADDUR (Sadr. dan) En başta oturma. Başa geçme. * Öğretmek. * Yücelik talep etmek, yükseklik ve ululuk istemek. TASADUK Birbirine inanmak. TASADÜM Tokuşmak. TASAFFİ Saflaşmak. Durulmak. Temizlenmek. TASAFFUH Yaprak yaprak olma. * Levha biçiminde olma, levha hâline konulma. TASAFFÜR Sararmak. TASAFÜH Musafaha edişmek. TASAFÜN Suyun az olduğu zamanlarda herkese eşit miktar su vermek. TASALLİ Ateşte yanmak. TASALLUB Sertleşmek. Katılaşmak. * Sağlamlaşmak. * Gayret etmek. TASALLUT Musallat olmak. Birini rahatsız etmek. Tebelleş olmak. Tahakkümane hareket etmek. TASALLUTEN Musallat olarak, tasallut ederek, sataşarak. TASALLÜF Kibirlenmek, övünmek, söz atmak. TASALLÜFÂT (Tasallüf. C.) Gösteriş olarak yapılan nezaketler. TASALSUL Demir ve ona benzer madenlerin birbirine değmelerinde ses çıkarmaları. TASA'LÜK Fakirlik göstermek. TASAMM Kendini sağır etmek. TASAMÜM Sağırlığa vurmak. TASANNU' Yapmacık hareket. Zorla bir şeyi daha iyi göstermeğe çalışmak. Suni hareket. TASANNUF Zorla yapılan sınıflandırma veya te'lif. TASARRUF İdare ile kullanmak. Sarfetmek. Tutum. Sâhib olmak. İdare etmek. Sâhiblik. Kullanma hakkı. * (Para veya mal) artırma. * Bir şeye karışıp müdahale etme. TASARRUFAN Tasarruf ve tutum gayesiyle. İktisad maksadıyla. TASARRUFÂT (Tasarruf. C.) Tasarruflar. TASARRUH Şiddetle çağırmak. TASARRUM Cesaretlenme, yiğitlenme. * Kesilmek. TASARU' Birbiriyle güreşmek. TASARUM Birbirini kesmek. TASA'SU' Deprenmek, hareket etmek. * Perakende olmak, dağılmak. TASA'UB Güçleşme. Güç olma. TASA'UD (Suud. dan) Yukarı çıkma. * (Gaz veya buhar) yükselme. TASAVİR (Tasvir. C.) Tasvirler, resimler. TASAVÜL Karşılıklı hamle etmek. TASAVÜN Hıfzetmek, korumak. TASAVVU' Ayrılmak, perâkende olmak. TASAVVUF Kalbi dünyanın fâni işlerinden ayırıp Allah (C.C.) sevgisi ile bağlamak. Tarikat ehli olmak. (Bak: Tarikat)(İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi muhakkıkin-i ehl-i tarikat derler ki: "Birtek Sünnet-i Seniyyeye ittiba' noktasında hâsıl olan makbuliyet, yüz âdâb ve nevâfil-i hususiyeden gelemez! Bir farz, bin sünnete müreccah olduğu gibi; bir Sünnet-i Seniyye dahi, bin âdâb-ı tasavvufa müreccahtır!" demişler. M.) TASAVVUFÎ Tasavvufla alâkalı. Tasavvufa ait. TASAVVUH Yaş otun üstü sıcaktan kurumak. TASAVVUR Bir şeyi zihinde şekillendirmek. Tasarlamak. * Düşünce, tasarı. Arzu. (Bak: Dimağ) TASAVVURAT (Tasavvur. C.) Tasavvurlar. TASAVVURÎ Tasavvurla alâkalı. Tasavvura ait. TASAVVUR-U ŞAHSÎ şahsî düşünce. şahsa ait tasavvur. (Bak: Himmet) TASAVVÜN Kendini sakınmak. TASAYKUL Pürüzsüzlük. TASAYUH Birbirine çağırmak. TASAYYUD (Sayd. dan) Ava gitme. Avlanma. Ava çıkma. TASAYYUF (Sayf. dan) Yazlıkta oturma, yazlama, bir yerde yaz mevsimini geçirme. TASBİH Rüzgârdan dolayı otun kuruması. * Sütü su ile karıştırıp içirmek. TASDİ' Rahatsız etmek. Sıkmak. Baş ağrıtmak. * Yarmak. * Perâkende etmek, dağıtmak. TASDİK Doğruluğunu kabul etmek. Bir kararın nizama, şeriata, kanuna uygun olduğunu kabul edip imzalamak. (Bak: Dimağ) TASDİKAN Tasdik için. Tasdik suretiyle. TASDİKAT (Tasdik. C.) (Ka, uzun okunur) Tasdikler, onaylamalar, doğrulamalar. TASDİKGERDE Kabul edilmiş, tasdik edilmiş. Doğru olduğu bilinmiş. TASDİM Tokuşmak. TASDİR İcra etme. Vaz' etme. * Başlama. * Başlangıç yazma. * Örtme. * Başa geçirme, başa koyma. * Yazma. * Çıkarma, çıkartma. TASDİYE Alkış. El çırpma. (Sadadan veya saddan me'huz olarak ses çıkartmak veya vazgeçirtmek demektir ki, bu iki itibar ile birini çağırmak veya eğlenip oynamak gibi herhangi bir maksadla el vurmaktır.) (E.T.) TASE f. Tasa, keder, kaygı. TASEL Serabın uzaktan su gibi görünmesi. TA'SENE Ahlâkı yaramaz kadın. * Çok, kesir. TASFİD Muhkem ve sağlam bağlamak. TASFİF (C.: Tasfifât) (Saff. dan) Sıralama, saf saf dizme. * Sağ elinin ayasını sol elinin arkasına vurmak. TASFİH (Safh. dan) (C.: Tasfihât) Alkışlama, el çırpma. * Yaprak yapma. * Tağyir etme, değiştirme. TASFİK (C.: Tasfikat) Kanat çırpma. TASFİK-İ ESNAN Soğuktan dişlerin birbirine çarpması. TASFİR (C.: Tasfirât) (Safir. den) Sarartma, sarıya boyama. * Islık çalma. TASFİYE Saflaştırmak. Olduğundan daha temiz bir hâle getirmek. Temizlemek. * Hesabı kapatmak. TASFİYE-İ KALB Kalbini temizleme, yüreğini temizleme. TASGİR Küçültmek. Cirm ve kadrini eksiltmek. Hakir eylemek. TASGİRÂT (Tasgir. C.) Küçültmeler. TASHİF (C.: Tashifât) Yanılarak yanlış kelime yazma. Yazı yazarken kelimeyi yanlış yazma. * Hatâ yapma. * Tağyir etme, değiştirme. TASHİH Daha iyi ve daha doğru hale getirmek. Düzeltmek. * Hastanın ağrı ve acısını ilâçla gidermek. TASHİHÂT (Tashih. C.) Düzeltmeler, tashihler. TASHİN (Sahn. den) Sahneye koyma. TASİ' (TÂSİA) Dokuzuncu. TASİAN Dokuzuncu olarak. TA'SİB İhata edip kaplamak, içine almak. * Bir kimsenin başına taç koymak. * Açlıktan dolayı karnını bağlamak. TAS'İB Güçleştirmek. TAS'İBAT (Tas'ib. C.) Zorlaştırmalar, güçleştirmeler. TAS'İD Eritme. * Yukarı çıkma ve çıkarılma. * Buharlaştırarak temizleme. İnbikten geçirip buhar haline getirme. TASİG Gayretsiz kişi. TA'SİL (Asel. den) Bal katma, ballandırma. TA'SİL-İ KELÂM Sözü ballandırma. Kelâmı tatlılaştırma. TASİR Galiz süt. TA'SİR (C.: Ta'sirât) (Asr. dan) Sıkıp suyunu çıkarma. TA'SİR (C.: Ta'sirât) (Usr. dan) Güçleştirme. TAS'İR Kibirlenmekten dolayı karşısındakinin yüzüne bakmayıp, yüzünü çevirmek. TASKİL Cilâlandırmak. Saykal, cilâ vurmak, cilâ verilmek. TASKİLÂT (Taskil. C.) Cilâlamalar. Cilâ yapmalar. TASLİB (Salb. dan) Haça germek. Haç çıkarmak. * (Sulb. dan) Sertleştirmek. Katılaştırmak, katılaştırılmak. TASLİM Kulağı dibinden kesmek. TASLİT Musallat etmek. Birini başka birine belâ etmek. Sataştırmak. TASLİYE Sallâllahü Aleyhi Vesellem diyerek dua etmek. * Bir şeyi yakmak için ateşe atmak. (Bak: Sallâllahü Teâlâ) TASM Âd taifesinden bir kabile. * Mahvetmek veya mahvolmak. TASME f. Kayış halka. Tasma. TASMİD Hükmetmek. İçini doldurmak. TASMİM Bir şeyi önceden iyice kararlaştırmak. Azimet-i sadıka ile kastetmek. * Muhkem kılmak. * İnkâr etmek. * Endişe edip kaçınmamak. TASMİT Susturma. TASNİ' Düzme. Uydurma. Yakıştırma. * Bir san'atla meşgul kılma. * Güzel terbiye etme. TASNİÂT (Tasni'. C.) Hakiki olmayan yapmacık hareketler. TASNİF Sınıflara ayırmak. Sınıflandırmak. * Kitap yazmak. Kitap tertib etmek. TASNİFÂT (Tasnif. C.) Tasnif edilmiş eserler. TASRAH Karınca. * Bit. TASRE (Süt) koyu olmak. * Su dibinde olan balçık. * Balçıklı su. * Dirlik, iyi olmak. TASRİ' Bir beytin iki mısraını da kafiyeli yapma. * Bütün mısraları kafiyeli manzume yazma. * Yere vurmak. * İki parça etmek. TASRİD Azaltmak. TASRİF İstediği şekilde idare etmek. Maslahatta tasarrufa izin vererek mutasarrıf kılmak. * Bir şeyi bozup değiştirerek türlü şekillere koymak, evirip çevirmek. * Gr: Bir kelimenin veya fiilin çeşitli zamanlara göre sıra ile söylenişi. Sarf kaidesi üzere kelimenin şeklini başka kelimelere tebdil eylemek. Meselâ: Türkçe'de bir fiilin tasrifi: Hal sigasına göre: Gelmek fiilinin şekli: Geliyorum, geliyorsun, geliyor, geliyoruz, geliyorsunuz, geliyorlar gibi. TASRİH Belirtmek. Açık açık anlatmak. Zâhir ve ayân kılmak. TASRİHAT (Tasrih. C.) Açık açık anlatmalar. İzah etmeler. TASRİHEN Açık olarak, açıktan bildirerek. TASRİYE Koyunun sütü çoğalsın diye birkaç gün sağmayıp bırakmak. TASS (Tasse) Oğlancıklar oyunundan bir oyun. TASS (TASSE) (C.: Tâs-Tusûs-Tassât) Tas, çukurca kap. TASSUC (C: Tasâsic) Cânip. Nâhiye. İki tane. TAST (C.: Tısâs-Tısât) Büyük tas. TASTİM Tamamlamak. Tekmil etmek. * Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. TASTİR (Satr. dan) Yazı yazma. Satırlar meydana getirme. TASVİB Münasib görmek. Uygun ve doğru bulmak. * Aşağı indirmek. TASVİBÂT (Tasvib. C.) Tasvib edilip uygun görülen şeyler. TASVİBEN Doğru bularak, tasvib ederek, münâsib görerek. TASVİBKERDE f. Doğru bulunmuş, tasvib edilmiş, münasib görülmüş. TASVİG (C.: Tasvigat) (Siga. dan) Kalıp şekline koymak. Eritip kalıba dökme. * Batırmak. * Kuyumculuk yapmak. TASVİR Hiss ve mahsusata münhasır olan ifâde. * Bir şeyi söz veya yazı ile anlatmak. Resim yapmak. * Bir şeye şekil ve suret vermek. Resim. * Edb: Görebildiğimiz ve hissedebildiğimiz şeyleri bize gösterebilecek veya hariçte vücudu olmayan fakat hissedilen şeyleri duyurabilecek meleke. TASVİRAT (Tasvir. C.) Tasvirler. TASVİRÎ Tasvire dair, tasvirle ilgili. TASVİT (Savt. dan) Seslendirme, seslenme, ses çıkarma. TASY Sütü ve suyu çok içmekten dolayı vücudun ağırlaşması. * Süst olmak, zayıflamak. TASYİR Bir surete koyma. Bir şekle vardırma. TAŞAŞ Nezleye benzer bir hastalık. TA'ŞİR (C.: Ta'şirât) (Öşr. den) Öşürünü alma. Onda birini alma. * Ona bölme. TA'ŞİŞ Hurmanın yaprağının az olması. * Kuşun yuva yapması. TA'ŞİYE Akşam yemeğini yemek. TAŞR Zayıf yağan yağmur. TAŞRA Hariç ve dış taraf. * İstanbul harici olan memleket. * Merkez-i hükümet hâricinde olan yerler. TAŞRAH Hurma ağacı. TAŞŞ (TAŞİŞ) Yağmur çisintisi. TAŞT Büyük leğen. TAŞT Lâkin, fakat, amma. TAŞT-GEN f. Leğenci. * Leğen yapan. TATABUK Muvafık ve müttefik olmak. Uygun olmak. TATAHHUR Temizlenmek. Pâklanmak. * Günah işlemekten teberri ve imtina eylemek. TATAL Görmek için yüksek bir yere çıkmak. TATALLU' Nazar etmek, bakmak. * Beklemek, gözlemek, muntazır olmak. TATALLUK Açılmak. TATALLÜB Bir defa daha istemek. TATALU' Birbirine bakmak. Gözlemek. TATAMÜN Aşağı düşmek. * Meyelân etmek, eğilmek. TATAR (Tetar) (Arapçada: Teter) Bu isim, asıl itibariyle Moğol milletlerinden bir kavmin adıdır. Bu kavmin efrâdı, Cengiz Han askerlerinin pişdarları hükmünde olduğundan eski zamanlarda Moğollar mânasında kullanılmıştır.Arap ve Fars tarihlerinde de yukardaki mânada kullanılmıştır. Sonra bu isim bütün Turanî milletlerine verilerek "Akvam-ı Tatariye" diye adlandırılmıştır. Ve bütün bu milletlerin meskenine Tataristan ismi verilmişse de, bu tabirin yersiz olduğu sonra anlaşılmış ve bu mânada kullanılışı terkedilmiştir. Tatar milleti dil, ahlâk ve âdetler bakımından Moğollardan fazla Türklere yakındırlar. * Eskiden, mektup taşıyan postacı. TATARRUB şevke gelme, coşma, neşelenme, keyiflenme. TATARRUF (Taraf. dan) Bir yana veya bir tarafa çekilme. TATARRUK Yol bulma. Yol bulup girme. TATA'TU' Başını aşağı eğmek. TATAVÜL Uzun olmak. * Büyüklenmek, kibirlenmek. * Birbirine muhalefet etmek, karşı gelmek. TATAVVU' Müstehab ve mendub olan namazlar. * İbadeti sırf kendi isteğiyle yapmak. * Nafile namaz kılmak. * Üzerine lâzım olmayan işler yapmak. TATAVVÜF Ziyaret etmek. * Dönmek. TATAVVÜL Büyüklenmek, kibirlenmek. TATAYYUB Güzel koku sürünme. TATAYYUR Teşe'üm addetmek. Uğursuzluk. * Uçmak. TATBİ' Doldurmak. TATBİB Kırbayı ev direğine asmak. * Tabiblenmek, doktor olmak. TATBİK Yakıştırmak. Yerine getirmek. * Karşılaştırmak. * Bir kaide, kanun veya emri yerine getirmek. Kıyas ve tahmin etmek. * Benzetme, uydurma. TATBİKAN Tatbik ederek, uygun yaparak. Fiilen işleyerek. TATBİKÎ Tatbike ait. Pratik ile alâkalı. Fiilen işlemek suretiyle. TATBİL Davul çalma. TATBİN Bir şeye çamur sürme. TA'TE Cinli olmak. Delirmek. TATFİF Alırken dolgun, verirken eksik ölçmek. TATFİF SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 83. suresidir. Mekkîdir. TATFİH Doldurmak. TATFİL Uyuntuluk etmek. * Güneşin batı tarafa doğru hareket etmesi. TATHİM Gökçek etmek, güzelleştirmek, tahsin. TATHİN (C.: Tathinât) (Tahn. dan) Öğütme. Un haline getirme. TATHİR Temizlemek. Yıkayıp pâk etmek. Tâhir kılmak. TATHİRÂT (Tathir. C.) Temizlikler. TA'TİF Şefkat uyandırmak. Acındırmak. TA'TİK Eskitmek. TA'TİL Çalışmağa ara vermek. Çalışmayı durdurmak. İzine başlamak. * Kesmek. * Muattal bırakmak. * Ziynetsiz etmek, süssüz yapmak. * Allah'ın sıfatlarını inkâr eden felsefecilerin mesleği.(İ'lem eyyühel aziz! Enaniyetten neş'et eden şirk-i hafi katılaştığı zaman esbab şirkine inkılâb eder. Bu da devam ederse küfre tahavvül eder. Bu dahi devam ederse, ta'tile, yâni Hâliksızlığa incirar eder. El-iyâzü billah. M.N.) TA'TİR Dizmek. TA'TİR (Itr. dan) Güzel koku ile kokulandırma. TAT'İR Sütü yoğurt yapmak. TA'TİS (Atse. den) Aksırtma, aksırtılma. TA'TİŞ Susatma, susatılma. TATLİK Boşamak. Karısını terk edip nikâhını feshetmek. TATLİM Yüzüne eliyle vurmak. TATMİ' Tamâ vermek. TATMİN İkna etmek. Kandırmak. * İnsanın kalbini emin etmek. Rahatlandırmak. TATRİB Zevklendirme, neşelendirme, keyiflendirme. TATRİD Reddetmek. TATRİH Bırakmak. TATRİK Kuşun yumurtalamaya, kadının doğum yapmağa yakın olması. TATRİM Tamamlamak. * Ata tâlim ettirip hünerli ve iyi huylu yapmak. TATRİR Keskin etmek, keskinleştirmek. TATRİZ Elbiseye veya kumaşa süs için kenar işleme, oya yapmak. TATURE f. Hayvanların ayağına vurulan köstek, bukağı. TATVİ' Muti etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmek. TATVİF Tavaf ettirmek. TATVİK Boynuna gerdanlık takınmak. TATVİL Uzatma. Uzatılma. TATVİLÂT (Tatvil. C.) Boş, beyhude ve fazla sözler. TATVİL-İ KELÂM Uzun konuşma. Sözü uzatma. TATVİŞ Burma, iğdiş etme. TATYİB İyi davranma. İyi muâmele etme. Hoş etme. Gönlünü hoş etme. TATYİBAT (Tatyib. C.) İyi muâmeleler, gönlü hoş etmeler. TATYİB-İ HÂTIR Gönlünü hoş etme, gönlünü alma. TATYİR Kötü görme. " Bu, filanın şerrinden oluyor" deme. TAUN Vebâ denen dehşetli bir bulaşıcı hastalık. Bu hastalıkta lenf bezlerinde hâsıl olan yumruların herbiri. TAUS-U YEMENÎ Yemen'li Tâus Ebî Abdurrahman. (Kırk defa hacceden ve kırk sene yatsı abdesti ile sabah namazını kılan ve Sahabelerle görüşen ve Tâbiînin azîm imamlarından olan zât. (R.A.) TAV' İsteyerek uymak. Bir şeyi istekle yapmak. Muti' olmak. * Mer'anın genişliğinden dolayı davarın her tarafta otlamasının mümkün olması. TAVA Darı. TAVADDU' Abdest almak. TAVAF Ziyaret etmek. Ziyaret maksadiyle etrafında dolaşmak. * Hacıların Kâbe etrafında yedi defa dolaşmaları. TAVAGGUL Çok meşgul olmak, uğraşmak, kendini birşeye tamamen vermek. TAVAGİ (Tâgut. C.) Putlar. Tâgutlar. TAVAHİ Lâşe etrafında dolaşıp uçuşan akbaba kuşları. TAVAHİN (Tâhun ve Tâhune. C.) Öğütülmüş şeyler. * Su değirmenleri. TAVAHİN (Tâhine. C.) Azı dişleri, öğütücü dişler. TAVAİF (Taife. C.) Gruplar. Milletler, kavimler. Bölükler. TAVAİF-İ MÜLÛK Abbasi Devletinin parçalanması ile meydana gelen küçük devletler. TAVALİ' (Tâli'. C.) Kısmetler, bahtlar, tâlihler. TAVAMİR Tomarlar. TAV'AN İsteyerek. Zorlanmadan. Kendi isteğiyle. TAV'AN EV KERHEN İster istemez. İsteyerek olsun yahut istemiyerek olsun. TAVARIK (Târika. C.) Gece gelen belâlar. TAVASİM (Tavâsin) : Kur'an-ı Kerim'den tâ-sin, tâ-sin-mim sureleri. TAVASSUB Hastalanıp perişan olma. TAVASSUL (Bak: Tevassul) TAVASSUL (Bak: Tevessül) TAVASSUT Ara bulma için araya girmek. Aracılık. Vasıtalık. * İyi ile kötü arasında mu'tedil olanını almak. TAVAŞİ (C.: Tavâşiye) Tar: Hadım ağası. Harem ağası. TAVAŞİR Tebeşir. TAVATTUN Bir yeri vatan edinmek. Bir yerde yerleşmek. TAVATU' Muvafık olmak, uygun olmak. TAVAUD Sözleşmek. TAVA'UR Güçlük, zorluk. TAVAVİS (Tavus. C.) Tavus kuşları. TAVA'VU' Tilki, çakal, kurt ve köpeğin ürümeleri. TAVAZZU' Abdest alma. TAVAZZUH Açıklanmak. Aydınlanmak. Kesb-i vuzuh etmek. * Ruşenlik ve ayânlık peyda etmek. TAVB Kırmızı kiremit. TAVD Büyük dağ. Tepe. * Sebât. TAVDİ' Atılmış pamuğu kaftana koyup cübbe dikmek. TAVF (TAVÂF) Dönmek. * Fırat Nehri gibi sularda üstüne binilen vasıta. TAVH Helâk olmak. * İftira etmek. TAVIR (Tavr) Suret. Hareket, hal, vaziyet. * Bir kerre, bir defa. * İki şey arasındaki had ve fasıla. * Kader. * Miktar. TAV'Î Kendiliğinden. İçinden. TA'VİC Eğme, eğip bükme. Eğriltme. TA'VİD (Deve) çok yaşamak. * Âdet edinmek. Alıştırmak, âdet ettirmek. TAV'İD Korkutmak. TA'VİK İlerlemesine mâni olmak. Geciktirmek. * İşinden alıkoymak. TAVİL Uzun. * Çok süren. TA'VİL İtimat etmek. * Sesle ağlamak. TAVİLE Birbiri ardına bağlanmış bir sıra hayvan. Hayvan katarı. * Tavla, ahır. * Çayıra salınan hayvanın ayağına bağladıkları tavla ipi. TAVİL-ÜL BÂ' Uzun kulaçlı. Gücü yeter. * Eli açık, vergili, verimli. TAVİL-ÜN NİCAD Kılıç bağı uzun. * Mc: Uzun boylu. TA'VİM Arpayı ve buğdayı tutam tutam biçip yığmak. TA'VİN Evde kâhyâ kadın. TA'VİR Gözsüz etmek. Kör etmek. TAV'İR İri ve kaba yapmak. TA'VİS Güç etmek, zorlaştırmak. TAVİYYET İnsanın gönlünde gizli olan istek veya niyet. TA'VİZ Bedel, bir şey vermek. Karşılık, bedel göstermek. * Değiştirmek. TA'VİZ Nazar veya kötü şeylerden muhafaza için takılan dualı kâğıt, nüsha. Muska. TAV'İZ Korkutmak. * Söz vermek, va'detmek. TA'VİZÂT (Ta'viz. C.) Karşılık olarak verilen şeyler. Ödünç verilen para. TA'VİZEN Karşılık olarak, karşılık alınmak suretiyle. Gelecekte gelirinden kesilmek şartıyla. TAVK Tâkat. Güç. * Boyuna takılan zinet. Gerdanlık. * Tasma. TAVK Arzu etmek, istemek. TAVK-I BEŞER Beşer takatinin, güç ve kudretinin son haddi. TAVL (Bak: Tul) TAVLA Hayvan bağlanan ahır. (San'at Ansiklopedisinde "Tavla" maddesi: "Hayvanların tavlanması yani istirahat edip çalışacak kıvama gelmesi, kuvvet ve tâkat kazanması için beslendiği yer." şeklinde tarif edilmiştir.) TAVME Tosbağanın dişisi. TAVR (Bak: Tavır) TAVR-I BÂTIL Bâtıl, kötü hal ve vaziyetler. TAVRÎ Vahşi adam veya kuş. * Ehad, vâhid, bir. TAVS Örtmek. TAVSİB Tenbellik ve süstlük. TAVSİF Vasıflarını söylemek. Bir şeyin iç yüzünü, ne ve nasıl bir şey olduğunu anlatmak. Vasıflandırmak. * Bilgi, ilim. TAVSİFÂT (Tavsif. C.) Tavsifler. Vasıflandırmalar. TAVSİF-İ Bİ-L-FEZAİL Faziletlerini zikrederek tavsif etmek. TAVSİL (Vasl. dan.) Ulaştırma, vardırma. TAVSİM Azalardan bir uzva zahmet vermek. * Kırmak. * Tenbellik. TAVSİT (C.: Tavsitât) (Vasat. dan) Aracı bulma. Aracılık yaptırma. TAVSİYE Vasiyet bırakma. * Ismarlama, sipâriş etme. * Birini iyi tanıtma. Öğütleme. TAVŞ Akıl hafifliği, akıl azlığı. TAVTİD Bir nesneyi yerinde tutmak. * Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. TAVTİE Anlatılacak maksadı destekleyecek tarzda önceden bazı sözler söyleme. TAVTİN (Vatan. dan) Bir yerde yerleştirme. Yurtlandırma. * Birşeye bağlanıp onu neticelendirme. Makam tutunmak. * Gönlünü bağlamak. TAVTİŞ Karşılıklı olarak reddetmek. TAVUS Meşhur bir süslü kuşun adı. TAVVAF Kâbe'yi ziyaret ve tavaf eden. * Resmî dairelerde gece bekçisi. * Çok tavaf eden. TAVVAFE Kedi. TAVVAFİYYE Resmî dairelerdeki gece bekçilerine verilen ücret. TAVVAS Tas yapan. TAVY Açlık. TAVZİF Vazifelendirmek, iş vermek. TAVZİH Açıklamak. Açık olarak beyanda bulunmak. TAYALİS (Taylasân. C.) Başa ve boyna sarılan şallar. * Başa sarılan sarıkların omuzlar üzerine salıverilen uçları. TAYBE Medine şehri. Yesrib. Medine-i Münevvere. TAYCAN (C.: Tâyâcin) Tava. TAYERAN (Tayrân) Uçuş. Uçma. TAYF Hayâl. Uykuda veya karanlıkta gözde tecessüm eden şekiller. * Gül. * Kavs-ı kuzah. Gökkuşağı. TAYFUR Bir kuş ismi. TAYH Helâk etmek veya helâk olmak. * Bırakmak. TAYH Bulaşmak. * Hafiflik. TAYHAN Boş ve mâlayâni şeylere itiraz eden kimse. TAYHUC Turaç kuşu (Bir sülün nevidir.) TAYİ' İtaat eden, boyun eğen kimse. * Bir işi kendi isteğiyle yapan. TAYİAN İsteyerek. TA'YİB Ayıplamak. Kötülüğünü söylemek. TA'YİBÂT (Ta'yib. C.) Ayıplamalar. TA'YİD Bayram etmek. TAYİH Hayran kimse. TA'YİL Davarı yürütmek. TA'YİN Yerini belli etmek. * Vazifeye göndermek, vazifelendirmek. * Ayırmak. * Tayın, erzak. TA'YİN-KERDE f. Belirtilmiş. Tâyin edilmiş. TAYİR (Tayr.) Kuş. * Uçmak. * Çabuk yürümek. TA'YİR (C.: Ta'yirât) Kabahati yüze vurarak utandırma. TA'YİS Görmeden bir cismi eliyle aramak. TAYİŞ Yeynicek kimse. * Hafiflik. TA'YİŞ Diri tutmak. TAYLASAN (C.: Tayâlis-Tayâlise) Başa ve boyna sarılan şal. * Başa sarılan sarığın omuzlar üzerine salıverilen ucu. TAYR (C.: Atyâr-Tuyur) Kuş. * Uçmak (mânasına mastardır.) TAYR-I HÜMÂYUN Talih veya uğur kuşu. Devlet kuşu. (Bak: Hüma) TAYRURE Uçmak. TAYS Çok adet. * Yer yüzünde olan toprak ve süprüntü. * Nesli çok olan karınca ve sinek. TAYSEL Çok miktar. Fazlaca. TAYTAN Yaban sarımsağı. TAYTAVA Bağırtlak kuşuna benzeyen alaca bir kuş. (Yüzü beyaz, başı kara olur.) TAYY Bükmek, sarmak, dürmek. * Kaldırmak. * Geçmek. * Açmak. * Çıkarmak. Bir haberi ketmetmek. Kasten açtırmak. * Atlama, üzerinden geçme. TAYYAN Balçık yapan kimse. TAYYAR Deniz dalgası. TAYYAR Uçan. Uçucu. Uçma kabiliyeti olan. Havaya kalbolup gaib olan. TAYYAŞ Aceleci hafif kimse. * Hilebaz kimse. TAYYETMEK Silmek. Kaldırmak. * Mc: Uzun zaman veya mesafeyi az zamanda geçip aşmak. TAYY-I ZAMAN Zamanı ortadan kaldırmak. Çok uzun bir zamanı pek kısa olarak görmek ve yaşamak. Meselâ: Kur'an-ı Kerimde beyan edilen "Ashab-ı Kehf" mağarada 309 sene kaldıkları halde, kendileri yarım gün veya bir gün kadar kaldıklarını söylemişlerdir. (Bak: Bast-ı zaman) TAYY-İ MEKÂN Mekânı ortadan kaldırmak. Bir şahsın bir anda muhtelif yerlerde görünmesi. TAYY-İ MERATİB Birden üst mertebeye geçmek. Birden mertebeleri aşıp, geçip gitmek. TAYYİB(E) İyi, hoş. İyi davranış. Temiz. * Hz. Peygamber'e (A.S.M.) Cenab-ı Allah (C.C.) en güzel kokular vermiştir. Bu yüzden kendisine (:::) denilmiştir. * Fık: Helâlin her türlü şüphelerden uzak, saf ve temiz kısmına denir. TAYYİBÂT (Tayyibe. C.) Bütün güzel sözler, güzel mânalar, harika güzel cemaller. * Bütün kâinat yüzünde cemalleri görünen ezelî Esma-i Hüsnâ'nın cilveleri. TAZ f. Koşma, koşuş. TAZ' Gayretsiz olmak. TAZACCU' Gevşek davranma, üşenme. TAZACCUR Sıkıntı. İç sıkılma. TAZAFFÜR Galip olmak, yenmek. TAZALLÜL (Zıll. den) Gölgelenme, gölgede olma, gölge altına girme. TAZALLÜM Bir haksızlıktan sızlanmak. Şikâyet etmek. * Birinin hakkını veya malını gasbetmek. * Mazlum olmak. * Zulmü kendi nefsine isnad etmek. TAZALLÜMÂT (Tazallüm. C.) Yanıp yakılmalar, sızlanmalar. TAZALLÜM-İ HÂL Kendine yapılan bir hâlden, hareketten dolayı sızlanmak. Hâlinden şikâyet etmek. TAZAMMUD Yaranın merhemli bezle sarılması. TAZAMMUN İhtiva etmek. İçine almak. İçinde başka şeyleri havi olmak. Muhit olmak. * Tazmini kabul etmek. Kefil olmak. * Man: Lâfzın, mevzuu olduğu mânanın cüz'üne delâlet etmesi. TAZANNÜN (Zann. dan) Sanma, zan ile iş görme, delilsiz hükmetme. TAZARRU' Bir şeye gizlice yaklaşmak. * Kendi kusurlarını bilip kibirden vaz geçip tevâzu ile yalvarmak. TAZARRU'EN VE HUFYETEN Gizlenip saklanarak. TAZARRUF Zarafet. * Zariflik taslama. İncelik göstermek. Külfetle zarif olmak. TAZARRU'KÂRANE f. Tazarru ederek. Tazarru etmek suretiyle. TAZARRUR (Zarar. dan) Zarar ve ziyâna uğrama. TAZAVVU' Bir şeyin güzel kokusunun etrafa yayılması. TAZAYYUK (Zîk. den) Sıkışma, daralma. TAZAYYÜF Meyletmek, eğilmek, yönelmek. TAZE f. Yeni kesilmiş, bayatlamamış, taravetli, buruşmamış. * Yeni duyulan, henüz ortaya çıkan. * Kuru olmayan, yeşil. * Genç, körpe. TAZEGÎ f. Tazelik, yenilik, körpelik. * Gençlik. TAZENDE f. Koşucu. TAZFİR Galip etmek. * Tırnaklaşmak. TAZHİR (Zahr. dan) Arkaya atma. Arkaya bırakma veya bırakılma. İhtimâl. TAZİ (C.: Tâziyân) Araplar. TA'ZİB Davarları gece yabanda otlatıp eve getirmemek. TA'ZİB Azab verme. Eziyet etme. Men eylemek. TA'ZİBÂT (Ta'zib. C.) Eziyetler, tâzibler, azablar. TA'ZİB-İ RUH Can sıkma. TAZ'İF İki kat, kat kat etmek. Ziyade etmek. Bir kat daha artırmak. Çoğaltmak. * Zayıf addetmek. TA'ZİL Azletme. İşinden çıkarma. TA'ZİL (C.: Ta'zilat) Ayıplama. TA'ZİM Hürmet. Riayet. İkramda bulunmak. Bir zât hakkında büyük sayıldığına delâlet edecek surette güzel muâmelede ve hürmet ifade eden tavırda bulunmak. TA'ZİMAT (Ta'zim. C.) Hürmet ve riayetler. Tazimler. TA'ZİMEN Hürmet ve ikram ederek. TA'ZİR Siyaset. * Tehdit etmek. * Tazim ve tathir. Temizlemek ve hürmet etmek. * Lügatta red, icbar, tahkir, te'dib, hak üzere tevkif mânalarına gelen bu tabir, İslâm hukukunda: Hakkında muayyen bir şer'î ceza olmayan suçlardan dolayı ulülemr (hükümdar, padişah) veya vekili tarafından tatbik edilen cezalar hakkında kullanılır bir ıstılahtır.Ta'zirin meşruiyeti; Kitab ile, Sünnet-i Nebeviye ile ve icma-i ümmet ile sabittir.Ta'zir; dövmekle, hapisle, hattâ katil ile olabileceği gibi azarlama, sert lakırdı veya bakış veya herhangi bir tavır ve vaziyet ile de olabilir. Dövmek suretiyle olan ta'zir, otuzdokuz değnekten fazla olamaz. Bir kavle göre para almak suretiyle de ta'zir câizdir. TA'ZİR Kusur ve özür etme. * Aslı olmayan özürler beyan etme. * Necis bulaştırmak. TA'ZİRAT (Ta'zir. C.) Azarlamalar, ta'zirler, tekdirler. TA'ZİRAT (Ta'zir. C.) Vesile ve bahane aramalar. Esassız özür bildirmeler. TA'ZİR-İ EŞRAF Ümera, yüksek tüccar, köy a'yanı gibi şerefli kimseler hakkındaki ta'zirdi ki, ya bilvasıta ilâm suretiyle veya mahkemeye celbedilerek bilmuvacehe ihtar suretiyle yapılır. TA'ZİR-İ EVSAT İçtimai mevkileri orta hâlde bulunan kimseler hakkındaki ta'zirdir ki, hem mahkemeye bilcelb ilâm suretiyle, hem de hapis suretiyle yapılabilir. TA'ZİR-İ TE'DİB Âkıl bâliğ olduğu halde henüz mükellefiyet çağında bulunmayan bir çocuğun yaptığı bir suçtan dolayı hakkında te'dib ve ta'zib maksadıyla yapılan ta'zirdir. TA'ZİR-İ UKUBET Mükellef bir şahıs tarafından irtikâb olunup da şer'an muayyen bir cezası bulunmayan bir suçtan dolayı ukubeten yapılan ta'zirdir. Mücrimin bu hususta müslim ile gayr-i müslim; hür ile âbid; erkek ile kadın olması müsavidir. TAZİYANE f. Sebeb. Vasıta. * Kırbaç, kamçı. TA'ZİYANE f. Ta'ziye eder surette. Ta'ziye ederek. TAZİYANE-İ TA'ZİB Azab vermek, azablandırmak kamçısı. TA'ZİYE Yeni ölen birisinin yakınlarının acısını paylaşır söz söylemek, teselli etmek. Baş sağlığı dilemek. "Allah sabr-ı cemil ihsan etsin" diye söylemek. TA'ZİZ Bir adamı aziz kılmak. Hürmet ve muhabbetle sevmek. TAZLİL (Zıll. den) Gölgelendirme veya gölgelendirilme. TAZLİM Zâlim olmak. TAZMİD Merhemli bezi yaraya sarıp bağlama. TAZMİN Kefil olmak. * Zarar verdiği kimsenin zarar ve ziyanını ödemek. * Edb: Başkasına ait bir mısra veya beyti intihâl ve tevârüd olmaksızın kendi şiirine alma san'atı. * Bir şeyi bir şeye dâhil etmek. * Zararı ödetmek. TAZMİNÂT (Tazmin. C.) Zarar ve ziyana karşı ödenen bedeller. * Zararların bedellerini ödetme. TAZR Eliyle vurup def'etmek. El ile kovmak. TAZRİR Zarar vermek. Zarara uğratmak. TAZYİ' (C.: Tazyiât) (Ziyâ. dan) Kaybına sebeb olma, bırakıp kaybetme. Boşuna harcama. TAZYİ-İ EVKAT Boş yere vakit geçirme. Zaman harcama. Vakit kaybetme. TAZYİK Daraltmak, sıkıştırmak. * İcbar etmek. * Sıkıntı ve ızdırab vermek. * Zorlama, baskı. * Fiz: Bir kuvvet harcayarak yapılan basma veya itme işi. Basınç. Katı cisimler, üzerine konuldukları satıhlara; sıvılar, içinde bulundukları kabın hem dibine ve hem de yanlarına; gazlar ise, içinde kapalı oldukları kabın her tarafına basınç yaparlar. TAZYİKAT (Tazyik. C.) Tazyikler. Sıkıştırmalar. Baskılar. Zorlamalar. * Basınçlar. TE f. Dek, kadar, değin. Meselâ: Ser-te-ser $ : Baştan başa. TEA Duâ. TEAB (Bak: Taab) TEABBÜD (Bak: Taabbüd) TEABBÜS Abes yüzlü olmak. TEADDİ (Bak: Taaddi) TEADDÜD-Ü ZEVCAT (Bak: Taaddüd-ü zevcat) TEADİ (C.: Teâdiyât) (Adu. dan) Ara açılma. Düşmanlık. TEADUD (Adud. dan) Kol kola girme. * Birbirini tutma. Karşılıklı yardımda bulunma. Birbirine yardım etme. TEADÜL (C.: Teâdülât) (Adl. den) Birbirine denk gelme. Eşitlik, denklik, beraberlik. TEAFFÜF (Bak: Taaffüf) TEAFFÜN (Bak: Taaffün) TEAHHUR Geri kalmak. Geciktirmek. Gecikmek. TEAHHÜD Hıfzetmek, korumak. * Uymak, tâbi olmak, riâyet etmek. TEAHÜD Sözleşmek. Ahidleşmek. TEAHÜDÂT (Teâhüd. C.) Sözleşmeler. Ahidleşmeler. TEAKK Dolu olmak. TEAKKUB Her nesnenin âkibetine nazar etmek. Sonuna bakmak. TEAKKUD Bağlanmak. TEAKKUM Tereddüt etmek, kararsız olmak. TEAKKÜN Karın buruşukluğu. TEAKKÜR Cem'olmak, toplanmak. * Açlık. TEAKKÜS (Aks. den) Tersine dönme. TEAKUB Birbiri ardınca olmak, peşinde olmak. * Bir nesneyi sonradan çoğaltmak. TEAKUD (Akd. den) Bağlaşma, akidleşme. TEALA Nâmı büyük meâlinde olup. Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) kudsiyet ve büyüklüğü için hürmeten söylenir. TEALALLAH Allah yükseltsin! TEALİ Yükselme. Yüceltme. Çok yüce olma.(Bu zamanda İslâmiyetin tealisine en büyük bir sebep, maddeten terakki etmektir. M.) TEALİPERVER f. Yükselmeyi isteyen. TEALLİ (C.: Tealliyât) Yüksek olma. Yükselme. TEALLUK Muhabbet etmek, sevmek. * Alâkalı olmak. TEALLÜL (Bak: Taallül) TEALÜM (İlm. den) Bir şeyi herkesin bilmesi. TEAMİ Görmez gibi görünme. Yalandan görmezliğe gelme. TEAMMUK Batmak, gömülmek. TEAMMÜC Eğrilik. TEAMMÜD (Bak: Taammüd) TEAMMÜM İmame sarmak, sarık sarmak. * Umumileşmek. TEAMÜL Olagelen iş. * Birbiriyle alıp vermek. * Yapılagelen muamele ve münasebet. * Usul. * Reaksiyon, tepki. TEAMÜS Gaflet etmek. Câhillik etmek. TEANNİ Zahmet çekme. TEANNÜD Hakkı ve doğruyu bilerek tersini yapmak. TEANNÜT Meşakkate düşmek. * Hasmın kötülüğünü ve zilletini istemek. TEANUK Birbirinin boynuna sarılma. Kucaklaşma. TEARRİ (Uryet. den) Soyunma. Çıplaklaşma. TEARRÜF Bir şeyi araştırarak öğrenme. TEARUZ Muâraza. İki kişi arasında zıddiyet, mümânaat etmek. TEARUZEN Birbirine zıt olarak, muarız olarak. TEARÜF Tanışmak. Birbirini tanımak. Birbirine tanış çıkmak. TEAS Sürçüp yüzü üstüne düşmek. TEASSİ Muhalefet etmek, karşı gelmek. * Sopayla vurmak, asâ ile darbetmek. TEASSÜF Müstakim yoldan çıkmak. İ'tisaf. TEASSÜR Sıkılmak. TEASSÜS Kokmak. * Geceleyin ava gitmek. TEASÜR (Üsr. den) Bir şey güçleşme. Güç olma. TEASÜR Geçim. Güzel geçinme. TEAŞİ Gafil görünmek. TEAŞÜK Sevişmek. TEAŞÜR Muaşeret etmek, iyi muamelede bulunmak. TEATİ Karşılıklı alıp vermek. * Bir şeye el uzatıp almak. Hakkı olmayan şeye el uzatmak. * Fık: Pazarlıksız ve konuşmadan fiilen vâki olan mal alış verişi. TEATİ-İ EFKÂR Birbirlerine fikir verme. TEATTUF Esirgemek. Merhamet etmek. Şefkat göstermek. * Ulaşmak. İttisal etmek. * Eğilip bükülmek. TEATTUL Kadının elinde ve ayağında kınası, saçında boyası, kolunda ve boynunda mücevherleri olmaması. TEATTUS Aksırma. TEATTUŞ Susamak. TEATUF Birbirine şefkat, muhabbet ve sevgi göstermek. * Birbirine bağlanma. TEATUFÂT (Teâtuf. C.) Karşılıklı sevgiler. TEAVÜN Yardımlaşmak. Birbirine muâvenet etmek.(Ey ikinci bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır ki: "Hâlik-ı Kerim'in kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemâl-i itâatle imtisal edilen düstur-u teavünle; nebatat hayvanatın imdâdına ve hayvanat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumi kanunun Rahimâne, Kerimâne cilvelerini cidal zannedip, "Hayat bir cidaldir" diye ahmâkane hükmetmişsin. Acaba bu düstur-u teâvünün cilvesinden olan zerrât-ı taâmiyenin kemal-i şevk ile beden hüceyrelerinin gıdalandırılması için koşmaları, nasıl cidâldir? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdâd ve koşmak, Kerim bir Rabbin emriyle bir teâvündür. M.N.) TEAVÜNÂT (Teavün. C.) Yardımlaşmalar. TEAVÜR Elden ele gitmek. TEAYÜŞ Birbiriyle dirlik etmek. TEAYYÜB Ayıplamak. TEAYYÜN Bellibaşlı olmak. * Meydana çıkmak. Görünmek. Belirmek. * Anlaşılma. Zâhir ve âşikâr olma. (Bak: Taayyün) TEAZUD Kol kola tutunma. * Mc: Yardım. TEAZUM Gözde büyümek. Azametlenmek. Büyük görünmek. TEAZZUK Darlık, tazyik. TEB f. Hararet. * Tıb: Sıtma. TEBA' Tabi olma. Uyma. TEBAA Tâbi olanlar. Birisinin veya bir devletin emri altında olanlar. TEBAB Ziyan, zarar, kayıp, hasar. TEBADÜL Birbirinin yerine geçmek. Karşılıklı değişmek. Trampa. TEBADÜLÂT (Tebadül. C.) Değişmeler. Tebadüller. TEBADÜR Ani olarak zihne girmek. * Hâdis olmak. * Barışmak. * Öğretmek. * Diğerini geçmek için sür'atlenmek, hızlanmak. TEBAGGUZ (Buğz. dan) Sevmeme. Kin besleme. Buğzetme. TEBAGİ Birbirine zulüm etmek. TEBAGUZ (C.: Tebâguzât) (Buğz. dan) Sevişmeme, gizli kin tutup düşmanlık besleme. TEBAH f. Mahvolmuş. Yıkılmış. Fesada giriftar olmuş. * Bozuk. TEBAHBUH Durmaya, oturmaya, girmeye ve çıkmaya kadir olmak. * Ortada oturmak. TEBAHHUR (Buhar. dan) Buharlaşmak. Tütsülenmek. Buğulanmak. * Kokmak. TEBAHHUR (Bahr. den) Bir şeyin içine dalma ve derinliğine varma. Bir ilimde derin ihtisas kazanma. TEBAHHURÂT Buharlaşmalar. Buğu haline geçmeler. TEBAHİ Övünme, tefahur. * Muharebe edişmek, karşılıklı dövüşmek. TEBAH-KÂR (C.: Tebâhkârân) f. Mahveden, harab eden, bitiren. TEBAHTUR Dalgalanmak, dalgalanır olma. * Kibirlenerek yürüme, kibirli kibirli yürüme. TEBAÎ Hakiki maksat olmayıp dolayısıyla olan. * Başkasına uyarak. * Cüz'î olarak. (Bak: Tebeî) TEBAİYYET Uyma, tabi olma. İtaat, inkıyad ve imtisal etme. TEBAİYYETEN Tâbi olarak. Uyarak. TEBAKİ (Bükâ. dan) Ağlar görünme. Yalandan ağlama. TEBAKKUR İlim ve malda genişlik üzere olmak. Âlim ve zengin olmak. TEB'AN Bir şeyin arkasından gitmek ve ona tabi olmak. TEBANÇE Tokat. TEBANE Zeyreklik, akıllılık. TEBAR Helâk, bitme, yok olma. TEBAR f. Soy, nesil, neseb. TEBAREK Mübarek etsin (mealinde dua.) Teâlâ gibi mâzi fiiliyle mübalâğa ile bereketin Allah'tan zuhurunu ifade eder. (Bak: Bereket) (Suyun havuzda yükselmesi halinden alınmıştır.) TEBAREKÂLLAH Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) ne bereketli, ne hayırlı işleri var, ne kadar bereketli! diyerek hayret taaccübü. Allah'ın (C.C. ) yaptığı eserlerinden dolayı hayranlık hislerini ifade maksadıyla, Allah (C.C.) hakkında söylenen ve aynı zamanda dua için okunan bir kelâm. TEBARİ Mücâdele ve muhârebe etmek. Savaşmak, dövüşmek. TEBARÜK Çoğalmak, ziyâde olmak. * Uzamak. * Büyüklük. * Genişlemek. * Zâhir olmak, görünmek. TEBARÜZ Belli olma, belirtme. Görünme. * İki hasım cenk için meyadan çıkma. TEBASSUR Göz açıklığı, dikkat-i nazar. İleri görüş. TEBA'SUS Muztarib olmak, ıztırab çekmek. Acı çekmek. TEBAŞİR f. Tebeşir. TEBAŞİR Müjde. * Her şeyin öncesi, ilk zamanı. TEBAŞÜR Muştulamak. Müjdelemek. * Mübaşeret etmek, bir işe girişmek, başlamak. TEBATTUN Bir şeyin içini dışını iyice anlamak için çalışma. TEBATU' Ağır davranma. Ağır hareket etme. TEBAUL Oynamak. TEBA'UL Kadının kocasıyla konuşup görüşmesi. TEBA'UZ Parçalanma. Kısım kısım ayrılma. TEBAÜD Uzaklaşma. Uzağa çekilme. * Uzama. TEBAÜDÂT (Tebaüd. C.) Birbirinden uzak düşmeler. Uzaklaşmalar. TEBAYİ' (Bak: Tabayi') TEBAYÜ' Bey'edişmek, bir malı diğer bir malla değişmek. TEBAYÜN İki şey arasındaki uyuşmazlık. Birbirinden ayrı ve başka olmak. İhtilâf vuku bulmak. Zıtlık. TEBAYÜNÂT (Tebayün. C.) Tebayünler, iki şey arasındaki farklılıklar. TEBAYÜN-İ EFKÂR Fikirlerin aykırılığı. Düşüncelerin farklı olması. TEBAYÜN-İ MESALİK Mesleklerin farklılığı. TEBAZÜL Birbirine bahşiş etmek. TEBB Zarar, ziyan, hasar, kayıp. TEBBAN Saman satan, samancı. TEBCİL Ağırlamak. Yüceltmek. Birisine ta'zim etmek. Hürmetle hareket etmek. TEBCİLEN Ağırlı(Zeker), tâzimen. TEBDİL Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir şeyi başka bir hâle veya şeye değiştirmek. TEBDİLÂT (Tebdil. C.) Tebdiller, değiştirmeler. TEBDİLEN Değiştirerek. Tağyir ederek. TEBDİL-İ HEVÂ Hava tebdili. Hava değişikliği. TEBDİL-İ MEKÂN Yer değiştirme. TEBEA (Tâbi. C.) Tâbi olanlar, uyanlar. TEBEAN Tâbi olarak. Uyarak. TEBECBÜC Sevinmek. TEBECCÜS Suyun açıktan akması. TEBEDDİ Sahraya çıkmak, çöle çıkmak. TEBEDDÜ' Başlamak. TEBEDDÜ' Ehl-i Sünnetten iken başka mezhebe girme. * Dinini değiştirme. İrtidad. * İyi olan ahlâkını bozup değiştirme. TEBEDDÜD Perâkende olmak, dağılmak. TEBEDDÜL Başkalaşmak. Değişmek. * Yeni hey'ete, başka kıyâfete girmek. (Bak: Hudus) TEBEDDÜLÂT (Tebeddül. C.) (Bedel. den) Tebeddüller, değişiklikler, tagayyürler, tahavvülât. TEBEDDÜLÂT-I CESİME Büyük değişiklikler. TEBEH (Bak: Tebah) TEBEHHUR (Bak: Tebahhur) TEBEHHÜL Tahsil için sıkıntı ve zahmet çekme. TEBEHHÜM şüpheli ve belirsiz olma. TEBEHHÜR Tıb: Kısa ve sık nefes alma. TEBEHKAR (C.: Tebehkâran) f. Mahveden, harab eden. Bitiren. TEBEÎ Kasdî olmayan. * Tâbi olarak. * Başkasının vücuduyla kaim olan. * Müstakil olmayıp başkasına tâbi olarak. (Bak: Tebaî) TEBE-İ TABİÎN Tabiînden olan birisinden (yâni ikinci derecede olarak) hadis nakletmiş olan. Veya Tabiîn olanlardan ders almış, onlara uymuş müslümanlar. TEBEKKÜL Karışmak. TEBEKKÜM (Bekem. den) Dili tutulma. Konuşurken tutulup kalma. TEBELBÜL Lisanların muhtelif ve muhtelit olması. Bazısı Arapça, bazısı Farsça ve Türkçe olmak gibi. * Karışıklık. TEBELBÜL-Ü AKVAM Muhtelif kavimlerden ibaret bir cemaatin kısım kısım olmaları, muhtelif dil konuşmaları. (Bak: Babil) TEBELBÜL-Ü ELSİNE Dillerin karmakarışık olup anlaşılmaz hale gelmesi. TEBELLEŞ Birbirine geçmiş, karmakarışık, karışmış. TEBELLUH Tekebbürlenmek, gururlanmak, kibirlenmek. TEBELLÜC Sabah yeri ağarmak. TEBELLÜD Ağır, tembel olma. * Bir şeye tahassür ve teessüf etme. Pişmanlıktan dolayı "hay meded" diye ellerini birbirine çarpma. * Yere düşme. TEBELLÜĞ Anlayıp alma. Yetişme, erişme. * Tebliği kabul etme. TEBELLÜH Ahmak olmak. * Suretâ ahmaklık göstermek. * Kaybolmuş bir şeyi araştırmak. * Yolu bilmeyen kimse, erbâbından sorup araştırmayarak gitmek. TEBELLÜL (C.: Tebellülât) Nemlenme, ıslanma. TEBELLÜR Billurlaşmak. Parlak, şekilli olup ve donup katılaşmak. * Açığa çıkmak. Meydana çıkmak. TEBEN Zeyrek, akıllı kimse. TEBENNİ Evlât edinme. TEBER f. Balta. TEBERKU' Yüzünü örtme, peçeleme. Yaşmaklanma. TEBERNÜS Bürnüs giymek. TEBERRA Uzak durma. Sevmeyip yüz çevirme. TEBERRİ Alâkasız olma. Sevmeyip yüz çevirme. * Temiz olma. TEBERRU' Bağış. Bir malın karşılıksız olarak verilmesi. Mecburiyet olmadığı hâlde birisine bir malı vermek. Hayırlı işlerde yardım ve ihsanda bulunmak. TEBERRUAN Teberru ederek, teberru suretiyle, bağışlayarak. TEBERRUÂT (Teberru'. C.) Teberrular, bağışlar, bağışlamalar. TEBERRUZ İktifa etmek, yetinmek. TEBERRÜ' Pâk ve temiz, halis ve helâl olmak. TEBERRÜC Açık saçık olmak. * Kadının süslenip yabancılar içinde gezmesi. (Câhiliyet devrinde olduğu gibi) TEBERRÜD Soğuma, serinleme, soğuk hâle gelme. * Soğuk suya girme. TEBERRÜK Bir şeyi bereket veya saadet vesilesi sayarak almak veya vermek. Uğur ve bereket saymak. * Hayr-ı İlâhiye hissedâr olmak. TEBERRÜKEN Uğurlu ve mübarek olarak. Bereket mevzuu ederek. TEBERRÜM Muztarib olmak, ıztırab ve acı çekmek. TEBERRÜR Allah rızasına çalışma. TEBERRÜZ Görünme, meydana çıkma. TEBERTUM Büyüklük taslama. * Hiddetlenme, öfkelenme, kızma. TEBERZİN f. Eskiden harp âleti olarak kullanılan ve eyere asılan küçük savaş baltası. TEBESSÜL Somurtma, surat asma. Yüzünü ekşitme. TEBESSÜM Gülümseme. Nazikâne ve dişlerini göstermeyerek gülme. TEBESSÜMAT (Tebessüm. C.) Gülümsemeler, tebessümler. TEBESSÜM-KÜNAN f. Gülümser tarzda, gülümseyerek. TEBESSÜR Sivilce çıkma. TEBEŞBÜŞ Küçükten büyüğe güler yüz gösterme. TEBETTÜL Halkdan ayrılmak. * Mâsivadan kesilip ihlâs ile Hakka yönelmek ve ubudiyet etmek. * Evlenmekten vaz geçip zâhidlik etmek. TEBEVVÜ' Makam tutmak. TEBEVVÜL Bevl etmek. İşemek. TEBEYYÜN Belli olmak. Sabit olmak. Görünüp anlaşılmak. TEBEYYÜT Geceleyin yağma etme. * Bir işi gece yapmak. TEBEZZUH Tekebbürlenmek, gururlanmak. TEBEZZUK (Büzâk. dan) Tükürme. TEBEZZÜL Terk-i hıfz etmek; yâni ne olursa sakınmayıp her yerde kullanmak. TEBEZZÜL Yarılma. Şakk. TEBHAL (Tebhâle) Dudak kabartısı. TEBHİC (Behic. den) Güzelleştirme. TEBHİH Sıcaklığın az olması. TEBHİL (Bahal ve Buhl. den) Bir kimse için "pinti, hasis" deme. TEBHİR Buharlaştırma. Buhar hâline getirme. * Tütsüleme. TEBHİT Ağlatmak. TEBİ' Yardımcı, yardak. * Sığır yavrusu. TEBİA Zulümle ve zorla alınmış olan kumaş. TE'BİD (C.: Te'bidât) (Ebed. den) Ebedileştirme, sonsuzlaştırma. TEB'İD Uzaklaştırma. Bir yerden bir yere sürme, kovma. TE'BİDÂT (Te'bid. C.) Ebedileştirmeler, sonsuzlaştırmalar, te'bidler. TE'BİL Deveyi katarıyla getirmek. TE'BİN Ölmüş bir kimsenin iyiliklerini hatırlayıp söyleme. * Bir kimseyi yüzüne karşı ayıplama. TE'BİR (Ağaçları) aşılama, (ağaçlara) aşı yapma. TE'BİS Horlama. Hakaret. TE'BİYE Yüksek sesle okumak. TEB'İZ Bölmek. Bölük bölük etmek. Bir kısma ait etmek. TEBK Dolu olmak, dolmak. TEBKİR Acele etmek. TEBKİT Tekdir etmek. Azarlamak. Vurmak. Başa kakmak. * Delil ve bürhanla galip gelip susturmak. TEBKİYE (Bükâ. dan) Dokunaklı sözler söyleyip ağlatma. TEBL Fesad etmek, çürütmek. TEBLİGAT (Tebliğ. C.) Tebliğler. İlânlar. Bildirilen şeyler. TEBLİGAT-I RESMİYE Resmî tebliğler. TEBLİĞ Ulaştırmak. Götürmek. * Bildirmek. * Eriştirmek. TEBLİĞ-İ ŞERİAT Peygamberlere mahsus beş vasıftan birisi olan, Allah'tan (C.C.) aldıkları emir ve kanunları insanlara aynen bildirmeleri. TEBLİL Islatma. Islatılma. TEBLİM Çirkin yapmak, çirkinleştirmek. TEBLİYE Eskitme ve çürütme. köhneleştirme. TEBN (C.: Etbân) Saman. TEBNÎ Saman renkli. TEBNİYE Çok bina yapmak. TEBRİC Dışarı çıkarmak. * Hâlinden döndürmek. TEBRİD (Bürudet. den) Soğutma, soğutulma. * Mc: Ara açılma, soğuma. TEBRİE (Tebriye) Bir kimseyi şüpheden ve zan altından kurtarmak. Temizliğini ve suçsuzluğunu meydana çıkarmak. * Borçtan kurtarmak. * Nezahet, ismet. * Beraet ettirmek. TEBRİH (C.: Tebârih) İncitmek. Eza vermek. TEBRİK Bir kimseyi eriştiği bir iyilikten dolayı "Bârekellâh" diye sevincini bildirmek. Mübarekliğini, Cenab-ı Hakk'ın onu muvaffak kıldığını söyleyerek ta'ziz etmek. TEBRİK Gözlerini dike dike bir yere bakmak. * Günaha girmek. * Uzak bir yere sefer etmek. * Çetinlik, zorluk sebebi ile yorulmak. * Kadının süslenip püslenmesi. * Evi ziynetleyip süslemek. TEBRİKÂT (Tebrik. C.) Tebrikler. Tebrik etmeler. TEBRİYE (Bak: Tebrie) TEBRİZ Dışarı çıkarmak. * Tekebbürlenmek, gururlanmak. * Göstermek, izhâr etmek. TEBSİR İnsanın gözünü açacak şekilde tarif ve izah etmek ve kalbine basiret vermek. TEBŞİR Müjdelemek. Hayır haber vermek. Müjdelenmek. TEBŞİRÂT (Tebşir. C.) Müjdelemeler, müjde vermeler. TEBTIE (Bati. den) Yavaşlama, ağırlaşma. TEBTİK Kulak kesmek. TEBTİL Tamamen hakka yönelmek. * İyice ve tamamiyle kesmek. * Terbiye etmek. * Yemek. (Bak: Tebettül) TEBTİT Kesmek. * Dağıtmak. * Bitirmek. TEBUK Hicaz'ın kuzey tarafında Medine-i Münevvere'den Şam'a giden yolun ortasında bir yerdir ve Peygamber Efendimizin son gazvesinin yeri olmakla meşhurdur. Tebuk'te Peygamberimiz tarafından yaptırılan bir duvar bir hurmalık ve bir de çeşme var olduğu rivayet edilir. TEBUK GAZVESİ Hicretin dokuzuncu senesinde vuku bulmuştur. Şam'da bulunan Rumlar tarafından o civarın halkı, müslümanlara karşı ayaklandırıldığı Peygamberimiz tarafından duyulduğunda, onlara karşı asker hazırlayarak Tebuk'e gitmiş ve oranın ileri gelenleri Peygamberimize gelerek barışa çalışmışlardır. Tebuk'te on gün kadar kaldıktan sonra ne Rumlardan ve ne de müttefikleri olan Araplardan kimse harp için çıkmadığından tekrar Medine-i Münevvere'ye dönülmüştür. TEBVİB (Bâb. dan) Kısım kısım ayırma. Bablara ayırma. TEBVİE Bir kadını boş bir evde oturtma. TEBYİN Belirtme. Açıkça anlatma. * İsbat etme. TEBYİZ Temizce yazma. Müsveddeden daha iyice bir kâğıda yazma. * Ağartma, beyazlatma. TEB-ZEDE (C.: Teb-zedegân) f. Sıtmaya tutulmuş. TEBZİL Delme, yarma. Çok azimle bir şeye girişmek, adamak. TEBZİR Boş yere malını sarf etmek. * Serpmek. Dağıtmak. * İsraf etmek, lâyık olmayan yere malını sarfetmek. TEBZİRÂT (Tebzir. C.) İsraflar. * Tohum saçmalar. TECA'CU Yere düşmek. TECADU' Husumet etmek, düşmanlık etmek. TECAFİ Uzak olma. Yerinden bir tarafa ayrılma. TECAHÜD İnkâr etmek. TECAHÜD Kuvvetini sarfedip uğraşmak. Çalışmak. TECAHÜF Darbetmek, vurmak. * Üstün gelmek, galebe etmek. TECAHÜL Bilmezlikten gelme. Bilmiyor görünme. TECAHÜL-İ ÂRİFANE Edb: Bildiği bir şeyi bilmiyormuş gibi gösterme. Bilen bir kimsenin, bilmez gibi davranması. TECAHÜLKÂR f. Bilmezlikten gelen. TECAHÜM Yüz pörtürmek. TECAHÜR Aşikâre olmak, açık ve belli olmak. TECALÜS Birlikte oturmak. TECAMU' Cima etmek. * Toplanmak, cem'olmak. TECANÜB Sakınma. Çekinme. TECANÜF Meyletmek, eğilmek, yönelmek. TECANÜN Delirmek. TECANÜS Bir cinsten olma. * Birbirine sıkı sıkı bağlılık, benzeyiş ve uygunluk. TECARÜB (Tecarib) (Tecrübe. C.) Tecrübeler. TECASÜ Diz üstüne çökmek. TECASÜR Cesaretlenme. TECA'UD (Ca'd. dan) Büklüm büklüm olma (saç). TECAVEZ AN-NA Bizi affeyle (meâlinde dua). TECAVİF (Tecvif. C.) Oyuk yerler, oyuklar. TECAVÜB Cevaplaşma. Karşılıklı cevap verme. TECAVÜL (C.: Tecâvülât) (Cevelân. dan) Dolaşma. Cevelân etme. TECAVÜR Komşu olma. TECAVÜZ Haddini aşma. Söz veya hareketle ileri gitme. * Aleyhine hareket etme. * Zorlama. * Geçme. * Sataşma, saldırma, sarkıntılık. TECAVÜZÂT (Tecavüz. C.) Tecavüzler. Sataşmalar. Haddi aşmalar. TECAVÜZKÂR (C.: Tecavüzkârân) f. Sataşan, saldıran, tecavüz eden. TECAZÜB Birbirine karşı duyulan yakınlık. * İncizab etme. Çekme. TECAZÜM Kesişmek. TECAZÜR Sövüşme. TECBİB Ürkmek. Kaçmak. * Davarın ön ayaklarının dizlerine kadar beyaz olması. TECBİN Birisine "korkaksın" deme, korkak sayma. TECBİR (Cebr. den) Çıkık veya kırık olan kemiği sarıp iyi etme. TECBİYE Rüku eder gibi eğilip durmak. TECDİ' Bir kimseye iyileşmesin diye beddua etme. * Vücudun bir tarafını kesme. * Çocuğu zararlı şeylerle besleyip gelişmesini önleme. TECDİD Yenileme. Yenilenme. Tazelenme. TECDİDÂT Yenilemeler, tazelemeler. TECDİDEN Yenileterek. Yenileyerek. TECDİD-İ BİAT Biatını, bağlılığını, itimadını tekrarlamak, yenilemek. TECDİD-İ İMAN İman esaslarını kalben tasdik ettiğini, dil ile de tekrar edip yenilemek.( $ ın hikmetini soruyorsunuz. Onun hikmeti, çok Sözlerde zikredilmiştir. Bir sırr-ı hikmeti şudur ki: İnsanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüt ettikleri, için, her zaman tecdid-i imana muhtaçtır. Zira insanın herbir ferdinin mânen çok efradı var. Ömrünün seneleri adedince, belki günleri adedince, belki saatleri adedince birer ferd-i âher sayılır. Çünkü: Zaman altına girdiği için o ferd-i vâhid bir model hükmüne geçer, her gün bir ferd-i âher şeklini giyer.Hem insanda bu taaddüt ve teceddüt olduğu gibi, tavattun ettiği âlem dahi seyyardır. O gider, başkası yerine gelir, daima tenevvü' ediyor; her gün başka bir âlem kapısını açıyor. İmân ise; hem o şahıstaki her ferdin nur-u hayatıdır, hem girdiği âlemin ziyâsıdır."Lâilahe illallah" ise, o nuru açar bir anahtardır.Hem insanda mâdem nefs, hevâ ve vehim ve şeytan hükmediyorlar, çok vakit imânını rencide etmek için gafletinden istifade ederek çok hileleri ederler, şüphe ve vesveselerle imân nurunu kaparlar. Hem, zâhir-i şeriata muhalif düşen ve hattâ bâzı imamlar nazarında küfür derecesinde te'sir eden kelimat ve harekât eksik olmuyor. Onun için her vakit, her saat, her gün tecdid-i imâna bir ihtiyaç vardır. M.) TECDİD-İ NİKÂH Nikâh tazeleme. Nikâh yenileme. TECDİL Yere yıkma, yere atma, yere vurma. TECEBBÜR (Cebr. den) (C.: Tecebbürat) Kibirlenme, büyüklenme. TECEBBÜS Yürürken sallanmak. TECEBCÜB Kurumak. TECEDDÜD Tazelenme. Yenilenme. (Bak: Müceddid)TECEFFÜF : Kuruma, kuruyup katılaşma. TECEHHÜZ (Cihaz. dan) Hazır bulunma. Cihazlanma, hazırlanma. TECEHHÜZ-İ ARUS Gelinin hazırlanması. TECEHZUM Ululanmak. TECELBÜB Gömlek giymek. TECELCÜL Deprenmek, harekete geçmek. TECELLİ (TECELLÂ) Görünme. Bilinme. * Kader. * Allah'ın (C.C.) lütfuna uğrama. * İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. Hak nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi.(Fıtrat yalan söylemez. Meselâ : Bir çekirdekteki meyelân-ı nümüvv der ki: "Sünbülleneceğim, meyve vereceğim." Doğru söyler. Meselâ: Yumurtada bir meyelân-ı hayat var. Der: "Piliç olacağım" Biiznillâh olur, doğru söyler. Meselâ: Bir avuç su, incimad ile meyelân-ı inbisatı der: "Fazla yer tutacağım. "Metin demir onu yalan çıkaramaz, sözünün doğruluğu demiri parçalar. İşte şu meyelânlar irade-i İlâhiyeden gelen evâmir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir. M.N.) TECELLİDÂR f. İlâhî kudret ve lütuf ile meydana gelen. TECELLİGÂH f. Tecelli yeri. İlâhi kudretin, İlâhi sırrın meydana çıktığı, göründüğü yer. TECELLİ-İ TİMSAL Suretlerin tecellisi. TECELLİYAT (Tecelli. C.) Tecelliler. TECELLÜD Tekellüfle celâdet göstermek. Kendini şecaatli ve cesâretli göstermeğe çalışmak. * Serkeşâne inad etmek. TECELLÜL Ululanmak, büyüklenmek. TECEMCÜM Sözünü söylemekte güçsüz olmak. Konuşamamak. TECEMMU' Toplanma. Birikme. TECEMMUÂT (Tecemmu'. C.) Birikmeler, toplanmalar, yığılmalar. TECEMMÜD Donma. Sertleşme. Katılaşma. TECEMMÜDÂT (Tecemmüd. C.) Sertleşmeler, katılaşıp donmuş şeyler. TECEMMÜL Ziynetlenmek. Süslenmek. * Ululuk göstermek. * Âletler. Sebepler. TECEMMÜLÂT (Tecemmül. C.) Eşya, levâzım. Tetümmat. TECEMMÜLÂT-I BEYTİYE Evde bulunan eşya. Evin nizamını tamamlayan eşya. TECEMMÜM (Bitki) büyüme, çoğalma. TECEMMÜŞ Tekellüf etmek, özenmek. TECENNİ Meyve devşirme. * Bir kişiye işlemediği günahı işledi diye isnad etmek. TECENNÜB Sakınma. Çekinme. TECENNÜD Bir yere toplanıp asker olmak. TECENNÜN Cinnet getirme. Delirme. Çıldırma. TECERRU' Bahâdırlık ve kahramanlık etmek. TECERRU' (Cur'a. dan) Yudum yudum ve süzerek içmek. * Hışmını ve gadabını yutup def'etmek. Hiddetini yenmek. TECERRÜB Tecrübe sâhibi olma. TECERRÜD Soyunma, çıplak olma. * Evli olmama. * Tas: Mâsivadan alâkasını kesip, Allah'a müteveccih olup, ibadet ü taatla meşgul olma. * İman ve İslâmiyete mücahidane ve fedakârane bir tarzda hizmetle iştigal etme. * Herşeyden boş olma. (Bak: Mücahede) TECERRÜM Gitmek. * Etmediği günahı ettim demek. * Eksilmek. TECESSÜD Ceset şekline girmek. Vücud peyda etmek. Cesedlenmek. TECESSÜM Cisim şekline girmek. Maddeleşmek. Göz önüne gelmek. Mücessem olup görünmek. Cisimleşmek. TECESSÜM-İ HAYÂL Hayâl görme. TECESSÜS Gizlice araştırmak. Gizlice bakmak. * İç yüzünü araştırmak. * İç yüzünü araştırma merakı. TECESSÜSÂT (Tecessüs. C.) Tecessüsler, araştırmalar. Gözetlemeler. TECESSÜSKÂR f. Gizliden araştıran, meraklı. TECEŞŞU' Çok yemekten midenin dolması. * Genirmek. TECEŞŞU' Haris olmak, hırslı olmak. TECEŞŞÜM İncinmek. * Zahmetli şeyleri seçmek. TECEVVU' (Cu'. dan) İsteyerek aç kalma. Açlık çekme. TECEVVÜF İçi boş olma, kovuk olma. * İçine işleme. Nüfuz eyleme. TECEVVÜZ (C.: Tecevvüzât) (Cevaz. dan) Sözü mecaz olarak söyleme. * Caiz olmayanı caiz görme. Cevaz verip yapılmasını uygun görme. TECEVVÜZEN Mecaz yoluyla. TECEYYÜF Dost edinmek. TECEYYÜR Teftiş etmek, kontrol etmek. TECEZZİ Parçalara ayrılma ve bölünme. Ufalanma. TECEZZÜV (Cüz. den) Kısım kısım bölünme. Doğranma, ufalanma. TECFİF (Ceff. den) Kurutma veya kurutulma. * Cübbe giydirme. TECHİL Atın ayaklarını beyazlatmak. TECHİL Bir kimseyi câhil saymak, cahilliğini meydana koyma. TECHİR Büyütmek. * Genişletmek. TECHİYE Meyletmek, eğilmek, yönelmek. * Ondan yana sürmek. TECHİZ Donatma. Gereken şeyleri tamamlama. Cihazlanma. * Fık: Cenazenin yıkanmasından defnetmeğe kadar yapılması lâzım gelen şeyler ve bunları tedarik etme. TECHİZÂT (Techiz. C.) Donatım. TECHİZÂT-I ASKERİYE Askerî teçhizat, askerî donatım. TECHİZ-İ MEYYİT Ölünün yıkanıp, temizlenip, kefen ve sair ihtiyaçları tedarik edilerek hazırlanması. TE'CİC Tutuşturup alevlendirme. TEC'İD (Ca'd. den) Saç kıvırtma. TE'CİL Başka zamana bırakma. * Acele etmeme. (Zıddı: Ta'cil) TECLİC Çok gayret ve ikdâm etmek. TECLİD Ciltleme. * (Celd. den) Hayvanın derisini yüzme. TECLİL (Cüll. den) Hayvana çul örtme, hayvanı çulla örtme. TECLİYE (Cilâ. dan) Cilâlama, cilâ verme. * Aşikâre etmek, açıklamak. * Ruşen etmek, parlatmak. TECLİZ Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. TECMİ' Bir yere toplamak, * Cuma namazına gelmek. TECMİD Dondurma, dondurulma. TECMİL (C.: Tecmilât) Süs, tezyin. TECMİR Buhur etmek. * Taş atmak. * Hapsetmek. * Aşağı sarkıtmamak. * Kadının saçını toplayıp bağlaması. TECNİB Irak etmek, uzaklaştırmak. * Atın ayağının eğri olması. TECNİD Askerleri sıraya koyma, sıralama. TECNİS İki şeyi birbirine benzer şekle sokma. * Edb: Cinas yapma. İki mânalı söz söyleme. TECNİZ Ölüyü tabuta koyma. TECR Bezirgânlık etmek, ticaret yapmak. TECRİ' (Cer. den) Yudum yudum içirme. TECRÎ (Cereyan. dan) Cereyan ediyor, akıyor, gidiyor. TECRİB Tecrübe etme, deneme. TECRİBE (Bak: Tecrübe) TECRİD Açıkta bırakmak. * Yalnız başına bırakmak. Tek başına hapsetmek. * Dünya alâkalarını kalpten çıkarıp Allah'a (C.C.) yönelmek. * Edb: Bir şairin kendini mücerred bir şahıs, yâni ayrı bir adam farzederek ona hitabetmesi. * Soyma, soyulma. TECRİDEN Tecrid ederek. Tek olarak. * Mücerred (soyut) olarak. Tekliyerek. TECRİH Yaralama. TECRİM Suçlandırma. Cezalandırma. Cürüm isnad etme. * Bir taifeden ayrılıp gitme. TECRİR Çekmek. TECRİS Sağlam fikirli etmek. TECRÜBE (Tecribe) Deneme, sınama. * Görmüş, geçirmişlik. * Anlamak için yapılan iş. İmtihan. * İlmi bir gerçeği göstermek için yapılan deneme. Deney. TECRÜBÎ Tecrübeye ait. Tecrübeyle ilgili. TECSİM (Cisim. den) Vücudlu gösterilme. Cisimlendirme. Vücud gösterme. TECSİM Diz üstüne veya göğüs üstüne çökmek. TECSİMÂT (Tecsim. C.) Vücutlu göstermeler, cisimlendirmeler. TECSİS Kireç karıştırmak. * Kireçle sıvamak. * Binayı kireçle yapmak. TECŞİM İncitmek. * Teklif etmek. TECVİ' (Cu. dan) Acıktırma. TECVİD (Cevdet. den) Bir şeyi güzel yapma. Süsleme. * Kur'an-ı Kerim'i usulüne uygun olarak okuma ilmi ve buna dair yazılan kitap. TECVİD İLMİ Harflerin mahreç ve sıfatlarına uymak suretiyle, Kur'an-ı Kerim'i hatasız okumayı öğreten bir ilimdir. TECVİD-İ HURUF Seslerin mahreçlendirilmesi. Harflerin düzgün olarak telâffuz edilmesi. TECVİF (C.: Tecvifât) (Cevf. den) Oyma. Oyuk yapma. * Oyuk yer. TECVİL Seyahat etmek, gezmek. TECVİR (Cevr. den) Zora, sıkıya koyma, cevretme. TECVİZ Câiz görme. İzin verme, cevaz verme. TECYİF Korkma, korkutulma. * Vurmak. * Murdar etmek, pisletmek. TECYİŞ Askerleri dizmek. TECZİE (Cüz'. den) Kısım kısım ayırma, doğrama, ufaltma, bölme. TECZİM (Kol, kanat gibi şeyleri) kesme. TECZİR (Cezr. den) Mat: Kare kökünü alma. TECZİYE Cezalandırma. * Parça parça ayırmak. TEDABİR (Tedbir. C.) Tedbirler, çareler. TEDABÜR Kesişmek. TEDAFÜ' Birbirini def etme. * Müdafaa etme. * İtişme kakışma. TEDAFÜÎ Kendini müdafaa etme ve koruma ile alâkalı. TEDAHRUC Yuvarlanma. TEDAHÜK Karşılıklı gülüşme. TEDAHÜL İç içe olmak. Birbiri içine girmek. * Yığılıp kalmak. Birikmek. Karışmak. * Bir taksidi ödemeden ötekinin gelmesi. Ödemede gecikmek. TEDAÎ Birbirini bir iş için davet etmek. * Yıkılıp harap olmak. * Bir şeyi hatıra getirmek. Bir şeyin başka bir şeyi hatıra getirmesi. Çağrışım. TEDAÎ-İ EFKÂR Bir fikrin veya şeyin başka bir fikri veya şeyi hatıra getirmesi. TEDARRU' Cübbe veya zırh giymek. TEDARUB (Darb. dan) Vuruşma, dövüşme. TEDARÜ' Def'edişmek, birbirini kovmak. TEDARÜK (Tedârik) Ele geçirmek. Edinmek. Hazırlamak. * Araştırıp bulmak. * Ardı ardına erişip katılmak ve tevâli etmek. TEDARÜS Okuma, yazma. TEDAÜL Gizlenme, sinme. Zâyi olma. Saklanma. * Küçülme. Büzülme. TEDAÜM Kalabalık, izdiham. TEDAVİ İlâç verme. İyileşmesi için bakma. * Hastalığı iyi etme tarzı. TEDAVİR (Tedvir. C.) Tedvirler. Çâreler. Yollar. Dolaşmalar. TEDAVÜL Elden ele dolaşma. * Kullanma. * Sürüm. * Geçerlilik. TEDAVÜR Sıra ile yapmak, bir şeyi karşılıklı yapmak. TEDAYÜN Borç edişmek. TEDBİB Yumuşak etmek. * Sür'atle gitmek, hızla gitmek. TEDBİC Rükuda başı çok eğme. TEDBİH Rükuda başını çok aşağı eğmek. TEDBİH Muti etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmek. TEDBİR Bir şeyi te'min edecek veya def' edecek yol. * Cenab-ı Hakk'ın Hakîm ismine uygun hareket, riayet. * Bir şeyde muvaffakiyet için lâzım gelen hazırlık. TEDCİC Gökyüzünün bulutlu olması. * Silâh kuşandırmak. TEDEBBÜR Bir şeyin sonunu düşünmek, tefekkür etmek. Müdebbir olmak, tedbirli olmak. * Arkasını dönmek. TEDECCÜC Silâhlanmak. TEDEFFUK Suyun fışkırması. Atılmak. * Dökülmek. TEDEFFÜN (Defn. den) Gömülme, defnolunma. TEDEHDÜH Dönmek. TEDEHHİ Dâhileşme. Dehâ eseri gösterme. TEDEHHÜN (Dehn. den) Yağ sürünme, yağlanma. TEDEHHÜŞ Dehşete düşme. Korkma. Yılma. Ürperme. TEDEHRÜC Yuvarlanmak. TEDEKDÜK Taşlıkta ve kum arasında olmak. * Dağ, yerinden ayrılıp pâre pâre olmak. * Zelzele olup yerin deprenmesi. TEDEKKÜL Kendini büyük görmek, tekebbürlenmek. TEDELDÜL Kımıldamak. TEDELLİ (C.: Tedelliyât) Tevazu gösterme. * Nazlanma. * Aşağıya inme. * Eğilme. TEDELLİYÂT (Tedelli. C.) Nazlanmalar. * Eğilmeler. * Tevâzu göstermeler. TEDELLÜK Sürtme. Oğma. TEDELLÜL Nazlanma. TEDELLÜS Gizlenme, ihtifâ etme. TEDE'LÜB Kimse görmeden gitmek. TEDEMDÜM Helâk olmak. TEDEMMU' (Dem.' den) Gözün yaşarması. TEDEMMÜL Toprağa gübre dökme. Toprağı gübreleme. TEDENNİ Aşağı düşme. Aşağı inme. * Daha kötü bir derekeye düşme. Tenezzül etme. Maddi ve mânevi gerileme. Terakkinin zıddı. TEDENNİYÂT (Tedenni. C.) Gerilemeler, tedenniler, aşağılamalar. TEDENNÜ' Yakın olmak. TEDENNÜK Dikkatle bakmak. * Ayırtmak. * Su dökülmek. TEDENNÜS Pislenme, kirlenme. TEDENNÜS-İ CÂME Elbisenin kirlenmesi. TEDERDÜR Katı deprenmek. * Gamdan ve korkudan dolayı kendinden geçmek. TEDERRU' Zırhlanma. Zırh giyme. TEDERRÜ' Birbirine muhâlefet etmek, birbirine karşı gelmek. TEDERRÜB Alışma, ülfet peydâ etmek. TEDERRÜC (Derece. den) Derece derece, adım adım ilerleme. * Dürrâce benzer bir kuş. TEDERRÜN Bir organın, bir uzvun şişmesi. TEDERRÜS (C.: Tederrüsât) Ders alma, okuyup öğrenme. TEDERRÜSÂT (Tederrüs. C.) Ders almalar. Okuyup öğrenmeler. TEDESSÜR Elbise giyme. Elbiseye bürünme. * Erkek hayvanın dişisine binmesi. * Kişinin sıçrayıp atına binmesi. TEDEYYÜM Yağmurun sert yağması. TEDEYYÜN Dinini sakınmak. * (Deyn. den) Borçlanma. Borca girme. TEDFİK Dökmek. TEDFİN (Defn. den) Gömme, defnetme. * Örtme, gizleme. TEDHİN (Dühn. den) Güzel kokulu yağ sürme. Yağlamak. TEDHİN (Duhan. dan) Dumanlama, tütsüleme. TEDHİŞ Korkutma. Dehşete düşürme. Ürkütme. TEDHİŞ-İ EZHÂN Zihinlerde heyecan meydana getirme. TE'DİB Edeblendirme. Terbiye verme. * Haddini bildirme. TE'DİBAT (Te'dib. C.) Edeplendirmeler, terbiye etmeler. TE'DİBEN Te'dib suretiyle, te'dib için. Haddini bildirmek için. TEDİRGİN Huzursuz, rahatsız. TE'DİYAT (Te'diye. C.) Ödemeler. TE'DİYE (C.: Te'diyat) Eda etmek. * Ödenmiş para. Verilmiş borç. * Borcunu vermek. TE'DİYE-İ DEYN Borç ödeme. Borcunu verme. TEDKİK Hakikatı anlamak ve meydana çıkarmak için inceden inceye araştırma. TEDKİKAT (Tedkik. C.) Tedkikler. Araştırmalar. İncelemeler. TEDKİKAT-I AMİKA Çok inceden ve derinden yapılan tetkik. TEDLİK Sürme. TEDLİS Yumuşatmak. Bir şeyi mülâyim ve kaygan yapmak. * İnciyi şeffaf etmek. TEDLİS Sattığı şeyin ayıbını müşteriden gizlemek. * Fık: Hadisi ilk nakledenin ismini gizlemek. Hadisi başkasına isnâd eylemek. TEDLİYE Sarkıtmak. Yukarıdan aşağıya bırakma. * Şaşırma, dehşete düşme. * Delil ve vesika hazırlama. * (Akıl) gitmek. * Ahmak etmek, salaklaştırmak. TEDMİ' Göz yaşı dökmek. TEDMİC Bir şeyi başka bir şeyin içine yerleştirme. * Arkasını eğmek. TEDMİN Yığıp toplamak. * İhâta edip kaplamak. * Lâzım olmak, icab etmek. TEDMİR Yok etmek. Mahvetmek. Tepelemek. Perişan etmek. TEDMİS Yumuşak etmek, yumuşatmak. TEDMİS Örtmek, gizlemek. TEDMİYE Vurup kanatmak. TEDNİH Zayıf görüş. * Oturmak, ikamet etmek, mukim olmak. TEDNİK Yakın olmak. TEDNİR Ruşen etmek, nurlandırmak, parlatmak. TEDNİS (C.: Tednisât) Kirletme, kirletilme. TEDRİ' Zırh giydirme. TEDRİC Azar azar, derece derece ilerlemek. Birisini bir şeye yavaş yavaş vardırmak. * Sıkıştırmak suretiyle çok güçsüz hâle koymak. * Edb: İfadenin derece derece yükselmesi veya alçalması. (Bak: Tensik) TEDRİCÂT (Tedric. C.) Tedricler. TEDRİCEN Yavaş yavaş, azar azar, derece derece. TEDRİCÎ (Tedriciyye) Yavaş yavaş olan, derece derece yapılan. TEDRİC-İ HÂBİT Edb: İfadenin alçalması. Bir şeyi tarif ederken vasıf bakımından yukarıdan başlayıp aşağıya inmek. Bunun aksini yapmağa da Tedric-i sâid denir. TEDRİ-İ CÜYUŞ Askerlere zırh giydirme. TEDRİS Okutmak. Öğretmek. Ders vermek. TEDRİSÂT (Tedris. C.) Tedrisler. Ders vermeler. TEDRİSÂT-I ÂLİYE Yüksek öğretim. TEDRİSÂT-I İBTİDÂİYE İlk öğretim. TEDSİM Yağlı ve uyuz etmek. TEDSİR Kuşun yuvasını düzenlemesi veya düzeltmesi. TEDSİYE Baştan çıkarma, azdırma. * Gizlemek. TEDVİH Şehirler gezmek. TEDVİM Teskin etmek, sâkinleştirmek. * Kuşun, uçarken dönüp deverân etmesi. * Dili ağızda döndürmek. * Tatmak. TEDVİN Bir araya toplayarak tertipleme. * Edb: Aynı mevzuya ait bahisleri, çalışmaları bir araya getirip kitap hâline getirme. TEDVİR Devrettirmek, döndürmek. Çevirmek. * İdare etmek, yönetmek. * Daire şekline sokmak. * Edb: Bir mısradaki kelimelerin yerini değiştirmekle veznin ve mânanın bozulmamasıdır. * Kur'an-ı Kerim kıraatında: Tahkik ile hadr ortasında bir okuma usulüdür. Her iki yönde meşru mübalâğayı bırakıp orta yolu tercih ederek okumaktır. TEDVİR-ÜL MENZİL Menzilleri çevirmek, döndürmek, idare etmek. * Ev idaresi. TEDVİYE (Devâ. dan) İlâç verme. * Kuş kanadının fısıltısı. TEEBBEL İmtina' etmek, yapmamak, çekinmek. TEEBBİ İnkâr etmek. * (Ebb. den) Bir kimseyi baba kabul etme. Baba edinme. TEEBBÜD Ürküp çekinme. * Evlenmeme, bekâr kalma. TEEBBÜH Kibirlenme, böbürlenme, gururlanma. * Alicenaplık ve göztokluğu ile bir şeyden vazgeçme. TEEBBÜN İzine uyma. Tâbi olma, birinin yolundan gitme. TEEBBÜS Mütegayyer olmak, rengi değişmek. TEEBBÜT Koltuklamak. TEECCÜC Tutuşma, alevlenme. TEECCÜL Belli bir vakte kadar müddet isteme. * Sığır ve geyik gibi hayvanların sürü sürü olmaları. TEECCÜM Öfkelenme. TEEDDİ Yetiştirmek. TEEDDÜB Edebli olma. Utanma. Çekinme. Edebini takınma. TEEDDÜBÂT (Teeddüb. C.) Edeblenmeler, çekinmeler, utanmalar. TEEDDÜBEN Edebli davranarak. Edeb ve terbiye kaidelerine uyarak. Edebi icabı olarak. TEEFFÜF (C.: Teeffüfât) Oflama. Of çekme. TEEHHİ Birini kardeş edinme. TEEHHÜB Hazırlanmak. TEEHHÜL Evlenme. * Ülfet ve ünsiyet eyleme. Ehlileşme. TEEHHÜR Gecikme. Sonraya kalma. Geriye kalma. TEEKK Çukur kazmak. TEEKKÜD (Ekd. den) Kuvvet bulma. Sağlamlaşma. TEEKKÜL (Ekl. den) Yaranın, oyulup açılması. * Yenme, eklolunma. TEELLİ Yemin etmek. TEELLUK Yıldıramak, parlamak. TEELLÜB Cem'olmak, toplanmak. * Dağ keçisinin erkeği. TEELLÜF Alışma. Hoş geçinme. * Barışma. * Huylanma. * Birikme. TEELLÜFÂT (Teellüf. C.) Hoş geçinmeler, alışmalar. Bağdaşmalar. TEELLÜH Kulluk ve ibadet etmek. * Tazarru' etmek, yalvarmak. TEELLÜM Elem duyma. Kederlenme. Tasalanma. TEELLÜMÂT Elemler, kederler, tasalanmalar. TEEMMEL Düşün, dikkat et, incele (mânasına emirdir). TEEMMİ (Emet. den) Cariye edinme. * Dadı satın almak. TEEMMÜL İyice, etraflıca düşünmek. Derin derin düşünmek.(Evet, aklı bozulmayan bir şahıs, teemmülü neticesinde anlar ki: Meselâ: Bal arısını pek çok şeylere fihriste yapan ve kitab-ı kâinatın ekser mesâilini insanın mahiyetinde yazan ve incir nüvesinde incir ağacının proğramını derceden ve insanın kalbini binlerce âlemlere örnek ve pencere yapan ve beşerin kuvve-i hafızasında tarih-i hayatını taallukatiyle beraber yazan ancak ve ancak her şeyi yaratan Hâlık olabilir. Ve böyle bir tasarruf, yalnız ve yalnız Rabb-ül Âlemine mahsus bir hâtemdir. M.N.) TEEMMÜLÎ Düşünerek söylenen veya yazılan. Teemmüle ait ve müteallik. (Bak: Tefekkür) TEEMMÜM Kasdetmek. * (Ümm. den) Ana edinme. Birini anne kabul etme. TEEMMÜR (Emr. den) Amirlik taslama. TEENNİ İhtiyatlı ve akıllıca davranma. Bir işte acele etmeyip bir düşünce dairesinde hareket etme. (Teude de denir) TEENNİ-İ HİKMET Hikmetin yavaş yavaş ve akıllıca gibi, en faydalı şekilde zuhuru.(Nasılki bir ekmeğin vücudu; tarla, harman, değirmen, fırına terettüb eder. Öyle de, tertib-i eşyada bir teenni-i hikmet var. Hırs sebebiyle teenniyle hareket etmediği için o tertib-i eşyadaki manevi basamakları mürâat etmez. Ya atlar düşer ve yahut bir basamağı noksan bırakır; maksada çıkamaz. M.) TEENNUK Nazarında ve fikrinde dikkatli olmak. İttikan. Eşyanın hikmetli, kusursuz ve pürüzsüz yapılışı. TEENNÜS (Üns. den) Müennes olma. * Kadınlaşma. Kadın gibi hareketlerde bulunma. TEERRÜB Ululanmak, büyülenmek. * Kendini zeki göstermeğe çalışmak. TEESSİ Sabır gösterme. Teselli bulup sabretme. Avutma. TEESSÜF Eseflenmek. Kederlenmek. * Beğenmemek ve râzı olmadığını ifade etmek. TEESSÜL Sermaye edinmek. * Cem'etmek, toplamak. TEESSÜM (İsm. den) Günahtan sakınma. TEESSÜN Mütegayyer olmak, rengi ve tadı değişmek. TEESSÜR Kederli ve üzüntülü olarak içlenmek. Üzülmek. * Te'sir altında kalmak. * Kederlenmek. TEESSÜR İşten alıkoyma. Oyalandırma. TEESSÜRÂT Üzüntüler. Teessürler. TEESSÜR-BAHŞ f. Hüzün veren, keder veren, tasaya düşüren. TEESSÜS Temelleşmek. Yerleşmek. Kurulmak. Teşekkül. TEETTİ Asan olmak, kolaylaşmak. * Beklemek, gözlemek. TEEVVİ (İvâ. dan) Bir yerde yerleşme, yurt edinme. Oturacak yer edinme. TEEVVÜD Eğrilme, bükülme. İki kat olma. TEEVVÜH (C.: Teevvühât) İnleme, figân etme. TEEVVÜL Mânâsı başka olma. Başka anlama gelme. TEEYYÜD Kuvvetlenme. Kuvvet ve metânet bulma. Te'yid olunma. TEEZZİ İncitme. TEEZZÜB Her yönden rüzgârın esmesi. TEEZZÜR Örtünme, bürünme. Tesettür. TEF f. Buhar. * Sıcaklık, hararet. TEFA' Hiddet ve gadap etmek, öfkelenmek, kızmak. TEFADDUL Faziletlilik iddiasında bulunmak. Üstünlük taslamak. * Bir kimseyi inâyet, ihsan ve kerem ile memnun etmek. TEFADİ Bir kimseye "Sana ben feda olayım" demek. * Feda etmek. TEFAFİH (Tuffâh. C.) Elmalar. TEFAHE Horluk, hakirlik. * Tatsızlık. TEFAHHUC Oturduktan sonra ayaklarını ayırmak. TEFAHHUL Aygırlanmak. TEFAHHUM Kömürleşme. Kömür hâline gelme. TEFAHHUR (C.: Tefahhurât) (Fahr. dan) Övünme, fahirlenme. TEFAHHUS Bir şeyin, bir mes'elenin iç yüzünü dikkatle araştırma. TEFAHHUSÂT (Tefahhus. C.) İnceden inceye araştırmalar. TEFAHHUŞ Fuhşa düşmek, fâhişe olmak. Ahlâksız olmak. * Çirkin sözler söylemek. TEFAHUR Fahirlenmek. İftihar etmek. Kendini iyi görüp, kusurdan gaflet etmek. TEFAHUŞ Birbirine çirkin sözler söylemek. TEFAKKUD (C.: Tefakkudât) Arayıp sorma. Sorup soruşturma. TEFAKKUH Gül gibi açılma. TEFAKKUR (Fakr. dan) Fakirleşme. Fukaralaşma. TEFAKUM İş büyüyüp güçleşme. TEFAKÜH (Fâkihe. den) Birbirlerine karşılıklı yemiş atma. * Mc: Şakalaşma. TEFANİ Birbirinde fâni olmak. Arkadaşının iyi ahlâkıyla sevinmek. Arkadaşının, kardeşinin meziyyet ve hissiyatı ile fikren yaşamak. TEFARİC (Tefric. C.) Yırtmalar, genişletmeler. * Ferah vermeler. * Korkaklar, zaifler, yüreksizler. * (Tifrac. C.) Yırtmaçlar, aralıklar. TEFARİK Müteferrik olanlar. Tefrikalar. Ayırma ve seçmeler. * Taksitler. Ufak tefek şeyler. Ayrıca şeyler. * Küçük hediyelik eşya. TEFARİK-UL ASÂ Bir atasözüdür. Bu darb-ı mesel hakkında meşhur Kamus Tercümesi'nde hülâsaten şu mâlumat var: "Arab'dan fakir bir kadının zaif ve gayet huysuz bir oğlu varmış. Yaptığı müteaddit kavgalarda meselâ bir defasında burnunu, bir defasında kulağını, bir defasında dudaklarını kesmişler. Her bir defasında da annesi çocuğunun kesilen azalarına bedelen diyet alarak zenginleşti. Bu sebeple oğluna: "Sen tefarik-ul-asâdan daha faydalısın." Zira o, asâ ki, bir cins ağaç olup, parçalandıkça her bir parçasından yine faydalı şeyler yapılırdı. Onun gibi oğlunun da vücud parçaları daha faydalı oldu. Yani, bir (şey) olmakla beraber, muhtelif fayda cihetleri bulunan şeyler için mecazen bu tabir kullanılır. TEFARÜT Müsabaka etmek, yarışmak. TEFASİL (Tefsir. C.) Tefsirler, Kur'an-ı Kerim'in mânasını anlatan kitaplar. TEFASİL (Tafsil. C.) Tafsiller, ayrıntılar. TEFASSUM Kırılma. Kesilme. TEFASUH Fasahatle söyleme. TEFATTUN Tefehhüm. Sür'atle anlama, idrak etme. * Ufalanma. TEFATTUR Yarılma. TEFATUH Muhakeme olmak. * Bir nesneye başlamak. TEFATÜ' Muhakeme etmek. TEFAÜL Fal tutmak. TEFAVÜD Birbirinden faydalanma, yararlanma. TEFAVÜT Farklılık. İki şey arasındaki fark. Uygunsuzluk. Tehâlüf. TEFAZUL (C.: Tefâzulât) Mikdar fazlası, fark. * Meziyet ve fazilet yarışına çıkma. TEFAZZUL Üstünlük taslama, fazilet satma. * Bağışlama, iyilik. TEFCİ' (C.: Tefciât) Canını yakma, acıtıp ağrıtma. Dertli kılma. TEFCİR Yerden su kaynatıp akıtma. * Drenaj, oluk vs. gibi su yolları yaparak, bir yerde birikmiş olan suları akıtma işi. * Yarmak. TEFCİYE Yemeğin içine nohut, buğday, pirinç, maydanoz ve bunlara benzer şeyler koymak. (Bu konulan şeylere "ebazir" derler.) TEFDİM İbrik ağzına süzgeç koymak. TEFDİYE Canını başkası uğruna feda etme. TEFEB Helâk olmak, mahvolmak. TEFECCU' Canı yanma, acıma. Kaygılı olma, dertli olma. * Belâ ânında hüzünlü olma. TEFECCÜR (Fecr. den) (C.: Tefeccürât) Yerden su kaynayıp akma. * Tan yeri ağarma. * Çatlama, yarılma. TEFECİ t. El altından yüksek faizle para veren kimse. TEFEHHUZ Tâzim, hürmet. TEFEHHÜM Farkına varmak. İdrâk eylemek. * Yavaş yavaş anlamak. Tekellüfle anlamak. TEFEHHÜMÂT (Tefehhüm. C.) Farkına varmalar, yavaş yavaş anlamalar. TEFEKKU' Yarılmak. TEFEKKUH Fıkıh ilmini tahsil etmek. (Bak: Fıkıh) TEFEKKÜH Yemiş toplayıp vermek. Meyvedar olmak. Meyvelenmek. * Pişman olmak. * Pek hoşlanıp hayrette kalmak. TEFEKKÜK Zincir halkası gibi birbirinden ayrılma. TEFEKKÜN Pişman olmak. * Taaccüb etmek, hayrette kalmak, şaşırmak. TEFEKKÜR Fikretmek. Düşünmek. Fikri harekete getirmek.