Nefs Hakkında Yazılmış ve Söylenmiş Olanlar - Printable Version +- Tunca-Forum (https://tiryakiboard.com) +-- Forum: DİNİ İSLAMİ BİLGİLER (https://tiryakiboard.com/forumdisplay.php?fid=8) +--- Forum: iSLAMi BiLGiLER (https://tiryakiboard.com/forumdisplay.php?fid=187) +---- Forum: Islam Tasavvufu Hakkında Bilgiler (https://tiryakiboard.com/forumdisplay.php?fid=205) +---- Thread: Nefs Hakkında Yazılmış ve Söylenmiş Olanlar (/showthread.php?tid=3578) |
Nefs Hakkında Yazılmış ve Söylenmiş Olanlar - RasitTunca - 09-20-2018 Nefs Hakkında Yazılmış ve Söylenmiş Olanlar Editör Karoglan Hocanin önsözü : Bu Makalede, Nefs hakkindaki bütün söylenmiş olanlari toplamaya çalışdım. Amma ben bunların hepsini kabul edip tasvip ediyorum demek değil bizim çizgimiz belli ve bu makaleyi yazmama sebeb bizim bazi forumlara açdigimiz tasavvufdaki nefsin halleri ve mertebeleri konumuzun altina yapilan bazi yorumlari görünce onlara açıklama babında bu konuyu ele aldım. ve nitkeim Nasrettin hocadan oldugu veya Hz Aliden oldugu söylenen bir Söz vardir "damdan düşenin halinden, damdan düşen anlar" bizim yorumumuz ile ise berberlik bir berberden ögrenilir, kasapalik kasapdan ögretmenlik ögretebilen birinden, dokturluk hekimlik hekimlerden ,... nasil olurda tasavvuf balından lokmasından yememiş bazi münkirlerden tasavvuf bilgisi ögrenilsin, her ilim erbabından ögrenilirse o ilimde insan mahir olur . ve tasavvuf lokması tatmamış ahmak bazi adamalar, bu konuda ahkam kesiyorlar, ve biz iyisi kötüsü seçmedik ve bütün bu "nefs" hakkında internete eklenmiş bilgileri topladik ve bu makaleye ekledik. akilli insan bunlari bir süzgecden gecirir ve yüzmeyi kasapdan ögrenmez ! yüzmeyi deniz kiyisinda oturan suyu seli olan yerde olupda birde yüzme bilen birinden ögrenir, öyle dagin başinda oturupda, birde yüzme hakkindan ahkam kesenlerden degil. Tasavuf öyle herkesin harci degildir, er kişilerin harcidir. bu yolda ucsuz nice denizler vardir, bu konuda yüzmesini bilmeyen ardimizdan gelmesin. Tasaavuf ve kavramlarida, Tasavvuf ehli Mutasavvif kimselerden ögrenilir. Bizim nefis hakkindaki risalelerimizde anlatiklarimiz şunlardir : Nefs-i Emmare Bissüi Nedir? , Kötülüğü Emreden Nefis Nedir? Öncelikle Nefis demek Vücut Denilen Araba veya Motoru süren sürücü , şoför Manasindadir. ve Bu Motor ve araba yaptiklarindan hesaba çekilcek olduğu için, onun sanki yabani bir at misali, üstüne binip güzel işler yaptirilabilmesi için, önce terbiyet edilmesi gerekir.Yani sürüş kurallarini ögrenmek gekekir. ve burada islamin şartlari olan namaz ve oruç devreye girer, ve işde oruç ile insan önce nefsine gem vurmayi, yani nefis atina, motoruna gem vurmayi, veyahut arabasinda, nasil fren sistemini kullanmasi gerektiğini öğrenir. ve oruç ile yemeye helal olan birşeye gem vurulur. daha sonra cima ya gem vurlur, yani frene basmasi öğenilir. ve bunu öğrenince, artik insan islamin haram ve yasak dediği durumlarda, frene basip nefis atinin gemini çekerek onu durdurur. ve nefis kazandiği derece ile makam kazanir ve terbiyet ehli olur. ve işde Nefs-i Emmare Bissüi Nedir? : denilince istilahi mana ile kötülüğü emreden nefis demekdir. ve kötülük ise nefsin hoşuna giden (zina kumar çalmak çirpmak fazlaca yemek israf,içki,..) gibi haram ve yasak olan işlerdir. ve bu ameller işlendikce, nefis ati bunlarla beslenen bir at ve araba olur, yani o arabanin benzini, ya iyilikle doludur ve iyilikle hareket edip çalişir, yahut kötülük ile doldudur ve kötülük enerjsi ile çalişir. ve haramlar işlendikce insan, cehennem çukuruna müstehak olur. ve siyah ve kötü enerji, yikici yok edici bir kuvve kazanir. Eger terbiyet olursa, beyaz ve renkli enerji kazanir. ve renklerine göre de onun kuvvesi belli olur. ve her rengin bir melek grubu vardir, ve o rengin haline bürününce, o grubun melekleri ona yardım ederler. Emmare bissüi nefis, petrol mesabesindedir veya carbon elementini temsil eder, veya yanici kömür ve cinsi nevisi, ve en alt seviye ölü nefisdir, artik onun yeniden dirilmesi, mümkün değildir dersek yani, Allah kiyametten sonra, haşrda onu yeniden halkeder ancak, dünyada ise onun carbon haline dönmüş olmasi, tekrar bitki olup yeşeremeyecegini," fedhuli fi ibadi " derecesine varip ve tekrar insan bedenine girip hizmet edeyemeciğni belli eder. amma petrol ve kömür carbon cinsi olup Allah onlari sadece cehennemlik olarak halketmişdir, ve onlar cehennemden çikip kurtulamazlar, sonlari ikisininde yanmakdir. şayet onlardan firavun gibi, sonradan akillanipda iman ettim diyenler olursa, onlar hem zehirli, hem dibe çökücü, hem de dibe çöktürücü olan civa durmunda olurlar. bir üst, ondan daha hafif, ve dünyamizin üst kismlarinda hayat bulan madenler ve yani mesela demir gibi, veya bakir ve benzeri agir metaller halindedir. ve insan, nefis atina gem vurmasini ögrenip, ve dur denilen trafikde, durup. bekle denilen yerde. bekleyip. geç denilen yerdede, durmadan hemen geçer ise, yani ayni trafik kurallari gibi, nefsin de kurallari vardir, ve islamin emirlerine harfiyle uyan kimsenin, nefis ati , kaza yapip ölmez, yahut yaralanmaz, yahut şarampola yuvarlanmaz velhasil kelam. Nefs-i Levvame Nedir? , Pişman Olan Nefis Nedir? ikinci Nefis makami Nefsi Levvame olup, levmedici nefis yani, yaptiği bir yalnişin ardina, kendini levmedip „tüüüh keşke yapmasaydim, yalniş birşey yaptim ben“ diyebilen nefis derecesidir. Bu dereceye ulaşan nefisin, vicdan melekesi çalişir haldedir ve vicdan denen meleke ona hep yalnişlarinin ziddi olan iyi ile, yaptiği fiili mukayese etmesini sağlar, ve bu yalniş, bu doğru diye bir kiyas yapma halini kazanir. Ve yalnişlar : Amma Allahin kitabinda bildirilen haram ve yasaklar olsun, amma bulunduğu toplumun kurallari olsun, bu kurallara uymamak hepsi yalniş şeylerdir. Ve şeriat sadece islamin bildirdiği kurallar olmayip, insanliğin hayri için olan kurallarda buna girer. Ve bir toplumun kerih gördüğü şeylerde bu kurallardandir, hak gözlüğü ile bakinca, şeriata aykiri olmayan hususlardada, onlara uymak, şeriata uymakdir. Hal böyle olunca trafik kurallari, her ne kadar kuranda geçmesede, ehliyet alcak olana, önce kurallar ögretilir : ilk baştda durmak ve geçmek vardir, ve birde beklemek, en basit kurallar. Ondan sonra stop levhasi gelir, illa durulmasi gereken yer, yani ister gelen, olsun ister gelen olmasin, buraya varinca durmak mecburdur demek. Yani cümle sonuna nokta koyma kurali gibi. Işde levmedici nefsin vicdan melekeleri çalişir, ve insan vicdaninin sesini duyabilcek safiyete ulaşinca, yani sağdaki meleğin sesini duyar hale gelince, belki herzman doğru olanlari yapamaz amma, işde en azindan yalniş yaptiğini bilir ve özür dilemesi gerektiğini bilir. Her ne kadar, bir adami dövdükten sonra özür dilerim demek, ne abes işsede, o adama“ ben kendimde değildim, bilmeden oldu, kendimi kaybettim, şuurumu kaybetmişim, o yüzden bunu yaptim“ derse cezasinda hafifletici sebeblerden dolayi düşme olur yani. ve işde Hz Adem olmanin ilk basamaği, yalniş yapan, Hz Adem ile Havva en aşağiya dünyaya indirilince „Esteuzuibillah legad halaknel insane fi ahseni takvim.Sümme redednahü esfele safilin.“ Ayetinin hükmü gereği dünyaya indirilen Hz Adem ve Havva, dünyada yaptiklarindan pişman oldular. cünkü cennetde herşey hazir, ellerinin ayaklarinin önündeyken, dünyada ise, yemek için gayret, icmek için gayret, giymek için gayret etmeleri gerektiğini anladilarki, biz yalniş yapmişiz, ve kolaylik yerine zorluğu seçmişiz deyip ve pişman olup tövbe ettiler. Ve hata yapinca başa gelen belanin birisi olan, birde eşinden ayri düşme belasi üzerlerinden kalkdi, ve arafat denilen dağda buluştular. Ağlayip Tövbe edip Yaradandan özür dilediler. Amma artik dönülmeyen yola girilmişdi, artik o cennete tekrar ulaşmak için, bütün katlari geçmek gerekiyordu, ve aklari karasindan seçmek gerekiyordu. Ve böylece insanoğlu vicdanin sesini duyunca adem ve havva olur yani insan olur, şeytan ve ordusu olmakdan kurtulur.cehhennem ehli olmakdan kurtulur.Ve bu dereceyi kaybetmek ve emmare nefis derecesine yeniden düşmek tehlikesi vardir. ne zaman vicdanin sesi duyulmaz oldu, kalp karardi ve ince sesleri, yani meleklerin seslerini işitmez oldu, o zaman yine „emmare bissüi nefs“e düşdü demekdir. Yani Yaptiği hatadan dönmiyen tövbe etmiyen hatasindan pişman olmiyan nefs, meleklerihin ve vicdaninin sesini duyamayan nefis derecesine. Nefs-i Mülhime Nedir? , Hatalarindan Ders Alan Nefis Nedir? Yani kendisine ilham gelen nefis, Nefsi Mülhime. Mürid yani hak yoluna giren salik sofi , artik levvame nefisden de öteye geçip, eğer o yaptiği hatalardan ders alip, levmettiği bir fiili ikinci defa yapmak durmunda kaldiğinda, önceki yaptiği hatadan ders alipda, o hatayi yapmaz ise, artik mülhime makamina çikmiş olur. Ve artik bu makamdaki bir nefis, vicdan meleklerinin komutani olan, bir üst melekler grubunun sesini duymaya başlar. Ve ona, hep yapcaği her fiilde amelinde, hatalarindan dolayi almiş oldugu yaralari gösterip, bak bunu yapmazsan, bu yarayi almazsin diye tenbih ederler. Ve hal böyle olunca mesela haramlar bellidir amma, haram veya mekruh veya helal oldugu belli olmayan şüheli olan bir fiil yapildiğinda, veya yemesi harammi helalmi oldugu şüpheli olan bir yiyecegi yiyince, o gün namazlar ağir gelmeye başlar.ve vücuda kafir asker girince, derki ona” yatsiyi kilmada yat, sabahi kalkinca kilarsin” diye tenbih eder. ve derki o vicdanin komutani olan melek bak bu şüpheliyi yedin, ve o yüzden senin icndeki melekler ordusunun, namaz kilacak takadi kalmadi, ve sana yatsiyi kilmadan yat derler, sabah kalkma derler. ve sen birdaha bu şüheli şeyden uzak durursan, bu duruma düşmezsin derler. ve o salikde onlarin sözünü dinler, ve o şüpheli olan şeyden, veya amelden, veya fiilden uzak olurlarsa, artik mülhime onda karar kilar, ve dahada yukari yükselir hale gelir. Artik O Mürid yani sofi , o müridi terbiyet ve irşad eden zaatin, Allahin ve meleklerinin ve hizirin yardimi ile oluşturduğu bazi imtihan meviklerine sevkedilir. Bunun misali de : biz elektrik teknisyenliği okurken öğretmen imtihan etmek için, bir elektrik aksami yani, mesela sps sistemi veya, bir elektrik aksami dogru şekilde baglanilir. ve öğreten hoca gelir , ve sen dişari çikarsin veyahut sana göstermeden, o aksamin gidişatini değiştirir, ve mesela bir kabloyu yalniş takar, veya bir kabloyu tamamen cikarir, veya bir rele açik olcaksa kapali hale geitirir, gibi bir bilerek yapilan bağlanti hatasi oluşturur. ve ögretilen ögrenci daha sonra bu hatayi arayip bulmak ile imtihan olur. İşde şeyh de müridine , veyahut bir şeyhe bagli olmayan fakat hak yolsucusu olan birine işde HIZIR aleyshisselamin oluşturduğu, bilerek yapilan aksam değişikligi ile imtihan edilir. Ve eğer o salik ve mürid, o aksamin doğrusunu, önceki yaptiği hatadan ders alipda biliyor idiyse, o zaman o hatayi bilir, ve o imtihandan hataya düşmeden kurtulur, veya hata yerine doğrusunu yaparak hatasiz çikar. Eğer hatalardindan ders almasini bilmiyorsa, geçmişini gözden geçiremiyor ise, Peygamberin “ölmeden önce kendinizi hesaba çekin” hadisini anlayip yaşamiyorsa, ve vicdaninin komutani olan melekerin sesini duymaz olduysa bu sefer tekrar levvame nefise, aşaği düşer. Nefs-i Mutmainne Nedir? , Tam Teslimiyet ile iman Eden Nefis Nedir? Deyince Mürid hak yolcusu salik, eğer mülhimeden dahada ileriye geçebilirse, artik ilhamdan öteye geçen nefis, artik hücreleri ve atomlari ile, yani melekler ile devamli kontakt halindedir. Ve artik atomlarin nedensiz niçinsiz Allahin emrine itaat halinde olduklarini anlayinca, yani bir ordunun askerleri, ona emredileni yapmakla sorumlu olduklari gibi, komutan hücüm diyorsa hücüm, bekle diyorsa bekle, onlar sadece sürücü kuvvetin emrindeki meleker ordusudur. ve örnegin bir gözlük, onun sahibi onu taktiği müddetçe, numarasi oldugu derece ile göze yardimci olmakla sorumludur, onun, bunun ilerisine geçme veya, gerisine kalma yetkisi yok. bir adim ileride atamaz bir adim geridede kalamaz. İnsanda melekliği öğrenince, onun için artik cennet ümidi, cehennem korkusu bitmişdir . dilerse Allah cennetine koyar, dilerse cehennemine, önemli olan onun rizasidir. Yani emre itat etmek mühim olandir. emre itaat ettikden sonra, onun sahibi onu istediği heryerde kullanabilir. ve Allah adildir ki elbet gözüne takilcak gözlüğü afedesin götünde kiçda tuvalet kağidi olarak kullanmaz, ve gerektiği yerde kullanir. Amma olurki sen gözlük isen gözlüğü silah olarak kullanir, olurda şifa olarak kullanir olurda süs için kullanir velhasil kelam. ve gözlük gibi olan için, şayet bir kolu kirilsa ve kolumun birini kirdida neden kirdi? niçin kirdi olamaz ? kirildi ise kirilmişdir ve mehdi dahi bir kolu yerinden çikikdir, ve nedensizdir onun nedenini hak Teala bilir. Umumi sebebleri ve külli sebebler olarak sebebleri vardir. Sebebi kül hak ilmindedir. insanlar ise düşdüm burkuldu gibi sebeblerin bilir. düşdüm amma neden kirildi? amma neden onu Allah bilir. yani nedensiz niçinsiz imana mutmain iman denilir. yani Rabbine tam teslimiyet ile teslim olmuş ölü yikaciyinin elindeki ölü gibi, neyanna çevirirse oyanna döner, itiraz edebilcek bir cani olmayan, ruh halindeki insan yani. Nefs-i Raziye Nedir? , Pişmanliklari Olmayan Nefis Nedir? Denilince Nefsi Mutmainneden daha yüksek makama çikarsa bir nefis, artik Rabbinin onun için yazdiği, kaderinde yaşadiği hiçbirşeyin tesadüfen değil, bilinçli bir kader çizimi olduğu, ve her yaşananin bir sebebinin olduğunu anlamaya başlar. Hani Hz Musa ile Hz HIZIR yolculuk ederlerken Musa HIZIRIN Gemiyi deldiğini görünce, ona razi gelmedi, ve dedi bu gemiyi niye deliyon dedi, bak bunlar bizi gemiye aldi zaten fakirler falan filan, HIZIR dedi bir canin gitti, sana bana karişma dedim dedi, sonra ikinci olay HIZIR çocuğu öldürdü, hemen itiraz etdi Bu çocuk günahsiz sabi dedi, sen bunu niye öldürüyon, hadi büyük günah işlemiş suçlu biri olsa, neyse dedi. Hizir dedi ikinci caninda gitdi, sana bana karişma dedim dedi, Ve üçüncü olay oldu bir köye gitdiler, o köylü onlara iltifat etmedi, yiyecek ekmek dahi vermediler, fakat Hz. HIZIR yikilmak üzere bir duvar gördü, ve o duvari ustalik edip yeniden yapip düzeltti. yine musaya ters, bunlar iyi insanlar degil dedi, sen niye bunlara yardım ediyon dedi, bari karşiliğinda yiyecek birşeyler isteseydik dedi. Ve HIZIR benim işlerime karişma dememişmiydim dedi, artik senin benimle yolculuk edebilcek bir canin yok, Allah sana üç can verdiki, üç caninda öldü malesef, artik yollarimiz ayrildi dedi, bundan sonra sen beni göremezsin manasinda yani. ve dedi birinci olayin sebebi : çünkü ortada dolaşan korsanlar veya devlet memurlari var, onlar sağlam gemileri topluyorlar, ve ben o gemiyi hasarli yaptimki, onlar o gemiyi almasinlar, ve bu korsanlar gemiye baktikdan sonra, gemi sahipleri gemilerini tamir edip, tekrar calişip ekmeklerini kazanmaya devam etsinler diye yaptim dedi. ikinci olayda, çocuk büyüdüğü zaman çok kötü biri olcakdi, ve anne babasinida günahkar yapicakdiki, onu öldürdümkü, Allah onlari daha salih bir evlat ile, günaha girmekden koruyacak dedi. ve üçüncü olay ise, o duvarin altinda bir hazine vardi, ve o evde yetim veya öksüz çocuklar vardi ve o çocuklar daha küçük olduğu için, eger duvar yikilirda hazine ortaya çikarsa, o çocuklara vermeyip hazineyi başklari alicakdi, ben duvari yaptimki, çocuklar büyüyünce o hazineyi, kendileri bulsun diye yaptim dedi. ve musa anladiki kaza, bela, ceza, tokat, hepsinin bir sebebi var. o zaman, Rahman abes iş işlemez anladi, sen hiziri görmezsin, bilmezsin, musaya bile hizir ile gidebilcek, onu görebilcek, onun yaptiklarina bakabilcek üç can verildi, üç cani ölünce dedi hizir, sen dünyaya ben bu gizli aleme dedi. ve musa anladiki Rahmandan razi olmak lazimmiş. her olan kaderin ve olayin bir sebebi, sebebin bile, bir başka sebebi var, sebebin sebebinin bile bir başka sebebi var. yani vaazlarimizdan birinde anlattiğimiz temizler temizlerdendir ve temizler içindir, peki biber fidesinin altina ters gübresi dökdük, ve biber o gübreyi yedi , pis gübreyi yedi, amma bize cillop gibi tertemiz biber verdi, hani temizler temizlerdendi, hani avaramu fimi var ya, hakimin çocuğuda hirsiz olabiliyor, nuhun bebeside kenan olabiliyormuş, ve yine bir üste çik yine o ters gübre dediğin bir inegin yediği tertemiz otlar idi, o yedi ve ayrildi ters oldu, hani pisdi, ters ot iken tertemiz degilmiydi, yani her olayin binlerce versiyonlari var kainatta, sen o kapi, bu, şu kapi hangi kapyi açdin. ve rahman abes işle iştigal etmez, bunu bilirsen, kötü sandiğin bir olay gelirse başina hamd et, iyi olay gelirse şükret, ve yoluna devam etki, hakktan razi olan kul ol. ve maddeler bunun için metin ismini çekerler, ve hiç bir madde, bitki, metin çektigi sürece bozulmaz ölmez diridir. ne zaman ziikirden kesildi ölür. ve o yüzden bardak bardaklikdan memnundur, zikrettiği müddetçe. ne zaman senin ondan razi olmadiğin onun kulağina gitdi, üzülür ve metanetini kaybeder ve sen onu terkettikce, sevgin bozuldukça,onun şükrünü eda etmedikçe, metaneti bozulur. ve sonunda bitap düşer ve zikirden kesilir, ve zikirden kesilince, bir bardaksa düşer kirilir, bir koyunsa kasap alip gidip keser, bir bitkiyse sahibi gelir toplar alip gidip satar, biride alir yer, insan ise hasta olur ölür gider. yani riza rahmandan razi olmakdir. şayet ecel için bile çağiriyorsa, rahmana iman ve itaat etki, seni bir başka bahara götürmek için çağiriyor , yeni bir doğuma hazirlamak için verdiği ruh emanetini geri cağiriyor, ve kaderine razi ol. ve artik ne zaman keşke şöyle olsaydi, bu olmazdi, keşke böyle yapsaydim, bilmem doktur olurdum, bilmem şöyle yapsaydim hakim olurdum deme, bilki bu gün ne oldunsa ne başina geldiyse, senin için en iyisi o, birak keşkeleri ve rahmandan razi ol kurtul. Ne zaman keşkeleri birakdin, ve ikinci olarak hayatin tek şıklı degil çok şıklı olduğunu anladin, ve bir kararda durmanin kör cahil karari olduğunu anladin, ve eğer dünkü kararda kalsaydik, bu gün atomun da parcalancağini bilmezdik, amma atom en kücük değil, ondan da kücükler var deniyor bu gün, neden çünkü bir kararda saplanip kalmadilar, acaba bölsek birşeyler vardimir deyince, araştirip buldular, yani cahil nefis inatcidir, ve mesela illede elma isterin, illede şu kizi isterin diye viyklar durur, o olmayinca muradim olmadi der. halbuki , Hz. Davuddan ilmi ögrenen kurnaz şeytan, sana bir günah sunar hadi kumar oyna der, sen kumar oynamammi dedin, o zaman içki iç der, onuda yapman dedin, o zaman yalan söyle der, seçenek bol, yani sende şeytanla savaşmasini öğrenceksen, sadece kurusıkı tüfekle savaşilmaycagini öğren, ve hayatta başka seçeneklerin de oldugunu unutma, ve görelim mevla neyler neylerse güzel eyler dedinmi, bilki sana riza veya raziye makami bir göz kirpti demekdir, artik gir o kapidan ve makami marziyeye doğru yürü. ve Hz Davud aleyhisselam, eğilmezin bükülmezin sanan, secde etmiyon diyen, demir cibilliyatli şeytani ateşde kizidirip şekil veren, egip büken ve ona başka seçeneklerin de olduğunu öğreten peygamber. Hz Süleyman ise onu demir haliyle değil, bizzat şeytan haliyle caliştirip başka seçenekerinde olduğunu öğreten peygamber. pirimiz Davud aşkina gir ve eğilmezin bükülmezin sanan nefsini demir gibi kizdir, ve döve döve, eğ bük ve davud gibi, o nefisden zencirler kalkanlar balkon bahçe demirleri yap. varabilirsen taaa