(Tefekkür, gafleti izale eder. Dikkat, teemmül; evham zulümâtını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususi ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman derinden derine tafsilât ile tetkikat yap. Fakat afâkî, haricî, umumî ahvalâta teemmül ettiğin vakit sathî, icmalî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik, tafsilâtında yoktur. Hem de âfâkî tefekkür, dipsiz denize benziyor; sahili yoktur. İçine dalma boğulursun. Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde kesret fikrini dağıtır. Evham seni havalandırır. Enaniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalbeder. İşte dalâlete îsal eden kesret yolu budur. M.N.)"Bir saat tefekkür, bir sene nâfile ibadetten hayırlıdır" (Hadis-i şerif meâli) (Bak: Ülfet) TEFEL Guslü ve temizliği terk etmekle vücudun kokması. TEFELLUK Yarılma, çatlama. TEFELLÜC Felç olma, felce uğrama. * Yarılıp çatlama. TEFELLÜL (Kılıç) gedik olmak, yaralanmak. Rahnedar olmak. TEFELLÜS İflâs etme. TEFELLÜT Halâs olmak, kurtulmak. * Aniden bağından boşanmak. TEFELSÜF Feylesoflaşmak. TEFENNÜN Fen öğrenmek. * Çok şeyler bilmek. * Türlü türlü olmak. * Bir fende maharet sahibi olmak. TEFENNÜN-İ Fİ-L İBÂRE Bir defa söylenilmiş olan bir sözü ikinci defa söylemek icabederse, o aynı kelimeyi tekrarlamamak için başka kelime veya sözle aynı mânâyı ifade etme san'atı. TEFERKU' Parmak öttürmek. TEFERRU' Bir çok kollara ayrılmak. * Bir kimse halkın üzerine havale olmak. * Bir kavmin en şerefli kadını ile evlenmek. * Çatallanıp dal dal olmak. TEFERRUÂT Bir şeyin bütün incelikleri, ayrıntıları. TEFERRUC (Ferec. den) Ferahlanmak. İç açılmak. * Gezintiye çıkmak. Seyr. TEFERRUG (Ferâg. dan) Vaz geçme, fârig olma. * Bir işi bitirip kurtulma. * Satın alınan bir mülkün tapusunu kendi üzerine çevirme. TEFERRUH (Ferah. dan) İçi açılma, ferahlanma. TEFERRUK (Fark. dan) Dağılma, ayrılma. TEFERRÜD (Ferd. den) Tek ve yalnız kalma. Herkesten ayrılma. * Eşsiz, emsâlsiz ve benzersiz olma. * Kendi başına olma. TEFERRÜS Ferasetle bir şeyi kestirmek. Bir şeyi dikkat ve teemmül ederek isabetli olarak idrak etmek, anlamak. * Zannetmek. TEFERRÜŞ (Ferş. den) Yayılma, serilme. TEFERRÜZ (İfrâz. dan) Ayrılma. TEFER'UN Firavunlaşma. Zâlimlik etme, zulüm yapma. * Çok fazla kibirlenme. TEFES Kir, pislik. * Menâsik-i Hacta bıyık ve tırnak kesmek, baş ve kaş yolmak. TEFESSUD Akmak. TEFESSUH Fasih olma. Anlaşılması kolay olma. TEFESSÜH Alçaklaşmak. Bozulmak. * Çürümek. Kokup dağılmak. * Tâkattan düşmek. TEFESSÜH Açılmak. Genişlemek. İnbisat bulmak. * Mecliste çekilip bir adama oturacak yer açmak. TEFEŞŞİ İntişar etmek, dağılmak. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman sesin ağız içinde dağılıp uzatılmasına denir. Sin, sad, se, ra, fe, şın, mim, dad harflerine mütefeşşi harfleri denir. TEFEŞŞU' Galip olmak, yenmek. * Çoğalmak, çok olmak. TEFEŞŞÜ' Münteşir olmak, yayılmak, intişar etmek. TEFETTÜ' Rücu etmek, geri dönmek, vazgeçmek. TEFETTÜN Bir kimseyi zorla fitneye atma. TEFETTÜT (Fett. den) Ufalanma, ufak ufak parçalanma. TEFE'ÜL Fal açmak. * Bazı hâdiseleri, tevafukları uğurlu saymak. Meselâ: Bir kitabı rast gele açarak ilk tevafuk eden yeri okuyup ona dikkat ederek onu uğurlu ve esas bir ders sayma gibi. * Olacak şeyi tahmin etmek. (Zıddı: Teşe'üm)(Kur'an ile tefe'üle ve rü'yaya itimada ehl-i hakikat tarafdar değiller. Çünki: Kur'an-ı Hakîm, ehl-i küfrü, kesretle ve şiddetli bir tarzda vuruyor. Tefe'ülde, kâfire ait şiddeti, tefe'ül eden insana çıktığı vakit, yeis veriyor; kalbi müşevveş ediyor. M.)(Beşer idrakinin akibetini kestiremediği mühim işlerde İslâm dini istihare ile tefe'ülü tâlim etmiştir... S.B.M. C: 11 sh: 113)(Ebu Hüreyre'den (R. A.) Resülullah'ın (S.A.M.) : "İslâm'da teşe'üm yoktur, en hayırlısı tefe'üldür" buyurduğunu işittim, dediği rivayet olunmuştur. Mecliste bulunanlar: Tefe'ül nedir Ya Resülallâh! diye sordular. Resül-i Ekrem: Sizden birinizin duyduğu güzel sözdür buyurdu.Teşe'üm, şom tutmak ve hayırsız saymak demektir. Tefe'ül de uğurlu ve hayırlı saymaktır ki dilimizde yom tutmak diye ifade ederiz. Güzel sözle tefe'ül hakkında en güzel misal, Resül-i Ekrem'in Hudeybiyye seferinde Süheyl bin Amr'ın adiyle tefe'ül buyurmasıdır...Hudeybiyye'de Kureyş, müslümanları müşkil bir vaziyete soktuğu sırada Kureyş tarafından muahede akdine mezun bir hey'etin Süheyl bin Amr'ın riyaseti altında gelmekte olduğu duyulunca Resül-i Ekrem uysallık ve yumuşaklık ifade eden (Süheyl) adiyle tefe'ül ederek ashabına: "Artık işiniz kolaylaştı!" buyurmuştur.Güzel sözle tefe'üle dair güzel bir misâl de Arab edip ve şâiri Asmaî, İbn-i Avn'den hikâye ederek vermiştir ve doktora gitmek üzere evinden çıkan bir hastanın: (Sâlim) diye birisinin çağrıldığını duyarak hastalığından kurtulacağına yom tutmasıdır, demiştir. S.B.M. C: 12 Hadis no: 1936) TEFEVVUK Üstünlük. Fâik ve daha büyük olma. Üstün gelme. TEFEVVÜH (C.: Tefevvühât) (Fevh. den) Söyleme, ağza alma. * Dil uzatma. Münâsebetsiz söz söyleme. TEFEVVÜT Birbirinden eksik olmak. TEFEVVÜZ Bir işi üzerine alma. TEFEYHUK Geniş, bol olmak. * Çok konuşmak. TEFEYYÜZ Feyizlenmek. * İlerlemek. * Bollaşmak. TEFEZZÜR Kaftan giymek. TEFHİM Kömürleştirme. TEFHİM Ta'zim. * Bir şeyi kalınlaştırmak. * Tecvidde: Harfi kalın okumaktır. Harflerinin adına Müfahhim denir. Şunlardır: Hı, sad, dad, tı, zı, gayın, kaf, lem, rı, vav, elif. Huruf-u isti'lâda tefhim vâcibdir. TEFHİM Anlatmak. Bildirmek. TEFHİM-İ MERÂM Merâmını anlatma. TEFHİR Fahirlendirmek, gururlandırmak. * Gâlip olmakla hükmetmek. TEFİE Eğilmek. * Rücu etmek, geri dönmek. TEFİH Hakir, zelil. * Lezzeti olmayan. TE'FİK (C.: Te'fikât) Yalan söyleme. * Yalan ve iftirâ etme. TEF'İL Fal açtırmak. Tefe'ül etmek. TEFİLE Gövdesi kokan kadın. TEFİRE Üst dudağın ortasında olan çukur. TEFKIYE Yarmak. * Göz çıkarmak. TEFKİ' Parmak öttürmek. TEFKİH Hayrete düşürme. * Hoşlandırma. * Yemiş yedirme. TEFKİH (Fıkh. dan) Öğretme, anlatma. * Fıkıh öğretme. TEFKİK Birbirinden ayırmak. * Halâs etmek, kurtarmak. TEFKİR Muhtaç etmek. * Yüksek yeri ağaç dikmek için düzlemek. TEFKİR Düşündürme veya düşündürülme. * Endişe etmek. TEFL Tükürmek. TEFLİC Açmak. TEFLİK Yarmak. TEFLİL Gedik açmak, yarmak. TEFNİD Tekzib etmek, yalanlamak. * Zayıflatmak. * Aciz etmek. * Korkutmak. TEFNİK Nimetlendirmek. * Naz. * Beslemek. TEFNİN Karıştırmak. * Çeşitli yapmak. TEFRİ' Asıldan, kökten şubelere ayrılma, kısım kısım olma. Ayrılma. Fer'lendirme. TEFRİC Gönül açmak. Gam ve tasa gidermek. TEFRİCE (C: Tefâric) Aralık, yırtmaç. TEFRİD Dünya alâka ve meşguliyetlerinden ayrılıp, ibâdet ve tâatle meşgul olma. TEFRİG (Feragat. dan) Boşaltma. * Azade etme. * Dökme. * Kurtarma. * Zâil ve hâlî eyleme. * Vazgeçirme. TEFRİGÂT Boşaltmalar. TEFRİH Korkusuz kalmak. * Gelişme, filizleme. Yumurtadan çıkmak. TEFRİH Ferahlandırma, gönül açma. TEFRİK Ovdurmak. TEFRİK Birbirinden ayırmak, seçmek, ayırdetmek, ayrı kılmak. * Korkutmak. TEFRİKA Nifak. Ayrılık. Bozuşma. * Bir gazete veya dergide parça parça, bir önceki yazının devamı olarak çıkan uzun yazı. * Fırka fırka olmak. TEFRİR Ürkütmek. Kaçırmak. TEFRİS Yırtmak. * Parçalamak. TEFRİS Acıktırmak. TEFRİŞ Döşeme. Yayma. Yayıp döşeme. * Ev eşyasını düzenleme. TEFRİT Ortalamanın yani vasatın çok altında kalmak, geride kalmak. Normalden aşağı olmak. (İfratın zıddı) TEFRİZ Farzetmek. TEFSA' Kesmek. * Eskimek. TEFSİD Fâsid etmek, bozmak. TEFSİDE f. Hararetli, kızgın. TEFSİE Çekmek. Uzatmak. TEFSİK (Fısk. dan) Fısk ve fücura sürükleme. Birisine fâsık, kabahatli, günahkâr demek. TEFSİL Yaramaz ve kem nesne. TEFSİR Mestur, gizli bir şeyi aşikâr etmek. Mânâyı izhâr etmek. * Anladığını anlatmak. Bildiği kadar açıklamak. * Kur'ân-ı Kerim'in mânâsını anlatan kitab. * Ehl-i Hadis ıstılahında Tefsire dâir hadis-i şeriflere Tefsir denilir. (Bak: İctihad)(Tefsir iki kısımdır: Birisi, malûm tefsirlerdir ki, Kur'anın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânâlarını beyan ve izah ve isbat ederler.İkinci kısım tefsir ise: Kur'anın imanî olan hakikatlerini, kuvvetli hüccetlerle beyan ve isbat ve izah etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Zâhir mâlum tefsirler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda dercediyorlar. Fakat, Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda, muannid feylesofları susturan bir manevî tefsirdir. Ş.)(Risale-i Nur, hükema ve ulemanın mesleğinde gitmeyip Kur'anın bir icaz-ı mânevisiyle her şeyde bir pencere-i mârifet açmış; bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur'an'a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamanda hadsiz ehl-i inadın hücumlarına karşı mağlub olmayıp galebe etmiş. M.N.)(Kur'an-ı Azimüşşan; bütün zamanlarda gelip geçen nev'-i beşerin tabakalarına, milletlerine ve fertlerine hitaben Arş-ı Alâdan irad edilen İlâhî ve şümullü bir nutuk ve umumi, Rabbanî bir hitabe olduğu gibi; bilinmesi, bir ferdin veya küçük bir cemaatin iktidarından hariç olan ve bilhassa bu zamanda, dünya maddiyatına ait pek çok fenleri ve ilimleri câmidir.Bu itibarla; zamanca, mekânca, ihtisasca daire-i ihatası pek dar olan bir ferdin fehminden ve karihasından çıkan bir tefsir, bihakkın Kur'an-ı Azimüşşan'a tefsir olamaz... Çünkü, Kur'anın hitabına muhatab olan milletlerin, insanların ahval-i ruhiyelerine ve maddiyatlarına, câmi bulunduğu ince fenlere, ilimlere bir ferd, vâkıf ve sahib-i ihtisas olamaz ki, ona göre bir tefsir yapabilsin. Hem bir ferdin mesleği ve meşrebi taassuptan hâli olamaz ki, hakaik-i Kur'aniyeyi görsün, bîtarafane beyan etsin? Hem bir ferdin fehminden çıkan bir dâva, kendisine has olup, başkası o dâvanın kabulüne davat edilemez... Meğer ki bir nevi icmanın tasdikine mazhar ola.Binaenaleyh, Kur'anın ince mânalarının ve tefsirlerde dağınık bir surette bulunan mehasinin ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sayesinde tecelli eden hakikatlerin tesbitiyle, herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkıkîn-i ulemadan yüksek bir heyetin tetkikatiyle, tahkikatiyle bir tefsirin yapılması lâzımdır. Nitekim, kanunî hükümlerin tanzim ve ıttıradı, bir ferdin fikrinden değil, yüksek bir heyetin nazar-ı dikkat ve tedkikatından geçmesi lâzımdır ki, umumi bir emniyeti ve cumhur-u nâsın itimadını kazanmak üzere millete karşı bir kefalet-i zımniyye husule gelsin; ve icma-i millet, hücceti elde edebilsin.Evet, Kur'an-ı Azimüşşan'ın müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve nâfiz bir içtihada malik ve bir velâyet-i kâmileyi haiz bir zat olmalıdır. Bilhassa bu zamanlarda, bu şartlar, ancak yüksek ve azim bir heyetin tesanüdiyle ve o heyetin telâhuk-u efkârından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmesinden ve hürriyet-i fikirlerinden ve taassublarından âzâde olarak tam ihlâslarından doğan dâhî bir şahs-ı manevîde bulunur. İşte, Kur'anı, ancak böyle bir şahs-ı mânevi tefsir edebilir. Çünkü, "Cüzde bulunmayan, küllde bulunur." kaidesine binaen, her fertte bulunmayan bu gibi şartlar, heyette bulunur. İ.İ.) (Bak: Müfessir) TEFSİRE Hastaların bevlini koyacak şişe. Sidik kabı. TEFTE f. Hararetli, kızgın, kızmış. TEFTİH Hor ve zelil etmek. * Kahretmek. TEFTİH (C.: Teftihât) (Feth. den) Açmak. * Bırakmak. * Yarmak, yardırmak. * Geğirmek. TEFTİK (Fetk. den) Yün, pamuk gibi şeyleri ditmek, tarayıp açmak. TEFTİK (Fetk. den) Yarma, yarılma. TEFTİL (Fetl. den) Fitil yapma. Bükme, eğirme. TEFTİN (Fitne. den) Fitneye düşürme. * Meftun verme. Ayartma. TEFTİR (C. Teftirat) Bıkkınlık verme. Fütur verme. Usandırma. * Zayıf etmek, zayıflatmak. * Naksetmek, eksiltmek. TEFTİS Ufak ufak parçalama. TEFTİŞ Kontrol etmek. İşlerin alâkalı vazifeliler tarafından ele alınıp iyi ve tamam yapılmasına çalışmak. * Sormak. * Ayırmak. TEFTİŞÂT (Teftiş. C.) Teftişler. TEFTİT Parça parça etme, ufalama. TEFTİYE Lâğımcılık yapmak. * Büyüyünceye kadar kızı evden dışarıya çıkarmamak.. TEFVİF Bezi alacalı dokutmak. TEFVİH Korkutmak. TEFVİK Tar: Okçulukta, yayın sol el ile yukarıya kaldırılması. * Okun gezini yayın kirişine koymak. TEFVİM Ekmek pişirmek. TEFVİT (Fevt. den) Geçirme, kaçırma. TEFVİT-İ SALÂT Namaz vaktini geçirme veya kaçırma. TEFVİYE Konuşkan olmak. TEFVİZ Birisine bırakma. * İşini Allah'a (C.C.) havâle etme. * Sipariş ve ihâle etme. TEFYİL Bir kimsenin bir kimseye "fikrin zayıf" demesi. TEFYİM Genişletmek. TEFZİ' Ürkütme. Korkutma. * Hayretle baktırma. TEGABBİ Birisini geri zekâlı sayma. TEGABBÜR (Gubâr. dan) Tozlanma. TEGABİ Bilmez olmak. Ahmaklaşmak. TEGABÜN (Gabn. dan) Karşılıklı aldatma. Aldanma veya aldanmanın zuhuru. TEGABÜN SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 64. suresidir. Medenîdir. TEGADDİ (Bak: Tagaddi) TEGADDÜB (Gadab. dan) Hiddetlenme, öfkelenme, gazaba gelme, kızma. TEGAFÜL Bilmez görünmek, anlamazlıktan gelmek. Kasden kendisini gafil göstermek.(Farazâ, bazılarının altında büyük fenâlıklar varsa da, hücum edilmemek gerektir. Zira, çok fenalık vardır ki, iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça ve ondan tegafül edildikçe mahdut ve mahsur kaldığı gibi, sâhibi de perde-i hicab ve hayâ altında kendisinin ıslahına çalşır. Lâkin vaktâ ki, perde yırtılsa, hayâ atılır. Hücum gösterilse, fenalık fena tevessü' eder. Münazarât) TEGALGUL Hoş kokulu şeyler sürünmek. * Zorluk, çetinlik, güçlük. * Bir şeyin, ilmin içine çok dalmak. TEGALLÜB (Bak: Tagallüb) TEGALLÜF (Gılaf. dan) Kılıflanma. TEGALLÜT (C.: Tegallütât) (Galat. dan) Yanılma. Yanlışa düşme. TEGALÜB Birbirine galebe etmek, birbirine üstün gelmek. TEGAMGUM Sözü düz söylememek. TEGAMMÜD Günahı örtmek. TEGAMMÜR Suyu az içmek. TEGAMÜZ (Gamze. den) (C: Tegamüzât) Birbirine göz ucu ile işâret etme. TEGANNUC (C.: Tegannücât) (Ganc. dan) Nazlanma. TEGANNUS Tatsız olmak. TEGANNÜM Koyunlaşma. Koyun postuna bürünüp kendisini koyun gibi gösterme. TEGARBÜL (Gırbâl. den) Kalburdan geçirme. TEGARGUR Gargara etmek. TEGARRÜB (Gurbet. den) Gurbete çıkma. TEGARRÜD (C.: Tegarrüdât) Kuşun hoş ve nağmeli bir şekilde ötmesi. TEGARRÜR Gururlanma, kibirlenme. * Kaynamak. * Galeyan. TEGASSUN (Gusn. dan) Dalbudak peydâ etme. Dallanma. TEGASSÜL (Gasl. den) Gusletme, yıkanma. TEGAŞMÜR Kahra uğratmak. TEGAŞŞİ (Gışâe. den) Örtünme, bürünme. * (Gaşy. den) Kendinden geçme. TEGAT Birbirini suya daldırmak. TEGAVÜN Cem'olmak, toplanmak. * Kötü işe yardım etmek, şer işe muâvin olmak. TEGAVÜR Birbirini yağmalamak. TEGAVVUT Kazâ-i hâcet etmek. TEGAVVÜL Renk değiştirme. Renkten renge girme. TEGAVVÜR (Gavr. dan) Derine dalma. * Bir şeyin esâsını arama. TEGAYÜB Birkaç kişinin topluca kaybolması. TEGAYÜR Zıt olmak. Uymamak. Başka türlü olmak. TEGAYÜZ (C.: Tegayüzât) Karşılıklı olarak kızışıp öfkelenme. TEGAYYÜM (C.: Tegayyümât) (Gayb. dan) Bulutlanma. TEGAYYÜR Hâlden hâle geçmek, değişmek. * Bozulmak. * Zıt olmak. (Bak: Hâdis) TEGAYYÜT Büyük def-i hâcet. TEGAYYÜZ Meşeliğe otlaması için davar salmak. * Meşelik içinde yerleşmek. TEGAYYÜZ (C.: Tegayyüzât) (Gayz. dan) Hiddetlenme, kızma. TEGAZGUZ Eksik olmak. TEGAZÜN Hışmetmek, kızmak. TEGAZZÜB (Gazâb. dan) Öfkelenme, hiddetlenme, gazaba gelme, kızma. TEGAZZÜL (C.: Tegazzülât) (Gazel. den) Gazel tarzında şiir yazma. * Gazel söyleme. TEGERG f. Dolu. TEGİL f. Sakalları yeni çıkmağa başlayan genç. TEH f. Dip. * Mertebe, kat. TEHABB Dostluk etme. Muhabbet, sevişme. TEHABBÜB (Bak: Tahabbüb) TEHABBÜR (Haber. den) Esasını bilme, iyice bilme. TEHABBÜS (Habs. den) Kendini bir yere kapama. Hapsetme. TEHABBÜT (Bak: Tahabbut) TEHACCUR (Bak: Tahaccür) TEHACİ (Hecâ. dan) Hicivleşme. * Hicvetme, yerme. TEHACÜM Birbirine hücum etme. * Bir yere istekle, hızlıca toplanmak, üşüşmek. TEHACÜR Birbirinden ayrılmak. * Kesilmek. TEHADDİ (Bak: Tahaddi) TEHADDÜS (Bak: Tahaddüs) TEHADU' Aldanmış gibi görünme. TEHADÜB Kamburlaşma. TEHADÜM Yıkılmak. TEHADÜR Kaynamak. Galeyan. TEHAFÜT Düşürmek, düşmek. * Birbirinin üstüne atılmak. Birbirinin ardınca olmak. TEHAFÜT Sözü gizlice söyleşmek. TEHAKKÜM (Bak: Tahakküm) TEHALLÜF Uygunsuzluk. * Kafileden geri kalma. * Geride bırakma. TEHALLÜL (Bak: Tahallül) TEHALÜF Birbirine zıt olmak. Birbirine muhalif olmak, uymamak. TEHALÜF (Half. dan) Hâkimin her iki tarafa da yemin ettirmesi. TEHALÜK (C.: Tehâlükât) (Helâk. dan) İstekle atılma. Tehlikeye aldırış etmeden, birbirini çiğneyecek gibi koşuşma. TEHAMİ (C.: Tehâmiyât) Kendini sakınma, korunma. * Avukatlık etme. TEHAMUK (Humk. dan) Kendini ahmak gösterme. TEHANNÜN Çok arzu ve istek göstermek. * Göreceği gelmek. Özlemek. TEHARRUB Ağaç kurdunun ağacı kemirerek oyması. TEHARRÜK Hareketlenmek, kımıldamak. Hareket etmek. TEHARÜC Çıkışmak. * Tevzi etmek, dağıtmak. * Fık: Ortakların bir kısmı akar (para getiren mülk), bir kısmı arazi, bazısı da para üzerine yaptıkları anlaşma. TEHARÜM (Herm. den) Genç olduğu hâlde, kendini ihtiyar gösterme. Yaşlı gibi görünme. TEHARÜŞ Hırıldaşıp dalaşma. TEHASSÜB Yastığa dayanma. TEHASSÜR (Bak: Tahassür) TEHASSÜS (Bak: Tahassüs) TEHASÜD (Hased. den) Hasetleşme. TEHASÜM Muhâsama etme, düşmanlık etme. TEHAŞİ (Haşy. dan) Korkup çekinme, sakınma. TEHAŞÜN Haşin davranma. Zorluk gösterme. Sert muamelede bulunma. TEHATİH Bâtıl, boş ve abes sözler. * Tamamlanmamış söz. TEHATTUF Kapmak. TEHATTÜM Pek lüzumlu ve vâcib olmak. Vücub derecesinde bulunmak. TEHATU' Hatâ etmek, kabahat işlemek. TEHATUB (Hatb. dan) Hitablaşma. Karşılıklı birbirine hitab etme. TEHAVİL Muhtelif renkler, çeşitli renkler. TEHAVÜN Mühimsememek, ehemmiyet vermemek, ağır davranmak. Aldırış etmemek. * İstihkar, horlama, hakir görme. TEHAVVÜL (Bak: Tahavvül) TEHAYÜC Kandırmak. TEHAYÜT Toplanıp gelmek. TEHAYYÜZ (Bak: Tahayyüz) TE'HAZ Tekrar almak. TEHAZÜL Muhârebeden kaçıp geri dönme. TEHBİL : "Baban seni ölmüş diye ağladı" demek. TEHCİD Uyutmak. TEHCİN Dedikodu yapma. * Müstehcen ve edeb dışı sayma. TEHCİR Yurdundan çıkarma, hicret ettirme, sürme. * Öğle vakti bir yere gitme. TEHCİYE Heceleme. TEHDİB Saçak yapmak. TEHDİD Göz dağı verme, birisini korkutma. Korkutulma. TEHDİD-ÂMİZ f. Tehditle karışık, tehdit eder surette. TEHDİDÂT (Tehdid. C.) Korkutmalar, göz dağı vermeler. TEHDİDEN Korkutarak, tehdit ederek. TEHDİDKÂRÂNE f. Tehdid edenlere yakışır şekilde. Tehdid edercesine. TEHDİL (Budak) aşağı eğilmek. * (Dudak) aşağı sarkmak. TEHDİM (Hedm. den) Yıkma. TEHDİN Çocuğu güzel sözlerle susturup avutma. Yalandan yüze gülüp medhetme. * Teskin etmek. TEHDİR Hastalıklı devenin bağırması. * Sözü boğaz içinden söylemek. TEHDİYE Hediye verme, bağışlama. TEHECCİ (Hecâ. dan) Heceleme. TEHECCÜD Gece uyanıp namaz kılmak. Gece namazı. (Bu namaz, nâfile namazların en çok sevablısıdır.) TEHECCÜM Hücum etme. Saldırma. * Acele gitme. TEHECCÜR Ayrılmak. * Zuhr vaktinde seyretmek. TEHECHÜC Uzaklaşmak. Irak olmak. TEHEDDİ Doğru yola girme. Hidayetlenme. TEHEDDÜB Saçaklanmak. TEHEDDÜL Sarkma, sölpüme. TEHEDDÜM (C.: Teheddümât) Yıkılma. TEHEKKU' Teveccüh etmek, yönelmek. TEHEKKÜM İstihza. * Tevbih. Şiddetle azarlama. Görünüşte ciddi, hakikatta alaydan ibaret olan eğlenme. * Edb: Tarizin tesirli olan kısmı. TEHEKKÜMÂT (Tehekküm. C.) Ciddi tavır takınarak eğlenmeler. TEHEKKÜMEN Alay için, tehekküm suretiyle. TEHEKKÜR Taaccüb etmek, hayrette kalmak, şaşırmak. TEHELHÜL Fileli olmak. Bir elbisenin delikli delikli olması. TEHELLU' Haris olmak, hırslı olmak. TEHELLÜL Sevinme, açık yüzlü olma. Yüzü gülme. Beşâretten yüzdeki parlama eseri. TEHELLÜS Zayıflamak. TEHEMMU' Seyelân etmek, akmak. TEHEMTEN f. İri vücutlu, boylu boslu yiğit. TEHENDÜM Kapanmak. TEHENNÜ' Sinmek. * Alışmak. TEHESHÜS Gizli ses. TEHESSÜM Kesilmek. TEHEŞŞÜM Münkesir olmak, kırılmak. TEHETTÜK (C.: Tehettükât) (Hetk. den) Yırtılma. * Utanmazlık ve hayâsızlıkta aşırı derecede olma. TEHEVVU' Kusma. İstifrağ etme. TEHEVVÜD Tevbe. Sâlih amel. * Yahudi olmak. TEHEVVÜK Tenbel olmak. TEHEVVÜL Korkunç hâle gelme. * Birisinin malına göz koyma. TEHEVVÜM Hafif uyku. TEHEVVÜN Hakir kılınma. Horlanma. Hakaret görme. Aşağılanma. TEHEVVÜR Korkusuzlukla düşünmeden hareket etmek. Sonunu düşünmeden birden bire karar vermek. * Kuvve-i gadabiyenin ifrat mertebesi; maddi mânevi hiçbir şeyden korkmamak hâleti. TEHEVVÜS Heveslenmek. * Yumuşak yerde ağır ağır yürümek. TEHEYYÜ Hazırlanma, nizamlanma. TEHEYYÜB (Heybet. den) Korkma. Korkutma. TEHEYYÜC Heyecanlanma. Coşma. Deprenme. Harekete gelme. TEHEYYÜCÂT (Teheyyüc. C.) Coşup heyecanlanmalar. TEHEYYÜF İnceltmek. TEHEYYÜL Lânet etmek. TEHEYYÜM Şaşma, şaşırma. Şaşıp kalma. Hayran olma. * Susuz olma. TEHEYYÜN Asan olmak, kolay olmak. TEHEYYÜZ Perâkende olmak, dağılmak. TEHEYYÜZ Kırılmış kemiğin kaynayıp bitişmesi. TEHEZZUK Bir yerde karar etmeyip çalkanmak. TEHEZZUM Zulmetmek. TEHEZZÜ' Maskaraya almak. TEHEZZÜC Nağmeli ses çıkarma. Terâne-perdâzlık etme, makamla şarkı söyleme. TEHEZZÜL Bıkkın olmak. TEHEZZÜM Eliyle bir nesneyi kırmak. TEHEZZÜZ Hafif titreme, deprenme, ihtizâz. TE'HIYE Hayvana yatacak ahır yapmak. * Birbirine kardeş olmak. TEHİ Boş, avare kalmak, hâlî. Eli boş. TEH-İ ÇÂH Kuyunun dibi. TEHİDEST Eli boş. Züğürt. TE'HİL Misafire "hoş geldiniz" demek olan ehlen ve sehlen cümlesini söylemek. * Ehliyetli kılmak. * Ürkekliğini gidermek. Alıştırmak. * Lâyık ve müstehak görmek. TEHİM (Töhmet. den) Suçlu, kabahatlı. TEHİMİYAN f. İçi boş. TE'HİR Geciktirme. Sonraya bırakma. TE'HİRÂT (Te'hir. C.) Tehirler, geciktirmeler, sonraya bırakmalar. TEHİYYE (Tahiyye) Selâm vermek. Hayır duâ etmek. * Hazır ve âmâde kılmak. (Bak: Tahiyye) TEHLİB Atın kuyruğunun kılını kesmek. TEHLİK Öldürme. Helâkete düşürme. TEHLİKE (Tehlüke) (Helâk. den) Helâkete sebep olacak hâl. Felâket. TEHLİL İslâmiyetin tevhid akidesini hülâsa eden, ancak bir İlâh bulunduğunu, Onun da ancak ve ancak Allah (C.C.) olduğunu ifade eden "Lâilâhe illâllâh" sözünü tekrar etmek. (Bak: Tevhid) TEHN Kâim olmak, var ve mevcud olmak. TEHNİD Lâtifeleşmek, şakalaşmak, birbirine lütuf etmek. TEHNİE Tebrik etmek. TEHNİYET Tebrik etme, kutlama. TEHRİB Kaçırma. Kaçırılma. Firar ettirme. TEHRİM Kocaltma. TEHŞİM Zaaf vermek. * Kırmak. TEHTAN Yağmurun ulaştırı yağması. TEHTEHE Ağır söylemek, sert konuşmak. TEHTİK Yırtma. * Nâmusa halel getirme. TEHVİ' Kusturma veya kusturulma. TEHVİD Yahudileşme. Yahudi edilme. TEHVİL Dehşet göstermek. Korkutma. TEHVİM (C.: Tehvimât) Hafif uyku. TEHVİN (Hevn. den) Kolaylaştırma. * Ucuzlatma. Ucuzlatılma. * Alçaltma. Alçaltılma. * Cevr ve hakaret eylemek. Saymamak. Hakir görmek. TEHVİR Suyu veya diğer sıvıları döktürmek. TEHVİS Yedirmek, yemek yedirmek. TEHVİŞ Karma karışık etme. * Bir yere toplama. TEHVİYE (Hevâ. dan) Havalandırma. TEHYİ' (Tehyie - Tehiyye) (C.: Tehiyyât) Hazırlama, hazırlanma. TEHYİB (C.: Tehyibât) Heybetli gösterme, heybetli gösterilme. TEHYİC Heyecanlandırma. Coşturma. * Ayağa kaldırma. TEHYİCÂT (Tehyic. C.) Coşturmalar, heyecanlandırmalar. TEHYİE (C.: Tehyiât) Hazırlama, hazırlanma. TEHYİR Suyu döktürmek. TEHZİ' Kırmak. TEHZİB Islâh etme. * Temizleme. Fazlalığını, pisliğini giderme. TEHZİB-İ AHLÂK Temiz ahlâk sâhibi olmağa çalışmak. Ahlâkını düzeltmek. TEHZİB-İ RUH Ruhunu yükseltmeğe, temizlemeğe çalışmak. TEHZİC (C.: Tehzicât) Makamla şarkı söyleme. TEHZİL (C.: Tehzilât) Zayıflatma. * Alaya alma. Alay şekline sokma. TEHZİZ (C.: Tehzizât) Hafif titreme, hareket ettirme. Deprendirme. TEK f. Koşma, seğirtme. TEKABBEL Kabul etsin mânasında söylenir. TEKABBELALLAH Allah kabul etsin (meâlinde duâ). TEKABBUH (Kubh. dan) Çirkin görme. kötü sayma. TEKABBÜL Kabul etmek. TEKABKUB Bağırsaklarda gazların meydana getirdiği gurultu. TEKABÜL Karşılıklı olma. Bir şeyin karşılığı olma. Yüzleşme. Karşılık olma. Karşılama. * Tezat. TEKADDÜM Geçmiş bulunma. * Öne geçme. İlerleme. * Birine gelmesi muhtemel bir zararın def'i için evvelceden iş'ar ve tenbih eylemek. * Fık: Mürur-u zaman olmak. Zamanı geçmiş bulunmak. TEKADİM (Takdime. C.) Takdim edilen armağanlar, verilen hediyeler. TEKADİR (Takdir. C.) Mukadderât. Alınyazıları. * İhtimâller. TEKADÜM Geçmiş bulunma. * Mürur-u zaman olma. TEKÂFİ (Tekâfü') Birbirinin dengi olma. TEKÂFÜ' Beraberlik, eşitlik, müsâvilik. TEKAHHUL (Bak: Tekehhül) TEKÂHÜL Dikkatsizlik, ihmal. TEKA'KU' Yaramaz gönüllü olmak. * Geri durmak. TEKALİB (Taklib. C.) Döndürmeler, çevirmeler. İçi dışa çevirmeler. TEKÂLİF Teklifler, vergiler. (Bak: Teklif) TEKALKUL Deprenme, hareketlenme, sarsılma. TEKALLÜD Bir şeyi üzerine alma. İltizam edip boynuna alma. TEKÂLÜB (Kelb. den) Köpek gibi birbirine saldırma. * Husumet etmek, düşmanlık yapmak. TEKAMMUS Giyinme, gömlek giyme. TEKÂMÜL Kemâl bulma. Olgunlaşma. TEKÂMÜLÂT (Tekâmül. C.) Olgunlaşmalar, tekâmüller. TEKAMÜR (Kımâr. dan) Kumar oynama. TEKÂPU f. Öteye beriye seğirtme. Telâşla koşarak birşeyler araştırma. * Dalkavukluk. TEKÂRİ Kira almak. TEKARİR (Takrir. C.) Teklifler, takrirler, önergeler. TEKARRÜR (Bak: Takarrür) TEKARÜB Birbirine yaklaşma. Birbirine yakın gelme. * Tedenni etme. TEKÂRÜM Ayıp ve kusur olacak şeylerden kaçınma. TEKARÜN (Karn. dan) Birbirinin yanına gelme. Birbirine yanaşma. Mukarenet. TEKAS (Bak: Takas) TEKASİT (Taksit. C.) Taksitler. TEKÂSÜF Kesifleşme. Yoğunlaşma. Sıklaşma. * Bir noktada toplanma. * Birbirinden ayrılan kimyevi maddelerin tekrar toplanarak birleşmeleri. TEKÂSÜL Üşenmek. Gevşeklik. İhtimamsız davranmak. Tembellik. TEKÂSÜLÂT (Tekâsül. C.) Tembellikler, üşenmeler. İlgisizlikler. TEKÂSÜLÎ Gevşeklik ve uyuşukluğa âit. Tembellikten gelen. (Bak: Himmet) TEKASÜM (Kasem. den) Andlaşma. * Bölüşme. TEKÂSÜR (Kesret. den) Çoğalma. Kesret bulma. * Çok öğünme. Mal ve evlâdın çokluğu ve bu çokluk ile fahirlenme. TEKÂSÜR SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 102. Suresi. Mekkîdir. Makbure Suresi de denilmiştir. TEKAŞŞU' (Kaş'. dan) Balgam çıkarma. TEKATİR (Taktir. C.) Damlamalar. TEKATTU' Tıb: Sıtma nöbetinin muntazam vakitlere ayrılması. TEKATTÜL Birbirini kesme, kesişme. TEKATU' Kesme. Kesişme. * Çatışma. İki çizginin bir noktada birbirini kesmesi. TEKATUR Damlama. Damla damla dökülme. TEKATÜB Yazışmak. TEKATÜL (Katl. dan) Vuruşma. Birbirini öldürme. Mukatele. TEKATÜM Birbirinden sır saklama. TEKAÜD Oturma. Fârig olma. * Karşılıklı oturma. * Emeklilik. TEKAÜDEN Emekliye ayrılarak. TEKAÜDİYE Tekaüde mahsus olan aylık. TEKÂVER f. Koşucu, seğirtici. * Yorga yürüyüşlü at. TEKAVİM Takvimler. TEKAVÜL (Kavl. den) Sözleşme. TEKÂVÜS Bir yere cem'olmak, yığılmak, toplanmak. * Sıkışmak. TEKAVVÜL Kendisinde olmayanı söylemeğe çalışma. Yalan söyleme. TEKAVVÜLAT (Tekavvül. C.) Yalan sözler. TEKAVVÜM Eğri iken doğrulma. TEKAVVÜS Kavislenme. Bükülme. Eğilme. Kavis şekline girme. TEKAVVÜT (Kut. dan) Beslenme, azıklanma. Geçinme. TEKÂYA (Tekye. C.) Tekyeler. (Türkçede bazan "tekke" şeklinde de kullanılır.) TEKÂYÜD (C.: Tekâyüdât) (Keyd. den) Birbirine hile yapma. TEKAYYÜD (Bak: Takayyüd) TEKAZ Birbiriyle ödeşme. * Karşılaştırma. TEKAZA (Bak: Takaza) TEKÂZÜB (Kizb. den) Birbirini aldatma. Birbirine yalan söyleme. TEKAZZU' Çıbanın irinlenmesi. TEKBİB Kebap yapmak. TEKBİL Bendetmek. TEKBİR Allahü ekber demek. Allah'ın her hususta en yüksek ve en büyük olduğu ifâde etmek.(Bu sırr-ı ittihad ile kâinat içinde bir zerre gibi zayıf, küçük bir mahluk olan şu insan, ubudiyetin azameti cihetiyle Hâlık-ı Arz ve Semavat'ın mahbub bir abdi ve arzın halifesi, sultanı ve hayvanatın reisi ve hilkat-i kâinatın neticesi ve gayesi oluyor.Evet eğer namazların arkasında, hususan bayram namazlarında bir anda Allahuekber diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihad ettikleri gibi âlem-i şehadette dahi birbiriyle ittihad edip içtima' etse, küre-i arz tamamiyle büyük bir insan olup azametine nisbeten büyük bir sada ile söylediği Allahuekbere müsavi geldiğinden o muvahhidînin ittihadiyle bir anda, Allahuekber demeleri, Küre-i Arz'ın büyük bir Allahuekberi hükmüne geçiyor... Adetâ bayram namazlarında Âlem-i İslâmın zikir ve tesbihi ile zemin zelzele-i kübrâya mazhar olup, aktar-ı etrafiyle Allahuekber deyip kıblesi olan Ka'be-i Mükerreme'nin samimi kalbiyle niyet edip, Mekke ağziyle, Cebel-i Arefe diliyle Allahuekber diyerek o tek kelime, etraf-ı arzdaki umum mü'minlerin mağara-misal ağızlarındaki havada temessül ediyor. Bir tek Allahuekber kelimesinin aks-i sadâsıyla hadsiz Allahuekber vuku bulduğu gibi o makbul zikir ve tekbir, semavatı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de temevvüc ederek sada veriyor. İşte bu arzı böyle kendine sâcid ve âbid ve ibadına mescid ve mahluklarına beşik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zat-ı Zülcelâl'e, yerin zerratı adedince hamd ve tesbih ve tekbir edip ve mevcudat adedince hamdediyoruz ki; bize bu nevi ubudiyeti ders veren Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmına ümmet eylemiş. L.) TEKBİRÂT (Tekbir. C.) Tekbirler. Tekbir getirmeler. TEKBİRHÂN f. Tekbir getiren. TEKBİT (Cihaz) Az olmak. * Asan olmak, kolay olmak. TEKDİH Kuvvetle kaşımak. TEKDİM Çok ısırmak. TEKDİR Azarlamak. * Kederlenme. * Bulanık etme. * Mektebde talebeye verilen ve siciline geçirilen bir ceza. Ta'zir. TEKDİRÂT (Tekdir. C.) Tekdirler, azarlamalar. TEKDİS Harman etmek. TEKE f. Keçilerin erkeği. Sürü önünden giden kösemen. * Bir cilt defter. * Tezek. TEKEBBÜD (Kebed. den) Sertleşme, katılaşma. TEKEBBÜR Kibirlenmek. Kendini büyük saymak. Nefsini büyük görmek. (Bak: Taabbüd, Tevazu')(İşte ey insan! Eğer yalnız ona abd olsan bütün mahlukat üstünde bir mevki kazanırsın. Eğer ubudiyetten istinkâf etsen, âciz mahlukata zelil bir abd olursun. Eğer enâniyetine ve iktidarına güvenip, tevekkül ve duâyı bırakıp, tekebbür ve dâvaya sapsan; o vakit iyilik ve icad cihetinde arı ve karıncadan daha aşağı, örümcek ve sinekten daha zayıf düşersin. Şer ve tahrib cihetinde dağdan daha ağır, tâundan daha muzır olursun. S.) TEKEDDUH Kuvvetle kaşımak. TEKEDDÜN Eğlenmek. TEKEDDÜR Bulanık olma. * Kederlenme. TEKEFFÜ' Yürürken etrafına bakmadan önünü gözleyerek gitmek. TEKEFFÜF (Keff. den) El uzatarak dilencilik etme. Avuç açma. Dilenme. * Avuçla tutmak. TEKEFFÜL Boynuna almak. * Birine kefil olmak. Kefâlet etmek veya vermek. TEKEHHUL Göze sürme çekme. Suni kara gözlü olma. TEKEHHÜF (Kehf. den) Mağara biçiminde oyulup kazılma. TEKEHHÜN Kâhinlik yapma, falcılık etme. TEKE'KÜ' Cem'olmak, birikmek, toplanmak. * Korkak olmak. TEKELLÜF Kendi isteğiyle külfete girmek, bir zorluğa katlanmak. * Gösterişe kapılmak. Özenmek. * Yapmacık hâl ve hareket. Zoraki hareket.(Üstadımız, tekellüf ve taazzumdan aslâ hoşlanmaz ve talebelerinin dahi tekellüf kaydından âzâde olmalarını emreder. Ve buyururlar ki, "Tekellüf şer'an ve hikmeten fenâdır. Çünkü, tekellüf sevdası, insanı hadd-i ma'rufu tecâvüze sevkeder. Mütekellif olanlar, bazan hodbinâne bir tezâhür ve tefâhür tavrı ve muvakkat soğuk bir riyâkâr vaziyeti takınmaktan kurtulmaz. Halbuki, bunların ikisi de ihlâsı zedeler." R.N.) TEKELLÜFÂT (Tekellüf. C.) Tekellüfler. TEKELLÜL Götürü gelmek. * İhâta etmek, kaplamak, içine almak. TEKELLÜM (C.: Tekellümât) Konuşmak. Söylemek. TEKELLÜMÂT-I TESBİHİYE Cenab-ı Hakk'ı tesbih eden kelâmlar, konuşmalar.(Demek faaliyetten gelen harekât ve zeval bir tekellümât-ı tesbihiyedir ve kâinattaki faaliyet dahi kâinatın ve envâının sessizce bir konuşması ve konuşturmasıdır. M.) TEKELLÜM-İ SÂMİT Sessiz konuşma. TEKELLÜS (C.: Tekellüsât) (Kils. den) Kireçleşme. TEKEMKÜM Başına külâh giymek. TEKEMMÜ' Mantar koparmak. TEKEMMÜL Olgunlaşmak. Kemâle doğru gitmek.(İnsanda olan hadsiz istidadât-ı maneviyye ve nihayetsiz âmâl ve efkâr ve müyulât dahi israf edilmeyecektir. Öyle ise, insandaki o esaslı meyl-i tekemmül bir kemâlin vücudunu gösterir. Ve o meyl-i saadet, saadet-i ebediyeye namzed olduğunu kat'i olarak ilân eder. Öyle olmazsa insanın mahiyet-i hakikiyyesini teşkil eden o esaslı maneviyat, o ulvi âmâl, hikmetli mevcudatın hilâfına olarak israf ve abes olur, kurur, hebâen gider. S.) TEKEMMÜL-Ü MEBÂDÎ Bir şeyi netice veren ilk unsur ve sebeblerin ibtidailikten mükemmelliğe doğru gitmesi. TEKEMMÜM (Kümm. den) Örtünüp bürünme. TEKEMMÜN Pusuya yatma, gizlenme. TEKEMMÜŞ Acele etme. TEKENNİ (Künye. den) Künye alma. Ad alma. TEKENNÜF Bir yere toplanmak. TEKENNÜS Gizlenmek. * Örtünmek. TEKERFU' Mürtefi olmak, yükselmek. TEKERRU' Paça yemek. TEKERRÜC Fâsid olmak, bozulmak. * Kirlenmek. Paslanmak. TEKERRÜH (Kerh. den) İğrenme, kerih görme. TEKERRÜM Saygı görmek. Keremli olmak. TEKERRÜR Tekrarlanmak. (Bak: Tekrârat) TEKERRÜRÂT (Tekerrür. C.) Tekerrürler, tekrarlanmalar. TEKERRÜŞ Buruşma. TEKESSÜB Kazanmak. TEKESSÜL Durmak. * Üşenmek. Gevşek davranmak. TEKESSÜR Kırılmak. TEKESSÜR Çoğalmak. Kesretli olmak. Adet miktarına adet ilâve olmak. TEKEŞŞÜF Açılmak, görünmek, sıyrılmak, meydana çıkmak. * Rüsvay olmak. Sırları açığa çıkmak. TEKETTÜL Bir yürüme çeşiti. TEKEVVÜK Baş yarmak. * Basmak. TEKEVVÜN (C.: Tekevvünât) Vücuda gelmek. Meydana geliş. * şekillenmek. * Var olmak. TEKEVVÜNÎ Tekevvüne ait. Oluşla, hâdisatla alâkalı. TEKEVVÜR Damlamak. TEKEYMÜS Yemeklerin midede ezilmesi. TEKEYYÜF Bir keyfiyet kabul etmek. Eksiltmek veya noksan etmek. Keyfiyetlenmek. * Keyiflenmek. TEKEYYÜS (Kiyâset. den) Kiyâsetli ve zeki görünme. * Zariflik gösterme. TEKFİL Kefil etme. Kefil edilme. Kefil gösterme. * Boynuna aldırmak. TEKFİN Kefenlenmek veya kefenlemek. TEKFİR Birisine "kâfir" deme, kâfirliğine hükmetme. * Ortadan kaldırma, yok etme. * Setretme, örtme. * Keffaret verme. * Elini göğsüne koyup tevazu yapma. TEKFİR-İ YEMİN Yeminin keffaretini vermek. Yemin bozan bir kimsenin ceza olarak ödediği para, tuttuğu oruç. (Bak: Keffaret) TEKFİR-İ ZÜNUB Günahları örtme, affetme. TEKFUR Tar: Bizans İmparatorluğunun valilik derecesindeki idarî hizmetlerinde bulunan kimseler. TEKHİL (Kuhl. dan) Göze sürme çekme. TE'KİD Kuvvetlendirme, sağlamlaştırma. * Üsteleme. Bir iş için evvelce yazılan bir yazıyı tekrarlama. TE'KİDEN Tekrarlama ile. * Sağlamlaştırarak. Te'kid suretiyle. * Evvelce yazılmış olan bir yazıyı tekrarlı(Zeker). TE'KİD-İ MANEVÎ Söylenişi başka, manası müşterek olan. TE'KİL Yedirme veya yedirilme. TEKLÎ Hapsetmek. TEKLİB Köpeğe av öğretmek. TEKLİC Yüzünü ekşitmek. TEKLİF Zor birşey istemek. Bir vazife ileri sürmek. * Sıkılgan ve resmi davranış. İçli dışlı olmayan çekingen muâmele. * Vergi yüklemek. * Vazife vermek. * Cenab-ı Hakk'ın, insanları, emir ve nehiyleri üzerine hareket etmeğe vazifelendirmesi. * Fık: Şeriat-ı İslâmiyenin, ehliyet ve salâhiyet sahibi olan insanlara bir takım vazifeler yapmalarını ve bir kısım şeyleri de terketmelerini emir ve ilzam buyurmasıdır. Bunlar ile öylece dinen me'mur ve vazifeli olan bir insana mükellef denir. Çoğulu: Mükellefîn'dir. (Bak: Ahlâk-ı hasene)(Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ ervah-i âliye ile ervah-ı sâfile müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. S.)(S - Diyorsun ki: "Teklif, saadet içindir. Halbuki ekser-i nâsın şekavetine sebeb, teklifdir. Teklif olmasaydı, bu kadar tefavüt-ü şekavet de olmazdı?"C - Cenab-ı Hak, verdiği cüz'-i ihtiyarî ile ef'al-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeye insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedia olarak ekilen gayr-i mütenahi tohumları sulamak ve neşv ü nemalandırmak için de beşeri teklif ile mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşv ü nema bulamazdı. Evet, nev'-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki; ruhun manen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve eterakkisini telkih eden, yani aşılayan, şeriatlardır; vücud veren, tekliftir; hayat veren, Peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemalât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyariyle teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi nev'in saadetine de sebeb olmuştur. Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarı ile küfrü kabul ve tekâlif-i İlâhiyyeyi reddetmişlerse de, teklifin bazı nevi'lerinden süzülen terbiyevî, ahlâkî vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevi'lerini zımnen ve ıztıraren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hali kâfir değildir. İ.İ.) TEKLİFÂT Teklifler. TEKLİF-İ İLÂHÎ Allah'ın teklifi, yani emirleri. TEKLİF-İ MÂLÂ-YUTAK Ağır ve güç yetmez olan teklif. Dayanılmaz teklif. TEKLİL (İklil. den) Taç giydirme. TEKLİM Söyletmek. * Yaralamak, mecruh etmek. TEKLİS (Kils. den) Kireç hâline getirme. Kireçleştirme. TEKMİD Soğuk veya ılık su ile yapılan pansuman. TEKMİL Bitirmek, tamamlamak. Kemâle erdirmek. * Tam, bütün, eksiksiz. TEKMİLE (Kemâl. den) Eksikleri tamamlamak için sonradan yapılan şey, ek. İlâve. TEKMİM Ağaç çiçek verecek vaktinde gılafıyla tomurcuğunu çıkarıp izhâr etmek. TEKMİN (Kemin. den) Pusuya yatırma, sipere yerleştirme. TEKNİK Fr. Fizik, Kimya ve Matematikten elde edilen bilgilerin tatbik edilmesi. TEKNİSYEN Fr. Bir işin, ilim tarafından daha çok tatbikatiyle uğraşan. Tatbikatla uğraşan kimse. TEKNİYE (Künye. den) Künyeleme, künye koyma. TEKNOLOJİ Fr. Teknik bilgiler. Matematik, Kimya ve Fizik ilminden elde edilen bilgiler. TEKRAR (Kerr. den) Bir şeyi iki veya daha fazla yapma. * Bir daha, yine, yeniden. TEKRARAT Tekrarlamalar. Aynı şeyi bir kaç defa yapma. TEKRARAT-I KUR'ANİYE Kur'anda birbirinin aynı olan veya birbirine benzer âyetlerin tekrar edilmiş olması. (Bak: Kur'an, Mumya)(Tekrarat-ı Kur'aniyedeki i'cazın bir lem'asını beyan zımnında "Altı Nokta"dan ibarettir.Birinci Nokta: Kur'an bir zikir kitabı, bir duâ kitabı, bir davet kitabı olduğuna nazaran surelerinde vukua gelen tekrar, belâgatça ayn-ı isabet ve ayn-ı hikmettir. Çünkü zikir ve duâdan maksad sevaptır ve merhamet-i İlâhiyeyi celbetmektir. Malumdur ki: Bu gibi hususlarda fazlasıyla tekrar lâzımdır ki, o nisbette sevap kazanılsın ve merhamet celbedilsin. Hem de zikrin tekrarı kalbi tenvir eder. Duanın tekrarı bir takrirdir. Davet dahi, tekrarı nisbetinde te'siri, te'kidi vardır.İkinci Nokta : Kur'an bütün beşerin tabakatına hitap ve deva olduğu için zeki, gabi, takiyy, şaki, zâhid, gayr-ı zâhid bütün insan tabakaları şu hitab-ı İlâhiyeye mazhar ve bu eczahane-i Rahmaniyyeden ilâç almaya hakları vardır. Halbuki Kur'anı tamamen ve dâima okumak herkese müyesser değildir. Bunun için, lüzumlu olan maksadlar, hüccetler, bilhassa uzun surelerde tekrar edilmiştir ki, herbir sure hemen hemen bir küçük Kur'an hükmünde olsun ki herkes suhuletle istediği vakit istediği sureyi okumakla tam Kur'anın sevabını kazanabilsin. Evet $ olan âyet-i kerime bu hakikati isbat ediyor.Üçüncü Nokta: Cismanî ihtiyaçlar, vakitlerin ihtilâflariyle tebeddül eder. Noksan ve fazlalaşır. Meselâ : Havaya olan ihtiyaç her anda var. Suya olan ihtiyaç, midenin harareti zamanlarında olur. Gıdaya olan hâcet her günde olur. Ziyaya olan ihtiyaç alelekser haftada bir defa lâzımdır. Ve hâkeza..Kezâlik manevî ihtiyaçlar da vakitleri muhtelif ve mütefavittir. Her anda "Allah" kelimesine ihtiyaç vardır. Her vakit "Besmele"ye, her saatta "Lâ İlâhe İllallah"a ihtiyaç vardır. Ve hâkeza...Binaenaleyh âyetlerin, kelimelerin tekrarı, ihtiyaçların tekrarından ileri geliyor. Ve keza o gibi hükümlere olan ihtiyacın şiddetine işârettir.Dördüncü Nokta: Bilirsiniz ki: Kur'an bu metin din-i azimin esâsâtını ve İslâmiyetin erkânını te'sis ettiği gibi içtimaat-ı beşeriyyeyi tebdil eden bir kitaptır. Malumdur ki; müessis olan zat, vaz'ettiği esasları güzelce yerleştirmek için tekrarlara çok ihtiyacı olur. Evet tekrar edilen şey sâbit kalır, takarrür eder, unutulmaz. Ve keza, Kur'ân beşerin muhtelif tabakalarından kali veya hâli yapılan suallere lâzım olan cevapları veren umumi bir mürşid-i mucibdir. Malum ya, sual tekerrür ederse cevap da tekerrür eder.Beşinci Nokta: Bilirsiniz ki; Kur'an pek büyük mes'elelerden bahseder. Ve kalbleri iman ve tasdike davet eder. Ve çok ince hakikatlerden bahis açar. Akılları marifete, dikkate tahrik eder. Binaenaleyh o mesailin, o ince hakaikin kalblerde, efkârda tesbit ve takriri için suver-i muhtelifede türlü türlü üslublarla tekrara ihtiyaç vardır.Altıncı Nokta : Bilirsiniz ki, her âyet için bir zâhir var, bir bâtın var; bir had var, bir muttala' var. Ve herbir kıssa için çok vecihler, hükümler, faideler, maksadlar vardır. Binaenaleyh muayyen bir âyet, her yerde, öbür münasib bir vecih için, bir faide için zikredilebilir. Bu itibarla, zâhiren tekrar görünse bile hakikatta tekrar değildir. M.N.) TEKRAREN Defalarca, tekrarlanarak. TEKRİH Nefret ettirmek. Çirkin göstermek. TEKRİM Hürmet ve tazim göstermek ve görmek. Saygı göstermek, lütuf ve kerem icrasında bulunmak. TEKRİMEN Hürmet göstererek, tazim ederek. TEKRİR Tekrar etme, bir daha yapma, söyleme, tekrarlama. * Edb: Sözün tesirini kuvvetlendirmek için bir sözü bile bile tekrar etme san'atı. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin sürçmesine denir. Râ harfine âid olan bir sıfattır. Buna mükerrir harfi de denir. TEKRİYE Düşman yapmak. TEKSİB (Kesb. den) Kazandırma. TEKSİF Parça parça etmek. TEKSİF (Kesâfet. den) Sıklaştırma, koyulaştırma, yığma, toplama. TEKSİR (Kesr. den) Çok kırma. Parçalama. TEKSİR (C.: Teksirât) Çoğaltmak, artırmak, çoğaltılmak. TEKSTİL Fr. Dokuma. * Dokumacılık. TEKŞİF (Keşf. den) İyice açma. TEKTİB Askeri bölük bölük etmek, bölüklere ayırmak. * (Ketebe. den) Yazdırma. TEKTİM Örtmek. TEKVİF Kûfe'ye varmak. TEKVİN Var etmek. Meydana getirmek. Yaratmak. * İlm-i Kelâmda: Cenab-ı Hakk'ın sübutî bir sıfatıdır ve ademden vücuda getirmesi, icad etmesidir. TEKVİNÂT (Tekvin. C.) Tekvinler, var etmeler, yaratmalar. TEKVİNİYE Yaratmağa, tekvine ait. Tekvinle alâkalı.(Evamir-i şer'iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evamir-i tekviniyeye karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükâfât ve mücazatın ekseri âhirette; ikincisinde, ağlebi dünyada olur. Meselâ: Sabrın mükâfatı zaferdir, ataletin mücazatı sefalettir, sa'yin sevabı servettir. Sebatın mükâfatı galebedir. M.) TEKVİR Yuvarlaklaştırmak. Kıvırmak. Sarmak. * Toplamak. Cemolmak. * Başa sarık sarmak. TEKVİR SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 81. Suresidir. Küvvirat Suresi adı da verilir. TEKVİS Yüz üstüne düşürmek. TEKVİYE Ovmak, ovalamak. TEKYE f. Zikir veya ders için toplanılan yer. * Dervişlerin meskeni ve mâbedi. * Yaslanılacak, dayanılacak şey. * İtimâd etmek, dayanmak.(İşte Hoca-i Kâinat olan Fahr-i Âlem'in (A.S.M.) kudsi medresesi ve tekkesi olan Suffe'nin demirbaş bir mühim talebesi ve müridi ve kuvve-i hâfızanın ziyadesi için dua-i Nebeviyeye mazhar olan Hz. Ebu Hüreyre; gazve-i Tebük gibi bir mecma-i nâsda vukuunu haber verdiği şu mu'cize-i bereket, manen bir ordu sözü kadar kat'i ve kuvvetli olmak gerektir. M.) TEKYENİŞİN f. Tekkede oturan, derviş. TEKYEZEN f. İstinad eden, dayanan. TEKYİL (Kile. den) Kile ile ölçme. TEKZİB Yalanlamak. Bir işe inanmayıp inkâr etmek. Yalan olduğunu söylemek. TELA (Tülüv. den) Ondan sonra geldi, ardınca gitti (mânasında fiil). TEL'A (C.: Tilâ) Su yolu, su mecrası. * Sel yolu. * Yerin alçağı ve yükseği. Çukurluk ve tepe. TEL'ABE Oynamak. TELAFFUZ Söyleyiş, söyleniş. * Ağızdan çıkan lâfız. TELAFİ Eksik olan bir şeyin yerini doldurmak. Tamamlamak. * Ziyanı karşılamak. Zararı ödemek. TELAFİF Birbirine sarmaşmış bölük bölük nebatlar. * Büklümler, kıvrımlar. * Birbirine girmiş ve sarmaşmış vaziyette olma. Lif lif olma. TELAFİF-İ DİMAĞİYE Dimağın lif lif olmuş hâli. TELAGGUM Dürtülmek. TELAH Birbirine inatçılık etmek. TELAHHİ Tülbendi çenesi altından sarmak. TELAHHUM (Lahm. dan) Semirme, etlenme. TELAHHUZ İmrenerek ağız sulanma. TELAHİ Birbirine sövmek. TELAHİ Oyun. Oyun âleti ile vakit geçirme. TELAHUK Birbirine katılmak. Birbiri arkasından gelip birleşmek. TELAHUK-U EFKÂR Fikirlerin birbirine eklenmesi ve ilâve edilmesi. TELAHUZ Gözucu ile bakma. Gözucu ile bakışma. TELAİYE İstikmet, doğruluk. TELAK Ulaşmak, varmak. TELAKİ Kavuşma. Buluşma, birbirine kavuşma. TELAKİGÂH f. Buluşma yeri. Kavuşma yeri. TELAKKİ Karşılamak. Almak. Kabul etmek. * Şahsi anlayış ve görüş. TELAKKİ-İ Bİ-L-KABUL Kabul ile karşılamak, kabul etmek. TELAKKİYÂT (Telakki. C.) Şahsî anlayış ve görüşler. * Kabul etmeler. Telakkiler. TELAKKUB (Lâkab. dan) Lâkab alma. Lâkablanma. TELAKKUF Ağızdan söz kapmak. * İşitmek. * Yutmak. * Sür'atle almak. TELAKKUH Kendisini gebe, hâmile gösterme. Gebe kalabilme. TELAKKUM Parçalayıp lokma yapıp yutma. * Karın gurultusu. TELAKKUT Cem'etmek, toplamak, biriktirmek. TELAKÜM Yumruklaşma. Boks. TELALE Dalâlet. TELA'LU' Açlıktan zayıflamak. * Küçük olmak. TELAM Hizmetçi talebe. TELAMİZ (Tilmiz. C.) Talebeler, çıraklar. TELASİM (Tılsım. C.) Tılsımlar. TELASSUS Çalma. Sirkat etme. Hırsızlık yapma. TELASUK (Lüsuk. dan) Bitişme, yapışma. Birbirine bitişik olma. TELA'SÜM Dil dolaşma, şaşırma. * Cevap verilecek yerde veremeyip kekeleme. * Saçmasapan cevap verme. TELAŞİ Önem ve ehemmiyetini kaybetme. * Dağılma. * Telâş. TELATİL Zorluklar. TELATTUF (C.: Telattufât) (Lutf. den) Lütuf ve nezaketle davranma. Nâzikâne muamelede bulunma. TELATTUFÂT (Telattuf. C.) Nâzikâne muameleler. TELATTUFEN Nezaketle, lütuf ile. TELATTUFKÂR f. Lütuf, nezaket ve tatlılıkla muamele eden. TELATTUH Bulaşma, bulaşık olma. TELATUF (C.: Telâtufât) Nezaket ve lütufla hareket etme, nâzikâne muamelede bulunma. TELATUM Birbiri ile çarpışmak, vuruşmak. (Deniz dalgaları gibi) * Birbirine şamar vurmak. TELATUMGÂH f. Dalgalı yer. Dalgası çok olan yer. TELAUB (La'b. dan) Oynama. Oynaşma. TELAUM Muntazır olmak, gözlemek, beklemek. TELAUN Birbirine karşılıklı lânet okuma. (Bak: Lian) TELAVÜM (Levm. den) Birbirine levmetme. Birbirini çekiştirme. TELAZUM Biri diğerine lâzım olmak. Karışık olmak. Bir şey diğerine yapışmak. TELAZZİ (Ateş) alevlenmek. TELBİB (C.: Telâbib) Bir kimsenin yakasına yapışıp çekmek. * Boyun. TELBİD Bir yere toplayıp yığmak. * İhramda olan kimsenin saçı dağılmasın diye başına sakız yapıştırması. TELBİE Lebbeyk demek. TELBİK Teridi yağlı yapmak. TELBİN Kerpiç kesmek. TELBİNE Sütlü bulamaç aşı. * Arpa suyu. TELBİS (Lebs. den) Ayıbını, kusurunu örtüp iyi göstermek. * Suret-i haktan görünerek hile edip aldatmak. * Hile. Oyun. TELBİSÂT Telbisler. Hileler, oyunlar. TELBİYE Lebbeyk (Yâni: Emredersiniz, ben emrinize hazırım) demek. İcabet etmek. (Bak: Lebbeyk) TELCİE İkrah etmek, iğrenmek, tiksinmek, kerih görmek. TELCİM (Licâm. dan) Gem vurma, gemleme. Gemlenme. TELCİN Davarın sütünü sağıp memesini boşaltmak. * Kalınlaştırmak. TELE Tuzak. * Ağıl. TE'LEB Bir ağaç adı. TELEBBÜB Silâh takınmak. TELEBBÜD Birbiri üstüne yığılmak. * Bir yere gizlenip av gözlemek. TELEBBÜK Mide dolgunluğuna uğrama. TELEBBÜN (Leben. den) Durma, eğlenme. * Memeden sütün damla damla akması. TELEBBÜS Giymek. Giyinmek. * İki şeyi birbirine benzeterek ayırdedememek. * Örtülü olmak. TELEBBÜT Muztarib olmak, acı çekmek. * Dönmek. TELECCÜC Geminin denizin derin yerine varması. TELECCÜM Dizgin vurmak. TELECCÜN Bir nesneyi ovalayıp kirini gidermek. TELECLÜC Söylerken şaşırarak ağzında lâkırdıyı karıştırarak söylemek. * Kımıldatmak. Hareket etmek. * Tereddüt. TELEDDÜD Sağına ve soluna iltifat etmek. TELEDDÜM Kaftan eskitmek. * Yama vurmak. TELEDDÜN Eğlenmek. TELEF Yok olmak. Ölmek. Zâyi olmak. * Boş yere harcamak. TELEFÂT (Telef. C.) Ölüm sebebiyle olan kayıplar. TELEFFÜM Yüzüne ve ağzına yaşmak bağlamak. TELEFFÜT Etrâfına bakınma. TELEHCÜM Haris olmak, hırslı olmak. TELEHHİ Oynama. Oyun ile vakit geçirme. TELEHHÜB (Leheb. den) Alevlenme, tutuşma, alevlenip yanma. * İltihap. TELEHHÜF Mahzun olmak. Hasret ve kederle yanıp yıkılmak. Ah çekmek. TELEHHÜM Yutmak. TELEHVUK Huyu olmadan cömertlik göstermek. TELEHVÜC Biri işi gevşek yapmak. TELEKKÜ' Tevakkuf etmek, durmak, duraklamak. * Bir işe dolaşmak. TELE'LÜ' (Lü'lü'. den) Parıldama. TELEMLÜM Cem'olmak, toplanmak, birikmek. TELEMMU' Parıldama. Işıldama. TELEMMÜC Yemek artığını dil ile ağızda aramak. * Tatmak. * Yemek. TELEMMÜK Tatmak. * Yemek. TELEMMÜS (Lems. den) El ile dokunma. TELEMMÜZ Tatmak. * Yemek. * Dili ağızda döndürüp yemek kırıntısı aramak. TELEMMÜZ Talebelik etmek. Çömezlik etmek. (Bak: Tilmiz) TELEPATİ yun. Gelecekte veya uzakta olan bir hâdiseyi o anda duyma hâli. TELESKOP Fr. Gök cisimlerini görmek için kuvvetli dürbün. TELESLÜS Tereddüt etmek, karar verememek. TELESSÜM Yaşmaklanma. TELE'ÜV Parıldama, parlama. TELEVİZYON Fr. Elektromanyetik dalgalar vasıtasıyla hareketli veya hareketsiz şekillerin resmini uzaklara nakletme usulü. * Bunun alıcı cihazı. (Bak: Celb-i suret, Radyo) TELEVVÜM Muntazır olmak, beklemek, gözlemek. * Kabul etmemek. TELEVVÜN (Levn. den) (C.: Televvünât) Renkten renge girme. Renk değiştirme. * Döneklik, kararsızlık. TELEVVÜS Kirlenmek. Pislenmek. Bulaşıp murdar olmak. TELEYYÜN (Leyn. den) Yumuşak. Yumuşak olmak. Sulanmak. TELEYYÜS Arslan yürekli olma, arslan yürüyüşlü olma. TELEZZÜC (Lüzucet. den) Yapışkan olma. * Çekilip uzanmak. TELEZZÜZ Tat ve zevk almak. Zevklenmek. TELFİ' Başını örtmek. TELFİF Bürünme, sarma, örtme. TELFİK Birleştirme, ekleme. İstif. * Bir yere getirip ulaştırmak. TELFİK-İ MEZAHİB Dinî bir mes'elede, hak mezheblerin aynı o mes'ele hakkındaki zıd görüşleri cem'etmekle bir mezheb yapmak. Bu zıd görüşlerle amel etmeyi caiz görür. Fukaha ise bu tarzı caiz görmemişlerdir.Tevhid-i mezahib ise: Hak mezheblerin mes'eleleri arasında, tercih yoluyla bazı mes'elelerini alıp bir mezheb yapmaktır. (Sadreddin Yüksel) TELH f. Acı. TELHBÂR f. Acı olan meyve. Meyvesi acı olan. TELHGÛ f. Acı söyleyen. TELHGÜFTAR f. Acı sözlü. TELHÎ Acılık. TELHİB (C.: Telbihât) (Leheb. den) Alevlendirme, tutuşturma. TELHİD (Lahd. dan) Mezar çukuru kazma. Kabire lâhid yapma. * Gömme. TELHİF (C.: Telhifât) Acınma, acıklanma. TELHİH Kavuşturmak. TELHİM (Lâhm. dan) Etlendirme, semirtme. TELHİN (C: Telhinât) Okurken kelime veya harf değiştirme. * Yanlışını çıkarma. TELHİS Kısaltma. Hülâsasını alma. TELHİSÂT (Telhis. C.) Kısaltmalar, hülâsalar, özetlemeler. TELHİSEN Kısaltılarak, hülâsaten, özet olarak, hülâsa tarzında. TELHİYE Gâfil olmak, gaflette bulunmak. * Meşgul olmak. TELH-KÂM f. "Damağı acı": Kederli, dertli. TELH-NAK f. Lezzeti acı olan, lezzeti hoş olmayan. TE'LİB Kandırmak. TEL'İB Oynatma, raksettirme. TELİD (Telide) (Veled. den) Yabancı memlekette doğduğu halde küçük yaşta İslâm diyârına getirilerek orada büyütülmüş ve oranın tâbiiyetini kabul etmiş olan kişi. TE'LİF Barıştırmak. Husumeti defetmek. Ülfet ve imtizac ettirmek. * Çeşitli şeyleri birleştirip karıştırmak. * Eser yazmak. * Noksan bir adedi bine çıkarmak.(Kâinatın te'lifinde öyle bir i'caz var ki; bütün esbab-ı tabiiyye, farz-ı muhal olarak muktedir birer fâil-i muhtar olsalar, yine kemal-i acz ile i'caza karşı secde ederek $ diyeceklerdir. M.) TE'LİFÂT Yazılmış eserler, kitaplar. TE'LİF-İ BEYN Ara bulma, barıştırma, uzlaştırma. TELİL Boğaz. TE'LİL Tez etmek, çabuklaştırmak. TEL'İN Lânetlemek. Lânet etmek. TE'LİS Durdurmak, ikâmet. * Yağmurun devamlı yağması. TE'LİYE İbadet ettirmek. TELİYYE Borç bakiyyesi. * Tâbi olmak, uymak. TELKIYE Ulaşmak, varmak. * Bir nesneyi yüze getirmek. TELKİB Lâkab vermek, isim takmak. TELKİF Telkin etmek. TELKİH İlkah etmek. Aşılamak. * Aşı. * Cinsinin üremesini sağlamak. TELKİM Lokma lokma yedirme. Lokma verme. TELKİN (C.: Telkinât) Zihinde yer ettirmek. Fikir aşılamak. Zihinde yer etmiş düşünce. * Yeni müslüman olana İslâm esaslarını anlatmak. * Ölü gömüldükten sonra imam tarafından söylenen söz.(Telkini fenden almış,Medeniyetten taklid,Hürriyet tenkid vermiş,Gururdan dalâlet çıkmış.) (Lemeât) TELL (C.: Tilâl) Tepe, yığın, küme. * Düz yer üstüne yatırmak. TELLAL (Bak: Dellâl) TELL-İ REFİ' Yüksek tepe. TELMİ' (Lemeân. dan) Renk renk yapma, rengârenk yapılma. * Parıldama, parıldatılma. * Edb: Mısraları, Türkçe, Arabça, Farsça gibi başka başka dillerde olan manzume yapma. TELMİH (C.: Telmihât) Lâyıkiyle ve kâmilen keşfedip nazara arzetmek. * Bir şeyi açıkça söylemeyip başka bir mâna ifade için söz arasında mânalı söylemek. İmâ ile söz arasında başka bir mânayı ifade etmek. * Edb: İbârede bahsi geçmeyen bir kıssaya, fıkraya, ata sözüne veya meşhur bir şiire, bir söze işaret etmek. TELMİHEN Telmih suretiyle. Telmih için. İmâlı olarak. TELMİZ Dili ağızda yemek kırıntısı için gezdirmek. * Tattırmak. * Yedirmek. TELSİN Bir nesneye dil etmek. TELTELE Hareket ettirmek. TELTİM Kuvvetle sille vurmak. TELVİ' (C.: Telviât) İçini yakıp dertlendirme. TELVİH Açıklamak. * Zâhir ve aşikâre kılmak. * Susuzluktan insanın çehresi bozulmak. * Bir şeyi ateşle kızdırmak. Güneş veya ateşin sıcaklığı bir nesnenin rengini değiştirmek. * Posa hâline getirmek. * Kocamak. Saç ağarması. * Almak. * İşaret etmek. * Edb: Lüzumlu şeylerden bahsetmek suretiyle olan kinâye. Meselâ: Filâncanın mutfağında çok odun sarf olunur denildiği zaman, bundan, mutfakta çok yemek pişirildiğine, ev sahibinin cömertliğine ve misafirin çokluğuna intikal edilir. TELVİHÂT Telvihler. Kinaye halindeki işaretler. TELVİK Yemeği yumuşak ve yağlı yapmak. TELVİM (C.: Telvimât) (Levm. den) Azarlama, paylama. TELVİN (Levn. den) Renk verme. Boyama. Boyanma. TELVİS (C.: Telvisât) Kirletmek. Bulaştırmak. Pisletmek. * Mc: Bozmak, berbat etmek. TELVİYE Bükme, burma, çevirme, kıvırma. TELYİN (Leyyin. den) Yumuşatmak. Eritmek. * İçi yumuşatmak, kabızlıktan kurtarmak. TELYİN-İ HADİD Demirin yumuşatılması. TELZİE Davarı iyi gütmek. TELZİZ Lezzet verme. Tatlandırma. Lezzetlendirme. TEMACÜD (Mecd. den) Büyüklüğünü ve şerefini çoğaltma. TEMADİ Devam etmek. Sürüp gitmek. * Uzak olmak. * Müntehi ve muktezi olmamak. TEMA'DÜN (Ma'den. den) Maden haline geçme. TEMAHHUH Kemikten ilik çıkarmak. TEMAHHUL Hile etmek. TEMAHHUT Sümkürme. TEMAHHUZ (Temahhud) Doğum sancısı çekmek. * Hayvanın gebe oluşu. * Süt yayıkta yayılarak yağı alınıp safileştirilmesi. * Fitne çıkarma. TEMAHUK İnat etmek. TEMAHÜL Mühlet verme. Yavaş ve ağır davranma. TEMAÎ Genişlemek. TEMAKKUK Dinlene dinlene içmek. TEMALÜ' Arkadaş olmak. TEMALÜK Nefsini zaptetme. Kendine hâkim olma. TEMANÜ' Çatışma ve birbirine mani olma. İhraç. Adem-i kabul. Tard. (Bak: Bürhan-üt temanü') TEMARİ Şek şüphe etmek. Mücadele etmek. TEMARUZ Yalandan hastalanmak. Kendini hasta gibi göstermek. TEMAS (Bak: Temass) TEMASİH (Timsah. C.) Timsahlar. TEMASİL Timsaller. Suretler. Resimler. Putlar. Semboller. Tasvirler. TEMASS (Mess. den) Yan yana bulunma. * Birbirine değme. * Münasebette bulunma. TEMASSUR Davarın memesinde kalan sütü sağmak. TEMASSUS Emmek. TEMASÜL Benzeyiş. Benzeme. Birbirine benzemek. Birbirine müsavi ve müşabih olmak. * Hasta sıhhate, iyi olmağa yaklaşmak. * Mat: Kesirsiz taksim kabul etmek, kesirsiz bölünebilmek.(Temasül tezadın sebebidir, tenasüb tesanüdün esasıdır, sıgar-ı nefs, tekebbürün menbaıdır, zaaf gururun madenidir. Acz, muhalefetin menşeidir, merak ilmin hocasıdır. M.) TEMAŞA f. Hoşlanarak bakmak. Seyretmek. Seyre çıkmak. Gezmek. İbretle bakmak. TEMAŞAGÂH f. Gam ve kederi defetmek için gezip seyredilecek yer. Eğlence mahalli. TEMAŞAGER (Temaşakâr) f. Seyirci. İbretle etrafı temaşaya çıkmış olan. TEMAŞAGERÂN (Temaşager. C.) Seyirciler. Temaşa edenler. TEMAŞAHÂNE f. Temaşa edecek yer. * Mc: Dünya. TEMAŞİ Birbiriyle yürüyüşmek, birlikte yürümek. TEMATTİ (Matiyy. den) Vücutta duyulan ağırlıktan dolayı gerinme. * Yürürken sallanmak. TEMATTUK Bir nesnenin lezzetinden ağzını şapırdatmak. TEMATTUR (Matar. dan) Yağmur yağma. * Hız. Sür'at. TEMA'UK Yuvarlanmak. TEMA'UR Mütegayyer olmak, değişmek. * Rengi donuk olmak. * Saç dökülmek. TEMA'UT Saç dökülmek. TEMAVÜT Kendini ölmüş gibi gösterme. TEMAYÜC Meyletmek, eğilmek, yönelmek. TEMAYÜL (C.: Temayülât) Meyletmek. Bir cihete iltifat etmek. Bir tarafa eğilmek. * Bir yana çarpılmak. * Bir yana veya bir kimseye fazla taraftarlık ve sevgi göstermek. TEMAYÜLÂT (Temayül. C.) Meyiller, sevgiler, muhabbetler. TEMAYÜN Yalan olmak. TEMAYÜT Birbirinden ayırmak. TEMAYÜZ Kendini göstermek. Farklı ve yüksek vasfı olmak. Başka vasıflarla üstün olmak. TEMAYÜZAT (Temayüz. C.) Üstün olmalar, temayüzler, yükselmeler. TEMAZMUZ (Mazmaza. C.) Mazmaza yapma. Ağzını su ile çalkalama. TEMAZUH şakalaşmak. TEMAZUK Münafıklık etmek. TEMAZÜC Birbiriyle karışmak. * Şakalaşma. TEMCİD Cenab-ı Hakk'ın büyüklüğünü bildirmek. Tazim ve sena etmek. * Ağırlamak. * Sabah namazı vaktinden evvel minarelerde belli makamlarda söylenen ilâhi, niyaz. TEMCİD PİLAVI Mc: Tekrar tekrar bahsedilen şey, daima öne sürülen madde. Mükerreren ortaya sürülen bahis, yahut söylenilen söz. (Menşei: "Erkeğini sahura bekleyen kadının, pilavı yanmasın diye kaldırması ve soğumasın diye tekrar koyması" diye söylenir.) TEMCİŞ Oynatmak veya oynamak. TEMDİD Devam ettirmek. Uzatmak. Uzatılmak. Sürdürmek. * Çekip uzatmak. * Tecvidde: Bir harfi uzun okumak, çekmek. TEMDİH Medhetmek. Çok övmek. Mübalâğa ile medih. TEMDİHÂT (Temdih. C.) Mübalâğa ile medhetmeler. TEMECCÜD şeref sahibi olma. Ululanma. TEMECCÜS Mecusi olmak. TEMEDDÜD Çekilmek. * Uzamak. * Gerinmek. TEMEDDÜH Kendi kendini övmek. Kendini beğendirmeğe çalışmak. böbürlenmek. TEMEDDÜHÂT (Temeddüh. C.) Temeddühler, böbürlenmeler. TEMEDDÜN Medenileşmek. şehirlileşmek. Medeni olmak. TEMEDRU' Ferace ve kaftan giymek. Çarşaf giymek. TEMEH Fâsid ve mütegayyer olmak. Bozulmak ve değişmek. TEMEHDİ Mehdilik dâvasında bulunma, mehdilik dâvasına kalkışma. TEMEHHUZ Bir şeyden hülâsa olarak çıkmak. (Sütten yağ çıkması gibi) TEMEHHUZ-U TECARÜB Çeşitli tecrübelerle bir şeyin safileşip kemale gelmesi. TEMEHHÜD (Mehd. den) Yayılıp döşenme. TEMEHHÜL Takdim etmek. Hayırda takaddüm etmek. İşinde acele etmemek. Teenni. TEMEHHÜR (Maharet. den) Mâhir olma. TEMEKKÜK Karışmak. TEMEKKÜN Mekânlanmak. Yerleşmek. Yer tutmak. * Vakar ve temkin sahibi olmak. * Sultan yanında rütbe sahibi olmak. TEMELLUK Yaltaklanmak. * Tevâzu ve yumuşaklık göstermek. * Dalkavukluk. TEMELLUS Halâs olmak, kurtulmak. TEMELLÜK Mülk edinmek. Kendine mal edinmek. Sâhib olmak. * Kadir ve muktedir olmak. TEMELLÜL (Millet. den) Bir milletin ferdi olma, milletlenme. * Bir dine bağlı olma. * (Melel ve Melâl. den) Hastalığın etkisiyle yatakta rahat yatamayıp, kımıldanıp durma. TEMELMÜL Yatak veya döşekte rahat olmama. TEMENDÜL Elini mendil ile silmek. TEMENNA Eli alnına götürerek selâmlama işareti yapma. * Minnettar olma. TEMENNİ Dilek. İstek. Duâ. Rica etmek. TEMENNİYÂT (Temenni. C.) Temenniler, dilekler, istekler. TEMENNU' Kavi olmak. Kuvvetlenmek. TEMERKÜZ Merkez tutma, merkezleşme. Bir merkezde toplanma. * Yığılma. Birikme. TEMERMÜR Titremek. TEMERRUH Kendini yağla ovmak. TEMERRUK Çorba içmek. TEMERRUT Saç dökülmek. TEMERRÜD İnad, direnme. * Yapılması gereken bir şeyi yapmakta kasten geciktirme. TEMERRÜN Tekrar ettirerek alıştırma. İdman yapma. TEMERRÜŞ Az miktar su. TEMESHUR (C.: Temeshurât) Maskaralık yapma. TEMESKÜN Miskin olma. Miskinleşme. TEMESSUH Kendini bir nesneye sürmek, meshetmek. * Bir şeye sürünmek. TEMESSUH Şekil değiştirme. TEMESSÜK Tutunma. Sarılma. Sıkıca tutma. * Hüccet ve delil izhar etme. * Borç senedi. TEMESSÜL Benzeşmek. Cisimlenmek. * Bir şeyin bir yerde suret ve mahiyetinin aksetmesi. Bir şekil ve surete girmek. * Bir kıssa veya atasözü söylemek.(Temessülün çok envaından şu mes'eleye medar olacak üç nev'ine işaret ederiz:Birincisi: Kesif, maddî şeylerin akisleridir. O akisler, hem gayrdır, ayn değil. Hem mevattır, ölüdür. Hüviyet-i suriyesinden başka hiçbir hâsiyete mâlik değil. Meselâ sen âyineler mahzenine girsen, bir Said binler Said olur. Fakat zihayat yalnız sensin, ötekiler ölüdürler. Hayat hassaları onlarda yoktur.İkincisi: Maddi nuraninin akisleridir. Şu akis ayn değil. Fakat gayr da değil. Mahiyeti tutmuyor. Fakat o nuraninin ekser hasiyetlerine mâliktir. Onun gibi hayy sayılıyor. Meselâ: Şems dünyaya girdi. Herbir âyinede aksini gösterdi. O akislerin her birinde, Güneş'in hassaları hükmünde olan ziya ve ziyadaki elvan-ı seb'a bulunuyor. Eğer, faraza, Güneş zişuur olsa idi, (harareti, ayn-ı kudreti; ziyası, ayn-ı ilmi; elvan-ı seb'ası, sıfat-ı seb'ası olsa idi) o vakit o tek ve yekta bir güneş, bir anda herbir âyinede bulunur, herbirini kendine bir arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mâni olmazdı. Herbirimizle âyinemiz vasıtasiyle görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu.Üçüncüsü: Nurani ruhların aksidir. Şu akis, hem haydır, hem ayndır. Fakat âyinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden, o ruhun mahiyet-i nefsül-emriyesini tamamen tutmuyor. Meselâ: Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, Dıhye suretinde Huzur-u Nebevide bulunduğu bir anda Huzur-u İlâhide haşmetli kanatlariyle Arş-ı A'zamın önünde secdeye gider. Hem o anda hesapsız yerlerde bulunur. Evamir-i İlâhiyeyi tebliğ ederdi. Bir iş, bir işe mâni olmazdı. İşte şu sırdandır ki mahiyeti nur ve hüviyeti nurâniye olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyada bütün ümmetinin salâvatlarını birden işitir ve kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür. Birbirine mâni olmaz. Hattâ evliyâdan, ziyade nuraniyet kesbeden ve abdâl denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş. Aynı zat, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş. Evet, nasıl cismaniyata cam ve su gibi şeyler âyine olur. Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misâlin bazı mevcudatı âyine hükmünde ve berk ve hayal sür'atinde bir vasıta-i seyr ve seyahat suretine geçerler ve o ruhaniler, hayal sür'atiyle o merâya-yı nazifede, o menâzil-i lâtifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler. Madem Güneş gibi âciz ve musahhar mahluklar ve ruhani gibi madde ile mukayyed nim-nurani masnu'lar, nuraniyet sırriyle bir yerde iken, pekçok yerlerde bulunabilirler. Mukayyed bir cüz'î iken, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Bir anda cüz'î bir ihtiyar ile pek çok işleri yapabilirler.Acaba, maddeden mücerred ve muallâ; ve tahdid-i kayd ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve müberra; ve şu umum envar ve bütün nuraniyat, O'nun envar-ı kudsiye-i esmasının bir keşif zılâli; ve umum vücut ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i misâl, nim-şeffaf bir âyine-i cemâli; ve sıfâtı muhita; ve şuunatı külliye olan bir Zât-ı Akdes'in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecelli-i sıfâtı ve cilve-i ef'âli içindeki Teveccüh-ü Ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir, hangi fert uzak kalabilir, hangi şahsiyet, külliyet kesbetmeden ona yanaşabilir? S.) TEMEŞMÜŞ Zerdali yemek. TEMEŞŞİ Yürüme (Mâneviyatta daha çok kullanılır.) TEMEŞŞUT (Muşt. dan) Saçını, sakalını tarama. TEMETTU' (C.: Temettuât) Kazanma, kâr etme. * Kâr, fayda, menfaat. * Toplamak, cem'etmek. * Mühlet vermek. * Yoldaş olmak. TEMETTUÂT (Temettu'. C.) Kârlar, kazançlar, faydalar. TEMEVLÎ Kendini mevlâ kılmak. TEMEVVÜC (C.: Temevvücât) Dalgalanmak. Çalkanıp dalga dalga olmak. TEMEVVÜCÂT (Temevvüc. C.) Dalgalanmalar. TEMEVVÜL (Mâl. dan) Zenginleşme, mal edinme. TEMEYYÜ' Sulanma, sulu hâle gelme. Akma. Cıvıklaşma, sıvı hâle gelme. TEMEYYÜH Sulanma. TEMEYYÜH-İ DEM Kanın sulanması. TEMEYYÜZ Benzerlerinden farklı ve üstün olma. Diğerleri arasından kendini gösterme. TEMEZZUK Parça parça olma. Yırtılma. TEMEZZÜZ Yavaş yavaş ve dinlenerek içmek. TEMHİD (Mehd. den) Döşeme, yayma, düzeltme. * İskân etme. * Bir maddede özür, bahane beyan eylemek. * Özür sahibinin özrünü kabul ile tasdik eylemek. * Serd etme, izah etme, arz etme. * Mukaddeme yapma. Hazırlama. TEMHİK İptal etme. TEMHİL Sonraya bırakma. Mühlet verme. TEMHİR Mühürleme. TEMHİS İmtihan ve tecrübe etme. * Halâs etme. TEMHİSÂT (Temhis. C.) Tecrübeler, imtihan etmeler. TEMHİZ Doğum ağrısı çekmek. (Bak: Temahhuz) TEM'İK Yuvarlamak. TEMİM Katı, şiddetli, şedid. TE'MİM Kasdetmek. TEMİME (C.: Temâyim) Heykel. TE'MİN Güvenlik, emniyet hissi vermek. * Sağlamlaştırma, şüphe bırakmama. * Sağlamak. Kat'i vaadde bulunmak. Emn ve emân vermek. * Elde etme. TE'MİNÂT (Te'min. C.) İnandırmak ve emniyet vermek için veya muhtemel zararı ödemek için verilen söz veya para, gösterilen kefil. TE'MİNEN Te'min suretiyle. TE'MİR Emretmek. TE'MİT Zihnen tahmin etme. TE'MİYE Öpmek. TEMK Uzamak. * Yükselmek, yüce olmak. TEMKİN Ağır başlılık, usluluk. * Ölçülü hareket sâhibi. * Vakar, izzet. İktidar, kudret. * Birini bir şeye muktedir kılmak. * Kararsızlıktan kurtulup huzur ve sükuna mazhar olmak. * Tedbir, ihtiyat. TEMLİE (Mel'. den) Ağız ağıza doldurma. TEMLİH (Süryânice) El-Kayyum mânasında (Esmâ-i İlâhiyedendir). TEMLİH Tuzlamak. Tuza yatırmak. * Edb: Söz arasında güzel ve mazmun (nükteli, cinaslı ve güzel) söz söylemek. TEMLİK Mal sahibi etmek. Birine mülkü kazandırmak, sahib etmek. * Mülk olarak vermek. TEMLİKEN Mülk olarak vermek suretiyle. Temlik tarzında. TEMLİS (Melis. den) Pürüzlerini giderme. Düzleme. TEMLİYE Doldurma veya doldurulma. TEMMAR Hurmacı. Hurma satan. TEMME Tamam oldu, bitti (mânasına fiil). TEMNİ' (Mübalağa ile) Men etmek, engel olmak. TEMR Hurma. TEMRE Bir tek hurma. TEMREN Okların ucuna demir veya sarıdan takılan parçaya verilen addır. Menzil oklarına maden yerine kemik takılır ve ona da "soya" adı verilirdi. Temren ile soyanın takılışında fark vardı. Temren oka; ok ise soyaya takılırdı. TEMRİ Hurmayı seven. TEMRİD Binayı yüksek yapmak. TEMRİG Yuvarlamak. TEMRİH Hafifçe sürme. Uğuşturma. * Bulaştırmak. TEMRİN Yumuşak etme. İdman ettirme. * Tekrarlatarak çalıştırma. Egzersiz. TEMRİR Acılık verme. TEMRİZ (Maraz. dan) Zayıf gösterme. TEMSİK Cenk etmek, dövüşmek, vuruşmak. * Bir kimseye deri vermek. * Deriye renk vermek. TEMSİL Bir şeyin aynısını veya mislini yapmak. Benzetmek. Teşbih etmek. Örnek, nümune söz. (Bak: Kıyas-ı temsilî) TEMSİLÂT (Temsil. C.) Temsiller, örnekler. TEMSİLÎ Temsile dair ve müteallik. Bir şeyi göz önünde canlandıran. TEMSİR Birşeye göz dikip beklemek. TEMSİR (Mısır. dan) Bir yeri şehir haline getirme. * Taklil. Azaltma. TEMSİYE Akşamlık. * Akşamleyin bir nesne getirmek. TEMŞİK Kırmızı balçıkla renk etmek. TEMŞİR Sevinmek. * İzhâr etmek, göstermek. TEMŞİT (Muşt. dan) Tarama veya taranma. TEMŞİYE(T) (Meşy. den) Yürütme, ilerleme. * Meydana gelmesini kolaylaştırma. TEMTİ' Faydalandırma, kâr ettirme. TEMTİT Ekber derken bir elif fazlalaştırıp ekbâr demek. * Med edip çekmek. TEMUÇİN (Bak: Cengiz) TEMVİH (C.: Temvihât) Sulandırma, su katma. * Haksız bir şeyi haklı gösterme. TEMVİL (Mâl. den) Mal sâhibi etme. TEMYİ' (Mey'. den) Sıvılaştırma. Sıvı hale getirme. TEMYİL İki şey arasında mütereddit olmak, karar verememek. TEMYİS Yumuşak yapmak, yumuşatmak. TEMYİZ Bir şeyi diğerinden seçip tarif etmek, ayırmak. Seçmek. İyiyi kötüden ayırmak. * Yargıtay. * Gr: Belirsiz olan kelime ve sayıları belirli hale koymak. Meselâ: "İşrune dirhemen" (yirmi dirhem) ve "Retle zeyten" (Bir retl zeytin yağı) tâbirlerinde "dirhemen" ve "zeyten" gibi. TEMYİZEN Temyiz suretiyle. Temyiz yoluyla. Seçerek. TEMZİC Karıştırmak. Katmak. Mezcetmek. * Bir kimseye bir şey vermek. TEMZİG Ayırmak. * Dağıtmak. TEMZİK (C.: Temzikat) Yırtma, paralama, perakende etmek. TEN f. Gövde, beden, vücut. * İnsan bedeninin dış yüzü. TEN'AB Karga sesi. TENABÜZ Ahidlerini bozmak, sözlerinde durmamak. TENABÜZ Birbirine lâkap takıp çağırmak. TENACİ Fısıltı ile birbirine gizli söylemek. TENACÜŞ Satın almak. TENAD Birbirine nidâ etmek, birbirine bağırışmak. TENADD (Nudud. den) Dağılma, darmadağın ve perişan olma. * Birbirinden ürkme. TENADİ Birbirine nida etmek, çağırmak. * Bir araya toplanma. TENADÜM (Nedem. den) Birbiriyle konuşma. Sohbet. TENADÜR Azalma, nâdirleşme. TENADÜS Birbirine lâkap koyup bağırışmak. TENAFFUH şişmek. " Uf, tüf, ah ve oh" demek. TENAFFUT Çok kızma, hiddetlenme. TENAFİ Birbirine zıt ve muhâlif olma. TENAFÜR Birbirinden kaçmak. Ürkmek. * Uzağa çekilmek. * Bir mes'elenin halli için hâkime başvurmak. * Edb: Kulağa hoş gelmeyen hece veya kelimelerin bir arada bulunması. TENAFÜR-Ü KULÛB Kalblerin birbirinden nefret etmesi. TENAFÜS (C.: Tenâfüsât) Hased etme. Çekememe. TENAGGUM Şarkı söylemek. TENAGGUŞ Hareket etmek. TENAHHİ Bir yana çekilme, alarga durma. * Irak olma. TENAHHUM Tükürmek. * Asık suratlı olmak, ekşi yüzlü olmak. TENAHİ Son bulma, bitme, tükenme. * Yasağı kabul ile geri durmak. TENAHNUH Öksürerek boğazını açmak, öksürmek. Öhö öhö demek. * Fık: Zaruret olmasa bu öksürük namazı bozar. TENAHÜD Tevzi etmek, dağıtmak. * Hediye vermek, atâ etmek. TENAİ Uzaklık. TENAKKİ Muhayyer olmak. TENAKKUB Nikab örtünmek, yüze peçe örtmek. TENAKKUL (Nukl. den) Bir yerden başka bir yere geçme. * Nakletme. * Bir makamdan başka makama intikal etme. TENAKKUR Müçtemi olmak, içtima etmek, toplanmak. TENAKKUS Eksilmek. TENAKKUT (Nokta. dan) Benek benek olma. Nokta nokta olma. TENAKKUZ Kırılmak. * Bozulmak. TENAKKUZ Halâs olmak, kurtulmak. TENAKUS Noksanlaşmak. Azalmak. Eksilmek. TENAKUSÂT (Tenakus. C.) Eksilmeler, azalmalar. TENAKUZ Sözün birbirini tutmaması. Konuşmada beyan edilen söz ve fikirlerin birbirine zıt olması. * Man: İki şeyin birbirine nakiz olması. Bir şeyin nakizi, o şeyin ref'inden (kaldırılmasından) ibarettir. TENAKUZÂT (Tenakuz. C.) Tenakuzlar. TENAKÜH Nikâhlanmak. TENAKÜR Bilmezlikten gelmek. Tecâhül etmek. * Birbirine adâvet etmek. TENANİR (Tennur. C.) Ocaklar, fırınlar, tandırlar. * Su pınarları. TENA'NU' Uzak olmak, uzaklaşmak. TEN-ASAN f. Rahatını düşünen adam. TENASİ Birbirinin nâsıyesine yapışmak. * Birbiri karşısına düşmek. TENASİ Unutmuş görünmek. Unutmak. Kendini unutmuş gibi göstermek. (Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyân veya tenâsi edilse; ezhân enelere dönüp etrafında gezerler. M.) (Bak: Vicdan) TENASSUH Nasihat almak, aklı başına gelmek. * Başkası hakkında iyilik istemek. TENASSUK Nizâmına koyma, tertib etme, düzenleme. TENASSUR Nasrânileşme. Hıristiyan dinine girme. TENASSÜB Dikilip durma. TENASUF Yarıya bölmek. TENASUH Birbirine nasihat etme. TENASUK Nizam üzere dizilme. TENASUR Yardımlaşma. Karşılıklı yardım etme. * Haberler birbirini tasdik eylemek. TENASÜB Uygunluk, uyma, tutma. Yakınlaşma. * Nisbet, kıyas. * İki adet birbirine nisbet edilerek yapılan hesap usulü. * Edb: Mânaca birbirine uygun kelimeleri bir arada söze güzellik vermek maksadı ile zikretmek. TENASÜH İslâmdan hariç olan batıl bir fırkaya göre, ruhun bir bedenden başka birinin bedenine intikâl eder diye olan batıl inanışları. * Miras sahibinin ölümü ile malının vârisine geçmesi. (Bak: Mumya) TENASÜH-VÂRİ f. Tenasühe benzer bir surette. TENASÜL Türemek. Nesil yetiştirmek. Üremek. Birbirinden doğup türemek. TENASÜLÂT (Tenasül. C.) Çoğalma. Tenâsüller. Üremeler. TENASÜR Saçılma, serpilme, püskürme. TENAŞİR Acemi yazısı, çocuk yazısı. TENAŞÜD Birbirine şiir okuma. TENAŞÜR Dağılmak. TENATTU' Çok arıtmak. * Ayırmak. TENATTUF Küpe takma. TENATTUS Dikkatle tecessüs etmek, araştırmak. * Ayırmak. TENATUH (Hayvanların) birbirlerine süsüşme (si). * Birbirine başla vurmak. TENATÜC Neticelenme. Birbirini netice vermek. TENATÜL Birbirine muhâlif olmak, ters olmak. TENA'UL Nâlin giymek. TENA'UM Nimetlenme, bolluk içinde yaşama. TEN-AVER (C.: Ten-âverân) f. Vücutlu, etine dolgun. TENAVÜB Nöbetleşme. Nöbet ile çalışma. Münâvebe. TENAVÜL Bir şeyi alma. * Yemek yeme. * Bahşiş ve ihsanda bulunma. TENAVÜM Yalandan uyur gibi görünme. TENAVÜR İri vücutlu kişi, iri yarı kimse. TENAVÜŞ Aşağı tutmak. * Sonraya bırakmak, tehir etmek. * Alıp yemek. TENAVÜŞ (Tenâvül mânasındadır) El atmak, el sürmek. TENAYÜB Nöbetleşmek. TENAZU' Kavgalaşmak, çekişmek. Birbirine husumet etmek. TENAZUK Birbirine öğretmek. TENAZUL Birbiri ile oklaşmak. TENAZUR Birbirine karşı olmak. Simetri hâli. * Bakışmak. Bir iş hususunda birbirine bakmak. TENAZURÎ Simetrik. TENAZÜK Birbirine süngü ile vurmak. TENAZÜL Yayan olarak vuruşmak. TENAZZUH Bulaşmak. TENAZZUR Dikkatle bakarak düşünme. Düşünerek dikkatle bakma. TENAZZÜF Pâklanma, temizlenme. TENBAL Kısa boylu, bodur adam. TENBAN f. Don, iç donu. TENBEL (Tembel) f. Üşenen, üşengeç. * İşte ağır, davranan ağır yürüyen, ağır hareketli. TENBEL-HÂNE f. Memurları iş görmez olan dâire; fertleri tenbel olan ev. Tenbeller yuvası. TENBELİT f. Hayvan yükü. Küçük yük. TENBİE Haber vermek. TENBİH (C.: Tenbihât) Göz açtırmak. * Gafletten ikaz etmek. Faaliyetini arttırmak. * Sıkı emir vermek. * Bir işin yapılacağı hakkında yapılan nasihat. TENBİHÂT (Tenbih. C.) Tenbihler. İkaz etmeler. TENBİK Ağaçları aynı hizâda dikmek. TENCİC Şâd etmek. Sevindirmek. TENCİD Evin içini nakışlı bezlerle süslemek. * Kahraman yapmak. TENCİM Yıldız ilmi ile uğraşmak. Yıldızların hareketlerinden mâna çıkarmağa çalışmak. TENCİR Korkutmak. TENCİS (Necâset. den) Pisleme, murdarlaştırma, pis etme. TENCİYE (Necât. dan) Kurtarma. TENCİZ Sona erdirme. Sonuçlandırma, neticelendirme. * Sözünü yerine getirme. TENDİD Meşhur etmek. TENDİF Yün ve pamuk atmak. TENDİYE Islatma, nemleme. TEN-DÜRÜST f. Sağlam vücutlu, kuvvetli. Vücudu sağlam olan. TENE f. Gövde, beden, cüsse, vücut. * Örümcek ağı. TENEBBİ (Nübüvvet. den) Peygamberlik iddiasına kalkışma, peygamberlik dâvasında bulunma. TENEBBU' Az az işlemek. * Yerden kaynama. Nebean etme. TENEBBÜ' (Nübüvvet. den) Peygamberlik iddiasına kalkışma. TENEBBÜH Uyanmak. Kendine gelmek. Aklını başına getirmek. TENEBBÜT Büyümek. Yerden çıkıp biten nebat gibi yetişmek. TENECCÜC Çok olmak. * Zayıflamak, süst olmak. * Aşağı gelmek. * Geniş yer tutmak. TENEDDİ Gamkin ve üzüntülü olmak. TENEDDUH Koyunun otlamaktan semiz ve besili olması. TENEDDUS Çıkmak, huruç etmek. TENEDDÜB (Nedbe. den) (Yara) kapanma. TENEDDÜD Halk içinde meşhur olmak. TENEDDÜM (Nedâmet. den) Pişman olma, pişmanlık duyma, nedâmet etme. TENEDDÜS Toprağa gömülmek. TENEFFU' (C.: Teneffuât) Faydalanma, menfaatlenme. TENEFFUH Boş lâflarla gururlanma. TENEFFUH (Nefh. den) Kabarma, şişme. * Urlanma. * Üflenerek şişme. TENEFFUT (El) Kabarmak. TENEFFÜL Nâfile namaz kılma veya oruç tutma. TENEFFÜR Çekinme. Kaçınma. Nefret etme. İğrenme. TENEFFÜS (Nefes. den) Nefes, soluk alma. Dinlenme. * Tan yeri ağarma. * Deniz suyunun sahile vurması. * Üfürmek. * Okullarda ders araları verilen dinlenme. TENEFFÜSÂT (Teneffüs. C.) Teneffüsler. TENEFFÜZ (Nefz. den) Nüfuz sahibi ve sözü geçer olma. TENEHHUS Kadınların kaşlarını ve yüzlerindeki kılları yolmaları. TENEHNÜH Nefsini menetmek. Nefsinin isteklerine engel olmak. TENEKKUB Nikab örtmek. Nikablanmak, peçelenmek. TENEKKUS Rücu' etmek, geri dönmek. TENEKKÜR (Nekr. den) Kendini bildirmeme. Tanınmıyacak kılığa girme. TENEKKÜS (Nüks. den) Başaşağı olma. TENEMMUS Cınbızla yüzden kıl yolmak. TENEMMÜL (Neml. den) Karınca gibi kaynama. * Vücudun bir tarafı, bir organı uyuşup karıncalanma. TENEMMÜR Birisini korkutmak için gürültü yapmak, gürültülü ses çıkarmak. * Uzun uzun bağırmak. * Kaplan huylu olmak. Kaplanlaşmak. TENEMMÜV (Nümüvv. den) Gelişip büyüme. TENESSUH Eşsiz, çok güzel ve çok az bulunur olma. TENESSÜK İbadet etmek. TENESSÜM (Nesim. den) Havayı teneffüs etme. * Güzel kokular kokutmak. * Haber erişmek. TENESSÜR Dağılma, saçılma, yayılma, serpilme. TENEŞŞİ Neşvelenme, sarhoş olma. TENEŞŞUT (Neşat. dan) Ferahlanma, keyiflenme. TENEŞŞÜB Bir şeye ilişip tutulma. TENEŞŞÜD Bir haberi veya bir şeyi öğrenmek için insanların farkına varamıyacağı şekilde nezâketle soruşturma. TENEŞŞÜF (Suyu veya rutubeti) çekme, emme. TENEVVUK Tabiat, huy. * Hâtır. * Bir işte mübalağa etmek. TENEVVÜ' (C.: Tenevvüât) Çeşitlenmek, çeşit çeşit olmak. TENEVVÜB Katran ağacı. TENEVVÜH (Nevha. dan) Ölüye feryad ederek ağlamak. * Sarkıp sallanıp öteberi hareket etmek. TENEVVÜM Uyuklama, pinekleme. TENEVVÜME (C.: Tünüm) Kırlarda yetişen küçük yemişli bir ağaç. TENEVVÜR Parlama, ışıldama. * Bir şey hakkında bilgi sahibi olma. * Münir ve münevver olmak. Aydın olmak. Nurlanmak. TENEVVÜS Tereddüt etmek, karar verememek. TENEVVÜŞ Evmek, acele etmek, sür'at. TENEZZEHE Noksan sıfatlardan uzak (meâlinde Allah C.C. için söylenen duâdandır.) TENEZZİ Evmek, sür'at, acele etmek. TENEZZÜH Uzaklaşmak. * Gezinti. Bağ ve bahçe gibi yerlere gam ve kederi izale için çıkmak. * Kusur, pislik ve ayıptan uzak olmak. TENEZZÜH-Ü ZÂTÎ Zata mahsus tenezzüh. Yani zatının bütün noksan sıfatlardan, kusurlardan temiz ve uzak oluşu.(Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine lâyık bir tarzda ve istiğna-i zâtîsine ve gınâ-i mutlakına muvafık bir surette ve kemâl-i mutlakına ve tenezzüh-ü zâtîsine münâsib bir şekilde, hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi vardır. M.) TENEZZÜL Hasis ve cimri olmak. * Asılsız olmak. TENEZZÜL (C.: Tenezzülât) İnme, düşme. Aşağılama. * Gönül alçaklığı. Karşısındakinin seviyesine göre tevâzu ile konuşmak. * Yavaş yavaş inmek. Mekânını yukarıdan aşağıya nakletmek. TENEZZÜLÂT-I İLÂHİYE Cenab-ı Hakk kelâmiyle, kullarının anlayış seviyelerine göre konuşması ve derin hakikatları, anlıyabilecekleri ifadelerle beyan etmesi. TENEZZÜLEN Alçak gönüllülükle, tevâzu ve mahviyet içinde, kibirsizlikle. TENEZZÜL-Ü EMTAR Yağmur yağması. Yağmur katrelerinin inişi. TENEZZÜR Korkmak. * Adak adamak, nezretmek. TENFİH Yorma, güçsüz bırakma. TENFİH (C.: Tenfihât) (Nefh. den) Üfleyip şişirme. * Çok üfleme. TENFİL Ziyade etmek, çoğaltmak. * Kandırmak. TENFİR (Nefret. den) Ürkütme, korkutma. * Nefret ettirme. * Mekruh ve müstehcen isim takma. * Galibiyetle hükmetme. * (Nefir. den) Asker toplama. TENFİS (C.: Tenfisât) (Nefes. den) Nefeslendirme, soluklandırma, ferahlandırma. TENFİŞ (C.: Tenfişât) Pamuk gibi atma. Yün ditme. TENFİT Çok kaynatmak. * Neftlemek. TENFİZ İnfaz etmek. Hükmünü yürütmek. * İçinden geçirmek ve öteye çıkarmak. TENFİZ Sıçratma. Sıçramaya zorlama. TENFİZ Silkmek. * Saçmak, dağıtmak. TENFİZ-İ AHKÂM Hükümleri yürütmek, kanunları tatbik etmek. TENG f. Dar, sıkıntılı, melul, kederli. * Kıtlık. TENGÇEŞM f. Açgözlü. TENGDİL (C.: Tengdilân) f. Yüreği dar. İçi sıkıntılı. TENGÎ f. Darlık. * Züğürtlük. TENGİS (Nags. dan) Hayatını tasalı, kederli kılmak. TENGİZ Zindeliği sarsılma, zindeliğini sarsma. TENGNA f. Dar yer. Geçit, boğaz. Sıkıntılı yer. * Mezar. TENHA f. Boş yer. Kimsesiz yer. * Yalnız, tek. TENHANİŞİN f. Tek başına oturan. Yalnız oturan. TENHAREV f. Yalnız giden. TENHAYÎ f. Yalnızlık, ıssızlık, tenhalık. TENHIYE Irak etmek, uzaklaştırmak. * Gidermek. * Silkmek. * Çıkarmak. TENHİB Suya gayet yakın olmak. TENHİL Elek ile eleme. TENHİYE İçinde suyu az olan çukur. TE'NİB Ayıplamak. * İncitmek. TENİDE f. Örümcek ağı. * Örülmüş, dokunmuş. TEN'İL Nallama, nallanma. TEN'İM Nimetlendirmek. Bolluk içinde olmak. Rahat ve refah kılmak. * "Neam" diye cevap vermek. TE'NİS Ürkekliğini gidermek. Alıştırmak. * Bir hayvanı terbiye ederek işe yarar hale getirmek. TE'NİS Bir kelimenin sonuna te'nis alâmeti olan ( ) ilâve ederek müennes yapmak. TE'NİS-İ EZHAN Zihinleri alıştırmak, anlayışı kolaylaştırmak. TEN'İŞ Yukarı kaldırma. TENİZE Uç, etek. TENİZE-İ KÛH Dağ eteği. TENKIYE Tıb: Şırınga âleti. * Temizleme, tathir. TENKİB Dönmek veya döndürmek. TENKİB Dolaşıp gezmek. * Ticaret yapmak. Tefahhus etmek. * İnceden inceye araştırmak. TENKİD Bir kimse veya şeyin iyi veya kötü taraflarını bulup meydana çıkarmak.Tenkid yapıcı veya yıkıcı olabilir. Tenkitten maksat, doğrunun ve yanlışın iyi niyetle ortaya konulması, hakikate ulaştıracak yolun ve imkânların gösterilmesidir. Sadece yanlışı söylemek, doğruyu göstermemek yıkıcı bir tenkiddir. Tenkid edenin, tenkid edeceği mesele hakkında bilgili olması gerekir. Tenkide his, ihtiras, menfaat, peşin hüküm araya girmemeli, tenkid konusunda Hz. Ali'nin (R.A.) şu sözünü unutmamalıdır: "Sen hakikatı insanla bilemezsin, önce hakikatı tanı, sonra ehlini de tanırsın." (Bak: Gıybet) TENKİH Araştırıp, dikkat edip bir şeyin sonuna hakikatına ermek. * Bir şeyin fazla ve gereksiz kısımlarını çıkarıp kısaltarak düzeltmek. * Temizlemek. * Bütçe tanzimi için maaşları azaltmak. TENKİH Nikâh etmek, nikâhlanmak. TENKİH-ÜL MENAT Menatın, yani illetin ayıklanması. Usul-ü Fıkhın kıyas bahsine ait bir ıstılahtır. Kıyasın dört rüknünden biri olan illetin, diğer benzeri hususiyetlerden ayıklanmasıdır. Şöyle ki: Şâri (Allah C.C.) bir hükmü bir sebebe bina eder. Fakat o illetle beraber hükme te'siri olmayan birçok özellikler de bulunur. Bu yabancı özellikleri ayıklamak ve esas sebebi meydana çıkarmak gerektir. İşte bu, bir tenkih-ül menat çalışmasıdır. TENKİL Uzaklaştırmak. Tepeleyip sindirmek. * Başkalarına ders ve ibret olacak şekilde ceza vermek. Rezil ve rüsvay eylemek. * Zincire vurmak. TENKİL Mübâlağa ile nakletmek. TENKİLÂT (Tenkil. C.) Örnek olacak biçimde cezâlandırmalar. * Düşmanları tepelemeler. * Uzaklaştırmalar. TENKİR Sıçratmak. * Ok çevirmek. TENKİR Tanınmayacak bir hale koymak. * Gr: Bir ismi harf-i tarifsiz kullanarak belirsiz yapmak. Gayr-i muayyen veya gayr-i mahdut kılmak. TENKİS Noksanlaştırmak. Azaltmak. İndirmek. TENKİS Evmek, acele etmek, sür'at. TENKİS Divite mürekkep koymak. TENKİS Başaşağı etme. Sernigun etme. * Boşaltma. TENKİSÂT (Tenkis. C.) Tenkisler, eksiltmeler, indirmeler, azaltmalar. TENKİŞ (C.: Tenkişât) (Nakş. dan) Nakşetme, nakışlama, işleme, resim yapma. TENKİT Temizleme, fenasını atma. TENKİT Noktalamak. Yazıda nokta, virgül gibi işaretler koymak. TENKİZ İnkaz etmek, kurtarmak. Kurtarılmak. TENMİK (Nemk. den) Yazma. Yazılma. * Güzel yazı ile yazma. TENMİYE (Nemâ. dan) Büyütmek. Yetiştirmek. Artırmak. Bereketlenmek. * Fesad veren haber yetiştirmek. * Ateş içine odun atmak. TENNUB Katran ağacı. TENNUR (C.: Tenânir) Tandır. * Fırın. TENPERVER f. Rahatına düşkün. Tembel. Vücudunu beslemek telâşesinde olan. TENSİB Uygun görmek. Münasib kılmak. TENSİF İkiye bölmek. TENSİK Nizam üzere dizmek. Nizâma koymak. * Edb: Bir ibârede zikredilecek birkaç şeyi sırasıyla irad eylemek. Sıra tertibi ile mânâ yükselirse tensik-i irtifâî, alçalırsa tensik-i inhitatî denir. TENSİKAT (Tensik. C.) Islahat. Düzen ve nizama koymalar. TENSİL (Kuş ve diğer hayvan) tüylerini yeleklerini, yününü ve kılını döküp kavlamak. TENSİL Halâs olmak, kurtulmak. TENSİR Serpme, saçma. TENSİS (C.: Tensisât) Tedkik ederek karar verme. TENSİYE Unutturma. TENŞİB Saplama, sokma. * Rüzgâr esme. TENŞİF (C.: Tenşifât) Suyu veya rutubeti emdirme. Sünger veya bez ile suyu alıp kurulama. * Ter kurulama. TENŞİM Bir işe başlama. * (Et) bozulup kokma. TENŞİR Açıp yayma. Serpme. TENŞİT (C.: Tenşitât) (Neşât. dan) Keyiflendirme, şenlendirme. TENŞİYE Beslemek, terbiye etmek. * Uzatmak. TENŞÛY f. Ölü yıkayıcı. * Teneşir. TENTE f. Örümcek ağı. TENTENE İplik gibi şeylerle örülmüş delikli bez, perde v.s. Dantela. TENTİF Mübâlağa ile yolmak. TENUFE (TENUFİYE) (C: Tenânif) Helâk olacak yer. * Sahra. * Yazı. TENUK (Tenuka, Tenukıye) : Helâk olacak yer. * Sahra. * Yazı. TENU-MEND f. Gövdeli, iriyarı, vücutlu kimse. TENÜK f. Dayanıksız, kuvvetsiz, zayıf. * İnce, rakik, nârin. * Az, hafif. * Yumuşak. TENÜK-HAVSALA f. Sabırsız adam, tahammülsüz kimse. TENÜK-RU f. Yüzü yumuşak olan kimse, yüzü yumuşak adam. TENVAT Atın yanına asılan şeyler. TENVİ' (C.: Tenviât) (Nev'. den) Çeşitlendirme, nevilendirme, türlü türlü etme. TENVİC Borç edinmek. TENVİH Sulandırma. * Yaldızlama. * Haksız bir şeyi yapmacık şeylerle süsleyip haklı gösterme. * Başka bir madeni, altın veya gümüş suyuna daldırma. * Bir kimsenin nâmını, şânını yükseltme. TENVİK (Deve) Zayıflamak. TENVİL Atâ, bahşiş, hediye. TENVİM Uyutmak. Hipnotize etmek. Birisini uyur bulmak. TENVİMÂT (Tenvim. C.) Uyutmalar veya uyutulmalar. TENVİN Gr: Kelimenin sonunu "en, in, ün" diye okumak. Veya öyle okutan işaretin adı. TENVİN-İ TENKİR Kelimenin belirsizliğine işaret olan tenvin işareti. Harf-i tarifsiz kelime tenvin kabul ettiğinden yani, nekre olduğundan tenvinli olan harfin durumu. TENVİR (C.: Tenvirât) Aydınlatma. * Bir şey hakkında bilgi verme. Bir şeyi münevver kılma. TENVİRÂT (Tenvir. C.) Aydınlatmalar, ışıklandırmalar. Tenvir etmeler. TENVİŞ Ziyafete davet etmek. TENVİT Niyet etmek. TENVİYE Niyet etmek. TENYİR Beze ve kumaşa işaret koymak. TENZEDE f. Sessiz, sâkin, susmuş. TENZİH Suç ve noksanlıktan uzak saymak. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) her çeşit kusur, noksan, şerik gibi hallerden uzak bilip söylemek. * Kabahati yok olduğu anlaşılmak ve onu ifade etmek. TENZİHEN Tenzih ederek. Tenzih etmekle. TENZİHEN MEKRUH Nehyine dair şer'î bir delil olmamakla beraber işlenmesi kerih görülen iş. (Helâle yakın iş) TENZİK (At) ayaklarını yukarı kaldırmak. TENZİL Bir şeyin bir miktarını çıkarmak. * İndirmek, indirilmek, indirilen. Aşağı indirmek. * Kur'an-ı Kerim'in vahiy vasıtası ile Peygamberimize (A.S.M.) indirilmesi. Tedricen indirme. (Birden indirmeye inzal, parça parça indirmeye de tenzil denir.) TENZİLÂT (Tenzil. C.) Fiat indirme. İskonto. TENZİR (İnzâr. dan) Olacak bir hâdiseyi haber vererek korkutma. (Müjdenin zıddı) TENZİYE Sıçramak. * Üstüne binmek. TEOKRASİ (Fr: Theocratie) Din hükümlerine göre idare edilen ve dinî esaslara bağlı olan idare şekli. Allah namına papazlar idaresi.(Bu kelime, İslâm memleketlerinde: Şeriat hükümleriyle devleti idare etmek mânasında kullanılır. Avrupa memleketlerinde ise, "Allah nâmına papazlar idaresi" mânasına gelir. Hatta 1304'de basılan Kamus-u Fransavî'de: "Kanun-u İlâhî ile ve sıfat-ı ruhaniyetle icra olunan hükümet" şeklindeki ifadesiyle, bu iki mânaya işaret edilmiştir. Fakat İslâm ve İsevî milletlerinde teokrasinin ifade ettiği mânada ilmî ve ehemmiyetli bir fark vardır. Şöyle ki:Hristiyanlıkta velediyet akidesi ekseriyetçe kabul edildiğinden papaz, Allah'ın mutlak vekili ve İlâhî kudsiyete sahip addedilmiştir. Buna göre papaz; murakabe edilmez ve kimseye karşı da mes'ul değildir.İslâmiyette ise: İdareci, şer'î kanunlara karşı mes'ul olduğu gibi; halkın idareciye itaat etmesi de, idarecinin Allah'ın kanunlarına bağlılığı nisbetindedir.Bütün milletlerde kelimenin ifade ettiği müşterek mâna ise; şahıslar tarafından İlâhî ve dinî hâkimiyeti icra etmektir.) TEOKRAT Fr. Dinî, İlâhî. Teokrasi taraftarı olan. TEOKRATİK Fr. Teokrasi sistemi. (Bak: Teokrasi) TEOLOJİ Fr. Fls: Cenab-ı Hakk'ın varlığı, birliği, sıfat ve isimleri ve hususiyetleri hakkındaki ilim. İlâhiyat. TEPİDE f. Rahatsız, sıkıntıda. TER f. Rutubetli, ıslak, yaş. * Taze. TER Ü TAZE f. Çok körpe, çok taze. Pek lâtif. TERABBU' Bağdaş kurarak rahatça oturma. TERABBUS (Tarabbus) Durup bekleme. TERA'BUZ Noksan etmek. * Zayıflatmak. TERACİM (Teracüm) (Tercüme. C.) Tercüme edilmiş olanlar. Tercümeler. TERACU' (Rücu. dan) Bir yere veya bir kimseye dönme. * Birinden ayrılma. * Dönme, vazgeçme. TERACÜM Taşla atışmak. TERAD Birbirini reddetmek. TERADÜF Birbiri peşinden gitmek. * Edb: İki veya daha fazla kelimenin aynı mânada olması. TERAFU' (Ref'. den) Duruşmaya girme. TERAFUK Arkadaş olma. * Yardımlaşma, yardım etme. TERAFÜD Birbirine yardım etme. Yardımlaşma. TERAGGUM Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. TERAH Gam, keder, acı. TERAHHUL (C.: Terahhulât) Göç etme. Bir yerden bir yere göçme. * Yola çıkma. * Menzile konma. TERAHHUM Merhamet etme, acıma. Şefkatte bulunma, esirgeyip besleme. TERAHHUMÂT (Terahhum. C.) Acımalar, merhamet etmeler. TERAHHUMEN Acı(Zeker), merhamet ederek. TERAHHUS İzinli ve müsaadeli olma. Ruhsat bulma. * Ucuzlama. TERAHİ İşde gayretsizlik, gevşeklik, ihmal. * Uzaklaşma. * Sonraya bırakma. * Gecikme, geç kalma. * Geri durma, geri çekilme. TERAHÜN Karşılıklı olarak rehin vermek. TERAÎ Çayıra çıkma. Otlama. TERAÎ Aynaya bakma. * Birbirini görmek ve görüşmek. Bir fikir hakkında mukabil görüş, endişe mülâhaza eylemek. * Hurmanın kuruyup renginin belli olması. TERAİB (Teribe. C.) Tıb: Göğüs kemikleri. Kaburga kemikleri. Gerdanlık yeri. TERAK f. Yarık, çatlak. * Gürültü, çatırdı. TERAKİB (Terkib. C.) Terkibler. * Gr: İki veya daha çok kelimeden meydana gelen birleşik kelimeler. Tamlamalar. TERAKKİ İlerleme. Yukarı çıkma, yükselme. * Artma, çoğalma. * Bilgi ve medeniyetçe yükseliş.(Terakkimizin şartı: 1- Mesailerin tanzimi 2- Emniyet 3- Teavün düsturunun teshilidir.) (H.Şâmiye) TERAKKİCU f. Terakki isteyen, terakki taraftarı. TERAKKİPERVER f. Terakkiyi seven. İlerlemeyi seven. TERAKKİŞİKEN f. Terakkiyi kıran, ilerlemeyi önleyen, terakkinin aleyhinde bulunan. TERAKKİYÂT (Terakki. C.) Terakkiler. Yükselişler. İlerlemeler.( $ Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'ın dâva-yı hilâfet-i kübrâda mu'cize-i kübrâsı, talim-i esmâdır" diyor. İşte sair enbiyanın mu'cizeleri, birer hususi hârika-i beşeriyeye remzettiği gibi, bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fatihası olan Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'ın mu'cizesi umum kemâlât ve terakkiyat-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine sarahate yakın işaret ediyor. Cenab-ı Hak (Celle Celâlühü), mânen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki: "Ey benî-Âdem! Sizin pederinize, melâikelere karşı hilâfet dâvasında rüçhaniyetine hüccet olarak, bütün esmâyı tâlim ettiğimden, siz dahi, mâdem O'nun evlâdı ve vâris-i istidadısınız. Bütün esmayı taallüm edip, mertebe-i emânet-i kübrâda, bütün mahlukata karşı, rüçhaniyetinize liyâkatınızı göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlukat üstünde en yüksek makamata gitmek ve zemin, gibi büyük mahlukatlar size musahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi ileri atılınız ve birer ismine yapışınız, çıkınız!... Fakat sizin pederiniz, bir def'a şeytana aldandı, cennet gibi bir makamdan ruy-i zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyatınızda şeytana uyup Hikmet-i İlâhiyyenin semâvâtından, tabiat dalâletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit bevakit başınızı kaldırıp Esmâ-i Hüsnâma dikkat ederek, o semâvâta uruc etmek için fünunuzu ve terakkiyatınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemâlâtınızın menbâları ve hakikatları olan Esmâ-i Rabbâniyyeme çıkasınız ve o esmânın dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız...Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehemm şu âyet-i acibe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemâlât-ı ilmiye ve terakkiyat-ı fenniye ve havârık-ı sun'iyeyi "Tâlim-i Esmâ" unvaniyle ifade ve tabir etmekte şöyle lâtif bir remz-i ulvi var ki: Herbir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-ı âliyesi var ki; o hakikat, bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemalât, o san'at; kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir...Meselâ: Hendese bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-i müntehâsı, Cenab-ı Hakk'ın "İsm-i Adl ve Mukaddir" ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin Hakimane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.Meselâ: Tıbb bir fendir, hem bir san'attır. Onun da nihayeti ve hakikatı; Hakîm-i Mutlak'ın "Şâfi" ismine dayanıp, eczahane-i kübrası olan ruy-i zeminde Rahimane cilvelerini, edviyelerde görmekle, tıbb kemâlâtını bulur, hakikat olur.Mesela: Hakikat-ı mevcudattan bahseden Hikmetü'l-Eşyâ, Cenab-ı Hakk'ın (Celle Celâluhu) İsm-i Hakîm'inin tecelliyat-ı kübrasını, müdebbirane, mürebbiyane eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafâta inkılâb eder ve malâyaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalâlete yol açar.İşte sana üç misal!... Sâir kemalât ve fünunu bu üç misale kıyas et. İşte Kur'an-ı Hakîm şu âyette beşeri şimdiki terakkiyatında pek çok geri kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup, parmağıyla o mertebeleri göstererek: "Haydi arş ileri" diyor. S.) (Bak: Medeniyet) TERAKKU' Sıkıntı ve emek ile kazanma. TERAKKUB Bekleme, gözetleme, yol gözleme. * Ümit etme. * Muntazır olma. TERAKKUBÂT (Terakkub. C.) Gözetlemeler, beklemeler. TERAKKUD Acele etmek. TERAKKUK Merhamete gelme, acıma. TERAKKUS Raksetme, dansetme. * Devamlı aşağı inip yukarı çıkma. TERAKRUK Parlama. Işıklı olma. TERAKUS Karşılıklı olarak oynaşıp raksetme. TERAKÜB Birbirine bağlanıp kenetlenme. * Birbirinin üzerine binme. TERAKÜL Vuruşmak, döğüşmek. TERAKÜM Birikme, yığılma. * Birbiri üzerine sıkışma. TERAKÜMÂT (Teraküm. C.) Toplanmalar, yığılmalar, birikmeler. TERAMİ Oklaşmak, karşılıklı olarak ok atışmak. TERANE Edb: Rübâinin başka bir ismi. * Terennüm. Nağme, âhenk, makam. * Bir şiiri makam ile okuma, şarkı söyleme. TERANEKÂR f. Terennüm eden. Öten, ötücü. TERANEPERDÂZ f. Makamla şarkı söyliyen. TERANESÂZ f. Öten, ötücü. TERANEZÂR f. Ahenkli ve cümbüşlü yer. TERANEZEN f. Şarkı söyleyen. TERANİ (Reeye. den) Sen beni görürsün veya görüyorsun (mânasına fiil). TERARİH (Türrehe. C.) Saçmasapan ve mânâsız sözler. TERA'RU' Deprenmek. * Büyümek. * Çocuğun hareket etmesi. TERASET Kalkancılık. TERASUF (Kaldırım taşları biçiminde) birbirine yanaşarak sıkışma, istif olma. TERASÜL (C.: Terasülât) Haberleşme, mektublaşma. TERATİR Büyük işler. TERA'UD (Ra'd. dan) Titreme. TERAVET Tazelik. (Bak: Taravet) TERAVİH Ramazan gecelerinde kılınan ve sünnet olan yirmi rek'atlık namaz. TERAVUH Ayakta çok durmak icab ettiği zamanlar, kâh sağ ayak üzerine ve kâh sol ayak üzerine durmak. TERAZİ (Rıza. dan) Birbirini razı etme. Uyuşma. TERAZU f. Terazi. TERB Bir nesneyi toprakla örtmek, üstüne toprak saçmak. TERBA Toprak. Yer, arz. TERBAB Toprak. TERBİ' Gazelin her beytine ikişer mısra ilâve ederek onu âdeta murabba (dörtlük) şekline koyma. * Dörde bölme. * Dört köşe etme. TERBİAN Dört köşeli olarak. * Murabba (kare) olarak. TERBİL Ayırmak. TERBİŞ (Ok) yeleklemek. TERBİT Zeytinyağı vermek. TERBİYE Allah'ın emirlerine itaat ederek ruhen ve cismen yükselmeye ve yükseltmeye çalışmak. Kemale ermeğe, nizam ve emirleri dinlemeğe çalışmak. Allah rızası yolunda gitmeyi öğrenmek. TERBİYEGÂH f. Terbiye yeri. Öğrenme ve yetişme yeri. TERBİYEGERDE f. Terbiye edilmiş. Yetiştirilmiş. TERBİYET Terbiye kelimesinin Arabi okunuşudur. TERBİYEVÎ Terbiyeli. Terbiye ile alâkalı. TERBUB İşe vurulmamış davar. TERCEMAN (Tercüman) Terceme eden. Bir dilden başka bir dile çeviren. * Birisinin veya bir şeyin maksadını anlatmaya, bir şeyi tasvir ve ifadeye vasıta olan. TERCEME (Tercüme) Bir sözü bir dilden başka dile çevirmek. Bir lügatı, diğer bilinen lügata çevirerek anlatmak.("Elhamdülillah" bir Cümle-i Kur'aniyyedir. Bunun en kısa mânası, ilm-i Nahiv ve Beyan kaidelerinin iktiza ettiği şudur: $Yâni: "Ne kadar hamd ve medh varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar hasdır ve lâyıktır O zât-ı Vâcib-ül-Vücuda ki, ALLAH denilir. " İşte, "Ne kadar hamd varsa", "El-i istigrak" tan çıkıyor. "Her kimden gelse" kaydı ise, "Hamd" masdar olup, fâili terkedildiğinden, böyle makamda umumiyeti ifade eder. Hem mef'ulün terkinde, yine makam-ı hitabide külliyet ve umumiyeti ifade ettiği için, "Her kime karşı olsa" kaydını ifade ediyor. "Ezelden ebede kadar" kaydı ise; fi'lî cümlesinden ismî cümlesine intikal kaidesi, sebat ve devama delâlet ettiği için, o mânayı ifade ediyor. "Has ve müstehak" mânasını "Lillâh" daki "Lâm-ı cer" ifade ediyor. Çünkü: o "Lâm", ihtisas ve istihkak içindir. "Zat-ı Vacib-ül Vücud" kaydı ise; vücub-u vücud, Uluhiyetin lâzım-ı zarurîsi ve Zat-ı Zülcelâle karşı bir ünvan-ı mülâhaza olduğundan, "Lafzullah" sair esmâ ve sıfâta câmiiyeti ve ism-i Azam olduğu itibariyle, delâlet-i iltizamiye ile delâlet ettiği gibi; Vâcib-ül Vücud ünvanına dahi, o delâlet-i iltizamiye ile delâlet ediyor.İşte, "Elhamdülillah" cümlesinin en kısa ve Ulemâ-yı Arabiyyece müttefekun-aleyh bir mânâ-yı zâhirîsi şöyle olursa, başka bir lisana o icaz ve kuvvetle nasıl tercüme edilebilir? M.)(Ehl-i ilhada kapılan ulemâ-üs-su', milleti aldatmak için diyorlar ki: İmam-ı A'zam, sâir imamlara muhalif olarak demiş ki: "İhtiyaç olsa, diyar-ı baidede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre; Fâtiha yerine Fârisî tercümesi cevazı var. "Öyle ise, biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz?.."Elcevab: İmam-ı A'zam'ın bu fetvasına karşı, başta a'zamî imamların en mühimleri ve sair oniki eimme-i müçtehidîn, o fetvanın aksine fetva veriyorlar. Âlem-i İslâm'ın cadde-i kübrâsı, o umum eimmenin caddesidir; mu'zam-ı Ümmet, cadde-i kübrâda gidebilir. Başka hususi ve dar caddeye sevkedenler, idlâl ediyorlar. İmam-ı A'zam'ın fetvası, beş cihette hususidir:Birincisi: Merkez-i İslâmiyetten uzak diyar-ı âherde bulunanlara aittir.İkincisi: İhtiyac-ı hakikiye binaendir.Üçüncüsü: Bir rivayette, lisan-ı ehl-i Cennet'ten sayılan Fârisî lisaniyle tercümeye mahsustur.Dördüncüsü: Fâtiha'ya mahsus olarak cevaz verilmiş, tâ Fâtiha'yı bilmeyen namazı terketmesin.Beşincisi: Kuvvet-i imandan gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile, maâni-i mukaddesenin, avâmın tefehhümüne medâr olmak için cevaz gösterilmiş. Halbuki, za'f-ı imandan gelen ve menfi fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-i Arabîye karşı nefret ve zaaf-ı imândan tevellüd eden meyl-i tahrip sâikasıyla tercüme edip Arabî aslını terketmek, dini terk ettirmektir! M.)(Terceme: Bir kelâmın mânasını diğer bir lisanda dengi bir tâbir ile aynen ifade etmektir. Terceme aslın mânasına tamamen mutabık olmak için sarahatte delâlette, icmalde tafsilde, umumda hususda, ıtlakta takyidde, kuvvette isabette, hüsn-i edada, üslub-u beyanda, hâsılı ilimde, san'atta asıldaki ifadeye müsavi olmak iktiza eder. Yoksa tam bir terceme değil, eksik bir anlatış olmuş olur. Halbuki muhtelif lisanlar beyninde hutut-i müştereke ne kadar çok olursa olsun, herbirini diğerinden ayıran birçok hususiyetler de vardır.Onun için lisanî hususiyeti olmayıp sırf akl u mantıka hitab eden kuru ve fennî eserlerin kabiliyet-i ilmiyesi terakki etmiş olan lisanlara hakkıyla tercemesi kabil olduğunda söz yoksa da hem akla, hem kalbe yahut yalnız zevk ü hissiyata hitab eden ve lisan nokta-i nazarından edebi kıymeti ve zevk-i san'atı haiz bulunan canlı ve bediî eserlerin tercemelerinde muvaffakiyet görüldüğü nadirdir. (Elmalılı Tefsiri) TERCEME-İ HÂL Hal ve hayatını anlatma. Biyografi. TERCİ' (Rücu'. dan) Geri döndürme, geri çevirme. * Sesini yükseltmek. TERCİÂT (Terci'. C.) Döndürmeler, geri çevirmeler. TERCİB (C.: Tercibât) Ululama, tazim. * Meyvesi çok olan ağacın dalları altına destek koyma. TERCİH Üstün tutmak. Bir şeyi diğerinden fazla beğenmek, fazla itibar etmek. TERCİH BİLÂ MÜRECCİH Hiç bir üstünlük sebebi yok iken birbirine eşit iki şeyden birisini diğerine üstün tutmak. TERCİHÂT (Tercih. C.) Üstün tutmalar, tercihler. TERCİ'-İ BEND f. Gazel şeklinde aynı vezinde yazılı manzumelerin "vâsıta" denilen bir beyti ile birbirine bağlanmış şekli. Vâsıta beyti tekerrür ederse terci-i bend; tebeddül ederse (değişirse) terkib-i bend olur. Bendlerin her birisine, terci-i bendlerde "terci'hâne"; terkib-i bendlerde "terkibhâne" denir. (Edb. L.) TERCİL Arıtmak. * Saçını tarayıp düzeltmek. TERCİM (Recm. den) Taşlama. Taşlayarak öldürme. Recmetme. TERCİYE Ümitli olma, umma. TERDAD Tekrar. TERDEST (C.: Terdestân) f. Eli işe yatkın, usta, mâhir. TERDESTÎ f. Ustalık, el yatkınlığı, mahâret. TERDİD Geri çevirmek, geriletmek. * Edb: Karşısındakini merakta bırakacak ve neticeyi sezdirmeyecek şekilde söz etmek. * İki ihtimâlle fikir anlatmak. Muhatabın beklemediği bir surette sözü bitirerek söze kuvvet vermek. TERDİF (C.: Terdifât) (Redf. den) Peşinden ardı sıra yürütme. TERDİFEN Arkasından yürüterek. Katarak. TERDİYE (Ridâ. dan) Örtme. Örtü ile kapatma. TERE' Dolu nesne. * Kötülüğe ve şerre koşan kimse. TEREB Fakir olmak, fakirleşmek. TEREBBU' Bağdaş kurup oturmak. * Dört bacaklı olmak. TEREBBUH Sarkmak, sülpük olmak. TEREBBÜB Fakirlik. TEREBBÜL İkdam. *Cür'et. TEREBBÜT Eğlenmek. TERECCİ (Recâ. dan) Rica etme, yalvarma. * Ümidetme, umma. TERECCUH Üstün olmak. Bir tarafa meyletme. TERECCUH BİLÂ MÜRECCİH Bir şeyin kendi zâtında diğer şeye karşı bir üstünlük vasfı olmadığı hâlde, hiç sebebsiz üstün bulunması ki; böyle bir hal imkânsızdır, muhaldir. TERECCÜF Deprenmek, hareket etmek. TERECCÜL Paklanmak, temizlenmek. * Süslenmek, ziynetlenmek. * Saç ve sakal taramak. * Yayan yürümek. * Kuyu içine girmek. TEREDDİ Gerilemek. Soysuzlaşmak. Aşağı düşmek. * Şal ve örtü örtünmek. TEREDDÜD Kararsızlık. Bir mes'ele hakkında karar veremiyerek şüphede kalmak. TEREDDÜDÂT (Tereddüd. C.) Tereddüdler. TEREF İyi ve güzel yemek. * Yumuşaklık. * İnce, güzel şey. TEREFFU' Yükseğe çıkmak. Yukarı kalkmak. * Fazlalaşmak. TEREFFUÂT (Tereffu'. C.) Yukarı kalkmalar, yükselmeler. TEREFFUK (Rıfk. dan) Tatlı dil ve güler yüzlülükle davranma. Yumuşaklıkla muâmele etme. TEREFFÜH Refaha ermek. Bolluk ve rahatlık içinde geçinmek. Bolluğa kavuşmak. TEREFRÜF Titremek. * şefkat göstermek. TEREHHUS Müsaade, ruhsat bulma. * Ucuzlama. TEREHHÜB Korku içinde olarak Allah'a sağlam kulluk etmek. TEREHHÜM (Bak: Terahhum) TEREK Eski Türk odalarına, insan boyu yüksekliğinde olmak üzere duvarlara boydan boya yapılan raflara verilen addır. Dükkânlarda eşya koymağa mahsus bölmeli raflara da terek denilir. TEREKAT (Tereke. C.) Ölen bir kimsenin bıraktığı şeyler, terekeler. TEREKE (Terike) Ölen bir kimsenin bıraktığı malların hepsi. TEREKKÜB Birleşmek. Karışmak. İmtizac etmek. * Bir şeyin birkaç parçadan meydana gelmesi. TEREKKÜN (Rükn. den) Rükünleşme, erkân sırasına geçme, erkândan olma. * Mânen kuvvet bulma. TEREMMU' Deprenmek. TEREMMÜD Yanıp kül olmak. TEREMMÜL Dul kalma. (Kadının) kocası ölme. TEREMRÜM Bir şey söyleyecekmiş gibi yapıp, söylemeyip kalma. TERENNÜH (C.: Terennühât) Sarhoşluktan veya başka bir sebepten dolayı sendeliyerek yürüme. TERENNÜM Güzel güzel anlatma. * Yavaş ve güzel sesle şarkı söyleme. * Ötmek. Musikîleşmek. TERENNÜMÂT (Terennüm. C.) Terennümler. Güzel güzel anlatmalar. * Şarkı söylemeler. Ötmeler, musikîler. TERENNÜMSÂZ f. Terennüm eden, şarkı söyleyen. TERES t. Pezevenk manâsına gelen bir hakaret sözüdür. Hakaret için kullanılır. TERESSÜB Dibe çökmek. Tortulanmak, ayrılmak. Durulmak. Süzülmek. TERESSÜL Acelesiz olmak, yavaş yavaş yapmak. * Harflerin mâhreclerine ve medlerine riâyet etme. TERESSÜM Resmedilme, resimlenme. * Bir şeyin geriye kalan nişâne ve eserlerine bakma. * Tedkik ve teemmül eylemek. TEREŞŞUH (C.: Tereşşuhât) Terlemek, sızmak. Sızıntı. Sızıntı meydana çıkmak. TEREŞŞUHÂT (Tereşşuh. C.) Terlemeler, sızmalar, sızıntı yapmalar. * Kulaktan gelme haberler. TEREŞŞÜF Suyu emme. TEREŞŞÜŞ Su saçılmak. * Islanmak. TERETTÜB Sıralanmak. * Gerekmek. Lâzım gelmek. Netice olarak çıkmak. * Bir yerde aslâ kımıldamak, bir vecih üzere sâbit ve pâyidar olup durmak. * Zuhura gelmek. * Muayen sebeblerin, muayyen ve mukannen olan neticeler vermesi. TERETTÜL Zâhir olmak, görünmek. TERETTÜM Bir şeyi unutturmamak için parmağa iplik bağlama. TEREVVİ Tefekkür etmek, düşünmek. TEREVVU' Korkma. TEREVVUH Bir şeyden koku alma. * Mütegayyer olmak, rengi ve tadı değişmek. TEREYY Açık olmak. TEREYYÜB Cem'olmak, toplanmak, birikmek. TEREZZÜN Vakar gösterme. TERFEND (Terfende) f. Turfanda. Mevsiminden önce yetiştirilmiş meyve veya sebze. TERFİ' Yükselme. Yukarı kaldırma. İ'lâ etme. * Talebenin sınıf geçmesi. * Rütbe alma. Rütbe verme. TERFİAN Rütbesi yükseltilerek, rütbe alarak, terfi ederek. TERFİÂT (Terfi'. C.) Terfiler. Rütbe vermeler. Rütbe almalar. * Yukarı kaldırmalar, yükseltmeler. TERFİE Dirlik düzenlik temennisinde bulunma. * Sevindirme. TERFİH Evlenen kimseye "Allah hüsn-ü imtizac eylemek nasibetsin" diye duâ etmek. TERFİH Ferahlandırma. Refaha erdirme. Rahat ve bollukla yaşamasına sebeb olma. TERFİK (Refik. den) Birinin yanına katma. Arkadaş etme. TERFİKAN Birinin yanına katarak. Arkadaş ederek. TERFİL Ta'zim. * Uzatma. TERFİŞ Görmek. TERFİYE Sevindirmek. * Rahat etmek. TERGİB Şevklendirme, ümidlendirme. Rağbet verdirme. İsteklendirme. TERGİM Yere sürtme. * Zelil etmek, hor ve hakir etmek. Rezil, kepaze etmek. TERGİM-İ ENF Burnunu yere sürtme. TERGİS Mal çoğaltmak. TER-HANE f. Tarhana. TERHİB Korkutmak. Fazla korkutmak. TERHİB (C.: Terhibât) Hal hatır sorma. TERHİBAT (Terhib. C.) Hal ve hatır sormalar. TERHİBÂT (Tehrib. C.) Çok korkutmalar. TERHİBEN Korkutmak suretiyle, korkutarak. TERHİK Misafiri çoğaltmak. TERHİL Göç ettirme, göçtürme, nakletme. TERHİM Atmak. * Kolaylaştırmak, âsân etmek. * Deveyi sebepsiz kesmek. * Yumuşak ve ince etmek. * Bir ismi kısaltma. TERHİM Yumuşatmak. TERHİN Rehin verme. Emanet bırakma. TERHİNE f. Tarhana. TERHİS Askeri sivil, serbest hayata geçirmek. İzin ve ruhsat vermek. Serbest bırakmak. TERHİSÂT (Terhis. C.) Terhisler. TERHUK Yıldıramak, parıldamak. * Sallanmak. * Tekebbürlük etmek, gururlanmak. TERİ' Garip kişi. TE'RİB Kuvvet verme, sağlamlaştırma. * Çoğaltma. TER'İB Çok korkutma. TER'İB Kavum dilimi. * Ekmek dilimi. TERİBE Parmak ucu. * Bir ot cinsi. TERİBE (C.: Terâyib) Göğüs. TERİD Yağla ıslanmış ekmek. TER'İF Burnundan kan almak. TERİK Muharebe vaktinde başa giyilen miğfer. TE'RİK Gece uykusuz bırakma. TERİKE (C.: Terâyik) Evlenmeyip evde kalmış olan kız. * Deve kuşunun yabana bıraktığı yumurta. TERİM Fransızca olan "Terme" kelimesinden uydurulmuştur. "Istılah" veya "tabir" yerinde kullanılır. TE'RİS Kandırma. * Ateş yakma. * Fitne düşürme. TER'İS Titremek. TE'RİŞ Bozmak. Fitne çıkarmak. TER'İŞ Titretme. Titretilme. TERK Bırakma, salıverme, vazgeçme. * Boşama. Bakmama. İhmal etme. TERKEND(E) f. Yalan, hile, kizb. TERKEŞ f. Ok mahfazası, ok kuburu, sadak. TERKIYE Yüce etmek. Yükseltmek. TERKİ' (Rık'a. dan) Yamama. Yama yapma. Yama vurma. TERK-İ EDEB Saygısızlık, edebsizlik, hürmetsizlik. TERK-İ EVTAN Vatanlarından ayrılma, vatanlarını terk etme. TERK-İ HAYAT Ölme. * Ölüm, vefât. TERK-İ MÂSİVÂ Allah'tan gayrısını terk etmek. Allah rızası olmayan işlerden, fâni ve fena dünya işlerinden vazgeçip Allah rızasına yönelmek. Kalbinde Allah sevgisi ve muhabbetinden daha ileri bir sevgi bırakmamak. TERK-İ TERK Ucbe ve fahre girmemek için terkettiklerini de düşünmemek.(Der tarîk-i Nakşbendî lâzım âmed çâr terk: Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk. M.) TERKİB Birkaç şeyin beraber olması. Birkaç şeyin karıştırılması ile meydana getirilmek. * Birbirine karıştırılmış maddeler. * Gr: Terkib-i nâkıs ve terkib-i tam olarak iki kısma ayrılır. Terkib-i nâkıs: Cümle kadar olmayan terkiblerdir. Terkib-i tam ise; bir cümleden ibarettir. Birbirine eklenen kelimelere terkib denir. Bunlar bir ismin veya sıfatın benzerleri arasında belirtilmesi için başına getirilen isim veya sıfatla birlikte meydana gelir. Meselâ: Bahçenin duvarı. Kırmızı çiçek... Bu cümleden birincisine "isim terkibi" veya "terkib-i izâfi" denir. İkincisine "Sıfat terkibi" veya "terkib-i tavsifî" denir. (Bak: Muzaf) TERKİBAT (Terkib. C.) Terkipler. Birkaç şeyin karıştırılmasıyla meydana gelen şeyler. TERKİBAT-I NİSBET-İ HAFİYE Gizli düşünce ve tasavvurlardan meydana gelen terkibler. TERKİB-İ BEND Edb: Birkaç bendden meydana getirilmiş manzumenin hususan gazel şekli olup müteaddit manzumeler birer beytle birbirine bağlanmıştır. (Bak: Terci'-i bend) TERKİB-İ KIYAS Bir davayı isbat için delil arayıp bulma usulü. TERKİB-İ MEZCÎ İki veya daha fazla kelimeden meydana gelen ve bir isme delâlet eden isim. " Baalbek, Kırıkkale, Tahtakurusu" kelimelerinde olduğu gibi. TERKİH İşi salâha getirmek. TERKİK Zayıflatma. Lisanı veya ibareyi kusurlu ve bozuk kullanma. TERKİK İnce ve nazikâne sesle anlatma, mânası kinaye yollu olma. * Tecvidde: Harfi ince okumak. * Bir kimseyi köle veya cariye etme. * Yumuşatma. * İnceltme. (Bak: Murakkik) TERKİL Ayağıyla veya tırnağıyla vurmak. TERKİM Rakamlamak, rakam koymak. * Nişan eylemek. * Yazma. * Yarma. TERKİN Boyama, yazma. * Bozulma, bozma. Çizme, silme. TERKİN Belli bir saatte ve yerde buluşma için sözleşme. TERKİN-İ KAYD Kaydını silme, defterden çıkarma. TERKİS (Raks. dan) Oynatma, raksettirme. * Döndürmek. TERKİŞ (C.: Terkişât) Edb: Kelimeyi güzelleştirme, kelimeyi süsleme. * Nakışlama, süsleme. TERKİZ (Rekz. den) Dikme. Mıhlama, saplama. TERLİYE Akılsız yapmak. TERMİD Gül renkli olmak. * Gül etmek. * Bir nesneyi gül içinde bırakmak. TERMİK Fr. Sıcaklıkla alâkalı. Hararetle ilgili. TERMİL Kana boyamak. * Kan gibi kırmızı yapmak. TERMİM (C.: Termimât) Onarma, tamir etme. * Kırık kemikleri iyi etme. TERMOS yun. İçine konulan sıvının sıcaklık veya soğukluğunu uzun müddet muhafaza edebilen kap. TERNİK Bir nesneye bakıp durmak. * Gözün zayıflaması. TERNİN Öttürmek. TERÖR Fr. Yıldırma, tedhiş, korkutma. Anarşi. TERR Vurmak. * Kesmek. * Uzak olmak. TERRAS Kalkan kullanan. Kalkancı. TERS f. Korku. TERSA (C.: Tersâyâ) Hristiyan. İsevi. TERSABEÇE (C.: Tersabecegân) f. Hristiyan çocuğu. TERSAN f. Korkak, korkan. TERSANE f. Gemi yapılan ve tamir edilen yer. TERSAYAN (Tersâ. C.) Hristiyanlar. İseviler. TERSENGİZ (Ters-engiz) f. Korkutan, korku veren. TERSİ' Oymacılık. * Mücevherler takarak süslemek. * Edb: Bir beyti teşkil eden mısralar ile bir fıkrayı terkib eden cümlelerdeki lâfızları vezin ve kafiye itibari ile birbirine uygun olarak tertib etmektir. Külfetli ve gayr-ı tabii bir usuldür. Meselâ: Merhum Namık Kemâlin:Ecza-i beşer câlib-i te'cil-i fenadır.İbka-yı eser mucib-i tahsil-i bekadır. beyti tersi'ye misaldir. TERSİB Tortulaştırma, tortu halinde biriktirme. Tortusunu durultma. TERSİL Secisiz nesir yapmak. (Bak: Tertil) TERSİM Resmini çizmek. Resmedilmek. Resmini yapmak. TERSİMÎ Resimle alâkalı ve resme dair. Grafik. TERSİN Süzmek. TERSNAK f. Korkak, korkan. TERŞİF Yudumlama. Yudum yudum içme. TERŞİH (C.: Terşihât) Süzme, sızdırma. * Besleyip eğitme, terbiye etme. * Edb: Sözü özlü söyleme. * Tezyin etmek, süslemek. TERŞİŞ (Reşş. den) Saçma, serpme. TERTERE Depretmek, harekete getirmek, tahrik etmek. TERTİB (C.: Tertibât) Tanzim etme. Dizme, sıralama, düzene koymak. * Tedarik edip hazır ve müheyya kılmak. * Bir şeyi bir yere sabit ve pâyidar kılmak. * Mertebelere göre davranmak. * Hile ile aldatma. TERTİBÂT (Tertib. C.) Düzen, düzenleme. * Karşılayıcı hazırlıklar. TERTİBÂT-I MUKADDEME Başlangıçtaki sıralamalar, tertib ve düzenler. TERTİB-İ MUKADDEMÂT Bir neticenin meydana gelmesi için lâzım olan sebeplerin sıralarına göre tertib edilmesi. Bir neticeye varılması için sırasıyla riayet edilmesi icab eden sebebler. TERTİBKERDE f. Düzenlenmiş, sıraya konmuş, tertib edilmiş. TERTİBSÂZ f. Düzenleyen, sıraya koyan, tertib eden. TERTİL Saçı yağlamak. * Tartmak, ölçmek. TERTİL Muvafık ve yerli yerinde, güzel, uygun ve lâtif konuşmak. * Düşüne düşüne, yavaş yavaş, anlayarak okumak. Beyan eylemek ve âşikâr kılmak. * Kur'an-ı Kerim'i usul ve kaidesine göre, acele etmeksizin dura dura anlaya anlaya okumaktır. Kur'an-ı Kerim tertil üzere nâzil olmuştur. TERVİB Sütü yoğurt yapmak. * Sütün yoğurt olması. TERVİC Revaç vermek. Değerini arttırmak. * Müsait karşılamak. Kabul ettirip, geçerli kılmak. TERVİE Evmeyip tefekkür etmek. Acele etmeyip düşünmek. TERVİH (C.: Tervihât) Râyiha verme. Kokutma. Kokusunu artırma. * Rahatlandırma. TERVİHA (C.: Teravih) Teravih namazının her dört rekatı. * Teravih namazının her dördünden sonra oturmak. TERVİK Durultma, süzme, saflaştırma. TERVİL Yağlı ekmek. * Ekmeği yağ ile ovmak. TERVİYE Su verme, sulama, suya kandırma. * İyiden iyiye ve derin derin düşünme. TERVİZ Bir yeri çayır çimen yapmak. TERYE Az gizli. * Kadınların hayızdan arınıp guslettikten sonra sarılık ve bulantıdan gördüğü nesneler. TER-ZEBAN f. "Yaş dilli". Hazırcevap. * Kalem. TERZİK Rızık verme, besleme. Rızık için verip yedirme. Nasibdâr kılmak. TERZİL Rezil etme. İtibarını kırma. TERZİZ Kâğıda nişan ve alâmet etmek, işaret koymak. TESABUHÂT (Tesâhub. C.) Korumalar, sâhib olmalar. * Arkadaşlıklar. TESABUK Yarış etme. Müsabaka. TESABÜR Bir şeyi sürekli olarak yapmak. Bir şeye devam üzere çalışma. TESACÜL Fahirlenmek gururlanmak, kibirlenmek, tefahur. TESADÜF Rastgelme. Bir şey kendiliğinden olma. Tedbirsiz meydana gelme. (Bak: Delil-i inayet) TESADÜFEN Tesadüf olarak, rastgele. TESADÜFÎ Rastgele. Tesadüf olarak. Tedbirsiz meydana gelmek suretiyle. TESADÜM Vuruşma. Şiddetle çarpışma. TESADÜM-Ü EFKÂR Fikirlerin çarpışması. Münazara.(Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise: Maksadda ve esasta ittifak ile beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakikatın her köşesini izhar edip, hakka ve hakikata hizmet eder. Fakat tarafgirane ve garazkârane firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan "bârika-i hakikat" değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü maksadda ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkisi bulunmaz. Hak nâmına olmadığı için, nihayetsiz müfritane gider. Kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hâl-i âlem buna şahittir. M.) TESAFFUH Safha safha nazar etme. Bir bir bakma, teemmül etme. TESAFUH Elele tutuşma. TESAFÜN Lâzım olmak, icab etmek. TESAGUR Küçük görünme, küçülme. TESAHHUB Nazlanmak. TESAHHUN (C.: Tesahhunât) Isınma, kızma. TESAHHUR Seher vaktinde kalkmak. * Sahur yemek. TESAHHUR (C.: Tesahhurât) Zevklenip alay etme. * Aleme gülünç olma. Maskara olma. TESAHSU' Döndürmek. TESAHUB Sahip çıkma, benimseme. * Koruma. * Arkadaşlık etme. TESAHÜL Yumuşak davranma. Rıfk ve mülâyemetle tatlı muamele etme. * Gaflet ve ihmal etme. TESAKKU' Bir bâtıl nesneyi çekişmek. TESAKKUB (C.: Tesakkubât) (Sakb. dan) Delme, delinme. * Zâhir olmak, görünmek. * Parlamak, ruşen olmak. TESAKKUF Zafer bulmak. TESAKUL Ağırdan alma, oyalanma, tembellik etme. TESAKUT Birbiri ardınca düşmek. Birbirini düşürmek. Düşüşmek. TESAKUTAN Ardı ardına düşerek. Karşılıklı düşürmek suretiyle. TESAKÜR Sarhoş olmak. TESALLÜB (Bak: Tasallüb) TESALUH Sağır gibi görünme. TESALÜF (Self. den) İki kadın birbiriyle elti veya iki erkek birbiriyle bacanak olma. TESALÜM Sulh edişmek, barışmak. TESAMU' İşitmek. Bir sözü birbirinden duymak. TESAMUH Hoş görme. Hoş görürlük. Birbirine kolaylık gösterme. Kayıtsız olma. Gaflet etmek. * İhmal etmek. TESAMUHAT (Tesâmuh. C.) Hoş görmeler, müsâmahalar. * Dikkatsiz ve kayıtsız davranmalar. TESAMUM Sağır görünme. * Sağırlaşma. TESANİF (Tasnif. C.) Eserler, kitaplar. TESANÜD Karşılıklı yardımlaşma. Birbirine istinad etme. TESARU' Güreşme. Birbiriyle güreş etme. TESARUF Emir ve hükmetme. TESA'SU Çok yaşlanmak. * Artık gün geçirmek. * Bir nesnenin ekserisinin geçmesi. TESATÜL Ulaşmak, varmak. TESAUD (C.: Tesâudât) (Suud. dan) Yukarı çıkma. TESAUF Muvâfakat etmek, uymak, anlaşmak. TESAÜB Esneme. * Gaflette bulunma. Boş bulunma. TESAÜL Birbirine sual etme, soru sormak. TESAVİ İki şeyin birbirine denk olması. Birbirine müsavi ve misil olmak. İki taraf da aynı ve bir derecede bulunmak (Tesâvi-i tarafeyn de denir.) TESAVİ-İ KUVÂ Kuvvetlerin müsaviliği, eşitliği. TESAVİR (Tasvir. C.) Tasvirler. TESAVÜB Sövmek, sövüşmek. TESAVÜB Esnemek. * Gafil olmak, gaflette bulunmak. TESAVÜK Yürek zayıflığından eğilip sendelemek. TESAVÜM Alış-verişte birbirine mukavele yapmak, anlaşmak. TESAVÜT (Ot) katı olmak. TESAYÜF (Seyf. den) Kılıçla vuruşma. TESAYÜL Suyun revân olup akması. TESAYÜR Bir uğurdan gitmek. TESBİ' (Seb'. den) Yediye çıkarma, yedileme. * Bir şeyi yedi parça yapma. TESBİAN Yediye ayırmak suretiyle, yediye ayırarak. TESBİD Kıl yolmak. * Yağlanmayı terk etmek. TESBİH Dâim olmak, süreklilik. * Bir kimseyi hayatında sena edip övmek. TESBİH Tahfif etmek, hafifletmek. * Derin uyumak. TESBİH Sübhânallah demek. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) şânına lâyık ifadelerle yâdetmek. Yâni: Allah'ın zâtında, sıfâtında ve ef'âlinde cemi' nekaisten münezzeh olduğunu ifade etmektir. (Bak: Sübhan) TESBİHAT (Tesbih. C.) Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) sıfatına lâyık ifadelerle yâdetmeler. TESBİHFEŞAN f. Çok çok tesbihat yapan, tesbihat ifade eden. TESBİHHAN f. Tesbih eden, tesbih okuyan. TESBİK (C.: Tesbikat) (Sebk. den) Eritip kalıba dökme. TESBİL (Sebil. den) Bir şeyi Allah rızası için vakfetme, Allah yoluna bağlama. * Yolcu etme, yola çıkarma. * Yol gösterme. * Kesme. TESBİT Sağlam olarak yerleştirme. Yerinden kımıldayamaz hâle getirme. * Bir şeyin aslını kat'i olarak bulma. TESCİ' Edb: Nesirde kafiye kullanmak. Cümleleri kafiyelendirmek. TESCİF Bir şeyi örtme. TESCİH (Eşek) dişiyle bir yerini tutup ısırmak. TESCİL Sicile geçirme, deftere kaydetme. * Sağlamlaştırma. TESCİLÂT (Tescil. C.) Kütüğe geçirmeler, sicile geçirmeler. TESCİN (Sicn. den) Hapsetme, zindana koyma. TESCİR Tennur yakmak. * Denizi kurutmak. * Boşaltmak ve doldurmak. * Ağlayarak çağırmak. TESCİYE (Seciye. den) Üstün ahlâk kazandırma. * Bir nesneyi örtmek. TESDİD (Sedd. den) Hayırlı işe doğru yöneltme. * Doğrultma, doğrultulma. TESDİS (C.: Tesdisât) (Süds. den) Gazelin her beytine dörder mısra ilâve ile onu müseddes (altı mısralı) hâline getirmek. TESDİYE Çulhaların bez çözmeleri. TESEBBÜB (Sebeb. den) Sebeb olmak. TESEBBÜBEN Sebep olma suretiyle. TESEBBÜT Rahatlık. * Sâkin olmak. TESEBBÜT Eğlenmek, oyalanmak. Geç gelmek. TESEBBÜT (Sebat. dan) Sebat gösterme, dayanma, sabretme, direnme. * Bir nesneye yapışmak. Tevakkuf. TESECCU' Kuşların cıvıltıları. * Seci' yapmalar. TESECCÜD (Secde. den) (C.: Teseccüdât) Secde etme, secdeye kapanma. TESEFFÜH Sefihleşme. * Mütegayyer olmak, değişmek. * Akılsızlık etmek. TESEFFÜL Örtme. * Aşağı sarkma. * Bayağılaşma, aşağılaşma. TESEFSÜF Yaramaz olmak. TESEHHUB Bulutlanma. TESEHHUR Alay etme, maskaraya alma. TESEHHUR Sahur yemeği yeme. (Bak: Sahur) TESEHHURKÂR Maskara. TESEHHÜD Uyanıklık. TESEHHÜR (Sehr. den) Gece uyumayıp uyanık kalma. TESEKKÜN (Sükûn. dan) Yatışma, sükûn bulma. * Miskin ve fakir olma. TESEKKÜN-İ DERYA Denizin sâkinleşmesi. TESEKKÜN-İ NİZA' Kavganın yatışması.TESEKKÜR : Sarhoş olma. * Şeker hastalığı. * Şeker hastalığına tutulma. TESELLİ Avunma. Kederli ve gamlı olan bir kimseyi söz ve nasihatle ferahlandırma. TESELLİ-ÂMİZ Teselli verici, avutucu, avundurucu. TESELLİ-PEZİR f. Avutulabilir, avundurulabilir. TESELLİ-YÂB f. Avunan, avutulan, teselli bulan. TESELLU' Ahmak olmak. TESELLUH (Silâh. dan) Silâhlanma, silâh kuşanma. TESELLUK Yüksek yere, duvar üstüne çıkma. * Sırt üstü uyuma. TESELLÜB Soyunma. * Kocası ölen kadının, zinetli elbisesini çıkarıp, matem elbisesini giymesi. (Bu iyi bir âdet değildir.) TESELLÜL İnsanlar içinden sıyrılıp çıkma. * Verem hastalığına yakalanma. TESELLÜM Çentik çentik olma, diş diş olma. Gedik olma. * Ağzını yaşmaklama. TESELLÜM Teslim edilen şeyi tekrar teslim alma. * Verilen bir şeyi alıp kaydetme. * Teslim olma. * İslâm olma. TESELSÜL Zincirleme. Zincir gibi birbirine bitişik kısımlar olma. Silsile peyda etme. * Ulaştırma. * Man: (Bak: Delil-i ihtira) TESELSÜLÂT (Teselsül. C.) Zincirlemeler. Zincirleme gitmeler. TESELSÜL-Ü İLEL İlletlerin zincirleme devam etmesi. Sebeblerin teselsülü. TESEMMİ Bir şahsa veya kabileye müntesib olma. * Bir isimle isimlenme. TESEMMUH Cömertlik etmek. TESEMMÜM Zehirlenmek. TESEMMÜMÂT (Tesemmüm. C.) Zehirlenmeler. TESEMMÜN (Semen. den) şişmanlama, semirme. TESENBÜL Sümbülleşme, sümbül verme. TESENNİ İki kat olma, eğilip bükülme. TESENNÜH Küflenme. TESENNÜM Ufak olmak. * Yerden iki üç karış yüksek olmak. * Hörgüç üstüne binmek. TESENNÜN Halinden dönmek. * Üzerinden yıl geçmek. * Yaşlı olmak, yaşlanmak, ihtiyarlamak. * (Sinn. den) Diş çıkarma. TESERBÜL Gömlek giymek. TESERRİ Cariye alma, odalık edinme. TESERRU' (Sür'at. den) Koşma. Çabuk davranma. TESERRUT Yutmak. TESERVÜL Don giymek. TESE'SÜ' Korkmak. TESETTÜR Kapanıp gizlenme. Örtünme. * Fık: Kadınların ve erkeklerin başkasına, nâmahremlere vücutlarının haram kısımlarını örtüp göstermemeleri.(Kur'an merhameten, kadınların hürmetini muhafaza için haya perdesini takmasını emreder. Tâ hevesat-ı rezilenin ayağı altında o şefkat madenleri zillet çekmesinler. Alet-i hevesat, ehemmiyetsiz bir meta hükmüne geçmesinler. Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki aile hayatı, kadın - erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki, açık - saçıklık, samimi hürmet ve muhabbeti izale edip ailevi hayatı zehirlemiştir. Hususan suretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukut-u ruha sebebiyet verdiği şununla anlaşılır: Nasılki, merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder. Öyle de: Ölmüş kadınların suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine hevesperverane bakmak, derinden derine hissiyat-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrip eder. S.)(Hem tefahhuş ve tefessüh etmeyen bir güzel kadın, nâzik ve seri'-üt teessür olduğundan; maddeten te'siri tecrübe edilen, belki semlendiren pis nazarlardan elbette sıkılır. Hatta iştiyoruz, açık saçıklık yeri olan Avrupa'da çok kadınlar, bu dikkat-ı nazardan sıkılarak "Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar" diye polislere şekva ediyorlar. Demek medeniyetin ref'-i tesettürü, hilâf-ı fıtrattır. Kur'ân'ın tesettür emri fıtri olmakla beraber; o maden-i şefkat ve kıymettar birer refika-i ebediyye olabilen kadınları tesettür ile sukuttan, zilletten ve mânevi esaretten ve sefâletten kurtarıyor. L.)(Her müslüman için avret mahallerini örtecek, kendisini sıcaktan, soğuktan koruyacak miktar elbise giymek farzdır. Bu elbisenin etekleri, erkeklerde bacakların yarısına kadar; kadınlarda ayakların yüzlerine kadar uzamalıdır. Kolları da parmak uçlarına kadar uzun bulunmalıdır. B.İ.İ.)(İhticab ve mesturiyetin "yani, perdelenme ve örtünmenin" nev'i ikidir. Biri: hane içinde ihticabdır ki, kadın kısmı evi içinde zevcinin ve mahremlerinin gayriye muhalit (Yani beraber ve birarada) olmamak ve görünmemektir. Diğeri: Hane dışında ihticabdır ki, kimseye görünmemek üzere yüzünü ve başdan aşağıya kadar bütün endamını (vücudunu) ve hatta libasını (yani: Evde giydiği elbisesini) örtmek ve gizlemektir. Bunun zıddına tekeşşüf (açılma) ve bunun da ifratına tebezzül (yani, ayak altına düşmüş ve herkesin oyuncağı olmuş derecede kıymetsiz ve mübtezel olmak) tabir olunur.Kadınlar tekeşşüfden ve tebezzülden ve ricalin (erkeklerin) iştahlı gözlerine, dar örtülerle arz-ı endam etmekten memnu'durlar. Yüzlerini ve ellerini hatta ayaklarını, namazda açık bulundurabilirler. Velâkin zaruret olmadıkça mahrem olmayana bunları (yani; yüzlerini, ellerini ve ayaklarını) dahi gösteremezler. Sokakta yüz açmak ve libasın (yani, evde giydiği elbisenin) kolunu veya eteğini örtüden (yani cilbabdan ve çarşaftan) çıkarmak, şeriatın emrine muhaliftir. İhticab (tam örtünmek) emr-i Kur'anîdir. Onda (örtünmede) tehavünün (yani, örtünmede lâkaydlık ile hassasiyet göstermemenin) vebali büyüktür. Yüz mahrem değildir tâbiri, salât (namaz) hakkında olmaktan gayride galattır. (yani: Yüz, namaz dışında mahremdir, örtülmelidir.)Sure-i Celile-i Ahzab ile inen hicab (örtünme) âyetinde: Açık-saçıklık, nehiy (haram) ve kadınlar erkekle ihtilattan (karışık bulunmaktan) men' olunarak örtü altında siyanet kılındılar. (yani, muhafaza altına alındılar.) Ziynetlerinden mâdud olan libasları (yani, süs eşyası kabul edilen evde giydikleri elbiseleri) dahi erkeklerden örtünmeye mecbur olarak (yani: Kadınlara emredilerek) bürgü ve çarşaf içinde bulundular ve yüzlerine peçe çekip yalnız gözlerini açık bulundurdular.) (Ni'met-ül İslâm'dan)(Kızlar ve kadınlar baştan aşağıya kadar örtündükten başka, yürürken de edeb-i vakar ile yürüsünler. Örtüp gizledikleri sun'î veya hılkî zinetleri bilinsin diye bacak oynatıp, ayak çalmasınlar. Çapkın yürüyüşle nazar-ı dikkati celbetmesinler.) (Elmalılı Tefsiri, Sure: 24, Ayet : 31)(Tesettür etmeyip de bütün güzellik ve süspüsleriyle kendini yabancı gözlere vaz' ve teşhir eden bir kadın tabiîdir ki; istiklâl ve hürriyetini ve vakar ve izzetini muhafaza edemez. O.S.) (Bak: Avret) TESETTÜR-Ü NİSVAN Kadınların örtünmesi. TESE'ÜL (Sual. den) Dilenme, dilencilik etme. TESEVVİ Düzeltme, tesviye etme, düzleme. TESEVVÜB (Sevâb. dan) Sevap kazanma, sevaplanma. * Farz olan namazdan sonra nâfile namaz kılma. TESEVVÜK Misvak yapmak. TESEVVÜL Galip olmak, yenmek. TESEVVÜR Yüksekten aşağı inmek. TESEVVÜR Kadının çok doğurucu olması. TESEYYÜB Üşenme, kayıtsızlık, tembellik. TESEYYÜB (Seyyib. den) (Kadın) dul kalma. TESEYYÜD Yükseltme. * Sağlam olma. TESFİ' Sıcağın, insanın yüzünü yakması. TESFİD Kebap yapmak için eti şişe dizme. TESFİF Dövüp ezme, toz haline getirme. TESFİH (Sefahet. den) Sefih görme, sefih sayma. Akılsız, müsrif ve eğlenceye düşkün addetmek. TESFİL (C.: Tesfilât) (Süfl. den). Aşağılaştırma, sefilleştirme, bayağılaştırma. TESFİR (Sefer. den) Yolcu etme, yola çıkarma, sefere gönderme. TESHİK Ezme, dövme, döğerek ezme. TESHİL (C.: Teshilât) Kolaylaştırma. Zorluğa âit şeyleri kaldırma. TESHİL Öksürtme. TESHİLAT (Teshil. C.) Kolaylıklar. TESHİLEN Kolay olmak üzere. TESHİM Yüzüne kara vurmak. TESHİM Nakışlı etmek, nakışlamak. TESHİN Isıtmak, soğukluğunu gidermek. TESHİNÂT (Teshin. C.) Isıtmalar, kızdırmalar. TESHİR Zaptetme, hâkim olma, zorla ele geçirme. * İtaat ettirme. * Hakir ve zelil etmek. TESHİR Büyüleme, sihir yapma, aldatma. * Yemek ve içmeğe muhtaç etme. TES'İD Tebrik etme, saadetlendirme. * Sevinç ve sürur ile bayram yapma. TE'SİF Sacayak üstüne çömlek koymak. TE'SİL Sermaye vermek. * Asıl etmek. TE'SİL Tez etmek. Sür'atli yapmak. TE'SİM Günah işledin demek. Bir kimsenin günahkâr olduğunu söylemek. TE'SİN Tağyir etmek, değiştirmek. TE'SİR Bir şeyde eser ve nişane bırakma. * Vasıfları ve halleri değiştirme. * İşleme, dokuma, iz bırakma. * İçe işleme. * Kederlenme.(Esbaba te'sir-i hakiki verilmemiş. Vahdet ve celâl öyle ister. Lâkin mülk cihetinde esbab dest-i kudrete perde olmuştur. İzzet ve azamet öyle ister. Tâ, nazar-ı zâhirde, dest-i kudret mülk cihetindeki umûr-u hasise ile mübaşir görülmesin. M.)(Kevn ve vücud sahasında durup, ahval-i âleme dikkat eden adam, hadsî bir sür'atle anlar ki: Te'sir ve fâiliyet lâtif, nurani, mücerred olan şeylerin şe'ni olduğu gibi; infial, kabiliyet, teessür de maddi, kesif, cismani şeylerin hassasıdır. Evet misal olarak semadaki nur ile yerdeki şu kocaman dağa bak. O nur semâda iken ziyâsiyle yerde iş görür, faaliyettedir. O dağ ise, azametiyle beraber faaliyetsiz yerinde oturuyor. Ne bir tesiri var ve ne de bir fiili var.Ve keza, eşya arasında vukua gelen fiillerden anlaşılıyor ki, hangi bir şey lâtif, nurani ise, sebep ve fâil olmaya kesb-i liyakat eder. Kesafeti nisbetinde de infial ve müsebbebiyet mertebesine yakışıyor. Bundan anlaşılıyor ki, esbab-ı zâhiriyenin Hâlikıyla, müsebbebatın mucidi, ancak ve ancak Nur-ül-Envar, Sâni-i Ezelî'dir. M.N.) TES'İR (Sa'r. dan) Ateşi yakıp alevlendirme. * Kıymet ve değer koyma. Narh koyma. TE'SİRAT (Te'sir. C.) Te'sirler. TE'SİS Kurma, temelleştirme, esaslar koyma. * Esas koymakla sâbit, sağlam ve kararlı kılmak. TE'SİSAT (Te'sis. C.) Te'sisler, kuruluşlar. Kurulup temelleştirilen şeyler. TE'SİYE Teselli verme, avutma. TESKIYE (Saky. dan) Su verme. * Sulama. TESKİB (Sakb. dan) Delik açma, delme. TESKİF Evin üstünü örtmek. TESKİF Düzeltip ve doğrultup beraber etmek. Eşitlendirmek. TESKİL (Sakl. dan) Ağırlaştırma. Ağırlığını artırma. TESKİM (Sakm. dan) Hasta etme. * Bozuk ve yanlış sayma. TESKİN Rahatlandırma. Yatıştırma. Sükunet verme. Şiddet, hiddet ve ıztırabını izale etme. * Gr: Bir harfi sâkin okuma. TESKİR (Sekr. den) Sarhoş etme. * Gözü kamaştırıp görmesini zayıflatmak. TESKİT (Sükût. dan) Susturma. Sükût ettirme. TESLİ' Yarmak. TESLİB Soyunmak. * Gammazlık. * Erkeği ölen kadının, keder esvâbı giymesi. TESLİF Kahvaltı etme. * Takdim etmek. * Bir nesnenin fiyatını evvelden vermek. TESLİH Silâhlandırma. Silâh ile donatma. TESLİH (Selh. den) Derisini yüzüp çıkarma. TESLİHÂT-I ASKERİYE Askerin silâhlandırılması. TESLİL (Sell. den) Sıyırıp çekme. * Verem etme. TESLİM Bir emâneti verme. * Kabul etme. * Doğru ve haklı bulma. * Selâmetle dua etme. * Karşısındakinin hükmü altına girme. * Kendini Allah'ın takdirine terketme, emri altına girme. * Belâ ve âfetten korunur olma. * Bir şeyi, yeni sâhibine verme. * Dayanamayıp pes deme. * Hakikat olduğunu söyleyip i'tiraf etme. TESLİM Diş diş etme. Merdiven haline getirme, ayak ayak düzme. TESLİMAT (Teslim. C.) Bir hesap üzerine yapılan ödemeler. TESLİM-İ CAN Ölme. TESLİM-İ RUH Ölme. Ruhu teslim etme. TESLİMİYET Kendini Allah'a veya başka birinin iradesine terketmek, boyun eğmek. TESLİM-KERDE f. Teslim edilmiş olan. TESLİS Üçleme. Hristiyanların sonradan uydurdukları ve dinlerinin esasında olmayan bir akidedir ki; bazılarının hâşâ, Cenab-ı Hakk Üçdür, bazıları da Üçü birdir diyerek, Allah'a şerik ve ortak tanımaları. Cenab-ı Hakk'ı Üç Unsurdur diye tevehhüm etmeleri. (Ekanim-i selâse de denir.) TESLİT Havâle etmek. (Bak: Taslit) TESLİYE Avutma, teselli etme. TESLİYE-İ HÂTIR Gönül alınma. TESLİYET Avutma, teselli verme. TESLİYET-BAHŞ f. Avutucu, teselli verici. TESLİYET-KÂR f. Avutucu, teselli verici. TESMİ' (C.: Tesmiât) (Sem'. den) İşittirme, duyurma. TESMİA Halka ibadetini ve amelini işittirme, duyurma. TESMİAT (Tesmi. C.) İşittirmeler, duyurmalar. TESMİD Yere ters ve kül dökmek. TESMİH Yab yab gitmek. * Süngü ağacını yontup düzeltmek. TESMİM Zehirleme. TESMİMEN Zehirleyerek. TESMİN (Semen. den) Semirtme, yağlatma. TESMİN (Sümn. den) Sekizleme. Sekize bölme. Sekize çıkarma. * Bir şeye kıymet biçme. TESMİR Koyu nesneye su katıp duru etmek. * İksir ile sağlamlaştırmak. TESMİR (Semer. den) İktisad ederek malın çoğalması. * Ağaçların çiçeklerini döküp yemiş bağlaması. TESMİR Çivileme, mıhlama. TESMİT Aksıran kimselere: "Yerhamükâllah: Allah sana merhamet etsin" demek. TESMİT Edb: Gazel yahut kasideyi "müsemmat" tarzında tanzim etme. TESMİYE İsimlendirme. Ad verme. * Besmele çekme. TESNİD Dayak vurmak. TESNİM Hörgüçleyerek yukarı yükseltmek, terfi etmek mânasına masdar olup, yükseklik mânasıyla Cennet çeşmelerinden bir çeşmenin ismidir. İbn-i Abbas'tan rivayet edildiğine göre Cennet meşrubatının en yükseğidir. (E.T.) TESNİYE Bir şeyi kolaylaştırma. TESNİYE Vasıflandırma. * Gr: Arapçada bir kelimenin iki şeye delâlet etmesi hâli, kelimeyi iki şeye delâlet ettiren siga. Bu şekil kelimenin sonuna "elif-nun" veya "ye-nun" getirilerek yapılır. Meselâ: Recul: Adam. İki adam demek için: Reculân () veya Reculeyn () denir. TESRİ' Hızlandırma. Sür'atlendirme. Acele ettirme. TESRİAN Hızlandırarak. Çabuklaştırmak için. TESRİÂT (Tesri'. C.) Çabuklaştırmalar, hızlandırmalar. TESRİB (Sürub. dan) (Asker) gönderme, yollama. * Atı ve deveyi bölük bölük edip yollamak. TESRİB Esasen işkembeden içyağını ayırmak demek olup, mecâzen: Tekdir ve muaheze mânasına kullanılır. * Darılma. Ayıplama. * Başa kakma. TESRİC Kandil yakmak. * Güzelleştirmek. * Hayvanı eyerleme. Hayvana eyer vurma. TESRİD Sahtiyan dikmek. * Kırba dikmek. TESRİD Davar boğazlandığında daha soğumadan bir yerini kesmek veya kırmak. TESRİH Talâk. Boşanma, ayrılma. * Halâs etme, kurtarma. * Bırakma, salıverme. * Kıl tarama. * Asan etme, kolaylaştırma. TESRİH-İ LİHYE Sakal bırakma. TESRİK (Sirkat. den) (C.: Tesrikat) Bir kimseye hırsız deme. TESRİR (C.: Tesrirât) (Sürur. dan) Sevindirme. TESRİYE Gam ve kederi bırakma. Kederi yok etme. TESTİH Yün ve pamuk tepmek. TESTİH Yassı ve düz yapmak. * Eşit yapmak, beraber etmek. TESTİR Gizleme, saklama, setretme, örtme. TESVİB Sevab vermek demektir. Sevab da ceza gibi, hayır veya şer herhangi bir şeyin karşılığıdır. Sevab, hayırda meşhur olmuştur. Lisanımızda da ceza, şerde kullanılmıştır. (E.T.) TESVİD Karartma. Yazı ile karalama. Yazmak, müsvedde yapmak. TESVİF (Sevf. den) (C.: Tesvifât) Sebepsiz olarak atlatma, geciktirme. TESVİG Cevaz verme. * Kolaylaştırma. * Tecavüz etmek, haddini aşmak. TESVİK (Misvak. dan) Dişleri misvaklama. TESVİK (Sevk. den) Sürme, ileri gütme. TESVİL (C.: Tesvilât) Kötü bir şeyi güzel göstererek aldatma. * Tezyin etmek, süslemek. TESVİM Davarı otlamaya salmak. * İşaretlemek, nişan etmek. * Dağlamak. TESVİR Toz kaldırma. * Derin ve gizli mânayı araştırma. TESVİR Büyük derecelere çıkma, büyük işlere yükselme. * Koluna bilezik yapma. TESVİS Buğdaya bit düşmek. TESVİT Karıştırmak. TESVİYE Seviyelendirme. Düzleme. Beraber etme. İki şeyi müsavi etme. * Bir neticeye bağlama. TESVİYE-İ DEYN Borç ödeme. TESVİYE-İ UMÛR İşlerin görülüp neticelendirilmesi. TESYAR Gönderme, gönderilme. (Eşya hakkında) (Tisyâr şekli yanlıştır) TESYİL Akıtma. Akıtılma. Sel gibi akıtılma. TESYİR (Seyr. den) (C: Tesyirât) Gönderme, yollama. Seyrettirme. * Sürmek. * Bezi yol yol alaca edip dokumak. TEŞABÜH Benzeşme. Birbirine benzeme. TEŞABÜK Şebekelenme. Karışık, dolaşık hâl alma. TEŞABÜR Birbiriyle karışlarını ölçmek. * Kavga etmek için birbirine karşı gelmek. TEŞACÜR (şecer. den) Sopalarla vuruşma. Birbirine girme kavga, dövüş. TEŞAFF Kap içinde olan suyu içmek. TEŞAHH Bahillik edişmek. TEŞAHHUB Akmak, seyelan etmek. TEŞAHHUM (Şahm. dan) Yağlanma, semirme, şişmanlama. TEŞAHHUS (C.: Teşahhusât) Şahıslanma, belirlenme. Tarif edilebilir hâle gelme. TEŞAHUS Deprenmek. Muhtelif etmek, çeşitli yapmak. TEŞAHÜD Hazır olmak. TEŞAKİ (Şekvâ. dan) Birbirinden şikâyet etme. * Dertleşme. TEŞAKK Muhalefet edişmek, uyuşamamak. * Zor ve meşakkatli olmak. TEŞAKKUK (Şakk. dan) Yarılma, ikiye ayrılma. TEŞAKÜL (şekl. den) şekil ve suretçe bir olma. Birbirine uyma. TEŞAKÜS Husumet edişmek, düşmanlık yapmak. TEŞAM Yılışmak, gülüşmek. * Koklaşmak. TEŞAMUH (şemh. den) Yüce, büyük, yüksek olmak. Yükselmek. TEŞANÜ' Buğz edişmek, kin gütmek. TEŞARÜK Ortaklık etme. Birbirine ortak olma. TEŞA'ŞU' Şaşaalanma, parıldama. TEŞATÜM (şetm. den) Sövüşme. TEŞA'U' Fiz: Işığın merkezden etrafa doğru dalgalanması. TEŞAUB Şubelenme. Ayrılıp kol kol olma. Çatallaşma. Kısımlara ayrılma. TEŞA'UB Perâkende ve kol kol olup bölükler ve şubeler sahibi olma. * Bozuk bir şeyin düzelmesi. * Iraklaşmak. TEŞA'UBÂT (Teşa'ub. C.) Şubeler. Bölük bölük, kısım kısım olmalar. TEŞA'UB-U AKVAM Kavimlerin kısım kısım, şube şube olması. TEŞA'UL (şu'l. den) Parlama, tutuşma. TEŞAUR şâirlik taslamak. Kendini şâir gibi göstermek. TEŞA'UR (Şa'r. dan) Kıllanma, tüylenme. TEŞA'US Tozlu topraklı olmak. Kirlenmek. Paslanmak. TEŞAÜM şom tutmak. TEŞAÜN Eskimek. TEŞAVÜR (Şurâ. dan) Danışma, müşâvere etme. TEŞAVÜS Gururlanıp gözücuyla bakmak. TEŞAYU' Birbiriyle yâr olmak. TEŞBİ' Karnını doyurma. TEŞBİB Saç ve sakal ağarmak. * Ateş yakma. * Kasidede mahbubdan bahsetme. TEŞBİH (C.: Teşbihât) Benzetmek, benzetilmek. Benzetiş. Bir vasıfta vehmetmek. (Bak: Müşebbihe) *Edb: Aralarında maddi veya mânevi bir münasebet bulunan iki şeyi birbirine benzetmek san'atı. Erkân-ı teşbih: (Teşbihin rükünleri) : 1- Müşebbeh (Benzetilen), 2 - Müşebbehün bih (Kendisine benzetilen), 3 - Vech-i şebeh (benzetme ciheti), 4 - Edât-ı teşbih (Teşbih edatı) Birinci ve ikinciye (Yâni, müşebbeh ve müşebbehün bih) "tarafeyn : İki taraf" denir. Meselâ: "Nuri şecâatte Hazret-i Ali gibidir" denildiğinde: "Nuri" müşebbeh, "şecâatte" vech-i şebeh, "Hazret-i Ali" kelimesi ise müşebbehün bih'dir. "Gibi" kelimesi ise edat-ı teşbihtir. Edât-ı teşbih olanlar: "gibi, meselâ, misâl, sanki, meğerki, mesel, mânend, andırır, âdetâ, çü, çün, tek, benzer, zannolunur, veş" (gibi kelimelerdir.)(Pekçok teşbih ve temsiller bulunuyor ki, mürur-u zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-ı maddiye telâkki ediliyor. Hatâya düşer. Meselâ: "Sevr" ve "Hut" isminde ve âlem-i misâlde sevr ve hut timsâlinde berri ve bahri hayvânat nâzırlarından iki melâiketullah, âdeta bir koca öküz ve cismani bir balık zannedilerek Hadise ilişilmiş. Hem meselâ: Bir vakit huzur-u Nebevide derin bir ses işitildi. Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki: "Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp ta ancak bu dakika cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür. " İşte bu Hadisi işiten, hakikata vâsıl olmıyan inkâra sapar. Halbuki, yirmi dakika o Hadisten sonra kat'iyyen sabittir ki: Biri geldi. Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a dedi ki: "Meşhur münafık, yirmi dakika evvel öldü. " Yetmiş yaşına giren o münafık cehennemin bir taşı olarak bütün müddet-i ömrü tedennide esfel-i sâfiline küfre sukuttan ibaret olduğunu gayet beligane bir surette Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü vesselâm beyan etmiştir. Cenâb-ı Hak, o vefat dakikasında o sesi işittirip ona alâmet etmiştir. S.)(Teşbih ve temsiller, havastan avama geçtikçe, yani ilmin elinden cehlin eline düştükçe, mürur-u zamanla hakikat telâkki edilir. R.N.) TEŞBİH Yassı ve enli yapmak. TEŞBİHÂT (Teşbih. C.) Benzetmeler, teşbihler, benzetilmeler. TEŞBİH-PERESTLİK Kelâmda lüzumundan fazla teşbihe yer vermek. TEŞBİK (Şebeke. den) Şebekeleştirme, ağ biçimine koyma. TEŞBİR Karışlama. * Ölçme. TEŞBİT Dağıtmak, perâkende etmek. TEŞBİT Bir kimseyi işinden geciktirme, mani olma. TEŞCİ' Şecâatlandırma, cesaret verme. Bahadırlık etme. TEŞCİR (Şecer. den) Ağaçlandırma. TEŞDİB Arıtmak, temizlemek. * Tımar etmek. TEŞDİD Şiddetlendirme, sağlamlaştırma, kuvvet verme. * Gr: Harfi iki defa okuma. Harfi şeddeli okumak. TEŞDİH Baş yarmak. TEŞEBBU' Tok değilken kendini tok göstermek. TEŞEBBÜB şap haline gelme, şaplaşma. TEŞEBBÜH Benzemek, müşâbehet etmek. Zorla benzemeğe çalışmak. TEŞEBBÜH-Ü Bİ-L VÂCİB (Bak: Aristo) TEŞEBBÜK (Şebeke. den) Ağ şeklini alma. Şebekeleşme. * Parmaklarını birbirine giriştirmek. TEŞEBBÜS Bir işe girişmek. Bir işi ilk olarak teklif etmek. * Sağlam bir niyetle bir şeye başlamak. * El ile yapışıp bırakmamak. TEŞECCU' Bahâdırlık göstermek, kahramanlık yapmak. TEŞECCÜR Ağaçlanma, ağaçlaşma. TEŞEDDUK Ağzın köşesiyle konuşmak. TEŞEDDÜD Sertleşme. Kuvvet ve dayanıklık kesbetme. Şiddetlenme. Çok şiddetli olma. * Keskinleşme. TEŞEFFİ Rahatlamak. Şifâ bulmak. * Öc almak. Öc veya intikam almakla yüreği soğumak.(Tenkidin sâiki ya nefretin teşeffisidir veya şefkatin tatminidir. Dostun veya düşmanın ayıbını görmek gibi...R.N.) TEŞEFFİ-İ GAYZ Öfkesinin öcünü alarak rahatlamak. İntikam alarak yüreğini soğutmak. TEŞEFFU' şafiî mezhebine geçmek. şafiî olmak. TEŞEHHİ Hırsla istemek. İştahlanmak. TEŞEHHUT Maktulün kan içinde yuvarlanması. TEŞEHHÜD Şehadet getirmek. * Namazdaki şehadet miktarı oturmak ve "Et-tahiyyât" okumak. TEŞEKKİ (C.: Teşekkiyât) Şekvada bulunma. Kötü ahvalini ihbar ile şikâyet etme. TEŞEKKÜK şek ve şüphe etme. TEŞEKKÜL şekillenme. şekil alma. * Meydana gelme. TEŞEKKÜLÂT (Teşekkül. C.) Teşekküller. şekillenmeler. * Kuruluşlar. TEŞEKKÜLÂT-I ARZİYE Dünyanın ilk yaratılışı.( $Ey Arkadaş! Bu âyet, arzın semadan evvel yaratılmış olduğuna delâlet eder ve $ $ âyeti de semavatın arzdan evvel halkedildiğine dâlldir. Ve $ âyeti ise ikisinin bir maddeden beraber halkedilmiş ve sonra birbirinden ayırd edilmiş olduklarını gösteriyor. Şeriatın nakliyatına nazaran, Cenab-ı Hak bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıştır, sonra o maddeye tecelli etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını da mâyi kılmıştır; sonra mâyi kısmı da, tecellisiyle tekâsüf edip köpük kesilmiştir; sonra arz veya yedi küre-i arziyeyi o köpükten halketmiştir. Bu itibarla, herbir arz için hava-i nesimiden bir sema hasıl olmuştur; sonra o madde-i buhariyeyi bastetmekle yedi kat semavatı tesviye edip yıldızları içine zer'etmiştir; ve o yıldızlar tohumuna müştemil olan semavat, in'ikad etmiş, vücuda gelmiştir.Hikmet-i cedidenin nazariyatı ise şu merkezdedir ki: Görmekte olduğumuz manzume-i şemsiye ile tâbir edilen güneşle ona bağlı yıldızlar cemaati, basit bir cevhere imiş; sonra bir nevi' buhara inkılâb etmiştir; sonra o buhardan, mâyi-i nâri hasıl olmuştur; sonra o mâyi-i nâri, bürudet ile tasallüb etmiş, yani katılaşmış; sonra şiddet-i hareketiyle bazı büyük parçalarını fırlatmıştır, o parçalar tekâsüf ederek seyyarat olmuşlardır; şu arz da onlardan biridir. Bu izahata tevfikan, şu iki meslek arasında mutabakat hasıl olabilir. Şöyle ki:"İkisi de birbirine bitişikti, sonra ayrı ettik." mânasında olan $ nın ifadesine nazaran, manzume-i şemsiye ile arz, dest-i kudretin madde-i Esiriyeden yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde imiş. Madde-i Esiriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir. $ âyeti, şu madde-i Esiriyeye işarettir ki: Cenab-ı Hakk'ın Arş'ı, su hükmünde olan şu Esir maddesi üzerinde imiş. Esir maddesi yaratıldıktan sonra, Sâniin ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani Esiri halkettikten sonra, cevâhir-i ferd'e kalbetmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır. İşte arzın, hepsinden evvel tekâsüf ve tasallüb etmekle acele kabuk bağlı(Zeker) uzun zamanlardan beri menşe-i hayat olması itibariyle hilkat-i teşekkülü semavattan evveldir. Fakat arzın bastedilmesiyle nev'-i beşerin taayyüşüne elverişli bir vaziyete geldiği semavatın tesviye ve tanziminden sonra olduğu cihetle, hilkatı, semavattan sonra başlarsa da, bidayette, mebde'de ikisi beraber imişler. Binâen alâhâzâ, o üç âyetin aralarında bulunan zahirî muhalefet, bu üç cihetle mutabakata inkılâb eder. İ.İ.) TEŞEKKÜR Yapılan iyilikten memnun kalındığını bildirmek için söylenen şükür ifadesi. * Şükür etmek. * Birisine karşı "Sağ ol, var ol, ömrüne bereket" gibi söylenen minnet sözleri. TEŞEKKÜRÂT (Teşekkür. C.) Teşekkürler. TEŞELŞÜL (C.: Teşelşülât) Suyun yüksek bir yerden aşağı şarıltı ile dökülmesi, çağlayan oluşturması. * Soğuk su banyosu yapma, duş yapma. TEŞEMMÜL İhrama bürünme. TEŞEMMÜM (şemm. den) Koklama. TEŞEMMÜR İşe hazırlanma. TEŞEMMÜS (Şems. den) Güneşleme, güneşe çıkma. * Güneş çarpması. TEŞEMMÜT Hayırla ve bereketle duâ etmek. TEŞENNÜC (Şenc. den) (C.: Teşennücât) Buruşuk olma, buruşma. * Adalelerin gerilip büzülmesi, kasılması. * Korkmak. * Titremek. TEŞENNÜF Küpe takınma. * Süslenme. TEŞENNÜN Adamın ihtiyarlıktan dolayı derisinin buruşup kuruması. * Eskimek. TEŞERRU' şeriata uygun davranma. TEŞERRUK Güneşte oturmak. TEŞERRÜB Suyu kendine çekme, içme. * Meşreb sahibi olma. TEŞERRÜF şereflenme. şeref bulma. Ulviyete erişme. TEŞERRÜFÂT (Teşerrüf. C.) Şeref duymalar, şereflenmeler. Saygı göstermeler, hürmet etmeler. TEŞETTİ (Şitâ. dan) Kışlama. Kış mevsimi boyunca bir yerde oturma. Kışı geçirme. TEŞETTÜT Dağınık olma. Dallara ayrılma. Çatallaşma. Dağılma. Perişan olma. TEŞE'UB Budaklanmak. * Perâkende olmak, dağılmak, saçılmak. TEŞE'ÜM Kötüye yorma. Uğursuz sayma. Bu anlayış dinimizde men edilmiştir. * Sola dönme. * Sola yatma. TEŞEVVUK şevklenme, istek gösterme, arzu etme, sevinme. TEŞEVVÜH Çirkinlik. TEŞEVVÜŞ Karma karışık olma. * Bulanıklık, karışıklık. TEŞEYTUN Yaramazlık etmek. TEŞEYYU' Şiilik taslamak. Şii olma. (Bak: Şia) * Vedalaşmak. * Ardınca ve peşinden gitmek. TEŞEYYUH Şeyh olduğunu iddia etmek. Şeyhlik taslama. * İhtiyarlama, yaşlanma. TEŞEYYÜB (C.: Teşeyyübât) İhmalcilik, kayıtsızlık. TEŞEYYÜD Yükseltme. Sağlamlaştırma. TEŞEYYÜH (Şeyh. den) İhtiyarlama. * Şeyhlik iddiasında bulunma. TEŞEZZİ Pâre pâre olmak. Pârelenmek. TEŞEZZÜB Dağılma, dağınık olma. TEŞEZZÜN Yoğun ve katı olmak. TEŞEZZÜR Ayrılmak. * Korkmak. * Hazırlanmak. * Davara binmek. TEŞFİ' Şefaat etmek, affı için sebep olmak. TEŞFİYE (Şifâ. dan) İyileştirme, şifalandırma. TEŞHİR Göz önüne serme, gösterme. Sergi serip âleme ilân etme. * Meşhur ve nâmdâr kılmak. * Kılıç sıyırma. TEŞHİRGÂH f. Sergi yeri, herkese gösterme yeri. TEŞHİRGÂH-I ENÂM f. Mahlukatın herkese gösterildiği yer, dünyâ. TEŞHİR-İ SİLÂH Silâh çekme. TEŞHİS Şahıslandırma. Şekil ve suret verme. Seçme, ayırma, ne olduğunu anlama. Tanıma. * Hastalığın ne olduğunu anlayıp bilmek. * Edb: Canlılandırmak, suretlendirmek. * Eşyaya şahsiyet vermek. TEŞHİT Kana bulaştırmak. TEŞHİYE Gönlün ne isterse sana vereyim demek. TEŞHİZ (C.: Teşhizât) (Şahz. dan) Sivriltme, keskinleştirme. * Bileme. * Gücünü, kuvvetini artırma. *Uyandırma. TE'ŞİB Kandırmak. TEŞ'İB (C: Teş'ibât) Şubelere ayırma, dallandırma. TEŞ'İL (Şu'l. den) Parlatma. Tutuşturma, alevlendirme. TE'ŞİR Gedik etmek. TEŞKİH Hurma koruğu renklenmeye başlamak. TEŞKİK Şüphede bırakmak. Şüpheye atmak. TEŞKİK (Şakk. dan) Parça parça yarma. İkiye ayırma. Yarmak. TEŞKİKÂT Şek ve şüpheler. Şüphede bırakmalar. TEŞKİL Vücud vermek. Suretlendirmek. Şekil vermek. Meydana getirmek. * Atın iki önayağı ve art ayağının birisinin beyaz olması. TEŞKİLÂT Tertipli ve düzenli çalışan birlik. TEŞKİLÂT-I ESASİYE Anayasa. Kanun-u esasî. Devletin temel kuruluş şeklini tayin eden ve teşrinin yani meclisin, hükümetin ve mahkemelerin salâhiyetleri nasıl kullanılacağını; vatandaşların umumi hak ve hürriyetlerini gösteren temel kanunlardır. TEŞMİ' (Şem'. den) Mumlama, bal mumuna batırma. TEŞMİL Şâmil kılmak. İhata eylemek. Kaplamak. İhrama bürünmek ve sür'atle yürümek. TEŞMİM (Şemm. den) Koklatma. Koklatılma. TEŞMİR (Şemr. den) Sıvama veya sıvanma. TEŞMİR-İ SÂİD Kolları sıvama. * Mc: Bir işe iyice adamakıllı girişme. TEŞMİS (Şems. den) Güneşe tutma, güneşe serme. * Güneşe tutup hasta etme. TEŞMİT Aksıran kimseye: "Yerhamükâllah: Allah sana merhamet etsin" deme. TEŞMİYET Aksırana karşı hayır ve bereketle duâ etmek.(Yerhamükümullâh: Allah size merhamet ve rahmet ihsan etsin) meâlinde dua etmek. TEŞNE f. Susamış. * Mc: İstekli, çok arzulayan, heveskâr. TEŞNEDİL (C.: Teşnedilân) Candan ve yürekten isteyen. TEŞNEGÂN (Teşne. C.) f. İstekliler. * Susamışlar. TEŞNEGÎ f. Susama. TEŞNELEB f. Dudağı kurumuş, çok susamış. Yanık, susuz. TEŞNİ' Başa kakmak. * Davara binmek. * Silâh takınmak. * Kötülük yapmak. Kötü göstermek. Ayıplamak. * Birisinin çok şeni' olduğunu söylemek. TEŞNİÂT (Teşni'. C.) Ayıplamalar, çirkin bulmalar. TEŞNİF Küpe takma. Küpe takınma. * Süslenme. Küpe ile süsleme. TEŞNİR Ayıp vermek. TEŞRİ' Yolu açık ve vâzıh kılma. * Şeriata isnad ve nisbet eylemek. * Kanun vaz' ve tenfiz eylemek. * Peygamberimizin (A.S.M.) şeriata dair emretmesi. * Havuza su getirmek. TEŞRİ' EYLEMEK Dinî emir ve yasakları bildirmek. Kanun bildirmek. Bir emrin kanun gibi tatbikini istemek. TEŞRİC Cem'etmek, birbiri üstüne yığmak. * Kerpiçi yerinden ayırmak. TEŞRİD Ayırma, dağıtma. Dilim yapıp kesmek. * Nefyetme, kovalama. * Belâya atma. Ürkütüp kaçırma. Sevketme. * Birisinin ayıbını teşhir eylemek. TEŞRİF Şereflendirmek. Yüksek yere çıkmak. Şeref vermek. * Bir yere buyurmak. TEŞRİFAT (Teşrif. C.) Resmî kabul ve ziyaretlerdeki kabul merasimi. Protokol. TEŞRİH Bir kitap veya ibareyi anlaşılır şekilde açıklamak, tafsilât vermek. İnceden inceye didikleyip araştırmak. * Tıb: Bir cesedi kesip parçalara ayırarak incelemek. TEŞRİHAT Açıklamak, tafsilât vermek, inceden inceye araştırmak. TEŞRİHAT-I HİKEMİYE Hikmet ve felsefe nazarıyla yapılan araştırma, açıklama. TEŞRİÎ (Teşriiye) Şeriatla, kanun ile, kanun yapma ile alâkalı, şeriata müteallik, kanuna dair. TEŞRİ'-İ EVAMİR Emirleri, işleri şeriata göre yürütme, idare etme, işleri şeriata uygun kılma. TEŞRİÎ MASUNİYYET (Masuniyyet-i teşriiye) Milletvekillerinin Meclis'te izhar ettikleri fikir ve verdikleri reylerden, mes'uliyete tâbi olmamaları. TEŞRİK Ortak etme. İştirak ettirme. TEŞRİK Güneşlendirme. Güneşte kurutma. * Eti parçalayıp güneşte kurutma. * Doğu tarafına gitme. TEŞRİK TEKBİRLERİ Zilhiccenin dokuzuncu günü, yani Kurban Bayramının arefe günü, sabah namazından başlayarak, bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar olan, her farz namazın selâmından sonraki alınan tekbirler. TEŞRİK-İ MESAÎ Birlikte çalışmak. İşbirliği etmek. Bir işi beraber yapmak. TEŞRİM Yarmak. * Yırtmak. TEŞRİN Eskiden yılın on ve onbirinci aylarına verilen ortak isim. TEŞRİN-İ EVVEL Ekim ayı. TEŞRİN-İ SÂNİ Kasım ayı. TEŞRİR Güneşte bez serip kurutmak. TEŞT Tekne, teşin, leğen, kap. TEŞTİR Bir nesneye ayıp vermek, noksanlık vermek. TEŞTİR Edb: Bir gazeli teşkil eden beyitlerin beher mısraı arasına ikişer mısra ilâve etmek. TEŞTİT Dağıtma, dağıtılma. Perişan etme. TEŞTİYE Kışın uyuyan hayvanların uykusu. TEŞVİF Tezyin etmek, süslemek.* Haberli olmak, anlamak, muttali olmak. * Bakmak, nazar etmek. TEŞVİH Çirkin yapmak. TEŞVİK Diken bitmek. * Ağacın dikenli olması. TEŞVİK Şevklendirme. Şevke getirme. Kışkırtma. Kaldırma. Cesaret verme. TEŞVİKAT (Teşvik. C.) İsteklendirmeler, şevke getirmeler. Kışkırtmalar. TEŞVİR İçinde bulunma. İçine alma, içine alıp gizleme. * Satılık olan hayvanı pazara çıkarıp gösterme. TEŞVİŞ Karıştırma. Karma karışık etme. Bulandırma. TEŞVİŞİYYET Karışıklık, bozukluk. TEŞVİT Tüyü ve kılı gitsin diye ateşe tutmak. TEŞVİYE Kebap yapmak. Kebap vermek. TEŞYİ' Uğurlamak. Gideni selâmetlemek. Yolcu etmek. * Cesaretlendirmek. TEŞYİD Müşeyyed etmek. Binayı yükseltip sağlamlaştırmak. TEŞYİE Dilemek, istemek. TEŞZİB Ağaç budamak. TETABBUB (Tıbb. dan) Hekim olmadığı hâlde hekimlik yapma. TETABU' Fasılasız birbiri ardından gelmek. Aralıksız birbirini takib etmek. TETABUK Birbirine uygun ve muvafık olmak. Uymak. Birşeye uygun düşmek. TETABU-U İZAFAT Bir çok kelimenin birbirine muzaf ve muzafün ileyh olması. Zincirleme isim takımı. (İhtizazat-ı esvat-ı beşeriye misalinde olduğu gibi.) TETAFFUL (Tufl. dan) Dalkavukluk. TETAHHUL Tıb: Dalak şişmesi. TETAHHUR Temizlenme. * Günah işlemekten uzaklaşma. TETAHHURÂT (Tetahhur. C.) Temizlenmeler. TETALLU' Boynunu uzatarak başını kaldırma. TETA'UM (Ta'm. dan) Tatma, tadına bakma. TETAVÜL Uzun olma, uzama. * Zulüm etme. * Birbirine muhalefet, kibir ve taazzum etme. * Musallat olma. * Mugayeret eylemek. TETAVVU' (Bak: Tatavvu') TETAVVUAN Nafile olarak, nafile tarzında. TETAVVUF Tavaf etme. Ziyaret maksadıyla bir şeyin veya bir yerin etrafını dolanma. TETAVVUK Boyuna gerdanlık gibi şeyler takma. TETAVVUS Tavus gibi renk renk elbise giyme. TETAYÜR (Tayeran. dan) Uçuşma. Uçuşup dağılma. TETBİ' Peşini bırakmayıp iyice araştırma. * Uyma, tâbi olma. TETBİN Fikrinde ve görüşünde dikkat etmek. TETBİR Helâk etmek, mahvetmek. TETBİT Zarar ve ziyan yapma. TE'TE Tekebbürlenmek, gururlanmak. Ululanmak. TETEBBU' Araştırıp tetkik etme. Derinliğine inceleyip tanıma, öğrenme. Öğrenmek için okuma. TETEBBUÂT Araştırıp incelemeler. Arayıp öğrenmeler. TE'TEE Söylerken dilini, "tâ" lâfzına döndürmek. TETELLU' Kalkmak için boynunu uzatmak. TETERRÜB Toz toprak içinde kalma. TETERRÜS Kalkanla siper yapmak. TETEVVÜC Tac giyme. TETFÜL Tilki eniği. TETİM Aşkla söylemek. TETİMME (Tetümme) (C.: Tetümmat) Tamam etme. Tamamlama. * Ek. Noksanını tamamlamak için ilâve edilen. TE'TİYE Su yolunu vermek. TETKİK (Bak: Tedkik) TETLİYE Nezretme. Adağı yerine getirme. * Farzdan sonra nafile namaz kılma. TETMİM Tamamlama, bitirme. * Edb: Bir şiiri tamam etmek. TETNİH Sallanmak. * Gururlanmak, tekebbürlenmek. TETRA Birbiri ardınca olmak. Birbirinin peşinden gelmek. TETRE' (Tarae. den) Ârız olur, meydana gelir (meâlinde). TETRİB Toza toprağa bulaştırma. TETRİH Tasalandırmak. Hüzünlendirmek, üzmek. TETRİS Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. TETVİBE Tevbe etmek. TETVİC (C.: Tetvicât) Tac giydirme. TETYİB Helâk etmek, mahvetmek. TEVA Mâlın helâkı. Mülkün helâk olması. TEVABİ' (Tabi'. C.) Maiyyet. Bir kimseye tâbi olanlar. İman ve İslâmiyet veya herhangi bir hususta birisine bağlı bulunanlar. * Uşaklar. * Bir merkeze bağlı olan yerler. * Gr: Evvelki kelimeye göre hareke alan kelimeler. TEVABİL (Tâbel ve Tâbil. C.) Yemeklere katılan nâne, karanfil, tarçın ve biber gibi şeyler. Baharat. TEVABİT (Tâbut. C.) Tabutlar, sandıklar. TEVACÜD Kişinin kendini vecd suretinde göstermesi. TEVACÜH (Vech. den) Yüz yüze olma. Karşı karşıya gelme. TEVADD Muhabbet etmek, sevmek. TEVADU' (İki taraf düşmanlıktan vazgeçip) barışma. TEVAFFUK (Vefk. den) Muvaffak olma, başarma. TEVAFİ Tamam olmak, tamamlanmak. TEVAFUK Birbirine uygunluk. Muvâfık oluş. Rast gelme hali. Nizamlanmış biçimde birbirine uygun olmak. TEVAFUKAT (Tevâfuk. C.) Uygunluklar. Tevafuklar. TEVAFUKAT-I GAYBİYE Göze görünmeyen ve bizim için gaybi olan tevafuklar. Kur'an veya kıymetli dinî eserlerde, bir kısım kudsi kelimelerin, yazılışlarında İlâhî bir takdir ile, altalta ve yanyana dizilişleri.(Elbette böyle mübarek bir cemaatte ve tevafukat-ı gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye var ve ben görüyorum fakat herkese ve umuma gösteremiyorum. M.) TEVAFÜR (C.: Tevafürât) Artma, çoğalma. TEVAFÜRÂT (Tevafür. C.) Artmalar, çoğalmalar. TEVAGGUL Çok uğraşma, meşgul olma. Bir işin çok ilerisine varmak. TEVAGGULÂT (Tevaggul. C.) Tevagguller. Devamlı olarak uğraşmalar. TEVAGGUN Cenk içinde ikdam etmek. Savaşta sebat edip ilerlemek. TEVAGGUZ Çok sıcak olmak. TEVAHHİ Talep etmek, istemek. TEVAHHİ Daha çabuk, acele, sür'atli. TEVAHHUD Vahid, tek olmak. TEVAHHUŞ Korkmak. Ürkmek. Kaçmak. * Hâli, tenhâ ve ıssız olmak. TEVAHUK Cemaat olup gitmek. Topluluk hâlinde gitmek. TEVAİF (Bak: Tavaif) TEVAK İstekli kimse. TEVAKİ' (Tevki'. C.) Fermanlar. TEVAKKİ Çekinme, hazer etme, sakınma, korunma. TEVAKKU' (C.: Tevakkuât) (Vuku. dan) Bekleme, umma, ümid etme. İsteme, arzu etme. TEVAKKUD Tutuşup yanma. TEVAKKUF Durma. Eğlenip kalma. Duraklama. TEVAKKUFÂT (Tevakkuf. C.) Beklemeler, durmalar, eğlenmeler. TEVAKKUL Dağ üstüne çıkmak. TEVAKKUR (Vekar. dan) Vakar peydâ etme. Vakarlanma. TEVAKKUS Şiddetle basmak. * Atın seyri. TEVAKUN Noksan etmek, eksiltmek. TEVAKÜL (Vekl. den) Birbirini vekil etme. TEVALİ Uzayıp gitmek, devam etmek. Birbiri ardınca sıra ile gelmek. Sürmek. TEVALİYEN Tevali etmek suretiyle. TEVALÜD Doğma, doğurma. TEVAMÜR Danışmak, istişare etmek. TEVANA (Tüvânâ) f. Güçlü, kuvvetli, iktidarlı. TEVANİ f. İşde tembellik etmek. * Kusur işlemek. Usançlık, bezginlik göstermek. TEVARİ Gizlenme, kaybolup göze görünmeme. TEVARİH (Târih. C.) Tarihler. Hâdiselerin zuhur zamanını kaydeden kitaplar. TEVARİ-İ KAMER Ayın gizlenmesi, görünmez olması. TEVARÜD Vârid olma, gelme. Yetişme, vâsıl olma. * Arka arkaya gelmek. * Edb: Birbirinden habersiz olarak iki şâirin aynı beyti veya mısrayı söylemeleri. TEVARÜS Mirasa konmak, birisine diğerinden irsen geçmek. Miras yemek. TEVARÜSÂT (Tevarüs. C.) Tevarüsler, mirasa konmalar. * İrsen geçmeler, irsî olarak geçmeler. TEVASİ (Vasiyet. den) Vasiyetleşme. Birbirine tavsiye etme. TEVASSUL Ulaşma, kavuşma, bitişme. * Nikâh yolu ile hısımlık, münasebet peydâ etme. TEVASUK (Vusuk. dan) Birbiriyle andlaşma. Birbirine güvenip itimad ederek andlaşma. TEVASÜL Birbirine ulaşma. TEVATÜR Kuvvetli haber. * Müteaddid şeyler birbiri ardınca zâhir olmak. * Bir hususun söylenmesi hemen herkesin ağzında olup, gezmek. Şâyia. * Fık: İçinde yalan ihtimali olmayan ve bir cemâate dayanan kuvvetli haber, ferdî olmayıp cemaate ait olan sağlam haber.(Mâlumdur ki; üç dört muhtelif yoldan gelenler, aynı bir hâdiseyi söyleseler, yakini ifâde eden tevâtür derecesinde o hadisenin kat'i vukuuna delâlet eder.İşte, meşrebce ve meslekce ve isti'dâdca ve asırca gayet muhtelif ayrı ayrı bütün muhakkikinin muhtelif tabakatından ve evliyânın muhtelif turuklarından ve asfiyanın muhtelif mesleklerinden ve hükema-i hakikiyenin muhtelif mezheblerinden olan bütün ehl-i keşif ve zevk ve şuhud ile ittifak etmişler ki: kâinat mezâhirinde ve mevcudat âyinelerinde görülen mehâsin ve kemâlât, bir tek Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un tecelliyat-ı kemalidir ve cilve-i cemal-i esmasıdır. S.)(...Sahabeler, Kur'anın ve âyetlerin hıfzından sonra en ziyade, Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) ef'al ve akvalinin muhafazasında, bâhusus ahkâma ve mu'cizata dair ahvâline bütün kuvvetleriyle çalıştıklarını ve sıhhatlerine pek çok dikkat ettiklerini, tarih ve siyer şehadet ediyor. Resul-ü Ekrem'e (A.S.M.) ait en küçük bir hareketi, bir sireti, bir hali ihmal etmemişler. Ve etmediklerini ve kaydettiklerini, kütüb-ü ehadisiyye şehâdet ediyor. Hem asr-ı saâdette, mu'cizatı ve medar-ı ahkâm ehadisi, kitabetle çoklar kaydedip yazdılar. Hususan Abadile-i Seb'a kitabetle kaydettiler. Hususan Tercüman-ül Kur'an olan Abdullah İbn-i Abbas ve Abdullah İbn-i Amr İbn-i As, bahusus otuz kırk sene sonra, Tabiînin binler muhakkikleri, ehadisi ve mu'cizatı yazı ile kaydettiler. Daha ondan sonra, başta dört imam-ı müçtehid ve binler muhakkik muhaddisler naklettiler, yazı ile muhafaza ettiler. Daha hicretten ikiyüz sene sonra başta Buharî, Müslim, Kütüb-ü Sitte-i Makbule, vazife-i hıfzı omuzlarına aldılar. İbn-i Cevzî gibi şiddetli binler münekkidler çıkıp; bazı mülhidlerin veya fikirsiz veya hıfızsız veya nâdanların karıştırdıkları mevzu ehadisi tefrik ettiler, gösterdiler. Sonra ehl-i keşfin tasdikiyle; yetmiş defa Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) temessül edip, yakaza halinde Onun sohbetiyle müşerref olan Celâleddin-i Süyutî gibi allâmeler ve muhakkikler, ehadis-i sahihanın elmaslarını, sair sözlerden ve mevzuattan tefrik ettiler. İşte bahsedeceğimiz hâdiseler, mu'cizeler; böyle elden ele (kuvvetli, emin, müteaddit ve çok, belki hadsiz ellerden) sağlam olarak bize gelmiş.İşte buna binaen; "Bu zamana kadar uzun mesafeden gelen, şu zamandan tâ o zamana kadar bu hâdiseleri nasıl bileceğiz ki, karışmamış ve sâfidir?" hatıra gelmemelidir. M.)(Naklolunan haberler eğer tevatür suretinde olsa, kat'idir. Tevatür iki kısımdır. Biri: "Sarih Tevatür" biri: "Manevî Tevatür" dür. Manevî tevatür de iki kısımdır. Biri: "Sükûtî" dir. Yâni, sükût ile kabul gösterilmiş. Meselâ: Bir cemaat içinde bir adam, o cemaatin nazarı altında bir hâdiseyi haber verse, cemaat onu tekzib etmezse, sükût ile mukabele etse, kabul etmiş gibi olur. Hususan haber verdiği hâdisede cemaat onunla alâkadar olsa, hem tenkide müheyya ve hatâyı kabul etmez ve yalanı çok çirkin görür bir cemaat olsa, elbette onun sukûtu o hâdisenin vukuuna kuvvetli delâlet eder. İkinci kısım tevatür-ü manevî şudur ki: Bir hâdisenin vukuuna, meselâ "Bir kıyye taam, ikiyüz adamı tok etmiş." denilse; fakat onu haber verenler, ayrı ayrı surette haber veriyor... biri bir çeşit, biri başka bir surette, diğeri başka bir şekilde beyaân eder.. fakat umumen, aynı hâdisenin vukuuna müttefiktirler. İşte, mutlak hâdisenin vukuu; mütevatir-i bilmânadır, kat'idir. İhtilâf-ı suret ise, zarar vermez. M.) TEVATÜRÂT (Tevatür. C.) Tevatürler, ağızdan ağıza dolaşıp yayılan haberler. TEVATÜREN Ağızdan ağıza yayılarak. Tevatür suretiyle. TEVA'UL Yüksek yere çıkmak. TEVA'UN Davarın, beslenip semizlemek hususunda nihayet hududu bulması. TEVAÜD (Va'd. den) Birbirine söz verme. Va'dleşme. TEVAZİ (Vezy. den) İki çizginin birbirine değmeden sonsuza kadar yanyana uzaması, paralellik. TEVAZU' Alçak gönüllülük. Kibirsizlik. Mahviyet hâli. (Bak: Küfran-ı nimet)(Her adam için, hey'et-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbür ile tetâvül edecek; eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevâzu' ile tekavvüs edecek ve eğilecek. Tâ, o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası, küçüklüktür; yani, tevâzudur. Küçüklüğün mizânı büyüklüktür; yani, tekebbürdür. M.) TEVAZU'KÂR f. Tevazulu, alçak gönüllü. TEVAZÜF Birbiriyle sallanıp yürümek. TEVAZÜN Denklik. Müvâzene hâsıl olmak. Aynı tartıda olmak. Karşılıklı iki taraf da vezinde müsâvi olmak. Denkleşmek. TEVAZZU' Konulma, konulmuş. Bir şeyin bir yere konuşu. TEVAZZUH (Bak: Tavazzuh) TEVBE (Tövbe) Yaptığı fenalığa pişman olmak. Allah'dan afv dilemek. Bir daha işlememeye azmetmek. Estağfirullah deyip, pişmanlık duymak. (Bak: Afv) TEVBE SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 9. suresidir. Berae Suresi de denir. Medenîdir. TEVBE-İ NASUH Sâdık tevbe. Nasuh tevbesi. Rücu' ettiği günaha bir daha dönmemek veya tevbe eylediği günahı bir daha yapmamak için kasd ve niyet etmek ve bunda tam kararlı olmak. TEVBEKÂR f. Tevbeli, yaptığına pişman olmuş olan. TEVBEŞİKEN f. Tevbesini bozan. TEVBİH Azarlama. Levm etme. TEVBİHAT (Tevbih. C.) Azarlamalar, tekdirler. TEVBİHAT-I ŞEDİDE Şiddetli tekdir ve azarlamalar. TEVBİS Köpek yavrusunun gözlerini açması. TEVCİB (Vücub. dan) Lüzumlu yapma, lâzım etmek, gerektirmek. * Bir iş için vakit belirlemek. TEVCİH Döndürmek, yöneltmek. * Tefsir etmek. * Birisini bir tarafa göndermek. * Rütbe vermek. * Bir kimseye söz atmak. * Edb: İki zıd mânaya gelebilen ve birbirinin zıddı mânada söz kullanmak. TEVCİHÂT (Tevcih. C.) Verilmiş rütbeler. Tevcihler. * İşaret eden mânalar. TEVCİH-İ KELÂM Sözle işarette bulunmak. * Birbirinin zıddı muhtelif mânaya gelebilen kelimeyi sözde kullanmak. TEVDİ' Emanet vermek, bırakmak. * Misafirin veda etmesi. Giderken kalanlara: Allah'a ısmarladık gibi veda etmesi, bolluk hoşluk duasıyla bırakıp gitmesi. * Mutlaka terkedip bırakmak. TEVDİAN Vererek, bırakarak, teslim ve emanet ederek. TEVDİÂT Emânetler. Emânet bırakmalar. Emniyetli bir yere kıymetli bir şeyi teslim etmek. TEV'EBAN Davar memesinin iki yanı. TEVECCU' (C.: Teveccuât) Ağrıma, vecâlanma. Acımak. TEVECCÜD (Vecd. den) Coşma, vecde gelme. TEVECCÜH Bir şeye doğru yönelme, bir tarafa dönme. Çevrilme. * Mânen üzerine düşme. * Ait olmak. * Hoşlanmak. * Sevgi, alâka. TEVECCÜHÂT (Teveccüh. C.) Teveccühler. TEVECCÜH-Ü NÂS İnsanların, bir kimseyi beğenip, ona teveccüh etmeleri ve medh ü senâ etmeleri.(Teveccüh-ü nâs istenilmez; belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyaya girer. Şan ü şeref arzusiyle teveccüh-ü nâs ise; ücret ve mükâfat değil, belki ihlâssızlık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır. Evet, amel-i salihin hayatı olan ihlâsın zararına teveccüh-ü nâs ve şân ü şeref, kabir kapısına kadar muvakkat olan bir lezzet-i cüz'iyeye mukabil, kabrin öbür tarafında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından; teveccüh-ü nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzımdır. Şöhretperestlerin ve şan ü şeref peşinde koşanların kulakları çınlasın. L.) TEVECCÜS Karnını boşaltmak. TEVEDDÜD Tedricen kendini sevdirmek. Dostluk etmek. * Cenab-ı Hakk'ın çeşitli ve lezzetli nimetler vererek insanlara kendisini sevdirmesi. TEVEFFİ Ölme, vefat. * Bütününü aldırma. TEVEFFUK Tevfike mazhar olmak. Cenab-ı Hakk'ın rızasına uygun tarzda hareket edebilmek. TEVEFFÜR Çok olmak, artmak. TEVEHHUK Boynuna kement bağlamak. TEVEHHÜC Deprenmek, hareket etmek. TEVEHHÜL (Vehle. den) Yanıltmağa çalışma. TEVEHHÜM Evhamlanmak. Az tehlike ihtimâli olsa çok korkmak. Yok olanı var zannetmekle ye'se ve korkuya düşmek. TEVEHHÜM-İ EBEDİYET Ebedî yaşayacağını zannedip Allah'ın emirlerinden ve âhiret için hazırlanmaktan gaflet etmek. Hiç ölmeyecekmiş gibi evhâm ile sâdece bu dünyayı ve dünya menfaatlerini düşünmek.(Dünyada, tevehhüm-ü ebediyet hükmünce gaflet veya dalâlet neticesinde; mevti adem ve firakı ebedî tasavvur ettiğinden, yumuşak döşeğine bedel kabrin toprağını düşünüp gaflet ve dalâlet cihetiyle, Erhamürrâhimîn'in Cennet-i Rahmetini ve Firdevs-i Nimetini düşünmediğinden ne kadar me'yusane bir hüzün ve elem çektiğini kıyas edebilirsin. M.) TEVEHHÜN Gevşeme. Kuvvetsiz hale gelme. TEVEHHÜS Bir işe dikkat ve itina ile koyulma. TEVEKAN İstekli olma. TEVEKÂN Sormamak. TEVEKKELNA Tevekkül ettik (meâlinde fiil). TEVEKKELTÜ ALALLAH Allah'a tevekkül ettim (meâlindedir). TEVEKKUH şiddetli ve haşin olmak. TEVEKKÜ' Dayanmak. TEVEKKÜL İşi başkasına ısmarlamak. * Sebeblere tevessül ettikten sonra neticesini Allah'a bırakmak. Allah'tan gelene razı olmak. Kendine ait vazifeyi yaptıktan sonra neticelerini Allah'dan istemek. Kadere razı olmak. Hakka güvenmek. * Yeis ve kederden uzak olmak. * Âcizlik göstermek.(İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder. Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı, bütün bütün reddetmek değildir; belki esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telâkki ederek; müsebbebatı, yalnız Cenab-ı Hak'tan istemek ve neticeleri O'ndan bilmek ve O'na minnettar olmaktan ibarettir.Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer:Vaktiyle iki adam hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler. Birisi girer girmez yükünü gemiye bırakıp üstünde oturup nezaret eder. Diğeri hem ahmak, hem mağrur olduğundan yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi: "Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et." O dedi: "Yok, ben bırakmıyacağım. Belki zâyi olur. Ben kuvvetliyim. Malımı, belimde ve başımda muhafaza edeceğim." Yine ona denildi: "Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i Sultaniye daha kuvvetlidir. Daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın gittikçe ağırlaşan şu yüklere tâkat getiremiyecek. Kaptan dahi eğer seni bu halde görse, ya divânedir diye seni tardedecek. Ya haindir, gemimizi ittiham ediyor, bizimle istihza ediyor, hapis edilsin, diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünkü ehl-i dikkat nazarında, zaafı gösteren tekebbürün ile, aczi gösteren gururun ile, riyayı ve zilleti gösteren tasannuun ile kendini halka mudhike yaptın. Herkes sana gülüyor" denildikten sonra o biçârenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. "Oh!... Allah senden râzı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum" dedi.İşte ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve hodfuruşluktan ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyyeden ve tazyikat-ı dünyeviyye hapsinden kurtulasın... S.) TEVEKKÜL-İ İMANÎ İman edenlere yakışır tevekkül. İman kuvvetinin ve hakikatının neticesi olan tevekkül. TEVEKKÜN Musibet anında yüksek sesle bağırıp feryad etmek. TEVELLA (Tevelli) Birisini dost edinme. * Bir işi üzerine alma. * Dönme, yönelme, i'raz etme. * Ehl-i Beyt'e tam sevgi. * Akrabalık. Karabet. Yakınlık beslemek. TEVELLU' Sevme. Alâka ve aşk peydâ etme. TEVELLÜC Dühul etmek, dâhil olmak, girmek. * Vahşi canavarların yatağı. TEVELLÜD Doğma. Doğum. TEVELLÜDAT (Tevellüd. C.) Belli bir zaman içinde doğum. Umumi doğumlar. TEVELLÜH (C.: Tevellühât) (Veleh. den) Şaşakalma. Şaşırıp sersemleşme. * Hayran etme. * Kadını çocuğunden ayırma. TEVELVÜL (C.: Tevelvülât) (Velvele. den) Gürültü patırdı etme. TEV'EM İkiz. Çift doğan çocuklar. * Mc: Benzer, eş, mümasil. TEV'EME İki kız. TEV'EMÎ İkizlik. TEVENNUK Dikkatle bakmak. TEVERRİ Gizlenmek. * Belirsiz etmek. TEVERRU' Haramdan ve şüpheli şeylerden sakınmak. TEVERRUK (C.: Teverrukat) (Varak. dan) Yapraklanma. TEVERRUT Zor bir işe rastlama. Vartaya düşme. TEVERRÜD Vâridolma, gelme. * Gül gibi kızarma. TEVERRÜK Sol yanı üstüne oturup iki ayaklarını sağ tarafından uzatmak. TEVERRÜS (Veraset. den) Mirasçı olma. Vâris olma. TEVESSU' (Bak: Tevessü') TEVESSUH (Vesah. dan) Paslanma, kirlenme. TEVESSUK (Vüsuk. dan) İnanıp güvenerek ve itimad ederek dayanma. TEVESSUL (Bak: Tevassul) TEVESSÜ' (C.: Tevessüât) Genişleme, yayılma. Vüs'at bulma. * Zahmetsiz herkese yer bulunma. TEVESSÜÂT (Tevessü'. C.) Genişlemeler. TEVESSÜB (Vesb. den) Atlama, sıçrama. TEVESSÜD Dayanma, istinad. * Yastığa dayanma. TEVESSÜEN Genişleme suretiyle. Tevessü ederek. TEVESSÜL Allah'ın dergâhına yaklaştıracak amel işlemek. * Sarılmak. * Baş vurmak. * İnanmak. * Sebeb tutmak. * Hırsızlık. TEVESSÜLEN Başvurarak, girişerek. Sebep tutarak. TEVESSÜM Bir şeyin işaretlerine bakarak iyice anlamak. TEVEŞŞİ Saç ve sakalı kır olmak, alacalanmak. TEVEŞŞUH (C.: Teveşşuhât) Süslenme, takıp takıştırma. * Kadın gerdanlığını takma. TEVETTÜR Gerginleşme, gerilme. TEVETTÜR-Ü A'SAB Sinirlerin gerilmesi, sinirlenme. (Bak: Tevtir) TEVETTÜR-Ü HABL İpin gerilmesi. TEVE'UR Bir şeyin güçlenerek halli ve yenilmesi müşkil olması. * Bir hususta çetin zorlukla karşılaşmak. * Konuşanın çapraşık söylemesinden ve anlaşılmadığından dolayı, dinleyenin hayrette kalması. TEVEYYÜL (C.: Teveyyülât) Vâveylâ etme. Çığlık koparma. TEVEZZUG Hareket etmek. TEVEZZÜ' Yer tutma. * Dağılma. Bölünme, taksim olunma. TEVEZZÜF Sallanmak. * Evmek, acele etmek. TEVEZZÜF Kabuğunu soymak. TEVEZZÜL Kesilmek. TEVFİK Uygun düşürme. * Uydurma. Muvafık kılma. * Cenab-ı Hakkın kuluna yardım etmesi. TEVFİKAN Uygun olarak. Uyarak. TEVFİK-İ HAREKET Bir şeyin olmasına ve bir nizamın icablarına uygun düşen hareket. TEVFİK-İ İLÂHÎ Cenab-ı Hakk'ın insanı doğru yola lütfu ile sevketmesi.(Ey evliyâ-i umur! Tevfik isterseniz kavanin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlikle cevab-ı red alacaksınız. H.) TEVFİR Artırma, çoğaltma. * Bir kimsenin hakkını tam olarak verme. TEVFİYE Tamam vermek. TEVFİZ Evdirmek, acele ettirmek. TEVGİR (Mübalağa ile) Sıcaklatmak. TEVHİD Birleme. Bir Allah'tan başka İlâh olmadığına inanma. Lâ ilahe illallah sözünü tekrarlama. Her yerde ve her şeyde Allah'tan başkasının te'sir hâkimiyeti olmadığını anlamak, bilmek ve bilerek yaşamak. * Edb: Allah'ın varlığına ve birliğine dair yazılan manzume.İnsanlar, Allah'ın birliğine inananlar ve birliğine inanmayanlar olarak ikiye ayrılır. Allah'a inanmayanlar sözü, aslında Allah'ın birliğine ve sıfatlarına inanmayanlar sözünün kısaltılmış şeklidir. Çünkü insanı ve kâinatı kim yaratmıştır? Sorusuna inananlar da inanmıyanlar da cevap vermektedir. İnanmayanların verdikleri cevaplardan "kendi kendine olmuştur" sözü hem mantıksızlık, hem de varlığı bir ilâh gibi tasavvur ettiklerinden kâinatta mevcut varlıklar kadar ilâh edinmiş olurlar. "Muhtelif sebepler ve şartların bir araya gelmesiyle yaratılmıştır" diyenler, sebepleri ilâh olarak kabul etmiş ve kendisine kâinattaki sebeplerin sayısı kadar ilâhlar edinmiş olur. "Tabiat yaratmıştır" diyenlere gelince: Tabiattaki varlıklar atomlardan meydana geldiğinden hem atomu bir ilâh yerine koymuş olur ve atomlar sayısınca ilâh edinmiş olur. Demek ki Allah'ın birliğine inanmayan inkârcılar, kendi düşüncelerinin ürünü olan ilâhlara tapan putperestlerden başka birşey değildir.(Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, tevhid ve ferdiyeti pek çok tekrar ile, kuvvetli bir hararetle, yüksek bir halâvetle ders verdiği gibi, bütün enbiyâ ve asfiyâ ve evliyâ en büyük zevklerini ve saadetlerini kelime-i tevhid olan Lâ ilahe illallah'da buluyorlar. L.)(Arkadaş! Tevhid iki çeşit olur: Birisi âmiyâne tevhiddir ki, -Allah'ın şeriki yok ve bu kâinat Onun mülküdür - der. Bu kısım tevhid sahiplerinin fikirce gaflet ve dalâlete düşmeleri korkusu vardır. İkincisi hakiki tevhiddir ki, -Allah birdir, mülk onundur, vücud onundur. Her şey Onundur der. Lâyetezelzel bir itikada sahiptirler. Bu kısım tevhid sahipleri her şeyin üstünde Cenab-ı Hakk'ın sikkesini görür ve her şeyin cephesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sâyede huzurî bir tevhid melekesi mâliki olurlar ki, dalâlet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar. M.N.)(Tevhid, yalnız tasavvurdan ibaret bir marifet değildir. Belki İlm-i Mantık'ta, tasavvura mukabil ve marifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve bürhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir. Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz'an ve kabuldür ki; her bir şeyle Rabbini bulabilir ve her şeyde Hâlıkına giden bir yolu görür ve hiç bir şey huzuruna mâni olmaz. Ş.) TEVHİD SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 112. Suresidir. İhlâs Suresi gibi çok isimleri de vardır. (Bak: İhlâs Suresi) TEVHİDEN Birleştirerek, tevhid olarak. TEVHİD-İ KIBLE Sadece bir yere müteveccih olmak. Bir kıbleden başka kıble kabul etmemek. * Mc: Sadece bir üstad kabul etmek. TEVHİD-İ ŞUHUD Her nereye bakılırsa Allah'ın birliğini anlamak, hissetmek. * Görüş birliği. TEVHİF Sopa ile vurmak. TEVHİM Bir nesneye gönül vermek. * Hâmile olmak ricâsını etmek. TEVHİM (C.: Tevhimât) (Vehm. den) Vehme düşürme. Vehimlendirme. TEVHİN (Vehn. den) Zayıf kılmak, zâfiyete duçâr eylemek veya edilmek. * Zayıfa nisbet etmek veya edilmek. TEVHİŞ Ürkütme, kaçırma, korkutma. TEVHİŞÂT (Tevhiş. C.) Ürküp kaçmasına sebep olmalar, ürkütmeler. TEVHİYE Acele etmek. TE'VİB Tesbih etmek. * Sabahtan akşama kadar seyretmek. TE'VİD Eğriltme. TEV'İD (C.: Tev'idât) Sözle korkutma. TE'VİL (Tef'il veznindendir) Bir nesneye redd ve irca' etmek. Döndürmek. Te'vil kelimesi, bazı müfessirlere göre, rücu' mânasına olan "Evl: " den alınmıştır. Müfessirlerce: Bir âyet-i kerimenin mânasını bir nesneye irca' ile beyan etmektir. Bazılarınca da (Evvel: ) lâfzından alınmış olup kelâmı evveline sarf ve irca' eylemektir. Bazılarınca da hükümet ve siyaset mânasına olan (İyalet: ) den alınmıştır ki, te'vil eden kimse, zihin ve fikrini kelâmdaki sırrın tetebbuuna taslit etmekten ibarettir ki, kelimeden maksud olan mâna zâhir ve söyleyenin muradı aşikâr ola. Tefsir ve te'vil beynindeki fark ise: Tefsir: Nüzul-ü âyetin sebebinden bahs ve lügat cihetinden kelâmın mevzuuna müteallik maddeye mübâşerettir. Te'vil ise: Âyetlerin sırlarını ve istar-ı kelimatı (kelimeler perdesini ve zarını) inceden inceye araştırmak ve âyetin mâna ihtimâllerinin birini tâyin etmekten ibarettir ki, muhtelif vecihlere muhtemel olan âyetler olur. Kur'anın anlaşılmasında birinci mertebe tenzil, ikinci mertebe te'vildir.Te'vil, bundan başka "rüya tâbir etmek" mânasına gelir ve "hoş kokulu bir nebat" adıdır. (Kamus Tercemesi) TE'VİLÂT (Te'vil. C.) Te'viller. Zâhiren yakın mâna ve delil nakletmek sebebiyle başka mâna vermeler. TE'VİM Tâzim etmek, hürmet etmek. TE'VİYE Haz duyup "oh" demek. TEVKÂF (Ev) damlamak. TEVKIYE Çok sakınmak. TEVKİ' Alâmet, işaret, belirti, nişan. * Sultan. * Kılıca nakış yapmak. TEVKİD Sağlamlaştırma. TEVKİD Ateş tutuşturma. TEVKİF Alıkoyma, tutma. Hapis olarak bekletme. Vakfetme. * Arafatta mevkaf olan yerde durdurmak. * Bir kimsenin koluna bilezik takmak. TEVKİFHÂNE Hapishane. TEVKİL Kendine birisini vekil etmek. Vekil tâyin etmek. TEVKİM Zelil etmek. * Katletmek, öldürmek. * Hıfzetmek, korumak. TEVKİR Bina için yemek pişirip yedirmek. Ziyafet vermek. TEVKİR Tazim. Hürmetle anmak. İhtiram etmek. TEVKİS Küçük odun parçalarını ateşe atmak. TEVKİŞ Tahrik etmek. TEVKİT Hurmanın kararmaya başlaması. TEVKİT Vakit tayin etmek. Vakitlendirmek. TEVLA' Eğrilik. TEVLE Sihir, efsun. TEVLİ' Bir nesneye beyaz noktalar yapmak. TEVLİD Çocuğu doğarken almak. Doğurmak. Doğurtmak. * Mc: Sebep olmak, vücuda getirmek. * Beslemek. Terbiye etmek. TEVLİDÂT (Tevlid. C.) Meydana getirmeler, sebep olmalar. * Doğurmalar, doğurulmalar; doğurtmalar. TEVLİH Şaşırtma. Sersemleştirme. TEVLİYET Bir vakfın işlerine bakma vazifesi. Mütevellilik. * Yüz çevirme, yüz döndürme. * Fık: Sâhib olunan malı peşin değeri ile başkasına tevcih etme. TEVR (C.: Etvâr) Ağzı büyük gönden olan bardak. * Su bardağı. Abdest ibriği. TEVRAT Hz. Musâ Aleyhisselâm'a nâzil olan kitab-ı mukaddesin nâm-ı celili. (Hakiki Tevrat, Kur'an-ı Kerim ile barışıktır. Şimdiki ise, çok yerleri değiştirilmiş, tahrif edilmiştir. Bu kitabın aslından az bir şey kalmıştır. Aklı başında ve İslâmiyeti, Kur'an-ı Kerim'i tetkik eden Yahudiler de hidayeti seçmişler ve müslüman olmuşlardır.) TEVREB (TEVÂRİB) Toprak. TEVRİB Bir nesnenin uzunluğuyla eni arası. TEVRİD Gülgün etmek. * Ağacın çiçek vermesi. TEVRİH Bir hâdisenin veya konuşmanın tarihini yazmak. Vakit bildirmek. TEVRİK Ağacın yapraklanması. TEVRİK Davarın üstüne oturmak. TEVRİM Gazaba getirme, öfkelendirme. * Verem etme, verem edilme. * Bedenin azâsını şişirip kabartmak. TEVRİS Zaferana benzer bir ot. TEVRİS Vâris kılmak, mirâs bırakmak. Malının faydasını birisine âid kılmak. * Ateşi yakmak, alevlendirmek için tahrik etmek. (L.R.) TEVRİŞ Kandırmak. TEVRİT Tehlikeye düşürme, vartaya düşürme. TEVRİYE Örtüp gizlemek. * Sözünü veya bir haberi izah etmeyip gizlemek. * Edb: Birkaç mânası olan bir kelimenin en uzak mânasını kasdetmek. TEVSEN f. Azgın, başı sert at. * Mc: Dikbaşlı adam. TEVSİ' Genişletme. Bollaştırma. TEVSİB Sıçratmak. * Yastık dikmek. TEVSİD Yastığa dayandırma. * Dayatma, dayandırma. TEVSİH (Vesah. dan) Kirletme, murdarlama, pisletme. * Paslandırma. TEVSİK Vesikalandırmak. Vesikalamak. Sağlamlaştırmak. Yazılı hale koymak. * Bir kimse hakkında -bu emindir, mutemeddir- demek. TEVSİM Hacıların hac zamanı toplanmaları. * Dağlamak sureti ile ten üzerine işaret koyma, döğme yapma. * İsimlendirme, ad verme. TEVSİR Yumuşak etmek, yumuşatmak. TEVSİT Birini araya koyma. Ortaya koyma. Vâsıta etme. TEVŞİ' Süsleme. TEVŞİH (Vişah. dan) (C.: Tevşihât) Süslü elbise giydirme. Süsleme veya süslendirme. * Kur'ân-ı Kerimi usul ve kaidelerine göre okuma. * Bir kimseye mücevher gerdanlık takmak. * Ist: Bir eseri, büyük bir adamın adıyla süsleme. Eski ilim adamları, bazı kimselerin adına kitap yazarlar, kitabın baş tarafında onların adını zikrederler, bunu yapmakla da eseri süslemiş olurlardı. * Boyun bağı. * Urgan ve sicim asmak. TEVŞİM (C.: Tevşimât) (Veşm. den) Bedene döğme yapma. İğne ile yazı yazma veya şekil yapma. TEVŞİYE Koğuculukta mübâlağa etmek. Dedikoduculukta mübâlağa yapmak. TEVTİD Kazık kakma. TEVTİNE Yumuşak etmek, yumuşatmak. TEVTİR Yay gibi germek. Yaya kiriş germe. TEVV Tek. TEVVAB (Tevbe. den) Tevbe edenlerin tevbesini kabul eden Allah (C.C.). * Çok tevbe eden. TEVZİ' Dağıtmak. Herkesin hisselerini ayırıp vermek. Pay ederek dağıtmak. TEVZİÂT (Tevzi'. C.) Tevziler, dağıtmalar. * Herkese payını vermeler. TEVZİG Depretmek, hareket ettirmek. TEVZİN Tartmak. Ölçülü hâle koymak. * Zihinde düşünüp kararlı hâle koymak.* TEY' Kusmak. * Yere akmak. TEYAKKUN İyiden iyiye araştırıp şüphesiz tam olarak bilmek. * Tam yakınlık hâsıl etmek. TEYAKKUZ Uyanık olma. * Uykudan kalkma. * Göz açıklığı. TEYAMÜN Her nesneyi sağından tutmak ve sağından başlamak. TEYASÜR Bir nesneyi solundan tutmak. TEYBİS Kurutma, kurulama. TE'YE Eğlenmek, durmak, oyalanmak. TEYEBBÜS (C.: Teyebbüsât) Kuruma, kuru olma. TEYEFFU' Yüce olmak, yükselmek. TEYEFFÜN Çok yaşamak. TEYEKKUNÂT (Teyekkun. C.) Tam olarak ve iyice bilmeler. TEYEMMÜM Kasd. * Fık: Su bulunmadığı veya su bulunup da kullanılması mümkün olmadığı takdirde temiz olan toprak cinsinden bir şey ile, abdestsizliği veya gusülsüzlüğü -hadesi- gidermek maksadiyle yapılan bir ameliyedir. TEYEMMÜN Uğur sayma. Bir şeyle teberrük eylemek. Bir şeyi mesut ve uğurlu saymak. * Ölüyü kabirde sağ yanına yatırmak. * "Ben Yemenliyim" demek. TEYEMMÜNEN Uğur sayarak. Teyemmün ederek. TEYESSÜR Kolaylıkla husule gelme. * Muvaffakiyet ve başarı ile bitme. TEYETTÜM Kulluk etmek. * Aşkın insanı hor ve zelil etmesi. TEYETTÜN İncir yemek. TEYH (Teyhâ) Şaşkınlık. * Hayran olmak. * Tekebbürlenmek, gururlanmak. TEYHA' Issız yer. TEYHÜR Yar gibi çöküp yığılmış kumluk. TE'YİD (C.: Te'yidât) Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırma. Metânet verme. * Doğrulama, doğru çıkarma. Destekleme. TE'YİS (Ye's. den) Me'yus etme, ye'se düşürme. Umutsuzlaştırma. TEYKAN Çok sıçrayan kişi. Çok sıçrayan kimse. TEYKİN (C.: Teykinât) Tam olarak ve iyice bildirme. TEYMA' Sahra, çöl, yaban. TEYMİM Teyemmüm ettirme. TEYS (C.: Tüyüs-Tiyese-Etyâs) Erkek keçi, teke. TEYSİR (Yüsr. den) Kolaylaştırma. Kolaylaştırılma. TEYYAR Hazırlanmış. * Dalga. TEYYAS Teke besleyen ve teke tutan kişi. TE'Z Yara. * Cenk edip döğüşürken birbirine yakın olup yoldaşını gözetmek. TEZABÜH Bir karış miktarı yeri yarmak. * Birbirini boğazlamak. TEZACÜR Birbirini kandırıp bir iş üzerine ümitlendirme. TEZAD İki şeyin birbirine zıt olması. Aksilik. Terslik. * Edb: Mânaca birbirine zıt olan kelimeleri bir arada toplamak. TEZADD-I TÂBİ' Sonradan gelenin, tâbi olanın zıt olması. Tâbi olanın zıt oluşu. TEZA'FUR Elbiseye ve gövdesine za'ferân sürmek. TEZAFÜR Birbirine yardımcı olma. * Bir yere toplanma. TEZAGGUM Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. TEZAHHUL Irak olmak, uzaklaşmak. TEZAHHÜR Arkalanmak. TEZAHÜF Muharebede iki taraf askerlerinin karşılaşıp çatışması. TEZAHÜM Birbirine sıkıntı vermek. Halk kalabalık edip birbirine sıkıntı vermek. TEZAHÜR Meydana çıkma, belirme, görünme. Gösteriş. * Birbirini korumak, birbirine arka olmak. * Arkalaşmak; yâni birbirine yardım etmek. * Avretine zıhar etmek, yani zevcesinin arkasını validesinin arkasına teşbih ederek "zuhruki kezuhri ümmî" demek. TEZAHÜRÂT (Tezahür. C.) Görünüşler. Gösterişler. Gösteriş için toplanmak. TEZAHZUH Uzak olmak. TEZAKİR (Tezkire. C.) Tezkereler. TEZAKKUF Bir şeyi sür'atle alıp yemek. TEZAKKUM Lokma lokma etmek. * Kaymak ile hurmayı karıştırıp yemek. (O taama "zekkum" derler.) TEZAKÜR Birbirini zikretmek. TEZALLÜM Birisinin zulmünden şikâyet etme. (Bak: Tazallüm) TEZALÜM Zulm edişmek. TEZAMÜR Birbirini kandırmak. TEZARÜF Zarif olmak isteme. TEZAUF (Zı'f. dan) Kat kat olmak, bir misli artmak. İki kat olmak. TEZA'UM Yalan olmak. TEZAVÜL Bir şeyi ortaya çıkarma, bir şeyi meydana getirme. TEZAVÜR (C.: Tezâvürat) Birbirini ziyâret etme, gidip görme. * Vazgeçme, yoldan çıkma, udul etmek. * Eğilip meyletme. TEZAYUG Meyledişmek, haktan dönmek. TEZAYUK Sıkışma. TEZAYÜD (Ziyadet. den) Ziyadeleşme, artma, çoğalma. * Söz ve sair şeyleri tekellüfle çoğaltma. TEZAYÜDÂT (Tezayüd. C.) Artmalar, ziyadeleşmeler, çoğalmalar. TEZAYÜL Ayrılmak. TEZA'ZU' Mâni olma, önleme, engel olma. TEZBİB Bir şeyin içine kuru üzüm koyma. * Yaş meyveyi kurutma. TEZBİH Çok boğazlatmak. TEZBİL (Toprağı) gübreleme. TEZBİR (C.: Tezbirât) (Zebr. den) Yazma veya yazılma. * Bez kenarına saçak yapmak. TEZCİYE Az nesne. TEZEBBU' Kişinin hulku yaramaz olmak, kötü huylu olmak. TEZEBBÜD Köpürme, köpüklenme. Kaymaklanma, kaymak bağlama. TEZEBZÜB Karışıklık. Mütereddit olmak. Kararsızlık. TEZECCÜC (Kaş) İnce olmak. TEZEHHUK Bâtıl olmak. * Helâk olmak, mahvolmak. TEZEHHUR Denizin köpürüp taşması. TEZEHHÜD Kendini dindar göstermek. Sun'i surette dindar olmak. * Dünyevî ve nefsanî şeylerden elini çekmek, ibadet etmek. TEZEHHÜR (C.: Tezehhürat) Çiçeklenme. * Yıldıramak, parlamak. TEZEKKİ Mânevi temizlenme. Ahlâken yükselme. * Zekât verme. TEZEKKÜR Unuttuktan sonra hatıra getirmek. Zikretmek. * Bir şeyi ders gibi tekrar ile ezbere almak. * Birkaç kişi toplanıp iş üzerine görüşmek. TEZEKKÜRÂT (Tezekkür. C.) Tezekkürler. TEZELLUK Dayanmak. TEZELLUK Kayma, sürçme. TEZELLÜL Zillete katlanmak. Aşağılanmak. Alçalmak. Hor ve hakir olmak. Kendini alçak tutmak. TEZELLÜLÂT (Tezellül. C.) Alçalmalar, küçülmeler, zillete katlanmalar. TEZELZÜL Sarsıntı. * Sarsılma, deprenme. TEZELZÜLÎ Sarsıntı ile alâkalı. Sarsıntı nev'inhden. TEZEMMÜL Bürünmek. Sarılmak. Örtünmek. (Bak: Müzzemmil) TEZEMMÜM Kişi kendi üzerine hak lâzım kılmak. * Ahd ü eman etmek. * Arlanmak. Utanıp çekinmek. TEZEMMÜN Sür'atle gitmek. TEZEMMÜR Savaşmak. TEZEMRÜM Çağrışmak. TEZENBÜR Kibirlenme. TEZENDUK Zındıklaşma. Hak yolundan dönme. Kâfir olmak. TEZENNÜB Kuyruk sallandırmak. TEZENNÜR Zünnar kuşanmak. TEZERRİ Üstüne binmek. TEZERRU' Elle tartmak. Bir nesneyi kolla oranlamak. * Yemeği çok yemek. * Çok konuşmak. TEZERRUK Ayrılmak, dağılmak. TEZEVVUK (C.: Tezevvukat) (Zevk. den) Tad alma, zevk alma. Tatma. TEZEVVÜC (C.: Tezevvücât) (Zevc. den) Evlenme, kadın eş alma, zevce edinme. TEZEVVÜCÂT (Tezevvüc. C.) Evlenmeler, zevce edinmeler. TEZEVVÜD Azıklanma. Yanına yiyecek alma. TEZEYYUG Haktan ayrılmak. * Kadının süslenip dışarı çıkması. TEZEYYÜB Ağzının köpüğü kenarına yığılmak. * Yaş üzümün kuruması. TEZEYYÜD Ziyadeleşme, çoğalma, artma. * Tekellüfle sözü uzatma. TEZEYYÜN Süslenme. Bezenme. TEZEYYÜNÂT (Tezeyyün. C.) Süslenmeler, ziynetlenmeler. TEZEYYÜN-ÜL EZHÂR Çiçeklerin tezeyyünü, ziynetlenmeleri. TEZE'ZÜ' Kendini hor göstermek. TEZFİF Hazırlamak. * Katli sür'atlendirmek. TEZFİT Ziftleme, zift sürme. TEZGÂH f. Dokuma âleti. * Ticaret masası. İş yeri. TEZHİB (Zeheb. den) (C.: Tezhibât) Yaldızlama işi, yaldızlama sanatı. * Süsleme. * Altın sürme. * Dişlere altın dolgu yapma, çürümüş dişleri altınla doldurma. TE'ZİN Ezan okutma. * Bağırıp ilân etme. TE'ZİYE Eziyet etme, cefa çektirme. TEZKÂR (Tizkâr) Zikretme, hatırlatma, anma, yâdolunma. TEZKERE (Tezkire) Pusula. * Herhangi bir iş için izin verildiğini bildirmek üzere alınan resmî vesika. * Bazı meslek sahipleri için yazılan, o şahsın şahsî ve meslekî durumu hakkında bilgi. Biyografi. TEZKİK Davarın derisini hilâf-ı âdet üzerine başı tarafından yüzmek. TEZKİN Teşbih etmek, benzetmek. TEZKİR Hatırlatma. * Vazifeyi veya Cenab-ı Hakk'ın emirlerini hatırlatma. Vaaz ve nasihat etme. Tenbih ve ikaz etme. * Gr: Bir kelimeyi müzekker kılmak. TEZKİRE (Bak: Tezkere) TEZKİR-İ MÜSELLEMÂT Müsellematı, hakikat olduğu aşikâr bilinen şeyleri, hususları hatırlatmak, tekrar etmek.(Talim-i nazariyattan ziyade tezkir-i müsellemâta ihtiyaç var. S.) TEZKİT Doldurmak. TEZKİYE Doğruluğuna şehadet etmek. * Zekât vermek. * Zekât almak. * Pak ve temiz etmek. * Övmek, medhetmek. * Birisinin durumu hakkında soruşturmak. TEZKİYE Tamam etmek. * Boğazlamak. * İhtiyarlamak. * Ref'etmek. (Lügatta zebhetmek, yani boğazlamak mânasınadır. Bu maddenin aslı, lügatta bir tamamlanmak mânasıyla beyan olunuyor. Nitekim ateşin parlamasına "zeku-zekâ-zekâ'" denilir ki, tamam iştial etmektir. Kezâlik fehme "zekâ" denilir ki, tamam-ı fehim demektir. Sonra sinnin "yaşın" kemâline zekâ denilir ki, şebabın nihayetine gelip tamam olması demektir. İşte hayvanı boğazlamak da kanını akıtarak ve hararet-i gariziyesini teskin ederek olduğundan zekâ ve zekât tesmiye olunmuştur. İşte kelimenin lügat mânası ve esası budur.) (E.T.) TEZKİYE-İ NEFS Nefsini temiz bilmek. Kusuru üzerine almamak. Nefsini kusursuz addetmek. * Nefsi kötü şeylerden temizlemek, hayra yöneltmek. TEZLİK Keskin yapmak. * Dayandırmak. TEZLİK (C.: Tezlikât) Sürçtürme, kaydırma. * Başın saçını yolmak. TEZLİL Birisini tahkir etme, aşağılatma. Zelil ve hakir bulma. TEZLİM Beraber etmek. * Yumuşatmak. * Değirmen döndürmek. TEZMİL Gizlemek. Bir şeyi elbiseye sarmak. Esvaba sarınıp bürünmek. * Örtü. TEZMİM Zemmetmek. TEZMİM Yular takma. TEZNİB Bir şeye ilâve, ek, zeyl takma, yazmak. Zeyl ve ilâve. Kuyruk takmak. TEZNİBÂT (Teznib. C.) İlâveler, eklemeler. Ekler. TEZNİD Çakmakla ateş yakma. * Başını devamlı önüne eğdirmek. TEZNİE Darılmak. TEZNİM Nişan ettirmek, işaretlendirmek. TEZNİYE Zinaya mensup etmek. TEZNUB Kuyruğu tarafından olmaya başlayan hurma salkımı. * Tülbendin aşağı sarkan tarafı. TEZRİ' Öksürme. * Genirmek. TEZRİB Keskinletmek. TEZRİCE (C.: Tüzrüc-Tezâric) Sülün kuşu. TEZRİF Çoğaltmak. TEZRİYE Savurmak. * Koyunun yününü kırkıp arkasında bir miktarını bırakmak. * Zelil etmek, kepâze yapmak. TEZVİ' Korkutmak. TEZVİB (C.: Tezvibât) Eritme, eritilme. TEZVİC Nikâhla bir kadını aldırmak. Birbirine eş yapmak. Evlendirmek. TEZVİD Sürmek. * Reddetmek. TEZVİD Yol azığı hazırlama. TEZVİK Süslemek, tezyin etmek. TEZVİK (Zevk. den) Tattırma, zevk aldırma. TEZVİR Söze yalan karıştırma. Yalan söze ziynet verme. * Şahidin şehadetini iptal etme. * Kendini ziyaret edene ikram etme. TEZVİREN Tezvir yoluyla. TEZYİD Artırma, çoğaltma, fazlalaştırma. TEZYİDÂT (Tezyid. C.) Artırmalar, çoğaltmalar, ziyadeleştirmeler. TEZYİD-İ GAYRET Gayreti artırma. TEZYİF Çürütmek. Küçük düşürmek. Eğlenmek, alaya almak. * Bir şeyin dışını tezyin ve tanzim edip, içini fena yapmak. Kötü ayar etmek. * Tahkir etmek. TEZYİL Ayırmak. TEZYİL Eklemek. Uzatmak. Altına ilâve etmek. Zeyl yapmak. TEZYİN Süslemek. Bezemek. Donatmak. TEZYİNÂT Süsler. Ziynetler. TEZYİNÂT-I LAFZİYYE (Muhassınat-ı lafziyye de denir. İlm-i Bediin iki bölümünden ikinci bölümüdür. ) Kelâmın lafzında olan ve göze hitab eden edebî san'atlar. Cinas, seci' gibi. TI Arabçada "" harfi. (Tâ) da denir. TIB (Bak: Tıbb) TIB' (C.: Atbâ) Nehir. TIB' Gölge. TIBA' Tabiat. Yaradılış. * Tabiatlar. Yaradılışlar. TIBAA(T) Kitap ve saire basma işi. * Kılıç yapma san'atı. TIBAK Uyma, uygunluk. * Tabakalar. Katlar. * Birbirine uygun olan şey. * Bir şeyi diğerine uydurup müsavi ve münasib kılmak. TIBALE Deve boynuna asılan büyük çan. * Davulculuk. TIBB Tabiblik, doktorluk. * Her şeyi gereği gibi bilmek. * Rıfk. Suhulet. * İrade. * Hastayı ilâçlarla tedaviye çalışmak. * Şan. * Şehvet.( $Kur'an, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibaa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san'at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbaniye, remzen tergib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: "En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Adem! Me'yus olmayınız. Her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür. " Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle mânen diyor ki: "Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, mânevi dertlerin dermanı; biri de, maddi dertlerin ilâcı. İşte ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, O'nun nefesiyle ve ilâciyle şifa buluyor. Sen de benim eczahâne-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun." İşte beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyatından çok ilerideki hududunu, şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor. S.) TIBBE (C.: Tıbeb) Bir parça uzun bez. TIBBEN Tıp cihetiyle. Doktorlukça. TIBBÎ Hekimliğe ait. Doktorlukla alâkalı. * Hekimce. TIBBİYE Tıp mektebi. Tıp fakültesi. TIBK Aynısı, tıpkısı, tam aslı, tam kendisi. TIBL (TABL) (C.: Tubul-Atbal) Davul. TIBS Kurt, zi'b. TIFL Küçük çocuk. * Her şeyin cüz ve parçası. * Batmaya yakın güneş. * Kıvılcım. TIFLÂNE f. Çocukçasına, çocuk gibi. Çocuğa yakışır surette. TIFL-I NEV-RESİDE f. Yeni yetişmiş çocuk. TIFL-I NEV-ZÂD Yeni doğmuş çocuk. TIFLİYYET Çocukluk. Çocuk hâli. TIGA Yüksek sesle gülme. TIHAL Dalak. TIHANE At değirmeni. TIHL Hiddetli adam. * Dalağı büyük adam. TIHMAR Doldurmak. TIHN Un. TIHS Asıl. * Göz karanlığı. TIKDE Asmacık adı verilen ufacık taneler. TIKNAZ Kısa boylu ve şişman, toplu. TIKNEFES Zor nefes alan. Rahat nefes alamayan. TIKSAR Halka biçiminde taç. * Kaınların boyunlarına yaptıkları bağ. TIKTIKA (Bak: Taktaka) TILA (C.: Talyân) Küçük kuzu ve oğlak. * Mahpus kimse. * Diş sarılığı. TILA' Üzerinde güneş doğan yer. TILA' Sürülecek şey. Sürülecek merhem, yağ veya ilâç. * Madeni parlatmakta kullanılan sıvı yaldız. * Cilâ verecek boya. * Diş sarılığı. * Üzüm suyundan kaynatmak sebebiyle üçte birinden azı giden şarap. TILAB Talep etmek, istemek. TILBE Talep olunmuş, istenmiş, matlub. TILH (TALİH) (C.: Tılâh-Talâyıh) Zayıf. * Yorulmuş. * Geç gelmek. TILHAM Fil. TILK Helâl nesne. * Bükülmüş ip. TILMESA Yol bulunmaz otsuz ve susuz korkunç yer. * Çok karanlık gece. TILS (C.: Atlâs) Sahife. * Mahvolmuş nesne. * Tüyü dökülmüş olan deve uyluğunun derisi. * Elbisenin eskimesi. TILSIM Herkesin bilip çözemediği gizli şey. * Gizli sır. Fevkalâde kuvvet ve te'siri hâiz olan şey. * Definenin bulunmasına mâni olan mevhum şey. TILSIM-I KÂİNAT Kâinatın tılsımı, kâinattaki anlaşılması zor olup herkesin yalnız kendi akliyle bilemeyeceği gizli ve ince hakikatlar. TILSIM-I MUĞLAK Anlaşılması zor, kapalı gizli şey. * Açılması müşkül olan tılsım, kapalı ve gizli haber. TILSIM-I MÜŞKİLKÜŞÂ Açılması ve anlaşılması zor olan İlâhî gizli mânaları, hakikatları açan tılsım. TILV Kurt, zi'b. TIM Deniz. * Deve kuşunun erkeği. * Çok mal. TIMAH (Tumah - Matmuh) Bir şeye göz dikerek bakmak. Haris olmak. Hırsla onu istemek. TIMIRR Ürkek at. * Sıçramaya ve seğirtmeye hazırlanmış at. * Seri, çabuk. TIML Hırsız. TIMLE Zayıf kadın. TIMR (C.: Etmâr) Eski kaftan. * şakrak kuşu. TIMRES (Tımrus) Yalancı, kezzab. * Leim, alçak kimse. TIMTIM Kalın etli, cüsseli adam. * Dilinde pelteklik olan, kekeme. TINAB (C.: Tunub) Kazığa bağlanan çadır ipi. TINBAR (Tunbur) Tanbur adı verilen çalgı âleti. TINİN (Bak: Tanin) TINNET Çınlama. TIP (Bak: Tıbb) TIRAD Kısa mızrak. TIRAF Gönden veya sahtiyandan yapılan ev. * Cild. TIRAK Gitmek. TIRAZ f. " Süsleyen, donatan" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şükufe-tıraz $ : Çiçek süsleyen. TIRAZ Elbiselere nakışla yapılan süs. * Sırma ve ipekle işleme. * Zinet, süs. * Üslup, tarz, tutulan yol. * Döviz. TIRAZENDE f. Süsleyen, donatan, süsleyici. TIRBAL (C.: Tarâbil) Büyük taş. TIRF Atın iyisi. TIRK Kuvvet. * Besililik, semizlik. TIRM Yağ. TIRMESA Karanlık, zulmet. TIRRAK Tiryak, ilâç. * Afyon. TIRRİH Tuzlu balık, sardalya. TIRS (C.: Etrâs) Kâğıt, sahife. TISYAR Arslan. * Sivri sinek. TIŞE Ufak çocuk. TIVAL Uzun olanlar. TIVAL-I MUFASSAL Kur'an-ı Kerim'de 49'uncudan 85'inciye kadar olan sureler. TIYBE Helâl. * Güzel, temiz. TIYERE şom ve yaramaz görmek. TIYN Çamur. Balçık. TIYNET Huy. Yaradılış. TIYRE Darılma, gücenme. * Darılan, gücenen. TIYSAR Sivrisinek. * Arslan. TIYYE Niyet, kast. TÎ' Kırk baş koyun. TÎB (C.: Etyâb) Güzel koku. Güzel kokusu için sürülen şey. TİBA' Birbiri ardınca olmak. Peşpeşe bulunmak. TİBN (TEBN) Kuru ekin sapı. Saman. * Yirmi kişiyi doyuran büyük kap. TİBNÎ Saman renkli. TİBR Altın parçası. Altın ve gümüş tozu. TİBRAK Bıçak. TİBYAN Açık ifade ile beyan etme. Açıklama. * Meşhur bir Kur'ân tefsirinin adı. TÎC (Tâc. C.) Taçlar. TÎCAN (Tâc. C.) Taçlar. TİCANÎ Kuzey Afrikada, hicri 1200 tarihlerinde Ahmed Ticanî adında bir şahıs tarafından kurulan bir tarikattır. TİCARET Alım-Satım. TİCARETGÂH f. Ticaret yapılan yer, ticaret yeri. TİCARETHÂNE f. Ticaret yeri. Ticaret edilen yer. TİCARÎ (Ticariyye) Ticaretle ilgili, ticarete ait. TİCFAF (C.: Tecâfif) Zırh. TİCVAL Memleket seyredip dolaşmak, gezmek. TİFFAN Her nesnenin vakti. TÎG f. Kılıç, seyf. TÎGBEND f. Kılıç kuşanan, kılıç bağlayan. TÎGDÂR f. Kılıç taşıyan, kılıçlı. TÎG-İ BÜRRAN Keskin kılıç. TÎG-İ GUŞTİN Etten kılıç. * Mc: Dil. TÎGZEBAN f. Dili kılıç gibi olan. Tesirli söz söyleyen. TÎGZEN f. Güzel kılıç kullanan. TİH Gülen kimsenin gülerken çıkardığı ses. TÎH (C.: Etyâh) Çöl. Susuz sahra. Sina yarımadasındaki çöl. (Musâ (A.S.) Mısır'dan çıktıktan sonra, kavmiyle beraber kırk sene bu çölde dolaşmıştır.) TİL' Etrafına çok iltifat eden kişi. Etrafdakilerle şakalaşan kimse. TİL'ABE Oynaşmak. TİLAD Köle, hayvan, mülk, mal gibi şeyler. * Kendi yanında eskiden beri mevcud olan ve yeni olmuş olan şey. TİLAL (Tell. C.) Kümeler, yığınlar. Tepeler. TİLAMİZ(E) (Bak: Telâmiz) TİLAVET Okumak. Takib etmek, arkasına düşmek. TİLAVET-İ KUR'ÂN Kur'an-ı Kerim'i usulüne göre okumak, mânâsını tefekkür etmek. TİLHAH Devamlı olarak bir yerde durmak. TİLKA' Taraf, yön, cihet. * Hiza. * Mülâkat. Görüşmek ve buluşmak. TİLKA-İ NEFİS Nefis tarafından. Nefis cihetinden. TİLLE f. İşlenmemiş altın. TİLLE Basamak. * Sıradağ. TİLMİZ Çırak. Talebe. Kalfa. TİLMİZÂNE f. Talebe gibi. Tilmize yakışır surette. TİLMİZİYET Talebelik, tilmizlik, öğrencilik. TİLTAL Hareket ettirmek. TİLTİLE Sabırsız olmak. * İşi güç olmak. * Hurma çöpünden yapılan bardak. TİLV Tâbi. TİMAR f. Bir şeyin devam ve inkişafı için yapılan hizmet. * Sipâhiye verilen öşrü alınacak arazi. (Bak: Zeâmet) TİMAR-HÂNE f. Akıl hastahanesi, tımarhâne. TİMLAK Mülayemet etmek, yumuşaklık göstermek. * Tereddüt etmek, karar verememek. TİMRAD (C.: Temârid). Güvercin yuvası. TİMSAL Resim, suret, sembol, nümune. Tasvir. Bir şeyi başka bir şeye benzetmek. Heykel.(Cam, su, hava, âlem-i misal, ruh, akıl, hayal, zaman vesâire gibi, tecelli-i timsal akislere mahal ve mazhar olan çok şeyler vardır. Maddiyat-ı kesifenin timsalleri hem münfasıl, hem ölü hükmündedirler. Çünkü asıllarına gayr oldukları gibi, asıllarının hâsiyetlerinden de mahrumdurlar. Nurânilerin timsalleri ise, asıllarıyla muttasıl ve asıllarının hâsiyetlerine mâlik ve asıllarına gayr değillerdir. Binaenaleyh Cenab-ı Hak, şemsin hararetini hayat, ziyasını şuur, ziyadaki renkleri duygu gibi yapmış olsa idi, senin elindeki âyinede temessül eden şemsin timsali seninle konuşacaktı. Çünkü o timsalinde oldukça harareti, ziyası, renkleri olurdu. Hararetiyle hayat bulurdu, ziyasiyle şuurlu olurdu. Renkleri ile de duygulu olurdu. Böyle olduktan sonra, seninle konuşabilirdi. Bu sırra binaendir ki, Resul-i Ekrem (A.S.M.) kendisine okunan bütün salâvat-ı şerifeye bir anda vâkıf olur. M.N.) TİMŞEK İç mest üstüne vurulan parça, yapılan yama. TİMTAM Dilini "te" harfine alıştırmış olan kimse. TÎN İncir. TÎN (C.: Etyân) Balçık. * Mektup gibi şeyleri mühürlemek. TÎN SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 95. suresinin ismidir. Mekkîdir. Vettîni Suresi de denir. TİNAE Mukimlik, ikamet etmeklik. Ayakta durmak. TİNAVE Müzakereyi terketmek. Görüşmeyi bırakmak. TİNBAL Kısa, bodur kimse. TÎNE (Tıynet) Balçık. * Hilkat, yaratılış. TİNNÎN Büyük yılan, ejder, ejderha. * Koz: Gökte yedi burc boyunca uzanan hafif beyazlık. * Ejderha burcu. Semânın şimal yarım küresinde Küçük Ayı burcunu etrafından saran, kıvrılıp bir yıldız dörtgeni ile nihayet bulan bir burç. TİNNÎNEYN İki yılan. Mc: İki yılana benzetilen güneş ve ayın medârının farazî kavisleri.(Derecât-ı şemsiye medarı olan "mıntıkat-ül büruc" tabir ettikleri daire-yi azime, menazil-i Kameriyenin medarı bulunan mâil-i Kamer dairesi, birbiri üstüne geçmekle o iki daire, her birisi iki kavis şeklini vermiş. O iki kavise Felekiyyun uleması lâtif bir teşbih ile büyük iki yılan nâmı olan tinnîneyn namını vermişler. L.) TİNNÎN-İ FELEK Saman yolu, hacılar yolu. Gökteki husuf ve küsuf mevkileri olan iki düğüm. TİNNÜ Beraberlik, eşitlik. TİP t. Benzerlerinin ana vasıfları kendinde görülen ideal örnek, misal. TİPİK t. Nümune, örnek olarak. Benzer. TİR f. Ok. TİR'ABE Deve hörgücü. TİR'ABE Deve hörgücünün bir miktarı. TİRAMOLA İtl. Halat çekme. TİRASE (Türs. C.) Ask: Kalkanlar. TİRAŞ f. Tıraş. * Üst taraftan yontarak düzelten. * Üst taraftan düz olarak yontma. TİRAŞİDE f. Tıraş olmuş, tıraş edilmiş. * Yontulmuş, düzleştirilmiş. TİRB (C.: Tirâb-Etrâb) Anasından saçlı ve dişli doğan oğlan. * Yaşta diğerine eşit olan nesne. * Lezzet. TİRBAN (Türâb. C.) Topraklar. TİRDAN f. Ok mahfazası, sadak. TİRE f. Karanlık. Bulanık. TİREDİL f. Fena kalbli, kalbi kara. TİREGÎ f. Karalık. Bulanıklık. TİREGUN f. Bulanık renkli, kara renkli. Rengi bulanık. TİRENDAZ f. Ok atan, okçu. TİRERE'Y (Tire-re'y) f. Tedbirsiz. TİREŞEB f. Karanlık gece. TİRHAL Yola çıkma, göç etme. TİRKEŞ f. Okluk, ok kabı, sadak. TİRMİZÎ (Bak: Kütüb-ü Sitte) TİRYAK Panzehir. Zehirlenme veya hastalıklardan hemen şifâ bulmağa vesile olan ilâç. TİRYAKİ Afyon kullanmağa alışmış, afyonkeş. * Keyif verici şeyler kullanmağa alışık olan. * Mc: Huysuz, aksi, titiz. TİS'A Dokuz. 9. TİS'A MİE Dokuz yüz. 900 TİSHAN (C.: Tesâhin) Çizme. TİS'ÛN (Tis'în) Doksan, 90. TÎŞ şiddet. * Hafiflik. TÎŞE f. Muharebede kullanılan başı sivri ve keskin balta, keser. TİŞRAB Şarap içmek. TİYAKA Cimaa pek ziyade düşkün olmak. * Şehvetin galip olması. TİYATRO yun. Dram, komedi ve sair piyeslerin temsil edildiği yer. * Sahneye konulan oyun ve bu gibi temsilleri oynama san'atı.(İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid'aları birer câzibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri etrafında toplar, sersem eder. Ş.) (Bak: Roman) TİYESE (Teys. C.) Erkek keçiler, tekeler. TİYFAK Helâk olmak, mahvolmak. TİYNET (Bak: Tıynet) TİZ f. Keskin. * Çabuk, tez. * Sık. TİZ-ÂB f. Kezzap. TİZ-ÇEŞM f. Gözü keskin. TİZ-DEST f. Çabuk iş gören, eline çabuk. TİZÎ f. Çabukluk, tezlik. * Keskinlik. * Sıklık. TİZNA f. Kılıç, bıçak gibi şeylerin keskin olan ağız tarafı. TİZ-PÂ(Y) f. Tez, süratli, ayağına çabuk. TİZ-PER f. Hızlı ve çabuk uçan. TİZ-REFTÂR (Tiz-rev) f. Çabuk yürüyüşlü, acele ile giden. TİZ-REV (Bak: Tiz-reftar) TOKAT Kale içi, siper, ahır, ağıl. El içi gibi yer. * Dere arası olan hayvan mer'ası. * El içiyle vurulan sille. TOLGA Başlık, miğfer nevilerinden birinin adıdır. TONAJ Bir vasıtanın iç hacmine göre taşıma kapasitesi. TOPUZ t. Ucu top şeklinde sopadan ibâret eski silâh. * Top şeklinde toplanmış saç. * Kısa ve tıknaz kimse. TÖHEM (Töhmet. C.) Suçlar, töhmetler, kabahatler. TÖHMET Birisine isnad edilen, fakat kat'iyyetle işleyip işlemediği belirsiz olan suç, kabahat. * İtham altında olma. TÖHMETLENDİRMEK Suç isnad etmek. TÖVBE (Bak: Tevbe) TRAJ Fr. Basılan gazete veya mecmuanın baskı sayısı. TRAJEDİ yun. Fâcia. Mevzuunu efsanelerden veya tarihî hâdiselerden alan, seyirciler üzerinde merhamet veya dehşet hissi uyandıran sahne eseri. TU f. Sen. TU(Y) f. Katmer, kat. TUAM (Tu'me. C.) Azıklar, yiyecek şeyler. * Çeşniler, tadlar. TUB Kiremit. * Tuğla. TUBA Ne hoş. Ne iyi. Her şeyin iyisi ve efdali. * İyilik, güzellik. Baht. * Cennette bulunan ve kökü göklerde dalları aşağıda olan ağaç ismi. * Çok berrak ve saf olan. * Saâdet. Hayır. Devlet. TUBA LE-KE Ne mutlu sana, devlet ve saadet sana. Tuba sana. TUBAHA Çömlek. * Ağızdan çıkan köpük. TUBA-İ HİLKAT Hilkat ağacı, hilkat tubası. Kâinat, teşbih yapılarak tuba ağacına benzetilmiştir.(Tuba-i hilkatten semavat şıkkına hep kehkeşan ağsanınaBir Cemil-i Zülcelâl'in dest-i hikmetiyle takılmış pek güzel meyveleriz biz. M.) TUBAL Kızmış bakırdan ve kızmış demirden çekiçle vurulduğunda kopup dökülen parça. TUBALE (C.: Tubâlât) Dişi koyun. TUB'AN Mühür mumu.TUBERTU : (Tu-ber-tu) Kat kat. TUBU Bir nevi kene. TUBUL (Tabl. C.) Davullar.TUDE : f. Yığın, küme. TUDE-BE-TUDE Yığın yığın. Küme küme. TUF f. Yankı. Akseden ses. Aks-i sada. TUFA Sihir, efsun. TUFAHE (TAFÂHE) Çömlek. * Her ne olursa olsun ağzına alan köpek. * Her nesnenin üzerine gelen. TUFAN Çok şiddetli ve her tarafı kaplayan yağmur. * Nuh Peygamber (A.S.) zamanındaki büyük su baskını hâdisesi. (Hz. Nuh'un (A.S.) Cenab-ı Hak'tan aldığı emri kavmine tebliğ etmesi neticesinde kavminin ekserisi hürmetsizlik ve dinlememezlik yaptıklarından ve zulme başladıklarından, Cenab-ı Hakk'ın izni ile devamlı ve şiddetli yağmurla büyük su baskını oluyor ve Nuh Peygamber (A.S.) bir gemi yaparak, kendisine iman edenlerle ve her sınıf canlı mahluktan birer çift alarak su üzerine çıkıyor ve zâlimler suya gark oluyor, Peygambere itimad ile tâbi olanlar da tufandan kurtuluyor. Bu hâdisenin vukuu Kur'anda sâbittir.) TUFANZEDE f. Tufan görmüş. Tufana uğramış. TUFAVE Güneş dairesi. * Ay ağılı, hâle. * Kabile. TUFEYLÎ (Davetsiz ziyafete giden Tufeyl adında birisinin ismindendir) Sahte. * Dalkavuk. Çanak yalayıcı. * Başkasının sırtından geçinen. Asalak. Parazit. Fazladan. TUFF Tırnak arasında olan kir. * Parmakların üstünde olan kir. TUFFAH(A) Elma. TUFU' Ateşin sönmesi. TUFUH Kap ağız ağıza dolma. * Yukarı kalkma. * Çabuk geçme. TUFUL Güneşin batmağa yaklaşması. * (Tıfl. C.) Çocuklar. TUFULÂNE f. Çocukçasına. TUFULİYYET (Tufulet) Çocukluk. Küçüklük. Yavru oluş. * Ter u tazelik. TUFYE Mukul ağacının yaprağı. Yılanın arkasındaki hatta teşbih edilir. TUGAT (Tâgi. C.) Tâgiler. Azmış ve hak yoldan sapmış olanlar. TUGAVE Güneş dairesi. * Araptan bir kabile. TUGMUS Şeytanın ve cinnin gayet habisi. TUGVAN (TUĞYÂN) Haddinden tecavüz etmek, haddini aşmak. TUGVE Dağ başı. * Yüksek mekân. TUGYAN Zulüm ve küfürde çok ileri gitmek. Azgınlık, taşkınlık. Taşkın mizaçlılık. * Kan galebe etmesi hali. * Resmî devlet kuvvetlerine karşı durmak. * Su baskını. TUGYE Dağ başı. * Yüksek mekân. TUH Helâk olmak. * Berbad olmak. (Hakaret için söylenilen bir kelimedir) TUHAF (Tuhfe. C.) Hediyeler. * Münâsebetsiz hâl. * Eğlenceli, gülünç. * Garip iş veya şey. * Hoşa giden ve az bulunur şeyler. TUHAL Dalak ağrısı. TUHARE Taharet ettikleri suyun bakiyyesi. TUHFE Turfanda şey. * Görülmemiş yeni çıkan. Yeni. * Hediye, armağan. TUHFÎ İyilik etmek. TUHLA Kara ile boz arasındaki renk. TUHLÜB (C.: Tahâlib) Soysop, sülâle. TUHM (C.: Tühum) Her yerin ve her köyün nihayeti. TUHME Hayvanın burnunun kara olması. TUHME Mide dolgunluğu. Hazımsızlık. TUHR Pâklık, temizlik, taharet. * Kadınların iki âdet görmeleri arasındaki temizlik hâlleri. (Temizlik hâli uzayan, devam eden kadına "Mümtedet-üt tuhur" denir). TUHRA Yufka bulut. TUHRUBE (Tahrebe-Tıhrıbe) Bez parçası. * Bulut parçası. TUHRURE (C.: Tahârir) Bulut parçası. TUHTUH Kötü ahlâk. TUHUHA Hamurun ekşimesi. TUHUR Arınıp pâk olmak, temizlenmek. TUHUR (C.: Tahârir) Bulut parçası. TUHUT Hor ve hakir kimse. TUHVE Yufka bulut. TUHYAN Karlık gibi su soğutacak kap. Buzluk, buzdolabı. TUHYE Benî Temim kabilesinden bir cemaat. TUKA Takva. Allah'tan korkmak. Havfullah. TUKAT Nefsini haramdan ve şüpheli nesnelerden saklamak. TUKUS Yaban havucu. TUKYE Sakınma. TUL Boy. * Uzunluk. * Ömür ve hayat. * Uzamak. * Zaman çokluğu. * Çokluk, bolluk. TULA Çok uzun. Pek uzun. TULA Boynun ön tarafı. TULAN (Tul. den) Uzunluğuna, boyuna. TULATILE (Talâtıla) (C.: Talâtıl) Hayvanları içeri koymak. Bel ağrısı. * Zahmet. TULEN Uzunlukça. Uzunluk cihetinden. Boyca. TULGA Kusmak. TULHA Boz renk. TULHE Azıcık su. * Azıcık ot. * İyi nesne. TULHUM Lezzeti değişmiş olan su. TULK Mutlak. Bağlı ve kayıtlı olmayan. TULL Süt. TULLAB (Talebe. C.) Talebeler. TULLAB-I NUR Nur talebeleri, Kur'an şakirtleri. TULLEB (Tâlib. C.) İstekliler, tâlibler, isteyenler. TULME (C.: Tulum) Ekmek. * Havuz dibinde kalan su. TULU' Doğma, doğuş. Birden zuhur etme. * Hücum etme. * Bir şeye vâkıf olup bilme. TUL-U EMEL Bitmeyen istek. * Hiç ölmeyecek gibi dünyaya dalmak ve düşünmek. (Ey gafil Said! Bil ki: Galat-ı his nev'inden gayet muvakkat dünyayı lâyemut ve daimî görüyorsun. Etrafına ve dünyaya baktığın zaman bir derece sabit ve müstemir gördüğünden, fani nefsini de o nazar ile sabit telâkki ettiğinden, yalnız kıyametin kopacağından dehşet alıyorsun. Güya kıyametin kopmasına kadar yaşayacaksın gibi, yalnız ondan korkuyorsun. Aklını başına al. Sen ve hususi dünyan, daimî zeval ve fena darbesine maruzsunuz. Senin bu galat-ı hissin ve mağlatan şu misale benzer ki: Bir adam elinde olan âyinesini bir hâne veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa; misali bir hâne, bir şehir, bir bahçe o âyinede görünür. Edna bir hareket ve küçük bir tegayyür âyinenin başına gelse, o hayalî hâne ve şehir ve bahçede hercü merc ve karışıklık düşer. Hariçteki hakiki hâne, şehir ve bahçenin devam ve bekası sana faide vermez. Çünkü senin elindeki âyinedeki hâne ve sana ait şehir ve bahçe, yalnız âyinenin sana verdiği mikyas ve mizan iledir. Senin hayatın ve ömrün, âyinedir. Senin dünyanın direği ve âyinesi ve merkezi, senin ömrün ve hayatındır. Her dakikada o hane ve şehir ve bahçenin ölmesi mümkün ve harap olması muhtemel olduğundan, her dakika senin başına yıkılacak ve senin kıyametin kopacak bir vaziyettedir. Mâdem öyledir; sen bu hayatına ve dünyana, çekemedikleri ve kaldıramadıkları yükleri yükletme! L.) TUL-U ÖMÜR Ömrün uzunluğu. Uzun ömür. TULUAT (Tulu'. C.) Hazırlıksız olarak birden kalbe gelen mânalar, ilhamlar. Doğuşlar. TULUK (Tuluka) Açık yüzlü ve hâli iyi olmak. * Cömert olmak. TULYE (C.: Tulâ) Boyun önü. * Göğüs önü. TU'M (Tu'me) Azık, yiyinti, yiyecek şey. * Tad, çeşni. TUMA'NİNE İtminan. Emin olma, inanma, gönlü rahat olma. TUMAR (C.: Tevâmir) Dürülüp yuvarlak yapılmış şey, tomar. TUME Kadınlar topluluğu. Avretler cemaati. TU'ME (Bak: Tu'm) TUMEA' (Tâmi'. C.) Tamahkârlar. TUMRUK Yarasa kuşu. TUMRUS Sıcak külde pişmiş ekmek. TUMTUMAN Peltek. TUMTURAK Söylenişi ahenkli ve parlak olan ibare. * Gösteriş, debdebe. TUMUH Yüksekteki bir şeye göz dikme, yüksek bir şeye göz dikerek bakma. TUMUM Su baskını. * Saçını kırkıp tıraş etmek. TUMUR Aşağı sıçramak. * Doldurmak. * Seyahat edip gitmek. * Defnetmek, gömmek. TUMUS Bir şeyin mahvolması. TUNB Nâhiye, cânip, taraf, yön. TUNBURANİ (Tunburâni) Tanbur çalan. TUNİ f. Sefih, alçak, rezil. * Külhanbeyi. * Hırsız. TUNUB (C.: Etnâb) Ağaç kökleri. * Gövdenin siniri. * Süngü eğriliği. * Çadır ipleri. TUR Dağ. * Had ve mikdar. TUR SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 52. Suresidir. Mekkîdir. TURA (Aslı: Tuğra) t. Topuz gibi yapılmış mendil, kuşak gibi oyun âleti. Kös, davul, trampet gibi şeylere vurmaya mahsus ip veya çomak. * Kamçı, örme kırbaç. * Demet, bağ, paket. (Bak: Turra) TU-RA f. Seni, sana, senin. TURAB Toprak, toz. TURAME Dişte olan kamaşma. TURAN Eski İranlılar tarafından Türkistan ve Tataristan taraflarına verilen isimdir. Turan, eskidenberi Türklerin oturduğu yerlere denirdi. "Türk" ile "Tur" kelimeleri arasındaki benzerlik de bu iki ismin bir asıldan ibaret olduğunu gösteriyor. TURBUŞ Takke, külah. Başa giyilen örtü. Fes. TURFANDA Mevsiminden önce yetiştirilen meyve veya sebze. TURFE Görülmemiş, tuhaf, yeni şey. Şaşılacak şey. TURFE (C.: Etrâf) Nâziklik, yumuşaklık. * Nimet. * Güzel yemek. * Zarif, iyi nesne. * Üst dudağın ortasında fazlalık olarak yumru et olması. (O kişiye "etref" derler. TURFE-KÂR f. Garip şeylerle uğraşan. Şaşılacak şeyler yapan. TURGUL Çil kuşuna benzer bir kuş. TURHAN Rum subaylarından beş bin neferin zâbiti (On bin olsa "patrik" derler.) TURKA Bir kere. TURMUK Yarasa kuşu. TURMUS Zayıf. * Kül içinde pişen ekmek. TURRA (Tuğra) Mühür. Pâdişah damgası. Pâdişahın imzası. * Kumaşın etrafındaki nişan ve işaret. Kumaşta ipekten çevrilen kenar. * Herşeyin ucu ve kenarı. * Alındaki saç. Tura. TURS Kuvvet. TURSUS (TURSUN) (C.: Tarâsis) Kalkan denilen dikenli ot. TURŞ f. Ekşi, hâmız. TURTUBE Akçe. TURTUR Uzun boylu ince adam. TURU' Bir yerden bir yere gitmek. * Sonradan olmak. TUR-U SİNA (Bak: Sina) TURUH Uzun. TURUK (Tarîk. C.) Yollar, tarikler. Meslekler. Usuller. * Aygırlanmak. TURUK Geceleyin eve gelmek. TURUK-U HAFİYYE Gizli tarikler, yollar, tarikatlar. Gizli zikir yapan tarikatlar. TURUR Düşürmek. TURUŞ f. Ekşi. TUS Tabiat. * Asıl. TUSEN f. Serkeş ve sert at. TUSU' Dokuz bölükte bir bölük. TUŞE f. Azık. Ölmeyecek kadar yenecek şey. TUŞE-İ RÂH Yol azığı, yol yiyeceği. TUT f. Dut. TUTANAK (Bak: Zabıt) TUTİ Dudu kuşu. Papağan. İşittiği sözleri ezberleyip, insan sesi taklidini yapan ve söyleyen bir kuş. TUTİYA Çinko. TUTU Çinko. TU'TU Söylerken duraklamak. TUTUK Örtü, perde, peçe. TUUM (Taam. C.) Taamlar, yemekler. * Lezzetler, tadlar, zevkler. TUVA Övünmüş, senâ edilmiş şey. * Tur-i Sina dağı eteğinde bir vâdinin adı. * Örülmüş kuyu. TUVAL Uzun. TUVAN f. Güç, kuvvet. TUVAR Evin çevre yanı. TUVEYRAT Kuşçuklar, küçük kuşlar. TUVEYS Küçük tavus kuşu. TUVMAR (C.: Tevâmir) Uzun dürülmüş nesne. TUVT Lüle ağzına takılan pamuk parçası. * Pamuk. * Uzun. TUVVEL Ayakları uzun olan bir cins su kuşu. TUYUF (Tayf. C.) Korkudan dolayı karanlıkta görünen hayâller. * Uykuda iken görünen hayâller. TUYUR Birbiri ardınca iade etmek, peşpeşe geri çevirmek. Tekrarlamak. TUYUR (Tayr. C.) Kuşlar. TÜBBA' Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bi'setten evvel geleceğini haber veren ve şiiri ile imanını ilân eden bir Yemen Meliki. * Câhiliyetten evvel Yemen Padişahlarının nâmı. * Bir kuş cinsi. TÜBBAN Güreşçilerin donu. TÜBBET Bir yerin adı. (İyi miskler ona nisbet olunup "Misk-i Tübbetî" derler) TÜCAH (Tecâh-Ticâh) Karşı taraf, karşı yön. TÜCCAR (Tâcir. C.) Tacirler, satıcılar. Ticaret yapanlar. TÜEDE Teenni etmek, acele etmeyip akıllıca davranmak. * Mühlet vermek. TÜFE Yırtıcı bir canavar. * Karakulak denilen canavar. * Örtünmüş kadın. TÜFENG f. Tüfek. TÜFENG-ENDÂZ f. Tüfek kullanan. TÜFENG-HÂNE f. Silâh deposu. TÜFFAH Elma. TÜFL Köpük. * Kir, pas. * Tükürmek. TÜHEM (Töhmet. C.) Suçlar, töhmetler, kabahatlar. TÜKÂH Tekyegâh. TÜKLAN Tevekkül etmek. TÜKLE İtimat etmek, güvenmek. * İşinde âciz olan kimse. TÜKME f. Düğme. TÜKYE Dayanmak, itimad etmek. TÜLAVE Borç bakiyyesi. * Havâle etmek, başkasına bırakmak. TÜLÜNNE Hâcet, ihtiyaç. TÜLÜV Tilâvet. * Bir kimseye uyup ardınca gitmek. TÜNBAN f. Don, iç donu. TÜNBEK f. Darbuka. Dümbelek. TÜND f. Sert, şiddetli, haşin. TÜNDBÂD f. Sert rüzgâr, kasırga. TÜNDÇİHRE f. Asık suratlı. TÜNDÎ f. Sertlik, katılık. Hiddet ve şiddet. TÜNDMEŞREB f. Titiz, sert tabiatlı. TÜNDMİZAC f. Sert huylu. TÜNDREFTAR f. Çabuk giden, sert ve süratli giden. TÜNDZEBAN f. Düzgün konuşan, düzgün söz söyleyen. TÜNTE f. Eşek arısı. TÜNU' Mukim olmak, ikamet etmek, bir yerde oturmak. TÜR'A (C.: Türa' - Türüât) Kanal. * Suyun taştığı yer. TÜR'A (C.: Türa') Kapı. Derece. * Bağ ve bostan. * Kanal. * Suyun taştığı yer. Su arkının ağzı. TÜRA' (Tür'a. C.) Kanallar. * Suyun taştığı yerler. TÜRAS Miras mal. TÜRBAN (Türâb. C.) Topraklar. TÜRBE Mezar üzerine yapılan yapı. Mezar. Ölmüş büyük zâta mahsus mezar. TÜRBEDÂR f. Türbe muhafız ve hizmetkârı. TÜRK Türkler, Asya'nın en büyük ve en meşhur milleti olup, Turan milletlerindendir. Türkler en evvel Sibirya ile Çin arasında olan Altın Dağı taraflarında yaşamışlar ve oradan defalarca güney ve batıya doğru yayılarak Çin'de ve Türkistan memleketlerinde fetihler yapmışlardır.Türkler eskiden beri iki şubeye ayrılmış olup; Türkistan'ın doğu tarafında bulunanlar; Uygur; batı tarafındakiler de: Türk ve Türkmen isimleriyle bilinirlerdi.Peygamberimizin (A.S.M.) hicretinden 350 sene sonra Tağ Han neslinden olduğu rivayet edilen Türkmen Hükümdarlarından Salur Han, İslâm dinini kabul ederek Kara Han ismini almış ve kavminin de ekserisine İslâm dinini kabul ettirmişti. O sıralarda Türk ve Türkmen kavimleri İslâm hilâfet merkezi olan Bağdat'a gidip gelmeğe başlamışlardı. Fıtrî cesaret ve kahramanlıkları hasebiyle Abbasi Halifeleri, bunları askerlik hizmetlerine almışlardı. Bu sebeple Türkler, Azerbeycan ve Erzurum taraflarına dolmuşlardı. Türkler, zamanla kumandanlık ve ümeralığa geçmişler, hükümet işlerini de ellerini almışlardı. Bu cihetle bütün İslâm memleketlerinde Türkler büyük bir nüfuz ve iktidara sahip olmuşlardı.Türkler, müslümanlığı kabul ettikten sonra lisanlarını Arap hattıyla yazmağa başlamışlardı. Şark Türkçesinde, yani Uygur lisanında hayli edebiyat vücuda gelmiş, bir takım şair ve edipler yetişmişti. İran'da kurulan Türk Devletleri Farisîyi resmî ve edebî lisan olarak kabul ettikleri halde; Anadolu'da kurulan Selçuklular devrinde resmî lisan Türkçe kabul edilmişti. Daha sonraları Osmanlı Devletinin kuruluşundan sonra bu lisan günden güne kesb-i Türkî etmeğe başlamış, hatta Sultan Mehmed Han, Sultan Selim ve Süleyman devirlerinde mükemmel bir Osmanlı Edebiyatı meydana gelmiş ve birçok edip ve şairler yetişmişti.(Cây-ı dikkat bir hal: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sâir unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk tâifesi varsa, Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmıyan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi.) Halbuki küçük unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.Ey Türk Kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş, ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın! Bütün senin mâzideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir; zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği hâlde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme!... R.N.)(İşte ey Ehl-i Kur'ân olan şu vatanın evlâdları; Altıyüz sene değil, belki, Abbasiler zamanından beri bin senedir, Kur'ân-ı Hakîm'in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur'ânı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur'âna ve İslâmiyet'e kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müdhiş tehacümâtı def'ettiniz. Tâ $âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa'nın ve frenk-meşreb münâfıkların desiselerine uyup, şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!..M.)(...Evvelâ Araplar, kavimden kavime bu hizmeti yapmışlar, daha sonra Emeviye'nin son zamanlarında olduğu gibi bu hizmeti, Arap'tan Acem'e doğru geçmiş; hadis-i şerifin de delâlet ettiği üzere Fars milleti manen ve maddeten İslâmiyete pek büyük hizmetler yapmış, sonra bunlar da aynı hale gelmiş; bu defa da Allah Türkleri göndermiş. Arapların, Farslıların, kıymetini bilemeyip zâyi' ettikleri İslâm devletini ele alarak İstanbul'a ve oradan dünyanın her tarafına yaymışlar. Demek ki onlar da bu nimetin kıymetini bilmez, küfr ü küfrâna giderlerse mevkilerini, Allah'ın göndereceği diğer bir kavme terketmeğe mecbur olacaklardır. Ve kim bilir vâsi ve alim olan Allah Teâla, kıyamete kadar daha ne kavimler gönderecektir. Binaenaleyh, ey mü'minler! Dininizin kıymetini biliniz, hiç bir kavme inhisar kabul etmeyen bu vâsi' feyz-i hakkı, bu fazl-ı İlâhîyi, bu yüksek hürriyeti bırakıp da başkalarının muvalâtı arkasına düşmeyiniz. E.T.) TÜRKÂN (Türk. C.) Türkler. TÜRKCUŞ f. Yarı pişmiş et. TÜRKİSTAN f. Türklerin anayurdu olan ve Hive, Fergana, Taşkent, Buhara, Semerkant ve Kırgız şehirlerini içine alan büyük bölge.Doğu Türkistan bugün Çin'de, Güney Türkistan ise Afganistan'da, büyük parçası olan Batı Türkistan ise Rusya'da kalmaktadır. TÜRKİYYAT Türklerin dil, edebiyat, tarih ve ırki hususiyetlerini tedkik eden ilim. TÜRKTAZ f. Koşup saldırarak yağma etme. * Çapul, çapulcu. TÜRKÜ (Aslı: Türkî) Türk halk musikîsi. TÜRNUK Sel yolunda arta kalan balçık. TÜRR Yapı üstüne çekilen ip. TÜRRA' Kapıcı. TÜRRAS Kalkancı. TÜRRE (C.: Terârih) Bâtıl, herze söz. TÜRREHAT (Türrehe. C.) Saçma sapan sözler. TÜRREHE (C.: Terârih-Türrehat) Saçma sapan ve mânasız söz. TÜRS (C.: Etrâs-Tirâs-Türus) Ask: Kalkan. TÜRŞÎ Ekşilik. * Turşu. TÜRÜAT (Tür'a. C.) Kanallar. * Suyun taştığı yerler. TÜRÜŞ f. Ekşi, hâmız. TÜRÜŞ-RU(Y) (C.: Türüşruyan) Asık suratlı, ekşi yüzlü. TÜS' Dokuzda bir. (1/9) TÜTUK Örtü, perde. Çadır. U Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler UBAB Her nesnenin muazzamı, her şeyin büyüğü. * Cemaat, topluluk. * Taşkın sel suyu. * Pek taşkın, coşkun. UBAR f. Ağlama, inilti. UBEYD Küçük kul, kulcuk. UBEYDE BİN CERRAH (R.A.) Aşere-i Mübeşşere'den olup, asıl ismi Amir bin Abdullah'tır. Her din muharebesinde bulunup çok büyük şecaat ve metanet göstermiştir. Adaleti ile de meşhurdu. Şam'ın fethinde kendisi kumandandı. Hicri 18 senesinde 58 yaşında iken taundan vefat etmiştir. UBR Çok. * Sedir ağacından su kenarlarında biten ağaç. UBS Huzursuzluktan yüz burkulmak. Yüz ekşime, surat asma. UBSUR Seri. Çok yürüyen deve. UBUD (Ebed. C.) Ebedler, sonsuzluklar. UBUDET Kulluk. (Aslında zillete derler.) UBUDİYYET Bendelik, kulluk, kölelik. Kul olduğunu bilip Allah'a itaat etmek. Allah'a teslim olup, Kur'an ve Peygamber (A.S.M.) vasıtası ile verilen emirleri aynen icra ve tatbike çalışmak.(İnsanlar kendileri için değil, Allah'a ubudiyet için yaratılmışlardır.)(Ubudiyet, emr-i İlâhîye ve rıza-i İlâhîye bakar. Ubudiyetin dâîsi, emr-i İlâhî ve neticesi rıza-i Hak'tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münafi olmaz. Belki zaifler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatler, o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa, o ubudiyeti kısmen ibtal eder. Belki o hasiyetli virdi akim bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamıyanlar, mesela yüz hasiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendî'yi veya bin hasiyeti bulunan Cevşen-ül Kebir'i o faidelerin bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremiyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünki o faideler, o evradların illeti olamaz ve ondan onlar kasden ve bizzat istenilmeyecek. Çünkü onlar fazlî bir surette, o halis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlası bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer.Yalnız bu kadar var ki; böyle hasiyetli evradı okumak için, zaif insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faideleri düşünüp, şevke gelip, evradı sırf rıza-yı İlahî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından; çoklar, aktabdan ve selef-i salihînden mervî olan faideleri görmediklerinden şübheye düşer, hattâ inkar da eder. L.) (Bak: Rububiyet) UBUR Geçmek. Atlamak. * Zorlamak. * Suyun öte kıyısına geçmek. UBUS Çatık yüzlü. Abus. * Utanmaz kimse. UBUSET Yüz ekşiliği. Çehre çatıklığı. Somurtkanlık. U'BÜD İbadet et (meâlinde emir.) UBYE Büyüklenmek, kibirlenmek. UCAB (Uccâb) Çok şaşılacak fazla gülünç olan şey. UCACET (C.: İcâc) Dişi deve sürüsü. * Toz. * Yüce avazlı, yüksek sesli. UCALE Misafirlerin yolda yemek için götürdükleri azık. * Çiftçilerin azık diye evvelce koyup getirdikleri buğday ve arpa. UCAM Çekirdek. UCARİM Kuvvetli adam. UCAVE Tırnağa bitişik olan sinir. UCB (Ucub) Kibir, gurur. Kendini beğenmişlik. Ameline, yaptıkları işe güvenmek. * Varlığı nâdir olan şeyi görünce istiğrab etmek hâli. * Yabancı kadın taifesiyle beraber oturmak ve konuşmaktan pek hoşlanan.(Arkadaş! Ye'se düşen adam, azabdan kurtulmak için istinad edecek bir noktayı aramaya başlar. Bakar ki, bir miktar hasenât ve kemâlâtı var, hemen o kemâlâtına bel bağlar. Güvenerek der ki: "Bu kemalât beni kurtarır, yeter" diye bir derece rahat eder. Halbuki a'mâle güvenmek ucubdur. İnsanı dalâlete atar. Çünkü insanın yaptığı kemalât ve iyiliklerde hakkı yoktur; mülkü değildir, onlara güvenemez. Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü, kendisinin eser-i san'atı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lekita olarak temellük de etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için yere atılmış da insan almış değildir. Ancak, o vücut havi olduğu garip san'at, acip nakışların şehadetiyle, bir Sani-i Hâkim'in dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emâneten oturur. O vücudda yapılan binlerce tasarrufattan ancak bir tane insana aittir. M.N.) UCBE Acaib ve şaşılacak şey. UCB-ÜZ ZENEB (Bak: Acb-üz-zeneb) UCCAB (C.: Eâcib) Şaşırıp taaccüp edecek nesne. UCCET Kaygana aşı. UCD Atın kuvvetli olması. UCFET Kuru üzüm çekirdeği. UCLE Acele ile ve çabuk yapılan iş. UCM Araptan gayrisi. Arap milletinden olmayanlar. * (Acmâ. C.) Dilinde tutukluk olanlar. UCME Dil tutukluğu. Tutuk tutuk kekeliyerek konuşma. * Acemlik. UCRE (C.: Ucer) Ağaç boğumu. * Düğme. * Bedenin tomur kabaran yeri. * Ayıp. UCRUF (C.: Acârif) Uzun ayaklı karınca. U'CUBE Taaccüb olunacak şey. Ucube. Pek acib ve garib olan. * Hayret edilecek derecede olan isti'dad. U'CUBE-İ HİLKAT Yaratılıştan insanlara hayret verici olan. Şaşılacak, hayrete düşülecek hilkat garibesi. UÇBEYİ Hudutlardaki sancakbeyleri hakkında kullanılan bir tâbir idi. Orta çağlarda Türk Devletinin uçbeyleri yarı müstakil idiler. Bağlı bulundukları devletler zayıfladıkça istiklâl dereceleri artar, neticede müstakil devlet olarak ortaya çıkanlar olurdu. Akkoyunlular, Karakoyunlular ve nihayet Osmanlılar bu şekilde müstakil bir devlet olarak meydana gelmişlerdir. (O.T.D.S.) UD Meşhur bir sazın adı. * Bir hoş kokulu buhur. * Ağaç parçası. * Budak. UDAL Katı, şiddetli. * Pek zor. * Ağır hastalık. UDAT Düşman. UDDET Gelecek zamanın hâdiseleri için, darlığa düşmemek için mal ve silâh gibi şeylerde hazırlık. Mühim levâzımat. * İstidad. * Gençlerin yüzlerinde çıkan sivilce. UDHİY Deve kuşu yumurtası. UDHİYE Cenab-ı Hakk'ın rızası için kurban niyetiyle kesilen hayvan. UDHUKE Gülünç şeyler. Komedi. UDHUKEPERDÂZ f. Güldürücü, komik. UDİ İnce taştan kapak. UDİKA Demir çengel. UD'İYYE (C.: Eda'i) Mesel, hikâyat. * Bilmece, yanıltmaç. UDLET (C.: Uzul) Zahmet, meşakkat. * şiddet. UDLUL Doğru yoldan sapma. İslâmiyetten ayrılma, sapıtma. UDM Ekmek katığı. UDME Buğday renklilik. * Beyazı çok olan deve. UDMUS Karanlık. UDRE(T) Yel inip hayası büyümek. UDRİC Sarı kaftan. * Hızlı ve çok yürüyen at. UDTUMME Kişinin aslı. UDUBE Keskinlik. UDUL Yoldan çıkma, dönme, sapma. * Vazgeçme. * (Âdil. C.) Âdiller, âdil olanlar. UDVA' Kuru, sert yer. * Üzerine oturulduğunda rahat olmayan yer. * Evin uzak olması. UDVAN Düşmanlık, haksızlık, zulüm. UFAFE Memede kalan süt artığı. UFAT Haramdan nefsini koruyanlar. UFAVE Çorbanın sonu. UFAZE Pamuk kozası. * Yüksek yer. UFFARE Her nesnenin evveli. * Katılık. * Şiddet. UFFE Bir deniz hayvanı. * Davarın emziğinde kalan süt bakiyesi. UFK Kıyı, kenar. * Rüzgârın estiği cihetler. * Ufuk. Gökle yerin birleşmiş gibi göründüğü yer. Görüşümüzün nihayetindeki yerler. * Mc: Görüş ve düşünüş derecesi. UFKA İnce deri. * Sünnet edilen deri. UFKÎ Ufka ait. Ufka dair ve müteallik. * Yatık düzlük. Yatay. UFRE Başın ortasında olan saç. UFUC (C.: Afâc) Vurmak. * Göden bağırsağı denilen bağırsak. UFUL Gurub, batış. Gözden kayboluş. Görünmez olmak. * Mc: Ölmek. UFUNET Çıban veya yaranın çürüyüp fena kokması. * İltihab. * Her hangi bir maddenin çürümesinden hasıl olan pis koku, çürük kokusu. * Sıkıntı veren manevî ağırlık. UFURE Üzerinde her ne varsa yenilip hiç bir şey kalmayan yer. UFUSA Kekrelik. UGEYLİME Küçük oğlan çocukları. UGLUTA (C.: Uglulât - Egalit) Bilmece, bulmaca, yanıltmaca. UGNİYE Şarkılar, ilâhiler. Teganni edilen sözler. UGNİYYE (C.: Egâni) Ahenk. UGTUBE Azar, tekdir. UGVİYYE Belâ. Zahmet. Musibet. UHAH Susuzluk. * Galiz, kaba, yoğun. UHBUŞE Türlü kabilelerden meydana gelen topluluk. UHCİYYE Bilmece, bulmaca, yanıltmaca. UHCÜVVE Bulmaca, yanıltmaca, bilmece. UHDE Bir işi üzerine alma. Söz verme. * Ahidnâme. Bir kimsenin üstünde olan iş veya şey. * Mes'uliyet hududu. * Ric'at ve taalluk dâiresi. * Becerme, yapma. * Mes'uliyet, sorumluluk. UHDUD (C.: Ahâdid) Çukur. * Uzun hat. * Yeryüzündeki uzun yarık ve çatlak. * Hendek. * Kamçı vurulmasından vücutta hâsıl olan yara ve iz. UHDUSE Hayret edilecek derecede uydurma haber. * Haber verilen nesne. UHFUK (C.: Ehâfik) Yer yarığı. UHKUK Yarık, hendek. UHNE (C.: Ühan) Kin tutmak. UHRA Sâir, diğer, başka. Ahir, gayr, son, sonra. UHRE Bir şeyin sonu. UHREVÎ Âhirete dair, âhiretle alâkalı. Öteki dünyaya ait. UHRUN f. Doğurmayan, kısır kadın veya hayvan. UHT (C.: Ahavât) Kızkardeş. UHTEYN İki kızkardeş. UHUD (Ahd. C.) Ahidler, yeminler, peymanlar, anlaşmalar, sözleşmeler. UHUD MUHAREBESİ Uhud, Medine-i Münevvere'nin bir mil kuzeyinde kırmızı bir dağ olup, Hz. Peygamberimizin (A.S.M.) ashâbıyla Kureyşliler arasında vuku bulmuş olan Uhud Gazasıyla meşhurdur.Uhud gazası, hicretten 2 sene 6 ay 7 gün sonra olmuştur. Bunun zahirî sebebi: Daha evvel yapılmış olan Bedir Gazasında Kureyşliler mağlub olduklarından, Kureyşlilerden Bedir Gazasında akrabaları öldürülmüş olan bazı kişiler Ebu Süfyan'a giderek harp teklifinde bulunmuşlardı. Ebu Süfyan, kendi kumandası altında Kureyş müşriklerinden ve Kenane ve Tehâme'den üçbin ikiyüz kişi kadar alarak karısı Hind ve diğer bazı kadınlarla birlikte Medine'ye doğru hareket edip Uhud Dağı'na gelmişlerdi. Hz. Resulullah (A.S.M.) Efendimiz, bunların önüne çıkmak fikrinde bulunmayıp, şehre girdiklerinde müdafaa yapmayı teklif etmişse de, bazı ashabın ısrarı üzerine muharebeye çıkmağa karar vermişlerdi. Hz. Peygamber (A.S.M.) sahabeden 700 kişiyle küffâra karşı çıktı. Muharebede müslümanlar bazan galip, bazan mağlub olarak Peygamberimizin amcası. Hz. Hamza ile birlikte 70 sahabe şehid olmuştu. Hatta Peygamberimizin de dişi kırılmış, yüzü ve dudağı yaralanmıştı.(Mühim bir sual: Fahr-ül-Âlemîn ve Habib-i Rabb-ül-Âlemîn Hazret-i Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Sahabelerinin, müşrikîne karşı Uhud'un nihayetinde ve Huneyn'in bidayetinde mağlubiyetinin hikmeti nedir?Elcevab: Müşrikler içinde o zamanda saff-ı Sahabede bulunan ekâbir-i Sahabeye istikbalde mukabil gelecek Hazret-i Halid gibi çok zatlar bulunduğundan, şanlı ve şerefli olan istikballeri nokta-i nazarında bütün bütün izzetlerini kırmamak için, hikmet-i İlahiyye, hasenat-ı istikbaliyelerinin bir mükâfat-ı muaccelesi olarak mazide onlara vermiş, bütün bütün izzetlerini kırmamış. Demek mazideki Sahabeler, müstakbeldeki Sahabelere karşı mağlup olmuşlar. Tâ o müstakbel Sahabeler, berk-i süyuf korkusuyla değil, belki bârika-i hakikat şevkiyle İslâmiyete girsin ve o şehâmet-i fıtriyeleri çok zillet çekmesin. L.) (Bak: Huneyn) UHUD-İ ATİKA Eski anlaşmalar. UHUD-U MER'İYE Yürürlükteki anlaşmalar. UHUVVET Kardeşlik. Din kardeşliği. Samimi dostluk. UHUVVET-İ EFKÂR Fikir kardeşliği. UHUVVETKÂR f. Kardeş gibi davranan. Kardeş gibi muâmelede bulunan. UHUVVETKÂRANE f. Kardeşçesine, kardeş gibi olarak. Birlik, beraberlik ve karşılıklı sevgi ile.(Uhuvvetin sırrı: Şahsiyetini kardeşler içinde fâni edip, onların nefislerini kendi nefsine tercih etmek. L.)(Her ikinizin, Hâlikınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir... Bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, Dininiz bir, Kıbleniz bir.. Bir bir yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir... Ona kadar bir bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği; ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlıyacak mânevi zincirler bulundukları hâlde; şikak ve nifaka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü'mine karşı hakiki adâvet etmek ve kin bağlamak; ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münâsebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise aklın sönmemiş ise anlarsın! M.) UHUZ Göz ağrısı. UHZ Sihir, efsun. UKAB (C.: Ukbân-Ekub) Tavşancıl kuşu. UKAB Duman, toz. UKABEYN İşkence veya asmak için dikilen iki tane dar ağacı. * Kovayı muhafaza etmek için kuyu içinde olan yumru taş. * Kuyu duvarı arasına koyulan saksı parçası. * Havuz içinde akan suyun yolu. * Büyük ilim. UKAD (Ukde. C.) Düğümler, bezler, şişlikler. Boyun, koltuk altı ve kasıkta bulunan guddeler. UKAD-I HAYATİYE Can alıcı noktalar, hayat düğümleri. Bir şeyi meydana getiren aslî rükünler. UKALA (Âkıl. C.) Akıllılar. * Halk dilinde: Akıllılık iddia edenler. UKAM Çok sert. Pek şiddetli. UKAMA' (Akîm. C.) Kısırlar. Zürriyeti olmayanlar. UKAMİS Çok. UKAR şarap. * Lüks mobilya. UKAS Bir cins ot. * "Kesmek" mânâsına mastardır. UKAYKAN Karınca. UKAZ Mekke-i Mükerreme yakınındaki bir pazar adı. UKBA Âhiret, öbür dünya, bâki olan âlem. * Ceza. UKBA-İ FERDA f. Gelecek olan âhiret. Yarınki devir. UKBE Nöbet. * Çorba bakiyyesi. UKBE BİN AMİR BİN KAYS EL-CÜHENÎ (R.A.) Ashab-ı Kiramın mümtaz fakihlerinden ve Kur'an-ı Kerim'i ezberleyip yazanlardandır. 55 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Mısır Valiliğinde bulunmuş ve orada Hicri 58 tarihinde vefat etmiştir. UKD Düğüm. * Yoğun. * Gazap, hiddet. * Sâkin olmak. UKDE Düğüm, bağ. * Karışık ve müşkil iş. Zorluk, zor iş. Vâlilik ve halifelik için akdolunan biat. * Ağaçlık yer. * Pelteklik, kekemelik. * Arzu edip de ulaşamadığından dolayı içe dert olan şey. UKDEGİR f. Müşkil, zor. * Şüpheli. * Düğümlü. UKDEGÜŞA f. Müşkilleri yenen. UKDE-İ HAYAT f. Hayat düğümü. (Çekirdek gibi) UKDE-İ LİSAN f. Kekelemek. UKDEVÎ Düğüm biçiminde olan. Ukde ile alâkalı. UKHUVAN Papatya. UKIYYE (Bak: Okiyye) UKKAŞE BİN EL-MİHSAN EL-ESDÎ (R.A.) Efâdıl-ı Sahabeden ve kahramanlardan olup hususan Bedir muharebesinde ve Hazret-i Ebu Bekir (R.A.) devrinde mürtedlerle olan muharebede yararlıklar göstermiştir. Peygamberimizin vefat tarihinde 44 yaşlarında idi. UKKAZE (C.: Akâkiz) Ucu demirli sopa. UKKE Tulum, deriden yapılan kap. UKLE Bağlamak. * Hile edip aldatmak. UKLUM Kuvvetli deve. UKM Kısırlık. * Verimsizlik. UKNE (C.: Uknâ-Akân-Uknât) Karın büklümü. (Şişmanlık ve semizlikten olur.) UKNE Taş oda veya kulübe, kümes. UKNUM (C.: Ekanim) Asıl. UKR Kısırlık. * Kısır olan kadının veya dişi hayvanın hali. * Mc: Netice alamama. UKRE Kısır. Doğurmayan kadın veya hayvan. UKRUBAN Akrebin erkeği. UKSUME (C.: Ekasim) Nasib, kısmet. Hisse, pay. UKTUA Alâkayı kesmek gayesiyle gönderilen şey. İlgiyi kesmek üzere verilen şey. UKUB Toz. * Çömlek kaynaması. * Kalabalık. UKUB Her nesnenin sonu. UKUBAT (Ukubet. C.) Cezalar. İşkenceler, eziyetler. * Kısas ve şahsî cezalar. UKUBET (C.: Ukubât) İşkence, azab, eziyet. * Ceza. UKUD (Akid. C.) Akidler. Şartlar, bağlar. İki tarafça kabul edilen şeyler. UKUD SURESİ Kur'an-ı Kerim'in beşinci suresi olan Mâide Suresinin diğer bir ismi. UKUK Anaya babaya itaatsizlik ve hürmetsizlik etmek. Zorbalık, tanımamak, âsi olmak. UKUL (Akıl. C.) Akıllar. UKUL-U AŞERE (Bak: Akl-ı evvel) UKUNNE (C.: Ukun) Taştan yapılmış nesne. UKUS (Aks. C.) Akisler, yankılar, çarpmalar. UKUSA Berklik, muhkemlik, sağlamlık, sertlik. UKVE Kuyruk dibi. ULA Şanlı, şerefli kimse. ULA Birinci, ilk, evvel. * Eskiden vezirlikten sonra gelen sivil rütbe. ULALE Süt bakiyyesi. * Her nesnenin bakiyyesi, artığı. ULASE Yağ. Birbirine karışmış olan iki şey. ULAT Demir örs. * Üstünde keş kurutulan taş. ULBARİ Bir ot cinsi. ULBE (C.: Uleb-İlâb) Fıçı. * Büyük kutu. * Sandık. ULCUM (C: Alâcim) Erkek kurbağa. * Dağ keçisinin erkeği. * Deve kuşu. * Sağlam ve dayanıklı deve. * Çok su. * Gece karanlığı. ULEB (Ulbe. C.) Fıçılar. * Büyük kutular. * Sandıklar. ULEBİT Yoğun ve büyük nesne. * Koyun sürüsü. ULEMA (Âlim. C.) Âlimler. Osmanlı devrinde yüksek ilim ve fıkıh âlimleri. İlmiye mensubları. ULEMA-İ ÂMİLÎN İlmine ve bilgisine göre amel eden, ilmini tatbik eden âlimler. ULEMA-İ BÂTIN Şeriatın, zâhir ve hükümlerinden daha çok, mânâ ve esrarını bilen âlimler.(Ulema-i zâhir ve bâtının Tâbiîn zamanında en büyük reisi ve İmam-ı Ali'nin mühim ve sadık bir şakirdi olan Hasan-ı Basri... M.) ULEMA-İ İLM-İ HURUF Kur'anın bir harfinden, bir sahife kadar esrar bulduklarını söyleyen ve dâvalarını, o fennin ehline isbat edenler. ULEMA-İ RÂSİHÎN Hak ve hakikat ilminde meleke kazanmış âlimler. ULEMA-İ RÜSUM Resmî, merasim âlimleri. Kendileri resmen âlim bilinen fakat hakiki âlim olmayan kimseler. (Zâhirî ulema da denir.) ULEMA-İ ZÂHİR Kur'an-ı Kerimin zâhir mânâsına göre hakikatları değerlendiren âlimler. Şeriatın mâna ve esrarından daha çok, zâhirini ve hükümlerini bilen âlimler. ULEMA-ÜS SÛ' Kötü âlimler. Dünya için âhiretini unutan âlimler. Dünyayı dine tercih eden âlimler. Menfaat için hakikatı örten âlimler. ULGUZE Bilmece, bulmaca, yanıltmaca. ULİ Sâhib. Ehil. ULK şarap. ULKA Kahvaltı. * Az nesne. * Küçük çocuklara yapılan elbise. ULKUM (C.: Alâkım) Çok karanlık gece. * Pek sağlam deve. ULLAME Kına. ULLEF Muz. ULLİYYE (İlliyye) Yüksek tabaka. En yüksek. En şerefli. * Çardak. ULTA Gerdanlık. * Kadınların süs olarak yüzlerine çektikleri siyah çizgi. ULUF (Elf. C.) Binler, bin sayıları. * Ülfet ve ünsiyete ziyade meyyal ve alışkan olan. ULUFE Yeniçerilere ve sipahilere dağıtılan maaş. * Bir nevi hayvan yemi. ULUFE-HÂR (C.: Ulufehârân) Ulufesi olan, ulufeci. ULUHİYET İlâhlık. * Allah'ın kâinattaki tasarruf ve hâkimiyeti ile herşeyi kendisine ibadet ve itaat ettirmesi. ULUHİYET-İ MUTLAKA Kayıt altında olmayan, mutlak uluhiyet. Ancak bir tek İlâhın mâbud oluşu.(Evet, nev'-i beşerin her taifesi birer nevi ibadetle fıtrî gibi meşgul olması ve sair zihayatın belki cemâdâtın dahi fıtrî hizmetleri birer nevi ibadet hükmünde bulunması ve kâinatta maddî ve manevî bütün nimetlerin ve ihsanların herbiri bir Ma'budiyet tarafından hamd ve ibadeti yaptıran perestişe ve şükre birer vesile olmaları ve vahiy ve ilhamlar gibi bütün tereşşuhât-ı gaybiye ve tezahürat-ı maneviyenin, bir tek İlâhın ma'budiyetini ilân etmeleri; elbette ve bedahetle bir uluhiyyet-i mutlakanın tahakkukunu ve hüküm-ferma olduğunu isbat ederler. Ş.) ULUHİYET-İ SÂRİYE VE HAYAT-I SÂRİYE Vahdet-ül vücud ehlince kullanılan tasavvufî tabirler olup; İlâhî sıfatların ve hayatiyetin eşyaya sirayet etmesi, yani tecelli etmesi mânasında olan bu tabirlerden, ehil olmayanlar; Allah'ın tecessümünü veya eşyaya hulûl'ünü veya eşya ile ittihad ve ittisal'ini zu'metmek gibi bâtıl vehimlere düştüler.Bu mes'eleye dair Mesnevi-i Nuriye'den nakledeceğimiz veciz bir paragraftan bu tabirler daha iyi anlaşılabilir:"Evet, delil içinde neticeyi görmek, âlemde sânii müşahede etmek, tarîk-ı istigrakkârane cihetiyle cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyat-ı İlâhiyeyi; ve melekutiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı; ve meraya-yı mevcudatta tecelli-i esma ve sıfâtı yalnız zevken anlaşılır birer hakikat iken dîk-i elfaz sebebiyle, uluhiyet-i sariye ve hayat-ı sariye tabir ettiler.Ehl-i fikir, o hakaik-ı zevkiyeyi nazarın mekayisine sıkıştırdığından, çok evham-ı bâtılaya menşe' oldu." UL'UL Yaramazlık. * Çağırmak. * Budak. UL'UL Göğüs altında ve karın üzerinde dile benzer bir kemik. * Çekik kuşunun erkeği. ULUM (İlm. C.) İlimler, bilgiler. U'LUME (C.: Eâlim) Alâmet, işaret, nişan. ULUM-U ÂLİYE Dinden bahseden ilimler. (Tefsir, kıraat, hadis, marifetullah, fıkıh, kelâm, ahlâk bilgileri gibi.) ULUM-U ÂLİYE (Âlet. den) Âlet ilimleri. (Gramer, sarf, nahiv, belâgat ve mantık gibi.)(Ulum-u medarisin tedennisine ve mecrayı tabiiden çevrilmesine bir sebeb-i mühim budur: Ulum-u âliye $ maksud-u bizzat sırasına geçtiğinden, ulum-u âliye $ mühmel kaldığı gibi, libas-ı mânâ hükmünde olan ibare-i Arabiyenin halli, ezhanı zaptederek, asıl maksud olan ilim ise tebeî kalmakla beraber ibareleri bir derece mebzul olan ve silsile-i tahsile resmen geçen kitaplar; evkat, efkârı kendine hasredip harice çıkmasına meydan vermemeleridir. R.N.) ULUM-U BEDİHİYYÂT Delil ve isbatına lüzum görülmeyip kolaylıkla bilinen ilimler. (Bak: Kaziye-i bedihiyye) ULUM-U BEDİİYE (Bak: İlm-i bedi') ULUM-U HAFİYE Gizli ilimler. Ancak veraset-i Nübüvvet muhakkiklerince veya bir kısım hakikatların esrarına vakıf âlimlerce bilinen ilimler.(İlm-i Cifrin mühim bir düsturu ve ulum-u hafiyyenin mühim bir anahtarı ve bir kısım esrar-ı gaybiyye-i Kur'aniyyenin mühim bir miftahı tevafuktur. M.) ULUM-U KEVNİYE Kâinatın ilmi. Yaratılışa dair olan ilimler. ULUM-U MÜTEÂREFE Herkesin bildiği ve tanınmış olan ilimler. ULUM-U NAKLİYE Hadis, tefsir, fıkıh gibi ve mukaddes kitaplardan nakil olunan ve rivâyet üzerine kurulmuş olan ilimler. ULUM-U NAZARİYE Yalnız görüş halinde kalmış, tatbikata konulmamış ilimler, teoriler. ULUM-U SİYASİYE Siyasî ilimler. ULUM-U ŞETTÂ Dağınık bilgiler, çeşit çeşit ilimler. ULÜ Sahipler. Bir şeyin ehli olanlar. ULÜF (Ulûfe. C.) Yemler, ulufeler. * Yeniçeri maaşları. ULÜ-L AZM Kat'i azim sahibi, ciddiyet, sabır, sebat sahibi büyük zâtlar, hususan peygamberler (Aleyhimüsselâm). Başta Hz. Muhammed (A.S.M.), İsa, Musa, İbrahim, Nuh (A.S.).(Kur'an-ı Hakîm ehl-i şuura imamdır. Cin ve inse mürşiddir. Ehl-i kemale rehberdir. Ehl-i hakikata muallimdir. Öyle ise, beşerin muhaveratı ve üslubu tarzında olmak zaruri ve kat'idir. Çünkü, cin ve ins münacâtını ondan alıyor. Duâsını ondan öğreniyor. Mesailini onun lisaniyle zikrediyor. Edeb-i muaşeretini ondan taallüm ediyor ve hakeza. Herkes onu merci' yapıyor. Öyle ise eğer Hz. Musa'nın (A.S.) Tur-i Sina'da işittiği kelâmullah tarzında olsa idi; beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül edemezdi ve merci' edemezdi. Hz. Musa (A.S.) gibi bir ulü-l azm ancak birkaç kelâmı işitmeğe tahammül etmiştir. S.) ULÜ-L EBSAR Basiret sâhibleri. ULÜ-L ELBAB Akıl sâhibleri. Düşünebilenler. Akl-ı selim sahibleri. ULÜ-L EMR Müslümanları şeriat nâmına idare eden (Halife, kadı, İslâm reisi, pâdişah, sultan, reis-i cumhur, reis, müdür gibi) zâtlar. ULÜ-N NÜHA Akıllı kimseler. ULÜVV Büyüklük, yükseklik. * Bir şeyin yukarısına çıkma. * Şan, şeref ve kadr sahibi olma. ULÜVV-Ü CENABLIK Âlî cenablık. * Kerem ve cömertlik sâhibi ve faziletli olmak. Büyüklük. ULÜVV-Ü HİMMET Yüksek himmetlilik, gayret ve himmeti çok olmak. (Bak: Himmet) ULÜVV-Ü ŞAN Şânı şerefi büyük. Yüksek şeref. ULVAN Mektup ve yazı başlığı. * Övünme, tefahur. ULVİ (Ulviye) Yüksek, yüce. * Manevî ve göğe mensub. ULVİYET Ulvilik, yücelik, yükseklik, ululuk. ULYA (Müe.) Pek büyük, pek yüce, daha yüksek. Çok yüksek olan. UMALE Bir işçinin, işi karşılığında aldığı ücret. UMDE İnanılacak şey. * Prensip, temel fikir. * Dostluk. Güvenilecek yer veya kimse. * Kavim veya kabilenin muteber ve mu'temedi olan. Reis. Serasker. UMK Derinlik. Dibi derin. * Kuyu veya denizin derinliği. UMKAN Derinliğine. UMMAL (Âmil. C.) İdare âmirleri. Valiler. Tahsildarlar. UMMAN Büyük deniz. Okyanus. * Hindistan ile Arabistan arasındaki büyük deniz. UMRA Bir kimsenin mülkünü bir kimseye "Ömrüm oldukça veya senin ömrün oldukça sana i'tâ ettim, ölsen yine benim olsun" demesi. UMRAN İmar ile şenlendirilmiş olan. Bayındırlaşmak. Medenilik. Saâdet. Mutluluk. UMRE Ziyâret. Hac mevsimi dışında Kâbe'yi ve Mekke ve Medine'deki mukaddes yerleri ziyaret etmek. Ist: Kâbe-i Muazzama'yı tavaftan ve Safâ ile Merve denilen iki mukaddes mevki arasında sa'yetmekten ibarettir. Farz olan hacca Hacc-ı Ekber denildiği gibi, Umreye de Hacc-ı Asgar denilir. Cuma gününe tevafuk eden hacca da Hacc-ı Ekber denilir. UMRE-İ NEBEVÎ Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimizin, hac farz olmadan evvelki haccı. UMUD (Amud. C.) Direkler. Sütunlar. * Mc: Seyyidler. Askerî elçiler. UMUHET Yapılacak işte tereddüt gösterme, tutulacak yolda duraklama. UMUM Umumi olmak. Hep, bütün, cümle, herkes. UM'UME İnsan topluluğu. UMUMEN Bütün, hep. UMUMET Amcalık. Amca akrabalığı. UMUMÎ Herkesle alâkalı, herkese dâir. UMUMİYET Bir şeyin herkese âit olması. Umumilik. UMUMİYETLE Umumi olarak. Genel olarak. UMUR (Emir. C.) Emirler. İşler. Hususlar. Maddeler.(Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı, ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir. L.) UMURAŞNA (Umur-âşnâ) f. İşten anlar, işbilir. UMURAT (Umre. C.) Umreler. Hac mevsiminin haricinde Kâbe'yi ve Mekke-i Mükerreme'nin mübarek yerlerini ziyaret etmeler. UMURDİDE (C.: Umurdidegân) f. İş görmüş, işten anlar ve tecrübeli kimse. UMUR-U ASKERİYE Askerlik işleri. UMUR-U DÜNYEVİYYE Dünya işleri. Dünyaya ait işler. UMUR-U GAYBİYE Gaybi olan ve hissiyâtımızla bilinmeyen işler. Geçmiş zamana yahut geleceğe dâir olan ve hazırda mevcut olmayan işler. UMUR-U HASİSE Çirkin ve kötü işler. UMUR-U İZÂFİYE Birbirisiz olmayan ve birbirine nisbet ve mukayese ile anlaşılan vasıflar. (Meselâ: Karanlık olmasa, aydınlığın bilinmemesi gibi) UMUR-U MÜTENASİBE Aralarında uygunluk ve münasebet bulunan şeyler. UMUR-U MÜTEZADDE Aralarında uygunluk olmayan birbirine zıt şeyler. UMYA (Bak: Amya) UMYAN (A'mâ. C.) A'mâlar, körler. UMYE Azgın ve sapkın olmak. * Husumet ve inat etmek. UNAB Büyük burun. * Akıl. * Karın. UNAT (Ani. C.) Esirler. * Adi, bayağı ve aşağılık kimseler. UNAYİL (C.: Anâyil) Berk, metin, sağlam, dayanıklı, muhkem. UNCUD Çekirdeği çıkmış üzüm. UNF Kabalık. Sertlik. Cebir ve zor. UNFEN şiddetle, sertlikle. Zor kullanarak. UNFÎ (Unfiyye) Sert, şiddetli, kaba. UNFUS Edepsiz ve hayâsız kadın. UNFUVAN Gençlik ve güzelliğin başlangıcı, en parlak zamanı. * Parlaklık, tazelik. UNFUVAN-I ŞEBAB Gençlik çağı, tazelik. UNK Boyun, gerdanlık, gerdan. UNKUD Salkım. UNSUL Ada soğanı. UNSUR Kimyevî maddeden her biri. Mürekkeb cisimlerde bulunan basit maddelerin her birisi. * Umumdan ayrılan kısım. * Tam olan şeyin her bir parçaları. * Madde, esas, kök. Element. UNSURİYET Irkçılık. Bir kavmi veya kendi soyunu daha şerefli sayarak diğer insanları hakir görmek. Menfî milliyetçilik.(Cây-ı dikkat bir hal: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa müslümandır. Müslümanlıktan çıkan ve müslüman olmayan Türkler Türklükten dahi çıkmışlardır -Macarlar gibi-. Halbuki küçük unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-i müslim var. M.) UNSUT Kıldan bükülme ip. UNUŞE Refah, huzur, rahatlık. * Adâlet. Merhamet. * Şarap. * Beğenme. UNV Alçaklık. * Alçak gönüllülük, tevâzu etmek. UNVE Zor, kuvvet gösterme. UNVETEN Cebren, zorla, kuvvet göstererek. UNZUB (C.: Anâzıb) Erkek çekirge. UNZUBA' Çekirge olan yer. UNZUR Bak, gör (Meâlinde emir). UNZUVAN Herze ve hezeyan söyleyen kimse. * Bir ot. UNZUVANE Dişi çekirge. UR Tek gözlüler. * Silâhsız, mühimmatsız olanlar. UR Önünde hendek olan istihkâm. Yüksek ve müstahkem yer, toprak tabya. Burç. URA Çıplaklık. URA' İlmek yapmak. URA'IR (C.: Arâır) Semiz etli deve. * Şerefli adam. * Kavmin reisi. URAM Eti soyulmuş kemik. * Çokluk. * Kötü ahlâk. * Şiddetli muhâlefet. * Çocuğun edepsizlik yapması. URAME Hiddet. * şiddetli muhalefet. * Kötü ahlâk. * Edepsizlik etmek. URAT (Uryan. C.) Elbisesi olmayanlar. Çıplaklar, uryanlar. URAZA Misafire çıkarılan yiyecek. * Hediye, armağan. URB Şiddetli akıcı çay. * Ferah, sevinç, neşat. URBA (Aslı dır.) İtl. Esvab, elbise. * Arabçada: Ukde, köstek, büklüm, düğüm. * Zekâvet. * Mekir, hile. URBAN Çöl arabaları. * Aşiretler. URBUN Müşterinin bâyie verdiği pey. URCA Bir nesnenin üzerine durmak veya üstüne çıkmak. URCAN (A'rec. C.) Topallar. URCUN Kurumuş hurma dalı. Ay gibi eğilen dal. Hurma salkımının dalı. UREFA (Ârif. C.) İrfan sâhibi kimseler. (Bak: İrfan) URF (C.: A'râf) At yelesi. * Horuz ibiği. * Âdet. * Cennet ile Cehennem arasında bir makam. * İhsan. URGAN t. İp. Halat. URGUN t. Vurgun, âşık. URRAK Kabuğu soyulmuş ağaç. * Eti gitmiş kemik. URRET (C.: Urr) Devenin dudaklarında ve ayaklarında çıkan bir çıban. * Ulaşmak, varmak. * Kuş tersi. URRET Uyuz hastalığı. URS (Urus) Düğün yemeği. URŞ Boğazın iki tarafında olan iki uzun etin birisi. URUB (Arub. C.) (Bak: Arube) URUC Yukarı çıkmak. Yükselmek. URUC-U İSA Hz. İsa'nın (A.S.) göğe çıkması. URUK (Irk. C.) Irklar. * Kökler, damarlar. URUK Kadının hayız görmesi. URUK-U BEŞER İnsan ırkları. URUK-U İNSANİYETKÂRANE f. İnsanlığa yakışır damar, kök veya huylar. URUM (Urume) Alâmet, nişane. * Kök, dip. * Başın tepesi. URUSAT (Urs ve Urus. C.) Düğün yemekleri. URUŞ (Arş. C.) Gökler, arşlar. Tavanlar. URUZ Zâhir olmak, görünmek. * Gelme, ârız olma. * (Arz. C.) Bildirmeler, keyfiyetler. URUZ (A'raz. C.) Fık: Nakit para, hayvan ve yenecek şeylerden olmayıp, kitap, manifatura eşyası, kumaş gibi mallar. URVA Sıtma. Sıtmaya tutulma. URVE (C.: Urâ) Düğme iliği. * Yazda ve kışta yaprağı dökülmeyen ağaç. * Daima bâki olan nesne. * Arslan. Kudretten kinaye olur. * Kulp. Yapışacak sap. Tutacak yer. URVET-ÜL VÜSKA Sağlam kulp. Metin ve muhkem olan tutulacak şey. * İslâmiyet. * Kur'an-ı Kerim. URYAN Çıplak. URYANİ Çıplaklık. * Bir cins erik. URYE Ari olmak. Çıplak olmak. URZ Mania, engel. Açıktan hedef gibi bir şeye mâruz olup duran. * Hâcet, ihtiyaç. * Taraf, nâhiye, cânip. * Vasat, orta. URZA Hedef. US (C.: İsâs) Büyük kadeh. USAFE Buğday sapından düşen parça. USAM Pire. USARE Vücud bezlerinden akan faydalı su. Sıkılmış şeylerden çıkan su. Öz su. USARE-İ İNEB Üzüm suyu. Şıra. USARE-İ MİDEVİYE Mide suyu, mide salgısı. USAS Çok kıl. USAT (Asi. C.) Asiler, zorbalar, itaat etmeyenler. * Günahkârlar. USBE Cemaat. İnsanlar. Atlılar. Atlar veya kuşlardan cemaat. USBUD Kelp aşmasından olan kurt yavrusu. USDE Kaftan altına giyilen küçük gömlek. USEFA (Asif. C.) Rençberler. Irgatlar. USEYBE (C.: Useybât) Yaprağı bir takım kısımlara ayıran liflerden herbiri. Damar. USEYLE Bal gibi tatlı olan küçük bir şey. * Çiftleşme, cinsî münasebet. USFÜR Bir asıl boya. USKUL Hurma salkımı. USLUC (C.: Asâlic) Yeni belirmeğe başlamış ağaç budağı. USM Zeytin ağacı. USM Her nesnenin bakiyyesi, artık. USMUH Kulak. * Kulak deliği. USMUR (C.: Asâmir) Döndükçe suyu çıkarıp döken dolap gözleri. USNUN (C.: Asânin) Sakal ucu. * Her nesnenin evveli. * Devenin çenesi altında olan uzun kıllar. USR Güçlük, zorluk. Zor iş. * Sıkıntı. Darlık. Kıtlık. USR Tavşancıl kuşu. * Yalan söz. USR (C.: Usur - A'sâr) Sığınacak yer. Melce'. * Dehr, zaman, devir. USRA Güçlük, zorluk. USRET Zorluk, güçlük. Darlık, sıkıntı. İşlemezlik. USRET Sığınacak ve kurtulacak yer. USRET-İ HAZM Hazım güçlüğü, sindirim zorluğu. USRET-İ TENEFFÜS Teneffüs zorluğu, nefes darlığı. USR-ÜN NEFES Nefes darlığı. USSE Güve denilen böcek. USTAM f. Güvenilir, emin. İtimad edilir. * Altın veya gümüşten yapılmış at eğeri. USTUBLE Üstüpü. USTUMME Her nesnenin aslı. USUBE İhâta etmek, kaplamak, içine almak. USUL (Asıl. C.) Ana, baba. Cedler. * İstinadgâh. * Râcih delil, kaide. Asıllar, kökler, temeller. Bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi lâzım gelen esaslar. Bir hedefe ulaşmak için tutulan düzenli yol. * Tarz, metod, tertip. USULİYYUN Fıkıh usulüyle uğraşan İslâm âlimleri. Usul-ü Fıkıh müellifleri. USUL-Ü ERBAA (Bak: Edille-i erbaa) USUL-Ü FIKIH İLMİ Fıkıh ilmine âit bilgilerin esası ve istinadgâhı olan bir ilimdir. Şer'i hükümlerin mufassal ve muayyen delilleri ve hikmetleri bu sayede bilinir ve bu dini hükümler, bu muayyen ve müşahhas deliller vâsıtası ile istinbat ve isbat olunur. Bu ilme "Hikmet-i teşriiye" de denilmiştir. USUL-ÜD-DİN (Bak: İlm-i Kelâm) USUR Asırlar. (Bak: Asr) USUR Gözcülük etmek. US'US Kuyruk sokumu. USÜVV Kaba ve iri olmak. * Katı olmak. * Gece karanlık olmak. * Yakın olmak. USVE Çoktandır taranmamış sakal. UŞABE (C.: Eşâyib) Karışık olan. * Nesebi karışık kişi. UŞARA Uzunluğu on zira' miktarı olan. UŞB (C.: A'şeb) Taze ot. UŞERE (C.: Uşur-Uşerat) Sütleğen cinsinden dikenli, yassı yapraklı ağaç. UŞEYYA (Eşyâ. dan) Küçük şeyler, eşyacıklar. UŞİR Taze çayır, taze ot. UŞŞ Kuş yuvası. UŞŞAK (Âşık. C.) Âşıklar. UŞVE Gece vakti uzaktan görünen ateş. UTAHİYE Akılsız, ahmak kimse. UTARİD Araptan bir kabile adı. * Merkür gezegeni. UTAŞ İnsana ârız olan bir hastalıktır ve hasta insanın yüreği yanar, suyu içer, yine kanmaz. UTAT Arslan. * Bahadır er, kahraman. UTAT (Ati. C.) Serkeşler, âsiler. UTBUL (C.: Atâbil) Uzun boylu güzel kadın. UTEKA (Atik. C.) Azatlılar. Azat olmuş köle veya cariyeler. UTİY (Bak: Atiy) UTLE Boş ve muattal olmak. * Hurma salkımı. * Şahıs. UTM (Utüm) Yabani zeytin ağacı. UTME İğde gibi zeytin biçimindeki meyve. UTRUFE (Turfe. C.) Tuhaf, az bulunur. UTRUŞ Sağır. UTTEL Üzerinde ziynet eşyası olmayan kadınlar. UTUB Pamuk. UTUFET Nezaket, lütuf. şefkat. UTUH Aklı noksan olan. UTULL Soğuk, sert ve cimri insan. Câhil ve hayırdan men'eden. Galiz ve bahil kimse. UTUM Taş duvar. Taş yapı. * Köşk, kasr. UTUN Katı şey. Şiddetli. UT'UT Eşek sıpası. UT'UT Yiğit. * Küçük buzağı. UTÜV (Atiy-Utiy) Haddini aşma, tecavüz. Kibir. Serkeşlik. * Ayaklanma. İsyan. UTYE Pamuk parçası. * Yanmış bez parçası. UVA şiddetli ses. Avaz, sayha. UVERA (Bak: Avrâ) UVVAM Dalgıç adam. UVVAR (C.: Avâvir) Korkak adam. * Dağ kırlangıcı. UVZ Bir kimseye sığınmak. UYKU (Bak: Kaylule) UYUB (Ayıb. C.) Ayıblar, kusurlar. UYUN (Ayn. C.) Gözler. * Kaynaklar, pınarlar. UZAFİRE Katı. şiddetli, şedid. UZBET (Bak: Uzube) UZEMA' (Azim. C.) Mevki ve şeref bakımından büyükler. UZEYM (C.: Uzeymât) Kemikcik. UZEYVAT (Uzeyve. C.) Küçük uzuvlar, uzuvcuklar. UZEYZA' Kuyruk kemiği. UZFUR Asma filizi. * Tırnak. UZHUL (C.: Azâhil) Yeyni, hafif. * Yük vurulmayan deve. UZİMA Vücutta bir organın ateşsiz ve ağrısız olarak şişmesi. UZLET Yalnızlık. İnsanlardan ayrılarak bir tarafa çekilip yalnız kalmak. UZLETGÂH f. Oturulan tenhâ yer. Yalnızlık köşesi. UZLETGÜZİN f. Tenhada yaşayan, yalnızlık köşesine çekilen. UZLETNİŞİN f. Tenha bir köşeye çekilip yalnız yaşayan. UZLUFE Kayalık. Yalçın kaya. UZM Ululanma, kibirlenme. UZMA (Müe.) Büyük. İri. * En büyük. Çok büyük. (Müz: A'zam) UZME Aşiret. * Birinin mensub olduğu âile. * Akrabâ. UZRET Önde olan saç. UZRİYY Şiddetli muhabbet. Şiddetli sevgi. UZTUMME İnsanın ırk ve nesebi. * Her şeyin aslı. UZUB Kayıp ve görünmez olmak. UZUBE (Uzbe) Bekârlık. Erginlik hâleti varken tecerrüd halinde kalmak. Evlenmemek. UZUBET Tatlılık, şirinlik. UZUBET-İ LİSÂN Tatlı dillilik. Dil tatlılığı. UZUF Nefsi kötülüklerden ve şüphelerden menedip uzaklaştırmak. UZUV (Uzv) Bir canlının vücud yapısının kısımlarından herbiri. Azâ. Organ. UZVÎ (Uzviye) Uzva ait. Canlı. Organik. UZVİYET Uzuv oluş. Canlılık. Canlı uzva ait. UZZA İslâmiyetten evvel câhiliyet devrinde büyük putlardan birisinin ismi. UZZAB Zevc veya zevcesi olmayan. Bekâr. Ü Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler ÜBAB Şiddetli ve taşkın sel suyu. ÜBATİR Akrabasını arayıp sormayan kişi. ÜBBEHET Ululuk, büyüklük, azamet. ÜBEYD (Abd. dan) Kölecik, kulcağız. ÜBHET (Bak: Übbehet) ÜBNE (C.: İben) Ağaç boğumu. ÜBUD Ürkmek. ÜBÜLLE Basra yakınında bir harap şehir. * Bir miktar hurma. ÜBÜVVET (Eb. den) Babalık, atalık. ÜBÜVVETEN Babalık sıfatıyla. Atalık cihetiyle. ÜCAC Tuzlu, acı su. ÜCAHİN (C: Acâhine) Hizmetkâr. * Aşçı. Dost. * Deyyus. ÜCEM (Ecme. C.) Sık ağaçlık yerler. ÜCRA f. Pek uçta ve kenarda olan. Uzak. (Bu kelime, Arapça zannedilerek "hücra" yazılması yanlıştır.) ÜCRET Hizmet karşılığı verilen şey. ÜCUM Kale. ÜCUN Suyun renginin ve tadının bozulması. ÜCUR (Ecir. C.) Ecirler, sevablar. ÜCURAT (Ücret. C.) Ücretler. ÜCÜMM Medine ehlinin taştan yaptıkları hisar. * Sığınacak yer. * Damlı dört köşeli ev. ÜDEBA (Edib. C.) Edibler, edebiyatçılar. * Edeb sâhibleri. Zarif kimseler. ÜF Kulak kiri. * Tırnak arasında olan kir. * Hüzün ve kedere işaret eden kelime. ÜFÇE f. Bostan korkuluğu. ÜFF Of! ÜFFE Necis, pis. ÜFHUD Yetişmiş çocuk. ÜFHUS (C.: Efâhis) Kayalarda olan kuş yuvası. ÜFKUHE Şaşılacak şey. ÜFN Hamâkat, ahmaklık. ÜFNUN Hâl. Nev, çeşit. Saçma sapan söz. Dedikodu. ÜFTADE f. Düşmüş. Fakir, biçare. * Âşık, tutkun. ÜFTADEGÂN (Üftade. C.) f. Düşkünler. Tutkunlar. Âşıklar. ÜFTADEGÎ f. Düşkünlük, biçarelik. ÜFTAN f. Düşen. Düşerek. ÜFUK (Efk) Yalan söylemek. * Kaçmak. * Bir işten sapmak. ÜFUL Batmak, kaybolmak. * Mc: Ölmek. ÜF'ULE Vazife, görev. ÜF'UVAN Erkek yılan. ÜFÜRRE Karışmak. ÜHBE Yolculuk veya asker için hazırlanmış elbise ve malzeme. * Süt. ÜHCİYYE (Ühcüvve) Hicvetmeğe sebep olan şey. ÜHCÜVVE Hicvetmeğe sebep olan şey. * Yerme, hicvetme. ÜHKUME Alaylı söz veya hal. ÜKEL (Ükle. C.) Lokmalar. ÜKİLE Gıybet. ÜKL (Ükül) Meyve, yiyecek, azık. * Zekâ. ÜKLE (C.: Ükel) Lokma. ÜKNE Çukur içinde olan kuş yuvası. ÜKRE Yuvarlak nesne. Top. * Çukur. ÜKRUME Kerem, bahşiş, lütuf. ÜKSUM Çimenlik yer. Çayırı bol ve güzel olan bahçe. ÜKSUS Sarmaşık. ÜKULE Sürüden ayırıp beslenilen koyun. ÜKÜL (Bak: Ükl) ÜKZUBE Yalan. Uydurma, söz. ÜLBE Kıtlık. * Açlık. ÜLBUB Kiraz çekirdeği. ÜLEMA (Bak: Ulemâ) ÜLFET Alışma, alışkanlık. Birisiyle münasebette bulunmak. Ünsiyet. Ahbablık, dostluk. Huy etme. Görüşme, konuşma.(İnsanları fikren dalâlete atan sebeblerden biri; ülfeti, ilim telâkki etmeleridir. Yâni me'lufları olan şeyleri kendilerince mâlum bilirler. Hattâ ülfet dolayısıyla âdiyata teemmül edip ehemmiyet vermezler. Halbuki ülfetlerinden dolayı mâlum zannettikleri o âdi şeyler birer hârika ve birer mu'cize-i kudret oldukları halde, ülfet sâikasiyle onları teemmüle, dikkate almıyorlar; ta onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyâleye im'an-ı nazar edebilsinler. Bunların meseli deniz kenarında durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sâir garip halâtına bakmı(Zeker) yalnız rüzgâr ile husule gelen dalgalara ve şemsin şuâatından peyda olan parıltısına dikkat etmekle Mâlik-ül Bihâr olan Allah'ın azametine delil getiren adamın meseli gibidir.İ'lem Eyyühel-Aziz! İnsanların arza âit mâlumat ve müsellemat-ı bedihiyatları ülfete mebnidir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir. Hakikate bakılırsa zannettikleri ilim, cehildir. Bu sırra binaendir ki, Kur'an, âyetleriyle insanların nazarını me'lufatları olan şeylere çeviriyor. Âyetler, necimler gibi ülfet perdesini deler atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havârik-ul-âdât mu'cizeleri o âdiyat içerisinde gösterir. M.N.) (Bak: Tefekkür) ÜLFETGER f. Ülfet eden. Ülfet edici. ÜLHİYYE Çocuk oyuncağı, oyuncak. ÜLHÜVVE Oyuncak, çocuk oyuncağı. ÜLİNNÜHA (Üli-n nühâ) Akıllı kimseler. ÜLKER (Bak: Süreyya) ÜLKÜ Bazı öz türkçecilik taraftarlarınca kullanılmış bir kelimedir. Divan-ı Lügat-ıt Türk'te "Peyman" mânasına geldiğine merhum A. Hamdi Elmalılı işaret ediyor: "Ahd ü misak" da denir. Emanî, ideal mânâsına kullananlar varsa da yanlıştır. ÜLTİMATOM (Oltimatom) Fr. Kat'i ve dönülmez söz. Son söz. * Bir devletin başka bir devlete verdiği ihtar. ÜL'UBE Piyes, oyun. ÜLUF Binler. (Bak: Uluf) ÜLUHİYET (Bak: Uluhiyet) ÜL'ÜBAN Oyuncu, aktör. ÜLÜM f. Bölük, takım, cemaat. ÜLYA (Bak: Ulyâ) ÜMA' Kedi miyavlaması. ÜMDUD Usûl, âdet, görenek. ÜMDUHA Medhedilmeğe sebep olan hal veya iş. ÜMEM (Ümmet. C.) Ümmetler. Milletler. ÜMEM-İ SÂLİFE Geçmişteki ümmetler. İslâmiyetten evvel diğer Peygamberlere tâbi olmuş ümmetler. ÜMENA Emin kimseler. Eminler. Emniyet sahibleri. ÜMERA (Emir. C.) Emirler, beyler. Seyyidler. şerifler. * Yüksek rütbeli zabitler. ÜMHUD Çömlek. * Tuzluk. ÜMİD f. Ummak. Emel. Arzu. İntizar. Umut. Rica. ÜMİDBAHŞ f. Ümitlendiren, ümit veren. ÜMİDBESTE f. Ümitlenmiş, ümit bağlamış. ÜMİDGÂH f. Bir şey ümit edilen yer veya makam. ÜMİDVÂR f. Ümitli. Ümit besleyen.(Evet, ümidvâr olunuz; şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır. M.) (Rahmet-i İlâhiyyeden ümid kesilmez. Çünkü Cenab-ı Hak bin seneden beri Kur'anın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatını muvakkat arızalarla inşâallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir... M.) ÜMLUC Yaprak. * Selvi yaprağına benzer uzun, karışık bir ot. ÜMLUD (C: Müled) Kamış dalı. ÜMM Ana, anne, vâlide. Nine. * Asıl, esas. * Başlıca olan şey. ÜMMAN Emin kimse. Emniyetli kişi. ÜMMEHAT (Ümm. C.) Analar. * Esaslar, asıllar. * İslâmî ana eserler. Me'haz olabilecek kıymetli ilmî eserler. ÜMMEHÂT-ÜL MÜ'MİNÎN Mü'minlerin anaları. Peygamberimiz Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mübarek zevceleri. ÜMMET Cemaat, kavim, taife. * Bir hâkim milletin ashabından olan hey'et-i içtimaiye. * Bir peygambere inanıp onun yolundan giden insanların hepsi. Bir peygamberin Hakka davet ettiği cemaat. * Bir dille konuşan millet. * Arkasına düşülecek bir cemaat veya tarikat. ÜMMET-İ KAİME Hakşinas, doğru, doğrudan ve Allah için kalkan, müstakim ve âdil ümmet. ÜMMİ Anasından doğduğu gibi kalmış ve tahsil görmemiş, mekteb ve medresede okumamış kimse. Yazı yazmak bilmeyen. (Ümmi ile câhil arasında fark vardır. Ümmi yalnız okuyup yazmak bilmiyendir. Câhil ise, okuyup yazmak bilse de, bir şey bilmiyen kimsedir, her ümmi câhil değildir.) * Anaya mensub olan.(Mefhar-i Âlem (A.S.M.) hiç bir mektebde, medresede ve hiçbir beşerden tahsil görmeden, ümmiliğiyle beraber, evvel, âhir ilimlerle mücehhez olması, Âlem-i İslâma, âlemlere ve dünyaya rahmet olması ve Onun bir misli ve benzeri bulunmaması, en büyük mu'cizelerden ve Hak Peygamber olduğuna dair en mühim delillerdendir.) ÜMM-İ SELEME (Mi: 542-626) Ümmehât-ı Mü'minînden olup, Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın son vefat eden zevcesi idi. 378 Hadis-i şerif rivayet etti. (R.A.) ÜMMİ SİNAN (Vefatı Hi: 958, Mi: 1551) Halvetî Tarikatı, Sinaniye kolunun piridir. Bursa'lı olduğu nakledilir. Karaman'lı olduğu hakkında da rivayet vardır. Risale-i Şerife-i İstanbulî Ümmi Sinan adında bir eseri vardır. (R. Aleyh.) (Osmanlı Müellifleri sh: 214) ÜMMİYANE f. Bir şey bilmiyormuşçasına. Ümmilere yakışır halde. Okur yazar olmadan. ÜMMİYET Ümmi oluş. Ümmi kimsenin hali. Okur-yazarlığı olmamak. ÜMMİYYE Analık, annelik. ÜMM-ÜD DEM Kırmızı kan damarlarında görülen kabarma. Bu nabız damarlarından birisine açılan kan kesesi. ÜMM-ÜD DİMAĞ Beyin zarı. ÜMM-ÜD DÜNYA Dünyanın anası. Mısır. ÜMM-ÜL BİLÂD Mekke-i Mükerreme. ÜMM-ÜL HABÂİS Şarap, rakı gibi haram olan içki. ÜMM-ÜL KİTAB Kitabın anası, esası. Levh-i Mahfuz ve ilm-i İlâhî. (Yâni: Kur'ân, İlm-i İlâhîde, Levh-i Mahfuz'da ezelî ve ebedî olarak mahfuz bulunduğundan Kur'anın aslı ve anası mânasında kullanılan bir tabirdir.) * Kur'an-ı Kerim'in müteşabih olmayan muhkem âyetlerine de kitabın anası, esası mânasında Ümm-ül Kitab denilir. * Fâtiha Suresi. * Diğer bir mânada bütün müsbet ve faydalı kitabların anası ve mercii olarak Kur'an-ı Kerim'e de denir.) ÜMM-ÜL KURÂ Mekke-i Mükerreme. ÜMM-ÜL KUR'AN Fâtiha Suresi. ÜMM-ÜL VELED Huk: Çocuğunun kendi efendisinden olduğunu söyleyen çocuk doğurmuş cariye. ÜMM-ÜN NÂFİ' Tavuk. ÜMM-ÜN NÜCUM Gök. Sema. ÜMM-ÜT TAÂM Buğday. ÜMM-ÜT TÂRIK Deve kuşu. ÜMM-ÜT TARÎK Ulu yol. Yüce yol. ÜMNİYYE Umut, ümid. * Arzu, istek, talep. * Niyet, kuruntu. ÜMSÜLE Örnek olarak verilen beyit. Misal olarak gösterilen mısra. ÜMUMET (Ümm. den) Annelik, analık. ÜM'UZ Keçi veya karaca. ÜMÜLDAN Taze fidan. Körpe dal. * Genç, güzel. * İnce ve narin vücud. ÜNAFİ Büyük burunlu kimse. ÜNAH Süstlük, zayıflık. ÜNAN İnleme. ÜNAS Halk. İnsanlar. ÜNBUB (Ünbube) Kamıştaki boğum arası kısım. * Parmak uçları. * Tüp. İnce boru. ÜNBUSE Çocukların oyunu. ÜNBUŞ (Ünbûşe) Bitki kökü. Kökü yerden takımıyla birlikte çıkarılan fidan. ÜNCUC (C.: Anâcic) Hızlı yürüyen at. ÜNCUR Şişe kılıfı. ÜNF (Bak: Unf) ÜNKUA Yağ biriken yer. ÜNMA İçi saman veya ot doldurulmuş şey. ÜNS Alışkanlık, alışma. * Arkadaş. Hemdem. ÜNS TUTMAK Alışmak, birlikte düşüp kalkmak. ÜNSA Dişi. Kadın, kız. ÜNSA-ÜNS Sıkıfıkı konuşma. ÜNSÎ (Ünsiye) Alışmış, ünsiyet etmiş, sokulgan. * Arkadaş. ÜNSİYET Alışkanlık, dostluk. Birlikte düşüp kalkmak. Ahbablık. ÜNŞUDE (Bak: Neşide) ÜNŞUTA Düğüm, ilmik. ÜNUF Henüz daha yedirilmemiş olan çayır. * (Enf. C.) Burunlar. ÜNUSET Dişilik. Müennes oluş. ÜNÜN Ayağı ve burnu kırmızı, vücudu kara olan bir kuş. ÜNVAN İsim. Lâkab. Adres. * Önsöz, mukaddeme. ÜNVAN-I MÜLÂHAZA Bir şeyin hakikatını bir derece düşünebilmek için olan isim, tabir ve vasıta.(Mi'raciyedeki mâceralar, mâlumumuz olan mânalarla, o kudsi ve nezih hakikatları ifade edemiyor. Belki o muhavereler birer ünvan-ı mülâhazadır; birer mirsad-ı tefekkürdür ve ulvi ve derin hakaika birer işarettir ve imanın bir kısım hakaikına birer ihtardır. Ve kabil-i tabir olmayan bazı mânalara birer kinayedir. Yoksa ma'lumumuz olan mânalar ile birer mâcera değil. Biz hayalimiz ile o muhaverelerden o hakikatları alamayız; belki kalbimizle heyecanlı bir zevk-i imanî ve nuranî bir neş'e-i ruhanî alabiliriz. M.) ÜNZUHA Gurur, kibir, büyüklük. ÜRBA Belâ, mihnet. ÜRBE Büklüm. * Düğüm. * Hile. ÜRBUN Pey akçesi, pey olarak verilen para. ÜRCUCE Salıncak. ÜRCUFE (C.: Erâcif) Yalan. Uydurma söz. ÜRCUHA Salıncak. ÜRCUZE (Recez. den) Edb: Mısraları kafiyeli, kısa vezinli nazım. (Bak: Kaside) ÜRD f. Gibi, benzer. ÜRDÜNN Uyuklamak. * Bir büyük ırmak. ÜRK Mekân, mevki. ÜRMULE (C.: Erâmil) Ergen delikanlı. ÜRNE Taze peynir. * Keler tuzağı olan yer. ÜRÜMEK f. Havlamak. (İt ürür, kervan yürür)Ürüyen köpek ısırmaz: Tehdit savuran, işi gürültüye boğan kimselerden yılmamak lâzım geldiğini anlatır. ÜRVİYYE (C.: Ervâ-Erâvi) Dağ keçisinin dişisi. ÜRYAN (Bak: Uryan) ÜSAL Çok miktar mal. ÜSAME Davar otlatmak. * Arslan. ÜSAME BİN ZEYD (R.A.) Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın azadlısı olan Zeyd bin Harise'nin oğludur. Meşhur sahabedendir. 128 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. 75 yaşında iken 54 yılında vefat etmiştir. (R.A.) ÜSARA (Bak: Üsera) ÜSARE (Bak: Usare) ÜSBU' Hafta. Yedi günlük zaman. ÜSBUBE (C.: Esâbib) Sövme, küfür. ÜSBUÎ (Üsbuiyye) Haftalık. ÜSERA (Üsârâ) Esirler. Harbde teslim alınanlar. * Köleler. ÜSFİYYE (C.: Esâfi) Üzerine tencere koyup yemek pişirilen ocak taşı. ÜSİR Yaranın iyi olduktan sonra kalan izi. ÜSKUB Sıra ile dikilmiş olan ağaçlar. * Kunduracı. * Dökülmüş olan, akan su. * Demirci. ÜSKUF (C.: Esâkife) Pabuç diken, kunduracı. ÜSKUF (C.: Esâkıf) Kâfirlerin kadısı ve ruhbanları. ÜSKUN Koruk halinde hurma salkımı. ÜSKUTUSS (Rumcadan) Cevher, asıl, unsur, madde. ÜSKÜDAR Mushaf cildi. ÜSKÜFFE Eşik tahtası. ÜSKÜR f. Kirpi. ÜSLEM El arkasında hınsırla pınsır arasındaki damar. ÜSLUB Tarz, yol. Biçim. İfade tarzı. Dizmek. ÜSLUB-PERESTLİK Kelâmın mâna ve maksada uygunluğuna değil de, ifade tarzının güzelliğine önem vermek. ÜSLUB-U ÂDÎ Alelâde ifade tarzı. İfadesinde hiçbir üstünlük bulunmayan tarz. ÜSLUB-U ÂLÎ Edb: Üstün ifade tarzı. İfadenin yüksek ve nezih olanı. ÜSLUB-U HAKÎM Edebî san'atlardan biridir. Sorulan bir suale, soranın halini nazara alarak başka bir sual gibi telâkki edip, ona göre cevab vermek demektir. Meselâ : Bazı Ashab Resulüllah'a (A.S.M.) hilâlin ince başlayıp, kalınlaşarak bedr şekline gelip, sonra yine başladığı şekle dönmesinin sebebini sordular. Bunun cevabı onlara lâzım olmadığı için, Kur'ân-ı Kerim o vaziyetin neticesine terettüb eden hikmeti, yani ayın takvimcilik yaptığını söylemiştir. Çünkü bu, soranlar için daha mühim ve anlaşılması daha kolaydır. ÜSLUB-U MÜCERRED (Sade üslub) Bu üslupta tabiîlik, akıcılık, selâset, kısalık, mânâ ve maksada kifayet sıfatları vardır. Bu üslup, âlet ilimlerinde, ders kitablarında, konuşmalarda ve beşerî muamelelerde kullanılır. ÜSLUB-U MÜZEYYEN (Ziynetli ve parlak üslub) Bu üslub tergib ve terhib (teşvik etme ve sakındırma) gibi hususları tazammun eder. Hitabiyat ve iknaiyatta kullanılır. ÜSR Sidik tutulması, sidik zoru. ÜSRE Cemaat, topluluk. ÜSRE Seleften gelen şan şeref. * Söz veya hadis nakletmek. ÜSRUŞ f. Güzel ses. ÜSRÜB f. Kurşun. ÜSS Esas, asıl. Kök, temel. * Askerlikte herhangi bir düşman hücumuna karşı esas dayanak olmak üzere önceden hazırlanmış yer. * Harb gemilerinin, noksanlıklarını tamamladıkları yer. * Mat: Bir sayının hangi kuvvete çıkarıldığını gösteren sayı. ÜSS-ÜL ESAS Hakiki sağlam temel. ÜSS-ÜL HAREKÂT Askerî harekâtın başlangıcına esas olan yer. ÜST PERDEDEN BAŞLAMAK Ağız bozmak, sert konuşmak. ÜSTAD (Üstaz) İlim veya san'atta üstün olan kimse. Usta, san'atkâr. Muallim, profesör. Bilgide veya san'atta veya amelde meharetli zât. ÜSTADANE f. Üstâda yakışır surette. Ustaca. ÜSTAD-I A'ZAM En büyük üstad. Muallimlerin en üstünü ve reisi olan. ÜSTAD-I EZELÎ Cenab-ı Hak. Bütün ilim ve bilgilerin, marifetlerin öğreticisi. Alîm-i Mutlak ve Hakîm-i Ezelî.(... Hem maden-i kemalât ve muallim-i ahlâk-ı âliye olan o dellâl-ı vahdaniyet ve saadet kendi kendine söylemiyor, belki söylettiriliyor. Üstad-ı Ezelîsinden ders alır, sonra ders verir... M.) ÜSTAD-I KÜLL Herkesin üstadı. Her çeşit ilimde çok ileri bilgisi olan. ÜSTADÎ f. Üstadlık, ustalık. ÜSTAD-ÜL BEŞER Beşerin bütün insanlığın üstadı, hocası, daha bilgili ve ârif. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam. ÜSTAH f. Edebsiz, hayasız, utanmaz kimse. ÜSTAM f. Güvenilir, itimad edilir, inanılır, emin. * Gümüş veya altından yapılmış üzengi, at eyeri. ÜSTİBAH Masura. ÜSTUN f. Direk. Sütun. ÜSTUR f. At, katır davar gibi dört ayaklı hayvan. ÜSTURE Edb: Efsane, uydurma hikâye demek olan "esâtir" kelimesinin müfredidir. ÜSTÜHAN f. Kemik. ÜSTÜHANPÂRE Kemik parçası. ÜSTÜKUS (C.: Üstükusât) Cevher, madde, asıl. * Geometri. ÜSTÜMM (C.: Esâtim) Deniz suyunun toplandığı yer. ÜSTÜMME Orta, vasat. ÜSTÜRE f. Ustura. ÜSTÜVANE Geo: Silindir. Direk şeklindeki sütun. İçi boş direk şekli. ÜSTÜVAR f. Kuvvetli, dayanıklı, sağlam, muhkem. * Güvenilir, itimad edilir. ÜSTÜVARİ f. Sağlam, kuvvetli, emniyetli. ÜSUN Suyun tad ve renginin değişmesi. * Bir kimse kuyuya girdiğinde buharından veya murdar kokulardan dolayı aklının gitmesi. ÜSÜR Yara izi. * Kılıcın rengi ve cevheri. ÜSVE(T) Beraberlik. * Halka reis olmak. * Dert ortağı. Sâdık arkadaş. Manevî tabib. * Nümune ve örnek tutulacak olan insan. ÜŞABE Irkı, nesebi karışık adam. * Karışık cemaat. * Rüşvet ve hırsızlık gibi yollarla elde edilen kazanç. ÜŞBE Kurt, böcek. ÜŞER Dişlerini birbirine sürüp keskinleştirmek. ÜŞGULE Uğraşılacak iş. Meşguliyet. ÜŞGUR f. Oklu kirpi. ÜŞHUB Süt sağılırken çıkan ses. ÜŞKUFE f. Çiçek. ÜŞKUH f. Ululuk, büyüklük, şan ü şeref. ÜŞKÜFTE f. Açılmış çiçek. ÜŞKÜR Mest içine dikilen astar. ÜŞNE Yosun. ÜŞTÜLÜM f. Kavga, gürültü. ÜŞTÜLÜMKÂR f. Kavgacı, gürültücü. ÜŞTÜR f. Deve. ÜŞTÜRBÂN f. Deveci. ÜŞTÜRDİL f. Kinci, fesatçı, hasedçi. ÜŞTÜREK f. Dalga. Mevc. ÜŞTÜRGAV f. Zürafa. ÜŞTÜRHU f. Deve huylu. Kinci, hased eden. ÜŞTÜRMURG f. Deve kuşu. ÜTAM Sidik tutulması. İdrar tutukluğu. ÜTRUR Subaşı oğlanı. ÜVAM Susuzluk. ÜVERA' Ateş ve güneş harareti. * Susuzluk harareti. ÜVEYL Çığlık, vâveylâ. ÜVEYS-EL KARANÎ Hz. Ebu Bekir ve Ömer (R.A.) devirlerinde Medine-i Münevvere'de çok hürmet gören ve Tabiînin büyüklerinden olup hadis-i şerif ile medh ü senâsı yapılan büyük bir veli. Peygamberimiz (A.S.M.) zamanında yaşamış ise de vâlidesine çok hürmetinden dolayı Peygamberimizle görüşememiş, fakat ona bütün ruh u canı ile bağlı kalmıştır. Sıffîn Muharebesinde Hz. Ali'nin (R.A.) askerleri arasında şehid düşmüştü. (Hi: 37) Veys diye de anılır. ÜVEYSÎ (Üveysî tarzı) Veysel Karanî Hazretleri gibi sevdiği ve kendisine bağlı olduğu zatı görmeden ve gaybî olarak olan muhabbet ve bağlılık; ve bu muhabbetle bağlı olduğu zattan manevî feyz almak tarzı. ÜYEL (C: Eyâyil) Dağ keçisi. ÜZANİ Kulakları büyük olan adam. (Merkepten kinaye olarak söylenmiştir.) ÜZEYR (A.S.) Kur'an-ı Kerim'de ismi bulunan büyük zâtlardandır. Peygamber olup olmadığı hakkında ihtilâf vardır. ÜZFUR (C.: Ezfâr-Ezâfir) Tırnak. ÜZLUFE (C.: Ezâlif) Sarp kayalı yer. ÜZN Kulak. İşitme organı. ÜZN-Ü DÂHİLÎ İç kulak. ÜZUF Yakın olmak, yaklaşmak. V Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler VA Vah, yazık meâlinde olup hayf, hasret, esef gibi kelimelerle birlikte söylenir. (Buna Arabçada edât-ı nüdbe denir.)Türkçede bunun yerine; vâh, vây, eyvâh edatları kullanılır. Bunlar bâzan şiddet ve te'yid için tekrar edilir. VA f. "Arkada, geri" mânâlarına gelerek birleşik kelimeler yapar. VA' Çakal. VA ESEFA Vah, esefler olsun! Eyvah, çok yazık! VA HASRETA Vah vah! Ne yazık ki! (Teessür bildirir.) VAAD (Bak: Va'd) VAAZ (Bak: Va'z) VA'B Ulaştırmak, vardırmak. * Toplamak, cem'etmek. VABESTE f. Bağlı, mütevakkıf, olması bir şeye bağlı olan.(Bir fikre davet, cumhur-u ulemanın kabulüne vabestedir. M.) VABİL Yağmur. İri katreli yağmur. VÂCİB (Vücub. dan) (C.: Vâcibât) Lüzumlu, mecburi olan. * Fık: Yerine getirilmesi her müslüman için gerekli ve borç olup, yapılmadığı takdirde büyük günah olan Allah'ın emirleri. Yapılması zannî delil ile belli olan. Terki câiz olmayan. Yapılması şer'an kat'i derecede bir delil ile sâbit olmamakla beraber, her halde pek kuvvetli bir delil ile sâbit bulunan şeydir. (Vitir ve Bayram namazları gibi.) * İlm-i Kelâm'da: Varlığı zaruri olup, olmaması imkânsız bulunan. VÂCİBÂT (Vâcibe. C.) Yapılması lüzumlu olan şeyler. Vâcib olan şeyler. VÂCİBE Yapılıp yerine getirilmesi vâcib derecesinde lüzumlu olan şey. VÂCİB-ÜL İFA İfa edilmesi lüzumlu olan. Yapılması gerekli olan. VÂCİB-ÜL VÜCUD Vücudu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan Cenâb-ı Hak.(Vâcib-ül vücuddur, yâni; O'nun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni'dir. Zevali muhaldir. Tabakat-ı vücudun en râsihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücud O'nun vücuduna nisbeten gayet zayıf bir gölge hükmündedir. M.) (Bak: Kıyam-ı binefsihî, Vücud) VACİD(E) Vücuda getiren. * Varlıklı. Fâtır. Gani ve zengin. * Mevcud olan. VACİFE Muztarib olan. Istırab çeken. Korkan. * Sallana sallana yürüyen. VACİZ(E) Kısa. VAD f. Oğul. VA'D Söz verme. Söz verilen şey. Bir kimsenin yapacağına veya yapmayacağına dâir söz vermiş olduğu husus. Bir şeyi yapmak veya bir şey için söz vermek va'ddır. Hayır işlenecek iş için masdar "va'd" veya "vaide" dir. İşlenecek şey şer ise; ev'ide denir. Masdarı "Îâd: $ " dır. Va'd hayırda, îâd ve vaîd şerde kullanıldığına göre; vaîd: $ masdarı şerre niyet ettiğini, korkulacak iş işleyeceğini haber vermekle korkutmaktan ibarettir. VADADE f. Reddolunmuş, geri çevrilmiş. Merdud. VA'DE Bir iş için önceden belli edilen zaman. Bir işi te'hir etmek, sonraya bırakmak için olan belli vakit. * Ecel. VADİ İki dağ arasındaki uzun çukur. Dere. Bir nehrin aktığı yer. Nehir yatağı. * Yol, tarz, usül. * Saha. VADİ-İ HÂMUŞAN Kabristan, mezarlık. VADK Yağmur damlamak. * Alışmak. * Yağmur. * Genişlik. * Kolaylaştırmak, yakın olmak. VÂFİ VE KÂFİ Bol bol yeter. VÂFİ(YE) (Vefâ. dan) Tam, elverişli, kâfi, yeter. * Sözünün eri. * Va'dini mutlak yerine getiren Cenab-ı Hak. VAFİD (C.: Vüffed - Evfâd - Vüfud) Elçi, temsilci. VAFİH Kilise kayyımı. VAFİR(E) (Vefret. den) Bir çok, bol, çok. * Edb: Aruz kalıplarından bahr-ı rabi'nin ismidir. VAFTİZ (Vaftis) (Rumcadan) Hristiyanlarca çocuğun ve hristiyanlığa yeni girenin dine girme şartı sayılan, suya sokma merasimi. (Bak: Ta'mid) VAGD Tamahkâr, cimri, hasis. * Alçak, bayağı, âdi. VAHA Çöl ortasında suyu ve yeşilliği olan yer. VAHAL (C.: Evhâl, vuhul) Bataklık, batak çamurlu yer. (Bak: Vahl) VAHAMA (Vahim. C.) Tehlikeli, korkulu ve vahim olan şeyler. VAHAMET Zor, güçlük. * Ağırlık. Tehlike. Muhatara. Neticesi fena. * Hazım güçlüğü, sindirim zorluğu. * Korkulacak hal, tehlikeli vaziyet. VAHAT Çöl ortasında yeşillik ve suyu olan yerler. Vâhalar. VAHAYFA Eyvah, yazık. VAHDANÎ Allah'ın birliği ile alâkalı. VAHDANİYET Birlik, infirad. Benzeri olmamak. Artmaktan, ayrılmaktan, eksilmekten beri ve münezzeh olmak gibi mânaları ifade eden Allah'ın bir sıfatıdır. Bu sıfatla muttasıf olana Vâhid denir ki; benzeri olmayan; tecezziden, tekessürden beri olan zât demektir. VAHDEDDİN (Aslı: Vahîdüddin, fakat Türkçede Vahdeddin şeklinde telâffuz edilir.) (Bak: Vahîd) Osmanlı Padişahlarının sonuncusu ve otuzaltıncısının adıdır. (Mi: 1861-1926) Zeki, dirayetli ve dindardı. Osmanlılar ve İslâm âlemi için bir felâket işareti olan Sevr Muahedesini imzalamadı. Osmanlı ordusu olarak emrine bırakılan yegâne taburu Ayasofya Câmii etrafında sipere sokup câmiye çan takmak isteyenlere "Ateş edin" diye emir vermişti. İtimad ettiği paşaları Anadolu'ya gönderip Milli Kurtuluş hareketini hazırlamıştı. Böyleyken İtalya'da vefat etti ve sonra Şam'da Sultan Selim Câmii kabristanına defnedildi. (R. Aleyh) VAHDET Birlik. Yalnızlık. Teklik. (Kesretin zıddıdır.) * Edb: İfade esnasında mevzuun haricine çıkılmaması, maksad ne ise yalnız ondan bahsedilmesi, sözün dallandırılıp budaklandırılmaması. * Tas: Allah'a yakınlık. Gönlünü, kalbini tamamen Allah ile meşgul etme hali.(Yüsr-ü vahdet; yâni birlik usulüyle bir merkezde, bir elden, bir kanunla olan işler; gayet derecede kolaylık veriyor. Müteaddit merkezlerde, müteaddit kanuna, müteaddit ellere dağılsa müşkilât peyda eder. M.) VAHDET-ÂRÂM f. Dinlendirici, rahat yer. VAHDET-GÂH f. Yalnız kalınacak yer. VAHDET-GÜZİN f. Yalnızlığa çekilen. VAHDET-NÜMÂ Vahdet gösteren, birlik ifade eden. VAHDET-ÜL VÜCUD (Vahdet-üş şuhud) Her yerde ve herşeyde kalbini yalnız Allah ile meşgul etme hali ve yaşayışıdır. (Bu mesele hakiki olarak ancak veraset-i nübüvvet muhakkikleri olan müceddid ve asfiyaların tarifleriyle anlaşılabilir.)(Aziz kardeşim;Vahdet-ül vücuda dair bir parça izahat istiyorsunuz. Bu mes'eleye dair Otuz Birinci Mektubun bir Lem'asında, Hazret-i Muhyiddin'in bu mes'eledeki fikrine karşı gayet kuvvetli ve izahlı bir cevab vardır. Şimdilik bu kadar deriz ki:Bu mes'ele-i vahdet-ül vücudu şimdiki insanlara telkin etmek, ciddi zarar verir. Nasıl ki teşbihat ve temsiller, havassın elinden avamın eline ve ilmin elinden cehlin eline girse, hakikat telâkki edilir. (Hâşiye) Öyle de: Vahdet-ül vücud mes'elesi gibi hakaik-ı ulviye, ehl-i gaflet ve esbab içine dalan avamlara girse, tabiat telâkki edilir ve üç mühim zarar verir:Birincisi: Vahdet-ül vücudun meşrebi, Cenab-ı Hak hesabına kâinatı âdeta inkâr etmek iken; avama girdikçe, gafil avamlara, hususan maddiyyun fikirleriyle âlude olan fikirlere girdikçe, kâinat ve maddiyat hesabına uluhiyeti inkâr yoluna gider.İkincisi: Vahdet-ül vücud meşrebi, mâsivâ-yı İlâhînin rububiyetini o derece şiddetle reddeder ki, mâsivâyı inkâr ve ikiliği ref'ediyor. Değil nüfus-u emmarenin, belki herbir şeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabiatın istilâsiyle ve gurur ve enaniyetin nefs-i emmareyi şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlik'ı bir derece unutmak cihetiyle; bazı nüfus-u emmare küçük birer firavun, âdeta nefsini mabud ittihaz etmek istidadında bulunan insanlara vahdet-ül vücudu telkin etmek, nefs-i emmareyi el-iyazübillâh öyle şımartır ki, ele avuca sığmaz.Üçüncüsü: Tegayyür, tebeddül, tecezzi, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberra, muallâ olan Zât-ı Zülcelâl'in vücub-u vücuduna ve tekaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurata sebebiyet verir ve telkinat-ı bâtılaya medar olur. Evet vahdet-ül vücuddan bahseden; fikren serâdan Süreyya'ya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını Arş-ı Alâ'ya diken, istigrakî bir surette kâinatı ma'dum sayıp herşeyi doğrudan doğruya kuvvet-i iman ile Vâhid-i Ehad'den görebilir. Yoksa kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup, tabiat bataklığına düşmek ihtimali var. Fikren Arş'a çıkan, Celâleddin-i Rumî gibi, diyebilir: "Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi Cenab-ı Hak'tan işitebilirsin." Yoksa, Celâleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten Arş'a kadar mevcudatı âyine şeklinde görmeyen adama, "Kulak ver, herkesten Kelâmullah'ı işitirsin." desen, mânen Arş'tan ferşe sukut eder gibi, hilaf-ı hakikat tasavvurat-ı bâtılaya giriftar olur! L.)(Haşiye): Nasıl ki iki melâike, teşbihin sırr-ı münasebetiyle Sevr ve Hut tesmiye edilen, avamca koca bir öküz ve koca bir balık telâkki edilmiştir. VAHHABÎ (Bak: Vehhabî) VAHİ Mânâsız, saçma. Ehemmiyetsiz. * Ahmak. Düşkün. Zaif. VÂHİB (Vâhibe) Bağışlayan, veren, ihsan eden, hibe eden. VÂHİB-ÜL ATÂYÂ Hediyeler bağışlayan. Bağışlar ihsan eden. (Cenab-ı Hak (C.C.) VÂHİB-ÜL HAYAT Hayatı bağışlayan, hayat veren Allah (C.C.). VAHÎD Yalnız, tek. * Hz. Peygamber'in de (A.S.M.) bir ismidir. Benzeri bulunmayan, hiçbir mahlukla müsavi olmayan ve tek olan (meâlindedir). VÂHİD Bir, tek, biricik. Eşi, benzeri, cüz'ü, parçası olmayan Allah (C.C.) Ferid. VÂHİDEN Vâhid olarak. Tek olarak. VÂHİD-İ İ'TİBARÎ Hakikatta olmayıp varlığı farazî olarak kabul edilen bir şey. Varlığına itibar edilen şey. (Ağırlık için kilo, uzunluk için metre bir vâhid-i itibarîdir.) VÂHİD-İ KIYASÎ Bir şeyin miktarını ve sair hususiyetlerini ölçmek için kendi cinsinden değişmez olarak tayin edilen parça veya miktar. Meselâ: Uzunluğun "vâhid-i kıyasîsi" metredir. Hava tazyiklerinin ve sıcaklıklarınınki de derecedir. VÂHİDİYYET Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) umum eşyada birden birlik tecellisi.(Vâhidiyyet ise, bütün o mevcudat birinindir ve birine bakar ve birinin icadıdır, demektir. Ehadiyyet ise, herbir şeyde Hâlık-ı Küll-i Şey'in ekser esması tecelli ediyor demektir. Meselâ: Güneşin ziyası bütün zeminin yüzünü ihata ettiği haysiyetiyle vâhidiyet misalini gösterir. Ve herbir şeffaf cüzde ve su katrelerinde Güneş'in ziyası ve harareti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması ehadiyyet misalini gösterir. Ve herbir şeyde, hususan zihayatta ve bilhassa herbir insanda o Sâni'in ekser esması tecelli ettiği cihetle ehadiyyeti gösterir. M.) (Bak: Ehadiyyet, Rahmaniyyet, Rabb-ül erbab) VAHÎD-ÜD DEHR (Vahîd-üz zaman) Zamanın, devrin eşi bulunmaz tek insanı. VAHİM Ağır. * Sonu tehlikeli. Çok korkulu. * Hazmı güç olan. Zararlı veya faydalı olmayan yemek. VAHİM(E) (Vehm. den) Vehmeden, kuran, kuruntulu. VAHİME Vehim veren, vesvese veren. VAHİN Zayıf kimse. VAHİNE İyeği kemiklerinin kısaları. VAHİR İğne. * Diken. VAHİY Bir fikrin, bir hakikatın veya emrin Allah (C.C.) tarafından Peygambere bildirilmesi. * Lügatte vahiy: Kelâm, kitap, işaret, irsal, ilham, ifham, emir, teshir, bir şeyi harfiyyen i'lâm, bazı hususi maksadları tebliğ gibi mânalara gelir. * Şeriatta vahiy: Dilediği ahkâmı, esrar ve hakaikı Peygamberan-ı Zişanına rüya, ilham, kitap, irsal-i melek yollarından biriyle Cenab-ı Hakk'ın bildirip ifham buyurması demektir.(Vahiy ve ilhamın farkları: Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekserisi melâike vasıtası ile ve ilhamın ekserisi vasıtasız olmasıdır. Meselâ: Nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Haşmet-i saltanat ve hâkimiyyet-i umumiyye haysiyetiyle bir yâverini bir vâliye gönderir. O hâkimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için bazan vasıta ile beraber bir içtima yapar. Sonra ferman tebliğ edilir.İkincisi: Sultanlık ünvanı ile ve padişahlık umumi ismiyle değil, belki kendi şahsı ile hususi bir münasebeti ve cüz'î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisi ile veya bir âmi raiyyetiyle, hususi telefonu ile hususi konuşmasıdır. Öyle de Padişah-ı Ezelî'nin umum âlemlerin rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanı ile vahy ile ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamları ile mükâlemesi olduğu gibi; her bir ferdin, her bir zihayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle hususi bir surette fakat perdeler arkasında onların kabiliyyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise; gölgelidir, renkler karışır, umumidir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit, hem pekçok envaiyle denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor. Ş.)(Vahiy iki kısımdır:Biri: "Vahy-i Sarihî" dir ki, Resul-i Ekrem (A.S.M.) onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur. Kur'an ve bazı ehadis-i kudsiye gibi.İkinci kısım: "Vahy-i Zımnî" dir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasviratı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder; veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadiyle yaptığı tafsilât ve tasviratı ya vazife-i risalet noktasında ulvi kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.İşte her hadiste bütün tafsilâtına, vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, risaletin ulvi âsârı aranılmaz. Mâdem bazı hâdiseler mücmel olarak mutlak bir surette O'na vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve teârüf-ü umumi cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkilâta bazan tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünki bazı hakikatlar var ki, temsil ile fehme takrib edilir. Nasıl ki bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: "Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, şimdi Cehennem'in dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür." Bir saat sonra cevap geldi ki: "Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp, Cehennem'e gitti." Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın beliğ bir temsil ile beyan ettiği hâdisenin te'vilini gösterdi. M.) VAHİYÂT (Vâhiye. C.) Mânasız, faydasız ve ehemmiyetsiz şeyler. VAHİYE (Bak: Vahi) VAHL Sıvı çamur. Balçık. Tîn-i rakik. VAHL-GÂH f. Bataklık. VAHŞ (C.: Vuhuş - Vahşân) İnsandan kaçan, yabani ve ürkek hayvan. * Tenha ve ıssız yer. VAHŞÂN (Vahş. C.) Issız, tenha yerler. * Yabani hayvanlar. VAHŞET (Vahş - Vahiş) Yabanilik. * Issızlık, tenhalık. * Vehim, ürküntü. Korku. Vahşilik. * Tenha, ıssız, korkunç yer. * Elbise ve silâhını çıkarıp atmak. * Aç kimse. VAHŞET-ÂBÂD f. Issız, korku ve ürkeklik veren yer. VAHŞET-ÂGİN Çok ıssız, korkulu yer, korkunç. VAHŞET-ÂMİZ f. Vahşetle karışık. VAHŞET-ÂVER f. Korku veren, ürküten. VAHŞET-ENGİZ f. Korkulu. VAHŞET-GÂH f. Korku yeri. Issız yer. VAHŞET-NÂK f. Korku veren yer. Issız ve korkulu yer. VAHŞET-ZÂR f. Yabani, ıssız yer. VAHŞİ(YE) Medeni olmayan. İnsanlardan kaçan. Alışık ve ehlî olmayan. * Merhametsiz, duygusuz. * Ürkek, korkak. VAHŞİYÂNE Vahşice. Vahşiye yakışır şekilde. VAHŞUR f. Peygamber, nebi. VAHY (Bak: Vahiy) VAHY-İ MAHZ Kuvvetli ve sarih mertebede olan vahiy. Sırf vahiy olup, içinde Allah'ın bildirdiğinden başka bir şey katılmamış vahiy. VAHY-İ SARİHÎ Hem sözü, hem mânası tam vahiy olan. (Âyetler ve kudsi hadisler gibi) Resul-ü Ekrem burada sırf tebliğ edendir. Müdahalesi yoktur. VAHY-İ SEMAVÎ Beşerin düşünerek yapmasına inkân olmayan, Allah (C.C.) tarafından melek vasıtasıyla Peygambere gönderilen vahiy. VAHY-İ ZIMNÎ Mücmel ve hulâsası vahye ve ilhama istinad eden; tasvirât ve tafsilatı Resul-ü Ekrem'e (A.S.M.) âit olan vahiydir. VAHZ Sivri bir şey batırarak acıtma. * Çimdikleme. * Isırma. * Sokma. VAÎ (C: Vuât) Hâfız. VAÎD İyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için ileride olacak kat'i hâdiseleri haber vererek korkutmak. * Cehennemi haber vermek. (Bak: Va'd) VAİF Davar yürüdüğünde karnından işitilen ses. VÂİZ Nasihat veren. Dinî mes'eleler üzerinde öğüt veren.(Ben vâizleri dinledim. Nasihatları bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasavet-i kalbimden başka üç sebep buldum:Birincisi: Zaman-ı hâzırayı zaman-ı sâlifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeâyı parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için; isbat-ı müddea ve müteharri-i hakikatı ikna' lâzım iken ihmal ediyorlar.İkincisi: Bir şeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden muvazene-i Şeriatı muhafaza etmiyorlar.Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan hale mutabık, yani ilcâat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasib söz söylemezler; güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.Hâsıl-ı kelâm: Büyük vâizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ isbat ve iknâ etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ muvazene-i Şeriatı bozmasın. Hem beliğ-i mukni' olmalı, tâ mukteza-yı hal ve ilcâat-ı zamana muvafık söz söylesi ve mizan-ı Şeriatle tartsın. Ve böyle olmaları da şarttır. İk. M.) (Bak: Hissiyat) VAİZÎN (Vâizûn) Vâizler. Halka nasihat verenler. VAJGUN (Vâjgune) f. Ters, tersine dönmüş. Uğursuz. VA'K Sıtma ve harareti. VAK' Ağırbaşlılık. Ağırlık. * Yüksek yer. VAK' Yüksek mekân. * Etki, tesir. * Düşmek. VA'K(A) Yaramaz huylu kişi. VAK'A Hâdise. Olup geçen şey. Mes'ele. * Birini bir defada yere düşürmek. * Muharebe. * Vuku bulan. VAKA' Yufka bulut. * Taş. * Yerin taşlı olmasından ayak incinmek. * Cefa, eza. * Vurma, darp. VAKAD (Ateş) yanmak ve tutuşmak. VAKAD Alevlenen ateş. VAKAH Katı yüzlü, utanmaz, hayırsız kimse. * Sağlam ve sert tırnak. VAKAHAT Arsızlık. Utanmazlık. Katı yüzlülük. Açıklık ve saçıklık. * Pek sağlam ve metin. VAKAHET (Vakhe) İbadet, taat. * Bir adamın sözünü dinleyip itaat ve imtisal etmek, ona uymak. * Bir şeyi bırakıp feragat etmek. * Büyük papaz olmak. VAK'A-İ HAYRİYE Tar: Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması münasebetiyle kullanılan bir tabirdir. İlk önceleri büyük hizmetleri görülen Yeniçeriler, zamanla nizam ve intizamlarını kaybettikleri gibi, son zamanlarda uygunsuz hareket ve isyanlarla memleketin başına belâ kesildikleri için, ocağın lağvı hayırlı sayılmış ve bu sebeple bu tabir meydana gelmiştir. (O.T.D.S.) VAK'A-NÜVİS f. Osmanlı İmparatorluğu devrinde, zamanın hâdiselerini kaydetmekle vazifeli olan resmi devlet tarihçisi. VAKAR Ağırbaşlılık. Halim ve heybetli oluş. Nâmusu muhafazayı mucib haslet. Temkinlilik. Azamet ve izzet. VAKAS Boynun kısa olması. Ateşe attıkları ufacık değnekler. * İki nisap zekâtın arasındaki zekâtı olmayan hayvanlar. VAKAYİ' (Vak'a. C.) Vâki olup zuhur eden hususlar. * Kıtaller. Öldüresiye vuruşlar. VAKB (VÜKUB) Duhul etmek, dâhil olmak, girmek. * Kaybolmak. VAKD (Vakdân) Ateşin yanması, tutuşması. VA'KE Cenk yeri, dövüş alanı. VAKF Bir kimseyi veya bir şeyi alıkoymak, durdurmak. Kımıldatmamak. * Hareketten fariğ olmak, imsak etmek. Hapsetmek. Aslâ satılmamak, başka şeye tebdil olunmamak şartı ile bir mülkü Allah yoluna vermek. Menfaatı hayır nevilerinden birisine âit olmak üzere bir mülkü ilelebed vermek. * Tecvidde: Durmak ve durdurmak mânalarına gelerek, nefesle beraber sesin kesilmesine denir. Yâni: Kur'an-ı Kerimi tilâvet ederken herhangi bir kelime üzerinde bir müddet sesi kesip, nefes alarak dinlenme halidir. VAKFE Bir hareketin geçici olarak durdurulması. * Durak. Durulacak yer. * Hacıların Hac esnasında Arafat'taki tevakkufları olup, eda etmeğe mecbur oldukları şartlardan birisidir. VAKFEGÂH f. Durak yeri. VAKFE-İ HAYRET Hayret duraklaması. VAKFETMEK Fık: Bir malı veya bir şeyi bir işe bağlayıp o yolda devamlı kılmak. * Bir şeyi karşılıksız olarak Allah yoluna vermek. VAKF-I HAYAT Hayatını vakfetme. * Ömrünü tamamen din hizmetine vermek. VAKFÎ Vakfa âit, vakıfla alâkalı. VAKFİYE Mülkün vakıf olmak keyfiyyeti. VAKH (VEKAHE) Taat, ibadet. VÂKIA' Vuku bulmuş, olmuş, var olan mevcud bir hâdise. * Olan olmuş. * Rüya, düş. * şiddetli hâdise. * Meşakkat, musibet. * Kıyamet. * Cenk, savaş. VÂKIA SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 56. suresidir. Mekkîdir. VÂKIÂT (Vâkıa. C.) Vâkıalar. Baştan geçen hâdiseler. VÂKIF Bilen, haber sahibi. Aşina. Bir işten iyi haberi olan. * Vakfeden. * Duran, ayakta duran. VÂKIFANE f. Bilen kimseye yakışır surette, bilerek. Vâkıf şekilde. Anlamak ve bilmek suretiyle. VÂKIF-I AHVAL Durumdan haberli olan, işlere vâkıf bulunan. VÂKIF-I ESRAR Gizli şeyleri, sırları bilen. VAKIYYE Dörtyüz dirhemlik tartı. VÂKİ' Olan, düşen, konan. Mevcud ve var olan. * Geçmiş olan, geçen. VÂKÎ (Vikaye. den) Saklayan, koruyan, vikaye eden, esirgeyen. * Önleyici tedbir veya ilaç. VAKÎA Kıtal. Öldüresiye vuruşmak. * Vak'a. VAKÎB At yürürken karnı içinden işitilen ses. VÂKİB Ayak üstüne duran kişi. VAKÎH Hayâsız, utanmaz, edepsiz. VÂKİ-İ HÂL Hâlin hakikatı, o işin hakikatı. VAKİN Oturucu, oturan. VAKİR Yuvasına girmiş kuş. VAKKAS Okçu. İyi muharebe eden. Savaşçı. VAKL Yükselmek. * Bir nesnenin üstüne çıkmak. * Mukul ağacı. VAKM Reddetmek. * Hor ve zelil etmek. VAKNE Her nesnenin azı. VAKR Az işitmek. Sağırlık. VAKRE Davarın tırnağının taşa dokunup sürçmesi. VAKS Boynu vurup kırmak. VAKS Fahişe kısmının fahişeliğini zikrederek anlatmak. * Bedene uyuz illeti yayılması. VAKŞ His. * Hareket. VAKT (Vakit) Zaman. Saat. Çağ. Mevsim. * Boş zaman. * Geçim. * Fırsat. * Muayyen, belli bir zaman. VAKT (C: Vikat) İçinde yağmur suyu biriken çukur. * Su ile faydalanacak mekân. * (Horoz) tavuğa binmek. VAKTAKİ f. Ne vakit ki, o zaman ki, olduğu vakit. VAKTEN Vakit ve zamanca. VAKT-İ ASR İkindi vakti. VAKT-İ HÂCET İhtiyaç vakti. Lüzumlu vakit. VAKT-İ HAZAR Barış zamanı. VAKT-İ MERHUN Belli edilen, muayyen bir zaman. VAKT-İ TEFRİH Tıb: Çiçek hastalığı aşısının yapılmasından te'sirini gösterinceye kadar geçen zaman. VAKT-İ ZEVAL Güneşin tam ortada, bize göre doğu ve batı ortasında bulunduğu ve gölgenin gündüzde en kısa olduğu zaman. Zeval vakti. VAKUD Odun, kömür gibi yakılacak şeyler. VAKUR Ağırbaşlı, temkin sahibi. İzzetli, vakarlı. VAKURANE f. Ağırbaşlılıkla. Düşünce ve tedbirlilikle. Temkinle. VAKVAK Korkak kişi. * Hindistan'da Vakvak beldesinde yetişen bir ağaçtır. Yüz zira' miktarı boyu olur, kalkan gibi yassı yaprağı olur. VAKVAKA Kurbağa, tavuk, kuş sesi veya köpek havlaması. VAKZ Sıklet, ağırlık. VAKZ Galebe etmek. * Şiddetle vurup ölmeye yakın etmek. VA'L Sığınacak yer. VÂLÂ Yüksek, âlî, refi'. VÂLÂCÂH f. Mevkii yüce, rütbesi yüksek olan. VÂLÂKADD f. Boyu yüksek, uzun boylu. VÂLÂKADR f. Değeri yüksek, kadri yüce. VÂLÂŞÂN f. Şânı yüce. VÂLÂYÎ f. Yücelik, yükseklik. VALİ Bir vilâyeti idare eden en büyük memur. * Mâlik. VALİB Ulaşıcı, ulaşan, varan. * Önüne doğru giden. VALİBE Evvelki ekinin kökünden biten ekin. VALİCE İnsanı şiddetle tutan bir hastalık. VALİD (Vilâdet. den) Doğurtan. Baba. VALİDAN (Bak: Vâlideyn) VALİDAT (Vâlide. C.) Anneler. Vâlideler. VALİDE Ana. Doğuran. VALİDEYN Ana ile baba. Vâlidân de denir.(Peder ve valideyi, şefkat ile teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına onlara hürmet ve muhabbet, Cenâb-ı Hakk'ın muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmet, şefkat, Lillâh için olduğuna alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faideleri kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyade muhabbet ve şefkat etmektir. $âyeti: Beş mertebe hürmet ve şefkate evlâdı dâvet etmesi; Kur'an'ın nazarında valideynin hukukları ne kadar ehemmiyetli ve ukukları, ne derece çirkin olduğunu gösterir. Madem peder; kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyade iyi olmasını ister. Ona mukabil veled dahi, pedere karşı hak dâva edemez. Demek valideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münakaşa yok. Zira münakaşa, ya gıpta ve hasetten gelir. Pederde oğluna karşı o yok. Veya münakaşa haksızlıktan gelir. Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dâva etsin. Pederini haksız görse de, ona isyan edemez. Demek; pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır. S.) VALİDİYYET Annelik ve babalık vasfı. VÂLİH Keder ve hüzünle aklı gitmiş, şaşırmış, hayrette kalmış. VÂLİHÂNE f. Şaşkınca. VÂLİHÎN Hayrette kalanlar. Şaşıranlar. (Bak: Veleh) VALLAHİ Allah için, Allah hakkı için, Allah'a yemin ederim (meâlinde büyük yemin.) VAM f. Borç. VA-MANDE Geride kalmış. VAMCU f. Borç arayan. VAMDAR f. Borçlu. VAMHAH f. Alacaklı. VAMIK Seven. Âşık, sevdalı. * Meşhur bir hikâyede Azra'nın âşığının ismi. VAMÎ f. Borçlu. VAMK Sevme, muhabbet. VA'N Sığınacak yer, melce'. * Ot yetişmeyen taşlık ve sert yapılı arazi. VAPESÎN (Va-pesin) f. En gerideki, en sondaki. VA'R (Va'ra) Sağlam yer, sert yer. VÂR f. (Teşbih edatıdır) Gibi, ...li, kerre, def'a, sâhib, mâlik, lâyıklık (yerinde kullanılarak birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Melek-vâr : Melek gibi. Ümid-vâr: Ümidli. VARA' Haramdan ve yaramaz işlerden sakınmak. VARAKA Tek yaprak hâlindeki kâğıt. * Nebât yaprağı. Maden yaprağı. Kitap yaprağı. * Hasis kimse. * Peygamberimize (A.S.M.) ilk vahyin geldiği sırada Hz. Hatice vâlidemizin (R.A.) hâdiseyi kendisine bildirdiği ve o zamanın meşhur bir âlimi olan Varaka İbn-i Nevfel'in adı. VARAKÎ Yaprakla ilgili. * Yaprak biçiminde. VARAKKERDAN f. Boş ve faydasız işlerle uğraşan kimse. VARAKPARE f. Kâğıt parçası. * Küçük yaprak. Yaprak parçası. * Ehemmiyetsiz yazı, tezkere. VARDİYA İtl. Gemilerde beklenen nöbet. * Nöbet yeri. Nöbet beklenilen yer. VARESTE f. Affedilmiş. Halâs bulmuş, kurtulmuş. * Rahat, serbest. VARESTEGÎ f. Kurtulma, halâs bulma. * Rahatlık, serbestlik. * İlişiksizlik. VARİ Semiz et. * Vahşi hımar, yabani eşek. VARİ f. Benzer, gibi. VÂRİD(E) (Vürud. dan) Ulaşan, yetişen, gelen, erişen. Akla gelen. * Olan. Bir şey hakkında söylenip tatbik edilen. * Hâzır, nâzır. * Bahadır. VÂRİDÂT (Vâride. C.) Kâr, gelir. * Vârid olan. Bir kimseye veya hazineye ait gelir ve paralar. * Hatıra gelen, içe doğan. VÂRİD-İ HÂTIR Akla gelen, hatıra gelen. VÂRİDÎN (Vârid. C.) Gelenler, vâsıl olanlar. VARİK (C: Vürük) Süs için palanın önüne geçirip astıkları saçaklı kıvrımlı esvap. * Nakışlı kumaştan yapılmış saçaklı palan ve eyer örtüsü. VÂRİS Cenab-ı Hakk'ın bir ismi. * Mirasçı. Kendisine miras düşen. Mirasa konan. Vefat eden birisinin maddî veya manevî mal ve mülkünde kullanmaya, tasarrufa salâhiyetli olan. VÂRİSÎN (Vârisûn) Vâris olanlar. Vârisler. VARİŞ Bir topluluk yemek yerken davetsiz olarak yemeğe katılan kimse. VARTA Her çukur yer. Uçurum. * Kurtuluşun zor olduğu yer. Tehlike. Muhatara. VARUN f. Ters, uğursuz, aksi. VA'S (VÜUSE) (C: Vuasâ) şiddet, mihnet. VASAA (C: Vusu) Kız kuşu. VASAB (C.: Evsâb) Hastalık. Ağrı. VASAFE Hizmetkârlık. VASAİL (Vasâyil) : (Vasile. C.) Yemen'de çıkan çubuklu, alaca kumaşlar. VASAT İki şeyin arası. * Orta, merkez, ara. Meydan. Cemiyet muhiti. İç. VASATÎ İkisi ortası. Ortalama. Orta halde. VASATÎ SAAT Hakiki güneşe tâbi olmak üzere, muntazam hareket ettiği tasavvur olunan mevhum bir güneşin, o yerin nısfun nehârından (meridyeninden) arka arkaya iki defa geçişi arasındaki zamanın yirmi dörtte biri. VASAT-ÜL HÂL Orta halli, orta halde. VASAT-ÜL KAME Orta boylu. VASF Sıfat. Bir kimsenin veya şeyin taşıdığı hâl. Bir kimsenin veya şeyin durumunu anlatarak tarif etmek. VASFETMEK Bir şeyin vasıflarını, hâlini, şeklini veya rengini tarif etmek, anlatmak. VASF-I TAHSİNÎ Bir şeyin mahiyetini beyan etmekten ziyade lâfzını süslemek için kullanılan sıfatlar. Bunlar haşv-i melih kabilindendir. VASFÎ (VASFİYE) Vasıfla, mahiyetiyle alâkalı. Beyan ve tarife dair. VASIB Yerinde duran. Sürekli. VASIB Hasta. VASIF Vasfeden. Bildiren. * Medheden, öven. VASIF TERKİBİ Gr: Birleşik sıfat. Bir ismin sonuna Farsça bir emir eklenerek yapılan terkib. Meselâ : Zevk-efzâ : Zevk artıran. VÂSIK (Vüsuk. dan) Güvenen. İtimad eden. VÂSIL Ulaşan, erişen, kavuşan. Hakka vâsıl olan. VÂSILÛN (Vâsılîn) Hakka, hakikata, marifete ermiş kimseler. Hakka erenler. Yetişenler. VÂSIT Ortada bulunan. * İkisinin ortası. VÂSITA İki şeyi birbirine ulaştıran. * Aracı. Arada bulunan. Vasıtalık eden. VÂSITA-İ NECAT Necat vasıtası. Kurtuluşa sebep. VASİ (Vesâyet. den) Bir ölünün vasiyetini yerine getirmeye me'mur edilen kimse. Bir yetimin veya akılca zayıf, hasta olan bir kimsenin malını idare eden kimse. VÂSİ' (Vasia) Geniş, enli. Bol. Engin. Meydanlı. * Her ihtiyacı olana vergisi kâfi ve bol bol ihsan eden. İlmi cümle eşyayı muhit, rızkı bütün mahlukata şâmil ve rahmeti bütün şeyleri kaplamış olan Allah (C.C.) VASÎD Kapı eşiği. VASÎF (C.: Vusafâ - Vesâif) Hizmetçi, uşak. VÂSİ'-İ MUHİTA Muhitin genişliği. VASÎL Birinden aslâ ayrılmaz kimse. VASÎLE Geniş yer. * Ucuzluk. * İmaret. VASÎT Hakem, aracı. * Orta. VASİYET Bir işi birisine havale etmek. * Emir. * Fık: Bir malı veya menfaatı, ölümden sonrası için bir şahsa veya bir hayır cihetine teberru yolu ile (yani, meccanen) temlik etmek. VASİYETNÂME f. Yazılı vasiyet. Bir kimsenin vasiyetini yazmış olduğu kâğıt. VASİYY Yetim gibi güçsüzlerin işleri kendine vazife olarak verilen kimse. VASL Âşığın sevdiğine kavuşması. Kavuşmak. * Birleştirmek, ulaştırmak. * Gr: Ulama, ekleme. * Edb: Sözü teşkil eden cümlelerin atıf ve rabt suretiyle birbirine bağlı olarak yazılması usulü ki, buna Sebk-i Mevsul da ta'bir edilir. * Bir kelimenin sonundaki harfi, bir sonraki lâfzın sesli harflerle başlayan ilk hecesine birleştirmek. VASM(E) Utanacak şey. * Vurmak. (Liyazon yapmak) VASMET Kırıklık, güçsüzlük, halsizlik. * Ayıp, eksiklik. VASSAD Ören, örücü, dokuyan, dokuyucu. VASSAF Vasıflarını sayarak medheden. Vasıflandıran. Vasıf ve beyanda ârif ve âlim olan. VASSAL Ulaştıran, vasleden. Birleştiren. VASUT Gölgelik. * Sütü sağdıkları kabı dolduran deve. VASVAS (C: Vesâvis) Perdede göz ayırımı miktarı olan delik. VASVAS Kadınların örtündükleri ve ancak gözleri görünecek derecede dar olan yüz örtüsü. VASVASA Yüz örtüsü. * Köpek eniğinin gözlerinin açılması. VAŞ f. Düşman. VAŞAK Derisinden kürk yapılan bir hayvan ve bunun postu. VAŞIK Dağ köpeği. Vaşak. VAŞİ (C: Vüşât) Gammaz, koğucu, yalancı. VAŞİYE Evlâdı çok olan kadın. VAŞÜDE f. Defolunmuş, kovulmuş, geri çekilmiş. VATA' Bir şeyi ayakla çiğneme. VATAF Kaşın çok kıllı olması. * Kirpiğin sık ve çok olması. VATAN (C.: Evtan) Bir kimsenin doğup büyüdüğü yer. Yurt. VATANDAŞ Bir devlet ahalisinden ve teb'asından olan. VATAN-I ASLÎ Bir insanın doğup büyüdüğü veya içinde barınmak kasdedip, başka yere gitmek istemediği yerdir. Yalnız en az 15 gün kalmak istediği yer de kendisi için vatan-ı ikamettir. (Bak: Mukim) * Cennet. VATAN-I SÂNÎ İkinci vatan. Sonradan yerleşilen yer. VATAN-I SÜKNÂ Bir misafirin içinde 15 günden az oturmak istediği yerdir. Bu kimse de fıkıhta misafir sayılır. VATANÎ (Vataniyye) Vatanla alâkalı. Vatana ait. VATANPERVER f. Vatanını seven. Memleketine hizmet eden. VATANPERVERÂNE f. Vatanını seven kimseye yakışır şekilde. VATAR (Vatr) İhtiyaç, hâcet. İş. * Emir. * Madde. * Husus. VATAVİT (Vatvât. C.) Korkak ve geveze olan kimseler. * Yarasalar. * Dağ kırlangıçları. VATB (C.: Vitâb-Evtub) Süt kabı ve tulumu. VATD İsbat etmek. * İhânet etmek, hâinlik yapmak. VATER f. Sonundaki. Çok uzak. VATH Kuşların burnuna ve ayağına necasetten veya balçıktan yapışıp kalan nesne. VATI' Ayak altına alıp çiğneme. Basma. * Cima'. * Uygun hale koyma. * Tümseklikler arasında basık ve engin yer. VATID Sâbit. VATİ Yumuşak ve kolay olan şey. (Kuş tüyünden yapılmış yastık gibi) VATÎD Sabit ve sağlam olan. VATÎE Büyük çuval, harar. * Bir çeşit yemek. VATÎS (C: Vutas) Kızdırıldığında kimsenin üzerine basamadığı yuvarlak taş. VATM Ayakla çiğneme. * Perdeyi salıverme. VATNÎ Çiğneme, üzerine basma. VATS Kazmak. * Kırmak. * Ayakla yere vurmak. * Somak denilen ot. VATŞ (C: Evtâş) Açmak. VATVAT (C.: Vatâvit) Korkak ve geveze olan adam. * Yarasa. * Dağ kırlangıcı. VATVATA Geceleyin gözün görmemesi. VATY Ayak altında çiğneme, ezme, basma. * Çiftleşme. VAV Kur'an alfabesinde sondan üçüncü harftir. Ebced hesabında 6 sayısının karşılığıdır. VA'VA' İnsan topluluğu. * Sesler. VAVEYLA Çığlık, yaygara, feryat. * Eyvah, yazık gibi üzüntü ifadeleri. VAV-I ATIF Gr: Atıf vavı, kelimeyi veya cümleyi birbirine bağlayan vav harfi. (Bak: Harf-i atıf) VAV-I HÂLİYE Haller cümle olabilir. Eğer isim cümlesi olursa, başında bir "vav" bulunur. Ona Vav-ı hâliye denir. Bu vav, hâl'i zi-l-hâle bağlar. (Reeytuhu ve biyedihi kitâbün: Elinde bir kitap olduğu halde onu gördüm) cümlesindeki gibi. VAV-I KASEM Gr: Herhangi bir kelimenin, çok defa Allah isminin evveline gelerek, yemin için kullanılan vav harfi. Vallahi, Veşşemsi, Velfecri kelimelerinde olduğu gibi. VAVÎ Vav harfine mensub. Vav harfi ile alâkalı. VAVİK Okun nişana dokunmayıp yanına düşmesi hâli. VÂYE Nasib, kısmet, behre. VÂYEDÂR f. Kısmetli. Nasibi olan. VAZ f. Terk etme, bırakma. VA'Z Dinî mes'eleler üzerinde konuşup nasihat etmek. Kalbi yumuşatacak sözlerle insanı iyiliğe sevke çalışma. VAZ' (C.: Evza') Koyma, konulma. Bırakmak. Atlamak. Tayin etme, belirtmek. Duruş, hareket, tarz. VAZAAT Alçaklık, âdilik, bayağılık. VAZAH Beyaz ve güzel yüzlü adam. VAZAHAT Açıklık, vâzıhlık. VAZAİF (Vazife. C.) Vazifeler, işler. VAZ'AN Vaz' ile, vaziyeti, durumu itibariyle, yerleştirmek suretiyle. * Asıl lügat mânası cihetinden. VÂZI' (Vazıa) Koyan. Yerleştiren. Vaz' eden. VAZ'-I HAML Doğurma. VAZ'-I YED El koymak, sahib çıkmak, tasarruf etmek. VÂZIH Açık, ayan, âşikâr. Besbelli. Kapalı olmayan. * Edb: Vuzuhlu söz. Bir okunuşta mânâsı anlaşılacak ifâde. VÂZIHAN Açık olarak. Açıkça. Açık açık. Aşikâr surette. VÂZIHÂT (Vâzıh. C.) Açık ve meydanda olan şeyler. VÂZI-I KANUN Kanun koyan. Kanun yerleştiren. Kanun hazırlayan. VÂZI-UL YED El koyan. Eline alan. Bir malı eline geçirmiş olan. VAZÎ' (Vazîa) Alçak, deni, bayağı, âdi. VAZİFE Bir kimsenin yapmaya mecbur olduğu iş. Yapılması birisine havale edilen şey. Kıymet verilen iş. * Ücret.(Tarîk-ı Hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenab-ı Hakk'a aid vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler.Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddit defa mağlup eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerası ve etbaı ona demişler: "Sen muzaffer olacaksın; Cenab-ı Hak seni galip edecek." O demiş." Ben Allah'ın emriyle cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmam; muzaffer etmek veya mağlub etmek onun vazifesidir." İşte o zât bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla hârika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.Üstad-ı Mutlak, Mukteda-yı Küll, Rehber-i Ekmel olan Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm $ olan ferman-ı İlâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa'y-ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünki $ sırrıyla anlamış ki: İnsanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir. Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmazdı. L.) VAZİFEDÂR (C.: Vazifedârân) f. Vazifeli, görevli. * Memur. VAZİFEHÂR (C.: Vazifehârân) f. Ücret alan. VAZİFEŞİNÂS f. İşini dikkatle yapan. Vazifesini özenerek, severek yapan. VAZİFETEN Vazife ile, vazife olarak. VAZÎH(A) (Vuzuh. dan) Meydanda, apaçık. VÂZİR (Vâzire) Günah işleyen. Suç işleyen. VAZZAH Meydanda, çok açık, belli. VE Gr: "Dahi, de, hem, ile, berâber" mânâlarına bağlama edâtı. VE Bİ-L HAKKI NATAKTE Hak ile söyledin, hakkı söyledin. Haksın, sâdıksın.(Zira o, Lâ ilahe illallah der, dâva eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nurani zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icma ederek mânen "Sadakte ve bi-l hakkı natakte" derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla te'yid edilen bir müddeaya parmak karıştırsın. M.) VEBA Salgın bir hastalık. Taun. VEBA'DÜ Ondan sonra, imdi. (İlk sözden sonra esas söze başlarken kullanılan bir tâbirdir. Bilhassa dinî eserlerin başında Cenab-ı Hakk'a şükür ve hamd ettikten, Peygamberimize (A.S.M.) salâvat ve duadan sonra esas söze başlarken söylenir.) VEBAL Günah. Zarar. Ziyan. Şiddet. Ağırlık. Azab. Doğru olmayan bir hareketin manevî mes'uliyeti. VEBER Bedevi, göçer. * Deve yünü. * Davar tırnağı. VEBL Ağır ve vahim olmak. VEBR Kocakarı soğuğundan bir gün. * Ada tavşanı, ak tavşan. VECA' Sızı, ağrı, acı. Ağrıyıp acımak. VECAHET Güzellik, güzel yüzlülük, gösterişlilik. * Haysiyet, şeref, onur, itibar. VECAR (C.: Vücür - Evcire) Sel suyunun oyduğu yer. * Arslan ve kurt gibi vahşi hayvanların yatağı. İn. VECAZET Sözün veciz oluşu. Kelâmın kısa oluşu. VECD Aşk, muhabbet. Kendinden geçecek, unutacak kadar İlâhî bir aşk hali. * Yüksek heyecan. İştiyakın galebesi. VECD-ÂLUD f. Vecd veren haller. Manevî coşkunlukla beraber olan hal. VECD-EFZÂ f. Vecdi artıran, heyecanı çoğaltan. VECDÎ Vecdle ilgili, heyecanla ilgili. VECEL Ürkme, korkma, havfetme. VECENAT (Vecne. C.) Elmacıklar, yanaktaki yumrucuklar. VECH (Vecih) Yüz, çehre, surat. * Tarz, üslub. * Her şeyin karşısına gelen ve karşısında olan. Satıh. Ön. Alın. Cephe. * Tarih. * Suret. * Sebeb. * Bir şeyin nefsi ve zatı. * Semt. Cihet. * Münasebet. VECHE Yan, taraf. Yüz. VECHEN Bir vechiyle. Bir suretle. Bir bakımdan. VECHEN MİN-EL VÜCUH Hiçbir suretle. VECHEYN İki taraf, iki yan, iki yüz. VECHÎ (Vechiye) Yüz ile ilgili. VECH-İ ÂHAR Başka sebeple. VECH-İ DİKKAT Dikkat ve ferasetle. VECH-İ MÂ Bir sebepten dolayı. VECH-İ MEŞRUH Şerh edilen, açıklanan tarzda. VECH-İ ŞEBEH Edb: Bir şeyin başka bir şeye neden benzediğini anlatan söz. (Bak: Teşbih) VECH-ÜL ARZ Yeryüzü. VECİ (E) Güzel, hoş, lâtif. Uygun, münasib. * Bir kavmin büyüğü, reisi. * Hürmetli insan. * Sultan huzuruna girenler. * Makam ve şeref sâhibi. VECİ(A) (Veca'. dan) Ağrıtıcı, sızlatıcı. VECİBE Borç hükmünde olan vazife. * Kanun ve ahlâkın icabı, yerine getirilmesi lâzım gelen şey. VECİBE-İ NEZAKET Nezâket borcu. VECİHÎ Veche ait. Veche dair. VECİZ Kısa, öz, derli toplu. Muhtasar olup mufassal olmayan. * Az sözle çok mâna ifâdesi. VECİZE Edb: İbaresi kısa, mânası geniş olan çok kıymetli söz, özlü söz. Kısa, veciz söz. VECNE (C: Vecenât) Elmacık, yanaktaki yumrucuk. VECR (C.: Evcâr) Mağara. VE'D Kızını diri iken toprağa gömme. VEDA' Ayrılık. * Ayrılışta selâmlamak. * "Allah'a ısmarladık" demek. VEDAD Dostluk. Sevme. Sevgi. (Bak: Vidad) VEDD Dostluk. Sevgi, muhabbet. VE'D-DUA Duâlarımız sizinle birliktedir anlamına gelen bu tâbir, evvelce mektupların altlarına yazılırdı. VEDİ Küçük abdest bozduktan sonra çıkan beyazımsı su. VEDİ' Başkasının malını saklamaya memur kimse. VEDİA Emanet. VEDİATULLÂH Allah'ın emaneti. VEDİD Sevgisi çok olan. VEDK Yağmur. Yağmurun damlaması. * Alışıp üns ve ülfet etmek. Yakın olmak. (Bak: Vadk) VEDUD Çok şefkatli. Kendisine çok sevgi beslenen. Cenâb-ı Hak.(Vedud ismine mazhar olan muhakkıkin-i evliya: "Bütün kâinatın mâyesi, muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve câzibe kanunları, muhabbettendir." demişler.) (Vedud ismine mazhar bir kısım evliya: Cennet'i istemiyoruz, bir lem'a-yı muhabbet-i İlâhiye ebeden bize kâfidir, demişler. S.) VE'D-ÜL BENAT İslâmiyetten evvelki câhiliyet devrindeki Arablarda kızlarını hakir gördüklerinden diri iken defnetmek âdeti. VEFA Ahdinde, sözünde durma. * Sevgi ve dostlukta sebat ve devam. * Ödeme. * Yetişme. * Dince ve akılca lâzım gelen şeyi yerine getirip uhdesinden çıkma. VEF'A Kav ettikleri bez parçası. * Şişe ağzını tıpamada kullanılan bez parçası. VEFADAR (VEFAKÂR) Vefalı, sözünde ve dostluğunda devamlı olan. VEFAPERVER f. Sözünde duran. Vefâlı. VEFAT Ölüm. Ahirete göçme. VEFD Çokluk. Cemaat. * Bir iş için giden heyet. Elçilik. * Dağ başı. * Gelme, ulaşma, erişme, varma, vürud. VEFHİYYE Kilisede kayyımlık hizmetini etmek. VEFİ Vefalı. * Tam, mükemmel. Kifayet eden. Bol olan. VEFİA İçine nesne koyulan sele. VEFİK Arkadaş. Kafa dengi. Aynı fikirde olan. Uygun. VEFİR(E) (Vefret. den) Çok, bol, kesir. VEFİYAT (Vefat. C.) Ölümler, vefatlar. VEFK Uygun gelme. Uyma. Mutabakat. Muvafık olma. İşi iyi gitme.* Tesirli dua. VEFL Derinin dibagatla giden fazlalıkları. VEFR Bir kimsenin ihsanını kabul ettikten sonra rızasıyla reddeylemek. * Bolluk. * Medh ü sena ile birisinin namusunu muhafaza etmek. VEFRA' Eksilmeyip değişmeyen. * El dokunulmamış ve tam olarak yetişmiş ot. VEFRET Çokluk, bolluk. VEFZ (C: Evfaz) Evmek, acele etmek. VEFZA (C: Evfaz) Ok yayı konulan ve beylik denilen kap. VEGA' Kavga gürültüsü. Harp yerinden çıkan sesler. Savt. Patırtı. VEGAB (C: Evgab) Korkak kimse. * İri gövdeli büyük deve. VEGADET Akılsızlık. * Adilik, bayağılık, aşağılık, alçaklık. VEGAR Gazap, kin, öfke, hiddet. VEGD (C: Evgad) Alçak adam. VEGF Görme zayıflığı. VEGİF Yürüme sürati. * Ses sürati, ses hızı. VEGİK Davar yürürken karnından çıkan ses. VEGİR Kızmış taş üstüne koyarak pişirilen et. VEGİRE Kızmış taş ile sıcaklık verilerek pişirilen süt. VEGM Kin. VEGNE Geniş küp. VEGRE Sıcaklığın çok olması. VEHAK Avcı kemendi. VEHAMET (Bak: Vahamet) VEHB (H.-110) Tabiînden olan bu şahıs İsrailî rivayetlerin en mühim kaynağı addolunur. Birçok İsrailiyatı havi kitapları okumuş ve tefsire de aktarmıştır. VEHB Hibe. Bağış. Vergi. VEHBÎ Doğuştan. Allah vergisi. Çalışmakla kazanılmayıp Allah'ın (C.C.) lütfu ile olan. VEHC Alevli olmak. Alev ile yanmak. Parlamak. VEHD(E) (C: Vihad) Derin vadi. Uçurum. VEHEC Ateş sıcaklığı. VEHECAN Ateşin alevlenmesi. * Işıklandırmak, ziya vermek. VEHEL Vehim, kuruntu. VEHELÜMME CERRA (Bak: Helümme cerrâ) VEHF Bitkinin yapraklanması. Uzama. Çoğalma, artma. VEHHAB Çok fazla ihsan eden. Çok bağışlayan. VEHHABÎ Muhammed İbn-i Abdulvehhab nâmında birisinin sebeb olduğu İslâmî bazı mes'elelerde ifrat gösteren ve dört hak mezheb hâricinde bir mezhepten olan. Fıkıhta Hanbelî, itikadda İbn-i Teymiye'ye bağlıdırlar. Tarikatlarına Muhammediye ismi verirler. VEHHAC Parıl parıl. Pek şa'şaalı. * Çok alevli. VEHHAM Çok vehimli. Fazla şüphe eden. VEHHAS Arslan. VEHİC Ateşin sıcaklığı. VEHİSE Pişirilip kurutulduktan sonra dövülen çekirge. VEHL (Vehel) Yanlış yapma. Yanlış anlama. * Unutma. VEHLE İrkilme ve ürkme. * Dakika. An, lahza. VEHLETEN Birdenbire. İlkin. Ansızın. VEHM (Vehim) Mübhem ve mânasız korku. * Belirsiz fikir ve düşünce. * Cüz'i mânaların anlaşılmasına yarayan bir idrak kuvveti. VEHM-ÂLUD f. Vehimli. Vehim dolu. Vehim karışık. VEHMÎ Olmadığı halde var zannederek. Düşünmeye, vehme dair, vehme ait. VEHMİYYÂT (Vehmiyye. C.) Vehimler, kuruntular. VEHM-NÂK f. Vehimli, kuruntulu. VEHN Gevşeklik, kuvvetsizlik. * Zayıf. * Gövdesi kalın ve kısa adam. * Gece yarısı. Gece yarısından bir saat sonraki zaman. VEHNANE Zayıf kadın. VEHS Sır ile söyleşmek. Dedikodu yapmak. VEHS Bir işe girişip ısrar ile devamlı uğraşmak. VEHS Kırma. * Ayak altında çiğneme, basma, ezme. VEHT (C: Vihât) Vurmak. * Kırmak. VEHTIYY Ufak üzüm. VEHUB Verimi fazla, vergisi çok. VEHVAH Yaban eşeğinin anırtısı. VEHVEHE Atın kendi gövdesini parça parça etmesi. VEHY Gevşeme, yırtma. VEHZ Katı nesne. * Kovmak, deft'etmek. VE-İLLA Olmadığı hâlde. Yoksa. Aksi takdirde. VEK' Akrep sokmak. VEKA' Ayak parmaklarından baş parmağın, şehâdet parmağı üstüne gelmesi. VEKAD Sığır bağladıkları ip. VEKAHAT Hayâsızlık. Utanmazlık. Edebsizlik. (Bak: Vakahat) VEKÂLET Vekillik. Birisinin nâmına iş görme. Kendi nâmına hareket etme salâhiyetini başkasına verme. Nezâret, bakanlık. * Vekilin vazife gördüğü bina. VEKÂLETEN Birisine vekil olarak. Başkası adına. VEKÂLETNÂME f. Birisine vekillik verildiğini isbat eden ve ekseriya noterlikçe tanzim edilmiş bulunan yazılı kâğıt. VEKÂLETPENÂH f. Padişahın vekili olan, sadrâzam. Başvekil. Başbakan. VEKAR (Bak: Vakar) VEKB Dikilmek. VEKC Ulaşmak, varmak. VEKDE (C: Viked) Gitmek. VEKEBAN Derece derece yürümek. VEKEF Günah. * Abes ve boş. * Ayıp. * Eksiklik. VEKEL Zayıf adam. VEKF Evin damlaması. * Kat'etmek, kesmek. VE-KIS Var, kıyas et! mânasına gelir. VEKIYYE (Bak: Okiyye) VEKİF Sütü çok olan deve. VEKİL Başkasının işini gören. Bir adamın yerine hareket etme selâhiyeti olan kimse. * Nâzır. Bakan. VEKİL-İ HARC (Vekil-harç) Masraf görmekle vazifeli olan. Bir kimsenin veya bir cemaatin masraf işlerini üzerine alan. VEKİR Yuvasına giren kuş. VEKİRE Satın alınan veya yeni yapılan bina için, ahbaba, eşe dosta verilen ziyafet. VEKKAD Aydınlık, ışıklı, parlak. VEKM Reddetmek. VEKN (C.: Evkân - Vükün) Kuş yuvası. VEKR Kuş yuvası. VEKRA Hızlı yürüyen deve. * Ayağını yere kuvvetli basan kadın. * Bir nevi sıçramak. VEKS Noksan etmek, eksiltmek. VEKTE (C: Vikat) Gözün karasına ak düşmek. * Nokta. * Eser. VEKVAK Korkak kimse. VEKZ Vurmak. * Def'etmek. * Kovmak. VEL' Yalan. * Haps. VELA Yakınlık. Sâhiplik. * Sevme, muhabbet. VELADET (Bak: Viladet) VELAİD (Velide. C.) Cariyeler, kadın esirler. VELAİM (Velime. C.) Düğünler, evlenmeler. * Düğün ziyafetleri. VELA-PERVER f. Dostluk gösteren, dostluk besleyen. VELAYA (Veliyye. C.) Veli kadınlar. Veliyyeler. VELAYET Veli olan kimsenin hali. Velilik, dervişlik. * Dostluk. * Sadakat. * Başkasına sözünü geçirmek. Bir şeye kudret cihetiyle bizzat mutasarrıf olmak. (Bak: Veli) VELAYET-İ ÂMM Huk: Umum mallara ve fertlere şâmil olan velayet. (Şeriat hâkimleri, kadılar ve valilerin velayetleri gibi) VELAYET-İ KÜBRA Büyük velilik. Akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafına bakan ve veraset-i nübüvvetten gelen gayet kısa, fakat yüksek olan ve tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçen velilik mesleği. (Sahabeler gibi)(Cadde-i kübrâ, elbette velayet-i kübra sahibleri olan Sahabe ve Asfiya ve Tâbiîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt ve Eimme-i Müçtehidînin caddesidir ki doğrudan doğruya Kur'anın birinci tabaka şâkirdleridir. M.) VELB Ulaşmak, varmak. VELEC Kumlu yerde olan yol. VELED Erkek çocuk. Oğul. Çocuk. * Döl, yavru. VELED-İ MANEVÎ Evlâdlığa kabul edilen, âhiret evlâdı. Bir hocanın talebesi. Mürid. VELED-İ SULBÎ Öz oğul, evlenmekle hâsıl olan kendi soyundan gelen çocuk. VELEDİYET Birisinin evlâdı olma hâli. Çocuk oluş. VELEDİYET AKİDESİ Hristiyanlıkta bir bâtıl akide. (Bak: Teslis)(İslâmiyet, tevhid-i hakiki dinidir ki; vasıtaları, esbabları ıskat ediyor. Enaniyeti kırıyor, ubudiyet-i hâlisa te'sis ediyor. Nefsin rububiyetinden tut, tâ her nevi rububiyet-i bâtılayı kat'ediyor, reddediyor. Bu sır içindir ki; havastan bir büyük insan tam dindar olsa enâniyeti terketmeye mecbur olur. Enaniyeti terketmiyen, salâbet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terkeder.Şimdiki Hristiyanlık dini ise; "Velediyet Akidesi"ni kabul ettiği için, vesait ve esbaba te'sir-i hakiki verir. Din nâmına enaniyeti kırmaz; belki Hazret-i İsâ Aleyhisselâm'ın bir mukaddes vekili diye, o enaniyete bir kudsiyet verir. Onun için, dünyaca en büyük makam işgal eden Hristiyan havasları, tam dindar olabilirler. Hattâ Amerika'nın esbak Reis-i Cumhuru Wilson ve İngiliz esbak Reis-i Vükelâsı Loid George gibi çoklar var ki, mutaassıb birer papaz hükmünde dindar oldular. Müslümanlarda ise, öyle makamlara girenler, nâdiren tam dindar ve salâbetli kalırlar. Çünki, gururu ve enaniyeti bırakamıyorlar. Takvâ-yı hakiki ise, gurur ve enaniyetle içtima edemiyor. M.) VELEH Hayret, şaşkınlık. * Fazla hüzünden akıl gidip tembel olmak. VELEH f. Kahr, gazab, şiddet, hışım. VELEHAN Akıl gidip tembel olmak. * İbadet ederken vesvese veren şeytan. VELEH-RESAN Hayret verici, hayret edilen, şaşkınlık veren. VELEH-RESAN-I UKUL Akılları hayrette bırakan. VELEHU Bu da onun. VELEHZA Şaşırmış. VELEHZEDE f. Sevgilinin hışmına uğrayıp kahır çeken âşık. VELEV Eğer, gerçi, her ne kadar da, hatta, ister, isterse. VELF (Velif-Vilâf) Tez tez yelmek. Birbiri ardınca olmak. VELG (VELÜG) Köpeğin kap içinden su içmesi veya bir şey yeyip yalaması. VELGA Küçük kova. VELH Büyümek. * Uzamak. VELHAN Şaşakalmış, şaşkın, sersem. VELHASIL Sözün kısası, özü, kısacası. VELİ Sahib, mâlik. * Evliya. * Muin. Muhafaza eden. * Küçük çocukların hâlinden mes'ul kimse. * Sıddık. * Baba. Babanın babası, cedde de denir. * Fık: Hayatını mücadelelerle ve azimet ve fevkalâde bir zühd ve takva ile ibadet ve taata sarfederek kendisinden Allah'ın (C.C.) izniyle gaybdan haber vermek ve gaybî ahvali keşfetmek gibi ilmî ve kevnî hârikalar zuhura gelen zât. Allah'a (C.C.) manevî yakınlık kesbetmiş olan şerif zât. * Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) isimlerinden birisi. VELİ' Kabuğunda olan hurma çiçeği. VELİAHD (Veliy-yi ahd) Bir hükümdardan sonra hükümdar olacak kimse. VELİCE (C.: Velyüc) Büyük çuval. * Kişinin sırdaşı. VELİD Yeni doğmuş çocuk. * Köle, kul. VELİDE (C.: Velâid) Cariye. VELİK (Velikin) f. Amma, lâkin, fakat. VELİKA Yağla unu karıştırarak yapılan yemek. VELİME Sevinç ve sürur günleri verilen ziyafet. Düğün ziyafeti. * Düğün, evlenme. VELİ-Nİ'MET Nimet veren. Nimeti muhafaza edip ihsan eden. VELİYY (C: Evliyâ) Yakın. * Amcazâde, emmi oğlu. * Yar, dost. VELİYYE (C.: Velâyâ) Ermiş kadın, veli kadın. VELİYYULLAH Allah'ın (C.C.) veli kulu. VELİYY-ÜL EMİR Âmir. Emir veren. Emir sahibi. VELİYY-ÜN NİAM Nimetler ihsan eden, iyilik eden kimse. * Şeyhülislâm. * Sülâlesinin ileri gelenleri. VELK Yalan yakıştırmak. * Sür'at etmek, hız yapmak. VELKA (C.: Velkât) Vurmak. VELKALEMİ Kalem hakkı için. Kaleme yemin olsun. VELLAS Kurt. VELM Ulaşmak, yetişmek. * Toplanmak, cem'olmak. VELS Ahd, yemin, söz. " Az nesne. * Vurmak. VELSAN Birbirinin boyunlarına el atarak yürüme. VELU' Bir şeye fazla düşkün olan. VELUD Çok doğuran kadın. * Mc: Çok eser veren kimse. VELVAL Üzüntü ile ağlama. Ağlayıp inleme. VELVELE Gürültü, patırtı. Birbirine karışık bağrışmalar. Şamata. VELVELE-ENDÂZ f. Gürültü patırtı eden. Gürültücü. VELVELE-ENGİZ f. Gürültü koparan, gürültü çıkaran. VELY Birbiri ardı sıra gelme. Tâkib etme. * Çıkma. Olma. * Yaz yağmurundan sonra olan yağmur. * Yakınlık. VEMD Gazap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Sıcaklığın artması. VEMİZ Bulut arasından görünen ışık. VEMK Muhabbet etmek, sevmek. VEMS Fücur, masiyet, günah. VEMYE Meşakkat, sıkıntı. Belâ, musibet. VEMZ (VEMİZ) İşaret etmek. * Parlamak. şimşek çakmak. VENA (VENYE) Gevşek. * Zayıf. * Hâlsiz olmak. VENİM Sinek tersi. VENN Zebunluk, zayıflık, zaaf. * Çengilerin ve köçeklerin parmaklarıyla çaldıkları çalpara. VENNECMİ Yıldıza yemin olsun. VENY İş hususunda gevşeklik gösterme. VER f. "Sahib, mâlik; anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dâniş-ver $ : Âlim. Suhan-ver $ : Edip, şâir. VERA Halk. Mahluk. Arzı örten mahlukat. Yaratılmış olanlar. VERA Öte. Başka taraf. Arka, geri. * Torun. VER'A Korkaklık, havf. VERA' Takvânın ileri derecesi. Bilmediği ve şüphe ettiğini öğrenip iyiye ve doğruya göre hareket edip bütün günahlardan çekinme hâleti. VERA-İ CEBEL Dağın arkası. VERA-İ PERDE Perde arkası. VERAK Bitkilerle yer yüzünün yeşil olması. VERAKÎ (Verka. C.) Güvercinler. VERASET Miras sahibi olma. Ölen bir kimsenin mallarının Allah'ın (C.C.) emrine göre, şeriatça mirasçılara geçmesi. * İrsiyet. Varislik, mirasçılık. Mirasta hak sahibi olma. VERASET-İ IRKIYE Doğan yavrunun ecdadına benzemesi. VERB Fetret, fesad. * Yabani hayvan ini. VERD (Vürd - Vird) Gül. VERDANE Toplu oklava. * Koca başlı kertenkele. VERDE (Vürde) Renkli olmak. VERDENE f. Oklava, börekçi merdânesi. * Dolap oku. VEREK (C.: Evrâk) Kalça kemiği. VEREL (C: Vürelân - Evrâl) Kelere benzer bir canavardır. Kuyruğu keler kuyruğundan uzun olur. VEREM (C.: Evrâm) şiş, yumru. * şişme. VERENTEL şiddet, mihnet. VERESE Mirasçılar. Miras alanlar. VERF Genişlik. VERH Hamâkat, ahmaklık, bilmezlik. * Ucuz et. VERH Hamurun kendini koyuverip sülpülmesi. VERHA Akılsız ahmak kadın. VERIK Çok eskiden kullanılan gümüş para. Kıymetli para. VERİ' Haramdan kaçınan kişi. VERİA At ismi. VERİD Siyah kan damarı. Toplar damar. Boyun damarı. * Kırmızı gül. (Bak: Evride) VERİHA Çok sıvı hamur. VERİK Sikkesiz gümüş. * Gümüş. VERÎK Gür sakallı adam. * Sık yapraklı ağaç. VERÎSE Veris otuyla boyanmış nesne. VERÎŞ Yürümek ve seğirtmek istediği hâlde sahibi engel olan davar. VERKA' (C.: Verâki') Yabâni güvercin. * Açık boz renk. VERRAK Kâğıtçı. VERS Yemende yetişen güzel kokulu sarı bir ot. VERŞ Yürek ağrısı. * Çok beyaz olan. VERŞAN (C: Virşân-Verâşin) Yaban güvercini. * Kumru kuşunun erkeği. VERTA (C: Vırât) Çukur yer, varta, uçurum. * Halledilmesi, içinden çıkılması zor olan iş. VERY Çakmaktan ateş çıkması. VERZE f. Meslek, san'at, iş. VERZİDE f. Ekilmiş. VERZİŞ f. İşletme. Çalışma. * Çalışmış. VERZİŞKÂR f. Çalışkan. VERZKÂR f. Rençber, çiftçi, işçi. VESAFET Hizmetkârlık, işçilik. VESAH (C.: Evsâh) Kir, pas. * Murdarlık, pislik. VESAİD (Visâde. C.) Yastıklar, şilteler, döşekler. VESAİF (Vasif. C.) Hizmetçiler, uşaklar. VESAİK (Vesika. C.) Vesikalar. VESAİL (Vesile. C.) Vesileler. Sebebler. VESAİT (Vasıta. C.) Vasıtalar. VESAİT-İ NAKLİYYE Nakil vasıtaları. Taşıtlar. (Vapur, tren, otomobil gibi) VESAK Bağ. Rabıta. Yeminleşerek anlaşmak. * Sözleşme yeri. VESAM (Vesâmet) Güzel olma. Güzellik. VESATET Vâsıta olma, araya girme, aracılık yapma. VESAVİS (Vesvese. C.) Vesveseler. VESAYA (Vasiyet. C.) Vasiyetler. Öğütler. Nasihatlar. VESAYET (Visâyet) Vasilik. * Vasiyet. * Tembih, emir. Tavsiye. (Bak: Vasi) VESB Çok olmak. VESBE Bir atlama. Bir sıçrayış. VESEB Sıçrama, atlama. VESEN Put. Müşriklerin taptıkları suret. Karşısında ibadet edilen heykel. (Bak: Put-perest) VESEN Uyku ağırlığı. Uyku ile uyanıklık arası. * Uyku anında aklın gitmesi. * Hâcet. VESENÎ Putperest. Yıldızları ilâh itikad etmek gibi sapık şeylere inanan kimse. VESENİYYUN Putperestler. Puta tapanlar. VESİ' (Vesia) Vüs'atli, geniş. * Meydanlık. VESİB (Bak: Vüsub) VESİC Şiddetli seyir. Hızlı gitme. * Hızlı yürüyen deve. VESİK (C.: Visâk) Çok sağlam, kuvvetli. VESİKA Cemaat, topluluk. VESİKA Bir hâlin, bir hadisenin veya bir sözün doğruluğunu gösteren, inandırıcı şey. Belge, sened. VESİLE (Vâsile) Bahane, sebeb. * Fırsat. * Elverişli durum. * Vasıta. Yol. * Pâye, rütbe. * Baba. * Kurbiyet. * Kendisi ile başkasına yaklaşılan şey. * Cennet'te bir menzil adı. (El-Vesiletü menziletün fi-l Cenneti hadis-i şerifi bunu te'yid ediyor.) VESİLECU f. Sebep ve bahane arayan. VESİLEDÂR f. Vesileli. VESİLEHÂH f. Vesile isteyen. VESİLE-İ CEMİLE Güzel sebep. Güzel fırsat. VESİLE-İ SA'Y Çalışma vesilesi. VESİLET-ÜN NECAT Kurtuluş vesilesi, kurtuluş sebebi. VESİM(E) (C.: Vüsemâ-Visâm) Güzel yüzlü. Güzel çehre. * Damgalı. VESK (C.: Evsük) Cem'etmek, toplamak. * Altmış sa'. VESM Damga. İşaret. * Dağlama. * Döğerek toz hâline getirme. VESME Hayvana vurulan kızgın damga. VESMEDÂR f. Dağlanmış, damgalı. * Rastıklı. VESN Hafif. * Uyku. * Uyku anında aklın gitmesi. * Uykudan dolayı kişiye ârız olan zayıflık. VESNAN Uyuklayan, uykusu gelmiş olan. VESS Suya dalmak. VESSELÂM İşte o kadar, artık bitti, bundan sonra selâm. (Bak: Selâm) VEST Ev içerisinde olan her bir kapalı mekân. VESTÎ f. Tercüme, şerh. VESTİYER Fr. Pardesü, palto vesairenin çıkartılıp bırakıldığı yer. VESVAS Müvesvis. Vesveseye sürükleyen şeytan. Nefsin zihinde ilka eylediği dağdağa ve fitne. Avcının ve köpeklerin gizli sesi. VESVESE Şübhe. Tereddüt. Kuruntu. Aslı olmayan ihtimaller.(Vesvese, lügatta hışırtı, fısıltı gibi gizli ses demektir. Bu münasebetle gönülde tevali ve tekerrür eden gizli söze vesvese; ve bir nefse böyle bir söz ilka etmeğe de, vesvese vermek tâbir olunur.) (E.T.)(Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Her bir sünnet veya bir hadd-i şer'i zulmetli dalâlet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda, insan zerre miskal o sünnetlerden inhiraf ve udul ederse; şeytanlara mel'abe, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma'rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiyye olacaktır.Ve keza o sünnetleri, sanki semadan tedelli ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki: Onlara temessük eden yükselir, saadetlere nâil olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minâre ile semaya çıkmak hamakatinde bulunan firavun gibi bir firavun olur. M.N.)(Ey su-i vesveseden me'yus nefsim! Tedai-yi hayâlât, tahattur-u faraziyat, bir nevi irtisam-ı gayr-ı ihtiyarîdir. İrtisam ise, eğer hayırdan ve nuraniyetten olsa, hakikatın hükmü bir derece suretine ve misaline geçer. Güneşin ziyası ve harareti, âyinedeki misaline geçtiği gibi... Eğer şerden ve kesiften olsa, aslın hükmü ve hassası, suretine geçmez ve timsaline sirayet etmez. Meselâ necis ve murdar bir şeyin âyinedeki sureti ne necistir, ne murdardır. Ve yılanın timsali, ısırmaz.İşte şu sırra binaen, tasavvur-u küfür, küfür değil; tahayyül-ü şetm, şetm değil. Hususan ihtiyarsız olsa ve farazî bir tahattur olsa, bütün bütün zararsızdır. Hem ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaatin mezhebinde bir şey'in şer'an çirkinliği, pisliği; nehy-i İlâhi sebebiyledir. Mâdemki ihtiyarsız ve rızasız bir tahattur-u farazîdir, bir tedâî-yi hayalîdir; nehiy ona taalluk etmez. O dahi ne kadar çirkin ve pis şeyin sureti dahi olsa, çirkin ve pis olmaz. M.)(İnsan kalben ve fikren hakaik-i İlâhiyeye bakıp düşündüğü zaman, bilhassa namaz ve ibadet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsi tarafından pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hâtıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler. Bu gibi hevâî, vehmî ve çirkin şeylerin def'iyle uğraşan adam, o vesveselere mağlup olur. Ancak onları mağlup edip kaçırmak çaresi, müdafaayı terk edip onlar ile uğraşmamaktır. Evet arılar ile uğraşıldıkça onlar hücumlarını arttırırlar. Onlara karışılmadığı takdirde, insanı terkeder, giderler. Hem de o gibi vesveselerin, ne hakaik-ı İlâhiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratı yoktur. Evet, pis bir menzilin deliklerinden semânın güneş ve yıldızlarına, cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa, o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz. Ve fena bir te'sir etmez. (Hâşiye)(Hâşiye) : O çirkin sözler senin kalbinin sözleri değil. Çünkü senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Meselâ: Sen namazda, Kâbe karşısında, huzur-u İlâhîde âyâtı tefekkürde olduğun bir halde, şu tedâî-yi efkâr seni tutup en uzak mâlâyâniyat-ı rezileye sevkeder. Meselâ: Ayinenin içindeki yılanın timsali ısırmaz. Ateşin misali yakmaz. Ve necasetin görünmesi âyineyi telvis etmez. M.N.) VESVESEDÂR f. Vesveseli, kuruntulu. VEŞ f. Gibi (mânâsına teşbih edatı.) Mah-veş $ : Ay gibi. VEŞ' Bir şeyin üstüne çıkmak. VEŞAK Dağ köpeği. VEŞB Ayıplamak. VEŞC Yaralamak. * Parçalamak. * Karışmak. VEŞEL Az su. VEŞELAN Suyun akışı. VEŞİ' (C: Veşâyi) Bezlerde olan yol yol alaca. * Sümâme otundan yapılan hasır. * Ağaçlardan kuruyup düşen nesne. * Girilmemesi için bahçe ve bostanların çevresine dikilen ağaç veya konan diken. * Az nesne. VEŞİA (C: Veşâyi') Üstüne iplik sardıkları ağaç. * Tarikat. VEŞİC (C: Veşâyic) Süngü ağacı. VEŞİCE Lif. * Ağaç kökü. VEŞİK(A) (C: Veşâyık) Kuru et. VEŞİME Şer, kötülük. * Düşmanlık. VEŞİZE (C: Veşâyız) Kırık kemik parçası. VEŞK Yaralamak. * Parçalamak. VEŞK (VİŞÂK) Evmek, acele etmek, sür'at. VEŞKAN Hızlı ve aceleci kimse. VEŞL Az miktarda olan su. VEŞM İğne ile kan çıkarmak suretiyle vücudda yapılan damga, işaret. VEŞME Yağmur tanesi. VEŞŞEMSİ SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 91. suresidir. Suret-üş Şems de denir. Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur. VEŞT f. Güzel. VEŞVAŞ Hafif hal. Hafif adam. VEŞVEŞE Hafiflik. * Kırış mırış olmak. VEŞY Elbiseyi güzel nakışlamak, süslemek. * Nesil ve zürriyet. * Çoğalma. * Geceleyin devamlı tefekkür ve mütalâa etmek. * Bir çeşit elbise. VEŞZ Kırmak. * Dar etmek, darlaştırmak. VETAİR (Vetire. C.) Meslekler, yollar. VETED Çadır kazığı. Ağaç kazık. Demir mıh. * Edb: Aruzda üç harfden meydana gelen nazım. VETER Yayın çilesi. İp ve kiriş. * Bir kavsın iki ucu arasına çekilen doğru çizgi. * Kasları hareket ettiren kalın sinir. VETİN Kalb damarı. Şah damarı. Şiryan-ı ekber. * Bel kemiği iliği. VETİRE (C.: Vetâir) Keçi yolu. Dar yol. * Tarz, üslub. * Burnun iki deliğini ayıran zar. VETR Tek, yalnız. Bir. (Bak: Vitr) * Arefe günü. VEYH Bir şeyi kandırmak makamında kullanılır. VEYH Heyhât! VEYL Vay hâline, yazık, felâket, hüzün ve hüsran. * Cehennem'de bir çukur ismi veya Cehennem'in bir kapısına bu isim verilmiştir. * Vaid, tehdid makamında kullanılan azab kelimesidir. VEYLE Küstahlık, rezillik. VEYN Kara üzüm. VEYSEL KARANÎ (Bak: Üveys-el Karanî) VEZ' (C: Evzâ) Hapsetmek. * Engel olmak, men'etmek. * Islah etmek, yerli yerince etmek, düzeltmek. * Topluluk, cemaat. VEZ' Hulku katı olan. Sert mizaçlı kimse. VEZA Tıknaz, topaç, bodur kimse. VEZAN f. "Olmak" yardımcı fiiliyle birlikte kullanılır ve "esen, esici" anlamlarına gelir. VEZANET Fikir ve görüş isabeti. * Ölçülü olma. VEZANET-İ EFKÂR Düşüncelerin isabeti. VEZANÎ f. Esinti zamanı. VEZARET (Vizaret) Vezirlik. Başvekillik. VEZB Su gibi akma. VEZEGA Bir cins büyük keler. VEZEN Yürürken sallanmak. VEZER Sarp dağ. Sığınılacak yer. Kale. Hisar. * Galib olmak. VEZF Evmek, acele etmek. VEZİDEN f. Yel esmek. * Atılmak, sıçramak. VEZİF Evmek, acele etmek. VEZİLE (C.: Vezâil) Cilâlı, parlak para. * Parlak madeni ayna. VEZİM Sebzevat demeti. * Kurumuş ot. VEZİME Hediye. VEZİN Hamur yapılmış ebucehil karpuzu. * Asil. * Sabit. VEZİR Osmanlı Devleti zamanında en yüksek mülkiye rütbelerine ulaşmış paşa. Hükümdar vekili. Pâdişahın yakınlarından ve onun yükünü üzerine alanlardan, mülkün idaresinde fikir ve tedbir ile meded ve yardım eden. Bu tabir "Vizr" kelimesinden gelir. "Vezr" kelimesinden alınsa; "halkın sığınağı" demek olur. Büyük düstur sahibi veya mühür sahibi kabul edilir. Osmanlı devletinde en büyük, mülkiyede en birinci mertebe olarak kabul edilmiştir. Muavin ve muin mânalarına da gelir. VEZİR-İ A'ZAM Pâdişahın vekili olan birinci vezir. Sadrazam. Başvekil. VEZİZ Ördek. VEZK Çirkin yürüyüşlü olmak. VEZME Kış sonu. * Bir kere yemek. VEZN (Vezin) Tartma. Ölçme. Hesaplama. * Tartacak şey. Tartı. * Ağırlık. VEZNE Tartı. Terazi. * Tartı yeri. Eskiden altun ve gümüş paralar sayı ile olduğu gibi tartıyla da alınıp verildiği için bu tabir meydana gelmiştir. Para alınıp verilen yer mânasında da kullanılır. Devlet daireleri ile büyük müesseselerde para alıp veren memura Veznedar denir. * Barut yuvası. VEZNEDÂR f. Vezne memuru. Bir teşkilâta âit parayı alıp veren memur. VEZNÎ Vezinle ilgili, vezne ait. * Tartılan şey. VEZN-İ MAHSUS Özgül ağırlık. Bir cismin bir santimetre küp hacmindeki parçasının ağırlığı. * Edb: Nazmın veya kelimenin belli kalıplarından her biri. Nazmın ahenk ölçüsü. VEZNİYYÂT Tartılan şeyler. VEZR Nurlu etmek, ışıklandırmak. * Kaftan eteğine birşey koyup götürmek. VEZVAZ Hafif, zarif kimse. VEZVEZE Sür'atle sıçramak. VEZYE Ayıp. * Soğuk. VEZZAN (Vezn. den) Tartan, vezneden. * Kantarcı. VIKR (C.: Evkar) Ağır yük. * Çok su taşıyan bulut. VIKY Hıfzetmek, korumak. VIRAK (Varak. C.) Yapraklar. VIRAT (Verta. C.) Vartalar, uçurumlar, çukurlar. * Halli güç, içinden çıkılması zor olan işler. VISR Hüccet, delil. * Kadı sicili. * Ahd, söz, yemin. VITA' Razı olma, rıza gösterme, uygun görme. VITAE Ayak basmak. VİÂ' (C.: Eviye) Kap, içinde bir şey konulabilen zarf. VİÂİYYET Kap halinde olma. VİATA (C: Viât) Sarı gül. VİCA' Hayvanı burma, iğdiş etme. VİCA' Ağrılar, sızılar. VİCAH (Vech. den) Yüz yüze gelmek. Yüzleşmek. VİCAHEN Yüzüne karşı. Yüz yüze gelerek. VİCAHÎ (Vicahiyye) Yüzyüze olan, karşılıklı olan. VİCAR (C.: Vücur - Evcire) Sel suyunun oyduğu yer. * Arslan ve kurt gibi vahşi hayvanların yatağı. İn. VİCD Zenginlik. Gına. VİCDAN İnsanın içindeki iyiyi kötüden ayırabilen ve iyilik etmekten lezzet duyan ve kötülükten elem alan manevî his. * Kendinden geçme, dalma. * Bir şeyi bir halde görme, bulma. * Duyma, duygu. * İnanç. * Şuur. * Bâtın ile Hakkı tanımak. * Din.(Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye, herbirinin bir gayât-ül gayâtı var: İradenin ibadetullâhdır. Zihnin ma'rifetullahdır. Hissin muhabbetullahdır. Lâtifenin müşâhedetullâhtır. Takva denilen ibadet-i kâmile dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayât-ül gayâta sevkeder. H.) VİCDAN HÜRRİYETİ (Bak: Hürriyet-i vicdan) VİCDANEN Vicdanca, iyilik hissine göre. VİCDANÎ (Vicdaniyye) Vicdanla, kalbî his ile ilgili. * Kendinden geçip dalmakla ilgili. VİCDANİYYAT Vicdanlılıklar. Vicdana ait hususiyetler ve hisler.(İ'lem eyyühel aziz! Hayrat ve hasenatın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucb, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtri olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur.Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtri ahvâlin ölümüdür. Meselâ: Tevazua niyet, onu ifsad eder, tekebbüre niyet onu izâle eder, feraha niyet onu uçurur, gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ kıyas et. M.N.) VİCDAN-SUZ f. Acı ve keder veren, kalb yakan, vicdânen çok ıztırab verici. VİDAD Dostluk. Sevmek. Muhabbet. * Dost ve muhib. * Her şeye muhabbeti olan. VİDD Muhabbet, dostluk, sevgi. VİFADET Elçilik. VİFAK Dostça bir fikir üzerinde birleşmek. Samimi anlaşmak. * Barış. * Uygunluk. VİHAD (Vehd. C.) Derin vâdiler. Uçurumlar. VİHAM (Vahim. C.) Vahim olan şeyler. VİKA' Cinsî münasebet. * Savaş, harp. VİKÂ' (C: Evkiye) Kırba ve tulum ağzını bağladıkları nesne. VİKA (VEKA) Kendi ile bir şey saklanan nesne. VİKAF Tevakkuf etmek, vâkıf olmak, durmak. VİKÂF Eşek semeri ve palanı. VİKAHAT (Bak: Vakahat) VİKAL (VEKÂL) Devamlı diğer davarların ardına kalan davar. VİKAYE Koruma. Koruyuculuk. Sahib olma. Arka çıkma. Kayırma. * Tıb: Herhangi bir hastalık için önleyici tedbir alma. VİKR (C.: Evkar) Ağır yük. VİLA' Birbirinin ardı sıra gelmek. * Abdest esnasında uzuvları yıkarken birisi kurumadan diğerini yıkamağa başlamak. * Ahbablık, yakınlık, dostluk. (Bak: Velâ) VİLAD Doğurmak. VİLADET Doğmak, doğuş, dünyaya gelmek, doğurmak. (Veladet galattır) VİLAKÂR f. Ahbab, dost. VİLAPERVER f. Dost, muhib. VİLAYAT (Vilayet. C.) Vilayetler. VİLAYET Bir şeyi kudretle elde etme. * İl. * Birisine kefil olmak. * Dostluk. Muhabbet. VİLDAN (Velid. C.) Çocuklar. * Kullar. Köleler.(Kur'an-ı Hakîm'de $ sırrı ve meâli şudur ki: Mü'minlerin kabl-el-büluğ vefat eden evlâdları, Cennet'te ebedî, sevimli, Cennet'e lâyık bir surette dâimî çocuk kalacaklarını.. ve Cennet'e giden peder ve vâlidelerinin kucaklarında ebedî medar-ı sürurları olacaklarını.. ve çocuk sevmek ve evlâd okşamak gibi en lâtif bir zevki, ebeveynine te'mine medar olacaklarını.. ve her bir lezzetli şey'in Cennet'te bulunduğunu.. "Cennet tenasül yeri olmadığından, evlâd muhabbeti ve okşaması olmadığı" nı diyenlerin hükümleri hakikat olmadığını.. hem dünyada on senelik kısa bir zamanda teellümatla karışık evlâd sevmesine ve okşamasına bedel sâfi, elemsiz milyonlar sene ebedî evlâd sevmesini ve okşamasını kazanmak, ehl-i imanın en büyük bir medar-ı saâdeti olduğunu şu âyet-i kerime $ cümlesiyle işaret ediyor ve müjde veriyor. M.) VİLDE (Veled. C.) Erkek evlâdlar, çocuklar, oğullar. VİLE f. Yüksek ses. VİN f. Siyah üzüm. * Boya, renk. VİRAD Yol. * (Verd. C.) Güller. VİRAN f. Yıkık, harap. * Mc: Kederli, üzgün, gamlı. VİRANE f. Harabe. Yıkılmağa yüz tutmuş eski yapı. VİRANÎ f. Viranlık, haraplık. VİRASE Mirasyedilik. VİRAT Zekât vermek korkusundan hile edip bir yere toplanmış koyunlarını ayırıp dağıtmak veya perâkende koyunlarını bir yere toplamak. VİRD Sık sık ve devamlı okunan dua. * Kur'an-ı Kerim'den her gün okunması vazife bilinen kısım, bir cüz. VİRD f. Suya ve sair şeye yakın gelme. Su hissesi. Suya müteveccih cemaat. * Talebe, şakird, mürid. VİRD-İ ZEBAN Dilde tesbih. Sık sık tekrar edilen dua, söz, zikir. VİRK (VERK) (C.: Evrâk) Uyluk üstü. VİSAB Yatak, döşek. * Atlama, sıçrama. VİSAD(E) Dayanıp rahat edilecek yastık veya şilte. VİSÂDENİŞİN f. Yastığa yaslanıp oturan. VİSAK Kuvvetli, kalın bağ. * Yeminle söz vermeler. Muahedeler. * Peyman. VİSAL (Vasıl. dan) Vâsıl olma. Sevdiğine ulaşma. Kavuşma. Ayrılıktan kurtulma.(Fâni mevcudatın visali, madem fanidir, ne kadar uzun da olsa yine kısa hükmündedir. Senesi bir saniye gibi geçer. Hasretli bir hayal ve esefli bir rüya olur. L.) Öyle ise Bâki'nin yolunda çalışmak lâzım gelir. VİSAM (Vesim. C.) Damgalılar. Alâmetlenmiş olanlar. * Güzel yüzlü olanlar. * Rastıklılar. VİSATA Kavim arasında şerefli ve aziz olmak. VİSAYE Vasiyet etmek. VİSL (C.: Evsâl) Benzer. Misil. * Uzuv, âzâ, organ. VİSME Bir boya otu. * Çivit yaprağı. VİŞAH (Vüşâh) Eskiden kadınların mücevherlerle süsleyip boynundan ve koltukları altından bağladıkları enlice bez veya meşin parçası. VİŞAM (Veşm. C.) Dövmeler. VİŞAYE Koğuculuk, dedikoduculuk, gammazlık. VİŞN-AB f. Vişne şerbeti, vişne şurubu. VİTAM Çulhaların beze sürdükleri nesne. VİTAMİN Fr. Vücudda yokluğu bazı hastalıklara yol açan ve taze yiyeceklerde ve bazı meyvalarda bulunan organik madde. A, B, C, D, E gibi remizlerle gösterilen çeşitleri vardır. VİTAS Kazmak. * Kırmak. VİTR Tek olan şey. Çift olmayan. Tenha. * Yatsı namazından sonra kılınan üç rekât namaz. * Kurban bayramından bir önceki gün. (Bak: Vetr) VİZAM Her nesnenin ağırlığı. * Başka birşeyle karışmış olan nesne. (Buğdayla karışmış toprak gibi.) VİZARE Yardım etmek. * Kuvvet vermek. VİZİTE ing. Ziyaret. * Doktorun bir hastayı ziyareti. * Hekim ücreti. VİZR Günah. * Yük. Ağırlık. * Silâh. * Sırta vurulan ağır yük. Yük götürmek. VOKAL İtl. Sesle anlatma. * İnsan sesinin müzikte kullanılması. * Gr: A, E, I, İ, O, Ö, U, Ü gibi sesli harfler. VOLKAN Fr. Yanardağ. VOYVODA Reis, subaşı, ağa gibi çeşitli mânalara gelen bir tabirdir.Voyvodalık Osmanlılarda Milâdi onyedinci asırda başlamıştır. Eyalet valileri ve sancak mutasarrıfları uhdelerine tevcih olunan eyalet ve sancakların mülhak kazalarına halkın isteğiyle yerlilerin ileri gelenlerinden birini voyvoda tayin ederlerdi. (O.T.D.S.) VU'AZ (Vâiz. C.) Vâizler. Vaaz edenler. VUFUD Gelme, geliş. VUFUR Bolluk, çokluk, kesret. VUHUFET Kılın yumuşak ve çok siyah olması. * Çok fazla kıllı oluş, çok kıllılık. VUHUL (Vahal. C.) Çamurlu yerler. Bataklıklar. VUHUŞ (Vahş. C.) Vahşiler, yabaniler, ehlileşmemiş olanlar. VUKU' Düşme, rastlama. * Olma, oluş. * Gidip çatma. * Bir hadisenin çıkış şekli, cereyânı. VUKUAT (Vak'a. C.) Vak'alar, hâdiseler. * Kavga. Yaralama gibi polisi alâkalandıran hâdise. * Normal dışında olan hâdiseler.(Verilen bütün vücud mertebeleri vukuattır, birer illet ister. Fakat, verilmeyen mertebeler; imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise illet istemezler, nihayetsize illet olamaz. Meselâ madenler diyemezler: "Niçin nebatî olmadık?" Şekva edemezler. M.) VUKUD Ateş alıp yanma. Tutuşma. VUKUF Bir şeyi bilme. Öğrenmiş olma. * Bir hâlde kalma. * Durma, duruş. VUKUFDÂR f. Haberi olan. Bilgili. VUKU'-İ HÂL Bir hâdisenin çıkış ve oluş şekli. VUKUKA Tavuk gıdaklaması. * Köpek havlaması. VUSAFA (Vasif. C.) Hizmetçiler, uşaklar. VUSKA (Bak: Vüska) VUSLA Bir şeyi başka bir şeye ekleyen, bitiştiren şey. VUSLAT Visal. Sevdiğine kavuşma, ulaşma, bitişme. Bitiştiren. VUSTA (Müe.) Orta. Ortası. * Orta parmak. VUSU' Kudret, tâkat, güç, kuvvet. VUSUB Dâim ve sürekli olmak. * Vâcip olmak. VUSUK (Visâk ve Vesâk. C.) Bağlar, râbıtalar. * Sözleşme yerleri. * Andlaşmalar. VUSUL Ulaşma, erişme, varma, yetişme. VUU' Tilki. VUUD Vaidler. Vâdeler. VUUL şerefliler. * Kuvvetliler. VUZ' Kadının temizliğinin sonunda hayızdan evvel hâmile olması. VUZU' Hakir etme. Kendini, nefsini tezlil ve tahkir etme, küçümseme. VUZU' Abdest alma. Abdest suyu. Abdest. VUZUH Açıklık. Açık ve anlaşılır şekilde olmak. Netlik. * Aydınlık. * Edb: İfadede açıklık. VÜCUB Vâcib ve lâzım olmak. * Sâbit olmak. * Sukut ve vuku. * Sübut ve temekkün cihetiyle lâzım olmak. Bırakılması mümkün olmamak. * Güneşin batması. * Muztarib olmak. VÜCUBÎ Vücuba ait ve onunla alâkalı. * Müsbet. VÜCUB-U ZEKÂT Zekâtın vacib, şart oluşu. * Verilmesi Allah tarafından emredilmiş olan zekât. VÜCUD Varlık. Var olmak. Bulunmak. * Cesed, cisim, ten, gövde.(Vücud mertebeleri muhteliftir. Ve vücud âlemleri ayrı ayrıdır. Ayrı ayrı oldukları için, vücudda rüsuhu bulunan bir tabaka-i vücudun bir zerresi, o tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücudun bir dağı kadardır ve o dağı istiab eder. Meselâ: Âlem-i şehadetten olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hâfıza âlem-i mânadan bir kütübhane kadar vücudu içine alır. Ve âlem-i hâricîden olan tırnak kadar bir âyine-i vücudun, âlem-i misal tabakasından koca bir şehri içine alır. Ve o âlem-i hâricîden olan o âyine ve o hâfızanın şuurları ve kuvve-i icâdiyeleri olsaydı, bir zerrecik vücud-u hâricîleri kuvvetiyle, o vücud-u mânevide ve misâlide hadsiz tasarrufat ve tahavvülât yapabilirlerdi. Demek vücud rüsuh peyda ettikçe, kuvvet ziyadeleşir; az bir şey, çok hükmüne geçer. Hususan vücud rusuh-u tam kazandıktan sonra, maddeden mücerred ise, kayıt altına girmezse; o vakit cüz'î bir cilvesi, sair hafif tabakat-ı vücudun çok âlemlerini çevirebilir.İşte $ şu kâinatın Sâni'-i Zülcelâli vâcib-ül-vücuddur. Yâni: O'nun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni'dir, zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en râsihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sâir tabakat-ı vücud, O'nun vücuduna nisbeten gayet zaif bir gölge hükmündedir. Ve o derece vücud-u Vâcib râsih ve hakikatlı ve vücud-u mümkinat o derece hafif ve zaiftir ki; Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik, sâir tabakat-ı vücudu, evham ve hayal derecesine indirmişler: $ demişler. Yâni: Vücud-u Vâcib'e nisbeten başka şeylere vücud denilmemeli; onlar, vücud ünvanına lâyık değillerdir diye hükmetmişler. M.)(Vücudun en kuvvetli mertebesi olan "Vücub" un; ve vücudun en sebatlı derecesi olan maddeden tecerrüdün; ve vücudun zevalden en uzak tavrı olan "mekândan münezzehiyet" in; ve vücudun en sağlam ve tegayyürden ve ademden en mukaddes sıfatı olan "vahdet"in sâhibi "Zât-ı Vâcib-ül Vücud"un en has hassası ve lâzım-ı zâtîsi olan ezeliyyeti ve sermediyyeti, vücudun en zayıf mertebesi ve en incecik derecesi ve en mütegayyir, mütehavvil tavrı ve en ziyâde mekâna yayılmış olan hadsiz kesretli bir maddi madde olan esir ve zerrat gibi şeylere vermek ve onlara ezeliyyet isnad etmek ve onları ezeli tasavvur etmek ve kısmen âsâr-ı İlâhiyyenin onlardan neş'et ettiğini tevehhüm etmek, ne kadar hilâf-ı hakikat ve vakıa muhalif ve akıldan uzak ve bâtıl bir fikir olduğu, Risale-i Nur'un müteaddid cüzlerinde kat'i bürhanlarla gösterilmiştir. L.)(Vücud ise; birincisi mümeyyize, ikincisi muhassısa, üçüncüsü müreccihe olmak üzere ilim, irade, kudret sıfatlarını istilzam eder. İ.İ.) VÜCUDÎ Varlığa dair. Var olan şey ile alâkalı. VÜCUD-U HÂRİCÎ Zâhir, ademden çıkmış olan. İlmî vücuddan âlem-i şehadete gelmiş olan. Maddî varlık, cismanî eşya. VÜCUD-U HİSSÎ His ile bilinen vücud. Hisse aid vücud, varlık. Duygulu cesed. VÜCUD-U İLMÎ İlmî varlık.(Vücud-u ilmî, hayat-ı umumiyenin ma'nevî bir cilvesine mazhardır ki, mukadderat-ı hayatiye o ma'nidar ve o canlı elvâh-ı kaderiyeden alınır. S.) VÜCUH (Vech. C.) Çehreler, yüzler, suretler. * Tarzlar. * Sebepler. * İmkânlar. * Münasebetler. * Kur'an-ı Kerim okunuşundaki farklar. * Bir memleketin ileri gelenleri. VÜCUH-U İ'CAZ Mu'ciz olmanın yolları. İ'caz nevileri ve vecihleri. VÜCUH-U SEB'A Yedi vecih. Kur'anın yedi tarzda okunuşu. VÜCUM Tiksinme, iğrenme. * Darılma, küsüp susma. * Göğüse vurma. * Kederli olma. VÜCÜR (Vicâr. C.) Arslan, ayı, kurt gibi vahşi hayvanların inleri. * Sel sularının oyduğu yerler. VÜFFED (Vâfid. C.) Temsilciler, elçiler. VÜFUD Erişme, gelme. * (Vâfid. C.) Elçiler, temsilciler. VÜFUR Çokluk, bolluk, kesret. * Tamam olma. VÜHUB Çok fazla bağışta bulunan, çok bağışlayan. VÜKELÂ (Vekil. C.) Vekiller. Bakanlar. Nâzırlar. Kendilerine iş havale edilenler. VÜKELÂ-İ DEÂVÎ Dâvâ vekilleri. Avukatlar. VÜKNE Kuş yuvası. VÜKUB Yavaş yürüme. VÜKUL Bir kimseyle birlikte bir işe girişme. İşbirliği. VÜKUN (Vekn. C.) Kuş yuvaları. VÜKUR (Vekr. C.) Kuş yuvaları. VÜLÂT (Vâli. C.) Vâliler. * Sâhib çıkanlar. * Koruyan, muhafaza edenler. VÜLÂT-I EMR Vâliler. İşin başındakiler, idareciler. İdareye memur zâbitler. VÜLEYD (Veled. den) Küçük çocuk. VÜLU' Bir şeye aşırı derece düşkünlük. VÜLUC Girme, sokulma, duhul etme. VÜLUG Köpeğin su içmesi. VÜREYD Çok küçük damar. VÜRKA Siyahı galip olan bozluk. VÜRU' Korkaklık. VÜRUD Geliş. Gelme. Vârid olma. Gelip yetişme. * Suya gitme. * (Verid. C.) Toplar damarlar. Siyah kan damarları. VÜRUK Yan yatma. VÜRUŞ Yemek yemek. * Ziyafet vermek. VÜS' (VÜS'AT) Genişlik. Bolluk. * Fırsat. * Boş meydan. * Kuvvet, güç, tâkat. * Varlık, zenginlik. * Fls: Bir şeyin boşlukta doldurduğu yer. VÜSEMA (Vesim. C.) Damgalılar, dağlanmış olanlar. * Güzel yüzlüler. * Rastıklılar. VÜSKA Çok kuvvetli ve sağlam olan. VÜSUB (Vesb - Vesib) Sıçrama, atlama. * Oturma. VÜSUK Bağlar, râbıtalar. * Anlaşma ve sözleşmeler. VÜSUK Sağlam inanma. İtimad etme, güvenme. Muhkemlik, sağlamlık. VÜSÜD (Visâde. C.) Yastıklar. VÜŞUL Mal azlığı. * Zayıflık. VÜZERA (Vezir. C.) Vezirler. (Bak: Vezir) VÜZUB Lüzumluluk, icab etme, gereklilik. VÜZUB Su gibi akma. VÜZUB-İ DEM Kan akma, kanama. VÜZUR Tuzak. * Süprüntü sepeti. Y Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler YA Hey, ey! mânasında nida olarak kullanılır. Arapçada başına geldiği kelimenin i'rabını ötre okutur. Yâ-Halimu, Yâ-Rahimu da olduğu gibi. Yâ, terkibli kelimelerin başına gelirse; baştaki kelimeyi üstün meftuh okutur. Yâ Rabbe-l Âlemîn de olduğu gibi.Yâ üç şekilde kullanılır:1- Müennes zamiri olur. Kübrâ $ Hüsnâ gibi.2- Harf-i inkâr olur.3- Harf-i tezkâr olur. Bu hâlde elifle olursa Harf-i nidâ dır. Bâzen te'kid için kullanılır: Yâ Allah, Yâ Rabbi denildiği gibi. Bazen teessüf, istimdad ve istigase ifade ettiği de olur. Yâ meded Allah, Yâ Allah! gibi. Yâ, terdif beyan eder. Ve yahut manasına: Ya gelir ya gelmez gibi. Taaccüb ve istigrab beyan eder: Ya öyle mi? de olduğu gibi. Tasdik bildirir: Evet, hay hay mânasını ifade eder. Gider yâ gibi. YA Kur'ân alfabesindeki son harfin ismidir. Ebcedî değeri 10'dur. Hecâ harflerinin mahmuse kısmındandır. Şedide ile rihve arasında, ortadadır. YA EYYÜHEL HOTO Ey vahşi, kaba dağ adamı! YA LEYTE Keşke, ne olurdu. YAB f. "Yaften: Bulmak" mastarından emir kökü olup, birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şifayab $ : Şifa bulan, iyileşen. YABAN f. Çöl, sahra. YABANİ Yabana mensub. Issız yerlerde yaşıyan. Yabancı, alışmamış. YABENDE f. Bulan, bulucu. * Keşfeden, kâşif. YABİS Kuru. YABNAK f. Bulan, bulucu. YA'BUB Hızla akan nehir. * Suyu çok olan ark. * Bulut. * Hızla giden at. YÂD f. Anma. Hatırda tutma. Zikretme. * Hediye. * Hâtıra. * Hatır, gönül. * Uyanıklık. YAD-BUD f. Armağan, yâdigâr. YADBÜD f. Hâfıza kuvveti. YADDAR f. Hatırda tutan, unutmayan. YADDAŞT f. Hatırda tutulan şey. Hâtıra. YADE f. Hâtıra. YÂD-I ŞEBÂBET Gençlik hâtırası. YÂD-İ HAZİN Hüzünlü hâtıra. YADİGÂR Hatıra. Bir kimseyi veya bir şeyi hatırlatan. YADKERD f. Hazırlama. YAFE f. Saçma ve mânasız söz. YAFES Hz. Nuh'un (A.S.) üçüncü oğlu. Tufandan sonra Hazar Denizinin kuzeyinde yerleşmiştir. YAFTE f. "Bulunmuş, bulmuş, bulunan" mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şeref-yafte $ : f. Şeref bulmuş. YAFUF Turaç kuşunun yavrusu. YAFUH Bıngıldak. Yeni doğan çocukların baş kemiklerinin arasındaki yumuşaklık. YA'FUR (C.: Yaâfir) Tüyleri toprak renginde olan ceylân. * Ceylân yavrusu. * Gecenin beşte veya altıda bir bölümü. * Peygamberimizin merkebinin adı. YAĞFİRULLAH Allah mağfiret eyler, eylesin, günahlarını örtsün (meâlinde söylenir). YAĞMA f. Zorla mal alma, çapul. * Bir Türk boyu. YAĞMAGER (C.: Yağmagerân) f. Çapulcu, yağmacı, zorba. YAĞMAGERÎ f. Çapulculuk, yağmacılık. YAH f. Buz. YAHAMİM (Yahmum. C.) Kara dumanlar. YAH-AVER f. Buzlu şerbet, buzlu su. YAHBESTE Buz tutmuş, donmuş, buz bağlamış. YAHÇE f. Donmuş yağmur taneleri, dolu taneleri. YAHMUM (C.: Yahâmîm) Kara duman. * Tütün. * Kara nesne. YAHMUR Yaban eşeği. YAHNİ f. Et yemeği, yahni. * Azık, zahire. * Pişmiş şey. YAHPARE f. Buz parçası. YAHTE f. Benzer, misil, eş, nazir. * Oda. * Küçük küp. YAHTEMİL İhtimal. YAHUD f. İsterseniz, veyâ. İyisi. YAHUDİ Hz. Yakub'un (A.S.) oğullarından Yehuda'ya mensub olan. Benî İsrail. Musevî. (Bak: İsrail)Yahudilerin vaziyetlerine ve seciyelerine işaret eden âyetler şunlardır: 2: 60-66 arası. 5: 62-64 arası ve 17: 4.(Yahudilere müteveccih şu iki hükm-ü Kur'anî, o milletin hayat-ı içtimaiye-i insaniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müdhiş düstur-u umumîyi tazammun eder ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa'y ü ameli, sermaye ile mübareze ettirip, fukarayı zenginlerle çarpıştıran, muzâaf riba yapıp bankaları te'sise sebebiyet veren ve hile ve hud'a ile cem-i mal eden o millet olduğu gibi, mahrum kaldıkları ve daima zulmünü gördükleri hükümetlerden ve galiplerden intikamlarını almak için her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor. S.) YAHYA (A.S.) Zekeriya'nın (A.S.) oğludur. Benî İsrail Peygamberlerinden ve İsa Aleyhisselâm'ın şeriatı ile amel edenlerden olmuştu. Hz. İsa'dan (A.S.) önce Tevrat'a göre hareket ederdi. Kudüs'ün o zamanki reisi, Hz. Yahya'nın, Hz. Musa şeriatı üzere amel etmediğini ileri sürdüklerinden şehid ettiler. YAHYAH Beri gel demektir. YAİS (Ye's. den) Ümitsiz, kederli, me'yus. YAKAZA (Bak: Yakza) YAKAZAN Uyanık kimse. * Tozu yükselen toprak. YAKIK Katı nesne. YAKITÎ (YAKUTÎ) Kırmızı üzüm. YAKIZ (C.: Eykâz) Uyanık. YAKÎN Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek.(Yakîn: Ma'rifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, ma'rifet-i yakîn denilmez. Ayn-el yakîn: (kelimenin merfu hali ayn-ul yakîndir.) Göz ile görür derecede veya görerek, müşahede ederek bilmek. Meselâ; uzakta bir duman görüyoruz. Orada ateşin varlığını ilmen biliyoruz, demektir. Bu bilme derecesine ilm-el yakîn deniyor. Ateşe yaklaşıp, gözümüzle görürsek, ona ayn-el yakîn bilmek deniyor. Daha da ilerliyerek bütün hislerimizle ateşin varlığını anladık ise; ateşin yakması ve sâir sıfatlarını da bildik ise, bu nevi'den olan ilmimizin derecesine de hakk-al yakîn deniyor. (Hakkalyakîn: Abdin sıfatları, Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarında fâni olup, kendisi onunla ilmen ve şuhuden ve hâlen beka bulmaktadır. Ö. Nasuhi) YAKÎNEN Hiç şübhesiz olarak, kat'i surette. YAKÎNÎ Şüphe edilmeyecek ilmî halde, hiç şeksiz bilinmeğe dair. YAKÎNİYYÂT Yakînî bir surette bilinenler. YAKTÎN Kabak, kavun ve karpuz gibi dalları yerde yayılan bir nebat adı. YA'KUB (A.S.) Kur'an-ı Kerim'de adı geçen peygamberlerdendir. Yusuf Aleyhisselâm'ın babası ve İshak Aleyhisselâm'ın oğludur. Bir adı da İsrail olduğundan bu sülâleden gelenlere İsrail oğulları mânasına, Benî İsrail denilmektedir. Büyük oğlunun adı Yehud olduğundan sonradan bunlara Yahudi denilmiştir. (Bak: Yusuf A.S.) YAKUT Çeşitli renkleri olan kıymetli bir süs taşı. YAKUT-U MÜZAB Erimiş yakut. * Göz yaşı. * Kan. * Kırmızı şarap. YAKUT-U ZERD Sarı yakut. * Güneş. YAKZA Uyanıklık. Dikkatte olma. YAKZÂN Uyanık. YAKZATEN Uyanık olarak. Şuurlu ve dikkatli surette. YÂL f. Kuvvet, güç. Boyun, gerdan. YÂL Ü BÂL Boybos düzgünlüğü. YALAK Hayvanların su içmelerine mahsus içi oyuk kütük veya taş. Çeşmelerin musluğu altına konulan tasa da bu ad verilir. YALAN (Bak: Kizb) YALDIZ t. Cilâ. * Parlatmağa yarıyan şey. YALE f. Sığır boynuzu. YALMEND f. Aile reisi. Aile başkanı. YA'LUL (C.: Yeâlil) Beyaz bulut. * Su üzerinde peydâ olan kabarcık. * Çift hörgüçlü deve. YALVANE f. Kırlangıç kuşu. YAM f. Posta beygiri. YAMAK Yardımcı, yardak, muavin. YA'MELE İşe dayanıklı cins dişi deve. YAMUR Başının ortasında bir sürü boynuzları olan bir cins geyiğin erkeği. YA'MUR (C.: Yeâmir) Bir nevi ağaç. * Oğlak. Kuzu. YAN f. Hastanın sayıklaması. YANESUN Anason otu. YA'Nİ (Yâni) Bundan maksat, demek, demek isteniyor ki. YANİ' Kıvama gelmiş, olmuş. Pişkin. YANKESİCİ Biçimine getirerek insanın üzerinden gizlice birşey çalan hırsız. YÂR f. Dost, ahbab, tanıdık. * Yardımcı. * Âşık. Mâşuk, sevgili. YARA f. Güç, kuvvet, kudret, takat. YÂRÂN f. Dostlar. Sâdık arkadaşlar. Sevgililer. YARANE f. Dostça. YÂRÂN-I AŞK Âşıklar, aşk dostları. YÂRÂN-I SAFÂ Zevk ve eğlence ile vakit geçiren dostlar. Safâ dostları. YÂRE Yara. YÂRE f. Bilezik. YÂRE-İ HİCRAN Ayrılık yarası. YAREK f. Dölyatağı. Meşime. YÂR-I BÎVEFÂ Vefasız dost. YÂR-I CİHAR (Bak: Çar yâr) YÂR-I GAR Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın en sâdık sahabesi Hazret-i Ebubekir Radıyallahü Anh'ın ünvanı. Hicret esnasında en tehlikeli bir zamanda mağaraya girdiklerinde Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'a sadakatla hizmet ettiğinden bu nam ile anılır. (Bak: Sıddık) YÂR-I KADÎM Eski dost. YARI ÜMMİ Yazıyı tam yazamayan. * İlmi daha ziyade ilhama istinad eden. YÂRÎ f. Yardım. * Dostluk. YARMEND f. Dost, muin, yardımcı. YARRES f. İmdada yetişen. YASEMİN f. Güzel kokulu, beyaz ve güzel çiçekler açan sarmaşık cinsinden bir ağaç. YASIB Yeşim taşı. YASIF Yeşim taşı. YASİN Yâ Seyyid yâ insan gibi muhtelif manalar rivayet edilir. Şifredir Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) fıtraten, hilkaten, edeben ve ahlâken en yüksek olduğu herkesçe bilindiğinden bu isim kendisine verilmiştir. (Bak: Huruf-ı mukattaa) YASİN SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 36. suresinin ismidir. Mekkîdir. YASİR Sol tarafa giden. YA'SUB Arı beyi. * Emir, bey, reis. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir atının ismi. * Atın alnındaki beyazlık. * Bir nevi kuş.(Karıncayı emirsiz, arıyı ya'subsuz bırakmayan Kudret-i Ezeliye; elbette beşeri nebisiz bırakmaz. M.) YÂVE f. Hezeyan. Yalan. Yaygara. Saçma sapan söz. * Sahipsiz hayvan. YÂVE-GÛ (C.: Yâve-guyân) f. Saçmasapan konuşan, saçmalayan. YÂVER f. Yardımcı. Mededkâr. İmdatçı. * En yakın memur. * Devlet büyüklerinin yanında bulunan en yakın memur. YÂVERÂN (Yâver. C.) f. Yâverler. Yardımcılar. YÂVERÎ f. Yâverlik, yardımcılık. YÂVER-İ EKREM Cenab-ı Hakk'ın emrinde çalışan en makbul yâver, en kerim olan Hazret-i Muhammed. (A.S.M.) YAVUZ şiddetli yanan. * A'lâ, fevkalâde. * Pek sert. YAVUZ SULTAN SELİM (Hi: 875-926) Osmanlı Padişahlarından dokuzuncusudur. Sultan Süleyman Han'ın babası, 2. Bayezid Han'ın oğludur.Azim ve sebat örneği olan ve memleket mes'elelerinde en küçük kusurları bile afvedemiyen Yavuz Selim, Çaldıran seferine çıkmıştı. Uzun müddet seferde olan askerleri bir gün padişahın çadırına kurşun atacak kadar işi ileri götürdüler. Yavuz Selim hemen çadırından dışarı fırladı; atına atladığı gibi toplu bir halde duran Yeniçerilerin arasına atını sürdü, öfkeli nazarlarla sert sert baktıktan sonra:" -Bre asker kıyafetli korkak herifler! Askerî itaat, emre muhalefetten mi ibarettir? Zahmete katlanmadan zafer kazanmak kande görülmüştür? Şecaat ve erliğinden şüphe edenler, rahatını düşünenler geri dönüp karılarının yanlarına gitsinler. Ben buraya kadar zahmetler ihtiyar edip, kemal-i zelilâne bir surette geri dönmek için gelmedim. Şemşir-i celâletim altında hamaset ve şecaat göstermek isteyenler benimle beraber gelsinler. Siz gelmezseniz, ben yalnız da giderim...' diyerek atını Çaldıran'a doğru sürmüştür. Neticede Şah İsmail'e galip geldi. Şiiliğin Anadolu'ya yayılmasına mani oldu. Daha sonra Tebriz ve Mısır'ı aldı. Hutbelerde "Haremeyn-i Şerifeyn'in Hâdimi" diye ismini okuttu ve ilk Osmanlı Hâlifesi oldu. Osmanlı Devletinin topraklarını iki misline çıkardı. Büyük bir İslâm ittihadı için gayret gösteriyordu. Şirpençe denilen bir çıban vesilesi ile Rahmet-i Rahman'a kavuştu. Türbesi, İstanbul'da yaptırdığı Sultan Selim Camii avlusundadır. (R. Aleyh) YAZDEH f. Onbir. YAZDEHÜM f. Onbirinci. YA'ZİD Acı marul. YEAKİB (Ya'kub. C.) Erkek keklikler. YEALİL (Ya'lul. C.) Suları berrak ve saf akan göller. * Beyaz bulutlar. * Su üzerinde meydana gelen kabarcıklar. * Çift hörgüçlü develer. YEASİB (Ya'sub. C.) Reisler, başkanlar, başlar. * Arıbeyleri. YEBAB f. Yıkık, bozuk, harap, virâne. YEBAN f. Sahra, çöl. * Issız ve tenha yer. YEBANİ f. Görgüsüz, kaba. * Yabâni, kırlarda biten. * Sıkılgan, ürkek. (Bak: Yabani) YEBES Sonradan kuruyan yaş mevzi. YEBREM Gelberi ismiyle bilinen bir cins demir kürek. YEBS Islak şeyin kuruması. YEBUSET Kuruluk, nemsizlik, rutubetsizlik. YE'CÜC VE ME'CÜC Kısa boylu olacakları söylenen ve Kur'an-ı Kerim'de bahsi geçen ve ortalığı fitne ve anarşiye boğacak olan bir kavmin ismi.(Ye'cüc ve Me'cüc hâdisatının icmâli Kur'anda olduğu gibi, rivâyette bir kısım tafsilât var. Ve o tafsilât ise, Kur'anın muhkemâtından olan icmâli gibi muhkem değil, belki bir derece müteşabih sayılır. Onlar te'vil isterler. Belki râvilerin içtihadları karışmasıyla tâbir isterler. Evet $ Bunun bir te'vili şudur ki: Kur'an'ın lisan-ı semavîsinde "Ye'cüc ve Me'cüc" nâmı verilen Mançur ve Moğol kabileleri, eski zamanda Çin-i Maçin'den bir kısım başka kabileleri beraber alarak kaç defa Asya ve Avrupa'yı herc ü merc ettikleri gibi, gelecek zamanlarda dahi dünyayı zir-ü zeber edeceklerine işaret ve kinayedir. Hattâ şimdi de komünistlik içindeki anarşistin ehemmiyetli efrâdı onlardandır. Evet, ihtilâl-i Fransavîde hürriyet-perverlik tohumuyla ve aşılamasıyla sosyalistlik türedi, tevellüd etti. Ve sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrip ettiğinden aşıladığı fikir, bilâhare Bolşevikliğe inkılâb etti. Ve Bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkıye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan; elbette, ektikleri tohumlar hiç bir kayıd ve hürmet tanımayan anarşistlik mahsulünü verecek. Çünkü kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıksa; akıl ve zekâvet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir; daha siyasetle idare edilmez. Ve anarşistlik fikrinin tam yeri ise; hem mazlum kalabalıklı, hem medeniyette ve hâkimiyette geri kalan çapulcu kabileler olacak. Ve o şeraite muvafık insanlar ise; Çin-i Maçin'de kırk günlük bir mesafede yapılan ve acâib-i seb'a-i âlemden birisi bulunan Sedd-i Çinî'nin binasına sebebiyet veren Mançur ve Moğol ve bir kısım Kırgız kabileleridir ki, Kur'an'ın mücmel haberini tefsir eden Zât-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) mu'cizane ve muhakkikane haber vermiş. Ş.) (Bak: Mürted) YED El. * Mc: Kuvvet, kudret, güç. * Yardım. * Vasıta. * Mülk. YEDAN Eller. İki el. YEDEYN İki el. YED-İ BEYZÂ Musa Aleyhisselâm'ın mu'cize olarak gösterdiği beyaz ve parlak eli. Bu tabir mecaz olarak keramet ve hârikulâde haller ve meziyetler hakkında kullanılır. YED-İ EMİN Kanunen güvenilir kimse olarak seçilen şahıs. * Mahkemece kendisine bir şey emanet olunan kimse. * Emniyetli, tehlikesiz ve korkusuz yer. * Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir lâkabı. YED-İ KUDRET Allah'ın kudreti ve kudretinin tasarrufu. YED-İ RAHMET Rahmet eli, Rahmetle ihsan edilmesi. YED-İ TASARRUF Sahibolma, sâhiblik. YED-İ TULÂ En uzun el. * Geniş nüfuz. * Tam, çok geniş ilim ve ihtisas. * Büyük kudret. YEDİYY El ile dokunmuş. YEDULLAH Cenab-ı Hakk'ın kudreti, yardımı. YEFA' Yüksek yer. YEFEN Bunak adam. YEFTENC Sevgililerin zülüfü kendisine benzetilen siyah renkli büyük bir yılan. YEGÂN f. (Yek. C.) Birler. Tekler. Teker teker. YEGÂN YEGÂN f. Ayrı ayrı. Birer birer. YEGÂNE Tek, bir. YEGÂNE-GÎ f. Teklik, yegâne ve tek oluş. YEGDEN f. Birden, birdenbire. YEGUS Nuh Aleyhisselâm'ın kavmine ait bir put. YEHHİR Katı ve sert taş. * Serap. YEHMA Sahra, çöl. YEHMUM Kömür gibi simsiyah olan şey. * Zifir ve kara duman. * Cehennem ahalisini ihata eden perde. YEHMUR Çok sözlü, çok konuşan adam. * Çok çalışkan ve işe cür'etli olan kişi. * Yeri götüren balık. YEHR İnat etmek. YEHUD Yakub (A.S.) ın büyük oğlunun adıdır. (Bak: Ya'kub) YEİS (Ye's) Ümitsizlik. (Bak: Ye's, Himmet) YEK f. Bir, münferid. * Bir oluş, birlik. YEK-ÂVÂZ f. Tek sesli, bir sesli. * Mc: Bir tarzda, bir şekil üzerine. * Edb: Başından sonuna kadar aynı kuvvette güzel olan manzume. YEKÂYEK f. Birer birer. Tek tek. * Ansızın. YEKBAR (Yekbâre) f. Bir defa, bir kere. Bir defada. YEKCİNS f. Aynı cinsten. YEKÇEŞM Tek gözlü. * Âhir zamanda gelecek olan Deccal'ın bir ismi. "Sadece dünya hayatını şiddetle isteyip âhireti unutan ve inkâr eden" meâlinde mecazen söylenilmiştir. * Güneş. (Bak: Deccal) YEKDANE f. Eşi, benzeri olmayan. Tek. YEKDEM f. Bir nefes, çok az, çok kısa. YEKDEST f. Bir elli, tek elli. * Bir çeşit, bir cins. * Eskiden yapılmış bir çeşit rende. YEKDİĞER Bir başkası. YEK-DÜ-SE f. Bir-iki-üç. YEKE f. Yalnız, bir, tek. YEKNESAK Devamlı aynı halde olan. Biteviye. Değişmez bir hal.(Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuddan ziyade şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider. L.) YEKPA f. Tek ayaklı. Topal. YEKPARE Tek parçadan meydana gelen. Bütün. Parçasız. YEKREH f. Riyasız, doğru. YEKRİŞTE f. Uygun, muvafık, yaraşır. * Şefkatli. YEKRU(Y) f. İki yüzlülük yapmayan, riyasız. * Hâlis ve itimad edilir dost. YEKRUZ f. Bir günlük. Geçici, muvakkat. YEKSAL f. Bir yıllık. Bir yaşında. YEKSAN Beraber. Bir. * Düz. * Her zaman. YEKSER f. Baştan başa. * Ansızın. * Yalnız başına. YEKSÜVARE (C.: Yeksüvârân) Yalnız başına ata binen. * Mc: Arkadaşı olmayan kimse. YEKŞEBE f. Bir gecelik. YEKTA Tek, yalnız, eşsiz. * Bir kat. YEKTENE f. Tenha, yalnız başına. YEKÛN Toptan, hepsi. Netice. Toplam. (Arapçada; olur-oluyor mânâsınadır) YEKVÜCUD Tek kişi gibi. Hep birden. YEKZEBAN Söz birliği. Ağız birliği. Sözde beraberlik. * Aynı dili konuşan. Bir dilde. YEL (C.: Yelân) Pehlivan. şampiyon. YELAN (Yel. C.) f. şampiyonlar, pehlivanlar. YELDA f. Uzun. YELE f. Kuvvetle saldıran. * Otlağa salınmış hayvan sürüsü. * Koşan, koşucu, seğirten. * Bazı hayvanların ensesindeki kıllar. YELEB Beyaz deve. * Polat demir. * Toplamak, cem'etmek. * Deriden yapılmış cübbe, zırh ve gömlek. * Kalkan. YELEK(A) Her nesnenin beyazı. * Beyaz keçi. YELEL Üst dişlerin kısa olması. YELEM Aslâ yemişi olmayan sert ve katı ağaç. YELEMLEM Deri. * Bir yerin adı. (Yemenliler ihramı orada giyerler.) YELENDED Etli, semiz kimse. YELMA' Yalancı. * Serap. YELMEK (C.: Yelâmık) Kalın kaftan. YELPEZ Yelpaze. * Serinletmek için el ile havalandırma âleti. YELTENMEK t. Bir şeye başlamağa niyet etmek. Teşebbüse kalkışmak. Özenmek. Taklide çalışmak. YEMAME Ehlî güvercin. YEMEN Arap diyarında bir vilayet ismi. YEMHUR Uzun boylu adam. * İt sineği. YEMİN Sözü Allah'ı (C.C.) zikrederek kuvvetlendirmek. Kasem. * El tutuşarak, Allah'a bağlılıklarını bildirerek, Allah'a ve birbirlerine söz vererek ahitleşmek. * Mübarek. * Sağ taraf, sağ el. YEMİN-İ LÂĞV Alışkanlıkla veya dil sürçmesiyle veya sehven yapılan yemindir (ki; şer'an kefâret lâzım gelmez). YEMM Deniz, bahir, derya, umman. * Güvercin kuşu. YEN' Yemişin olgunlaşması. YENABİ' (Yenbu'. C.) Kaynaklar, pınarlar, çeşmeler. * Kedi yavruları. YENABİ'-İ ULÛM İlim kaynakları, çeşmeleri. YENARIK Yassı bilezik. YENBAGİ Münasib, uygun, şâyân. Lâzımgelir, icab eder, gerekir. YENBU' (C.: Yenâbi) Pınar, kaynak. * Kedi yavrusu. YENBUB Dikenli bir ağaç. YENGEÇ t. Çok ayaklı ve yan yan yürüyen, başının iki tarafında iki kıskacı olan deniz veya durgun sularda yaşayan bir küçük hayvan. YENHUB Korkak. YENME (C.: Yünem) Bir nevi ot. YERA (Yerâa. C.) Yontulmamış kamış kalemler. Kamışlar. * Ateşböcekleri. YERA' Sığır buzağısı. YERAA (C.: Yerâ) Kamış düdük. * Yontulmamış kalem. YERABİ' (Yerbu'. C.) Tarla fareleri. YERBU' (C.: Yerabi') Arap tavşanı adı verilen yaban faresi. YEREKAN Sarılık hastalığı. * Ekin âfetlerinden bir âfet. YERER Katı ve sert nesne. YERHAMÜKÜMULLAH Allah (C.C.) size rahmet ve merhamet eylesin meâlinde dua olup, aksıran kimseye söylenmesi sünnettir. (Bak: Teşmiyet) YERHUM Erkek kartal. YERKU' Şiddetli açlık. YERMA' (C.: Yerâmi) Alçı taşı. YERUN Ağu, zehir. * Aygır suyu. YE'S Emelinden kesilmek. Ümidsizlik. Nevmid olmak. Matlubunun hâsıl olmasına ümidini kesmek.(Arkadaş! Amele ve taate muvaffak olmayan azaptan korka, ye'se düşer. Böyle me'yusun gözüne, dinî mes'elelere münafi edna ve zayıf bir emare, kocaman bir bürhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez; diğer emarelerin saikasıyla ilân-ı isyan ederek İslâm dairesinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder. M.N.) (Bak: Ucb) YESAG f. Kanun, nizam. * Yasak. YESAR Sol, sol el. * Varlık, zenginlik. * Gençlik. * Bolluk. * Kolaylık. YESARET Zenginlik. * Kolaylık. YESARÎ Sola ait. Sol ile alâkalı. YE'S-AVER f. Ümitsizlik veren. Me'yus eden. YESBEHUN Yüzerler. (manasında) YE'S-EFZA Kederi, ye'si ve elemi artıran. YESER Kolaylık, sühulet. * Birinin sağ tarafından gelme. * Yün, ip gibi şeyleri bükme. YESİR Az şey, az, kalil. * Kumarbaz. * Kolay. YESR Öldürmek. YESRİB Medine-i Münevvere'nin müslümanlıktan evvelki ismi. (Bak: Medine) YESSİR Kolaylaştır (meâlinde duâ). YESTEUR Medine yakınında bir yer. * Deve sağrısına yapılan palas. * Belâ. * Bâtıl. * Misvak ağacı. YESUR Kumarbaz. YEŞB (YEŞF-YEŞM) Yeşim denilen taş. YEŞK f. Köpek dişi adı verilen sivri diş. YETAMA (Yetim. C.) Yetimler. Babaları ölmüş çocuklar. YETEM (Bak: Yütm) YETİM Babası ölmüş olan çocuk. * Tek, eşsiz, yalnız. (Çocuk baliğ olduktan sonra yetimlik ondan kalkar. Anası ölene ise daha çok öksüz denir.) YETİME Yetim kız. * Eşsiz. YETİM-HÂNE f. Yetim çocukların bakılıp beslendiği yer. YETİM-ÜT TARAFEYN Anası ve babası ölmüş çocuk. Anadan babadan yetim kalmış çocuk. YETN Doğum ânında çocuğun ayaklarının evvel çıkması. YETU' Sütleğen otu. YEUK Nuh Aleyhisselâm'ın kavminin putlarından bir putun ismi. YEUS (Ye's. den) Ümitsiz, ümidi kesilmiş, me'yus. YEVM Gün. Yirmidört saatlik zaman. * Sene. * Asır. Devir. * Devre. YEVMEN FE YEVMEN Günden güne, gittikçe. YEVMÎ Günlük. Güne ait. YEVM-İ FASL İnsanların kısım kısım ayrıldığı ve davalarının halledildiği kıyamet günü. Bundan başka kıyamet gününe aşağıdaki isimler de verilir: Yevm-ül cem', yevm-ül cevab, yevm-ül cezâ, yevm-üd din, yevm-ül ahd, yevm-ül feza-ul ekber, yevm-ül haşr, yevm-ül hisâb, yevm-ül ivaz, yevm-ül karar, yevm-ül karia, yevm-ül kıyam, yevm-ül kıyame, yevm-ül mev'ud, yevm-ül miâd, yevm-ül misak, yevm-ül mizan, yevm-ül va'd, yevm-ül vâkıa, yevm-üs suâl, yevm-ül arz. YEVM-İ MİSAK Sözleşilen gün. * Kıyâmet Günü. YEVM-İ NÜŞUR Kıyamet günü, mahşer günü. Herkesin amel defterinin açılıp neşredilip gösterileceği gün. YEVM-İ ŞEVK Şaban-ı Şerifin otuzuncu günü. Ramazan olması zannedilip ancak hilâl görülmedikçe oruç tutulması münasib olmayan gün. YEVM-İ TENAD Kıyamet günü. YEVM-İD DİN Din günü, ceza günü, mâneviyat günü.(...Nasıl dünya; maddiyat ve maddî harekâtın ve amellerin günüdür. Elbette o harekâtın neticelerini ve o hizmetlerinin ücretlerini ve o maneviyatın semeratlarını, belki o fâniyat ve zailâtın bâki ve dâimî eserlerini ve âlem-i misal sinemasıyla ve fotoğrafıyla alınan umum o fâniyat ve zaillerin sahife-i amellerini gösterecek ve neşredecek bir gün gelecektir, diye ifade ediliyor. E.L.) YEVMİYE Gündelik. Bir günlük çalışmanın neticesi alınan ücret. * Günlük hadiseleri günü gününe kaydetmeğe yarıyan defter, gazete. YEVM-ÜL FETİH Fetih günü. * Mekke-i Mükerreme'nin fethi. YEVM-ÜL HAMİS Perşembe günü. Beşinci gün. YEVM-ÜL HULUD Kıyamet günü. YEVM-ÜL HURUC Kıyamet günü. YEVM-ÜN NAHR Zilhiccenin onuncu günü. YEVM-ÜT TELÂKİ Kıyamet günü. Ruz-u mahşer. YEZ f. Bağ, bahçe, tarla vs. gibi arazilerin etrafına çekilen dikenli çalı. Çit. YEZDAN f. Cenab-ı Hak. * (Mecusilerce) : Hayırları yaratan hayır ilâhı dedikleri mevhum mâbud. YEZDANÎ İlâhî. Yezdan'a ait ve müteallik. YEZEK f. Bekçi, gece bekçisi. YEZİD (Hi: 26-64) Hz. Muaviye'nin (R.A.) oğlu ve Emeviye Devletinin ikinci halifesi. Şam'da doğdu. Zamanında Kerbelâ hâdise-i elîmesi meydana geldi. YEZİD BİN EBİ SÜFYAN Ebu Süfyan'ın oğlu. Hz. Muaviye'nin büyük kardeşi idi. Ashab-ı kiramdan ve çok sâlih bir zât olup, Mekke-i Mükerreme'nin fethinde müslüman oldu. Hazret-i Ebu Bekir-is Sıddık Radıyallâhü anh'ın Şam'a gönderdiği orduda bir birliğin kumandanı idi. Hz. Ömer zamanında Filistin valisi olmuştu. Taundan vefat eyledi. (R.A.) YOGA Bâtıl Hind felsefe sistemi. Bunlar tam bir dalgınlık ve hareketsizlik ile ve çile çekmekle gayelerine ulaşacaklarını sanarlar. YOGİ Hindistan'da çilecilere (yogalara) verilen isim. YOL-DAŞ Yol arkadaşı. YORDAM t. Edâ. * Alâyiş, tantana, debdebe. * Meleke, çalım, çeviklik, alışkanlık, yatkınlık. Çabukluk. YORUM Uydurma bir kelimedir. (Bak: Tefsir) YORUMLAMAK (Bak: Tefsir etmek) YUCE f. Damla, katre. YUDA Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerindendir ve onu ihbar edip ihanet etmiştir. Yehuda veya Yuda Şem'un da denir. (Ol hangi acib sır ki, çıkar göklere İsa. Kimdir çekilen çarmıha, kimdir yine Yuda. E.L.) YÛDLÛN Tarhun otu. YUG f. Boyunduruk. YUH (Yuhâ) Güneşin isimlerindendir. * Türkçede, birisine karşı hakaret için söylenen kelimedir. Kalabalıkla haykırılan hakaret kelimesidir. Buna "yuha çekmek" denir. YUHANNA Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerinden birisidir. İncillerden birisini yazmıştır. İbranicede Yahya mânasına gelir. Yuhannes, Ohannes, Con (Fr.: Jan) denir. YUNUS (A.S.) Benî İsrail peygamberlerinden ve Kur'an-ı Kerim'de bahsi geçenlerdendir. Elyesa (A.S.) dan sonra Ninova şehrine gönderildi. Şehir ahalisi kendisine itaat etmediği için müteessir olarak bir gemiye binmiş ve oradan denize atılmış. Cenab-ı Haktan emir almadan şehri terk ettiğinden bu hâl başına gelmişti. Büyük bir balık onu yuttu. Hz. Yunus tam bir iltica ile Allah'a dua etti ve balık onu gece, bir sahil kenarına bırakıverdi. Sıhhat bularak tekrar Ninova şehrinde ahkâm-ı İlâhiyeyi tebliğe devam etti.(İşte Hz. Yunus Aleyhisselâm'ın birinci vaziyetinden yüz derece daha müdhiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz nazar-ı gafletle onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor. Onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim heva-yı nefsimiz hutumuz (balığımız) dur. Hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hutundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder, bizim hutumuz ise yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor. Madem hakiki vaziyetimiz budur biz de Hazret-i Yunus'a (A.S.) iktidâen umum esbabdan yüzümüzü çevirip, doğrudan doğruya Müsebbib-ül Esbab olan Rabbimize iltica edip "Lâ ilâhe illâ ente sübhaneke innî küntü minezzâlimîn" demeliyiz. L.) YUNUS EMRE (Vefat Mi: 1320) Porsuk Nehri'nin Sakarya'ya döküldüğü yere yakın Sarıköy'de doğduğu söylenir. Tasavvufî halk edebiyatının veli şâiri olan Yunus Emre, yaşadığı devirde halk tabakasını irşad ve tenvir etmiştir. Bir çok memleketleri ve bu arada Konya, Şam ve Azerbeycan'ı dolaştı. Konya'da Mevlâna ile görüştü. Risalet-in Nasuhiye isminde Mesnevî tarzında bir eser yazdı. Şiirleri daha sonra "Divan" adlı bir kitapta toplandı.Mevcudattaki her zerrede Cenab-ı Hakk'ın varlık ve birliğini okutturan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bir eserinde, sinek kanadının hârika san'atından, tevhide delil ve alâmet olduğundan bahsederken şöyle der:"- Bir sineğin kanadı, vücudu ne kadar hârika bir san'at-ı Rabbaniye olduğuna lâtifâne bir işaret olarak meşhur Yunus Emre'nin bu fıkrası ne güzel bildirir:Bir sineğin kanadın, kırk kağnıya yüklettim. Kırkı da çekemedi, şöyle kaldı yazılı..." YUNUS SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 10. suresidir. Mekkîdir. YUSUF (A.S.) Hz. Yakub'un (A.S.) oniki oğlundan en küçüğü idi. Babası kendisini çok severdi. Gördüğü bir rüyayı babası tabir ederek peygamber olacağını ve bütün kardeşlerinin kendisine itaat edeceklerini söyledi. Kardeşleri kendisini kıskandıkları için bir hile ile izini kaybetmek istediler ve bir kuyuya attılar. Oradan Mısır'a giden kervancılar aldılar. Mısır'da köle diye sattılar. Sarayda Mısır Maliye Nâzırı'nın yanında hizmet ederdi. Güzelliği, temizliği dillere destan oldu. Mısır Azizi'nin karısı Zeliha'nın iftirasına uğrayarak bir müddet hapiste, zindanda kaldı. Orada peygamberlikle müşerref oldu. Mısır Meliki'nin gördüğü rüyayı en sahih olarak Hz. Yusuf (A.S.) tabir ederek bir müddet sonra hapisten çıktı. Rüyadaki tabir gibi yedi sene bolluk oldu. Ve ondan sonra da yedi sene kıtlık başlamıştı. Hz. Yusuf da Hazine Nâzırı tayin edildi. Her taraftan mahsul, yiyecek almağa gelirlerdi. Kenan illerinde hasta ve Yusufuna ağlamakla gözleri görmez olan Hz. Yakub'un evlâdları da mahsul almak için geldiler. Hz. Yusuf evvelâ onları tanımazdan geldi, sonra onlara iyilik etti ve babalarını da Mısır'a davet etti. Yusuf'un gömleğini gözüne sürmekle Hz. Yakub'un gözleri de açılmıştı. Yusuf (A.S.) Mısır'a aziz oldu, Zeliha ile evlendi. Kardeşleri, babası da Mısır'a davet edildi ve mes'udane bir hayata kavuştular. Kısas-ı Enbiya)(Hz. Yusuf (kendisi) Cenab-ı Hak'tan vefatını istedi ve vefat etti. O saadete mazhar oldu. Demek o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet, kabrin arkasında vardır ki, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikatbîn bir zat, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun...İşte Kur'an-ı Hakîm'in şu belâgatına bak ki, Kıssa-i Yusuf'un hâtimesini ne suretle haber verdi. O haberde dinleyenlere elem ve teessüf değil, belki bir müjde ve bir sürur ilâve ediyor. Hem irşad ediyor ki; kabrin arkası için çalışınız, hakiki saadet ve lezzet ondadır... Hem Hz. Yusuf'un âlî sıddıkiyyetini gösteriyor ve diyor: Dünyanın en parlak ve en sürurlu hâleti dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun etmiyor, yine âhireti istiyor. M.) YUSUF SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 12. suresidir. Mekkîdir. YUŞA (A.S.) Hz. Musa'dan (A.S.) sonra peygamber olmuş ve Benî İsrail'i çöllerden kurtarmıştı. Ondan sonra pek çok reisler Yahudilerin idaresinde bulundu, bazan da hâkimsiz kalarak esaret hayatı yaşadılar. Tâ bir müddet sonra İsmail (A.S.) hâkim oldu. Onbir sene Benî İsrail'i idare etti. Sonra içlerinden bir melik olmasını istediler. İsmail (A.S.) Tâlut'u intihab eyledi. Benî İsrail meliklerinin birincisi Tâlut oldu. Tâlut saltanata geçtikten sonra Hz. İsmail'in (A.S.) tedbiri üzere Benî İsrail'den bir ordu tertib etti ve Filistin üzerine yürüdü. Düşmanları Amelika ordusu karşı geldi. Reisleri Câlut meydana çıkıp er istedi. Tâlut tarafından Hz. Dâvut çıktı ve Câlut'u öldürdü. Bir müddet sonra devlete, Benî İsrail'e Hz. Dâvut (A.S.) hâkim oldu. Amelika ile sonradan bir muharebede Tâlut öldü. Dâvut (A.S.) nübüvvetle saltanatı cem' eyledi. Kudüs'ü pay-i taht eyledi. Kırk sene idareyi Musa'nın (A.S.) şeriatı üzerine Benî İsrail'i idare eyledi. YUZ f. Kaplanı andırır yırtıcı bir hayvan, pars. YUZE f. El açan, dilenci. YÜBS Kuruluk. YÜBUSET Kuruluk. YÜDİ (Yed. C.) Eller. YÜMKİN Olabilir, mümkün olur. YÜMN (Yümün) Kuvvetli, uğur, bereket. YÜMNA Sağ taraf, sağ el. YÜMNE Yemen alacalarından bir alaca kumaş. YÜMNÎ Uğura, berekete ait. Uğurlu. YÜMN-İ İMAN Kuvvetli imandan gelen bereket ve kuvvet, saadet. YÜMUM (Yemm. C.) Denizler. YÜRNA Kına. YÜSCAN Yeşil taylasanlar. YÜSR (YÜSÜR) Kolaylık. Genişlik. Rahatlık. Zenginlik. Gına. Refah. YÜSRA Sol taraf. Sol el. (Eyser'in müennes) YÜSRET Kolaylık, sühulet. Rahat. YÜSRUG Ot arasında olan kırmızı bir böcek. YÜSUR Ekşi yüzlü olmak. YÜSÜR Kolaylık, sühulet, yüsr. YÜTM (Bu kelime esasen infirad mânasına gelir) Bir çocuğun pederi vefat etmekle pedersiz kalması ki: Bu, yalnız insanlara mahsustur. Hayvanatta ise vâlidesiz kalmaya denir. Yetim de denir. (L.R.) YÜUS (Ye's. C.) Yeisler, ümitsizlikler, kederler. Z Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler Z?YUT (Zeyt. C.) Yağlar. ZA (-Zây) f. " Doğuran" anlamına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nâdire-zâ $ : Nâdir şeyler yapan, bulunmaz şey meydana getiren. ZA Zı harfinin bir adı. "Zâ-yı mu'ceme" de denir. Noktalı olduğundan dolayı " : tı" harfinden ayırdetmek için bu isim verilmiştir. ZA Sâhib, malik, erbab, ehil mânalarında olup, "Zî" ve "Zû" şeklinde de kullanılır. (Müennesi "Zât" dır) ZA Bu, şu mânalarına gelir. Ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hâkezâ: Bunun gibi, böyle. ZA Ze harfinin adı. ZAAF (Bak: Za'f) ZAAL Şâdlık, neşeli oluş, neşat. ZAAN (ZIÂN) Deve üstüne mahfe bağladıkları ip. ZAAR şiddetli korku. ZA'AR Zâlim kimse ki herkes ondan korkar. ZAARRE Kişinin ahlâk ve huyunun kötü olması. ZAAZİ' (Za'zaa. C.) Sarsmalar, ırgalamalar. ZAB (Zevben - Zevebânen) Eriyen, erimiş, eridi. ZA'B Def'etmek, kovmak. * Doldurmak. ZA'B Avaz, ses, savt. * Bacanak. ZAB' Sırtlan. ZABAB Rutubetli duman. Sis. ZABAZIB Devenin çok acıktığında karnının ötmesi. ZABB Kertenkele, keler. ZA'BEL (C.: Zeâbil) Karnı büyük, boynu ince olan çocuk. ZABIT Mahkeme, meclis gibi yerlerde söylenenlerin olduğu gibi yazılmışı. * Alâkalılarca yazılarak karşılıklı imzalanan, karşılıklı anlaşmayı bildiren yazı. * Yazı varakası. * Birçok kimselerce imzalanan rapor. ZÂBITA Yurt içinde emniyet ve intizamı korumakla vazifeli devlet kuvveti, polis. * Fık: Bütün hususlara şâmil olmayıp yalnız bir hususa ve onun teferruatına şamil olan hususi kaideye denir. Kanun ve âdet, zabt ve idareye vesile olan bağ. ZÂBITA-İ AHLÂKIYE Ahlâk zâbıtası. ZÂBITA-İ BELEDİYE Belediye zâbıtası. ZÂBİH (Zebh. den) Boğazlayan, kesen. Kurban kesen. ZABİL Kısa boylu. ZÂBİT (C.: Zâbitân) Askere kumanda eden rütbeli asker. * Kuvvetli, yavuz. * Zabteden. Başkalarını zabtedip idare etmeğe memur olan. * Subay. * Mc: Dediğini yaptıran, tuttuğunu koparan kimse. ZÂBİTÂN (Zâbit. C.) Zâbitler. Subaylar. ZABT Zabt etmek. İdâresi altına almak. * Sıkıca tutmak. Kendine mal etmek. * Kavramak. * Kaydetmek. Hülâsasını yazmak. * Bağlamak. ZABT U RABT Disiplin, âsâyiş, düzen. * Hüsn-ü tedbir ve basiret ile muhâfaza. ZABTIYYE Jandarma veya polis kuvveti. Memleket içi âsâyiş ve intizamı te'min maksadı ile çalışan hükümet kuvveti. ZABTIYYE NÂZIRI Emniyet genel müdürü. ZABTIYYE NEZARETİ Emniyet Umum Müdürlüğü'nün eski ismi. ZABT-NÂME f. Hâdise veya vak'a yerinde alâkalı kimselerin hâdisenin oluş şeklini imzâ altında kaydettikleri kâğıt. Zabıt tutulan kâğıt. ZABU' (C.: Zıbâ) Sırtlan. ZA'BUB Kısa boylu fena adam. ZABY Geyik, karaca, gazâl denen hayvan. ZABYAN Ağaç. ZABZAB Men'etmek, engel olmak. * Ayıp. * Zahmet. Maraz, hastalık. ZAC Kara boya. ZA'C Koparmak. ZACC Cenk arasında medet istemek. Savaşta yardım istemek. ZACİR(E) Mâni olan, alıkoyan, yasak eden. Zecreden. Zorlayan. ZAD Azık. Yolda yenecek veya içilecek gıda maddesi. ZAD (Ziyadet. den) Artsın, çoğalsın. ZAD f. "Doğma, doğmuş, evlâd" mânalarına gelerek birleşik kelime yapılır. Meselâ : Mâder-zad : Anadan doğma. Nev-zad : Yeni doğmuş. ZADE f. Evlâd, oğul. * İyi insan. * Nikâh neticesi olmuş çocuk. * Kelime sonuna getirilerek birleşik kelimeler de yapılır. Meselâ: Şah-zade (Şehzade) $ : Padişah evlâdı. ZADE (Ziyâdet. den fiil) Çoğaldı, ziyade oldu veya çok olsun, çoğalsın (meâlinde). ZADEGÂN f. Asâlet. * Temiz ve meşhur soydan olan. Tanınmış ve temiz âileden olan. Aristokrat. * Meşhur ve belli âileler cemaatı. ZADEGÎ f. Asillik, soy temizliği, zadelik. ZADE-İ TAB' (Zâde-i tabiat - Zâde-i hâtır) Bir kimsenin kabiliyetinden, tabiatından meydana gelen eseri. ZADELLAH Allah ziyade eylesin, artırsın (meâlinde dua). ZADEN f. Doğmak, doğurmak. ZÂD-I ÂHİRET Âhiret için hazırlık. Âhiret azığı. İbadet ve sâlih amel. ZA'F Zayıflık. Kuvvetsizlik. İktidarsızlık. ZA'F Derhal, hemen öldürmek. ZAFAİR (Zafire. C.) Örülmüş saçlar. ZAFAR Yemen diyarında bir şehrin adı. ZAFER Muvaffak olma, maksada erme. Bir çok uğraşmadan sonra maksada erişme. * Düşmanı yenme, üstün gelme. Başarma. ZA'FERAN (C.: Zeâfir) Güzel kokulu meşhur bir çiçek. ZAFERE Göze inen perde. ZAFER-YAB f. Muzaffer olan, muvaffakiyet gösteren. Üstün gelen. Gayesine erişen. ZA'F-I TE'LİF Edb: İbarenin, anlamayı güçleştirecek kadar karışık olması. ZA'FÎ Zayıflığa aid. Kudretsizliğe, cılızlığa dair. ZAFİR Galib gelmiş olan. ZAFİR Zafer bulan. Zafere erişen. ZAFİRE Yar, yoldaş. * Kavim. Kabile. ZAFİRE Kapı perdesi. ZA'FİYYET Zayıflık, dermansızlık, güçsüzlük. ZAFR (Bak: Zufr) ZAFRE Çukur yer. ZAG (C.: Ziygan) f. Karga ve kuzgun. * Fitneci, gammaz. ZAGAFE (C.: Züguf) Nazik, yumuşak gömlek. * Geniş nesne. ZAGAİN (Zagine. C.) Kinler, nefretler. ZAGAK Kızılcık yemişinin çekirdeği. ZAGAN f. Çaylak. ZAGAR Av köpeği. ZAG-BEÇE f. Karga yavrusu. Yavru karga. ZAGİNE (C.: Zagain) Kin, nefret. ZAGT Bir şeyi bir yere zorla sokma, girdirme. ZAGZAG Zayıf nesne. ZAGZAGA Mânâsız söz. * Bir nesneyi gizlemek. ZAHA Çirkin kokulu, pis kokulu. ZAHAİR (Zahire. C.) Zahireler. Yiyecek, hububat gibi şeyler. ZAHAR Arka ağrısı. ZAHARA Ev eşyası. ZAHF (C.: Zuhuf) Ayaklarını sürüyerek yürüme. Sürünerek yürüme. * (Çocuk) emekleme. * Askerin, düşmana karşı emekliyerek ilerlemesi. ZAHH Hışım ve gadap etmek, öfkelenmek, kızmak. * Kovmak, def'etmek. ZAHİB (Zehâb. dan) Giden, gidici. * Bir zanna kapılan. Bir fikre uyan. ZAHİD(E) (Zühd. den) Tas: Borç olan ibadetlerden, aslî vazifelerden başka dünya süs ve makamlarından feragat eden kimse. Sofi. Müttaki. Zühd ve perhizkârlıkla muttasıf. ZAHİDÂNE f. Zahide yakışır surette. Ehl-i takva gibi. ZAHİF Nişandan beri düşen ok. * (C.: Zâhifât) Yılan gibi karnı üzerine sürünerek yürüyen. ZAHİF Kibirli, mağrur. ZAHİFE (C.: Zevâhif) Sürüngenler, (yılan gibi) yerde sürünenler. ZAHİH Ateş közünün parlaması. ZAHİK Berbat, perişan, helâk olmuş. * Bâtıl. Köhne. ZAHİL Zakkum ağacı. ZAHİL (Zühul. den) İhmal eden. Unutan. ZAHİL Sıkıntıdan sonra yüreği feraha erişen. * Unutan. ZAHİR (Zahr. dan) Kuvvetli deve. * Yardımcı, arka çıkan. * Geriden gelen kuvvet. ZAHİR Yüksek şeref. * Neşv ü nemâ bulup, gelişip, etrafa sarılıp sarmaşmış bitki. ZAHİR Engin denizler. * Taşkın, coşkun. * Semiz, tavlı ve bol olan. ZAHİR Parlak, parlayan. Hüsün ve safvet üzere olan. ZAHİR (Zuhur. dan) Görünen, âşikâr olan. Açık, belli, meydanda olan. * Görünüşe göre. * Şüphesiz. * Suret. Dış yüz. Görünüş. * Anlaşılan. * Meğer. Galiba. Zannederim. Elbette. ZAHİRE Dışarı fırlamış olan göz. * Günün yarısında devenin otlamaktan gelmesi. ZAHİRE (Zahâyir) Öğle vakitleri sıcaklığın çok olduğu vakitler. ZAHİRE (C.: Zevâhir) Parlak. ZAHİRE Anbarda saklanan yiyecek, hububat. Azık. ZAHİRE-İ ÂHİRET Ahiret azığı. Hayır ve iyilikler. Sâlih amel ve ibâdetler. ZÂHİREN Görünüşe göre. Meydanda olduğu gibi. Göründüğü gibi. ZÂHİRÎ (Zâhiriyye) Görünüşte olduğu gibi. Zâhire âit ve müteallik. Asıl ve hakiki olmayan. * Zâhiriyyun mezhebine âit olan. (Bak: Zâhir) ZÂHİRÎ MEZHEB Huk: Hanefî imamlarından İmam-ı Muhammed'in (El-Mebsut, El-Câmi-üs Sagir, El-Câmi-ül Kebir, Ez-Ziyâdât, Es-Siyer-üs Sagir, Es-Siyer-ül Kebir) nâmları ile mâruf olan altı kitabında münderiç bulunan mes'elelere denir. Buna "Zâhir-ür rivâyât mesâili" denir. İmam bu eserlerde kendi fıkhî görüşlerini değil, üstadları İmam-ı A'zam ve Ebu Yusuf'un akvâl-i fıkhiyesini zikretmiştir. ZÂHİRİYYAT Dış görünüşler. ZÂHİRİYYUN Görünüşe göre hükmedenler. İç yüzünü, hakikatını iyi bilmeyenler. Ehl-i zâhir olanlar. * İlm-i Kelâm'da: Nassların zâhir mânalarına göre hüküm çıkaran ve te'vil ve tevcihten geri duranlar ve tarafdarları. ZÂHİR-PEREST f. Bir şeyin iç yüzüne, hakikatına kıymet vermeyip görünüşüne kıymet veren. Dış yüzüne ehemmiyet veren. İç yüzüne aldırış etmeyip, hakikatını bilemeyen. ZÂHİT (Bak: Zâhid) ZAHK Hastalıktan dolayı tilkinin tüyü dökülüp derisi açılması. ZAHL Öç. İntikam almak. * Düşmanlık, adâvet etmek, kin tutmak. ZAHM Yara, ceriha. ZAHM İri. ZAHM Galebe etmek. * Omuz vurmak. * Sıkıştırmak. * Tazyik. ZAHMDAR f. Yaralı, mecruh. ZAHME f. Vurma, darbe. * Yara, ceriha. * Üzengi kayışı. ZAHMET Sıkıntı, eziyet. Yorgunluk. * Zor, güç. ZAHMHURDE f. Mecruh, yaralı. ZAHM-İ TÎG Kılıç yarası. ZAHM-İ ZEBAN Dil yarası. ZAHMİN f. Yaralı, mecruh. ZAHMKÂR f. Yaralayıcı, yara açan. ZAHMNAK f. Yaralı, zahmzede, mecruh. ZAHMRES f. Yara açan, yaralayıcı. ZAHMZEDE f. Yaralı. Mecruh. ZAHR (C.: Zuhur-Ezhâr) Binek devesi. * Kuş yeleklerinin kısa tarafı. * Kara yolu. * Sırt, arka. * Yüksek yer. * Kur'an'ın lâfz-ı şerifi. * Haber. ZAHR-I GAYB Gıyabında, kendisi hâzır olmadan. ZAHR-I KALB Kuvve-i hâfıza. Ezber kuvveti. Ezbere. ZAHRÎ (Zahriyye) Arkaya âit, arka ile alâkalı. * Bir kâğıdın arkasına yazılan yazı, şerh. ZAHZAH Uzak, baid. ZAHZAHA İkrar etme, uzaklaştırma. * Uzak, baid olma. ZAİ' Yayılmış olan. Dağılmış olan. Herkesçe bilinen şey. ZA-İ MU'CEME Rı harfinden ayırd etmek için ze harfine verilen bir isim. ZAİB Eriyici, eriyen. ZAİD Artan. Fazlalık. İlâve olunmuş. * Lüzumsuz, gereksiz. * Gr: Te'kid için söylenen. * Mat: Müsbet işareti, artı. (+) (Bak: Harf-i zâid) ZAİF (Za'f. dan) Güçsüz, iktidarsız, kuvveti az, kuvvetsiz, tâkatsız. Kansız. Gevşek, tenbel. ZAİF Kalp, eksik akçe. ZAİK Tadan, tadıcı, lezzet alan. Zevklenen. ZAİKA (Zevk. den) Tatma, tad alma. Tad alıcı kuvvet, tad duyurucu hassa.(Hakiki ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatın ve ehl-i kalbin kuvve-i zâikası, Rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i zâikada taamlar adedince mizancıklarla nimet-i İlâhiyyenin envâını tartmak ve tanımak; bir şükr-ü manevî suretinde cesede, mideye haber vermektir. İşte bu suretle kuvve-i zâika yalnız maddî cesede bakmıyor, belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle midenin fevkinde hükmü var, makamı var. S.) ZAİL (Zâile) Geçen, geçici.Devamlı olmayan. Tükenen. ZAİLAT (Zâil. C.) Zâil olan şeyler. ZÂİLÂT-I FÂNİYE Gelip geçici olanlar, bir hâlde durmayıp gidenler. ZAİM (Zeâmet. den) Zeâmet sahibi. Kefil. * Prens. Şef, lider. ZAİNE (C.: Zuun-Zaâyin-Zâân-Ez'ân) Mıhfe içinde olan kadın. ZAİR(E) Ziyaret eden, ziyaretçi. Hatır sormaya, görmeye giden. * Seyirci. ZAİT (Bak: Zâid) ZAK Pak, arı, temiz. ZAK f. Dölyatağı, meşime. Rahim. ZA'K Çağırmak, bağırmak. ZAK-DAN f. Döl yatağı, rahim. ZAKINE (C.: Zevâkın) Enek çukuru. ZAKİ Güzel kokulu, keskin kokulu. ZAKİ (Zâkiyye) Saf ve temiz kimse. Hareket ve davranışları düzgün olan kişi. ZÂKİR Zikreden, zikredici. * Hafızası kuvvetli. * İlâhiler okuyan. Çok çok duâ ve Esmâ-i İlâhiyeyi okuyan. * Tekrar eden. ZÂKİRE Andıran, hatırlatan, hatıra getiren şey. ZÂKİRÛN (ZÂKİRÎN) Zikredenler. ZAKKUM Cehennem'de bir ağacın ismi, cehennemliklerin yiyeceği. * Gösterişi güzel, çiçekli ve zehirli meyvesi olan yâsemine benzeyen bir bitki ismi. ZAKM Yemek, ekl. ZAKN Yükletmek. ZAKNA' Uzun. * Kaba, yoğun. * Eğri. ZAKT Cima etmek. ZAKV Çağırıp bağırmak. ZAKZAK Yeynicek, hafif. * Bir karınca cinsi. ZAKZAKA Çocukların oynayıp sıçramaları. ZAL () harfinin bir ismi. "Dal-i Mu'ceme ve "Zel" de denir. * Horoz ibiği. ZAL İhtiyar. Ak sakallı. * f. İranlı meşhur kuvvet ve pehlivanlık senbolü Rüstemin babasının adı. ZAL' Eğilmek, meyl etmek. * Dar olmak. * Davarın ağır yük getirmekten dolayı yürürken iki yanına eğilmesi. ZALAL Gölge eden. Gölge olan. ZALÂM Karanlık. Zulmet. ZALÂM-I ZULM Zulmün karanlığı. ZALEF Kum ve taş olmayan sağlam yer. ZALEME (Zâlim. C.) Zâlimler. ZALF Men'etmek. Nefsini bir işe rağbet ve teveccühten men etmek. * Mübah şey. * Bâtıl. * Şiddet. * Beyhude. ZALİ' Geniş, bol, vâsi. ZALİ' (C.: Zulu') Eğri, meyilli. * Müttehem kimse. Töhmetli. * Aksak hayvan. ZALİF Çok hor, çok hakir kimse. ZALİFEN Birisinin izine uyup gitmek. * İzini gizlemek, belirsiz etmek. ZALİK Giden, gidici. ZALİK(E) Bu, şu, o. Kezâlik. Böylece. ZALİL Gölgeli. ZALİM (C.: Zılem-Zılmân) Deve kuşunun erkeği. * Kaymağı alınmadan içilen süt. * Hiç bozulmamış yerden kazılan toprak. ZÂLİM(E) Zulmeden, haksızlık eden. ZÂLİMÂNE f. Zâlim olana yakışır şekilde. Zulmeder surette. Zâlimce. ZÂLİMÎN (Zâlim. C.) Zâlimler, zulmedenler. ZÂLİMÛN (Zâlim. C.) Zulmedenler. Haksızlık edenler. Zâlimler. ZALLAM (Zalûm) Çok zulmeden. Çok zâlim. ZALM Kar. * Diş beyazlığı. ZALMA (C.: Zulem) Karanlık. ZALÛM Çok zulmeden. Çok zâlim. ZAM Ayıp. ZAM (Bak: Zamm) ZA'M Kelâm, söz. ZAMA Diş etinin kanının az olması. ZAMA' Susuzluk. ZAMAİM (Zamime. C.) İlâveler, ekler. Artırmalar. ZAMAİR (Zamir. C.) Zamirler. Bir şeyin iç yüzleri. * İsim yerine kullanılan kelimeler. ZAMAİR-İ ŞAHSİYYE Şahıs zamirleri. " Ben, sen, o" gibi isim yerine geçen kelimeler. (Bak: Şahıs zamiri) ZAMAN Kefil olma, kefillik. Bir şeyin mislini veya değerini vermek üzere zarara karşı kefil olma, garanti. ZAMAN (Bak: Zeman) ZAMANET Kötürümlük. ZAMAN-I AMEL Üzerine alma. Deruhde etme. İltizam. ZAMAN-I RÜCU' Huk: Cayma tazminatı. Vadinden dönme tazminatı. ZAMİH Somak ağacı. ("Tadım" da denir) ZAMİLE (C.: Zevâmil) Yük hayvanı. * Küçük yük. ZAMİME Ek, ilâve. Artırma, katma, ekleme. ZAMİN Hasta ve kötürüm kimse. ZAMİN Tazmin eden. Kefil olan. ZAMİN Ödeyen. Kefil. Tazmine mecbur olan. ZAMİR Bir şeyi gizlemek. * İç. * Huk: Bir şeyin iç yüzü. * Niyet. * Vicdan. Kalb. * Gaye. * Gr: Mütekellim, muhatab ve gaibe delâlet eden ve bunların makamına kaim olan rumuzat harfleri ve harf terkiblerinin her biri. (Ben, sen, o; ene, ente, hüve gibi) ismin yerini tutan kelime. ZAMİR Düdük çalan. Ney çalan. Ney-zen. ZAMİR-İ FİİLÎ Gr: Geçmiş zaman fiillerinin sonuna gelen -dim, -din, -Di, -dik, -diniz, -diler... gibi eklerdir. ZAMİR-İ İZAFÎ Gr: Muzâfların sonuna gelen -im, -in, -i, -imiz, -iniz, -leri gibi eklerdir. ZAMİR-İ MÜTEKELLİM Mütekellim zamiri, yani konuşanın isminin yerini tutan zâmir. ("Ben" gibi) ZAMİR-İ NİSBÎ Gr: İsimlerin sonuna gelen, -im, -sin, -dir, -iz, -siniz, -dirler gibi eklerdir. ZAMİR-İ ŞAHSÎ Gr: Şahıs gösteren ve şahısların ismi yerine kullanılan zamirler; Ben, sen, o, biz, siz, onlar gibi. (Bak: Şahıs zamiri) ZAMM Bir şeye bir şeyi ekleme. Artırma. Katma. Fazla olarak verme. * Kenarlarını bitiştirme. *Gr: Bir harfin zammeli (ötreli) okunuşu. ZAMME Ötre o, ö, u, ü, diye okunan harfin harekesi. ZAMME-İ MAKBUZE-İ HAFİFE (Ü) sesini veren zamme. ZAMME-İ MAKBUZE-İ SAKİLE (U) sesini veren zamme. ZAMME-İ MEBSUTA O sesi. ZAMME-İ MEBSUTA-İ SAKİLE (O) sesini veren zamme. ZAMMETÂN (ZAMMETEYN) İki zamme. ZAMPARA (Aslı "zenpare"dir) Kadınlar peşinde dolaşan ahlâksız erkek. ZAMYA Yufka dudaklı. * Yufka kapaklı. * Dişinin etleri boz olup kanı az olan kimse. ZAMYAN Palamut ağacına benzer bir ağaç. (Necid bölgesinde olur.) ZAMZAM (C: Zamâzim) Büyük ve kuvvetli arslan. * Gadaplı ve kızgın kimse. ZAN Ayıp. ZAN (Bak: Zann) ZA'N Göçmek. ZANBUR (Bak: Zünbur) ZANGOÇ (Ermenice) Kilisenin hizmetlerini gören ve çan çalan kimse. ZANİ(YE) Zina eden. Meşru olmayan nikâhsız cinsî münasebette bulunan. ZANİN Suç işlediği zannedilen kimse. Töhmetli, suçlu kimse. ZANİN Cimri, bahil ve hasis olan. ZANİYE (Bak: Zani) ZANK Dar yer. Dar şey. * Darlık, sıkıntı. ZANKÂ' (Bak: Dankâ') ZANN şüphe. Zannetmek, samak. Sezme. ZÂNN Zanneden. Sanan. Zannedici. ZANN-I GALİB Kuvvetli, hakikate en yakın olan zann. (Bak: Su-i zan) ZANN-I KABUL-Ü CUMHUR Bir hükmün doğruluğunu ekseri müçtehidlerin ve ehl-i reylerin zann derecesinde, yani kuvvetli ihtimal ile kabul etmeleri.(Ümmeti da'vetle teşri' edemez, fehmi şeriatten olur; lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri' olamaz.İcma' ile cumhurdur, sikke-i şer'i görür. Bir fikre davet etmek zann-ı kabul-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor.Yoksa, davet bid'attır; reddedilir, ağzına tıkılır; onda daha çıkamaz... Lemeât) ZANNÎ Zanna ait, zanna dâir ve müteallik. ZÂNÛ f. Diz. ZÂNÛ-BER-ZÂNÛ f. Diz dize. ZÂNÛ-BE-ZÂNÛ f. Diz dize. ZÂNÛ-BE-ZEMİN f. Diz çökerek, dizini yere koyarak. ZANÛN Düşünce ve tedbiri kıt olan adam. * Suyu olup olmadığı bilinmeyen kuyu. * Suyu az olan kuyu. ZÂNÛZEDE f. Diz çökmüş. ZÂNÛ-ZEN f. Diz çökmüş. ZAPT-Ü RABT (Bak: Zabt ü rabt) ZAR f. Kelimenin sonuna gelerek birleşik kelimeler olur. İsimlere eklenerek yer adı bildirilir. Meselâ: Lâle-zar $ : Lâle bahçesi. ZAR f. İnleyen, sesle ağlayan. * Zayıf, dermansız. ZA'R Meyletmek, eğilmek. ZA'R Bedende kılın az olması. ZAR' (C.: Zuru') Meme. * Süt veren hayvan memesi. ZAR ZAR f. Hazin hazin, yanık yanık, (sesle) ağlıya ağlıya. ZARAAT (Derâat) Alçalma. Kendini küçük görme, küçültme. ZARAFET Zariflik, incelik, kibarlık. Nâzik davranış. Muamelede, harekette ve giyimde hoşluk ve temizlik. ZARAFET-PERVER f. Zarafete düşkün olan, zarifliği seven. ZARAGIM (Zırgam. C.) Arslanlar. ZARAİF Zârif, ince, hoş şeyler. ZARAR Lüzumlu ve kıymetli bir şeyin eksilmesi veya kaybolması. Ziyan. Kayıp.(Zarar, birşeye dahil olan eksikliktir ki, hastalık veya körlük, topallık gibi sakatlık demektir. Nitekim anadan doğma a'maya ve pek zayıf hastaya darir denilir. Mühimmat ve levazım tedarikinden âciz olmak da bu mânadadır. Binaenaleyh zararlılar; dertli, sakat, âciz, özürlülerdir. Bunların gayrı olan gayr-i uli-z zarar ise, sahih, salim ve kadir olanlar demek olur. E.T.) ZARAR-DİDE f. Zarar görmüş olan. Ziyana, kayıba, noksanlığa uğramış olan. ZARAR-I ÂMM Umumla ilgili zarar. ZARAR-I BEYYİN f. Meydanda ve âşikâr olan zarar. ZARAR-I HASS Bir veya bir kaç şahsa âit olan zarar. ZARAR-I MAHZ Fık: Kendisinin faydası yerine zararı olan. ZARAR-I MA'NEVÎ Huk: Tazminat. Manevî zarar ve ziyan. ZARB (Bak: Darb) ZARF Kap, kılıf. Mahfaza. * İçine mektup konulan kılıf kâğıt. * Gr: Bir fiilin veya bir sıfatın veya başka bir zarfın mânasına "yer, zaman, mâhiyyet" (Nicelik, nitelik) gibi cihetlerden başkalık katan vasıflarını belirten kelime. ZARF-I MEKÂN Mekân gösteren kelime. ("Burada, dışarda, içerde" gibi) ZARF-I ZAMAN Gr: Zaman gösteren kelime. ("Erken, geç" gibi) ZARFİYYET Gr: Kelimenin zarf olması hâli, bir kelimenin zarf olarak kullanılması. ZARİ f. Ağlayıp sızlama. * Hakirlik ve itibarsızlık. ZARİ' (Zer'. den) Ekin eken. Çiftçi. ZARİ' Hurma ağacının dikeni. ZARÎ Kanı durmayan damar. ZARİB (C.: Zırâb) Bir ucu keskin yerli taş. * Küçük tepe. ZARİF(E) Zarafetli. İnce ve nâzik tavırlı. Güzel. Şık. İnce nükteli. * İnce nükteli ve güzel tâbirlerle konuşan. ZARİFANE f. Zariflikle, incelikle, zarif olana yakışır surette. ZARİFE Fazla ve lüzumsuz söz. ZARİF-ÜT TAB' İnce, zarif tabiatlı, güzel huylu. ZARİH (Darih) Mezar, kabir. Türbe. ZARİR (C.: Ezırre-Zırrân) Kaba, sert yapılı ve muhkem yer. ZARİS Taşla yapılmış kuyu. ZARİYAT Kırıp ufalayan, toz duman edip götüren kuvvetler. * Velud kadınlar. (Bak: Zerv) ZARİYAT SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 51. suresidir. Mekkîdir. ZARR Zarar. ZARR Soğuktan dolayı suyun donması. ZÂRR Zarar veren, zararlı. ZARRÂ' (Darrâ') Şiddet. Keder, mihnet, sıkıntı. ZARURAT (Zaruret. C.) Zaruretler. Sıkıntı ve muhtaçlıklar. ZARURET Çaresizlik. Muhtaçlık. Sıkıntı. Yoksulluk. ( $ kaidesi, yâni: "Zaruret, haramı helâl derecesine getirir." İşte şu kaide ise, küllî değil. Zaruret, eğer haram yoluyla olmamış ise, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa, su-i ihtiyariyle, gayr-ı meşru sebeblerle zaruret olmuş ise, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ: Bir adam su-i ihtiyariyle, haram bir tarzda kendini sarhoş etse; tasarrufatı, ulema-i Şeriatça aleyhinde câridir, mâzur sayılmaz. Tatlik etse, talâkı vâki olur. Bir cinâyet etse, cezâ görür. Fakat su-i ihtiyariyle olmazsa, talâk vâki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelâsı, zaruret derecesinde mübtelâ olsa da, diyemez ki: "Zarurettir, bana helâldir." S.)(Meşakkat teysiri celb eder. Yâni: Suubet, sebeb-i teshil olur ve darlık vaktinde vüs'at gösterilmek lâzım gelir. Karz ve havale ve hacr gibi pek çok ahkâm-ı fıkhıyye bu asla müteferri' dir. Ve fukahanın ahkâm-ı şer'iyyede gösterdikleri ruhas ve tahfifat hep bu kaideden istihraç olunmuştur.