oraya, MAKAMI RIZAYA ve RAZiYEYE, makamin mübarek olsun. Nefs-i Marziye Nedir? , Senin Razı oduğun değil - Allahın Razı Olduğu Nefis Nedir? denilince Nefsi Raziyeye Yükselmiş bir nefis artik, Rabbimizin her yarattiginin kader cizgisinde dogru ve hak olan oldgunu anlamaya başlar, ve keşkelerini birakirsa, ve sebeblerde bogulmaz ise , artik onun melekleri anlamaya başladigi zaman, nefsi Marziyeye adim atmiş olur. ve hayatta seceneklerin bol oldgunu anlamasi, ve kör cahil gibi bir kararda diretmemsi gerektigini anlayinca yine marziyede yol almaya başlar. Ve dinimiz bize meleklerin yemedigini, icmedigini, tuvaletde yapmadiklarini, ve cinsi münaasebettede bulunmadiklarini bildirir. ve böyle olunca dünyamizda bunu yapabilen canlilara bizler elmentler diyoruz. ve atomlar ve elementler canlidirlar, iclerinde hareket halinde olmalarina ragmen, elektronlarin atomun cekirdegi etrafinda dönme hizlari, onlarin katimi sivimi oldugunu belli eder. hizli dönen elektronlar, onlari sert yapar, icine başka cisimilerin girmesine onlarin hizli dönmeleri sebebiyle engeller. aynen bir pervanenin saniyede 300 bin döndügünü düşün, ve sanki pervanenin boşluklari olmadigini, ve sanki yuvarlak bir zil ve tek bir parca dönüyormuş gibi, onun menzilinde katman oluşur. ve o icine başka bir şeyin girmesine müsade etmez. işde elektronlarin hizida yogunluguda bizim elementleri kati sert veya sivi yumuşak veyahutta gaz diye atfetmemize sebeb olur. ve işde bu melekler ordusu, bizim sesimizi duyar anlar,duruma göre hareket ederler . ve göz denen canli organizmasinda 300 veya 300 bin tane melek görevli oldugu bilinmekde yani göz 300 bin parcadan oluşuyor. ve canli organizmalar moleküler yapilardan oluşmakda, yani molekül bir kac atom cinsinin biribiriyle kurdugu fiziksel baglara molekül diyoruz. ve moleküller ise yedigimiz icdigimiz yiyeceklerden alinan, öz maddelerden imbiklenen atom parcaciklarinin, özel bir formül ile, yaptiklari moleküler baglar. ve o elementler göz denen moleküler yapiyi oluşturunca, görme sinyallerini algilayip, beyine sinir sistemi yoluyla göndermekde, ve beyinde ise, o görüntü hakkindaki bütün veriler ile, ona karşi yapilcak hareket ve ve davrarniş hakkinda, bir karar verilir. işde meleklik vasfi bu elementlerle algilanabilcegi için, mesela su molekülünün kaynama noktasi 100 °C ve Demirin 1500 °C ler arasinda. ve insanda, ya meleklige dogru gider, yahut cin ve şeytanliga dogru. ve şeytanin maddesi demir ve ona yakin maddeler, işde o "galu bela da" secde etmeyecegini iddia eden yapi yani, egilmen bükülmen diyen yapi, demir gibi sert, işlenebilmesi ve yararli hale getirebilmesi için, isitilmasi, ateşe tabi tutulmasi gereken yapi, ve ateşe maruz kalip kaynama noktasi degil amma, yüksek derecede isininica, işde onu egip büküp şekil verilir. ve demirciler işde, ona egilip bükülebilcegini ögreten, ve onu terbiyet eden, aynen at terbiyecisinin, atin sirtina eger vurdugu gibi, demir tebiyecisi bir demircide, demire şekil vermek ici, onu isitip kizdirir, ve kizan demir yumuşar, ve dövüle dövüle şekil alir. yahut dökme demir gibi 1150 °C derecelerdeki demir kaynama ergime noktasina varmiş olur, ve sivi hale gecer, ve sivi haldeki demirde kaliplara dökülerek, onun yararli bir kaliba şekle girip, insanin hizmetine verilcek birer, mesala mazgal demirleri gibi, veyahut kalorifer demirleri gibi, şekillerdeki yararli degişik demir kaliplarina dökülerek, işde insanlarin hizmetine girer. ve nasil at üstüne eger vurulunca, evcil olup hizmet ederse, demir dahi, demircilerin elinde teerbiyet olup, insanlarin hizmetine girer, ve işe yarar hale gelir. Allahü Teala Adem Atamizi yarattiktan sonra, bütün herkese, benim halifeme secde edin dedi. o secde Adem Atamizin taşidigi Muhammed A.S min nurunaydi. yaratilişdan bu yana melekut, ceberut, lahut ve islam olanlar o nura tavaf ederler, o secdenin simgesi amma, iblis müstesna. iste iblis secde etmedi Adem Atamiza, bütün melekut ve digerlerini secdesi rabbimizin ilminde gün hesabiyla beşyüz sene sürdü, iblis lanetli herkes secdeye varirken ayakta beşyüz sene durdu kaldi. kibrinden her şeyi degişti, itaati isyana şekli şemali, melekligi herşeyi degişti, bu süre icinde hemde Adem Atamiza sirtini döndü. bir şeylere kizip sirtinizi dönmeyin insanlara, bu şeytan ahlakidir. Allahim inananlari şeytan aleyhillane ahlakindan uzak etsin.daha sonra mühlet aldi, ve cennette Havva annemizi kandirip, Bugdaydan yedirdi. bugday posali idi, Allahü Teala yasaklamişdi, bu yüzden yemeyin demişti, havva Annemizde Adem atamizi yaniltti, ikiside yediler, az sonra barsaklar calişdi ve defi hacet ihtiyaci hissettiler, Adem Atamiz aranmaya başladi, Allahü Teala Biliyordu fakat sordu Adem Atamiza, Adem Ne aranirsin , pislenecek yer, Allahü -Teala Adem Atamiza dedi, Cennette pislik olmaz, in dünyaya, oraya pislen. yani ey insan oglu dünya pislenme yeridir, defi hacet yeridir. burada mal mülk tutmak keyif yapmak yeri degil, cennetten indirilmeden önce Adem Atamizdan, Peygamberimizin nuru alindi, ilk ameliyat. ondan sonra dünyaya indirildi dünyada Adem Atamiz Havva Annemizle ayri yerlere indirildi, Adem atamiz cok üzüldü, pişman oldu, havva annemizden de ayri düşmüşdü, hem tövbe ediyorlar, hemde bir birbirlerini ariyorlardi, Adem atamizin boyu 70 ziraydi, yani parmaklarin ucundan dirsege kadar olan yer bir ziradir. yani yaklasik 28 -30 metre civarinda, tam kac metredir Allahü Teala bilir. dünyada bir biribilerini ararken, arafatta buluştular. yani konumuza geri döndük hacda tavaf ve say in yaninda birde Arafatta Vakfe yapilir. şimdi bunun hikmetini anlatacagim. Adem atamiz tövbesinde dediki : cennettin kapisinin üzerinde yaziyorduki "Lailahe illallah Muhammedün Rasulullah." "Yarabbi cennetin kapisinda yazan isminle beraber yazdigin Muhammedin hatirina bizi bagişla" dedi cenabi hak nidalarini duydu ve tövbelerini kabul etti. ve Arafattayken bütün dünya alem yildizlar herşey durduruldu, yani vakfedildi, ve Peygamberimiz Muhammed Mustafanin nuru, Adem atamiza tekrar yerleştirildi. iste arafattaki vakfe, bu sebebledir.yani ikinci ameliyat bu sünneti peygamberimizde yaşamişdir, iki defa manevi ameliyat olmuştur, yani ameliyat olanlar üzülmesin, ameliyata gidecekler desinlerki, Adem atamizin sünnetini, peygamberimiz Muhammed Mustafanin sünnetini yaşamaya gidiyoruz niyetiyle ameliyata girsinler, Allahin izniyle ameliyat şifa olacaktir. Yine cam denen madde, silisyum veya silikat yani kum tanesi isitilarak elde edilir, ve onun terbiyeti yine ateş iledir. ateşde cehhennemde terbiyet olur. ve cehennemin sicak tabakasi ile terbiyet olur. ve isitilinca, bardak tas tapak veya pencere olur veya ayna haline girer. ve cam yine kirilgan yapidadir, onu işledikden sonra soguyunca, yine o sanki eski hali gibi sert olur, ve o halde iken, onu bükemezsin, bükmeye kalkinca kirilir. işde Havva Annemiz için yapilmiş olan rivayetlerde gecerki, Havva Annemiz Hz. Ademin Kaburga kemiginden halkoldu. Ve kadin kismini eger serbest birakirsan kaburga kemikleri gibi egik kalir, veya onu tamamen düzeltmeye kalkarsan kirarsin incitirisin. ve hal böyle olunca kadini ne serbest birakacaksin, öyle davulcuya zurnaciya kacacak kadar, nede zorlayip dosdogru olacaksin diye egriligini düzeltmiye kalkacaksin. ve ona yumuşaklikla muamele edip, hafif bükeceksin, ve onu kirmadan egri oldgu yerlerde ona direnc uygulayacaksin. ve fazla direnc, yine onu kirar incitir. yani elementar yapi, bu rivayet bize kadinin nasil bir elementar yapisi oldugunu anlatir. ve kemik sertttir, mesal bacak kemikleri egilmez, egersen kirilir, amma Allah, kaburga kemigini öyle halkederki, o hafif egilebilcek yapidadir. yani kadinin terbiyetide, aynen demirinki gibi olmasada, ona yakin olarak, ne serbest birakacak, nede ip gibi dosdogru yapican onu. aynen gögüs kefesindeki gibi, ve 12. kaburgalarin agzi acikdir, ve onlar esnek bir yapidadir, ve vücudun durumuna göre esnerler, ve onun görevi kalbi ve cigerlri korumakdir. yani kadin erkegin zirhi gibidir. Hal böyle olunca, su 100 °C de kaynar dah önce kaynamaz. ve yemek, sulu yemek kaynamadan pişmiş olmaz, ve en az 100 ° C li bir cehhennem ateşine maruz kalir o yiyecekler, veyahut yanmiş hararet yapmiş bir beden, soguk su ister, onun icebilcegi soguk su, en fazla 4 dereceya kadar olan su sogukdur, ondan ötesi donma derecesine girmeye başlar, ve eksi bir derece donma noktasidir, ondan sonra su kati hale gecer, ve artik icilmez olur . yani su ise senin cibilliyatin, su isen, seni soguk ile terbiyet edersek, sen 4 derecey kadar sivi kalabilirsin, eksi bir derecde donarsin, artik kati olursun, yani aynen sistemimizdeki uranüs gezegeni gibi, havanin ve suyun dondugu nokta. ve yani uranüsün oldugu nokta demek oluyorki, güneş sistemimizin dört dereceden daha az oldugu bir uzaklik noktasi, ve hal böyle olunca ondan daha uzaga gidildikce, sicaklik dahada düşer, ve dört dereceden az sicaklik olan bir yerde hayat olmaz degilmi, amma su molekülleri kati haldedir ve canli orgnizmalar vardir yani . Yani sen ey insanoglu, su gibi aziz bir kimse olsan, cok faydali bir kimse olsan, senin ögrencegin yapi, yani Hz Osman gibi faydali, Hz Ebubekr gibi dini mübine faydali bir yapida olsan, sana ögretilcek olan, dört dereceden aşagi gecersen, sivi olmakdan cikarsin kati buz olmaya dogru gidersin, ve faydan azalmaya başlar istidatin bozulur, ve ondan sonra artik organizmalari saklamakda kullanilrisin. ve yine sicaga tabi tutulursan, 100 °C kaynama noktan, bu sefer ondan yüksek derecede, hiddetlenirsen, sen buhar olur ucarsin, kabina sigmamaya başlarsin, ve gaz aynen kaynayan caydanlgin tepesinin atmasi gibi, tepen ativerir, ve eger bir yerde gaz cogalir, ve kapaginida atamazsa, orayi patlatir ve dişari cikar. su gibi saf ve temiz olsan yine olmaz ve bazen kötü olmayi ögrenmen lazim ve, Hz ömer veya Hz.Aliye bir adam hakkinda "cok saf temiz , ve cok iyi adam " dediler. O da, "O adam kandırılmaya çok müsaitmiş" dedi. yani afedesiniz cok iyi olursan, bir şeytan askeri gelir ve ac donunuda bilemem ne eden demeye kalkar. ve kadin olmak o donu acmak ile başlar, yani kadin ilk kanan, yani Hz Havvadan önce Lusi diye bir Havva daha varmiş diyorlar, ve şeytan gelip ac bilmem neyini deyince ona kanan ve acan kandirilan, ve şeytan soyunu üreten kabillerin soyu, ve ondan sonra şeytanin erkekligi ve dişiligini allah yok etmiş, ve havvayi yaratmiş ve havvayi ise yine saf bulup kandiran, hain şeytan ve askerleri, yani kadin kandirilmaya müsait. erkeklik ise işde kanmamasini ögrenen, donunu acmamayi ögrenen kimse, ve eger erkekleri kandirida onlar donunu acarsa homo olur, ve artik ondan erkeklik kadinlik gider neutron drumuna düşer. afedesiniz erkelik dişiligi olmayan cibilliyatsiz şeytan olur, şeytanin tiki yokdur ve kuyrugunu kicina sokup üreyen yaratik. yani kendi kendini dölliyen yaratik. yani zekeride faza uzatmaya kalkanlara, öyle seninki o kadar uzunsa, döndürde kicina sok denir, yani o kadar uzattinsa artik kicina sokda şeytan ol demekdir bu. yani cibilliyatsiz şerrefsiz hain kalleş ahmak yaratik. işde kuranda gecen "vusta yol" bu yüzden önemlidir, atomlari anla anlamasina amma, demiri ögren amma, demir olup, demirin düştügü hataya düşme, suyu ögren amma, suyun düşdügü tuzaga düşme diye sana nefis marziye makami ögretilir. yani pipisi tutisi olmayan meleklik vasfini ögren, amma sen insan kal, ve yerince baba ol, yerince anne ol, ve yerince merhmetli, yerince cebbar ol, yerince mümin, yeri gelince halid bin velid gibi ol, karşindaki bir Muhammedse bile, ve kanma öyle her lafa her söze, hemen bir düşün tefekkür et, bunun önü ne olur sonu ne olur diye, hemen atilma. ve demir oldunsa, senin yararli hale gelmen demek, önce azabi tadacan, ateşe tabi tutulcan, ve sonra yandim pişdim demek olmaz, seni terbiyet edicin, hangi kaliba sokduysa, ondan razi olabilmekdir. senin razi oldugun degil, Allahin senden razi oldugu yeri bilmekdir. ve Allah seni su yaptiysa, bilki senin kaynaman, pişme noktan 100°C, ve sen 80 ° C de yoldan cayma bekle yansanda, buhar olsanda, sen ucup melek olmak istiyorsan, önce 100°C de kaynayacan, ondan sonra ucmayi ögenirisin buhar olursun. 80°C de evliya kesilip ucuyon kaciyon numaralari cekme insanlara . Ve Allah kainata fizik yasalari diye yasalar koymuş, ve melekleri anlamak, onlari bilmek ile olur. ne ne zaman radyoaktif olur, ne nezaman işik verir, ne nezaman kaynar, ne nezaman donar, ve ne zaman agir olur, ne zaman hafif olur bunlari bilmek melek ilmidir. Allahin kainata koydugu yasalar, melek yasalaridir. Mesala 1 dioptri gözlük olmuş bir cam, bir dioptri göstermek ile sorumlu, o onun sahibinin koydugu kaliba, %100 uyar ve 1 dioptri gösterir, buna tam itaat eden meleklik denir. onda sapma olmaz, ve sen o melegi anliyacak isen, ve gözlük olabilecek bi safliga ulaşmak istersen, önce dioptri yasalarini ögrenceksin, ve şeyh için derlerki, onun müridi, gassalin, yani ölü yikayicinin elindeki ölü gibi olacak, o seni o yana cevirirse o yanna, buyana cevirirse bu yanna döneceksin. sen ölüsün, sende itiraz olmaz, olamaz yani. işde meleklik, canli olmana ragmen, ölü gibi olmakdir ve kapi duvar canta gömlek gibi ölü gibi davranabilmekdir, yaratan sana, hangi kural ve yasa koyduysa, ona tam itaat etmekle sorumlusun. ve su oldunsa, senin kaynama noktan 100°C, bundan aşagisinda olmaz. 80°C de viyklarsan, indirirler ocakdan, ham kalir, kaynamiş olmazsin,ve makami marziyeye cikamazsin, senin razi oldugun 80°C ye degil, sen Allahin sana koydugu yasa olan, 100°C den razi olmalisin. senin razi oldugun,yeter dedigin yer degil, Allahin senden razi oldugu yer önemli. yine donma noktan belli, eksi bir derece, ondan önce hafif donarsin amma, tam donma nokta sifir ve alti, ondan önce dondum olmaz, KATI oldum olmaz. işde bunlari anladgin gün makami marziyeye cikdin demekdir. o güne ve o yere varirsan, orda bu garip Raşid kuluda, onlarin meclisinde an, olurmu unutma haaa. Cikabilirsen o makama, makamin mübarek olsun. Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca Schrems, 06 Ocak 2015 Çarşamba Original Kar © glan Kaynak : http : //tasavvufda-nefsin-mertebeleri.blogspot.com internetten Topladigimiz, Nefs Hakkinda yazilmiş ve Söylenmiş olanlar : “Nefis” kavramı hakkında bilgi verir misiniz? Çok kıymetli olmak, cimrilik etmek, haset etmek, nazar etmek, kadın adet görmek, layık görmemek anlamlarındaki “n-f-s” kökünden türeyen nefs (çoğulu, enfüs ve nüfus) sözlükte ruh, can, akıl, insanın şahsı, bir şeyin varlığı, zatı, içi, hakikati, beden; ceset, kan, azamet, izzet, kötü söz, bir şeyin cevheri, arzu ve istek demektir. İnsandaki nefsin mahiyeti hakkında ihtilaf edilmiştir. Nefsin, ruhani bir cevher ve gözle görülmeyen latif bir varlık olduğunu, nur ve ziyadan yaratıldığını söyleyenlerin yanında latif bir cisim, kan ve araz olduğunu söyleyenler de olmuştur. Bilginlerin çoğunluğuna göre ruh ile nefis ayrı şeylerdir. Ruh ve nefsin aynı şeyler olduğunu söyleyenler de olmuştur. Nefs kavramı Kur’an’da tekil ve çoğul olarak 295 defa geçmiş ve Adem (a.s.) (Nisa, 4/1; En’am, 6/98 ), anne (Nur, 24/12), insan (Maide, 5/45), ehl-i din (Nur, 24/61), can (Nisa, 4/66), ruh (En’am, 6/93), beden (Al-i İmran, 3/185), bedenle beraber ruh (Bakara, 2/286), Allah’ın zatı (Al-i İmran, 3/28 ), kişi (Bakara, 2/286), kendisi (Fussilet, 41/46), hem cins (Tevbe, 9/128 ), insanın iç alemi (Bakara, 2/248 ), ilahi tekliflere, emir ve yasaklara, müjde ve uyarıya muhatap olan insanın manevi varlığı (Yusuf, 12/53; Kıyame, 75/12; Fecr, 89/27) kalp, göğüs (Bakara, 2/77, 109) ve cins (A’raf, 7/118 ) anlamlarında kullanılmıştır. Nefs, hem insanın maddi varlığını ve hem de insanda var olan fakat gözle görülmeyen, iyi ve kötüyü arzu eden manevi varlığını ifade eder : “O Allah ki, sizi bir tek nefisten inşa etti.” (En’am, 6/98 ); “Gerçekten nefis kötülüğü emreder.” (Yusuf, 12/53); “Hayır daima kendini kınayan nefse yemin ederim.” (Kıyame, 75/2); “Ey huzura eren nefis! “ (Fecr, 89/29); “Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz.” (Kaf, 50/16) ayetleri ve “İnsanın en büyük düşmanı nefsine (heva ve hevesine) uymasıdır.” (Acluni, I, 160) hadisinde geçen “nefs” kelimesi bu manayı ifade eder. Tasavvufta nefs kavramı, kendisinde iradi hareket, duygu ve hayat kuvveti bulunan latif bir cevher şeklinde tanımlanmaktadır. Kötülüğü emreden anlamına geldiği gibi, Allah tarafından insana üflenen ve ruh-i Rahmani, ilahi ben anlamında da kullanılmıştır. Mutasavvuflar nefsi; nefs-i emmare, nefs-i levvame, nefs-i kamile, nefs-i raziye, nefs-i merdıyye, nefs-i mutmainne, nefs-i mülheme, nefs-i zakiye ve nefs-i safiye kısımlarına ayırmışlardır. Sözlükte “emredici nefis” anlamına gelen nefs-i emmare, dini bir kavram olarak, kötülüğü ve şerri şiddetle emreden nefis demektir. Kur’an’da Hz. Yusuf’un dilinden şöyle buyrulmaktadır : “Ben nefsimi temize çıkaramam. Kuşkusuz nefis, kötülüğü durmadan emreder.” (Yusuf, 12/53) Nefs-i emmare, kötü fiil ve davranışların kaynağıdır. Gerçekte insan nefsi tek bir şeydir. Ancak o bulunduğu duruma göre çeşitli sıfatlarla nitelenebilmektedir. Şehvete tabi olup, üzerine gazap hakim olduğu zaman sahibine kötülük yapmasını emreder. Kötülüğü şiddetle arzulama, nefsin tabiatındandır. Ancak Allah’ın emir ve yasaklarına riayet ederek, ilahi rahmetin gölgesi altına sığınanlar, nefsin arzuladığı haram şeyleri işlemekten kaçınırlar. İyiliğe yönelen kimselerin üzerinde nefsin yaptırım gücü azalır. Sözlükte “olgun nefis” anlamına gelen nefs-i kamile, tasavvufta, bütün olgunluk özelliklerini elde etmiş, irşad durumuna geçmiş nefis demektir. Buna nefs-i kudsiyye, nefs-i safiyye ve nefs-i zekiyye de denilir. Sözlükte “kınayıcı nefis” anlamına gelen nefs-i levvame tasavvufta, kalbin nuru ile bir parça nurlanmış, o nur ölçüsünde uyanıklık kazanmış nefis demektir. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır : “Hayır, daima kendini kınayan nefse and içerim.” (Kıyame, 75/2) Bu nefis, kıyamet günü dünyada iken yaptığı kötülüklerden ve elindeki imkan ve fırsatları en iyi şekilde değerlendirmediğinden dolayı pişmanlık duyar. Levvame sıfatını alan nefis, yaptığı kötü işlerin farkındadır, gafletten bir nebze sıyrılmıştır. Yeterince olgunlaşmadığı için kötülükleri işlemeye devam eder. Ancak bununla birlikte nefsini hesaba çeker ve yaptığı kötülüklerden tevbe eder. Sözlükte “hoşnut olunan nefis” anlamına gelen nefs-i mardiyye, tasavvufta, bütün benliği ile Hakk’a teslim olan, Allah’ın kendisinden razı olduğu nefis demektir. Bu niteliğe kavuşan nefis, insanları sırf Allah rızası için sever, onların kusurlarını affeder, şefkat ve merhamet sahibidir, nefis muhasebesini en iyi şekilde yapar, cömert, hassas ve ince düşünceli bir yapıya sahiptir. Böyle nefisler için Allah kıyamet günü şöyle buyuracaktır : “Ey huzura eren nefis, sen Allah’tan ve O da senden razı olarak Rabbine dön! (İyi) Kullarımın arasına gir! Cennetime gir! “ (Fecr, 89/27-30) Sözlükte “doyuma, huzura, rahata kavuşmuş nefis”anlamına gelen nefs-i mutmainne dini bir kavram olarak, iman eden, İslam’ın emir ve yasaklarına uyan, bu konularda hiçbir şüphe ve tereddütü olmayan, neticede Allah ile manevi bir bağ kuran ve bunun lezzetine ulaşan nefis demektir. Fecr suresinin son ayetlerinde bildirilen ve “Cennetime gir” hitabına mazhar olan bu nefistir (Fecr, 89/27-30). Bu niteliğe kavuşan nefis, cömertlik, doğruluk, alçak gönüllülük, güler yüzlülük, tatlı dillilik gibi güzel huy ve sıfatları kazanmıştır. Daima tevekkül, tefviz, teslim, sabır ve rıza halleri içindedir. İlham edilmiş nefis demektir. Bundan maksat, insana iyiliği ve kötülüğü, hayır ve şerri birbirinden ayırdedebilecek yeteneğin verilmiş olması demektir. Kur’an’da; “Kişiye ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülüğü ilham edene and olsun.” (Şems, 91/7) denilmektedir. Sözlükte “razı olan, hoşnut kalan nefis” anlamına gelen nefs-i radiye, tasavvufta, her yönüyle Hakk’a yönelen, Allah’tan gafil olmama şuuruna eren ve O’ndan razı olan nefis demektir. Bu mertebedeki nefis, kendi iradesinden vazgeçip Hakk’ın iradesine tabi olur. Hiçbir şeyden şikayetçi olmaz. Nefs-i radiye, Allah için ibadet, zikir ve taat ile meşgul olarak dünyaya gönül vermeyen, hayvani nefsin arzu ve isteklerini terkeden, Allah’ın sevgi ve rızası dışında bütün arzu ve isteklerini bırakan kamil kimsenin ruhudur. Bu makama erişmiş olan kimse, şüpheli şeylerden uzak durur (vera), keşif ve keramet sahibi olur. Allah Teala bu mertebeye erişenlere, “Ey huzura eren nefis! Razı olmuş ve (Allah tarafından) razı ve hoşnut olunmuş olarak Rabbine dön! “ (Fecr, 89/27-28 ) diye hitap edecektir. Kaynak : https : //fetva.