Şu kadar var ki hakkında nass-ı kat'i bulunan, meselâ yapılması her halde kat'iyyen memnu bulunan bir hususda meşakkat özrile o nassın hilâfı irtikâb olunamaz. Orada meşakkat, teysiri celb etmez.Bu kaide, Eşbah'da $ diye münderiçtir.Zaruretler, memnu olan şeyleri mübah kılar. Yâni: İşlenmesi men ve nehy edilmiş bazı şeyler vardır ki, bunları yapmak, zaruret halinde mübah hükmünde olur, bundan dolayı yapan muahaza edilmez. Muteber bir ikraha mebni başkasının malını itlâf veya açlıktan helâk havfından dolayı başkasının taamını rızası olmaksızın yemek gibi.Maamafih haram ve memnu olan şeyler, üç nevidir. Birincisi: Memnuiyeti aslâ sâkıt olmayan muharremattır. Başkasını zulmen öldürmek veya başkasının haksız yere bir uzvunu kesmek gibi. İkincisi: Aslâ sâkıt olmayıp zaruret vaktinde ruhsata mahal olan muharremattır. Başkasının malını itlâf gibi. Üçüncüsü: Zaruret halinde memnuniyeti sâkıt olan muharremattır. Meyte gibi temiz olmayan bir şeyi yemek gibi.Bu kaide, Eşbah'da $ diye münderiçtir ve arz olunduğu üzere her memnua şâmil değildir. Ist. Fık. K.) ZARURÎ (Bak: Zaruriyye) ZARURİYYAT (Zarurî. C.) Mecburi işler. İster istemez olan işler. ZARURİYYAT-I DİNİYYE İman edilmesi zaruri olan dinin esasları, (Allah Teâlâya, Âhiret gününe, Meleklere, Peygamberlere, Kitaplara ve hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmak.) ZARURİYYAT-I NÂŞİE Bir şeyin kendisinde bulunması zaruri olan ve ondan ayrılması mümkün olmayan ve zâti hassadan meydana gelen zaruretler. ZARURİYYE (Zarurî) Mecburî. İster istemez olacak iş. İhtiyarî olmayan, mecburî olan. ZA'T Boğmak. Boğazlamak. ZÂT Hürmete lâyık kimse. * Kendi. Öz, asıl. * Ehil. Sâhib. (Zu'nun müennesi) ZÂTEN Esâsen, aslında, asıl olarak. ZÂTÎ (Zâtiyye) Zâta mensub. Kendisine âit, ile alâkalı, hususi. Özel. ZÂTİYYAT şahsiyetler. Zâta mahsus işler. ZÂT-UL ESMÂR Meyve veren. Meyveli. ZÂT-UL HAREKE Kendi kendine hareket eden cisim. Aslında hareketli olan cisim. Otomatik. ZÂT-UL İLKAH-İ ZÂHİRE İlkahı (döllenmesi) çiçek vâsıtasıyla olan nebat. ZÂT-ÜL BEYN İki kişi arasındaki düşmanlık. ZÂT-ÜL CENB Yan zarı iltihab. Akciğer zarı iltihabı. ZÂT-ÜL MATÂLİ' Birkaç matlâı bulunan akaside. ZÂTÜLBEYN (Zât-ül beyn) İki kişinin arasında olan düşmanlık. ZÂTÜLCENB (Zât-ül cenb) Tıb: Akciğer zarı iltihabı. Akciğer veremi. ZÂT-ÜR RİE Akciğer zarı iltihabı. ZÂT-ÜZ-ZEVC Kocası olan kadın. ZAUN Yük devesi. ZAV' Aydınlık. Işık. ZAVABIT (Zâbıta. C.) Kaideler. Nizamlar, usuller. ZAVAHİR (Zâhir. C.) Görünüş. Dış görünüş. * Göze çarpan yerler. Yüksek yerler. ZAVARİB Nabız damarları. ZAVİYE Köşe. * Küçük tekke. * İki çizginin birleşmesi ile hasıl olan köşe, şekil. * Mat: Birbiriyle kesişen iki satıh veya iki çizginin birleştiği yerde meydana gelen açıklık. Açı. Açı ölçü birimi 360 eşit parçaya bölündüğü takdirde "derece", 400 eşit parçaya bölündüğü takdirde "grat" tır. ZAVİYETÂN (ZAVİYETEYN) İki zaviye. İki açı. ZAV'-UŞ ŞEMS Güneş ışığı. ZAY'A (C: Zıyâ') Geliri olan bina. * Tarla. Çiftlik. * Binasız arsa. ZAYA' Elden çıkma, yok olma. ZAYAN Yasemin çiçeği. ZAY'AT Kaybolma, kaybetme. ZAYF Misafir. Gelip geçen. ZAYH İncir ağacı. ZAYH Çok sulu süt. ZAYİ' (Ziya'. dan) Elden çıkan. Kaybolan. Yitik. Zarar, ziyan. ZAYİÂT Zarar ve ziyanlar. Yitikler. ZAYİG Mail, eğik, eğilmiş. ZAYİGA Meyledici, eğilen. ZAYİL Uzun etekli gömlek. * Uzun kuyruklu at. (Müe: Zâyile) ZAYR Mazarrat, ziyan. ZAYVEN (C.: Zayâvin) Yaban kedisi. * Erkek kedi. * Hırçın ve vahşi adam. ZA'ZA' Bir şeyi parça parça etmek. * şiddetle esen yel. ZA'ZAA şiddetle hareket ettirmek, sarsmak. ZA'ZAA Doldurmak. * Ayırmak. * Rüzgâra savurmak. ZA'ZAA-İ ESNÂN Dişlerin şiddetle birbirine vurması. ZE Kur'an alfabesinde onbirinci harftir ve ebcedi kıymeti 7'dir. ZE'A' Bölükler, fırkalar. ZEAL İnkârdan sonra ikrâr etmek. ZEAM Tamâ, hırs. ZEAMET Şeref, şan. Riyaset. * Yetiştirdikleri hayvanları ile birlikte harbe iştirak eden ve Sipâhi denen Osmanlı askerine öşrü alınmak üzere verilen en büyük timâr. ZE'B Ayıp. * Reddetmek. Hor ve hakir etmek, kepaze yapmak. ZEBAB Karasinek. (Bak: Zübab) ZEBAN f. Dil, lisan, lügat, lehçe. ZEBAN-ÂVER f. Düzgün konuşan, düzgün söz veya şiir söyleyen. * Dile getiren. ZEBAN-DIRAZ f. Dil uzatan, atıp tutan. ZEBANE f. Terazi gibi bazı âletlerin dili andıran parçaları. * Alev. ZEBANEKEŞ f. Alevlenen, alevli. ZEBANEŞ Onun dili. ZEBANİ Cehennem'de vazife gören melek. ZEBANİYÂN f. (Zebaniye) Zebaniler. Cehennemlikleri Cehennem'e atmaya vazifeli melekler. ZEBANİYE Azap melekleri. ZEBANZED f. Ata sözü, darb-ı mesel. * Alışılmış, her zaman söylenen söz. ZEBAYİH (Zebiha. C.) Kurbanlık hayvanlar. ZEBB Men ve defetmek. Kovmak. * Yaban sığırı. ZEBB Üzüm kurutmak. ZEBEB Kaşın kıllı ve yoğun olması. ZEBED (C.: Ezbâd-Zübed) Köpük. * Kir ve pas, tüfl. ZEBER f. Üst. ZEBERCED Zümrüd cinsinden ve onun kadar kıymetli olmayan, sarımtırak yeşil, cam parlaklığında kıymetli taş. ZEBERDEC Zeberced taşı. ZEBERDEST f. En üstün, galib, hâkim, âmir. * Mâhir. ZEBERDESTÎ f. Maharetlilik, ustalık. * El üstünlüğü, üstünlük, galibiyet. ZEBERİN f. Üstteki. ZEBG Yaramaz huy, kötü alışkanlık. ZEBH Kesme, boğazlama. Kurban kesme. (Boğazlanmış veya boğazlanacak hayvana da "zebiha" denir.) ZEBİB Kuru üzüm. Kuru incir. * Yılan veya akrep gibi hayvanların zehiri. ZEBİH Kesme, boğazlama. Kesilecek hayvan. * Hz. İsmail'in (A.S.) ve Hazreti Muhammed'in (A.S.M.) babası Hz. Abdullah'ın lâkabı. ZEBİHA Boğazlanmış veya kesilecek hayvan. (Bak: Zebh) ZEBİHEYN İki kurban. ZEBİL Fışkı, gübre. * Pislik. ZEBİR Sıkıntı, mihnet. * Yazılmış şey. Mektup. ZEBK Yolmak. ZEBL İnce belli olmak. * Çiçeğin solması. * Deniz kaplumbağasının sırt kemiği. ZEBN Şiddetle def'etmek. * Devenin çifte vurması. ZEBR Kitab. Cüz. Kitap yaprağı. * Yazı yazma. * Söz. Yazı. * Akıl, zekâ. * Kuvvetli, sağlam, şiddetli adam. * Men'eylemek. ZEBREC Ziyne, süs. ZEBTEL Kısa boylu. ZEBUN f. Zayıf, güçsüz, âciz. * Alışverişte aldanan. ZEBUNÎ f. Zayıflık, güçsüzlük, âcizlik. ZEBUN-KUŞ Düşkünleri ezen. Zâlim. Gaddar. ZEBUR Kitap. Mektub. * Peygamber Hz. Dâvud'a (A.S.) vahiy ile gelen mukaddes kitabın adı. ZEBZEB (C.: Zebâzib) Adam zekeri. ZEBZEB Uzun gemi. ZEBZEBE Muallâkta kalma. * Mütereddit. * Titreme. * Asılı bir şeyi havada oynatmak. ZE'C şiddetle emme, yutma. * Doldurmak. ZECA (Zecven - Zeccâ - Eczâ) Sevketmek, yürütmek. * Def etmek. ZECA' Hüküm geçmek. * Kolaylık. ZECC Süngünün arkasıyla vurmak. * Atmak. * Deve kuşunun yelmesi. ZECCA' Adımı birbirinden uzak olan. ZECCAC Şişeci. Camcı. Sırça işleri yapan. ZECEC Kaşın uzun ve ince olması. ZECEL Avaz, ses, savt. * Mübâlağa ile çağırmak. ZECL Atma. ZECME Kelime. ZECR Menetme, engel olma. Nehyetme. * Zorlama, zorla yaptırma. * Önleme. Sıkma. * Kovma. Eziyet etme. * Angarya olarak çalıştırma. * Köpek balığı. * Çağırma. * Sürme. ZECRE Çağırmak, bağırmak, sayha. * Men'etmek, engel olmak. ZECREN Zorlayarak, zorla. * Ceza olarak. * Engel olarak, menederek. ZECRÎ Cebren, zorlayıcı olarak. ZED Vurucu, vuran mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Guş-zed $ : Kulağa çalınan. Zeban-zed $ : Yayılmış söz. ZED f. Vurma, dövme. ZEDE (Zed) f. Birleşik kelimeler yapılarak, "vurulmuş, çarpılmış, tutulmuş" manalarına gelir. Meselâ: Musibet-zede $ : Musibete uğramış. ZEDEGÂN (-zede. C.) f. Tutulmuşlar, çarpılmışlar, uğramışlar mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. ZEDERGÂH (Bak: Zidergâh) ZEELAN Yab yab yürümek. ZEFER Ağaca vurulan payanda, destek. ZEFER Kötü koku. ZEFERAT Soluk almalar. ZEFF Kişinin nikâhlısını kocasına teslim etmek. ZEFİF Çabuk davranan. Çevik. * Deve kuşunun yelmesi. * Gelini kocasına göndermek. * Hızla gitmek. ZEFİR Çok şiddetli ses. * Hıçkırıkla nefes vermek. Göğüs geçirmek. * Ağlatmak. * İnlemek. * Ateş gürültüsü. * Eşek anırtısının evveli. * Belâ. ZEFİRR Uzun boylu yiğit. * Kuvvetli deve. ZEFN Raksetmek, dansetmek. ZEFR Yükseltmek. * Yük getirmek. ZEFUR Kir, pas, vesah. ZEFZEFE Titreme, sarsılma. ZEGAB Kuş yavrusunun üstünde olan sarıca tüyler. ZEGAN f. Çaylak. ZEHAB Gitmek. * Zihnen bir yola sapmak. Yanlış düşünce. Bir fikre uymak. Zan. ZEHADET Dünyadan, yâni nefsanî, fani ve fena şeylerden çekinmek. Zâhidlik. Sıkı sıkıya dine bağlılık. ZEHAİR (Bak: Zahair) ZEHARİF (Zuhruf. C.) Yalancı süsler, yaldızlar, gösterişler. * Sahte süsler. ZEH-DAN f. Döl yatağı, rahim. ZEHDER Çakır doğan. * Doğan yavrusu. * Bir atın adı. ZEHEB Altın. ZEHEBÎ Altına ait. Altından yapılma. ZEHEB-İ ZÂİB Eriyen altın. ZEHEM Yağlı ve kirli olmak. ZEHEN (C.: Zehân) Zeyreklik, akıllılık. * Hıfz. * Kuvvet. ZEHER (C.: Ezhâr-CC: Ezâhir) Çiçek. ZEHF Yeynilik, hafiflik. ZEHİ (Bak: Zihi) ZEHİB Altın sürülmüş, yaldızlı. ZEHİD Az, kalil. ZEHİM (C.: Zühüm) Yağlı ve kirli. ZEHK Yorulmak. ZEHK Helâk olmak, mahvolmak. * Bâtıl olmak. * Okun nişanı aşıp geçmesi. * Çıkmak, huruç. * Derin kuyu. ZEHL Dalgınlıkla unutma, geciktirme. İş çokluğundan sonraya bırakma. * Kasden unutma. ZEHL (Bak: Zahl) ZEHLUL İyi at. ZEHNA' Düzgün. * Süs, ziynet. ZEHR (Zehir) f. Zehir, ağu, semm. ZEHR(E) Çiçek. şükufe. ZEHRA (Müe.) Ay gibi parlak olan. Çok parlak ve safi, berrak. ZEHR-AB f. Acı su. ZEHR-ABE f. Acı ve zehir gibi su. Zehirli su. * Mc: Acı, acılık. ZEHR-ALUD f. Zehirli. Zehir karışmış. ZEHR-AMİZ f. Acı, zehirli. ZEHRAVAN (Zehrâveyn) İki parlak şey. * Kur'an-ı Kerim'de Sure-i Bakara ile Âl-i İmran Surelerine birlikte verilen isim. ZEHR-BAR f. Pek acı, zehir saçan. ZEHR-BAZ Zehir veren. Zehir yapan. * İmandan ayıran. ZEHRE f. Kahramanlık, yiğitlik. * Öd. Safra. ZEHRE (C.: Ezhâr) Çiçek. * Beyaz, berrak. Süs, ziynet. ZEHREÇÂK f. Çok korkmuş, ödü patlamış. ZEHREDÂR (C.: Zehredârân) f. Yiğit, cesur, yürekli, cesaretli. ZEHR-EFŞAN f. Zehir saçan. ZEHR-HAND f. Acı acı gülme. ZEHR-İ KATİL Öldürücü zehir. ZEHRİN f. Pek acı, zehir gibi. ZEHR-NAK f. Zehirli, ağulu. ZEHUK (Zehak) Boş, beyhude. Bâtıl. Zâil, yok olan. ZEHV Bâtıl. * Yalan. * Fahirlenmek, gururlanmak, tekebbürlenmek. * Güzel manzara. * Taze ot. * Otun çiçeği. * Titremek. * Yürümek. * Yel esmek. * Alacalanmış hurma koruğu. ZEHZEHE Zehi zehi demek. ZEİM Ayıplanmış. ZEİR Öncü, çeri kimse. ZEİR Aslan kükremesi. ZEKÂ Saflık, duruluk. * Hâl düzgünlüğü. ZEKÂ Çabuk anlama ve bilme kabiliyyeti. Fehim ve idrakte çabuk olma. * Ateşin alevlenmesi. * Güzel koku alma. ZEKÂB f. Yazı mürekkebi. ZEKAN (C.: Ezkân) İki çenenin birleştiği yer. ("Enek" de derler.) ZEKÂRET Erkeklik. ZEKÂT Nisab miktarı mala, paraya sahib olan Müslümanın kırkta birini fakirlere sadaka vermesi ve bu verilen sadaka. Ziyadeleşme, artma. * Temizlik. Taharet. (Bak: Sadaka, Nisab).( $ Bu kelâmın mâkabliyle nazmını icab ettiren münasebet ise: Namaz $ Yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da İslâmın kantarası, yani köprüsüdür. Demek; birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlâhî iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır. İ.İ.)(Zekât ile sadakanın lâyık oldukları mevkilerini bulmak için bir kaç şart vardır:1- Sadakayı vermekte israf olmaması.2- Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması.3- Minnetle in'âmın bozulmaması.4- Fakir olmak korkusu ile sadakanın terk edilmemesi.5- Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesi ile ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylere de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi.6- Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette değil, hâcât-ı zaruriyyesinde sarfetmesi lâzımdır. İ.İ.)(Sadakalar kimlerin hakkıdır, bu cihete gelince, emr ü teşvik olunduğunuz infak u sadakat $ Allah yolunda tutulmuş, din uğrunda ilme, cihada vakf-ı nefs etmiş, $ Yeryüzünde şuraya buraya gidemiyen, yani Allah yolunda meşguliyetlerinden veya maraz ve acz gibi bir maniadan dolayı nafakalarını kazanmağa iktidarları olmayan o fakirler içindir ki $ hallerini tecrübe etmeyen cahil, onları $ taaffüflerinden, yani istemeğe tenezzül etmeyip tahammül ve tecemmül ile iffetlerini muhafaza ve ibraz eylediklerinden dolayı, zengin zanneder. $ Sen onları simalarıyla, dikkat edildiği zaman hallerinde görülecek edeb ü nezahet, yüzlerinde müşahede olunacak âsâr-ı fakr u zaruret gibi alâmetleriyle tanırsın. $ İnsanlardan dilenmezler, hele $ ilhah-ı ısrar ile hiç dilenmezler, olsa olsa pek muztar kaldıkları zaman ehline ifham-ı hâl ederler...Bu âyet, Ashab-ı Suffa tesmiye olunan fukara-yı Muhacirîn hakkında nazil olmuştur ki; dörtyüz kişi kadar vardılar. Medine'de ne bir meskenleri, ne aşiret ve akrabaları, hiçbir şeyleri yoktu, daima Mescid-i Nebeviyeye mülazemet ederler, mescidin sofasında ikamet eylerler, ilm-i Kur'an tahsil ederler, mevâız ve tedrisat-ı Peygamberîyi istimâ' ile müstefid olurlar, hep oruçlu bulunurlar. Hâsılı; ilm ü ibadete hasr-ı evkat ederler ve her ne zaman bir gaza olursa giderlerdi. Bunlar Medrese-i Risalet'in Allah yoluna vakf-ı nefs etmiş talebesiydiler.İbn-i Abbas Hazretlerinden vaki olan rivayete göre birgün Resulullah (A.S.M.) Ashab-ı Suffa'nın başlarına durmuş, hallerini nazar-ı tedkikten geçirmişti. Fukaralıklarını, çekmekte bulundukları zahmetleri gördü ve kalblerini tatyib edip buyurdular ki: "Ey Ashab-ı Suffa! Size müjdeler olsun ki, her kim şu sizin bulunduğunuz hal ü sıfatta ve bulunduğu halden razı olarak bana mülaki olursa o benim refiklerimdendir. " İşte bu âyet de bunlar dolayısiyle nâzil olmuştur. Ve fakat hükmü âmmdır. Allah rızası için düşmana karşı nöbet bekleyen veya Allah rızası için medreselerde dirsek çürüten veya Allah rızası için hidemât-ı âmmeye vakf-ı nefs eden ve bu ahval içinde malı mülkü yok, muhtaç olmakla beraber nafakasını kesbe vakit bulamayan veya kudreti yetişemiyen fukara-yı mü'minîn bu âyetin hükmünde dâhildirler. Bunlar infakat ü sadakatın en güzel masrıfını teşkil ederler. E.T.) ZEKÂVET Zeki oluş. Zeyreklik. Çabuk anlama ve kavrama. Keskin anlayış. ZEKEN İlim, feraset. ZEKER (C.: Zükrân - Zükur - Zikâr - Zikâre) Erkek. * Erkeklik organı. ZEKERİYYA (A.S.) Benî İsrail peygamberlerinden ve Hz. Süleyman Aleyhisselâm'ın neslindendir. Beytül-Makdis'de Tevrat yazan ve kurban kesen reis idi. Zevcesi, Hz. Meryem'in teyzesi idi. Benî İsrail'in büyüklerinden olan İmran namındaki zatın karısı Hanne, Zekeriyya (A.S.) ın karısının kardeşidir. Hz. Meryem İmran kızı ve Hanne'den doğmuştur. Zekeriyya Aleyhisselâm'ın himayesinde büyümüştü. Sonradan Yahya isminde oğlu dünyaya geldi. Yahudiler Zekeriyya'ya (A.S.) iftira ederek onu şehid ettiler. Kur'an-ı Kerim'de yedi defa ismi geçer. (Bak: Yahya A.S.) ZEKEVAT (Zekât. C.) Zekâtlar. ZEKİ(YE) Zekâ sahibi. Çabuk anlayışlı. ZEKİ(YE) Hâlis. Temiz. Hali temiz olan. ZEKİK Yazının satırlarının sık olması. * Yürürken kişinin adımlarının bibirine yakın olması. ZEKİR Unutmayan. Hâfızası kuvvetli. ZEKİYY Tâhir ve pâk kimse. Temiz insan. ZEKK Zayıf. * Yürürken adımların birbirine yakın olması. ZEKUN Sivri ve sarkık enekli. ZEKURET Erkeklik. ZEKVE Tamamlamak. Kesmek. ZEKZEKE Çirkin ve yaramaz huylu olmak. ZELA' Ayağın altında ve üstünde; elin ise arkasında olan yarık. ZELAHLAH (C.: Zelahlahât) Büyük çanak. * Aceleci ve uzun boylu adam. * Derin olmayan ırmak. ZELAK Sülük. ZELAK (Zelk) Yolmak (tıraş gibi). * Sürçmek. Ayağın kayması. ZELAKA (İzlâk - Zellâka) Fasâhat, kolaylık ve lisan inceliği, keskinlik. Nutkun güzel ve çabuk olması. * Tecvidde: Keskin olarak çıkan $ harflerinin ismi. Bunlara müzlika harfleri de denir. ZELALET Alçaklık, hakirlik, horluk. Zillet. ZELAZİL (Zilzil. C.) Uzun etekler. ZELAZİL Zelzeleler. Yer sarsıntıları. ZEL-CEDD Kudret, kuvvet, azamet ve büyüklük sâhibi. (Bak: Cedd) ZEL-CUD Bol bol ihsan eden, cud ve cömertlik sahibi. ZELEC Kaymak yer. ZELEF Burnun küçük ve ucunun, gerisine eşit olması. (O burun sahibine "ezlef" derler) (Müe: Zülefâ) ZELEFE (C.: Zulef) Pâk ve ruşen nesne, parlak ve temiz cisim. * Kaypak, düz yer. ZELEL Eksiklik. ZELEME Keçinin boğazı altında sarkık olan kıllar. (Müz: Ezlem. Müe: Zelmâ) ZELH Bir ok atımı yer. * Islaklığından dolayı ayak kayan yer. ZELİC (Ayak) kaymak. ZELİF Adımını atmak. ZELİK Düşük oğlan, sakat çocuk. ZELİL Hor, hakir, alçak. Aşağı tutulan. ZELİL Sürçüp düşen. * Yanılan. ZELİLÂNE f. Alçakça. Hakir ve aşağılık kimselere yakışır şekilde. ZELİLÎ Hakirlik, horluk, zelillik, alçaklık. ZELK(A) Sürçme, kayma. ZELL Yanlışlık yapma, yanılma. * Ayağı sürçme, kayma. ZELLAT (Zelle. C.) Yanılmalar, yanlışlar. * Sürçmeler, kaymalar. * Hatalar. ZELLE(T) Sürçme, sürçüp kayma. * Yanılma. Yanlış. Ufak suç. ZELLET-ÜL KARİ' Okuyanın yanılması. Namaz içinde, kırâat esnasındaki yapılan yanlışlık. ZELUH Kaypak yer. ZELUL Yumuşak huylu. Sert başlı olmayan. İtaatlı ve râm olan. * Hecin devesi. * İnsanların emrindeki yeryüzünün hâli. ZELULÎ Başı yumuşak. Dayanıklı. Sabırlı, tahammüllü. ZELZAL (Zülzâl) Sarsıntı. Zelzele. Deprem. Sarsılma. (Bak: Zilzal) ZELZELE Yer sarsıntısı. * Sarsma.(Sual : Mâdem bu zelzele musibeti hatâların neticesi ve keffaret-üz-zünubdur. Mâsumların ve hatâsızların o musibet içinde yanması nedendir? Adâletullah nasıl müsaade eder? Yine manevî cânipten elcevab: Bu mes'ele sırr-ı kadere taalluk ettiği için, Risale-i Kader'e havale edip yalnız burada bu kadar denildi: $ Yani: "Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp mâsumları da yakar."Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktizâ ederler ki, hakikatlar perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler, A'lâ-yı İlliyyîne çıksınlar ve Ebucehiller, esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer mâsumlar, böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebucehiller, aynen Ebubekirler gibi teslim olup, mücahede ile mânevi terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.Mâdem, mazlum, zâlim ile beraber musibete düşmek hikmet-i İlâhîce lâzım geliyor. Acaba o biçâre mazlumların rahmet ve adâletten hisseleri nedir?Bu suale karşı cevaben denildi ki: O musibetteki gazab ve hiddet içinde onlara bir rahmet cilvesi var. Çünki o mâsumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup, bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehâdet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azaptan büyük ve dâimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında aynı gazab içinde bir rahmettir. S.) ZELZELET-ÜS SÂA Kıyamet sarsıntısı. Kıyamet kopması ânında meydana gelecek olan çok müthiş zelzele. ZELZİL Ev içinde olan mal, mülk ve eşya. ZE'M Tahkir etmek, hakaret etmek. * Ayıplanmak. ZE'M Katı, şiddetli, şedid. * Hacet, ihtiyaç. * Mevt, ölüm. ZEMA' Tenbel olmak. * Dehşetli olmak. * Acele etmek. * Yırtmak. * Alçak insan, kötü insan. ZEMAHŞERÎ (Hi: 467-538) Türkistan'da Harzem'in Zemahşer köyünde doğdu. Hanefî fukahasındandır. Fevkalâde iktidar ve faziletine rağmen bir zamanlar itikadça Mu'tezile'den olmuştu. Meşhur bir ilm-i belâgat âlimidir. ZEMAİM (Zemime. C.) Kötü haller. Beğenilmeyen, sevilmeyen hal ve hareketler. ZEMAM (Bak: Zimam) ZEMAN Zaman, devir, vakit, çağ, mevsim, mehil.(Levh-i Mahv-İsbat ise, sâbit ve dâim olan Levh-i Mahfuz-u Azam'ın daire-i mümkinatta, yâni mevt ve hayata, vücut ve fenâya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-ı zaman odur. Evet herşey'in bir hakikatı olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azimin hakikatı dahi Levh-i Mahv-İsbat'taki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir. S.) ZEMANE f. şimdiki zaman. * Vakit, devir. * Tâlih, baht, şans. ZEMANE(T) Belâ, musibet, âfet. * Bedenin bir azası eksik veya kötürüm olma. ZEMANEN Zamanca, zaman bakımından. * Vaktinde, vaktiyle. ZEMAN-I MEDİDE Pek uzun zaman. ZEMAN-I VUSÛL Varma zamanı. ZEMANÎ Zamanla ilgili, zamana ait. ZEMANİYAN f. İnsanlar. Beşer. ZEMAR Kamışa (ney'e) üfleyen. ZEMARE Savt, ses, sayha, bağırış, çığlık. ZEMCA Kuş kuyruğunun çıktığı yeri. ZEMCERE (C.: Zemâcir) Şiddetle çağırmak. ZEME (C.: Zemmâm) Suyu az olan kuyu. * Tenbellik. ZE'ME Şiddetli ses, çığlık. * İhtiyaç, hâcet. ZEMEC Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Doldurmak. ZEMEL Bir yanı üzerine çöküp öbür yanını yukarıya kaldırarak koşmak. * Devenin ayağına ârız olan aksaklık. * Su tulumunun sarkması. ZEMEN Zaman, vakit. ZEMER İnce saçlı. * Bahadır, kahraman, yiğit kimse. ZEMEYAN Acele. ZEMHA Yaramaz huylu, bahil kimse. ZEMHARE (C: Zemâhir) Ok. ZEMHERİ® Karakış dönümünden (12 Aralıktan) 31 Ocağa kadar olan şiddetli soğuk devresi. ZEMİL Bir adamın hayvan üzerinde iken ardına binmiş olan adam. ZEMİL Tez, hızlı, seri. * Deve yürüyüşünden bir çeşit. ZEMİM Burun suyu, sümük. * Koç ve teke zekerinden akan bevl. * Koyun emziğinden akan süt. ZEMİME Zemme müstehak olan. Beğenilmeyen kötü hal ve hareket. ZEMİN f. Yer. Yeryüzü.* Meydan. Satıh. * Tarz. Eda. *Mevzu. ZEMİN Kötürüm kimse. ZEMİN Ü ZAMAN Vakit ve yer. * Münasebet. Mevzuya veya mes'eleye olan uygunluk, hâl, vaziyet. ZEMİN-BUS (Saygı ve hürmetten dolayı) yeri öpme. ZEMİN-DÂR (C: Zemindârân) f. Hâkim. Vâli. ZEMİN-İ ŞURE Çorak yer. ZEMİN-KUB f. İkide bir ayağını yere vuran çengi, rakkase. * Yer tepici olan at, deve, katır ve benzeri hayvanlar. ZEMİR Bahadır, kahraman, yiğit. ZEMİSTAN f. Kış. Kış mevsimi. ZEMİSTANÎ f. Kışlık. Kış mevsimine ait. ZEMK Sakal yolmak. (Yolunan sakala "zemika" veya "mezmuka" derler.) ZEMKA Kuşun kuyruğunun bittiği yer. ZEML Atın, davarın neşeli yürüyüşü. * Yük yüklemek. * Refik. Arkadaş. ZEMM Birisinin ayıplarını söylemek, çekiştirmek. Kötülemek, yermek. Ayıplamak. ZEMMÂM Ayıplayıcı, zemmedici, kötüleyici. ZEMMAR Düdük çalan. ZEMN Kötürüm olmak. ZEMR Savaşmak. * Bir nesne ile kandırmak. ZEMR Düdük çalmak. ZEMU' (ZEMİ') Aceleci ve seri kimse. * Sıçraması birbirine yakın olan tavşan. ZEMZEM Çok mübarek bir su. * Kâbe-i Mükerreme'nin yanındaki maruf kuyu. (Süryanicede Zem: Dur, gitme mânasınadır. Vaktiyle Hz. Hacer, oğlu İsmail'in (A.S.) ayağı altından su çıkıp aktığını veya bu kuyunun çok çok akmağa başladığını görünce, "zem zem" diye söylemesi ile kuyunun akması kesilmiş ve bu vecihle kuyu bu ismi almıştır.) *Kelimenin lügat manası: Yavaş yavaş teganni ve terennüm eylemek, hafif ve yavaş yavaş türkü söylemek. * Çok bol. ZEMZEME Nağme, hoş ses. Uzun uzadıya gürleyerek seslenmek. Geniz ve boğaz ile ezgili ses çıkarmak. Yavaş yavaş geniz ve boğazdan ses çıkararak türkü veya şarkı söylemek. * Cemaat. ZEMZEME-DÂR f. Ahenkli. ZEMZEME-PİRÂ f. Şarkı söyleyen, terennüm eden. ZEN f. Vuran, kesen, atan mânalarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Zeden: Vurmak mastarında emir köküdür) Lâf-zen $ : Söz atan, lâf atan. ZEN f. Kadın, nisa. ZENA' Kısa boylu ve dar nesne. * Sidiğini tutup işemeyen kişi. ZENABİ Kuş kuyruğu. * Deve burnundan akan sümük. ZENABİL (Zenbil. C.) Zenbiller. ZENABİR (Zünbur. C.) Eşek arıları. ZENADIK (Zındık. C.) Zındıklar. Allah'a ve âhirete inanmayan dinsizler. İçten inanmayıp zâhiren mümin görünen münafıklar. ZENADİKA (Zındık. C.) Zındıklar. ZENAH (Zenâhdân) f. Çene. ZENAN f. "Vurarak" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Ta'ne-zenan $ : Söverek. ZENAN Kadınlar. ZENANE f. Kadınla alâkalı, kadına mahsus. Kadın işi. ZENAV (Bak: Avzen) ZENB Suç, günah, kabahat. ZENBAK Güzel kokulu bir çiçek. Zambak. * Yâsemin yağı. ZENBEREK (Zenburek) f. Hareket ettirmeğe yarıyan yay. Saatin zenbereği. * Hayvan üzerinde taşınan ve ateşlenebilen küçük top. * Mc: Faaliyet ve harekete sebep olan şey. ZENBERİYYE Büyük cins bir gemi. * İri vücutlu, enli erkek. ZENBİL İçine öteberi konulup elde taşımaya mahsus, sazdan örülmüş ve üst tarafında yine sazdan kulpları olan, ağzı geniş kap. ZENBİLLİ ALİ EFENDİ Yavuz Sultan Selim Han ve Kanuni Süleyman devrinin meşhur Şeyh-ül İslâmı ve âlimidir. Asıl adı Alâaddin Ali Cemâl Çelebi'dir. Allah rızası ve Allah korkusundan başka birşey tanımaması sayesinde, pervasız hareketleri ile bir çok insanın hayatlarını koruyabilmiş, adaleti te'min etmiştir. Sağlam dindarların sultanlara karşı nasıl metanet ve cesaret göstereceğine nümunelik bir zat olarak yaşamış, devlet reislerine istikameti gösterebilen bir İslâm kahramanı olmuştur. Vefatı Mi: 1526 tarihine rastlar. Karaman'lı olduğu söylenir. ZENBUC Yabani zeytin. ZENBUREK f. Zenberek. * Tar: Hayvan ile taşınan eski küçük toplar. ZENC Siyah, kara. ZENCEBİL Hoş kokulu bir baharat adı. ZENCERE Parmakla fiske vurmak. ZENCİ Siyah ırktan olan. Siyâhi. ZENCİR f. Zincir. ZENCİR-BEND f. Zincire vurulmuş, zincirle bağlı mânasına gelir. Eskiden azılı katiller ve deliler, zincirle bağlandıkları için bu tâbir meydana gelmiştir. * Edb: Her mısranın son kelimesi, bir sonra gelen mısraın ilk kelimesini teşkil etmek şekliyle meydana getirilen manzumelere verilen addır. Divan şâirleri arasında bunun yerine "Redd-ül acz an-is sadr", halk şâirleri arasında ise "Zincirleme" veya "Ayaklı koşma" denilirdi.Safter-i âlemsin, senden hidâyet,Hidâyet menbaı dilde begayet,Begayet cemâlin nur-i beşâret,Beşâret gösterir hüsnün enveri.Enver-i cihansın, senden münevver,Münevver sıfatın zât-ı mükerrer,Mükerrer eyledin dehri serâser,Serâser okunur kenz-i ekberi(Lâ) ZEND (C.: Zinâd-Eznüd-Eznâd) Kolun bilekte olan mafsalı. * Çakmak taşı ve demiri. ZENDEKA Kâfirlik, dinsizlik. (Zendeka sâhibine zındık denir. Bazılarınca zındık; hem dinsiz, hem emvâl ve ezvacın iştirakine ve dehrin bekasına kail olan kimsedir.) ZEN-DOST f. Kadınların peşinde dolaşan, kadınlardan hoşlanan, zampara. ZENEB Kuyruk. ZENED f. (Hâl sigası Zeden masdarından) Vuruyor, çarpıyor, tutuyor (meâlinde). ZENEK f. Küçük kadın. ZENEN Burundan sümük akıp durmak. ZENG Zenci. * Kir, pas. * Zil. ZENGÂR Bakır pası nev'inden bir mâden. Boyacılar kullanılır. Öldürücüdür. Yeşil renktedir. ZENGEL(E) f. Çıngırak. * Çan. ZENH Yemeğin kokup bozulması. ZENİM Soyu bozuk, soysuz. Aslında o kavimden olmayıp sonradan ona katılan kimse. * Aşağılık.(Zenim, Zeneme'den müştaktır. Zeneme, keçinin, koyunun boynunda, kulağı dibinde derisinden küpe gibi yumrucuklara yahut kulağı delinip de ucundan muallâk bırakılan sarkıntıya denir ve bu, her tarafa sallanır durur. Lisanımızda o koyun veya keçiye küpeli denildiği gibi, Arapçada ise zenim denilir. Mecazen: Dalkavuk veya kulağı kesik, kulağı küpeli tâbirlerindeki mânayı andırır.İbn-i Cerir tefsirinde tafsil olunduğu üzere, târifinde şöyle denmiştir: Nesebi mülhak, piç, şer ile mâruf, kötü damgalı, fâcir ilâahir... E.T.) ZENİN Sümük. ZENK Bir taife adı. ZENKA Dar sokak. ZENME Keçinin kulağı ucunda küpe gibi sarkan kıllar. * Devenin kulağından kesip ilişik koydukları parça. ZENNA' Sümüklü kadın. * Hayzı kesilmiş olmayan kadın. ZENNE Kadın kısmı. * Eskiden orta oyununda kadın rolü yapan erkek sanatkârlar hakkında kullanılan bir tâbirdi. Eskiden kadınlar, oyunda rol alamadıkları için erkekler kadın kıyâfetine girer ve oyunda kadın rolü yaparlardı. ZENNUN Sümüklü. ZENPARE f. Zampara. Zenperest. ZENPEREST (C.: Zenperestegân) f. Kadına düşkün, kadın peşinde dolaşır ahlâksız kimse. ZENTERE Darlık, şiddet. ZENUB Sakaların su dağıttıkları bir kapdır ki; Kur'ân'da azabdan nasib mânasına istiare olunmuştur. (E.T.) ZENYAN Men'etmek, engel olmak. Kabul etmemek, reddetmek. * Evmek, acele etmek. * Rüzgârın sert esmesi. ZER Sarı. * Altın, akçe. * Nöbet. * Oruç. * Çile. ZE'R Kerih görmek. İğrenmek. Nefret etmek. ZER' Çoğaltma. * Halketme, yaratma. * Tohum ekme. * Ağzından dişlerin dökülmesi. * Saç ağarması. * Perde, hâil. ZER' Ekilmiş. Ekme. Tohum ekme. * Yetişmiş ekin. ZER' Ölçmek. * Kederli ve tasalı olmak. * Kalb. * El yaymak. * Kudret, kuvvet, tâkat. ZER' Yaratmak. * Yere tohum saçmak. ZE'R (ZEİR) Arslan kükremesi. * Çağırmak ve kükremek mânâsına mastar. ZERA Gölgelik, perdelik. ZERA' Vahşi sığırın buzağısı. * Tamâ, hırs, aç gözlülük. ZERA' İplik eğirmekte elleri çabuk olan. ZERAA Genişlik. * Hız, sür'at. ZERAB f. Beyaz şarap. * Yaldız mürekkep. ZERABÎ (Zürbiye) (Zirbiye. C.) İftihar eden. * Geniş, enli döşek, yatak. ZERAF f. Zürafa. ZERAFE (ZÜRÂFA) (C.: Zürâfât) Deveye benzer, boynu uzun ve art ayakları kısa bir hayvan. Zürafa. ZERAFÎ (Zerafe. C.) Zürafalar. ZERAK Gök renkli. Mavi. ZERARE Saçılan şey. ZERARÎ (Zürriyet. C.) Zürriyetler, kuşaklar, nesiller. ZER-BAF Sırma dokuyan. ZER-BÂF Sırma dokuyan. ZERBE Yüce avazlı, gür sesli olmak. ZERD (Zered) (C.: Zürud) Halka halka örülmüş savaşçı zırhı. * Yutmak. * Boğmak. ZERD f. Sarı. * Soluk, solgun. ZERDAB (Zerd-âb) f. İrin, cerahat. * Safra. * Beyaz şarap. ZERD-ÂLÛ f. (Zerd: sarı; âlû: erik) Sarı erik, zerdali. ZERDE f. Safranla pişirilen bir çeşit pirinç tatlısı. Safran, sarı renge boyadığı için bu ad verilmiştir. Eskiden düğünlerde pişirilirdi. * Safran. * Yumurta sarısı. ZERDEC Usfur çiçeğinin evvel çıkan sarı suyu. ZERDEME Yutacak yer. ZERDFAM f. Sarı renkte. Sarı renkli. ZERDGUŞ f. İki yüzlü. Müraî. * Ürkek, korkak. ZERDÎ f. Sarılık. Sarı renkte olma. ZERDOST f. Cimri, hasis, tamahkâr. ZERDÜŞT Ateşe tapan, mecusi. * İlk önce nur ve zulmet diye iki ilâha inanmayı uyduran adam. ZE'RE Meşelik. ZERE' Başın önünde vâki olan beyazlık. ZEREB Keskin nesne. * Midenin bozulması. ZEREB (C.: Zerâib) Koyun ağılı. ZERECUN (Zerâcin) Üzüm ağacı. * Üzüm asması. * Kızıl boya. * Çukur taş içinde biriken yağmur suyu. ZERED Zırh. ZEREF (Zerefân-Zerâfe-Zerif) (C: Zevârif) Gözden yaş akmak. * Yavaş yürümek. ZERENDUD (Ze-endud) f. Altın yaldızlı. ZER-ENDUZ Altun kazanan. ZERGER (C.: Zergerân) Altın işleyen. * Kuyumcu. ZERGERÎ f. Kuyumculuk. ZERGÛN f. Altın gibi sarı renkli olan. Altın renkli. ZERH Yemeğe zehir katmak. ZER-HIRİD (Zer-hıride) f. Satın alınmış kimse, köle. ZERİ' Çabuk ve kolay olan. ZERİ' Araya giren, şefaat edici. ZER'Î (C.: Zer'iyyât) Arşın ile ölçülen şey. ZERİA (C.: Zerâi) Vesile. * Yol. * Geçit. * Avcının, arkasında gizlendiği deve. ZERİN (Bak: Zerrin) ZERİR Zeki, hafif kimse. ZERİR Yanmak. * Parlamak. ZERİRE (C.: Ezirre) Göz otu. Tutya. ZER'İYYAT Ekim işleri. ZERK Hile. Riya. İki yüzlülük. * Şırınga yapmak, iğne ile vücuda ilâç vermek. ZERK Çirkin söz söylemek. * Kuşun terslemesi. ZERK-ÂLÛD f. Riyalı, riya karışık. ZER-KEŞ f. Altın kakmalı, altın işlemeli. * Altın tel yapan. ZERK-FÜRUŞ f. Hileci, hilekâr. İkiyüzlü, müraî. ZERM Kesilmek. ZERNEB Turunç kokusu gibi güzel kokan bir ot. * Fercin dışarısında olan et. ZERNİGÂR f. Altın ile işlenmiş. Yaldızlı. ZERR Düğmeyi iliklemek. * Birbirine pekitip bağlamak. ZERR Zerre, en küçük parça. * Karınca yumurtası. * Ayırmak. ZERRA' Ekinci, çiftçi. ZERRAD Zırh ören. ZERRAK (Zerk. den) İki yüzlü. ZERRAT (Zerre. C.) Zerreler. Pek ufak parçalar. Moleküller. ZERRE (C: Zerrat) Pek ufak parça. * Atom. * Çok küçük karınca. * Güneş ışığında görünen ufacık tozlar. * Küçük boylu adam. ZERREVÂRİ f. Zerre gibi çok küçük. ZERREVÎ Zerre ile alâkalı, zerreye âit. ZERRİN f. Altından yapılmış. Altın gibi parlak. Sarı ZER-RİŞTE f. Altın tel. Sırma. * Sarı. ZERŞEK Kadın tuzluğu. Pars anberi. ZER-ŞİNAS f. Altın tanıyan, sarraf. ZER-TAR f. Altın tel, sırma. * Güneş ışını. ZERUF Seri, hızlı, aceleci. ZERUR Göz otu. ZERV Tutup götürmek. * Savurmak. * Kırıp götürmek. ZER-VER f. Altın yaldızlı olan. ZERYAC Zerde aşı. ZERZERE Sığırcık kuşunun ötmesi. ZE'T Boğmak. ZETT Ziynet, süs. ZEUM Yağlı mıdır değil midir bilinmeyen koyun. ZEUR Korkak kimse. ZE'V Sürmek ve sulamak. ZEV' Ölüm sebebiyle gelen sıkıntı, keder. ZEVABE (C.: Zevâib) Saç bölüğü. * Zülüf. * Kılıç tasması. ZEVABİ' Musibetler. Büyük belâlar. (Bak: Devâhi) ZEVACİR (Zâcire. C.) Yasak edenler, men'edenler, önleyenler. ZEVAD Azıklar, yiyecekler. ZEVADE Ziyadelik, çokluk. ZEVAH Gitmek. ZEVAHİF (Zâhife. C.) Yerde sürünerek yürüyen hayvanlar, sürüngenler. ZEVAHİR (Zühre. C.) Çiçekler. * Parlak yıldızlar. * Ziynetli, parlak ve berrak olanlar. ZEVAHİR Dolu, taşkın, coşkun denizler. * Mc: Yüksek şan ve şerefler. ZEVAHİR (Bk: Zavahir) ZEVAİB (Zâib. C.) Erimiş şeyler, eriyenler. ZEVAİD (Zâide. C.) Fazlalıklar, fazla şeyler. Faydasız şeyler. ZEVAİL (Zail. C.) Zeval bulanlar. Zail olan şeyler. * Mc: Yıldızlar. ZEVAL Zâil olma, sona erme. * Gitmek. Yerinden ayrılıp gitmek. * Güneşin tam ortada gibi, baş ucunda bulunduğu zaman. * Güneşin nısf-ı nehar dairesinden batmaya doğru dönmesi. Seyrinin sonuna yaklaşması.(Gafletten kurtulan evvelki adam, o şedit şefkatin elemine karşı ulvi bir tiryak bulur ki; acıdığı bütün zihayatların mevt ve zevâlinde bir Zât-ı Bâki'nin bâki esmasının daimî cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları bâki görür; şefkatı, bir sürura inkılâb eder. Hem zevâl ve fenâya mâruz bütün güzel mahlukatın arkasında bir cemâl-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddes ihsas eden bir nakış ve tahsin ve san'at ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i dâimîyi görür. O zevâl ve fenâyı, tezyid-i hüsün ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i san'at için bir tazelendirmek şeklinde görüp lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir. M.) ZEVALÎ Zevale mensub, zevale ait ve müteallik. * Çok yaşlı. ZEVAL-İ ELEM Elemin sona ermesi.(Zeval-i elem lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir. S.) ZEVAL-İ LEZZET Lezzetin bitmesi, lezzetin sona ermesi. ZEVALNÂPEZİR f. Geçici ve muvakkat olmayan. Zeval bulmayan. Sona ermeyen. ZEVALPEZİR f. Geçici olan. Muvakkat. Sona eren. ZEVAMİL (Zâmile. C.) Küçük yükler. * Yük hayvanları. ZEVANİ (Zâniye. C.) Zâniyeler. Zina yapan kadınlar. ZEVARİ' Küçük tuluklar. ZEVAT (Zât. C.) Zatlar, şahıslar, kimseler. * Üzüm, buğday gibi şeylerin kabuğu. ZEVATA İki zat. * İki sahib. * Çift. ZEVAT-I KİRAM Şerefli, temiz, büyük zatlar. ZEVAT-I MA'DUDE Sayılı zevât. Sayılı kimseler. ZEVAYA (Zâviye. C.) Zaviyeler. Açılar. Köşeler. Tekyeler. ZEVB Erime. ZEVC Çift. İki şeyden meydana gelen. * Sınıf, cins, nev'. * Karı ve kocanın herbiri. * Koca, eş. ZEVCAT (Zevce. C.) Zevceler. Karılar. Kadın eşler. ZEVCE Kadın eş. Nikâhlı kadın, eş. ZEVCEYN Karı ile koca. Kadın ile erkek çift. ZEVCİYYET Kocalık, karılık. Eşlik. Karı ve koca oluş. ZEVD Koyunu su yerinden sürmek. * Sevk. ZEVD Ayırmak. * Uzaklaştırmka, ırak etmek. * Defetmek, menetmek. ZE'VE (C: Ze'vât) Zayıf koyun. ZEVEBAN Erime. ZEVEBAN ETMEK Fiz: Sıcaklığını artırarak bir cismin, katı hâlden sıvı hâline geçmesi. Erimiş olması. ZEVEL Hafif, zeyrek, zarif kimse. (Müe: Zevle) ZEVER Meyl, eğrilik. ZEVF Adımını birbirine yakın atmak. ZEVG Bir şeyi bir tarafa eğme, bir yana meyillendirme. ZEVH Develeri dağıtıp toplamak. ZEVH şiddetle yürümek. ZEVİ (Zû. C.) Sahipler. ZEVİ-L EHSAS Duygu sahibi olanlar, duyanlar, hissedenler. ZEVİ-L ERHAM Yakın akraba. ZEVİ-L ERVAH Ruh sahipleri. Hayatlılar, ruhlular. Can sahibi olanlar. ZEVİ-L İDRAK İdrak sahipleri. Anlayış ve akıl ile kavrayışlı olan. ZEVİ-L UKUL Akıl sahipleri. Aklı olanlar. * Tas: Halkı zâhiren, Hakkı bâtınen görenler. ZEVK Lezzet alma, hoşa gitme, tatma. * Hoş, hoşa giden. Mânevi haz. * Boş vakit geçirmek. Eğlenmek. * Alay etmek. Güzeli çirkinden ayırma kabiliyeti.(Hayatın zevkini ve lezzetini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz... S.) ZEVK-ÂLUD f. Zevkli, zevk karışık. ZEVK-BAHŞ f. Zevk veren, eğlendiren, neşelendiren. * Meşhur bir cins lâle. ZEVK-CÛ (C. : Zevkcuyân) f. Zevkine düşkün. Zevk arıyan. ZEVKÎ Zevkle alâkalı. Zevke âit. ZEVK-İ SELİM En temiz, nezih ve en yüksek derecedeki zevk. Selâmette olan zevk. Meşru dairedeki zevk. * Sezme kabiliyeti. ZEVKİYYAT Zevk ve eğlenceye dair hususlar. ZEVK-YÂB f. Lezzet alan, zevklenen. ZEVL (C.: Ezvâl) Acib nesne. * Zâil olmak, geçici olmak. ZEVLAK Taraf, cânib. ZEVR Göğüs altı. ZEVR Yalan, kizb. * Bâtıl mâbud. * Ziyaret etmek. * Göğüs üstü. ZEVRA' Bağdat. * Dicle nehri. * Eğri ve eğilmiş nesne. Yay. * Derin kuyu. * Uzak yer. ZEVRAK Kayık, sandal. * Mekke'de yapılan ve içine zemzem koymaya mahsus olan kap, ibrik. ZEVRAKÇE f. Ufak kayık. Ufak sandal. ZEVRAKSÜVÂR f. Kayığa binen. Sandala binmiş olan. ZEVRE Uzaklık. * Ziyaret etmek. ZEVREKA (C.: Zevrak-Zevârik) Ölçek. * Küçük gemi. ZEVT Boğmak. ZEVV Irak diyarında bir dağın adı. * Kadr, kıymet. * Miktar. ZEVVAK Bir şeyi fazlasıyla deneyen. * Bir şeyi çok fazla tadan. ZEVY Solmak. * Değişmek, mütegayyer olmak. ZEVY (Zevey) Döndürmek. Cem etmek, dürülmek. Tutmak. ZEVZAT Doğurmak. * Sür'atle gitmek. * Reddedip uzaklaştırmak. ZEVZEK t. Geveze. Münasebetsiz, temkinsiz. Ağzı ve eli durmayan. Hoppa. ZEY' Güzelce pişip erimek. ZEY' (Zeyean) Duyulma. Meydana çıkıp yayılma. ZEYB (Bak: Zîb) ZEYBEK Hafif silâhlarla donanmış ve asâyişi muhafazaya memur olan eski bir sınıf asker. ZEYD Eski fetva metinlerinde erkeği temsil etmek için kullanılan isimlerdendir. (Diğer isimler: Amr, Bekir, Beşir, Hâlid) ZEYD (ZİYÂD) Men'etmek, reddedip gidermek. ZEYD BİN SABİT (R.A.) Sahabe-i Güzinden ve Aşere-i Mübeşşeredendir. Henüz on bir yaşında iken isteği ile İslâmiyet'i kabul etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'i kemiklerde yazılı ve hâfızların ezberinde iken bugünkü şeklinde ilk olarak yazan, bu hizmette en büyük hizmet kendisine nasib olandır. Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) kâtipliğini yapmıştır. Süryanice de öğrenmişti. Hz. Ebu Bekir-i Sıddık'ın (R.A.) hilâfeti mes'elesinde Ensar'ı tenvir etmiş, hakikatı izah etmiştir. Hz. Ömer ve Hz. Osman (R.A.) devirlerinde büyük hizmetler görmüş ve beyt-ül mâl te'sisinde ve tesbitinde büyük hizmetleri olmuştur. Hi: 45 tarihinde 56 yaşında irtihal etmiştir. ZEYEK İki uyluk arasının geniş olup birbirine uzak olması. ZEYF (C.: Ziyâf - Züyuf - Ezyâf) Kalp ve silik para veya akçe. ZEYG Şübhe. Doğruluktan ayrılma. * Bir tarafa meyletme. * Yanılma. * Kamaşma. ZEYH Mahvolmak. * Gitmek. * Uzak olmak. ZEYH (Zeyhân) Zulüm etmek. Haktan uzaklaşmak. ZEYHAN Zulüm etmek. Zâlimlik yapmak. ZEYL Ek, ilâve, bir şeyin altı, devamı. * Etek. ZEYL Ayırma. Tefrik. ZEYLEN Ek olarak. İlâve ederek. ZEYLİYÂT İlâve ve ek olarak yazılan şeyler. ZEYN Zinet, süs. Süslemek. ZEYN-AB (Kürdçe) Su kaynağı, pınar. ZEYNEB Eski fetva metinlerinde kadını temsil eden isimlerden biri. * Gül. (Bak: Hatice) ZEYN-ÜD DİN Dinin süsü, dinin zineti. ZEYN-ÜL ABİDİN (Zeynel âbidîn) Lügat mânası: İbadet edenlerin zineti. * (Hi: 38-94) Oniki İmamın dördüncüsü olan zât (R.A.). Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın torunu olan Hazret-i Hüseyin'in ortanca oğlu. Asıl adı: Ali'dir. Tâbiînin büyüklerindendir. Medine-i Münevvere'de vefat etmiştir. (Rahmetullâhi Aleyh) ZEYR Eksilmek. ZEYT Zeytinyağı. Yağ. ZEYTUN Zeytin. ZEYTUNÎ Zeytin renginde olan. ZEYY Döndürmek. * Toplamak, cem'etmek. ZEYY (Bak: Ziyy) ZEYYAL Kuyruklu. * Uzun etekli. ZEYYAT Zeytin ağacı. ZE'ZEE Cem'etmek, toplamak. ZI Kur'an-ı Kerim alfabesinde onyedinci harftir. Ebcedî değeri: 900'dur. ZIA İşlenir toprak. Tarla. ZIAR Devenin ağzını bağlamak. ZIBA' (Zabu. C.) Sırtlanlar. ZIBAB (Zabb. C.) Kertenkeleler. Kelerler. ZID Aksi, muhâlif, zıt. * Nefret edilen, kerih şey. ZIDDÂN İki zıt. ZIDDEYN Birbirinin aksi olan iki şey. İki zıt. ZIDDİYET Birbirine muhâlif, zıt olma hâli. Zıtlık. Birbirinden nefret etme. Zıt fikir veya kanaat sahibi olanların durumu. ZI'F İki kat. Bir şeyin miktarca iki katı. ZIFR Tırnak. Çengel. Pençe. ZIHAR İki şey arasında münasebet ve mutabakat meydana getirmek. İki şeyi birbirine mutabık eylemek. Arka arkaya, mukabil kılmak. * Karşılıklı yardımlaşmak. * Fık: Bir kocanın, karısını müebbeden mahremi olan birisinin bakması câiz olmayan bir yerine teşbih etmesi.Meselâ, bir adam karısına, "Sen bana anam gibisin" demesi gibi. Bu halde karısı da ona haram olurdu. İslâmiyetten evvel câhiliyet âdetleri olan ve bir nevi boşanma usulü sayılan bu çeşit hareketi İslâmiyet men'etmiştir ve zecr için zıhar eden kimseye keffaret vaz' olunmuştur. (O.L.) ZIHARE Elbisenin dış yüzü, dış tarafı. ZIHLİL Dayanacak ve kayacak dar mekân. ZIHRIT Koyun ve deve burunlarından akan sümük. ZIHRÎ (C.: Zıhârâ) Bir ihtiyaç için hazırlanıp saklanan nesne. ZIKKÎ Deriden yapılmış su tulumu. ZILAL (Zıll. C.) Gölgeler. ZILALE Gölgelik. ZILF Hayvanların çatal tırnağı. ZILL Gölge. * Perde. * Mc: Sahip çıkma, koruma, himaye etme. ZILL-ÂLUD f. Gölgeli. ZILL-I ZÂİL Geçen gölge. ZILL-I ZALİL Koyu gölgeli yer. ZILLÎ Gölge ile alâkalı. ZILLÎM Zulmü çok olan kimse. Zâlim insan. ZILLİYET Zâhirî sahiplik. Himaye edici olma. * Gölgelik. ZILLULLAH Cenab-ı Hakk'ın namına yeryüzünde tasarrufta bulunan insan, halife. İlâhî kanunu tatbike çalışan halife ve pâdişahın nâmı. ZIMAD (C.: Zamâid) İlâç. * Merhemle yaraya sarılan sargı, bez. ZIMAN Zarar ve ziyana karşılık verilen bedel. ZIMAR Irz, namus. ZIMAR Ele geçmesi mümkün olmayan kaybolmuş mal. Alacak veya yeri bilinmeyen mal. * Gizli kalmış hazine, iş veya şey. ZIMN İç taraf. * Maksad, gaye. * Açıktan söylenmeyip dolayısıyle anlatılan. ZIMNEN Açıktan olmayarak, dolayısıyla, ima yolu ile. İçinden olarak. ZIMNÎ İçinde saklı, gizli olarak. * Kendiliğinden. ZINDIK (Bak: Zendeka) ZINNE Töhmet, kabahat. ZINNET Cimrilik, pintilik. ZI'R (C.: Zıâr-Zuur-Ezâr) Süt anası. ZIRA' (Bak: Zirâ') ZIRAR Karşılıklı zarar vermek. ZIRBA' Maymuna benzer bir hayvan. ZIRBAN (C.: Zerâbin) Kokarca denilen küçük, kediye benzer, çirkin kokulu bir hayvan. ZIRGAM (C.: Zarâgım) Aslan, gazanfer. ZIRH Cevşen. * Muharebe elbisesi, demirden örülmüş veya dökülmüş elbise. ZIRHPUŞ (C.: Zırhpuşân) f. Zırh giyinmiş, zırh giyen. ZIRR Gömlek ve kaftan düğmesi. * Tomurcuk. ZIVANA f. İki ucu açık küçük boru. * Birbirine geçen şeylere açılan boru şeklinde delik. ZIVANADAN ÇIKMAK Taşkınlık göstermek. Haddini aşmak, edepsizlik etmek. ZIYA (Bak: Ziyâ) ZIYA' Kayıp, yitim. Kaybolma. Mahvolma. ZIYA' (Zay'a. C.) Küçük çiftlikler, tarlalar. ZIYK (Dıyyık - Dıyk) Dar. Sıkıntılı. ZIYYIK Pek dar. Zİ f. Türkçedeki "den, dan" mânasını ifade eder. Meselâ: Zi-mısır $ : Mısır'dan. Zİ Kılık, kıyafet. Elbise. ZÎ Arapçada kelimenin yerine göre "Zâ, Zû, Zî" şeklinde okunan, "sâhib" mânasını ifade eden ve birleşik kelimeler yapılan bir edattır. ZİAB (Zi'b. C.) Kurtlar, canavarlar. ZİAMET (Bak: Zeâmet) Zİ'B Kurt. Canavar. ZÎB Zinet, süs. Düzgün, iyi elbise. ZİBA f. Güzel, süslü, yakışıklı. ZİBAC Nedimelik etmek. * Sohbet etmek. ZİBAK Cıva. ZİBAL Karıncanın ağzıyla götürdüğü şey. ZİBAR (Zebr. C.) Kitaplar. * Yazı yazmalar. * Kâğıt yaprakları. ZÎBARÛ (Zibâ-ru) f. Güzel yüzlü. Dilber. ZÎB-ÂVER f. Süsleyici, bezeyici. ZÎBAYÎ f. Süslülük, güzellik, yakışıklılık. ZİBBAH Ayak parmaklarının diplerinde olan yarıklar. ZİBBAN (Zübâb. C.) Sinekler. ZİBBİR Kuvvetli. Zİ'BE Eyerin ve semerin iki yanlarının arası. ZÎB-EFZA f. Güzelleştiren, süsü artıran, güzelliği çoğaltan. ZİBENDE f. Süslü, zinetli, yakışıklı. Lâyık, güzel. Zİ'BER Çok kaba dikişli bir Arap kaftanı. ZİBE'RA Yaramaz huylu kimse. * Kaba sakallı, yüzü ve kaşı kıllı kimse. * Timsahın dişisi. * Boynuzuyla fili başında götüren canavar. ZİBERKAN Ay, kamer. Ay ve güneş. * Arap reislerinden bir reisin adı. ZİBH Boğazlanan davar. ZİBHA (Zübha) Kuşpalazı, difteri. Zİ'BIK Civa. Zİ'B-İ MÜTEGANNİM Koyun postuna girmiş kurt. Zİ'B-İ YUSUF Kabahati ve suçu olmadığı halde suçlandırılan kimse. ZİBL Süprüntü. Gübre. ZİBNİYE Zorla def'edici, zorla kovan. ZİBR Mektup. Kitap. ZİBRAK Sarartmak. ZİCAC Karanfil. ZİCAN Meyletmek, eğilmek. ZİCC Yumuşaklıkla def'etmek. Tatlılıkla kovmak. ZİDA(Y) Cilâlayıcı, temizleyip parlatıcı. ZİDB (C.: Ezdâb) Nasip, kısmet. ZİDE (Zidet) : f. "Çoğalsın, artsın" anlamlarına gelir ve duâ ve temennilerde bulunmak üzere kullanılır. Zİ-DER f. Kapıdan. Zİ-DERGÂH f. Dergâhtan. ZİDET FAZLUHU Bilgisi artsın, fazlı çok olsun! ZİDK Sıdk, doğruluk. ZÎF Kenar, nâhiye, cânip, taraf. ZİFAF Gerdeğe girmek. Gerdek. ZİFAN Öldürücü zehir. ZİFAN (Zayf. C.) Misafirler. ZİFF Deve kuşunun yeleklerinin küçüğü. ZÎ-FİKİR Fikir sahibi, tefekkür eden. ZİFİL Katran. ZİFR (C: Azfâr) Kir, pas. * Yük. * Kırba. (Kırba götürenlere "Zevâfir" derler.) ZİFRA (C.: Zifâri) Devenin kulağı ardında terleyen yer. ZÎFÜNUN Çok şeyler bilen, mehâret sâhibi olan, fen sâhibi. ZİH f. Kiriş. * Yay kirişi. * Kenar çizgisi. * Kaytan, şerit. ZÎH (C.: Züyuh-Ezyâh) Çok kıllı erkek sırtlan. (Müe: Zeyhâ) ZİHAF Çokluk. * Süstlük ve zayıflık ile yürümek. * Edb: İbarede uzun okunulması gereken bir sesli harfin, vezin zarureti ile kısa okunuşu. (Bunun zıddı: İmâle'dir) ZİHAM Kalabalık, sıkışıklık. ZÎHASSA Hassalı, özellik, hususiyyet sâhibi. ZÎ-HASSA-İ MEŞHURE Meşhur hususiyet sâhibi. ZÎ-HASSE Duygulu, duygu sâhibi, hisseden. ZÎ-HAŞMET Haşmet sahibi, haşmetli. ZÎ-HAYAT Hayatlı, hayata sâhip, canlı. (Bak: Hayat) ZİHBE (C. Zihâb) Yağmur katresi. ZİHİ f. Ne güzel. Ne iyi. Aferin. ZİHİ Şu, bu mânasına gelen müennes işaret zamiri. ZİHİN (Zihn) Anlama, bilme, hatırlama kuvveti. Anlama kuvvet ve istidadı. Hıfz kabiliyeti. (Bak: Dimağ) ZİHLAF Tehir etmek, sonraya bırakmak. * Uzaklaştırmak, ırak etmek. ZİHNEN Zihin ile, düşünerek, akıl ile. ZİHNÎ (Zihniyye) Zihinle alâkalı. Zihne âit. ZİHN-İ MAHDUD Dar zihin. ZİHNİYYÂT Zihne ait hususlar. Zihinle ilgili meseleler. ZİHNİYYET Düşünce. Düşünce yolu. * Anlayış. * Kafa. ZÎK Yaka kenarı. ZÎK (Bak: Dıyk) ZİKÂR (Zeker. C.) Erkekler. ZÎKARED GAZVESİ Zîkared, Gatafan diyarı civarında oniki mil mesafede bir kuyudur. Rivayete göre Medine ile Hayber arasında ve Şam yolu üzerindedir ve Medine'ye iki konak mesafededir. Bu Zîkared kuyusu yakınında yapılan gazaya Gabe Gazası da denilir, hicretin altıncı yılında rebiül-evvel ayında vuku bulduğu rivayet edilir.Hayberden üç gün önce bir takım Gatafan ve Fezare çapulcuları Resulullah'ın sağılan develerine yağmacılık etmeleri üzerine bu gaza vuku bulmuştur. İbn-i Sa'd, bu develerin yirmi tane olduğunu ve Gabe Korusu'nda yayılırken baskına uğradığını bildiriyor. (S.B.M.) ZİKE Silâh. ZÎ-KIYMET Kıymet sâhibi, kıymetli. ZİKİR-HÂNE Allah'ın çok çok zikredildiği yer. Mescid, câmi. Ehl-i tarikatın toplanıp Allah'ı zikrettikleri yer. Tekke. ZİKR (Zikir) Anmak, hatırlamak. Anılmak. * Allah'ı (C.C.) çok çok anıp azametini düşünmek ve esmâ-i hüsnâsını okuyup tefekkür etmek. * Kur'ân-ı Kerim'in bir ismi.(İ'lem eyyühel aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi yani içi delindiği zaman, elbette sünbüllenip neşvü nemâ bulamaz; ölür gider. Kezâlik, ene ile tâbir edilen enâniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlik-ı Semâvat ve Arz'a isyan edemez. O zikr-i İlâhî sâyesinde (ene) mahvolur...Zikreden adamın, feyz-i İlâhîyi celbeden muhtelif lâtifeleri vardır. Bir kısmı kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yâni şuurlara tâbi değildir. M.N.) ZİKRA Anma, hatırlama. * Nasihat, öğüt. * İbret. Örnek. ZİKR-ÂREND f. Zikreden. Anan. ZİKR-İ ALENÎ Aşikâr ve açıktan toplanıp Allah'ı zikretmek. ZİKR-İ CEHRÎ Yüksek sesle yapılan zikir. ZİKR-İ HAFÎ İçten ve kalbden yapılan gizlice olan zikir. Nakşilerin zikir şekli. ZİKR-İ KALBÎ Kalb ile yapılan, sessiz zikir. ZİKZAK Fr. Bir sağa ve bir sola doğru gidiş yapma. Zİ-L ECNİHA Çok cihetli, çok hususiyetli bulunan. * Kanatlar sahibi. * Çok taraflı. Zİ-L YED Fık: Bir malı elinde bulunduran. Bu malın hakiki sahibi olsun veya olmasın halen istediği şekilde kullanmakta bulunan kimse. ZİLAL (Zelil. C.) Hor ve hakir olanlar. Zeliller. Zİ'LEB(E) Deve kuşu. * Hızlı yürüyen dişi deve. ZİLHİCCE Hacca gitmenin içinde yapıldığı Arabi onikinci ay. Kurban bayramı, bu ayın onuncu gününe rastlar. ZİLKA'DE Arabi ayların on birincisi. ZİLL Yumuşaklık. * Kolaylık, âsanlık. * Davarın alışması. ZİLLE Orak kuşu denilen bir böcektir, orak vaktinde öter. ZİLLET Aşağılık, horluk, hakirlik, alçaklık. ZİLLET-İ NEFS Nefis alçaklığı. ZİLYE (C.: Zelâli) Büyük döşek. ZİLZAL Zelzele, sarsıntı. ZİLZAL SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 99. suresidir. "Zelzele, İzâzülzile" sureleri de denir. ZİLZİL (C.: Zelâzil) Uzun etek. Zİ'M Ayıp. ZİMAL (Bak: Zemel) ZİMAM Ahd, söz, yemin, eman. * Hak. * Hürmet. ZİMAM Hayvan yuları. Yular. ZİMAM-DÂR f. Elinde yular tutan. * İdare eden. İdareci. İleri gelen. Bir işi elinde tutan. ZİMAR Irz, namus. Kişinin koruması kendi üzerine vâcib olan aile efradı. ZİMAR Deve kuşlarının sesi. ZİMEM (Zimmet. C.) Borçlar, zimmetler. ZİMEMAT (Zimem. C.) Borçlar. ZİMMAR Deve kuşu sesi. * "Bağırmak, savt ve sada etmek" mânâsına mastar. ZİMMET Himayeyi te'min eden ittifak. * Borç. * Alâkalı. * Uhde. * Vicdan. * Mes'uliyet. * Üst. Üstte olan şey. * Koruma zorunda kalma. ZİMMET-DÂR f. Hazine sâhibi. Vergiyi alan, toplayan. Alacaklı. ZİMMÎ Anlaşma ile İslâm diyarında yaşaması kabul edilmiş, hayatı hıfzedilen gayr-ı müslim. Ehl-i zimmet.(Kâfir eğer zimmî olsa veya musalaha etse hakk-ı hayatı var diye usul-ü şeriatın bir düsturudur. Hem Mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti makbuldür. Fakat fâsık, merdud-üş şehadettir, çünkü hâindir. L.) ZİMMİT Ağır başlı, ciddi, vakarlı kimse. ZİMR (C.: Ezmâr) Bahadır, kahraman, yiğit. ZİMZİM İri gövdeli deve. ZÎN f. Binek hayvanlarına vurulan eyer. Zİ-N NUR Nurlu, ışıklı. Parlak. * Bahtiyar. Zİ-N NUREYN İki nur sâhibi meâlinde cihar-ı yar-ı güzinden Hz. Osman'ın (R.A.) lâkabı. (Hazret-i Resul-ü Ekrem (A.S.M.) ile iki kat akrabalığı dolayısiyle) (Bak: Osman R.A.) ZİNA Haram ve büyük günah olan ve nikâhsız olarak yapılan cinsi münasebet. ZİNAB (Zeneb. C.) Kuyruklar. ZİNABE Her şeyin ardı, arkası. ZİNAK Çene altının derisi. * Altından veya gümüşten yapılan ve kadınların boyunlarına taktıkları boğmak. ZİNAKÂR f. Zina eden, zâni. ZİNBAR Hafif, zarif, hazırcevap kimse. * Yük götürebilen eşek. * Büyük fare. * Çınar ağacına benzer bir ağaç. ZİNCAR Bir nevi balık. ZİNDAN f. Karanlık, yeraltı hapishânesi. Sıkıntı ve karanlık yer. ZİNDAN-I ATÂLET Atâlet zindanı. (Bak: Himmet) ZİNDANÎ (C.: Zindaniyân) Zindanlık. Zindana kapatılmış suçlu. * Zindan muhafızı. Zindancı. ZİNDE f. Dinç, diri, canlı. * Güçlü, kuvvetli. ZİNDE-BÂD f. Yaşasın, çok yaşa, sağ ol. ZİNDE-DÂR f. Gece uyumayan, uyanık kalan. ZİNDE-DİL f. Kalbi diri olan, uyanık. ZİNDE-GÎ f. Canlılık, zindelik, dirilik. ZİNDIK (Zındık) Dinsiz, imansız. Müşrik. (Bak: Zendeka) ZİNE Düzgün. * Libas, elbise. ZİNET Süs. Bezek. Kadınlara mahsus kıymetli eşya.(Her bir çiçekte, her bir meyvede bir mizan ve o mizan bir intizam içinde ve o intizam, tazelenen bir tanzim ve tevzin içinde ve o tevzin ve tanzim bir zinet ve sanat içinde ve o zinet ve san'at, manidar kokular ve hikmetli tadlar içinde bulunduğundan; her bir çiçek o ağacın çiçekleri adedince Hakem-i Zülcelâl'e işaretler ediyor. L.) ZİNFİLECE (Zinfelîce) Zenbile benzer bir nesne.ZİNHAR $ f. Sakın, aslâ, kat'iyyen, olmaya, aman. * Elbette. ZİNHARHÂR f. Sözünde durmayan adam. * Aman dileyen. ZİNKÎR Tırnak kesintisi. ZİN-PUŞ Eyer örtüsü. ZİR f. Alt, aşağı. ZİR (C.: Zire) İnce kiriş. * Kadınlar sohbetini seven kişi. ZİR Ü ZEBER Altüst, karmakarışık, darmadağın. ZİRA f. Çünkü. Ondan ki, şundan, şu sebepten ki. ZİRA' El, kol uzunluğu. Yirmidört parmak uzunluğu. Arşın. * Bir kolun dirseğinden orta parmak ucuna kadar uzunluk ölçüsü. (75-90 cm. kadar) * Gökte ayın menzillerinden birisi. * Tulum. İçine peynir veya su, yağ gibi şeyler konan deriden kap. ZİRAAT Çiftçilik, ekincilik. ZİRABE Keskinlik. ZÎ-RAHM Nesebî akraba. ZİRAÎ Çitfçiliğe ait. Ziraate dair, onunla alâkalı. ZİRAYE Hışım etmek, hiddetlenmek, kızmak. ZİR-BEND f. Kayış, kuşak, kemer. ZİREK f. Anlayışlı, uyanık, zeyrek. ZİREKÎ f. Uyanıklık, zeyreklik, anlayışlılık. ZİRFİN (C.: Zerâfin) Kapı halkası. ZİR-İ ZEMİN Yeraltı. ZİRİBA' Belâ, zahmet. ZİRİN f. Alttaki, aşağıdaki. ZİRNÎK Zırhım, fare otu. ZİRR Düğme. * Tomurcuk. ZÎ-RUH Ruhlu, canlı, hayattar. Zi-hayat. (Bak: Ruh) ZİRVE Bir şeyin, hususan dağın en yüksek noktası, tepesi. ZİRVE-İ BÂLÂ f. Yüksek zirve. * Yüksek makam. * Yüce kat. ZİRVE-İ CEBEL Dağ tepesi. ZÎ-ŞAN Şanlı, meşhur ve şerefli olan. ZÎ-ŞA'ŞAA Çok parlak. Şa'şaalı. ZİŞT f. Çirkin. Kötü. Kabih. ZİŞTÎ f. Çirkinlik. ZÎ-ŞUUR şuurlu. şuur sâhibi. ZÎT (Ziyât) Çağırmak. * Niza edişmek, çekişmek. ZİVANA (Bak: Zıvana) ZİVER Şiddetle yürümek. ZİVER Süs. Zinet. ZİYA Işık, aydınlık, nur. Ruşenlik. (Nur, ziya'dan daha umumidir. Çünkü ziyâ aydınlığın intişarı mülâhazası ile ve Nur, intişarı ve sebatı mülâhazaları ile ıtlak olunmuştur ve bazıları indinde bizzat olan aydınlığa ziya; ve vasıta ile olan aydınlığa nur ıtlâk olunur. L.R.)(Ziya ile; mevcudat görünür, hayat ile, mevcudatın varlığı bilinir; her birisi birer keşşaftır. M.) ZİYA' Kaybolma, mahvolma. ZİYA PAŞA (Mi: 1825 - 1880) İstanbul'da doğmuş ve Adana'da vali iken vefat etmiştir. İslâm-Türk hürriyet-perverlerinden olan Ziya Paşa, "zekâvette alemdar" bir şahsiyet olmasına rağmen, kâinatta cereyan eden hâdiselerin gaye ve hikmeti karşısında şaşırmış, bu sebebten ıztırab çekiyor. " Eyvah kimden kime şekvâ edeyim, ben dahi şaştım" diye feryad etmiştir. Yine kâinattaki İlâhi güzellik ve zahirde çirkin olarak gözüken, fakat neticesi hayır ve hikmetler dolu olan hadiseler karşısında da; Cenab-ı Hakk'ı tesbih ederek ruhunun feryadını dindirmeğe çalışmıştır.Yeni Osmanlılar Cemiyetine girmiş ve Namık Kemal ile 1876'da Paris'e hicret etmiştir. Zafernâme ve üç cildlik Harabât adlı -Divan edebiyatı şairlerinin seçme şiirlerini toplayan- kitabı vardır. ZİYA-BÂR (Ziya-efşan - Ziyapâş) Işık saçan. ZİYA-DÂR Ziyalı, ışıklı, parlak. * Aydın. Akıllı, münevver. ZİYADE Artan, fazla kalan. Çok bol. Fazladan. * Artma, çoğalma. ZİYA-EFŞAN f. Işık saçan, ziya saçan. ZİYAF (Zeyf. C.) Kalp ve silik paralar. Karışık akçeler. ZİYAFE Merdut olmak. * Tenbel. * Değişmek. ZİYAFEŞAN f. Işık saçan, ziya saçan. ZİYAFET Karışık ve değişik olma. ZİYAFET Misafire yedirip içirme, ikram etme. Misafir kabul etme.(Görünüyor ki; bu âlemin sâhibi -yaptığı şu kadar fiillerin delâletiyle- hârika bir sahâvete sahib olduğu gibi nur ve ziya ile dolu güneşler ve meyve ve semereler ile hâmile eşcar ve ağaçlar misillü pek çok hazineleri vardır. Binaenaleyh bu ebedî sahâvet, tükenmez servet, ebedî bir ziyafetgâhı ister ve devam ile muhtaçların da devam-ı vücudunu iktiza eder... M.N.) ZİYAİ (Ziyaiyye) Işığa ait. Ziyaya dair ve mensub olan. ZİYAL Uzun kuyruklu at. ZİYAME Ayıplı olmak. ZİYAN f. Zarar, ziyan, kayıp, hasar. ZİYANİSAR (Ziya-nisâr) f. Işık saçan, ışık serpen. ZİYANKÂR f. Zarar veren, ziyancı. Zarar ve ziyan edici. ZİYAPAŞ f. Işık ve aydınlık veren. Ziya saçan. ZİYAR Yavşa denilen nesne. (Baytarlar) onunla davar dudağını kıstırıp zebun ederler. ZİYARE Meşhur, şöhretli. ZİYARET Görüşmeğe gitmek. Bir kimseyi görmeye varmak. ZİYARET-GÂH f. Ziyaret yeri. * Türbe. Makbul ve dine büyük hizmeti olan ve veli tanınanların kabrinin bulunduğu yer. ZİYA-YI KALB Kalbin ziyası, nuru, ışığı. Kalbin iman nuruyla ziyalanması, uyanması, gafletten halâs olması. ZİYY (C.: Ezyâ) (Zeyy) Dış görünüş. * Libas. Kılık, kıyafet. Hey'et. ZİZA' Ot ve su olmayan yer. ZİZEFUN Ihlamur ağacı. ZORBAZ f. Kuvvet oyunları gösteren sanatkâr. Bu oyunlar hünerden çok güce, kuvvete dayandıkları için, zor oyuncusu demek olan bu tabir meydana gelmiştir. Eskiden cambazlar kuvvetli adamlar oldukları için ekseriyetle vücutlarının kuvvet ve metanetine delil olan görülmeğe değer numaralar da gösterirlerdi. Meselâ bazı cambazlar koca bir taşı yerden alıp havaya atarlar ve taş aşağıya inerken, başlarının üstündeki lâstik topmuş gibi kâh göğüsleriyle, kâh arkalarıyla, kâh başlarıyla karşılayıp taşa vururlar, yere düşmeden tekrar havaya çıkarırlar ve böylece oynarlardı.Bazan da koca su küplerini karşılarına alıp, koç dövüşür gibi karşıdan hızla gelip başlarıyla vurarak küpü parça parça ederlerdi. Bu çeşit kuvvet oyunları gösteren cambazlara, zorbaz denirdi. (O.T.D.S.) ZÛ Kelimenin başına gelerek "sâhip, mâlik olan" mânasını verir. (Bak: Zâ) ZÛ' (C.: Azvâ'-Ziyâ') Işık, aydınlık. ZÛ' Gece uçan kuşlardan birisi. * Erkek baykuş. ZUAFA (Zayıf. C.) Zayıflar. Zayıf olanlar. ZUAK Tuzlu su. ZUAMA (Zaim. C.) (Zeâmet. den) Kefiller. * Büyük tımar sâhipleri. ZU'BAN (Zi'b. C.) Canavarlar, kurtlar. ZUBBAN (Zabb. C.) Kelerler, kertenkeleler. ZUBE Bir taraf. ZUCRET Yürek darlığı, iç sıkıntısı. ZUCRETVER f. Sıkıntılı. ZUD Üçten ona kadar olan develer. ZUD f. Çabuk, tez, hemen olan, acele. ZUDAŞNA (Zud-âşnâ) f. Her gördüğü kimseyle dost olan. ZUDENDAZ (Zud-endâz) f. Akla geldiği şekilde, düşünülmeden söylenen söz. ZUDHİZ f. Vazifesini çok çabuk gören hizmetkâr. ZUDÎ f. Tezlik, çabukluk. ZUDRES f. Çabuk erişen. ZUDSİR f. Faydasız. Menfaatsiz. * Kötü huylu. * Bir şeyden çabuk bıkan, usanan. ZUDTER f. Daha çabuk. ZU-ESMAR Meyveli. Semereli. ZUFR Tırnak. ZUFUR (C.: Ezfâr-Ezâfir-Zufir) Tırnak. * Yay başında kiriş takılan yerden ucuna varıncaya kadar olan miktar. ZUGLE Her nesnenin bakiyyesi ve bölüğü. * Birşeyin bölük bölük olması. ZUGLUL Yeyni, hafif. * Küçük oğlan. ZUGR Şam vilayetinde bir yerin adı. ZUHAL (Bak: Zühal) ZUHAR Ok yeleği. Kanat yeleği. ZU-HAZZ Nasibi olan, nasibli. * Hoşlanan, zevk alan. ZUHR Sahavetli zenginlik. * Yüksek şeref. ZUHR Öğle vakti. Öğleyin. ZUHR(E) İhtiyaç zamanı için muhafaza edilen, saklanan şey. Zahire. * Sâlih amel. Âhiret için yapılan hazırlık. ZUHREFE Süslemek, bezemek. ZUHRUF Yaldız. Yalancı süs. Gösteriş. Zinet. Altın. ZUHRUF SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 43. suresidir. Mekkîdir. ZUHUR Meydana çıkmak. * Ansızın meydana gelmek. * Baş göstermek. Görünmek. * Hulul. * Galip olmak. * Âlîkadr. ZUHURÂT Birden oluveren şeyler. Hesapta olmayan umulmadık hâdiseler. * Sünuhat. (L.R.) ZUK' (C.: Ezkâ) İki uyluk arası. ZUKAK (C.: Ezikka) Sokak. ZUKK Kuşun yavrusuna ağzından birşey yedirmesi. ZUKL Harâmi. * Küçük dar gemi. ZU'KUK (C.: Zeâkık) Yaramaz huylu kimse. ZULAME Mazlumun hakkı. ZULEL Gölgelikler. ZULEM Karanlıklar. ZULEMAT (Zulmet. C.) Zulmetler, karanlıklar. ZULLAME (Zalime) Zâlimin zulümle aldığı mal. ZULLÂN (Zelil. C.) Zeliller. ZULLE (C.: Zulel) Gölgelik. * Gölge eden bulut. * Sofa. ZULM (Zulüm) Haksızlık. * Eziyet, işkence. * Bir hakkı kendi yerinden başka bir yere koymak.( $ sırrınca: Dostların hataları, hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor. Şefkatli tokat yer, aklı varsa intibaha gelir. Düşman ise, hizmet-i Kur'âniyeye zıddiyeti, mümânaati, dalâlet hesabına geçer. Bilerek veya bilmiyerek hizmetimize tecavüzü, zendeka hesabına geçer. Küfür devam ettiği için, onlar ekseriyetle çabuk tokat yemiyorlar. Nasılki küçük kabahatleri işliyenlerin, nâhiyelerde cezaları verilir. Büyük kabahatleri de büyük mahkemelere gönderilir. Öyle de: Ehl-i imanın ve has dostların hükmen küçük hataları, çabuk onları temizlemek için kısmen dünyada ve sür'aten verilir. Ehl-i dalâletin cinayetleri, o kadar büyüktür ki: Kısacık hayat-ı dünyeviyeye cezaları sığışmadığından, muktezâ-yı adalet olarak Alem-i Beka'daki Mahkeme-i Kübrâ'ya havale edildiği için, ekseriyetle burada cezaya çarpılmıyorlar.İşte Hadis-i Şerifte $ mezkûr hakikata dahi işaret ediyor. Yâni: Dünyada şu mü'min, kısmen kusuratından cezasını gördüğü için dünya onun hakkında bir dâr-ı cezadır. Dünya, onların saadetli âhiretlerine nisbeten bir zindan ve cehennemdir. Ve kâfirler, madem Cehennem'den çıkmıyacaklar. Hasenatlarının mükâfatlarını kısmen dünyada gördükleri ve büyük seyyiatları te'hir edildiği cihetle, onların âhiretine nisbeten dünya, cennetleridir. Yoksa mü'min bu dünyada dahi kâfirden manen ve hakikat nokta-i nazarında çok ziyade mes'uddur. Âdeta mü'minin imanı, mü'minin ruhunda bir cennet-i maneviye hükmüne geçiyor; kâfirin küfrü, kâfirin mahiyetinde manevî bir cehennemi ateşlendiriyor. L.) ZULMANÎ Karanlık. Karanlıkla alâkalı. Karanlıklı ve karanlık gaflet uykusunda olan. ZULMAT (Zulümât - Zulemât) (Zulmet. C.) Karanlıklar. Kara gün. * Dinsizlik ve zulüm devri. ZULMEN Haksızlıkla, zulüm yaparak. ZULMET Karanlık. * Mc: Sıkıntı. ZULMET-ÂLUD Karanlıklı. Karışık ve sıkıntılı. ZULMET-EFZÂ (Zulmet-fezâ) Karanlığı artıran. ZULMET-İ MÜNEVVERE Efkâr-ı hâzırada cehl-i basiti, cehl-i mürekkebe kalbeden en mühim sebep. Meçhul bir şeye parlak bir isim takmakla anladım zannetmek ve izah olundu zannetmektir. Manyetizma, telepati, kuvve-i mıknatısıyye ve elektrik gibi isimleri takmakla o hârika hâdiseler izah olunmuş olamazlar. ZULMET-İ MÜZEVVER Dedikodu, fitneden hâsıl olan azab ve mânevi karanlık. ZULM-Ü MÜTEHACCİR Taş haline gelmiş, zulüm. (Bak: Sanemperest) ZU'LUB (C.: Zeâlib) Bez parçası. ZULUF (Zılf. C.) Koyun, keçi, inek gibi hayvanların çatal tırnakları. ZU'LUK Bir ot cinsi. ZULUL Gün geçirmek. * İşi gece yapmak. * (Zıll. C.) Gölgeler. ZULÜMAT (Bak: Zulmât) ZU'M (Zuum) Bâtıl zan. Şübhe. Yanlış zan. ZU'MİYYÂT Bâtıl, yanlış zanlarla alâkalı şeyler. ZUMNE Müzmin illet, zamanla yerleşmiş olan hastalık. ZU'MUM Yorulmak. ZUN Put, sanem. ZUNBUB İncik önünde olan kuru kemik. ZUNUN (Zann. C.) Zanlar. şübheler. ZUR Yalan. Asılsız. Uydurma. ZUR (Zor) f. Kuvvet, güç. ZU'R Korku, havf. ZURAFA (Zarif. C.) Zarifler. Zarif, hoş, tatlı ve nâzik konuşan, kibâr ve nâzik hareket eden kimseler. ZURAR Keskin bir taş. ZURBA f. Zorba. Bir işi zorla yaptıran. * Kuvvetli, güçlü. ZURBAYÂNE f. Zorbalıkla, zorbacasına. ZURBAZ (Bak: Zorbaz) ZURHANE f. Spor salonu. ZURK Yonca içinde biten yaban otu. ZURKÂR f. Zorlayan. ZURMEND f. Güçlü, kuvvetli. ZURU' (Zar'. C.) İnek ve benzeri hayvanların memeleri. ZURUB Kısa boylu, şişman ve etli kimse. ZURUF (Zarf. C.) Zarflar. Kablar. ZU'RUR Yaramaz huylu kişi. * Kızılcık yemişi. ZUTT Zencilerden bir kabile. ZUYUC Meyletmek, yönelmek, eğilmek. ZUYUF (Zayf. C.) Misafirler. Geçici olarak duranlar. ZÛ-ZENEB Kuyruklu. Kuyruğu olan. ZÜ- Sâhip, mâlik mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. ZÜAF Ağu. Zehir. ZÜAF Tez, acele, hızlı seri. ZÜBAB Şom. Şer, kötülük. Kovmak, uzaklaştırmak. ZÜBAB(E) Sinek. ZÜBAD Bir ot cinsi. ZÜBALE Mum. Kandil fitili. ZÜBANA Yılan boynuzu. * Akrebin kuyruğu ucundaki dikeni. ZÜBBAD Değersiz şey. * Kaymak. ZÜBD Tereyağı, kaymak. ZÜBDE (C.: Zübüd) Netice, sonuç, hülâsa. * Bir şeyin en mühim kısmı. * Kaymak. * Her nesnenin iyisi ve hâlisi. ZÜBDE-İ KEMÂL Kemâlin en ileri derecesi. ZÜBDE-İ MAKAL Sözün özü. ZÜBDÎ Tereyağıyla ilgili, tereyağına ait. Tereyağlı cisimler. ZÜBED (Zebed. C.) Köpükler. * (Zübde. C.) Özler, özetler, zübdeler, neticeler. ZÜBEH Bir ot. ZÜBEYR (Zübür. den) Yazılı küçük şey. ZÜBEYR BİN AVVAM (R.A.) Sahabe-i Kiramdan ve Aşere-i Mübeşşeredendir. Erkeklerin beşincisi olarak onbeş yaşında iken İslâmiyeti kabul etti. Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı muhafaza için ilk kılıç çekenlerdendir. Bütün gazalarda bulunup çok yara aldı. Mısır'ın Fethinde bulundu. Çok zengin olduğu hâlde bütün varını İslâmiyete fedâ etti. Namaz kılarken şehid edildi (Hi: 67). Namazını Hz. Ali (Radıyallahü anh) kıldırdı. ZÜBRE (C.: Züber) Büyük demir parçası. (Örs mânasına da gelir.) ZÜBUL Sararıp solma. Buruşma. * Pejmürdelik. ZÜBUL-YAFTE f. Gübrelenip kuvvetlenmiş olan. ZÜBUR (Zibr. C.) Mektuplar. Kitaplar. ZÜBÜR (Zebur. C.) Kitaplar. Mektuplar. ZÜBYE (C.: Zübâ) Tepe. ZÜCAC(E) Cam, şişe, sırça. ZÜCACÎ Camcı, şişeci, sırçacı. ZÜCACİYYE Cam veya sırçadan yapılı kaplar. ZÜCAL Oyuncu güvercin. ZÜCC (C.: Zicce-Zicâc) Süngü arkasının demiri. * Dirsek kenarı. * Ok demiri. ZÜCLE (C.: Zücül) İnsanlardan bir taife. ZÜCUR (Zecr. C.) Yasak etmeler, mâni olmalar, önlemeler. Zorlamalar. Eziyetler. Kovmalar. ZÜFF (Züfâf) : Az, kalil. ZÜFFE Bölük, zümre. ZÜFR Ulu kişi, seyyid. ZÜFRE (C.: Zeferât) Kükremek. Gürlemek. * Nefesi içeri çekip göğsünü öttürmek. * Gam, tasa. * Atın orta yeri. ZÜFYAN Rüzgârın şiddetle esip sürüp götürmesi. ZÜHA' Miktar. ZÜHAL Satürn Gezegeni. ZÜHAR Zorla içi geçmek. * şiddetle teneffüs etmek. ZÜHBAN (Zühub) (Zeheb. C.) Altınlar. ZÜHD Dünyaya rağbet etmemek. Nefsâni zevk ve arzudan kendini çekerek ibâdete vermek. ZÜHDÎ Zühde ait ve müteallik. Zühde dair. ZÜHDİYYE Fls: Çilecilik. Eziyet ve sıkıntılara katlanarak mânevi terakki sahibi olmağa çalışmak. ZÜHD-Ü KALB Kalben dünyaya değil, Allah rızasına müteveccih olmak. Kalbin dünya alâkalarından kesilmesi. ZÜHEYR Küçük çiçek. Çiçekcik. ZÜHLUK (C.: Zehâlik) Semiz,besili, şişman. ZÜHM İçyağı. ZÜHME (C.: Zühem) Çirkin koku. * Kedinin kuyruğu altında toplanan misk. ZÜHRE Çoban yıldızı. Sabah yıldızı. Târık. Venüs. Kervan kıran. Çulpan. Güneşten ikinci derecede uzak olan ve sair seyyarelerden daha parlak olan yıldızlar. * Berraklık, safilik. ZÜHREVÎ Frengi ve bel soğukluğu gibi hastalıklar. ZÜHRUF (Bak: Zuhruf) Yaldızlı zinet. ZÜHUB (Zeheb. C.) Altınlar. ZÜHUK Bitip tükenme, mahvolma, yok olma. Hükümsüz kalma. ZÜHUL Gafil olmak, gaflette bulunmak. Meşgul olmak. ZÜHUL Uzak olmak, yerinden gitmek. Uzaklaşmak. ZÜHUL Unutmak veya bir işi geciktirmek. Elde olmayan bir sebeple bir işi geciktirmek. Yanılmak. Kasden unutur gibi olmak. ZÜHUL (Zahl. C.) Düşmanlıklar. Adâvetler. Öç ve intikamlar. ZÜHUMET Yağlılık. ZÜHUR (Su) çok olmak. * (Irmak) su ile dolu olmak. * Büyük ve uzun olmak. ZÜHUR (C.: Ezhâr) Darlık zamanı için saklanıp biriktirilen şey. ZÜHUR Parlaklık. Parıldama. Zühuret. * Çiçekler. Ezhar. ZÜHURET Parlaklık, parıldama. ZÜKA' Güneş. ZÜKA' Üveyik kuşunun sesi. ZÜKA' Nakit. ZÜKAE Malı çok olan, zengin. ZÜKAK (C.: Zekâk-Ezikka) Sokak. * Üveyik kuşunun sesi. * Ses, avaz, sadâ. ZÜKAM Nezle. ZÜKE Hışım, gadap, hiddet, öfke. * Üzüntü, gam, tasa. ZÜKK Üveyik kuşunun yavrusu. ZÜKME Kişinin son çocuğu. * Çocuk doğarken çıkan ses. * Ağır ve can sıkıcı kimse. ZÜKR Kalbdeki fikir, düşünce. ZÜKRAN (Zeker. C.) Erkekler. ZÜKRE Peklik. * Keskinlik. ZÜKRE şarap konulan küçük tuluk. ZÜKUN (Zekan. C.) Yüzün alt uçları. Çeneler. ZÜKUR (Zeker. C.) Erkekler. ZÜKURET Erkeklik. ZÜ-L CELAL Celâl sahibi, Allah (C.C.) Azamet, kibriyâ, izzet ve heybet sahibi Cenâb-ı Hak. (C.C.) ZÜ-L CELAL Celal sâhibi. ZÜ-L CEMAL Cemâl, lütuf, rahmet ve güzellik sâhibi Allah. (C.C.) ZÜ-L CENAH Çok cihetli, çok taraflı, her yana gidebilir. ZÜ-L CENAHEYN İki taraflı. Çitf kanatlı. * Hem dünya hem âhirete âit. Zâhiri ve bâtıni bilgisi geniş olan kimse. İki mânevi yol takib eden. İki ayrı meharet sahibi. ZÜ-L ECNİHA Kısım kısım, Çok taraflı, çok kanatlı. ZÜ-L FİKAR (Zülfekar) Resül-ü Ekrem (A.S.M.) zamanında bir kâfire âit kılıç iken Hz. Peygamber (A.S.M.) Bedir Muharebesinde Hz. Ali'ye (R.A.) verdiği ve ucu iki kısma ayrılan meşhur kılıç.(Mecâzen, şimdiki devirde Hz. Peygamber (A.S.M.) ve Kur'an-ı Kerim hakkında inkâra ve şüpheye düşenleri ilmen, aklen ikna edip, mânen küfrü kesen Risale-i Nur Külliyatından çok mühim bir eserin ismidir. Bu kitapta üç yüzden ziyade, râvileri ile birlikte hadis-i şerifler nakledilerek Kur'an-ı Kerim'in mu'cizeliği ve Resül-ü Ekrem'in (A.S.M.) hak peygamber olduğu isbat ve beyan edilmiştir.) ZÜ-L KARNEYN İki boynuzlu. Kur'ân-ı Kerim'de adı geçen ve Peygamber olup olmadığı tam bilinmeyen büyük bir hükümdar ismi. İki zülüflü yahut da şark ve garbın hakimi olduğu için böyle denilir. Eski Yemen Padişahlarından birisidir. Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm zamanında bulunup Hazret-i Hızır'dan ders almıştır. Bazıları yanlış olarak bunu İskender-i Rumî ile karıştırır. İskender-i Rumî Milâddan 300 sene evvel yaşamış ve Aristo'dan ders almıştır. Yemen'li İskender'e İskender-i Kebir de denir. (Bak: Karn) ZÜ-L KAVAFİ İkiden fazla kafiyeli nazım şekli. ZÜ-L YEDEYN İki elliler, insanlar. ZÜLAKA (Bak: Zelâka) ZÜLÂL Saf, berrak, tatlı, hafif, güzel, soğuk su. * Yumurta akı. ZÜLÂLÎ (Zülâliyye) Yumurta akı özelliğinde olan maddeler. Yumurta akına benziyen. ZÜLÂL-İ VASL Sevdiğine, muhabbet ettiğine kavuşmanın neticesi hâsıl olan tatlılık ve sürur. ZÜLAM Parasız, züğürt. ZÜLEF (Zülfe. C.) Gecenin gündüze yakın saatleri. * Yakınlık. * Rütbe. Menzile. ZÜLENKATA Zeker. * Kısa boylu kişi. ZÜLF (Zülüf). f. Yüzün iki yanından sarkan saç lülesi. ZÜLFA Yakınlık, yaklaşma. ZÜLFE Küçük saçak, püskül. * Yazı ıstahlarındandır, sülüs yazısındaki eliflerin ucundaki çengele verilen addır. Eliflerini ucundaki çengel, ufak saçağı benzediği için bu ad verilmiştir. ZÜLFET Yakınlık. ZÜLF-İ PERİŞAN f. Zülfün dağınık, perişan oluşu. Sevgilinin saçının darma dağın oluşu. * Mc: Sevilen şeylerin, işlerin karma karışık oluşu. ZÜLF-İ YÂR f. Sevgilinin zülfü. * Mc: Menfaat, fayda, çıkar. * Hatır, onur, şeref. ZÜLHUKA Çocukların üzerine çıkıp kaydıkları nesne. ZÜLKA Kaypak, düz yer. ZÜLKUM Boğaz. ZÜLL Hakir olma, alçalma. Zillette oluş. Horluk. ZÜLLAHA Arka ağrısı. ZÜLL-İ TESLİM Teslim olma alçaklığı. ZÜLUL Vezinde eksik olmak. ZÜLÜF (Bak: Zülf) ZÜLÜL (Zelul. C.) Yavaş ve başı yumuşak olanlar. ZÜLZAL Zelzele, deprem, sarsılma. ZÜLZİL (C.: Zelâzil) Etek ucu. ZÜMER (Zümre. C.) Gruplar, zümreler. ZÜMER SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 39. suresi. Mekkîdir. ZÜMH Yüce ve büyük olmak. ZÜ-MİRRE Halk. * Hasen yahut bediî eserler. ZÜMMAH Bahil, yaramaz kişi. ZÜMMEL (ZÜMMÂL) Zayıf, korkak kişi. ZÜMRE Bölük, cemaat, grup, takım, sınıf. Cins. ZÜMRE-İ MUVAHHİDÎN Bir Allah'a inanmış ve O'nun emirlerinden ayrılmak istemeyenler. Bir Allah'a inanıp başka fikre aldanmayanlar. ZÜMRÜT Cam parlaklığında, güzel, yeşil renkte şeffaf bir süs taşı. ZÜMUH Uzak olmak. * Katı olmak. ZÜMUM (Zemm. C.) Ayıplamalar. Kınamalar. ZÜMÜRRÜD Zümrüt. * Mc: Çok yeşil olan renk. ZÜNABE Herşeyin ardı, arkası. ZÜNANE Borcun ve iddetin bakiyyesi. ZÜNBA' Akıllı, zeyrek kimse. ZÜNBUR (ZÜNBÂR) (C.: Zenâbir) Eşek arısı. * Ufak taş parçası. ZÜNEYB Küçük kuyruk, kuyrukçuk. * Küçük sap, sapçık. ZÜNNAR İp. * Hristiyan rahiplerinin veya puta tapanların, papazların bellerine bağladıkları örme kuşak. (Rükûa mâni olduğu için kuşanılması İslâmiyette küfür alâmeti sayılmıştır.) ZÜN-NUN (Sahib-i Nun) Yunus Peygamber'in (A.S.) bir namı. * Mısır'lı Ebul Gayıd: Tasavvufun büyük müessislerindendir. Hi. 860'da vefat etmiştir. ZÜNUB (Zenb. C.) Günahlar. Kabahatlar, suçlar. * (Zeneb. C.) Kuyruklar. ZÜ'NUN Bir ot cinsi. ZÜNZÜN (C.: Zenâzin) Gömlek eteği. ZÜR'A Bir miktar ekilmiş yer. ZÜRARE Saçılan şey. ZÜR'E Aklık, beyazlık. ZÜREFA (Zarif. C.) Zarif kimseler. (Bak: Zurafâ) ZÜREYKA' Aş çervişi. (Aşın üstüne gelir) ZÜRİBE (ZİRİBE) (C.: Zerâbi) Enli ve iyi döşek. ZÜRKA(T) Mâvi, mâvimtırak renk. ZÜRKUM Çehresi gömgök kimse. ZÜRMANİKA Sof zırh. ZÜRNUK Küçük nehir. ZÜRRA' (Zari'. C.) Ekinciler. Ziraatçiler. ZÜRRAK (C.: Zerârik) Beyaz tüylü doğan. ZÜRRE Darı. ZÜRRİYAT (Zürriyet. C.) Zürriyetler, kuşaklar, nesiller. ZÜRRİYET Soy, nesil, döl, kuşak. ZÜRU' Ekili tarlalar. ZÜRUD (Zerd ve Zered. C.) Savaşçıların halka halka örülmüş zırhları. ZÜRUR Ay, güneş ve yıldızın doğması. ZÜRZÜR Sığırcık kuşu. ZÜUBE (C.: Zevâib) Her nesnenin âlâsı, iyisi. * Ağaç başında olan incecik budak. ZÜVAF Tez, hızlı, seri. ZÜVAL Yab yab, sallana sallana yürüyen kişi. ZÜVAN Buğday içinde çok olan ve gökçek adı verilen kara tohum. ZÜVENN Kısa boylu. ZÜVEYZA' Kısa boylu. ZÜVİYET Toplandı, dürüldü. (Bak: Zevy) ZÜVVAR (Zâir. C.) Ziyaretçiler. Hal hatır sormağa gidenler. ZÜYUF (Zeyf. C.) Kalp akça, sahte para. Mağşuş olmak, mağşuş akçalar. ZÜYUL (Zeyl. C.) İlâveler, ekler. Kuyruklar. Etekler. Bir kitaba yapılan ilâveler. ZÜYUR (Bak: Ziver) |