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/37006/-nefis--kavrami-hakkinda-bilgi-verir-misiniz Nefs - İslamda nefs kavramı nedir? Cahiliye dönemi Arap şiirinde daha çok birşeyin özünü, kendisini belirten zamir olarak kullanılan nefs kelimesi zamanla yirmiyi aşkın anlamı dile getirecek biçimde kullanılmaya başlandı. Ruh, can, kan, benlik, kalb, iç, kimse, büyüklük, yücelik, cevher, nefret, irade, kem göz, nefs kelimesinin dile getirdiği başlıca anlamlar arasındadır. Kur'an'da zamir biçiminden başka, ruh, can, iç ve kalb anlamlarında kullanıldığı da görülür. Felsefi düşüncenin yaygınlaşmaya başlamasından sonra kelime daha çok ruh karşılığında kullanılmaya başlandı; kelami, tasavvufi ve felsefi nazariyelerin konusu durumuna geldi. Kur'an'da nefs kelimesi çoğulu olan enfüs ve nüfûs biçimleriyle birlikte genellikle çeşitli varlıkların kendilerini belirtmek üzere kullanılır. Ama zaman zaman hayat ilkesi anlamında ruh, kalb ve iç anlamlarında kullanıldığı da görülür. Sözgelimi, "Gelin... kendimizi (enfüsena) ve kendinizi (enfüseküm) çağıralım... (Âli İmran, 3/61) ayetinde "kendimiz=lenfüsena" Hz. Peygamber'i, "kendiniz=lenfüseküm" ise Hz. İsa hakkında tartışmaya kalkışan Hristiyanları dile getirilmektedir. Kelime, "...sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde (nefsike) olanı bilmem..." (el-Maide, 5/I 16) örneğinde olduğu gibi altı ayette Allah'ı, bir ayette (el-Furkan, 25/3) ilahları, bir ayette de (el-En'am, 6/130) insan ve cin topluluğunu belirtmek üzere kullanılır. "Haydi canlarınızı, ruhlarınızı (enfüseküm) çıkarın..." (el-En'am, 6/93) ayetinde insan ruhunu karşılayan nefs kelimesi, diğer bazı ayetlerde "kötülüğü emreden" (emmâre) (Yusuf, 12/53), "kınayan/levvame" (el-Kıyamet, 75/2) ve "huzura eren/mutmainne" (el-Fecr, 89/27) nitelikleriyle kullanılır. " ... Yusuf bunu içinde (nefsihi) sakladı..." (Yusuf,12/77)ş ve "...Allah içinizden (enfüseküm) geçeni bilir..." (el-Bakara, 2/235) örneklerindeki gibi kelime iç ve kalp anlamlarını karşılayacak biçimde de kullanılmaktadır. Kur'an'daki kullanılışının da etkisiyle Emeviler döneminden itibaren nefs kelimesi yaygın biçimde ruh anlamında kullanılmaya başlandı. Ama ashab, tabiun ve bunların izleyicisi olan selef bilginleri nefsin mahiyeti, nitelikleri gibi konularda Kur'an ve sünnette verilenle yetinerek susmayı yeğliyorlardı. Kur'an ve sünnette geçtiği kadarına inanmayı ilke edinen selefe göre nefsin mahiyetinin kavranması imkansızdı ve bu konuda tartışmaya girmek gereksizdi. Hicrî ikinci yüzyıldan itibaren Müslüman bilgin ve düşünürler, özellikle Yunan felsefe metinlerinin Arapçaya çevrilmesinden sonra nefs konusunda tartışmaya ve çeşitli düşünceler ileri sürmeye başladılar. Aristo felsefesinin Yeni Eflatuncular tarafından yorumlanan biçiminin ağır etkisini taşıyan bu tartışmalar sırasında nefsin mahiyeti, nitelikleri, kadim olup olmadığı, ölümden sonraki durumu gibi konularda çok sayıda düşünce ve nazariyeler ortaya çıktı. Nefs konusuyla uğraşan bilgin ve düşünürler, insan gerçekliğinin belirlenmesinde, o zamanlar başlıca yöntem olan mantıki ihtimalleri göz önünde bulundurarak, düşüncelerini bu ihtimallerden birisine dayandırmışlardır. Buna göre, sözgelimi bir insan "düşündüm", "yaptım" dediğinde, buradaki "ben"le anlatılmak istenilen ya cisim (beden), ya cisimsel birşey (araz ya da kuvvet), ya da cisimle cisimsel olanın toplamından oluşabilir. Diğer bir seçenek de bu şeyin ne cisim, ne de cisimsel olmamasıdır. Düşüncelerini bu ihtimaller üzerine kuran Müslüman düşünürler öncelikle iki ana fırkaya ayrıldılar. Birinci fırkaya göre nefs cisim ya da cisimsel olmayan soyut bir varlıktır. İkinci fırka ise nefsin soyutluğunu kabul etmeyerek cisim ya da cisimsel bir varlık olduğunu savunmuştur. Nefsin soyut bir varlık olmadığını savunan düşünürler, nefsin mahiyeti konusunda birbirinden farklı çeşitli görüşler öne sürmüşlerdir. Bunların başlıcaları şöyle özetlenebilir : 1. Nefs bir atomdur. İbn el-Ravendi'nin savunduğu bu görüşe göre soyut mümkünlerin olması imkansızdır. Nefs ya da ruh, kendi özüyle varolan bir cevherdir. Bu cevher basit varlıkları kavrar. Yeri kalptir. Bu nefs insanın özünü oluşturur. 2. Nefs, bedenle birlikte onaya çıkan canlılıktır. Nazzam tarafından savunulan bu görüşe göre insan, bedenle birlikte varolan bu hayattan ibarettir. İnsanda, beden dışında birşey yoktur. 3. Nefs, beyinde güç, kalpte fiildir. 4. Nefs üç ayrı cisimden oluşan bir bileşiktir. Eski Müslüman hekimlerin savunduğu bu görüşe göre nefsi oluşturan bileşiklerden birisi buhar gibi sıcak ve latif bir cisimdir. Yeri kalptir. Hayvan bu nefsle varlık kazandığı için nefs-i hayvani ya da ruh-ı hayvani adı verilir. İkincisi, yine latif, buhar gibi bir cisimdir. Bunun yeri karaciğerdir. Buna da nefs-i tabii ya da ruh-ı tabii denir. Üçüncüsü de yine buhar gibi latif bir cisimdir. Yeri beyindir. Buna da nefs-i insani ya da ruh-ı insani adı verilir. 5. İnsanın gerçekliğini oluşturan nefs, insanın maddi bedenidir. Bazı kelamcılar bu görüşü benimsemişlerdir. 6. Nefs, kemiyet ve keyfiyet bakımından dört sıvının mutedil ölçüdeki bileşiminden oluşur. Bu görüş de eski hekimler arasında yayılmıştır. 7. Nefs, mutedil ölçüdeki kandır. 8. Nefs, mahiyet bakımından maddi bedene muhalif, ama gül suyunun gülde, zeytin yağının zeytinde yayılması gibi bedene yayılan nurani, yüce, diri ve hareketli bir cisimdir. Bu cisim ayrışmaz, değişmez, parçalanmaz. Maddi beden oluşarak kendisine yetenek kazandığı zaman bu nurani latif cisim bedene nüfuz eder, yayılır. Beden bu yayılmaya uygun olduğu sürece canlı kalır; yayılmaya engel olan bir durum belirirse, nefsin yayılması sona erer ve ölüm ortaya çıkar. Birçok büyük kelamcı bu görüşü benimsemiş, İbn Kayyim el-Cevzî ve İmam Şarânî nefse ilişkin olarak yazdıkları müstakil eserlerde bu görüşü savunmuş, Fahreddin er-Râzî bu görüşün güçlülüğünü belirtmiştir. Muhakkik kelamcılarla İslâm filozofları ve mutasavvıflarının bir bölümü de nefsin soyut bir cevher olduğunu savunmuşlardır. Bunlara göre insanın mahiyeti ne cisimdir, ne de cisimseldir. Nefs, maddeden ayrık bir cevherdir. Ne var ki bunlar da kendi içlerinde iki fırkaya ayrılmışlardır. Muhakkik kelamcılara göre insan, bu nefs cevheriyle bedenin birleşmesinden oluşur. İkinci fırkayı oluşturan filozoflarla mutasavvıflara göre ise, nefs bedene iliştiğinde onunla birleşir. Nefs bedenin, beden de nefsin aynısı olur. Birleşmelerinden sonra ikisinin toplamı insanı oluşturur. Ölümle bu birlik bozulur. Nefs kalır, beden ise yok olur. Tüm İslam fırkaları nefsin kadim olmadığında, sonradan yaratıldığında görüş birliği içindedirler. Buna karşılık nefsin bedenden önce yaratılıp yaratılmadığı konusu görüş ayrılıklarına neden olmuştur. İslam filozofları olarak bilinen Meşşâîler, nefsin bedenden sonra, yani ceninin ana rahmindeki oluşumundan sonra yaratıldığını savunmuşlardır. Bazı ifadeleri Gazalî'nin de bu görüşü benimsediğini göstermektedir. Ne var ki, Gazâlînin nefsin bedenden önce yaratıldığını kabul ettiğini gösteren ifadeleri de bulunmaktadır. Kelamcılarla mutasavvıfların büyük çoğunluğu ise nefsin bedenden önce yaratıldığını kabul etmektedir. Nefsin mahiyeti konusundaki düşüncelerinde Yunan felsefesinin yoğun etkisinde kalan Müslüman düşünürler, özellikle Aristoteles'in izinden giderek nefsin üç türü, derecesi ya da durumu olduğunu kabul etmişlerdir. Buna göre nefs nebatî, hayvani ve insani nefs olmak üzere üçe ayrılır. Tüm bitki, hayvan ve insanlarda ortak olan nebatî nefsin üç gücü vardır. el-Kuvvetü't-tegazziye (beslenme gücü), el-kuvvetü't-tenmiye (büyüme gücü) ve el-kuvvetü't-tevellüdiyye (üreme gücü) denilen bu güçler yardımıyla canlılar, varlıklarını ve türlerinin devamını sağlar. Hayvan ve insanlarda ortak olan hayvani nefsin de kendine özgü güçleri vardır. Bunlar hareket ve algı güçleridir. Hareket gücü, el-kuvvetül-baise (harekete geçiren güç) ve el-kuvvetül-fâile (etkin güç) olmak üzere ikiye ayrılır. el-Kuvvetül-baise, yararlı şeyleri çeker, zararlı şeyleri defeder. el-Kuvvetül-fâile ise çeşitli hareketleri meydana getirmek üzere sinir ve kaslara yayılmıştır; görevi, sinir ve kasları gerip gevşeterek hareketi sağlamaktır. Algı güçleri de el-havasul-zahire (dış algı güçleri) ve el-havasul-batınıye (iç algı güçleri) olarak ikiye ayrılır. el-Havasul-zahire beş duyudan oluşur. el-Havasul-batınıye de hiss-i müşterek (ortak duyu), musavvıra (tasarlama gücü), mütehayyile (hayal gücü), vehim (sezgi gücü) ve hafızadan (hatırlama gücü) meydana gelir. Yalnız insanlara özgü olan insani nefsin de kendine özgü güçleri vardır. Bunlar el-kuvvetül atime (bilici güç) ve el-kuvvetül-amile (yapıcı güç) adlarını taşır. Nefs-i natıka (düşünen, konuşan nefs) ya da nefs-i akli (akli nefs) denen insani nefs bedenin düşünceye ait fiilleri akletmesi ve genel işleri algılaması bakımından ilk olgunluğudur. Hemen hemen tüm kelamcılar, mutasavvıflar ve filozoflarca benimsenen bu nefs nazariyesi İslâm dünyasında gelişen psikolojinin (ilmü'n-nefs) temellerini oluşturur. Ama bu nazariye kelamcılar, mutasavvıflar ve filozoflarca farklı biçimde ifade edilmiş, özellikle İbn Sina, Gazalî, İbnül-Arabî ve er-Râzî gibi doktrin sahibi büyük düşünürlerce farklı biçimlerde yorumlanarak kendi sistemleri içine yerleştirilmiştir. Nefs Kavramı Çerçevesinde Kur’an’da Kişiliğin Tekâmül Aşamaları “Şu, Allah’ı unuttuklarından dolayı, onlara nefislerini (kendilerini) unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar fâsıklardır.” (50/Haşr, 19). Bilindiği gibi, Kur’an, Allah’ın koruması altındadır. Kâinattaki her şey de Allah’ın denetimine tâbîdir. Ancak, Rabbimiz insanlara toplumsal alanda kısıtlı, denetli bir seçme özgürlüğü tanımıştır. O yüzden insanlar, Yaratıcısının râzı olmayacağı eylemler de ortaya koyabilmektedirler. Çünkü insanoğlunun nefsi (özü) iki eğilimlidir : Fücur ve takvâ. İnsanoğlunun kötü eğilimleri; ekinin, neslin, İlâhî dengelerin bozulmasına yol açabilmektedir. Nankörlüğe, zâlimliğe meyilli olan nefis, nasıl ekolojik dengeyi bozuyorsa, toplumda adâletin ikamesinin teminatı olan İlâhî vahye karşı da haddini aşabiliyor. Hayat tarzını fucûra dayalı olarak oluşturan insanlar, İlâhî vahye karşı iki şekilde tavır gösterebiliyor : 1- İlâhî bildirimi inkâr, 2- İlâhî bildirimi tahrif. Tahrif, nübüvvet kurumu kadar eski bir davranıştır. Kısaca vahyi, aslî özünden uzaklaştırmak diyebileceğimiz tahrif de, iki şekilde günde gelebilir : 1- İlâhî vahyin kelimelere dökülmüş halini değiştirerek tahrif, 2- Tefsir ederek, yorumlayarak tahrif. Konumuz olan nefis kavramı, birçok Kur’an terimi gibi ikinci tür tahrife konu olmuştur. Bu Kur’ânî ıstılah üzerinde en çok felsefeciler ve tasavvufçular oynamışlardır. Yunan kültüründeki insanı parçacı olarak algılama eğiliminden doğan ruh-beden ikilemi şeklindeki tasavvur, müslüman zihinleri parçalamış, laik sapmalara yol açmıştır. Kadim kültürleri ve Yunan kültürünü Arapça’ya çevirirken kelime, kavram karşılıkları arama çabaları bazen Kur’ânî terimlerin anlam kaymasına yol açmış, nihâyet tahrifine neden olmuştur. Tahrif edilen kavramlardan birisi de “nefs”dir. Latince, Grekçe “ruh” (sprit) kavramına Arapça’da karşılık olarak “nefs” kavramı kullanılmıştır. Bu yanlışlık yanında, tasavvufçuların da nefis kavramını tahrif ettikleri açıktır. Tasavvufçular, nefis kavramını sürekli olumsuz çağrışımlarla izah etmişlerdir. Oysa Kur’an’da bu ıstılah, tek boyutlu olarak ne tam olarak olumluya, ne de tam olarak olumsuza işaret etmek için kullanılmıştır. Nefsin olumlu yönleri de vardır, olumsuz yönleri de vardır; Tıpkı insan gibi. İyi insanlar da vardır, kötü insanlar da vardır. Nefsin iyi hasletleri de vardır, kötü hasletleri de. Müslümanca düşünmek ve müslümanca yaşamak için, Kur’ânî terimlerin aslından, özünden uzaklaştırılmasını önleme gayreti gerekmektedir. Nefis terimi, başka bir anlama geldiğine ilişkin kesin bir delil olmadığı sürece, insanın bizzat kendisini ifâde eder. Bu terime izâfe edilen zamirler müennestir (dişil). Çünkü kelime, semâî müennestir. Buna rağmen, maalesef birçok mealde bu kavrama müzekker ifâdeler yüklendiğini görüyoruz. Örneğin, nefse Âdem anlamı verilmektedir. Oysa nefis, erkek, kadın bütün insan cinsi için kullanılması gereken bir muhtevâya sahiptir. Nefis kelimesi, insan için kullanıldığında insanın nefsi, onun benliği, özüdür. Yaşayan canlı varlık, hayat özü, şahsî kimlik, insanlık, insan niteliklerinin toplamı gibi tanımlamalar da nefsi anlatmaktadır. Kur’an’da nefis, insan için kullanıldığında; “benlik, kişilik, fıtrat, şâkile” anlamlarında değerlendirilimiştir; hem iyiliğin hem de kötülüğün taşıyıcısı olabilen bir vasfa sahiptir. Meselâ Secde sûresinde nefis, kadın-erkek bütün insanları ifade eden muhtevayla kullanılmıştır : “Eğer dileseydik, her insanı (nefsi), doğru yola ulaştırırdık.” (32/Secde, 13). Kur’an’da nefis, genellikle zât, şahıs, kişi anlamında kullanılmıştır (18/Kehf, 74; 2/Bakara, 72, 286; 20/Tâhâ, 40; 28/Kasas, 19, 33). 17/İsrâ sûresi 25. âyetinde de “içler, kalpler” anlamında kullanılmıştır. Bazı âyetlerde de can, canlar anlamında zikredilir (6/En’âm, 93; 9/Tevbe, 55, 85). Nisâ Sûresi 1. âyette geçen “nefs” terimine birçok müfessir, Âdem anlamını yüklemiştir. Nefs kavramının semâî müennes oluşunu da gözönünde tutarak Muhammed Abduh buradaki kullanımın insan soyunun ortak kökenini, ortak özelliklerini ifâde ettiğini söylemiştir (Tefsîru’l-Menâr, c. 4, s. 323). Kur’an’daki ilgili âyetlerden anlıyoruz ki, nefs, insanın kendisi, insanı insan yapan özdür. Bu özün niteliklerini Şems Sûresi bize şu şekilde haber vermektedir : “Andolsun nefse, takvâsını ve fücûrunu ilham edene.” (91/Şems, 8 ). Bu âyetten Rabbimizin bütün nefislere (insanlara) fücur ve takvâ ilham ettiğini öğreniyoruz. İlham vurgusu; şuur ve insan irâdesi dışında Yaratıcının iyi ve kötü eğilimler yerleştirdiğini ifâde eder. İnsanlar kurdukları yaşam alanlarında esas itibarıyla ya kötüye dönük, ya da iyiye yönelik, kötülükten sakınan eylemler ortaya koyarlar. Bu eylemler iyiyi ve kötüyü temyiz yeteneği sâyesinde ortaya çıkmaktadır. Aynı konuya Beled ve İnsan Sûrelerinde de değinilmiştir : “Biz ona hayır ve şer olarak iki yol gösterdik.” (90/Beled, 10); “Biz ona yolu gösterdik; ya şükredici (şâkir) veya nankör (kâfir) olur.” (76/İnsan, 3) Bütün insan topluluklarının hayır ve şer tasavvurundan bütünüyle uzak olmaması evrensel bir gerçektir. İnsanlık tarihinin her döneminde belli doğrularda uzlaşılması, iyiye yönelik kabiliyetlerin insan fıtratında mevcut olduğunun apaçık ispatıdır. İnsan iyiye ve kötüye meyilli olarak yaratılmıştır. Ancak nefisten (kişiden) istenilen, takvâyı tercih ederek Allah’a kulluk etmektir. Nefis, Yaratanına bağlanmalı, sadece O’na ibâdet etmeli, yaratılanların önünde eğilerek kula kul olmamalıdır. Böylece Allah’a bağlılık, alçaltıcı kulluktan nefsi kurtarır. Allah nefse kendini temizleme eğilimini de, kirletme potansiyelini de vermiştir (75/Kıyâmet, 2; 79/Nâziât, 40; 80/Abese, 7; 87/A’lâ, 14). “Nefsini temizleyen kurtulmuş, kirletip örten iflâs etmiştir.” (91/Şems, 9-10). Kur’ân-ı Kerim’e göre nefsin tüm arzuları kötü değildir. Nefs, insan yapısındaki tabiî eğilimlerin toplamıdır. Nefsin hevâ ile ilgili istekleri önlenmelidir. Ölçüsüz isteklerde gündeme gelen hevâ, nefsin olumsuz yönüdür. Hevâsına uyanlar kendilerini müstağnî gören zâlim ve sapıklardır. Örneğin insanın cinsel arzu duyması kötü değildir. Ancak bu arzusunu zinâ ile doyurması fücurdur, yani kötüdür (4/Nisâ, 27; 28/Kasas, 50; 30/Rûm, 29; 45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 16; 79/Nâziât, 40). Kur’an’da nefis, insanın bireysel kişiliğini ifâde etmesinin yanında, 13/Ra’d Sûresi 11. âyetindde toplumsal kişilik anlamında da kullanılmıştır. Âyet-i kerîmeye göre tıpkı bireysel tekâmülde olduğu gibi, toplumsal tekâmülde de irâde etmek, özü harekete geçirmekle mümkün olabilmektedir. Burada kısaca fücurdan bahsetmekte fayda vardır. Fücur, lügatte yarıp parçalamak demektir. Kur’an’da takvâ ile zıt anlamlı olarak kullanılmaktadır. Elmalılı, konuyla ilgili olarak şu bilgiyi vermektedir : “Fücur, haktan sapıp hak yolunu yarmak ve hak nizamından çıkıp fıska, isyâna düşmektir. Bilhassa zinâ, yalan vs. gibi edepsizlikler yoluyla şerre, isyâna düşmeye fücur denir.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. s. 5857). Fücurun ism-i fâili olan fâcir, Kur’an’da küfür gibi nitelemelere tâbî tutulmaktadır. “Gerçekten eğer Sen onları bırakırsan, Senin kullarını sapıtırlar ve günahkâr (fâcir) nankör kâfirlerden başka doğurmazlar.” (71/Nûh, 27). “Fâcir”, müttakî ve ebrârın (iyiler) zıddıdır (38/Sâd, 28; 82/İnfitâr, 13-14). Kur’an’da fâcirin cehennemlik olduğu konusunda açık beyanlar bulunmaktadır. Kısaca fücur ve fâcir, insanların kişilik bozukluklarını, ruh kirliliklerini, kötüye olan eğilimlerini ifâde eder. Fücûrun zıddı takvâ ise fıtratta yer alan iyiye yönelim yeteneğidir. Nefis ve Ruh : Nefis ve ruh, Kur’an’da çokça kullanılan kavramlardandır. Ancak, bu kavramların Kur’an’ın inişinden sonraki anlamlandırılmalarına, ruhu insanlara, meleklere, ulûhiyete tatbik eden hıristiyanlar ile Yeni Eflâtuncuların çok büyük etkisi olmuştur. Aristocular nefsi rûhiyat bakımından birçok tahlile tâbî tutmuşlardır. İslâm felsefe tarihinde el-Kindî, Yeni Eflâtunculuğun ruh telâkkisini İslâm dünyasına ilk taşıyan filozof olmuştur. Dâru’l-Hikme’deki çeviri faâliyetleri birçok müslüman zihnin İslâm’ın özgün terminolojisi ile ilgili olarak bulanmasına yol açmıştır. Plotinus’un Ennead’lar eserinin çevirisinden sonra müslümanlar insan ruhunun ilk önce nefis veya akıl vâsıtasıyla tek mutlak sebepten aktığı (tecellî) anlayışını almışlardır. Buna göre insan rûhu ezelî bir karaktere sahiptir. Ölmez, ebedîdir ve makul bir cevherdir. Buna göre ruhun kurtuluşu duygular âleminin bedenî arzulardan kurtulup, rûhî cevherin ebedî âlemine dönmekle mümkündür. Tasavvuf düşüncesinde de ruhun menşei, mâhiyet ve geleceği, ezeliyeti, ebediyetiyle ilgili birçok şey üretilmiştir. Nefis kelimesiyle ilgili zihinsel bulanıklık, ruh terimiyle alâkalı olarak da sürdürülmüştür. Kur’an’a yabancı bir kültürle Kur’an’a yaklaşanlar, vahiy meleği anlamına gelen ruh’u bile insan ruhuyla alâkalandırmaya çalışmışlardır. Oysa Kur’an’da ruh kelimesiyle genellikle insan ruhu kast edilmemiştir. Eski Yunan kültüründeki ruh-beden karşılığı, modern çağlarda Descartes’in kartezyen felsefesiyle beslenmiş ve bugün ruh denince akla genellikle insandan ayrı, ezelî-ebedî bir varlık gelmektedir. Halbuki ruh terimiyle Kur’an’da genellikle vahiy, vahiy meleği kast edilmiştir. Meleklerle ilgili olarak Kur’an’da hiçbir zaman “nefis” kavramı kullanılmamıştır. Fakat nefsin çoğulu “enfüs”, insan ve cin topluluğunu ifâde etmek için kullanılmıştır. Kur’an’da Nefsin (Kişiliğin) Tekâmül Aşamaları : Kur’an’da dört tür nefisten söz edilmektedir : Emmâre, levvâme, mutmainne, râdıye-mardıyye. 1- Nefs-i Emmâre : “Hiç kuşkusuz nefis, kötülüğü ve çirkinliği ısrarlı bir şekilde emreder.” (12/Yusuf, 53) âyetinde belirtildiği gibi “emmâre”, çok emreden anlamına gelir. Bedensel hazlara ölçüsüzce itibar eden, lezzet ve şehvet için ahlâkî sınırları çiğneyen kişiyi ifâde eder. Nefsin bu özellikleri mü’minlerde takvâ yeteneğiyle alt edilebilir. Takvâ gücünden yararlanamayan insanlarda ise, fücur faaldir. Nefsin fücur boyutunu yukarıdaki âyet, emmâre kavramıyla tefsir ediyor. Âyetteki konu, şehevî arzuların fücur tarafından zinâ ile giderilmesine yönelik emmâre nefsin teşvikidir. Bu durumda her mü’min, Hz. Yusuf gibi nefsin olumsuz arzusunu kırmalı ki, kendi kendisini temize çıkarıp halini beğenip gurura kapılmasın; daha kötüsü günahlarını meşrûlaştırmasın. Takvâya ve tevbeye sarılmak emmâre nefisten kurtulmak, mutmainne, râdıye-mardıyye nefse sahip olmanın tek yoludur. Emmâre kişiliğindeki insanlar, alabildiğine isteklerinin maddî, şehevî arzularının peşinden koşarlar. Günahlardan tevbe etmek yerine, isyanda ısrar ederler. Bunlar kendilerini nefis muhâsebesine (özeleştiriye) tâbi tutmazlar. İnsanın çalıştığından başkasına erişemeyeceğini unuturlar (bk. 53/Necm, 39). 2- Nefs-i Levvâme : Kıyâme(t) Sûresi ikinci âyette geçer. Bu âyette levvâme nefse yemin edilmektedir. “Levvâme”, özünü eleştiren nefis (kişi)dir. Levvâme, levm kökünden türeyen bir sıfattır. Kendisini ısrarlı bir şekilde kınayan anlamına gelir. Özeleştirinin önemi hissettirilmektedir. Tevbe ile günahlara dönmemeyi, kalbin ışığının kaybolmaması için otokritiğin önemini ihsas ettirir. Mü’min, kendini sürekli özeleştiriye (levme) tâbî tutar; amellerini, eylemlerini gözden geçirir, İlâhî ilkelerin denetiminden geçirerek Rabbinin kulu olduğunu unutmaz. Günahkâr, zâlim, kâfir, fâcir kimseler ise, kendilerini Yaratıcılarından müstağnî görme eğilimindedirler. Nefsini (kendini) levmetmeyenler (kınamayanlar) özlerini eleştiremezler, tutturdukları yolda ilerleme, tüm arzularını giderip dünyadan kâm alma eğilimindedirler. Bu bağlamda Freud’un psikanalitik yönteminin tüm içgüdülerin sınırsızca doyurulması gerektiği esasına dayandığını hatırlanmalıdır. İnsanın hevâsını ilâh edinmesine yol açan bu anlayışla, arzu duyulan her içgüdünün, dürtünün doyurulması amaçlanmıştır. Levmin, Kıyâme Sûresi bütünlüğündeki anlamı, yeniden diriliş günüyle alâkalıdır. İnsanlar kıyâmet günü “keşke, keşke şöyle yapsaydım...” diye kendilerini kınarlar. Nefs-i levvâme; iyilikler konusunda da kötülükler konusunda da kendisini kınayan, kaçırılan fırsatlar için kıyâmet günü pişmanlık duyan kimse demektir. Levvâme kişiliğindeki insanlar, fiilin kendilerine yüklediği ana görevleri yerine getiren, büyük günahlardan kaçınanlardır. Ancak, bazı etkiler altında bazı kusurlar işlemişlerse de, bir daha bu gibi hatalara dönmeme konusunda kararlılık gösterenlerdir. Mü’minlerin bile bütünüyla hatadan, kusurdan âzâde olması mümkün olmadığından dolayı, önemli olan, istikbârı ve istiğnâyı değil; tevbeyi tercih etmektir (bk. 3/Âl-i İmrân, 135; 53/Necm, 32). 3- Nefs-i Mutmainne : Fecir Sûresi 27. âyette geçer. “Mutmainne”, “huzura erme, doygunluk” anlamlarına gelir. Mutmain nefis, Allah’a gönül bağlayan, itmînânı sadece Allah’a itaat, ibâdet ve zikirde bulan kişiyi ifâde eder. Yani hiçbir şüphe taşımadan Allah’ı rab, peygamberin getirdiği hak dini de hayat rehberi olarak benimseyendir. Başka bir ifâdeyle Allah’ın yasaklarından mecbûren değil; severek kaçınan, uzak durandır. Elmalılı Hamdi Yazır, şöyle izah etmektedir : “Mutmainne nefis, kararsızlık ve ihtiyaç ifâde eden ve birbirini izleyen sebepler zincirinden kurtulup bunların arkasındaki gerçek etken olan Allah’a yükselmiş, O’nu tanıma gâyesinde karar kılmış, varlığında ve fiillerinde O’ndan başkasına eğilmeyi reddetmiş benlik demektir. Bunun anlamı da, emmâre nefsin aldatıcı isteklerinden, Allah dışındaki şeylere bağlılıktan kurtulup gerçek hürriyeti kazanmaktır.” (Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşr., c. 8, s. 5816) Mutmainne nefsin sahibi (mü’min kişi), Allah yolunda ne fedâkârlık gerekiyorsa yapan, bu yolda gelen eziyetlere tahammül eden hak dinin gerektirdiklerinden asla uzaklaşmayandır. Mevdûdî, 6/En’âm Sûresi 125. âyette geçen “şerhu sadr”ın (göğüs genişliği), mutmainne nefisle aynı keyfiyeti işaret ettiğini söylemektedir (Mevdûdi, Tefhîmu’l-Kur’an, İnsan Y. 1990, c. 7, s. 115). Mutmainne kişiliğindeki mü’minler, büyük günahlardan kaçındıkları gibi, küçük günahlardan da sakınırlar. Onlar hayatlarının her ânında Allah’ı zikreder/anar, O’nun ilkelerini gözönünde tutarak yaşarlar. “Öyle dönüş yapanlar ki, iman ederler ve Allah’ın zikriyle kalpleri mutmain olur. Şüphesiz kalpler, ancak Allah’ın zikriyle huzur ve sükûn bulurlar.” (13/Ra’d, 28 ) 4- Nefs-i Râdıye ve Mardıyye : Râdıyye, hoşnut olan, râzı gelen anlamına gelir. 89/Fecr 28. âyette de “Allah’tan râzı olan” nefis anlamında kullanılmıştır : “...Râzı edici ve râzı edilmiş olarak Rabbine dön.” Tasavvufta, nefsin beşinci mertebesi olarak kabul edilmiştir. Mardıyye, râzı ve hoşnut olunan demektir. 89/Fecr Sûresi 28. âyette Allah’ın kendisinden râzı olduğu kişi anlamında kullanılmıştır : “...Râzı edici ve râzı edilmiş olarak Rabbine dön.” (Tasavvufta mardıyye, nefsin altıncı aşaması olarak geçer. Yaratıcıyla yaratılmışın ortak niteliklerinin toplandığı ortaklığı ifâde eder.) Tasavvufta Nefis : Kuşeyrî’ye göre nefis, kulun sıfatlarının, huylarının, davranışlarının kötülerine verilen isimdir (Kuşeyri, Risâle, I/305). Nefis, tasavvufta bütünüyle yok edilmesi gereken bir şeydir. Nefis, tümüyle olumsuzdur ve öldürülmelidir. Tasavvufta nefsin ölümlü ve iğretiden ölümsüze doğru yükselişi şeklinde yorumlanan yedi aşama vardır. Nefsin merteberini mutasavvıflar şöyle sıralarlar : 1- Emmâre : Yabancılarla dolu karanlıklar mekânı, 2- Levvâme : Nurlar makamı, 3- Mülhime : Sırlara mazhariyet makamı, 4- Mutmainne : Kemal, olgunluk makamı, 5- Râdıye : Visal, Mevlâ’ya ulaşma makamı, 6- Mardıyye : Mevlâ’nın fiillerinin tecellî makamı, 7- Kâmile : Mevlâ’nın makam, isim ve sıfatlarının tecellî makamı (Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetnâme, Âlem Tic. Y. İst. 1996, s. 556). Tasavvufçular bu kavramlardan beşini Kur’an’dan almış, ikisini ise kendileri eklemişlerdir. Mülhime ve kâmile kavramları Kur’an’da geçmemektedir. Mülhime ile velâyet vahyi almayı kast ederek yalancı peygamberliğe dâvetiye çıkarmışlar, kâmile ile ise, fenâ fillâhı kast ederek Allah’da yok olmayı, Allah gibi olmayı hedeflemişlerdir. Diğer beşini de, diledikleri gibi anlamlandırmışlardır. İmam Gazâlî, İhyâ’sında nefs-i Müsevvile diye bir kişilikten daha söz etmektedir. Ona göre nefs-i müsevvile günah işleyen, tevbe eden, tevbesinde bir müddet durduktan sonra yine günahlara dönen, keşke yapmasaydım diyen, ama tekrar tekrar isyana bulaşan kimselerdir (Gazâlî, İhyâ, Bedir Y. İst, 1975, c. 4, s. 81). Nefis Tezkiyesi : Tezkiye; temizlemek, arındırmak demektir. Nefsimizdeki kötü yönelimleri temizlemenin yollarını Rabbimiz bize öğretmiştir. Bunları özetleyecek olursak : Allah’ı çokça zikretmek/anmak; Biz O’nu görmesek de O’nun bizi gördüğü bilinciyle hareket etmektir. Tezkiye, Allah’ın âyetleri üzerinde düşünüp taşınmak, O’nun rahmetini, büyüklüğünü, sonsuz lütfunu kabul etmek; tabiattaki ve toplumdaki olayların nasıl birer âyet olarak onların Yaratanına tanıklık ettiğini düşünmek; iyiliksever, şefkatli, öğütleyici, nasihat edici, eğitici olmak; kâfirlere karşı sert, mü’minlere karşı yumuşak olmak, helâl kazanmak, helâl yemek, Allah için nefret etmek, Allah için sevmektir. Nefsi tezkiye etmek; içki, kumar, zinâ, rüşvet, yalan, iftira, haksız kazançtan kaçmak, fâiz yememek, gıybet etmemek, harama bakmamak, kötü zanda bulunmamak, tekelcilik ve karaborsacılık yapmamak, yalancı şâhitlikte bulunmamak, kötülüğe teşvik etmemekle olur. Yoksa, müridi şeyhe kul yapan, insanın hürriyetini mürşid lehine yok eden, miskinleştiren, irâdeyi yok eden, şeyhi yükseltip mâsumlaştıran tasavvuf anlayışıyla nefsin kötü eğiliminden kurtulmak mümkün değildir. Nefis tezkiyesi, ney ve kaval üfleyerek, şiş batırarak, sihirbaz ve canbazların yaptığı gibi ateş avuçlayıp kızgın demirler tutarak, râbıta yaparak ve silsile ezberleyerek, ibâdet yerine danslar yaparak, posta oturup el öptürerek olmaz. Nefis tezkiyesi, Allah’a gereğince kulluk yaparak olur. Nefislerini tezkiye ettiklerini iddiâ eden bazı mutasavvıflar, ulûhiyete, rubûbiyete kalkışmakta, bazıları Allah’ın zâtını müşâhede ettiğini, kimisi öldükten sonra da dirilere tasarrufta bulunacağını iddia etmekte, kimi levh-i mahfûza hükmettiğini, oradaki yazıları değiştirdiğini, melekût âlemine çıktığını söyleyebilmektedir. Oysa, nefsini tezkiye eden kula kulluk yapmaktan, hevâsına kulluk yapmaktan kurtulandır. Yoksa, kendine kulluk yapmaya çağıran biri, nefsini tezkiye etmiş değil; şirkini arttırmış olur. Tezekkî, şahsiyetin kötülüklerden temizlenmesi, arındırılmasıdır. “(Nefsini/kendini) arındıran kurtuluşa ermiştir.” (87/A’lâ, 14). Soınuç : Nefis, insanın kendisidir. İnsan ise, iki yönlü bir varlıktır. İyiye de eğilimlidir, kötüye de. Kur’an’da nefis, felsefecilerin dediği gibi ruh demek değildir. Tasavvufçuların iddiâ ettikleri gibi de nefis, bütünüyle mücâdele edilmesi gereken bir şey değildir. Nefsin fücur boyutuna karşı fıtrî ve vahyî âyetlerle mücâdele etmeli, benliğimizi arındırarak takvâ eylemlerinin ortaya çıkmasını sağlamalıyız. (10) “Nefs” ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam 298 yerde geçer. “Nefs”i, temel olarak olumsuz şekilde tanımlayan, hep mücâdele edilmesi, hatta öldürülmesi gereken bir özellik olarak düşünen bir yaklaşım, Kur’an’a uygun değildir. Kur’an, çünkü, nefis kelimesini Allah’a da nisbet etmektedir. Kur’an’da hem de altı âyette Allah’ın nefsinden bahsedilmektedir. Allah’a ıtlak olunan şeyin kötü olduğunu iddia etmek nasıl mümkün olabilir? “Nefs”in Allah’a ıtlak olunduğu âyetler, ya bizzat Allah Teâlâ’nın kendi sözleriyle veya başka birinin ağzından dile getirilmiştir. Bu âyetler hep “Allah’ın zâtı” mânâsını ifâde etmektedir. Örneğin Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya hitâben : “Seni nefsim (kendim) için seçtim. ” (20/Tâhâ, 41) buyuruyor. Başka bir âyet-i kerîmede de, bu defa Hz. İsa’nın ağzından “nefs” sözcüğü Allah Teâlâ için kullanılmaktadır : “(Ey Rabbim!) Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben Senin nefsinde olanı bilmem. ” (5/Mâide, 116). Bazı âyetlerde Allah Teâlâ, “nefs” kelimesini kendisi için kullanır : “O (Allah) rahmet etmeyi Kendi nefsine (üstüne) yazdı. ” (6/En’âm, 12); “Rabbiniz rahmet etmeyi Kendi nefsine (üstüne) yazdı. ” (6/En’âm, 54); “Allah sizi nefsinden (Kendisinden) sakındırır. ” (3/Âl-i İmrân, 28 ve 30). Kuranda Nefs İle İlgili Ayetler Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah 2ın katındadır. ( Al-i İmran Sûresinin 14. Ayeti ) Zekeriya mabedde namaz kılarken melekler ona, Allah sana, kendisinden gelen bir kelimeyi (İsa'yı) doğrulayıcı, efendi, nefsine hakim ve salihlerden bir peygamber olarak Yahya�yı müjdeler� diye seslendiler. ( Al-i İmran Sûresinin 39. Ayeti ) Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları sizden çok kayırır.) Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği) çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. ( Nisa Sûresinin 135. Ayeti ) Derken nefsi onu kardeşini öldürmeye itti de (nefsine uyarak) onu öldürdü ve böylece ziyan edenlerden oldu. ( Maide Sûresinin 30. Ayeti ) Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir dedi. ( Yusuf Sûresinin 53. Ayeti ) Onlardan öncekiler de tuzak kurmuşlardı. Bütün tuzaklar Allah'a aittir. O, her nefsin kazandığını bilir. İnkar edenler de dünya yurdunun sonunun kime ait olduğunu bileceklerdir. ( Ra'd Sûresinin 42. Ayeti ) Herkesin nefsi için mücadele ederek geleceği, kendilerine zulmedilmeksizin herkese yaptığının karşılığının eksiksiz ödeneceği günü düşün. ( Nahl Sûresinin 111. Ayeti ) Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter denilecektir. ( İsra Sûresinin 14. Ayeti ) Buna inanmayan ve nefsinin arzusuna uyan kimseler seni ondan (ona hazırlanmaktan) sakın alıkoymasın, sonra helak olursun! ( Taha Sûresinin 16. Ayeti ) Samirî şöyle dedi : Ben onların görmediği şeyi gördüm. Elçinin izinden bir avuç avuçladım da onu attım. Böyle yapmayı bana nefsim güzel gösterdi. ( Taha Sûresinin 96. Ayeti ) Zünnûn�u da hatırla.8 Hani öfkelenerek (halkından ayrılıp) gitmişti de kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Derken karanlıklar içinde, Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni eksikliklerden uzak tutarım. Ben gerçekten (nefsine) zulmedenlerden oldum diye dua etti. ( Enbiya Sûresinin 87. Ayeti ) Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilah edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın? ( Furkan Sûresinin 43. Ayeti ) (Sayfa 380'ın devamı,44 Ayet)Belkıs, Ey Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmetmiştim. Şimdi ise Süleyman ile birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum� dedi. ( Neml Sûresinin 44. Ayeti ) Mûsâ, Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmettim. Beni affet dedi. Allah da onu affetti. Şüphesiz o, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. ( Kasas Sûresinin 16. Ayeti ) Eğer (bu konuda) sana cevap veremezlerse bil ki onlar sadece kendi nefislerinin arzularına uymaktadırlar. Kim, Allah'tan bir yol gösterme olmaksızın kendi nefsinin arzusuna uyandan daha sapıktır. Şüphesiz Allah zalimler toplumunu doğruya iletmez. ( Kasas Sûresinin 50. Ayeti ) nefsinin arzusunu ilah edinen, Allah'ın; (halini) bildiği için saptırdığı ve kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız? ( Casiye Sûresinin 23. Ayeti ) Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız. ( Kaf Sûresinin 16. Ayeti ) Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. ( Haşr Sûresinin 9. Ayeti ) O halde, gücünüz yettiği kadar Allah'a karşı gelmekten sakının. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğiniz için harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. ( Teğabun Sûresinin 16. Ayeti ) Nefsini arındır. ( Müddessir Sûresinin 4. Ayeti ) (Kusurlarından dolayı kendini) kınayan nefse de yemin ederim (ki diriltilip hesaba çekileceksiniz). ( Kıyame Sûresinin 2. Ayeti ) Kim de, Rabbinin huzurunda duracağından korkar ve nefsini arzularından alıkoyarsa, şüphesiz, cennet onun sığınağıdır. ( Nazi'at Sûresinin 40. ve 41. Ayeti ) nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. ( Şems Sûresinin 7. 8. ve 9. Ayeti ) Kuranda nefis ile alakali tahmini 100 ayet geçiyor 2 : 54 - Hani bir zamanlar Musa kavmine dedi ki; Ey kavmim cidden siz o buzağıyı put edinmekle kendi kendinize zulmettiniz, bari gelin Rabbinize tevbe ile dönün de nefislerinizi öldürün. Böyle yapmanız Bârî Teâlânız katında sizin için hayırlıdır, böylece tevbenizi kabul buyurdu. Gerçekten de o Tevvab ve Rahîm'dir. 2 : 57 - Ve üstünüze o bulutu gölge yaptık, ve size ihsan ettiğimiz hoş rızıklardan yiyin, diye üzerinize kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Onlar, bize zulmetmediler, lakin kendi nefislerine zulmediyorlardı. 2 : 87 - Celâlim hakkı için Musa'ya o kitabı verdik, arkasından birtakım peygamberler de gönderdik, hele Meryem oğlu İsa'ya apaçık mucizeler verdik, onu Rûhu'l-Kudüs ile de destekledik. Size nefislerinizin hoşlanmayacağı bir emirle gelen her peygambere kafa mı tutacaksınız? Kibrinize dokunduğu için onların bir kısmına yalan diyecek, bir kısmını da öldürecek misiniz? 2 : 90 - Ne kadar çirkindir o uğruna kendilerini sattıkları şey ki; Allah'ın kullarından dilediğine kendi lütuf ve kereminden vahiy indirmesine kafa tutarak, Allah ne indirdiyse hepsini inkâr ettiler. İşte bu yüzden de gazap üstüne gazaba uğradılar. Can yakıcı azap asıl kâfirler içindir. 2 : 102 - Tuttular da Süleyman mülküne dair şeytanların uydurup izledikleri şeyin ardına düştüler. Halbuki Süleyman inkâr edip kâfir olmadı, lakin o şeytanlar kâfirlik ettiler; insanlara sihir öğretiyorlar ve Bâbil'de Harut ve Marut'a, bu iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki o ikisi "biz ancak ve ancak sizi denemek için gönderildik, sakın sihir yapıp da kâfir olmayın!" demeden kimseye birşey öğretmezlerdi. İşte bunlardan karı ile kocanın arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Fakat Allah'ın izni olmadıkça bununla kimseye zarar verebilecek değillerdi. Kendi kendilerine zarar verecek ve bir fayda sağlamayacak bir şey öğreniyorlardı. Yemin olsun ki, onu her kim satın alırsa, onu alanın ahirette bir nasibi olmayacağını da çok iyi biliyorlardı. Hakkiyle bilselerdi, uğruna canlarını sattıkları şey ne çirkin bir şeydi. 2 : 109 - Ehl-i kitaptan birçoğu arzu etmektedir ki, sizi imanınızdan sonra çevirip kâfir etsinler : Hak kendilerine iyice belirdikten sonra bile sırf nefsaniyetlerinden ve kıskançlıktan dolayı bunu yaparlar. Buna rağmen siz şimdi af ile, hoşgörüyle davranın tâ Allah emrini verinceye kadar. Şüphe yok ki Allah her şeye kâdirdir. 2 : 130 - İbrahim'in milletinden, kendine kıyan beyinsizden başka kim yüz çevirir? Biz onu dünyada seçkin birisi yaptık, hiç şüphesiz o, ahirette de iyilerden biridir. 2 : 187 - Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız, size helâl kılındı. Onlar,sizin için bir örtü, siz de onlar için bir örtü durumundasınız. Allah, nefsinize güvenemeyeceğinizi bildiği için müracaatınızı kabul buyurdu ve sizi bağışladı. Şimdi onlara yaklaşın ve Allah'ın sizler için yazdığını isteyin. Ta fecrin beyaz ipliği siyah iplikden size seçilinceye kadar yiyin, için. Sonra da ertesi geceye kadar orucu tam tutun. Bununla beraber siz mescitlerde îtikaf halinde iken onlara yaklaşmayın. Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır, sakın onlara yaklaşmayın. Allah, âyetlerini insanlara böyle açıklıyor ki sakınıp korunsunlar. 2 : 207 - Yine insanlardan kimi de vardır ki, Allah'ın rızasına ermek için kendini feda eder. Allah ise kullarına çok merhametlidir. 2 : 231 - Kadınları boşadığınız zaman iddetlerini bitirdiklerinde, artık kendilerini ya iyilikle tutun veya güzellikle salın. Yoksa haklarına tecavüz için zararlarına olarak onları tutmayın. Her kim bunu yaparsa nefsine zulmetmiş olur. Sakın Allah'ın âyetlerini alay konusu edinmeyin, Allah'ın üzerinizdeki nimetini, size kendisiyle öğüt vermek üzere indirdiği kitap ve hikmeti hatırlayıp, düşünün. Hem Allah'tan korkun ve bilin ki Allah her şeyi bilir. 3 : 69 - Kitap ehlinden bir grup sizi saptırmak istediler, halbuki sırf kendilerini saptırıyorlar da farkına varmıyorlar. 3 : 117 - Onların bu dünya hayatında harcadıklarının durumu, kendilerine zulmeden bir topluluğun ekinlerini vurup da mahveden kavurucu ve soğuk bir rüzgarın hali gibidir. Allah onlara zulmetmedi. Fakat kendileri, kendilerine zulmediyorlar. 3 : 135 - Ve onlar çirkin bir günah işledikleri, yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Allah'tan başka günahları kim bağışlayabilir? Bir de onlar, bile bile, işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmezler. 3 : 145 - Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. (Ölüm) belirli bir süreye göre yazılmıştır. Kim dünya menfaatini dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri mükafatlandıracağız. 3 : 161 - Hiçbir peygambere ganimet malını gizlemesi (devlet-millet malını aşırması) yaraşmaz. Kim böyle bir aşırma ve ihanette bulunursa kıyamet günü aşırdığını boynuna yüklenerek getirir. Sonra da herkese kazandığının karşılığı tastamam ödenir, onlar haksızlığa da uğramazlar. 3 : 185 - Her canlı ölümü tadacaktır. Kıyamet günü ecirleriniz size eksiksiz olarak verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı zevkten başka birşey değildir. 4 : 1 - Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun; kendi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'dan ve akrabalık (bağlarını kırmak)tan sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözeticidir. 4 : 29 - Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin. Ancak kendi rızanızla yaptığınız ticaretle yemeniz helaldir. Birbirinizin canına kıymayın. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir. 4 : 63 - Onlar, Allah'ın kalblerindekini bildiği kimselerdir; Onlara aldırma, onlara öğüt ver ve onların içlerine tesir edecek güzel söz söyle! 4 : 64 - Biz hangi peygamberi gönderdikse, sırf Allah'ın izni ile itaat edilmek üzere gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan günahlarının bağışlanmasını dileselerdi ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah'ı affedici, merhametli bulurlardı. 4 : 97 - Melekler, kendilerine zulmeden kişilerin canlarını aldıklarında, onlara, "Ne işte idiniz?" derler. Onlar da : "Biz yer yüzünde zayıf kimselerdik." derler. Melekler : "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, siz de orada hicret etseydiniz ya?" derler. İşte bunların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü gidiş yeridir. 4 : 107 - Kendilerine hainlik edenleri savunma. Muhakkak Allah hain günahkârları sevmez. 4 : 113 - Eğer Allah'ın sana lütuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir güruh seni sapıtmaya çalışırdı. Halbuki onlar, ancak kendi nefislerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah, sana Kitab (Kur'an)ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sana olan lütfu büyüktür. 4 : 128 - Eğer bir kadın kocasının geçimsizliğinden, yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir sulh yapmalarında, onlara bir günah yoktur. Sulh hep hayırlıdır. Zaten nefisler kıskançlığa hazırdır. Eğer iyi geçinir ve geçimsizlikten sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır. 5 : 52 - Kalblerinde hastalık bulunanların : " Bize bir felaket gelmesinden korkuyoruz" diyerek, onların arasına koşuştuklarını görürsün. Umulur ki Allah, bir fetih ihsan eder veya katından bir emir (iş) getirir de içlerinde gizlediklerine pişman olurlar. 5 : 70 - Andolsun biz, İsrailoğulları'ndan söz aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Fakat ne zaman onlara bir peygamber nefislerinin hoşlanmadığı bir şey getirmişse, bunlardan bir kısmını yalanlamışlar, bir kısmını da öldürmüşlerdir. 5 : 80 - Onlardan birçoğunun kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendilerine sunduğu şey ne kadar kötüdür! Allah onlara gazabetmiştir. Onlar ebedî olarak azap içinde kalacaklardır. 5 : 105 - Ey inananlar, kendinize dikkat edin. Siz doğru yolda olduğunuz takdirde doğru yoldan sapanlar size zarar veremezler. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Yaptıklarınızı size O haber verecektir. 6 : 12 - De ki : "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" "Allah'ındır" de. O, rahmet etmeyi kendi nefsine yazmıştır. Sizi, varlığında asla şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır. Ama kendilerini zarara sokanlar inanmazlar. 6 : 26 - Onlar, insanları Kur'ân'a iman etmekten menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar. Böylece yalnız kendilerini mahvediyorlar ama farkında değiller. 6 : 70 - Dinlerini bir oyun ve bir eğlence edinen ve kendilerini dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! Ve hiçbir kimsenin kazandığı şey yüzünden kendisini helake atmamasını, kendisi için Allah'tan başka hiç bir dost ve hiçbir şefaatçi bulunmadığını Kur'ân ile hatırlat. O, azaptan kurtulmak için bütün varını feda etse, kendisinden alınmaz. Onlar kazandıkları şey yüzünden helake uğratılmışlardır. Onlar için, inkâr ettiklerinden dolayı kaynar bir içecek ve can yakıcı bir azab vardır. 6 : 98 - Sizi bir tek candan yaratan O'dur. Sonra sizin için bir karar yeri, bir de emanet yeri vardır. Biz âyetlerimizi, anlayan bir toplum için apaçık beyan ettik. 6 : 130 - (Allah) "Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bugününüze kavuşacağınız hususunda sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?" deyince onlar : "Kendi aleyhimize şahidiz" derler. Dünya hayatı onları aldattı ve kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik ettiler. 6 : 164 - De ki : Allah herşeyin Rabbi iken, ben O'ndan başka Rab mi arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Kendi (günah) yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının (günah) yükünü taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabbinizedir. O, ayrılığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir. 7 : 9 - Kimin (sevap) tartıları hafif gelirse, işte onlar da âyetlerimize haksızlık etmelerinden ötürü kendilerini ziyana sokanlardır. 7 : 23 - Dediler ki : "Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize rahmetinle muamele etmezsen muhakkak ziyana uğrayacaklardan oluruz!" 7 : 160 - Biz onları oniki kabileye, o kadar ümmete ayırdık. Ve kavmi kendisinden su istediği zaman Musa'ya, elindeki asâ ile taşa vur, diye vahyettik, vurunca hemen o taştan oniki pınar akmaya başladı. Halkın her biri su alacağı yeri iyice öğrendi. Bulutu da üzerlerine gönderdik, gölgeledik. Onlara kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Size rızık olarak ihsan ettiğimiz nimetlerin temizinden yiyiniz, dedik. Onlar zulmü bize yapmadılar, lakin kendi kendilerine zulmediyorlardı. 7 : 172 - Bir de Rabbin, Âdemoğullarından, bellerindeki zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine şahit tutarak : Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dediği vakit, "pekâlâ Rabbimizsin, şahidiz" dediler. (Bunu) kıyamet günü "Bizim bundan haberimiz yoktu." demeyesiniz diye (yapmıştık). 7 : 177 -  yetlerimizi inkâr edip, sırf kendilerine zulmeden o kavmin hali ne kadar kötüdür! 7 : 189 - Sizi bir tek nefisten yaratan, onunla sükûnet bulsun diye eşini de ondan yaratan Allah'tır. O, eşini kucaklayıp sarılınca (ona yaklaşınca), eşi hafif bir yük yüklendi (hâmile kaldı). Bir müddet böyle geçti, derken yükü ağırlaştı. O vakit ikisi birden Rableri olan Allah'a şöyle dua ettiler : "Eğer bize salih bir evlat verirsen, biz muhakkak şükredenlerden olacağız." 7 : 192 - Bu putlar, ne o tapınanlara, ne de kendi kendilerine yardım edebilirler. 9 : 42 - Eğer o sefer, yakın bir ganimet ve kolay bir sefer olsaydı mutlaka peşine düşer gelirlerdi. Fakat o meşakkatli yolculuk kendilerine uzun bir sefer geldi. Bununla beraber, "Bizim de gücümüz yetseydi, sizinle beraber elbette sefere çıkardık." diyerek Allah'a yemin edecekler, nefislerini helake sürükleyecekler. Allah biliyor ki, onlar iyice yalancıdırlar. 9 : 70 - Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh Kavmi'nin, Âd'in, Semûd'un, İbrahim Kavmi'nin, Medyen Ashabı'nın ve o mü'tefikelerin haberi gelmedi mi? Onların hepsine peygamberleri delillerle gelmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmetmiş değildi, lâkin onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı. 9 : 118 - Allah, haklarında hüküm beklenen o üç kişiyi de bağışladı. Çünkü o derece bunalmışlardı ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye başlamıştı, vicdanları da kendilerini sıkıntıya sokmuştu. Allah'dan kurtuluşun, ancak Allah'a sığınmakta olduğunu anlamışlardı. Sonra da Allah, onları tevbekâr olmaya muvaffak kıldı da tevbelerini kabul buyurdu. Şüphesiz ki Allah, tevbeleri çok çok kabul edendir, çok merhametli olandır. 9 : 120 - Medine halkına ve civardaki bedevilere, Resulullah'ın emrine aykırı hareket etmek uygun olmadığı gibi, onun katlandığı zahmetlere öbürlerinin katlanmaya yanaşmamaları da yakışık almaz. Çünkü onların Allah yolunda çektikleri hiçbir susuzluk, hiçbir yorgunluk ve hiçbir açlık, ayrıca kâfirleri öfkelendirecek ayak bastıkları hiçbir yer veya düşmana karşı elde ettikleri hiçbir başarı yoktur ki, karşılığında kendilerine salih bir amel yazılmış olmasın. Çünkü Allah, güzel iş yapanların mükafatını zayi etmez. 10 : 30 - İşte burada herkes geçmişte yaptığını bulacak. Ve gerçek mevlaları olan Allah'a döndürülecekler. İftira edip uydurdukları şeyler de kendilerinden büsbütün uzaklaşıp gidecek. 10 : 44 - Şurası kesindir ki Allah, insanlara zerre kadar zulmetmez. Ne var ki, insanlar kendi kendilerine zulmedip duruyorlar. 10 : 54 - Zulüm yapmış olan herkes, azabı görünce yeryüzündeki her şeyin sahibi olsa da, (o azaptan kurtulmak için) hepsini feda ederdi. Ve içten içe pişmanlık duyardı. Fakat aralarında adaletle hüküm verilir ve hiçbirine zulüm yapılmaz. 11 : 31 - Ben size "Allah'ın hazineleri benim yanımdadır." demiyorum ki. Ben size "Ben bir meleğim." de demiyorum. O sizin kendinize göre, hor gördükleriniz hakkında "Allah onlara hiçbir hayır vermez." de demiyorum. Onların içlerindeki niyeti, en iyi Allah bilir. (Bu söylediklerimin aksini iddia etseydim) asıl o zaman zalimlerden olurdum. 11 : 101 - Biz onlara zulmetmedik, onlar kendi kendilerine zulmettiler. Allah'ı bırakıp da taptıkları tanrılar, Rabbinin emri gelince kendilerine hiçbir fayda sağlayamadılar. Hasarlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramadılar. 12 : 53 - Ben yine de nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis şiddetle kötülüğü emreder. Ancak Rabbimin rahmetiyle yarlığadığı müstesna. Muhakkak ki, Rabbim bağışlayıcı ve merhametlidir. 13 : 11 - Her insan için önünden ve arkasından takip edenler vardır. Allah'ın emrinden dolayı onu gözetirler. Allah bir kavme verdiğini, o kavim kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez. Allah bir kavme de kötülük murad etti mi, artık onun geri çevrilmesine de imkan yoktur. Onlar için Allah'dan başka bir veli de bulunmaz. 14 : 45 - Siz, kendilerine zulmedenlerin yurtlarında oturdunuz. Onlara nasıl azab ettiğimiz size apaçık belli oldu. Ve size misaller de vermiştik. 16 : 28 - (O kâfirler), kendilerine zulmetmiş kimseler olarak, meleklerin, canlarını aldıkları kimselerdir. O vakit onlar şöyle diyerek teslim olurlar : "Biz, bir kötülükten dolayı yapmıyorduk." (Onlara) : "Hayır, Allah sizin ne maksatla yaptığınızı elbette çok iyi bilendir." 16 : 33 - Ancak kendilerine, ruhlarını alacak meleklerin gelmesini veya Rabbinin azab emrinin (kıyametin) gelip çatmasını bekliyorlar! Kendilerinden öncekiler de böyle yapmışlardı. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmetmişlerdi. 16 : 72 - Allah, size kendi cinsinizden eşler, o eşlerinizden de oğullar ve torunlar yarattı. Sizi helal ve güzel gıdalarla rızıklandırdı. Onlar, hâlâ batıla mı inanıyorlar? ve Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar? 16 : 89 - Biz o gün, her ümmet içinde, kendilerinden kendi üzerlerine bir şahit göndereceğiz. Seni de onların üzerine şahit getireceğiz. Bu kitabı da, her şeyi açıklayan ve müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, bir rahmet kaynağı ve bir müjdeleyici olarak indirdik. 16 : 118 - Sana anlattıklarımızı, daha önce yahudilere de haram kılmıştık. Biz onlara zulmetmemiştik. Fakat onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdi. 18 : 51 - Ben, onları (İblis ve soyunu) ne göklerin ve yerin yaratılışında, ne de kendilerinin yaratılışında şahit tutmadım ve hiçbir zaman doğru yoldan çıkanları yardımcı edinmiş değilim. 21 : 35 - Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. Hepiniz de sonunda bize döndürüleceksiniz. 21 : 43 - Yoksa kendilerini bize karşı savunacak tanrıları mı var? O tanrılar kendilerine bile yardım edemezler, katımızdan da dostluk görmezler. 21 : 47 - Biz kıyamet günü için doğru teraziler kurarız; hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Yapılan amel, bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir (tartıya koyarız.). Hesap görenler olarak da biz kâfiyiz. 21 : 102 - Bunlar onun (cehennemin) uğultusunu bile duymazlar. Canlarının istediği şeyler içinde temelli kalırlar. 23 : 103 - Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; (çünkü onlar) ebedî cehennemdedirler. 24 : 12 - Erkek ve kadın müminlerin, bu iftirayı işittiklerinde kendi vicdanları ile hüsnü zanda bulunup da, "bu apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi? 25 : 3 - Kâfirler, O'nu bırakıp bir şey yaratamayan, bilakis kendileri yaratılmış olan, kendilerine ne zarar ve ne de fayda verebilen; öldürmeye, diriltmeye ve ölümden sonra tekrar canlandırmaya güçleri yetmeyen tanrılar edindiler. 25 : 21 - Bununla beraber, bize kavuşmayı ummayanlar "Bize ya melekler indirilmeliydi, ya da Rabbimizi görmeliydik" dediler. Andolsun ki, doğrusu nefislerinde kendilerini büyük gördüler ve büyük azgınlık ettiler. 29 : 40 - Nitekim onlardan herbirini günahları sebebiyle suç üstü yakaladık : Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgarlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine yazık ediyorlardı. 29 : 57 - Her can ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz. 30 : 8 - Kendi içlerinde hiç düşünmediler mi ki, Allah göklerde, yerde ve bu ikisi arasında bulunan her şeyi ancak hak ile ve belirlenmiş bir süre için yaratmıştır? Gerçekten insanların çoğu, Rablerine kavuşmayı inkâr etmektedirler. 30 : 9 - Onlar, yeryüzünde gezmediler mi ki, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş baksınlar? Onlar, kendilerinden daha güçlüydüler. Toprağı sürmüşler ve onu, bunların imar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi. Onlara da peygamberleri delillerle gelmişlerdi. Demek Allah onlara zulmetmiyordu. Fakat onlar, kendilerine zulmediyorlardı. 30 : 21 - Yine O'nun âyetlerindendir ki, sizin için nefislerinizden kendilerine ısınırsınız diye eşler yaratmış, aranıza bir sevgi ve merhamet koymuştur. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır. 30 : 28 - Allah, size kendinizden bir misâl verdi : Hiç size rızık olarak verdiğimiz şeylerde elleriniz altındaki kölelerinizden ortaklarınız bulunur da onlarla siz eşit olur, aranızda birbirinizi saydığınız gibi, onları da sayar mısınız? İşte biz, düşünecek bir kavim için âyetleri böyle açıklıyoruz. 32 : 17 - Şimdi hiç kimse kendileri için, yaptıklarına karşılık gözler aydınlığı olacak şeylerden neler gizlenmiş olduğunu bilemez. 33 : 6 - Peygamber, müminlere kendi nefislerinden önce gelir. O'nun hanımları da onların analarıdır. Akraba da Allah'ın kitabında birbirlerine, diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Ancak dostlarınıza bir maruf (uygun bir vasiyet) yapmanız müstesnâdır. Bu, kitapta yazılıdır. 34 : 19 - Buna karşı onlar : "Ey Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır" dediler ve nefislerine zulmettiler. Biz de onları efsanelere çevirdik ve tamamen didik didik dağıttık. Şüphesiz ki bunda çok şükredecek her sabırlı için elbette ibretler vardır. 36 : 36 - Yerin bitkilerinden, kendi nefislerinden ve daha bilemeyecekleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah'ın şanı ne yücedir. 39 : 6 - O, sizi bir nefisten yarattı. Hem sonra onun eşini de ondan var etti. Sizin için yumuşak başlı hayvanlardan sekiz çift indirdi. Sizi analarınızın karınlarında üç karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa yaratıp duruyor. İşte Rabbiniz Allah O'dur. Mülk O'nundur, O'ndan başka tanrı yoktur. O halde nasıl haktan çevrilirsiniz? 40 : 10 - O kâfirlere mutlaka şöyle bağırılacaktır : "Elbette Allah'ın buğzu, sizin nefislerinize buğzunuzdan daha büyüktür. Çünkü siz imana davet ediliyordunuz da inkâr ediyordunuz." 40 : 17 - Bugün her nefis kazandığı ile cezalanacaktır. Bugün zulüm yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. 41 : 31 - "Biz dünya hayatında da, ahirette de sizin dostlarınızız. Cennette sizin için canınızın çektiği ve istediğiniz her şey vardır." 41 : 53 - Biz onlara hem ufuklarda ve hem kendi nefislerinde delillerimizi göstereceğiz ki, Kur'ân'ın hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Senin Rabbinin her şeye şahit olması kafi değil mi? 42 : 11 - O göklerin ve yerin yaratıcısıdır. O sizin için kendi nefsinizden eşler ve hayvanlardan da çiftler yaratmıştır. O, sizi bu düzen içerisinde üretip çoğaltıyor. O'nun benzeri olan hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işitir ve görür. 42 : 45 - Sen, onların aşağılıktan dolayı başları öne eğilmiş, göz ucuyla gizli gizli etrafa bakarlarken ateşe sunulduklarını görürsün, iman edenler de : "Gerçekten zarara uğrayanlar hem kendilerine hem de ailelerine kıyamet günü yazık etmiş olan kimselerdir." diyeceklerdir. İyi bilin ki zalimler devamlı bir azap içerisindedirler. 43 : 71 - Onların etrafında yiyecek ve içecekler altın tepsiler ve kadehlerle dolaştırılır. Orada canların çektiği ve gözlerin hoşlandığı herşey vardır. Siz orada ebedi olarak kalacaksınız. 45 : 22 - Halbuki Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Hem de herkese yaptığının karşılığı verilmek üzere, onlara asla haksızlık edilmez. 49 : 11 - Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sora fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte bu kimseler zalimlerdir. 50 : 21 - Her can, kendisiyle beraber bir sevk memuru ve bir şahid bulunduğu halde gelir. 51 : 21 - Kesin olarak inananlar için, yeryüzünde ve kendi nefislerinde nice ibretler vardır. Hiç görmüyor musunuz? 53 : 23 - Onlar hiçbir şey değil, sırf sizin ve babalarınızın taktığınız (boş) isimlerdir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmedi. Onlar yalnız zanna ve nefislerin sevdasına uyuyorlar. Halbuki onlara Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir. 57 : 22 - Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu Allah'a göre kolaydır. 59 : 9 - Ve onlardan önce o yurda yerleşen imana sarılanlar kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarına erenlerdir. 59 : 19 - Allah'ı unutup da Allah'ın da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın onlar, yoldan çıkan kimselerdir. 73 : 20 - Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden daha azında, yarısında ve üçte birinde kalktığını, seninle beraber bulunanlardan bir topluluğun da böyle yaptığını biliyor. Gece ve gündüzü Allah takdir eder. O, sizin onu sayamayacağınızı bildi de sizi affetti. Bundan böyle Kur'ân'dan size ne kolay gelirse okuyun. Allah, içinizden hastalar, yeryüzünde gezip Allah'ın lütfunu arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşan daha başka insanlar olacağını bilmiştir. Onun için Kur'ân'dan kolayınıza geldiği kadar okuyun, namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a güzel bir borç verin (Hayırlı işlere mal sarfedin). Kendiniz için gönderdiğiniz her iyiliği, Allah katında daha hayırlı ve sevapça daha büyük olarak bulacaksınız. Allah'tan bağış dileyin. Kuşkusuz Allah bağışlayandır, merhamet edendir. 74 : 38 - Her nefis kendi kazancına bağlıdır. 81 : 7 - Nefisler eşleştirildiğinde (iyiler iyilerle, kötüler kötülerle bir araya toplandığında), 81 : 14 - Herkes ne getirmiş olduğunu anlar. 82 : 5 - Herkes neyi önünden gönderdiğini ve neyi geri bıraktığını bilir. 86 : 4 - Hiçbir nefis yoktur ki başında bir denetleyici bulunmasın. 89 : 27 - Ey, Rabbine, itaat edip huzura eren nefis! KUR’ÂN-I KERİM’DE NEFS KELİMESİNİN FARKLI ANLAMLARDA KULLANILMASI Nefsin Ruh Anlamında Kullanılması : “Nefs” ile “ruh”un aslında aynıdır; terbiye edilmemiş rûha “nefs”, terbiye edilmiş nefse de ruh denilir. Kur’an’da “nefs”in en çok “ruh” anlamında kullanıldığını görüyoruz (6/En’âm, 93); 39/Zümer, 42; 75/Kıyâmet, 2; 91/Şems, 7-10 vb). Nefsin “Kalp, Gönül, İçdünya” vb. Anlamlarında Kullanılması : Kur’ân-ı Kerim’in birçok yerinde nefs kelimesinin, “insanın kalbi, gönlü, içdünyası” gibi mânâlarda da kullanıldığı görülmektedir (2/Bakara, 87, 109, 235; 3/Âl-i İmrân, 154; 11/Hûd, 31; 12/Yusuf, 77; 27/Neml, 14 vb). Nefsin “İnsan Bedeni” Anlamında Kullanılması : (12/Yusuf, 32, 51; 3/Âl-i İmrân, 61, 145; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 33; 2/Bakara, 240; 16/Nahl, 7 vb). “Nefs”in “Bedenle Birlikte Ruh” Anlamında Kullanılması : (16/Nahl, 111; 3/Âl-i İmrân, 25, 151; 11/Hûd, 105; 21/Enbiyâ, 47; 36/Yâsîn, 54; 82/İnfitâr, 5; 81/Tekvîr, 14; 82/İnfitâr, 5, 19 vb). Nefsin “Kötülüğü Emredici” Anlamında Kullanılması : İnsanın her türlü kötülüğü işlemesine sebep olan nefs-i emmâre ile ilgili âyet-i kerîmede Hz. Yusuf şöyle konuşuyor : “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, daima kötülüğü emredicidir. Ancak Rabbimin merhamet ettiği hâriç…” (12/Yusuf, 53). İnsan nefsi, kötülük yönüne meyledicidir ve bütün gücüyle kötü işleri telkin edicidir. Genel olarak, insan nefsinin yaratılışında şehvete, günaha ve kötülüğe doğru bir eğilim vardır. Nefis, kendi gücünü bu yönde kullanır. Bu nedenle insan sırf kendi nefsiyle başbaşa kalırsa kötülüğe sürüklenebilir. Ancak, yukarıdaki âyet-i kerîmeden de anladığımız üzere Allah Teâlâ’nın koruduğu, yani Hz. Yusuf (a.s.)’un nefsi gibi Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve rahmetiyle tüm kötülüklerden arındırılıp temizlenmiş, başka bir deyişle terbiye edilerek rûhânî ve mânevî özellikler kazandırılmış nefisler bundan müstesnâdır. Allah Teâlâ’nın himâyesi nefsin kötülüğü emredici özelliğini etkisiz kılar. Kur’ân-ı Kerim’de nefsin insanı aldatıcı ve kötü işlere sürükleyici özellikleri, özellikle şu âyetlerde belirtilir : 12/Yusuf, 18; 20/Tâhâ, 96; 5/Mâide, 30; 14/İbrâhim, 22; 50/Kaf, 16; 59/Haşr, 9 vb. Nefsin “İnsan, Cin, Melek, Hayvan veya Bitki İçin Zât (Kişi, Kimse, Kendi, Şahıs vb. )” Anlamında Kullanılması : Nefsin bir yönüyle de, “bir şeyin zâtı ve hakikati, yani varlığı” mânâsına geldiğini biliyoruz. İşte bu anlamda Kur’ân-ı Kerîm’de nefsin insanlara, cinlere, hayvanlara veya bitkilere, kısacası yeryüzündeki canlı varlıklara ıtlak olunarak, onların zâtı, varlığı mânâsında kullanıldığına şâhit oluyoruz : (2/Bakara, 48; 31/Lokman, 28, 34; 74/Müddessir, 38 ) Nefsin, “Cins, Tür” Anlamında Kullanılması : Kur’ân-ı Kerim’in zengin kullanım biçimlerinden biri de “nefs”in geçen tüm mânâlarının yanısıra, bir de “cins, tür” anlamında kullanılmış olmasıdır (9/Tevbe, 128; 30/Rûm, 28; 7/A’râf, 189; 16/Nahl, 72; 42/Şûrâ, 11). Nefsin Diğer Kullanılış Biçimleri : Kur’ân-ı Kerim’de, “nefs”in, ana başlıklar altında toplamaya çalıştıklarımızdan başka kullanılış şekilleri de vardır. Meselâ Fahreddin Râzî, “nefs”in Kur’an’da “akıl” mânâsında da kullanıldığını söyler. Ona göre : “Odur ki; geceleyin sizi öldürür (gibi uyutur), gündüzün de ne işlediğinizi bilir. Sonra belirlenmiş süre geçirilip tamamlansın diye gündüzün sizi diriltir…” (6/En’âm, 60) âyetinde geçen bu durum, akıl dışındaki hallerin, uyku durumunda etkisini sürdürmesi nedeniyledir. Akıl, uyku ile uyanıklık ânında değişen bir haldir. Demek ki; Râzî, uyku ânında insanın aklını kullanamaması nedeniyle, bazı âlimlerin “ruh” olarak anladıkları “nefs”i, burada “akıl” olarak kabul etmiştir. Uyku ânında aklın fonksiyonlarını yitirmesi gözönünde bulundurulursa, bu âyet-i kerîmedeki “nefs”ten “akıl” da anlaşılabilir. Kur’an’da nefsin işkence ve cezâlandırma (3/Âl-i İmrân, 28, 30), gayb (5/Mâide, 116) nefes, gırtlak, boğaz (9/Tevbe, 118 ) gibi başka anlamlarda kullanıldığı da görülür. Görüldüğü gibi, Kur’ân-ı Kerim’de nefis, sadece kötülüklerin kaynağı olarak gösterilmez. Kur’an, nefsin terbiye edilerek güzel özelliklerin ona kazandırılıp iyi bir ruh haline getirilebileceğini ifade ederek bunu tavsiye eder. İnsanın gönlüne, kalbine, iç dünyasına da delâlet eden nefis, insanın bedenden oluşan cüssesini ve bedeniyle birlikte rûhunu da ifâde etmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de, nefs kelimesinin 298 yerde kullanılması ve nefs üzerine yemin edilmesi, Allah Teâlâ’nın bu kavrama ne derece önem verdiğini göstermektedir. (3) HADİS-İ ŞERİFLERDE NEFS KAVRAMI “Sizden biriniz, sakın ‘nefsim habis (pis) oldu’ demesin!” (S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118 ) “Sizden biriniz kendi nefsi için istediğini (din) kardeşi için de istemedikçe (tam) iman etmiş olamaz. ” (Müslim, İman 71, 72, hadis no : 45) “Müftüler sana fetvâ vermiş olsalar da sen yine nefsine (kalbine) danış. ” (Ahmed bin Hanbel, IV/228; Dârimî, Büyû’ 2; Buhârî, Târih) Vâbisa ibn Ma’bed (r. a. )’den rivâyet edildiğine göre, o şöyle dedi : “Rasûlullah’ın huzuruna varmıştım. Bana : “İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?” buyurdu. “Evet” dedim. O zaman şunları söyledi : “Kalbine danış. İyilik, nefsin uygun gördüğü ve yapılmasını kalbin onayladığı şeydir. Günah ise, içini tırmalayan ve başkaları sana ‘yap’ diye nice nice fetvâlar verse bile içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir. ” (Ahmed bin Hanbel, IV/227-228; Dârimî, Büyû’ 2) “Seni işkillendirip huzursuz edecek, sana şüphe veren şeyleri bırak, işkillendirmeyen, şüphe vermeyene bak!” (Buhârî, Büyû’ 3; Tirmizî, Kıyâmet 60; Nesâî, Kudât (Kazâ) 11) Ruhun Hürriyeti : Ruh ve nefis iki ordu gibidir, devamlı harp halindedirler. Hangi taraf ne kadar alırsa orası onundur. Hepsini alırsa işgal eder, diğerini esir alır. Hidayet nuru ise Zühal yıldızı gibidir, nefsin karanlığını deler geçer. Tevhid tohumu vücudun her yanına dal salar, ihata eder. Kendisi ile dargın olanı önce kendisi ile barıştırmak gerekir. Çünkü onun nefsi ile ruhu çoktan arayı açmış. Kendi kendisi ile barıştırılmazsa, Hakk’a ulaştırmaya imkân olmaz. Bir düşman bir memleketi istilâ edip zaptettiği zaman, orada kendi rejimini yürütmek ister. Hiç kimseye söz hakkı vermez, kimsenin hürriyete kavuşmasını istemez. Kendi eliyle yaptığı putlara tapındırmaya mecbur eder. Gizli veya açık ilâhlık dâvâsı güder. Nefsi ile ruhu arayı açan kimsenin durumu da böyledir. Düşmanını öğrenip mücadeleye girişir, muvaffak da olursa hürriyetine kavuşur, işgalden kurtulur. Elindeki putu, gönlündeki mâsivâyı atar, Hakk’a ulaşır, dünya saâdetine âhiret selâmetine erer. Nefsin Tuzakları : Nefis bulunduğu makam ve dereceye göre, insana değişik tuzak ve hileler kullanır. Her ne kadar bazen uslu duruyor gibi görünse de silâhları yanıbaşında hazırdır. Hiç tahmin edilmeyen bir anda aniden o silâhı kullanır ve ruhu öldürür. Nefsin şeriattaki en büyük silâhı “Vesvese vermek”tir. Kalbi zikrullahtan uzak tutmak ve ibadetlerin faziletini gidermek için “Şu iş olmasa, şu şöyle olsa!” gibi vesveselerle kalbi daima meşgul eder. Tarikatta ise uyuma emri verir. Müridi uyutmak suretiyle Hakk’ı zikirden uzaklaştırmaya çalışır. Bunun için de, yeme-içme gibi uyku sebeplerini çoğaltır. Velâyet ve nübüvvet dâvâlarını karıştırır. Kişiyi yersiz dâvâların peşinde koşturur. Marifete geçince Rubûbiyet dâvâsı sürmeye çalışır. Şüphesiz bu bir gizli şirk olur. İnsanî ve Hayvanî Sıfatlar : İnsanlarda hayvanî sıfatlar vardır ve bunlar çok çeşitlidir. Bir kısım insanlar vardır ki, eti yenmeyen hayvan sıfatındadırlar. Onların nefsi iman etmemiştir. Görünüşte çok iyi işlerde bulunurlar, fakat nefsi iman etmediği için niyeti bozuktur. Diğer bir kısım insanlar da vardır ki, eti yenen hayvan sıfatındadırlar. Onların nefsi iman etmiştir, fakat ıslah edememişlerdir. Onun içindir ki sıfat-ı hayvaniyede kalmışlardır. Hangi hayvanî surette ise o şekilde mahşere çıkacaklar. Suretlerinden kim oldukları bilinecek. Bir kısım insan da vardır ki, ahlâk-ı zemimeden sıyrılıp, sıfat-ı hayvaniyeden arındıkları için insan suretindedirler. Onlar mahşerde insan suretinde haşrolunurlar. Vücudunu tamamen nûrlandıran kimseleri toprak dahi çürütmez. Çalışan bunun için çalışsın, yaşayan bunun için yaşasın. Bir de insan-ı kâmil vardır ki, onlar Allah-u Teâlâ’nın has kullarıdır. Sıfat-ı hayvaniye ancak Allah-u Teâlâ’nın göstermesi ile görülür ve bilinir. Allah-u Teâlâ dilediği kimseye o projektörü tuttuğu zaman, karşıdakinin her sıfat-ı hayvaniyesini, hangi sıfatta olduğunu görür. Başka türlü görülmez. Size bir sır veriyorum. Allah-u Teâlâ’nın göstermediği bir kimse, karşıdakinin sıfat-ı insaniyede mi, sıfat-ı hayvaniyede mi olduğunu nasıl bilir? Veya kendisini görmek isterse nasıl görür? Eğer haramlara dalıyorsa sıfat-ı hayvaniyededir. Kesinlikle kararını ver, kimseye söyleme. Değil haramlardan, en küçük şüphelilerden de sakınıyorsa insandır. Yalnız şu kadar var ki hangi sıfat-ı hayvaniyede olduğunu bilemez, onun ilmi onu çözemez. Herkese saldıranlar köpek sıfatında, düşmanlık yapanlar yılan sıfatında, hilekârlar tilki sıfatında, hırsızlık yapanlar fare sıfatında, nankörlük yapanlar kedi sıfatında, kıskanmayan kimseler domuz sıfatında... ve buna benzer hayvani sıfatlar vardır. Bugün piyasadaki en çok suret köpek ve domuz. Biz size misal veriyoruz. Fakat eti yenen hayvan sıfatında olan kimseler ayrıdır. Kimisi öküz, kimisi horoz sıfatındadır. Koyun sıfatında olan çok azdır, mülhimeye geçmesi lâzımdır. Velev ki iki kardeş de olsa, hanıma dikkat edenle etmeyen ayrıdır. Mesela bir kuluçka tavuğunun altında ördek yavrusu da bulunur, civciv de bulunur. Fakat ördek suyu gördü mü hemen dalar, civciv dalmaz. İnsan kendine baksın. Ben neredeyim? İster en yakını olsun, ister arkadaşı olsun, bu bir ölçüdür. Sıfat-ı hayvaniyenin hangisini huy edinmişse, hangisi ile amel ediyorsa, o sıfat onda mevcuttur. O sıfatla ölecek, o sıfatla dirilecek. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar : “Her kişi öldüğü hâl üzere dirilir.” (Müslim : 2878 ) Perde kalkınca herkesin sıfatı belli olacak ve görülecek, icraatı ile beraber. Diğer bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor : “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz.” Hangi hayvanî sıfatla ölmüş ise Allah-u Teâlâ hayattaki suretinin üzerine o hayvan suretini verecek ve onun kim olduğunu herkes tanıyacak. • Sıfat-ı hayvaniyenin ne olduğunu daha iyi kavrayabilmeniz için iki temsil arzedeceğiz. Bu sıfatların izalesi için ne lâzımsa yapmak gerektiğini ifade etmek istiyoruz. Bir gün bir kadın geldi, bir rüyâ anlattı. “Yüksekçe bir yerde oturuyordum. Bir baktım aşağıdan uzun bir fare geliyor. Bana dediler ki : ‘Bu senin kocandır.’ O benim nasıl kocam olur derken, yüzüne dikkatlice baktım, hakikaten de ona benziyordu.” “Evet evet hanım dedik, sıfat-ı hayvaniye böyledir. İnsan yarın bu kalıp elbisesini soyduğu zaman, asıl sureti meydana çıkacak. Her insanda bu sıfatlar mevcuttur, ancak izale edenler müstesna.” • Bir başka temsil arzedelim. Adamın birisi takmış kafasına : “Ah, bir Hızır olsam!” deyip dururmuş. Hızır Aleyhisselâm bir gün karşısına çıkar ve : “Hızır olsan ne yapardın?” der. O da : “Bana bir saatliğine Hızır’lığını verse, bak ne yapardım!” diye cevap verir. “Peki” der Hızır Aleyhisselâm : “Ben Hızır’ım, bir saatliğine sana Hızır’lığımı verdim, yapacağını yap.” Adamın o anda perdesi açılır. Efkâra bakınca bir de ne görsün? Bütün insanlar hayvan. Bir eskici görür insan sıfatında ve ona : “Ben Hızır’ım, ne istersen iste benden!” der. Eskici oralı olmaz : “Ben muhtaç değilim.” der. İnsan sıfatında iki kişiye daha rastgelir, onlara da teklif eder, onlar da hiç oralı olmazlar, hiçbir şey istemezler. Daha bir saat dolmadan : “Gelse de şu emaneti versem!” diye Hızır Aleyhisselâm’ı beklemeye başlar. Nihayet gelir : “Ne yaptın?” diye sorar. O da anlatır. “Benim gayem insanlara yardımcı olmaktı, fakat ben insan göremedim ki yardımcı olayım. Al şu emaneti de kurtulayım.” der. İşte insanların durumu budur. • Herkes iradesini sarfettiği cihete muvaffak ve müyesser olur. Yani hidayet ve dalâlette haline uygun bir yol tutar. Böylece de hidayet yolunda yürüyenler mükâfatlarına nail oldukları gibi, dalâlet yollarına gidenler de lâyık oldukları cezalara kavuşurlar. Herkesin amelinin karşılığı verilecektir. Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor : “De ki : Herkes kendi yaratılışına göre iş yapar. Rabb‘iniz kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir.” (İsrâ : 84) Burada herkesin takip ettiği yol ve işlediği amel neticesi, ceza ve mükafatla karşılaşacağı hatırlatılarak insanların hidayet yoluna yönelmeleri için öğüt verilmektedir. NEFSİN TERBİYE VE ISLAH ŞEKİLLERİ Tarikattaki Terbiye : İlk nefis terbiyesi tarikatta başlar. Zira Tarikat-ı aliye’ye dehalet etmeyen bir kimse, nefsini tanıyıp tehlike ve tuzaklarından haberi olmaz ki onunla mücadele etsin, ıslahına çalışsın. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde : “Küçük cihaddan büyük cihada döndük.” Buyurarak kâfirle olan cihadı küçük, nefisle olanı büyük saymıştır. İnsanın kendi nefsi ile cihad etmesine “Cihad-ı ekber” denilmiştir. Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir insanın sana yapacağı en büyük düşmanlık seni öldürmesidir. Bu ise şehâdetine vesile olduğu için, seni en yüksek mertebeye erdirir. Nefsin elinde ölürsen ebedi hayatın mahvolur. Bir Hadis-i şerif’lerinde de, nefsin bir mümin için ne büyük tehlike olduğunu haber veriyorlar ve şöyle buyuruyorlar : “En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir.” (Beyhakî) Kişi Tarikat-ı aliye’ye dehalet eder etmez iç âlemine dönüş yapar. İç düşmanını görür, onunla mücadele ve mücahedeye başlar. En büyük düşmanla mücadeleye girişildiği için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır : “Hakiki mücahid, nefs-i emmâresi ile savaşan kimsedir.” (Tirmizî) Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyurmuşlardır : “Muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçınandır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh : 10) Mükerrem denilmeye lâyık olan insan, nefsini tezkiye etmiş, güzel ahlâk sahibi olmuş; içini, dışını, işini temizleyen, şeriat hizmetinde, tarikattaki esaslara nâil ve vâkıf olan insandır. Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde insanların kendilerini temize çıkarmalarını yasaklamakta ve şöyle buyurmaktadır : “Kendinizi beğenip temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir.” (Necm : 32) İyiler de kötüler de gün gelecek Hakk’ın huzurunda seçileceklerdir. • Nefis başlangıçta yeni doğan çocuğa benzer. Terbiye ile ıslah veya ifsada kabiliyetli bulunduğundan, bir ilim-irfan erbabının taht-ı terbiyesine girmeye muvaffak olursa; ilim, irfan ve fen öğrenerek terbiye olur, dünya saâdetine ahiret selâmetine erer. Nefsin her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his ve meyillerinden arındırıp tezkiye etmedikçe kişi nefsin putlarına tapmaktan kurtulamaz. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde : “Gördün mü o hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi?” buyuruyor. (Furkân : 43) İnsanlar nefislerinin hevâ ve heveslerine tâbi olunca nizam ve intizam bozulur, hayatın gerçeklerinden uzaklaşılır. Tarikat-ı aliye’deki nefis terbiyesine en güzel misal, yünlerin halı hâline gelmesidir. Çok uzak yerlerden getirilen kirli ve karışık yünler evvelâ kazanlarda yıkanıp temizlenir. Sonra çeşitli taraklardan geçerek didik didik olur, tel tel ayrılır ve iplik hâline gelir. Benliği tamamen gider, renk renk boyandıktan sonra istenilen şekilde yumak olur. Halı olabilmesi için de, bir dekoratörün kağıda çizdiği dekorlar üzerinde renklerine ve ölçülerine göre yerleştirilmesi gerekir. Nihayet tezgâhlarda dokunarak bu ipliklerden en güzel halılar meydana gelir. Daha önceleri üzerine bastığımız zaman ayağımıza dolaşan o kirli yünler, şimdi artık basmaya kıyamadığımız nâdide birer halı olmuştur. Hiç kimseyi incitmez. İşte nefis de kirli yün gibidir. Ayrı ayrı bölümleri vardır. Temizlene temizlene, incele incele, taraklardan tezgâhlardan geçe geçe halı gibi olup, ayak altına serilmedikçe terbiye ve ıslahı mümkün olmaz, tarikat mektebi de bitmiş sayılmaz. O ana kadar fırsat buldukça kişinin hep ayağını dolaştırır. Evvela didik didik yapacaksın, halı gibi olduktan sonra onu yere sereceksin. Ayak altına serdiğin zaman rahat ayak basabilirsin. Yoksa hilekârdır, emniyet etmeye gelmez. Hakikattaki Terbiye : Hakikattaki nefis terbiyesinin misâli de buğday tanesidir. Bir buğday tanesi toprağa düştüğü zaman önce çürüyor, varlığı yok oluyor. Sonra izn-i ilâhî ile filiz veriyor, birçok başak yetiştiriyor. Olgunlaşıp başını eğince ehli onu biçiyor. Harmanlarda atların ayakları altında, makinelerde haddelerin arasında çiğneniyor. Taneleri ve samanları ayrılıyor. Buğday ambara, saman samanlığa konuluyor. Bütün bunlara rağmen buğdayın işi bitmez. Değirmene götürülerek taşların arasında ezilir ve un hâline gelir. Bu kadarla da bitmez, su ile yoğrulup hamur olur. Sonra fırına atılır. Şiddetli ateşler içinde uzun zaman yanar ve pişer. Güzel bir ekmek hâline gelir. Ancak bundan sonradır ki faydalı bir gıda hâline gelmiştir. Ekmek fırına girip piştiği gibi, insan da ibtilâ çeke çeke pişer ve olgunlaşır. Rivayet olunur ki Musa Aleyhisselâm bir gün : “Yâ Rabbi! Müminleri harplerde atların ayakları altında niçin çiğnetiyorsun, kullarını cehennemde niçin yakıyorsun?” diye münâcatta bulunur. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ Cebrâil Aleyhisselam’ı göndererek ona buğday ekmesini emreder. Musa Aleyhisselâm buğdayı eker, biçer, harman yapar. Buğdayı ambara, samanı samanlığa koyar. Kalan hışırtıyı da yakarken Cebrâil Aleyhisselâm gelir. “Yâ Musa ne yapıyorsun?” diye sorar. “Buğday ektim, biçtim, harman yaptım. Buğdayı ambara, samanı samanlığa koydum. Hışırtıyı da yakıyorum.” diye cevap verir O zaman Cebrâil Aleyhisselâm : “Allah-u Teâlâ da işte böyle yapıyor.” buyurur. Bir insanın beşeriyete faydalı olabilmesi için mânevî olarak ekilip varlığını yok etmesi lâzımdır. Ondan sonra çeşitli ibtilâlara, imtihanlara maruz kalır. Bu sıkıntılarda ihlâsını ve teslimiyetini ibraz ederse, tanenin samandan ayrıldığı gibi ayrılır. Ona ibtilâ verilmeseydi samanlar arasına karışıp gidecekti. Mânevî ibtila fırınlarında pişe pişe ekmek olur, ondan herkes gıdalanır. Artık onun kendisine âit hiçbir varlığı yoktur. Allah-u Teâlâ onu öyle bir hâle koyar ki, üstündeki varlığın sahibine ait olduğunu çok iyi bilir. Bunlar Mürşid-i kâmil olan kısımdır. Allah-u Teâlâ ona o vazifeyi vermiştir. Veren O, gönderen O, yaptıran yine O. “Yaptım” diye bir şey yoktur. “Yaptım” dememesi için zaten onu o hâle koymuştur. Diyelim ki sen bir buğdaysın, toprağa düştün ve çürüdün. Sonra tekrar filizlendin, başak verdin. Kesildikten sonra harman oldun. Tanelere ayrıldın. Taşların altına girerek öğütüldün, un oldun. Üstelik o toz da üfleyince yok oluyor. Peki senin varlığın nerede kaldı? Bütün fiiller Fâil-i mutlak’ındır. Mevlâ dilediğini dilediği yere koyar, dilediği yerde vazife gördürür. Bütün icraatların kendisine âit olduğunu dilediğine duyurur. Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor : “Allah kime dilerse ona kat kat verir.” (Bakara : 261) Bu veriş, Allah-u Teâlâ’nın dilediğince olacaktır. • Marifetteki Terbiye : Marifetteki terbiyeye gelince; dağ kadar büyük bir kaya düşünün. Nefsin kendisini parçalamak, bu kayayı parçalamaktan zordur. Parçalandıkça, her bir parça ile nefsin bir varlığı atılır. Her parçanın atılışında da yükseldiğini ve terakkî ettiğini görür. Bu yükseliş çok süratlidir. Mümin-i kâmil’in kalbi Arşırahmân’ın fevkinde olduğuna göre, tasavvur buyurun ki o insanın ne kadar yükselmesi gerekiyor? Kişi varlığını yok etmedikçe, eriyip hiç olmadıkça aslâ marifete erişemez. Bu dağ gibi kaya paramparça olduğu zaman, içindeki öz meydana çıkar. Bu dağ parçalanacak ki o nur ortaya çıksın. Nefsin nurunu bulmak demek, onu halkedeni bulmak demektir. “Men arefe”nin sırrı burada tecellî eder. Şimdi bir nefsin simsiyah durumuna bakın, bir de onu halkedene bakın. İşte oraya erişen o nurla erişir. Artık o karanlık nefsinin varlığından eser kalmaz. Vücudunun en kötü yeri iken, şimdi en iyi yeri olur. Çünkü o artık nurdur, o nur ile Âlem-i lâhut’a erişir. Başka türlü Lâhut âlemi’ne erişemezdi. Hatta bazı kimselerin “Benim yolum tarikat yolu değil hakikat yoludur.” demeleri insana ne kadar tuhaf geliyor. Halbuki tarikattaki mücadeleyi bilse, değil o yola girmek, hemen kaçar. Bu yolları yürümeden, Tarikat-ı aliye’ye ayak basıp hakikate çıkmadan, insanın mârifete ulaşması; ilkokulu okumayan bir insanın üniversitede okuyorum demesine benzer. Netice Olarak : Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde kendisine inanan ve Resul’ünü tasdik eden kullarına; İslâm’ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamala-rını, yasaklarını terketmelerini emir buyuruyor : “Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm’ın sulh ve selâmetine girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.” (Bakara : 208 ) Allah-u Teâlâ’ya gerçek mânâda teslim olun, hem dışınızla hem içinizle O’na itaat edin. İslâm’a bir başka şeyi karıştırmayın. Hakk’a uymayıp, Hakk’ı kendi arzu ve heveslerine uydurmaya kalkışanlar hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur : “Eğer hak onların heveslerine uysaydı, gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi.” (Müminûn : 71) Çünkü onların hevâ ve hevesleri bozuktur, farklı farklıdır, tutarsızdır. Onlar nefislerinin arzularına meylettikleri için, Hakk’ı ve hakikati duymak, üzerinde düşünmek istemezler. “Hayır! Biz onlara zikirlerini (şan ve şereflerini) getirdik. Fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar.” (Müminûn : 71) Ona iltifat etmiyorlar, ondan feyiz alarak nefislerini ıslâh etmek istemiyorlar. O sayede nefislerinin şerrinden kurtulmak arzusunda bulunmuyorlar, arzu ve heveslerine uymaya devam edip durmak istiyorlar. • Hesap ve cezâ gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabbinin rahmetine ümit bağladığı kadar azabından da o nispette korkan, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan alıkoyan müminlere çok büyük müjdeler vardır. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki : “Rabb’inin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin ta kendisi olacaktır.” (Nâziat : 40-41) Allah’tan korkan kimse hevâ ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve takvâ sahibi olur. Şeddâd bin Evs -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır : “Akıllı kimse, kendisini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz de, nefsini hevâsının peşine takan ve Allah’tan temennide bulunan kimsedir.” (Tirmizî : 2461) Nefsine uyup günahlarda ısrar ettiği halde, Allah-u Teâlâ’nın kendisini affedip cennete koyacağını temenni eder durur. Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar : “Allah altmış yaşına kadar ömür verdiği halde, (yaratanı ve yaşatanı tanımayan) kimsenin mazeretini kaldırmıştır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh : 2020) Dinî, dünyevî saâdet ve selâmet yollarını öğrenmek için tecrübe zamanı demek olan bu müddet Hadis-i şerif’te altmış yaş olarak sınırlandırılmıştır. Artık bu yaşa varan kimsenin kusurları hakkındaki mazeretleri kaldırılmış oluyor. Ancak tevbe istiğfar etmek ve gönülden Hakk’a yönelme yolu bulunuyor. Bir kardeşimizle konuşurken nefisle mücahededen bahis açılmıştı. “Yavaş yavaş alışacağız inşaallah.” dedi. Bu sözü hem tuhafımıza gitti, hem de hoşumuza gitti. Yaşını sorduk. “Altmış üç” dedi. “On üç desen daha çok yakışacak.” dedik. Çünkü yavaş yavaş alışacağımıza göre, demek ki önümüzde çok vakit var. Ve mücahedenin, mücadelenin hakikatini ona izah ettik. NEFSİN TERBİYESİ HAKKINDA HADİSLER-1 "Onların arkasından öyle bir nesil geldi ki, namazı terkedip şehvetlerine uydular, onlar azgınlıklarının cezasını bulacaklardır. Ancak, tevbe eden, îman edip hayırlı amel İşleyenler müstesna, bunlar az da olsa haksızlığa uğramaksızın cennete girerler". (Meryem, 59-60) "Günün birinde (Kârûn) süslenip ihtişamla kavminin huzuruna çıktı. Dünya hayatına gönül bağlayanlar : "Ne olurdu Karun'a verilen nîmet bizde de olsaydı! Muhakkak Kârûn büyük bir servet sahibidir" dediler. İlim sahibi olanlar ise; "Yazıklar olsun size! İman edip iyi amellerde bulunan kimselere,Allah'ın verdiği sevap daha hayırlıdır" dediler." (Kasas, 70-80) "Sonra hiç şüphesiz o gün, verilen nimetler hakkında sorguya çekileceksiniz". (Tekâsur, 8 ) "Kim dünyayı isterse, dilediğimiz kimselere istediğimiz miktarı çabucak veririz de sonra ona cehennemi mekân kılarız. O da, kınanmış ve kovulmuş olarak cehennemde yanar". (Isra, 18 ) Bu konudaki ayetler çok ve malumdur Konu İle ilgili hadisler 491. Hz. Âişe (r.a) der ki : "Peygamber ailesi onun vefatına kadar iki gün peşipeşine arpa ekmeğinden karınlarını doyuramamışlardır." (Buhârî ve Müslim rivayet etmişlerdir). Diğer bir rivayet şöyledir : "Peygamber ailesi Medine'ye hicretten vefatına kadar üç gece peşipeşine doyasıya buğday ekmeği yememiştir. Peygamber ailesinden maksad, hanımları ve hizmetçileridir. Rasûlullah ve ailesi ferdleri üç gün peşipeşine arpa ve buğday ekmeği bulamadan geçinir, hiçbir zaman tıkabasa kannlannı doyuramazdı. Aylarca bacalarının tütmediği olur; yani evlerinde yemek pişmezdi. Bu hareket onların yoksulluklarından değil, hudutsuz cömertliklerindendir. Rasûlullah kendi malından zevcelerinin senelik nafakalarını ayırır, Takat cömertliğinden bu nafaka senenin yarısı gelmeden biterdi. En ucuz ve kolay yemek kuru hurma olduğu için günde İki öğün yemek yerlerse, bunun biri mutlaka kuru hurma olurdu. Hadisimiz, Rasûlullah'ın ve aile fertlerinin az ile yetinip, zühd hayatını tercih ettiklerine acık delildir. 492. Urve'den rivayet edildiğine göre Âişe (ra) şöyle anlatmıştır : *'Ey kız-kardeşimin oğlu! Vallahi biz peygamber hanımları, iki ayda üç hilâl sayardık da bu zaman içinde Rasûlulİah'ın odalarında hiç ocaklık yanmazdı"; "Ey Teyzeciğirn ne ile yaşardınız?" diye sordum, "iki kara şeyle; yani hurma ve su ile; ancak Rasûlulİah'ın ensardan olan komşuları hayvanlarının sütlerinden Rasûlullah'a gönderirlerdi, o da bizlere onu verirdi" dedi. (Buhârî ve Müslim rivayet etmişlerdir.) Daha önceki bölümlerde geçtiği üzere, şayet Rasûlullah dileseydi, Allah Mekke dağlarını ona altın yapacak ve emrine verecekti. Rasûlullah dünyaya önem vermeyip; birgün açlığı, birgün tokluğu tercih etmiştir.Açlığında Allah'a tazarru, tokluğunda da hamdetmeyi tüm dünyaya üstün görmüştür. Bu sebeple eline geçen dünyalığı cömertçe dağıtmış, fakirlikten hiç korkmamıştır. Bu zühd hayatında hanımları da onu takip etmişler, şikayette bulunmamışlardır. Kuru hurmaya siyah denmesi, genellikle Medine'nin hurmaları siyah olduğundandır. Suya da tağlib tarîkîyle siyah denilmiştir. Aksi takdirde suyun rengi yoktur. Hz. Âişe'nin (ra) bu özel durumu haber vermesi, şikayet değil, ümmeti için Rasûlullah'ın örnek halini açıklamadır. Bu sebeple de bir beis yoktur. Böyle örnek bir hâlin gizlenmemesi daha da uygundur. Hadisimiz, kişinin ailevî hayatından şer'î mahzur taşımayan bir şeyi anlatmasında bîr beis olmadığına delildir. 493. Ebu Saîd el-Mukbirî'den rivayete göre Ebu Hüreyre (r.a) bir kavme rastladı, önlerinde kızartılmış bir koyun vardı. Onu yemeğe davet ettiler. Ebu Hüreyre de "Rasûlullah doyasıya arpa ekmeği bile yiyemeden dünyadan ayrıldı" diyerek yemeğe gitmedi. (Buhârî rivayet etmiştir). Ebu Saîd tabiînin büyüklerindendir. Hz. Âişe ile ümmü Seleme'den rivayetleri mürseldir. Kendisinden 6 hadis rivayet edilmiştir. Hadisimiz, ashabın Rasûlullah'ın ahlâkı ile ahlâklanmaya verdiği önemi ifade etmektedir. Bu hadis, Rasûlullah ve ashabının hiç doymadıkları, aç yaşayıp, aç öldükleri anlamına da gelmez. Fakat onlarda asıl olan şey, yemeğe önem vermemek, tıka basa karınlarını duyurmamaktır. Yani onlar yemek için yaşamaz, yaşayabilmek İçin yerlerdi. Bir hadiste de "Kişinin belini dik tutacak kadar yemesi onun için kâfidir" buyurulmuştur. Yine bir hadiste "Ademoğlu midesinden daha şerli bir kap doldurmuş değildir" buyurulmuştur. 494. Enes (ra) der ki : "Rasûlullah, ölünceye kadar sofrada yemek yememiştir ve has undan yapılmış ekmek de yememiştir". (Buhârî rivayet etmistir). Buhârî'nİn naklettiği diğer bir rivayette "gözleri, kesinlikle kızartılmış koyun görmüş değildir." ziyadesi vardır. Sofra üzerinde yemek yemek, o zaman kibir alâmeti sayılırdı. Bu sebeple Rasûlullah sofrada yemek yememiştir. Çünkü her halinde tevazuu tercih etmiş ve tavsiyede bulunmuştur. .Sofrada yemek bidat ise de caizdir. "Kızartılmış koyun görmedi" cümlesi Rasûlullah'ın kızartılmış koyun yediğini görmedi anlamındadır. Yani Rasûlullah, dünya rahatına alışıp nefislerine hoş gelen yemekleri yiyenlere benzemezdi. Kendisini fakirlere, yoksullara benzetmeye çalışmış, bu hayatıyla onların da gönlünü hoş etmiştir. Bu şekilde hareket ümmetine vacip değilse de iki cihan saadetine ermek isteyenlere güzel bir örnektir. Nefsin isteklerim noksansız karşılamak kişide dünya muhabbetini artırır ve o da türlü hata ve isyanları doğurur.[9] 495. Nu'man b. Beşir (ra) der ki; "Ben Peygamberinizin karnını doyuracak kadar âdî hurmayı bile bulamadığını çok gördüm". (Müslim rivayet etmiştir). "Peygamberinizin" tabiri, muhataplara Rasûlullah'a uymalarım ve dünyaya meyletmemelerini tenbih içindir. Çünkü ümmeti Rasûlullah'ı en güzel Örnek olarak görmeli ve ona uymaya çalışmalıdır. Ebu Avâne'nin rivayetinde "Siz yiyecek ve içeceklerden dilediğinizi bulup yiyorsunuz öyle mi? Ben Peygamberinizin karnını doyuracak kadar dahi âdî bir hurmayı bile bulamadığını çok gördüm" şeklindedir. Hadisimiz, Rasülullah'ın bazan, çok az da olsa karnını doyuracak şeyler bulamadığına delildir. Çünkü o, herşeyini tebliğe hasretmişti, karnının açlığını ve doyurmak için birşeyler gerektiğini bile düşünemiyordu. Nefsinin isteklerine hiç tâbi olmuyordu. 496. Sehi b. Sa'd (na) der ki : "Rasûiullah, peygamber olarak gönderildiğinden ölünceye kadar eteklenmiş un görmemiştir". Kendisine "Peygamber zamanında sizlerde elek var mıydı?" diye soruldu. O da "Rasûiullah ölünceye kadar elek görmemiştir" cevabını verdi. "Arpa ununu eleklemeden nasıl yiyordunuz?"diye sorulunca şöyle dedi; "Arpayı Öğütüp havada savururduk, uçan uçardı. Geriye kalanım da su ite ıslatıp hamur ederdik". (Buhâri rivayet etmistir). Rasûlullah, peygamberliğinden önce Şam tarafına ticaret için gittiğinden oralarda eleklenmis saf un görmüştür. Çünkü oralarda bu un çoktu. Peygamberliğinden sonra böyle bir uzak sefere çıkmadığı için görmemiştir. Yaşadığı Medine'de ise elek yoktu ve un eteklenmeden hamur yapılırdı. Yine hadisimiz, bu bölümdeki diğer hadislerle birlikte aynı manayı desteklemektedir. O da Rasûiullah ve ashabının zühd hayatıdır. Hiçbir zaman dünya rahatını arzu etmedikleridir. 497. Ebu Hüreyre'den (ta) rivayet edilmiştir : Rasülullah bir gün veya gece evinden çıktı, yolda Ebu Bekir ve Ömer ile karşılaştı. "Bu saatte evinizden niçin çıktınız" diye sordu. Onlarda "açız" dediler. "Allah'a yemin ederim ki, ben de aynı sebepten evden çıktım" buyurdu. Beraber yola koyuldular, Peygamberimiz ensardan birinin evine vardı, adam evde yoktu. Hanımı Peygamberimizi görünce "Hoş geldiniz, buyurun" dedi. Peygamberimiz beyini sordu "Bize tatlı su getirmeye gitti" dedi. O sırada ev sahibi geldi, Peygamberimizle iki arkadaşını görünce "Elhamdülillah, bugün kimse benden daha şerefli misafirlere kavuşmamıştır" dedi. Koşarak onlara, üzerinde koruğu, kurusu ve yası bulunan bir hurma salkımı getirip "buyurun" dedi. Hemen bıçağı eline aldı, o zaman peygamberimiz "Sağılır koyun kesmeyesin" dedi. Bir koyun kesti. Onlar da koyun eti ile hurmanın bir kısmını yediler ve su içtiler. Doyup sularını da içtikten sonra Peygamberimiz, Ebu Bekir ve Ömer'e şöyle buyurdu : "Allah'a yemin ederim ki. kıyamet günü bu nimetten sorguya çekileceksiniz. Açlık sizi evlerinizden çıkmaya zorlayınca, bu nimete kavuşuncaya kadar geri dönmediniz". (Müslim rivayet etmiştir). 498. Halid b. Ömer el-Adevî'den (r.a) rivayeî edilmiştir : Utbe b. Gazvan (ra) Basra valisi iken bir gün bize hutbe okudu. Hamd-ü senadan sonra şöyle dedi : Dünya, fâniliğini ilan ederek, yüzünü dönmüş hızla gidiyor. Su kabının dibinde sahibi tarafından biriktirilen su kalıntısı gibi az bir süresi kalmıştır. Sizler buradan, sonu olmayan bir yurda göçeceksiniz. Oraya, yanınızda İyi ameller bulunarak gidiniz. Çünkü bize anlatıldığına göre cehennemin ağzından atılan bir taş yetmiş sene boyunca düşmeye devam ettiği halde cehennemin dibine ulaşamaz, vallahi orası doldurulacak. Ne o, şaşırdınız mı? Yine bize anlatıldığına göre cennet kapılarının her biri kırk yıllık mesafe genişliğindedir. Buna rağmen kıyamet günü gelince aşırı kalabalık yüzünden çok sıkışacaktır. Kendimi Rasûlullah'ın yanında (iman eden ilk) yedi kişinin yedincisi olarak görüyorum. Ağaç yapraklarından başka yiyeceğimiz yoktu, öyle ki onları yemekten dolayı ağızlarımız kanıyordu. (Bir kere)(bürde) elime geçmişti. Onu, Sa'd b. Mâlik ile aramızda iki parça etmiş,yarısı ben ,yarısını da Sa'd peştemal edinmiştik. Şimdi herbirimiz birer şehrin valisi olduk. Bu yüzden ben kendi gözümde Önemli bîr adam haline gelip, Allah'ın katında küçük olmaktan O'na sığınırım". (Müslim rivayet etmiştir). Rasûlullah dünyanın sonunun yaklaştığını şöyle ifade etmiştir : "Ben ve kıyamet saati iki parmağım yapıştırarak işte şöyleyiz" Salih amel, hayır, ibadet, taat hazırlayınız. Çünkü o gün size onların faydası olur. Malınız, mülkünüz, eviadu iyalinizin sizi kabre koyup geri döndükleri gün, amelinizle baş-başa kalacaksınız. İbn Ömer de, hastalığınız için sağlıklı günlerinizde, ölümünüz için de hayatta iken, ahirette size faydası dokunacak ameller biriktiriniz tavsiyesinde bulunmuştur. Taşın yetmiş sene düşmesine rağmen cehennemin dibine ulaşmaması" Allah'ın azametine, kudretinin sonsuzluğuna delildir. Muhataplarına cehennemin derinliğini hatırlatmak, ondan sakındırmak ve ona girmeye sebep olacak hatalardan kaçındırmak içindir. 499. Ebu Mûsâ el-Eş'arî (r.a) der ki : Âişe (r.a) bize kaba kumaştan yapılmış bir gömlek ve peştemal çıkarıp gösterdi, "işle Rasûlullah bunların içinde vefat etti" dedi. (Buhârî ve Müslim rivayet etmişlerdir). Hadisimiz, Hz. Peygamberdin (s.a) dünya zevkinden ne kadar uzak olduğunu göstermektedir. Efendimiz, her şeyin en azı ve basiti ile iktifa buyururdu. Ümmetinin de bu hususta ona uyması gerekir. Rasûlullah'ın yemesinde, giyiminde tekellüften uzak bulunduğuna, dünya malına, zînetine önem vermediğine bu hadis delildir. Hz. Âişe'nin o kaba kumaşları göstermiş olması, hiç başka birşey giymemişti anlamına da gelmemelidir. Anlaşılması gereken şey; Hz. Rsygamber'in basit şeylerle iktifa ettiğidir. Uyurken altına rahat edeceği bir döşek bile edinmeyi arzu etmemesi, dünyaya ne derece kıymet verdiğine işarettir. Nitekim o "Yurd ahiret yurdudur" buyurmuştur. MÜSLÜMAN NEFSE HAKARET EDİLEBİLİR Mİ? Merhum Çekmegil, “Müslüman Nefse Hakaret Edilebilir mi?” diye sorup bu başlık altında şöyle diyor : (Başta tasavvuf kültüründen etkilenenler olmak üzere, nice müslümanın ağzından ya da kaleminden nefse hakaretler yağdırıldığına şâhit olmuşuzdur. ) “İnsanın en büyük düşmanı nefsidir. ” Onun için “herkes kendi nefsiyle savaşmalıdır”, hatta bu işe “büyük cihad” denir şeklinde ifadelere rastlamayan yok gibidir. Hatipler kürsüde, imamlar minberde, yazarlar kitap ve makalelerinde, büyük çoğunlukla nefsin büyük düşman olduğunu telkin edegelmişlerdir. Bu kontrolsüz telkinler, tekrar edile edile insan zihninde öyle yer etmiştir ki, değil bu söylenenlerin kritiğini yapmak, hatalı olabileceğini bile hatırına getirmez. Nefsi suçlama ve ona hakaret konusunda aşırıya giden, “benim nefsim Firavundan aşağıdır” diyen, “ah şu köpek nefsim” şeklinde nefsini suçlayan insanlar, toplumda bu sözleriyle takvâ sahibi olduğunu göstermiş kabul edilir. Peygamberimizin şu hadisi konunun nasıl değerlendirilmesi gerektiği husûsunda ölçü verir : “Sizden biriniz, sakın ‘nefsim habis (pis) oldu’ demesin!” (S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118 ) Kur’ân-ı Kerim’de, kişinin kendi nefsine zulmetmesinin kınanmış olduğunu (35/Fâtır, 32; 2/Bakara, 57; 3/Âl-i İmrân, 117; 11/Hûd, 21; 16/Nahl, 33; 18/Kehf, 35; 23/Mü’minûn, 209; 29/Ankebût, 40; 30/Rûm, 9; 34/Sebe’, 19; 39/Zümer, 53; 37/Sâffât, 113; 65/Talak, 1), “… Nefsinizi ayıplamayın…” (49/Hucurât, 11) emrini görüyoruz. Kaynaklara baktığımızda, nefs, insanın bizzat kendisi, kendi rûhudur. Kur’an’da nefs, daha çok, insanın kendisi anlamında karşımıza çıkar (82/İnfitâr, 5, 19). İnsanın şahsiyetini meydana getiren zâtı, özüdür. (…) Bizzat, nefsi “düzenleyen” Yaratıcısının bildirdiği gibi, nefs, kötülüğe düşme tehlikesiyle de karşı karşıya olduğu halde, takvâya da tâlip olacak bir tercih hakkıyla şereflenmiştir (91/Şems, 7-8 ). Bu şerefe şükretme vücûbiyetine imanla “itmi’nâna, huzur ve tatmine ermiş nefs” (89/Fecr, 27) o kadar mesuttur ki, artık o, Yaratıcısından râzı olarak huzurdadır. Bu huzurlu kul Allah’ından; O’nun kendisine lâyık gördüğü fıtrattan ve imtihanındaki takdirlerden râzı ve Allah da o nefsin itmînânından râzı olduğu halde saâdete dâvet olunmaktadır (89/Fecr, 28-30). Ki, nefsin kendisini tertemiz yapmanın mükâfatı olarak umduğuna ermiştir (91/Şems, 9). Bu kadar şerefli bir fıtratla yaratılarak en büyük saâdete namzet kılınan nefs, elbette ki ayıplanamaz, kınanamazdı. Hattâ, söz konusu her nefse, kendi nefsî kişiliğine saygı göstermesinin ve nefsini en önde beslemesinin, bazı Usûl-i Fıkıh âlimleri bu saygının vâcip olduğu kaydeder (Muhammed Ebû Zehra, Fıkıh Usûlü, çev. Abdülkadir Şener, 1973, s. 356). “Kimse ‘nefsim pis oldu’ demesin” ayıplamasın diye mü’minleri sakındıran Allah Rasûlü, üstelik iyilik yapmaya “önce kendi nefsinden başla…” (Müslim; Fî Zılâl, Hikmet Y. c. 1, s. 458 ) diye emretmesi, dikkat edilmesi gereken husustur. Cenâb-ı Hak, insan nefsindeki âyetlerden (41/Fussılet, 53) haber vererek “nefsini bilmeyen, nefsini aşağılık yapanlardan başkasının” tevhid dininden yüz çevirmeyeceğini vahyetmiştir (2/Bakara, 130). İslâm fıkhına göre, “bir kimse ne kendisine, ne de başkasına zarar verebilir. ” Onun için bir mü’minin kendi nefsini “Allah’tan başkasına karşı alçaltması helâl değildir. ” Bir kimse birini haksız yere öldürürse büyük bir günah işlemiş olur (4/Nisâ, 93). Katilin dünya ve âhirette cezâsı çok ağırdır. Fakat bir kimse, bizzat kendi nefsini öldürürse intihar etmiş olur ki, onun cezâsı ebedî hayatta daha da ağırlaşır (Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, 1344). “Kendinizi tehlikeye atmayın. ” (2/Bakara, 195), “…Nefislerinizi öldürmeyin. ” (4/Nisâ, 29). Aynı zamanda nefsinize eziyet de etmeyin. Değil nefsi eziyetlere lâyık görmek; tam aksine, onun meşrû ihtiyaçlarını temin ederek, hayatiyetini muhâfaza etmektir iş. Nefsin korunması, İslâm’da aslî görevler arasında zikredilir. Din, nefis, akıl, ırz, mal gibi temel haklar insanın vazgeçemeyeceği vazifelerindendir. Hatta, nefsi korumak, dini korumaktan hemen sonra ikinci sırada yerini alır. Nefsi her çeşit tecâvüzden koruyarak onu izzette tutmak, hayatî bir görevdir. Böyleyken “nefsi öldürmek”ten bahsetmek, hele hele “ölmeden önce ölünüz” ve cihadın en büyüğü, nefse karşı olanıdır”, “küçük cihaddan büyük cihada döndük” gibi sözleri Allah Rasûlüne mal ederek delillendirmeden söylemek, değişik mânâlarla da olsa, insanı hadis uydurmuş olmanın vebalinden kurtaramayacağı gibi, diğer insanları da yanıltmaya götürebilir. Başkasına hakaret eden kötülük etmiş olur da, bizzat kendi nefsine hakaret eden insan, nasıl kınanmaz? Şüphesiz nimet ne kadar büyük olursa, onu veren Allah’a şükretmeye yanaşmayan nankör insan da o kadar hakir olur. Bu imtihan âleminde fıska da, takvâdaki şerefe de tâlip olma hürriyetiyle yaşayan her nefse, bu fırsatı izzette tutmak için bazı hudutlara dikkatle yaşaması tavsiye edilmiştir. Yaratıcımız bizlere iyiye, güzele, doğruya, kişiliği muhâfazaya kabiliyetli bir nefis vermiştir. Buna şükreder halde bulunmak saâdete götürür insanı. Diğer yaratılmışlardan ayrı olarak da tâlip olma hürriyeti verdiği bu nefse, kötüyü arzulama meylini, yani hevâ ve hevesini kontrol altında tutmak için yine vahiyle çizilmiş sınırlar göstermiş; onları aşmanın tehlikesine işaret buyurmuştur (Bk. 9/Tevbe, 112; 4/Nisâ, 13-14; 2/Bakara, 187, 229; 65/Talâk 1; 58/Mücâdele, 4). Elbette bu çok önemli bildirilerin ışığı altında nefsi kötülüklere düşmekten korumak her nefse fert fert aslî bir görevdir ki, takvâ da işte budur. Bu hudutlar, izzete yetenekli, zillete temâyüllü her nefis için konulmuş sınırlardır; büyük rahmettir. Kim bu merhamete lâyık olmak için, ihtiraslarından kendi nefsini korumuşsa kurtuluşu müjdelenmiştir (Bk. 59/Haşr, 9; 64/Teğâbün, 16; 91/Şems, 9). Hatta sevmediği halde, istemeyerek bu rahmet hudutlarını aşan, “bilmeyerek bir fenâlık” yapan, ancak sonradan pişman olarak nefsini tekrar sınırlar içerisinde muhâfazaya alan kimse, yine bu rahmete lâyık görüleceği şefkatle haber veriliyor (Bk. 6/En’âm, 54). İşte bu büyük rahmeti unutarak Allah’ın zikrinden gaflete düşersek, o zaman sadece -bizden hiçbir zaman ayrı olmayan- nefsimiz kötülüğe düşmez; topyekün bütün insanlığımızla beraber helâk olmayı hak etmiş oluruz demektir. Şüphesiz ki insanlardan “iyi hareket edeni (muhsin) de vardı, nefsine apaçık zulmedeni de” vardır (37/Sâffât, 113). Ve bu imtihan âleminde daima var olması da yadırganamayacaktır. Kötü arzularından rahatsız olan her insan için meşrû görülmeyen hevâ ve hevesler kendi öz nefsinde bile olsa, “Ben nefsimi tebrie etmem/temize çıkarmam” (12/Yusuf, 53) diyerek haksızlığın müdâfa edilmemesi gerektiğini, bir Peygamber ifâdesiyle veriliyor. Bu haberden şunu da anlayabiliriz : Bir insan, peygamber de değilse, yaratanı tarafından özel olarak ikaz edilmiyorsa, günahsız kalacağı garantisine hiç sahip değildir. Şüphesiz ki irâde sahibi insan, şükürsüzlüğe râzı olarak yaşarken bir fenâlık ederse, kendi nefsine kötülük etmiş olur (35/Fâtır, 18 ). Kim ihsân eder, güzellik ve iyilik sergilerse, ancak kendi nefsi için yapmış olur (17/İsrâ, 7). Ebedî hesap gününde “artık onlardan kimi şakıy, kimi de saîd” olarak hesaplarını kendileri verecektir (11/Hûd, 105). Müslümanı günah işlemez bir melek, ya da koyun telâkkî etmek sünnet anlayışına uymaz. Emmâreleşerek, yani Allah’ın emirleri dairesine girmeye çalışmayarak kendi kendisini diktatörleştiren; mutlak âmir olabileceğini zanneden her insan, hudutlara dikkat eden değil; sınırları tesbit etme hakkının kendisinde olduğunu vehmeden ahmaktır. İşte bu tipler, her istediğini illâ da yapmaya kalkar ki, bunlara nefs-i emmâre diyebiliriz. Hudûdunu tanımadan “kötülükleri emreden” her nefis ölmeden evvel, “kendini alabildiğine kınayan (levvâme/levm eden) nefs” (75/Kıyâme, 2) haline inkılâp ederek tevbe ibâdetini yapmaya başlarsa kurtuluşa yönelmiş olur. Yüce Allah, böylesi bir nefsin önemini anlatmak için “Kasem ederim o pişman cana (nefs-i levvâmeye)” (75/Kıyâme, 2) buyurarak yeminle bir iman esasını açıklıyor. Söz konusu emmâreleşen nefis, bir kimsenin kendi öz nefsi de olsa, babası, atası, evlâdı veya kavmi de bulunsa, İlâhî hudutları aşar halde ise elbette ki cezâlandırılmalıdır. Çünkü suçludur o haliyle. Eğer bir nefis, ister kendisinde, isterse başkalarında bulunsun; vahyî tebliğlerle açıklanmış olan günahları âdilâne ölçülerle karşılayarak kınayabilecek bir kişiliğe yükselebilmişse, yine de takvâya tâlip olarak azizleşebilir. Hem nefsini hem de ailesini, “acı azaptan koruyun!” (66/Tahrîm, 6) emrine uyarak kim “nefsini hevâdan alıkoyduysa” muhakkak onun yeri cennettir (79/Nâziât, 40-41). Çünkü onun yaratıcısı, nefislerin zaaflarını bildiğinden tevbelerini kabul buyurarak “bağışladı” (2/Bakara, 187). Kısacası, insan nefs olarak kerîm ve şerefli yaratılmıştır. Ve bu lutfedilmiş nefis, Kur’ân-ı Kerim’de bizzat insanın kendisi olarak zikredilir (82/İnfitâr, 5). Ayrıca, kibrin düşürdüğü zulümle kendisini ezenlerin dışında, doğruları kabullenen nefis, iyiye, güzele; takvâya kabiliyetini mahfuz tutmuş bulunur ki, müjdelenmiş olur (91/Şems, 7-9). Özellikle bu yetenek ve müjdelere şükrederek yaşıyorsa bir nefis, artık Allah’ın kendisinden râzı olduğu mutmain bir nefistir (bk. 89/Fecr, 27). Ruh, can, nefis, yani insan, eğer Allah’ın zikrinden gafletle, kendi kendisinin emrine giren bir gâfil gibi; “Hem ogan (tanrıyız), hem kullarız” mısrâlarıyla, böbürlenen Ziya Gökalp gibi bir nefs-i emmâre olmuşsa, yani mutlak “emretmek ve hükmetmek Allah’a mahsus” olduğu halde gafletle kibirlenerek, kendi adına fermanlar çıkaran, savaşlar açan modern putperest bir nefis olmuşsa, tabiatıyla kötülüğü emreden olur. Ancak, bu kınanacak hal, nefsin kötülüğü emretmek için yaratılmış olduğundan değil; İlâhî hudûda dikkate lüzum görmeyen insanın kendinden çıkar olduğundandır. Bir kimse bu halden pişman olarak “nefs-i levvâme” haline gelemiyorsa, bu onun gafletinin, ya da küfrünün eseri olabilir. Böyle olunca da “mutmain nefis” olmaya çalışmayan hiçbir kimse elbette temize çıkarılamaz. Aslında nefis, mükerremdir. Ve İslâm fıtratıyla doğan her nefis, dünyaya şeref vermiştir. İnsan malıyla olduğu gibi, nefsiyle de imtihan olunmaktadır. “Sabredenlere müjdeler!” (2/Bakara, 155) Bütün bu özellikleri düşünebilirse, Rasûlullah’ın, “Sakın nefsinizi kötülemeyin”, “Sizden biriniz, sakın ‘nefsim habis (pis) oldu’ demesin!” (S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118 ) şeklindeki uyarısını daha iyi anlamış oluruz. Hele İslâm’da edâ edilmesi emredilen en büyük ibâdetin dahi insanın “… ancak nefsi için…” (29/Ankebût, 6) yapar olduğunu Kitab-ı Kerim’de görünce, herhangi bir delil göstermeden, mü’minin öz nefsini düşman olarak ilân etmesinin izahını bulamıyoruz. İnsanın kendi nefsine haksızlık etmiş olmasının ne olduğunu, daha çok ahmak münkirlerin hakkında “Onlar nefislerine zulmedenlerdir” (11/Hûd, 21) mealindeki âyetten anlayabiliriz. İbâdet maksadıyla da olsa, nefse eziyet vermenin tasvip edilmediğini, Rasûlullah’ın bu husustaki ikazlarını da görünce, İslâmiyet’in fıtrata uygun yegâne ve tek din olduğunu bir daha idrâk ederek şükrediyoruz. Budistlerin ve benzerlerinin, nefse eziyet çektirerek, onu güya ıstıraplarla terbiye etme metodundan ilham alınan davranışlarla, nefsi, İslâm’ın sunmuş olduğu kolaylıklardan, helâl nimetlerden; hakkı bulunan meşrû hazlardan mahrum bırakmanın sünnete uymadığını görüyoruz. Allah Teâlâ, gerek lezzetleri, gerek iştihaları “zarûret miktarından daha azaltan kişileri de kınadı. ” Ebû’d-Derdâ (r. a. ) şöyle söylüyordu : Allah Teâlâ, bütün lezzetleri ve her türlü iştihaları, “aslında tamamıyla mahlûkatın yararlanması için yaratmıştır; Gadabı/kızmayı kendilerine zarar veren şeyi onunla defetsinler için yarattığı gibi. Doğudaki ruhu öne çıkaran Budizm ve benzeri dinler, nirvana kelimesiyle ifâde edilen kurtuluşa ermek için nefse eziyet vermeyi ibâdet sayan mistisizmin etkisindeki bazı kimseler, Buda’nın altı yıl oruç tutarak kendisine eziyet edip duruşunu taklit eder olmuşlardır. Kişinin kendi nefsini kötülüklerden bizzat korumasının “vâcip” olduğunu anlayan ve “müslümanım” diyen bir kimsenin kendisini, “köpek nefsim”, “alçak nefsim”, “kâfir nefsim” gibi gereksiz hakaretlerle kötülemesi ve bizzat kendi nefsini “en büyük düşman” zannetmesi yakışık almaz; aynı zamanda, “mü’minim” deyişiyle açık bir çelişki teşkil eder ki, günahtır. Bir kimse, kendisinin hem mü’min ve insan olduğunu iddiâ edecek, hem de aynı zamanda kendisinde bir de ayrıca, kâfir bir nefsin, köpek bir nefsin bulunacağına inanmış olması, olacak şey midir? Ölçüsüzlüğün ortaya koyduğu bu nevî tezatlara ne denir ki? Cenâb-ı Hak “insanın (bizzat) kendi nefsine karşı bir şâhit (75/Kıyâmet, 14) olduğunu haber veriyor. Bizlere, İbn Kuteybe’nin “Bir şeyi kendi nefsine isnâd eden kimse, onunla anılmalıdır” vecîzesiyle hareket etmek hoş gelmiyor. Yücelerden yüce Allah, hepimizi, insanlardan işittiği her sözü kritiksiz olarak hemen kabullenen mukallitler olmaktan korusun. (4) Müslümanca düşünmek ve müslümanca yaşamak için, Kur’ânî terimlerin aslından, özünden uzaklaştırılmasını önleme gayreti gerekmektedir. Tasavvufçular, nefis kavramını çok açık bir şekilde tahrif etmişlerdir. Tasavvufçular, nefis kavramını sürekli olumsuz çağrışımlarla izah etmişlerdir. Oysa Kur’an’da bu kavram, tek boyutlu olarak ne tam olarak olumluya, ne de tam olarak olumsuza işaret etmek için kullanılmıştır. Nefsin olumlu yönleri de vardır, olumsuz yönleri de vardır; Tıpkı insan gibi. İyi insanlar da vardır, kötü insanlar da vardır. Nefsin iyi hasletleri de vardır, kötü hasletleri de. Kur’ân-ı Kerim’de insan, bir yanda olumlu, diğer yanda olumsuz özelliklerle değerlendirilir. “Nefis” terimi, başka bir anlama geldiğine ilişkin kesin bir delil olmadığı sürece, insanın bizzat kendisini ifâde eder. Nefis kelimesi, insan için kullanıldığında insanın nefsi, onun benliği, özüdür. Yaşayan canlı varlık, hayat özü, şahsî kimlik, insanlık, insan niteliklerinin toplamı gibi tanımlamalar da nefsi anlatmaktadır. Kur’an’da nefis, insan için kullanıldığında; “benlik, kişilik, fıtrat, şâkile” anlamlarında değerlendirilimiştir; hem iyiliğin hem de kötülüğün taşıyıcısı olabilen bir vasfa sahiptir. Kur’an’da nefis, genellikle zât, şahıs, kişi anlamında kullanılmıştır (18/Kehf, 74; 2/Bakara, 72, 286; 20/Tâhâ, 40; 28/Kasas, 19, 33). Kur’an’daki ilgili âyetlerden anlıyoruz ki, nefs, insanın kendisi, insanı insan yapan özdür, takvâ ve fücur ilham edilen öz, benlik. Kur’ân-ı Kerim’e göre nefsin tüm arzuları kötü değildir. Nefs, insan yapısındaki tabiî eğilimlerin toplamıdır. Nefsin hevâ ile ilgili istekleri önlenmelidir. Ölçüsüz isteklerde gündeme gelen hevâ, nefsin olumsuz yönüdür. Tasavvufta Nefis : Kuşeyrî’ye göre nefis, kulun sıfatlarının, huylarının, davranışlarının kötülerine verilen isimdir (Kuşeyri, Risâle, I/305). Nefis, tasavvufta bütünüyle yok edilmesi gereken bir şeydir. Nefis, tümüyle olumsuzdur ve öldürülmelidir. Tasavvufta nefsin ölümlü ve iğretiden ölümsüze doğru yükselişi şeklinde yorumlanan yedi aşama vardır. Nefsin merteberini mutasavvıflar şöyle sıralarlar : 1- Emmâre : Yabancılarla dolu karanlıklar mekânı, 2- Levvâme : Nurlar makamı, 3- Mülhime : Sırlara mazhariyet makamı, 4- Mutmainne : Kemal, olgunluk makamı, 5- Râdıye : Visal, Mevlâ’ya ulaşma makamı, 6- Mardıyye : Mevlâ’nın fiillerinin tecellî makamı, 7- Kâmile : Mevlâ’nın makam, isim ve sıfatlarının tecellî makamı (Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetnâme, Âlem Tic. Y. İst. 1996, s. 556). Nefis Tezkiyesi : Tezkiye; temizlemek, arındırmak demektir. Nefsimizdeki kötü yönelimleri temizlemenin yollarını Rabbimiz bize öğretmiştir. Müridi şeyhe kul yapan, insanın hürriyetini mürşid lehine yok eden, miskinleştiren, irâdeyi yok eden, şeyhi yükseltip mâsumlaştıran tasavvuf anlayışıyla nefsin kötü eğiliminden kurtulmak mümkün değildir. Nefis tezkiyesi, ney ve kaval üfleyerek, şiş batırarak, sihirbaz ve canbazların yaptığı gibi ateş avuçlayıp kızgın demirler tutarak, râbıta yaparak ve silsile ezberleyerek, ibâdet yerine danslar yaparak, posta oturup el öptürerek olmaz. Nefis tezkiyesi, Allah’a gereğince kulluk yaparak olur. Nefislerini tezkiye ettiklerini iddiâ eden bazı mutasavvıflar, ulûhiyete, rubûbiyete kalkışmakta, bazıları Allah’ın zâtını müşâhede ettiğini, kimisi öldükten sonra da dirilere tasarrufta bulunacağını iddia etmekte, kimi levh-i mahfûza hükmettiğini, oradaki yazıları değiştirdiğini, melekût âlemine çıktığını söyleyebilmektedir. Oysa, nefsini tezkiye eden kula kulluk yapmaktan, hevâsına kulluk yapmaktan kurtulandır. Yoksa, kendine kulluk yapmaya çağıran biri, nefsini tezkiye etmiş değil; şirkini arttırmış olur. Tezekkî, şahsiyetin kötülüklerden temizlenmesi, arındırılmasıdır. “(Nefsini/kendini) arındıran kurtuluşa ermiştir. ” (87/A’lâ, 14). Nefis, insanın kendisidir. İnsan ise, iki yönlü bir varlıktır. İyiye de eğilimlidir, kötüye de. Kur’an’da nefis, felsefecilerin dediği gibi ruh demek değildir. Tasavvufçuların iddiâ ettikleri gibi de nefis, bütünüyle mücâdele edilmesi gereken bir şey değildir. Nefsin fücur boyutuna karşı fıtrî ve vahyî âyetlerle mücâdele etmeli, benliğimizi arındırarak takvâ eylemlerinin ortaya çıkmasını sağlamalıyız. (5) NEFS KAVRAMINININ YOZLAŞTIRILMASI VE “NEFSİN MERHALELERİ” TÂBİRİ “Kur’ân’ı Kerim’de nefsin çeşitli merhalelerinden bahsedilir mi, yoksa bunu tasavvuf mu böyle anlamıştır?” Merhale, hedefe ulaşmak için geçilmesi gereken konak yerine denir. Kur’ân-ı Kerim nefsin merhalelerinden bahsetmez. Ama, tasavvufta nefsin yedi merhalesinden bahsedilir. Bunlar nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mülheme, nefs-i mutmainne, nefs-i râdıye, nefs-i mardıye ve nefs-i kâmile’dir. Nefs-i kâmile dışındakilere Kur’an’dan delil getirilmeye çalışılır. Nefsin mânevî yükselişini Allah’tan başka kim takip edebilir. Bu konuda kendini karar verme mevkiinde gören bir şeyh, bir münâfığı pek yüksek bir mertebede göremez mi? Nitekim Kur’ân-ı Kerim bize Hz. Peygamberin münâfıkları tanıyamadığını bildirmektedir (9/Tevbe, 101; 63/Münâfikûn, 4). Şimdi nefsin merhaleleri ile ilgili ifadelere bakalım : Nefs-i emmâre : Münker ve günah olan şeyleri işlemeyi teşvik ve emreden nefistir. Tasavvufa göre emmâre nefis, ilk merhaledir. İnsan bir mürşide bağlanarak bu aşamayı geçer, nefs-i emmâreden kurtulur. Hâlbuki nefs-i emmâre her insanda olur. Âyete göre Hz. Yusuf gibi büyük bir peygamberin nefsi de nefs-i emmâredir. Zaten insanın canı günahı çekmese ondan kaçınmanın ne anlamı olur? Âyetin metni de önemlidir. “Nefis kötülüğü emreder durur” diye tercüme edilen, “İnne’n-nefse le emmâretun bi’s-sû’ ” isim cümlesidir. Arapça’da isim cümlesi sübût ve devam ifâde eder. Yani isim cümlesi ile ifade edilen hüküm bir zamanla sınırlı olmaz. Yani âyet, nefsin, kötülüğü emredip durma özelliğinin kalıcı ve sürekli olduğunu ifade eder. Tasavvuf, ikinci merhaleye nefs-i levvâmeyi, üçüncü aşamaya nefs-i mülhemeyi koymuştur. Tasavvuf anlayışına göre; “Nefs-i mülheme : İlhâm ve keşfe mazhar olmaya başlayan; neyin hayır, neyin şer olduğunu idrâk edebilme melekesine sahip, şehvet isteklerine karşı kısmen direnme gücü bulunan nefstir. ” Adını “And olsun nefse isyânını ve itâatını ilhâm edene. ” (91/Şems, 8 )âyetinden alır. Nefsin, bir noktadan sonra ilham ve keşfe mazhar olacağına inanmak insanı şeytanın oyuncağı yapar. Şeytanın vesvese ve saptırmaları ilham ve keşif sanılmaya başlar. Büyüklerin ağzından çıkan her söz, Allah’ın ona ilhamı sayılır ve tartışmasız kabul edilir. Nitekim bu inanç, Allah ve Resulüne iftiralarla dolu nice kitapların kutsallaştırılmasına yol açmıştır. İçe doğan şey, şeytan vesvesesi de olabilir. Çünkü o, “insana vesvese veren, onların içini karıştıran” (114/Nâs, 5) varlıktır. Bazıları şeytan vesvesesini keşif ve ilham zanneder de sapıtır. Allah Teâlâ şöyle buyurur : “Allah bazısını yola getirdi, bazısı da sapıklığı hak etti. Çünkü onlar Allah’tan önce o şeytanları evliyâ edindiler. Üstelik kendilerini doğru yolu tutmuş sanırlar. ” (7/A’râf, 30) Aslında, nefs-i mülheme, tasavvufçuların iddia ettiği gibi olgunlaşıp ilham ve keşfe, kerâmete mazhar olan nefsin bir aşaması değildir. Mü’min-kâfir, herkesin nefsi, nefs-i mülhemedir. Allah ona, isyankârlığını ve takvâsını ilham ettiği gibi başka şeyleri de ilham eder. Dördüncü merhaleye nefs-i mutmainne, beşincisine nefs-i râdıye, altıncısına da nefs-i mardıye adı verilmiştir. “Ey itmi’nâna ermiş itâatkâr nefs! Dön Rabbine, sen O’ndan râzı olarak. ” (89/Fecr, 27-28 ) âyeti bu makama işaret kabul edilir. Hâlbuki Fecr sûresinin bu son âyetleri, Kıyâmet günü Allah Teâlâ’nın müslüman kuluna yapacağı hitâbı bildirir. Bunların öncesine bakan hiç kimse bu konuda şüphe edemez. (Bk. 89/Fecr, 21-30). Yedinci ve son merhaleye nefs-i kâmile konmuştur. Tasavvufçular bunu şöyle ifâde eder : Nefs-i kâmile : Bu makamda sâlik, bütün marifet makamlarını kazanarak irşâd mevkiine yükselir. Bu makam vehbîdir. ” Bu iddiaları iliştirecek bir âyet veya hadis bulunamaz. Allah’ın ve Rasulü’nün bildirmediği bu makamları kim nereden bilebilir? Yukarıda belirtilen nefsin makamları ile ilgili tasavvufî açıklamalarda her bir makamla ilgili akaid açısından çok tehlikeli ifâdeler vardır… (6) Tasavvufa göre, nefs-i mülheme mertebesine gelen kişinin içine ilham gelmeye ve perdeler açılmaya, gizli şeyler görünmeye başlıyor. Nefs-i mutmainne mertebesine gelince beşer olma, yani insan olma özelliği bitiyor, “Nûr-i Muhammedî” ortaya çıkıyor. Yani kişi insan-ı kâmil haline geliyor ve Allah tarafından muhatap alınma yani Allah ile karşılıklı konuşma safhası başlıyor. Nefs-i râdıye mertebesinde ise kişi, esrâr-ı ilâhiyyeyi yani Allah’ın sırlarını öğreniyor. Nefs-i mardıye mertebesinde o, Allah’tan, Allah kuldan râzı oluyor, karşılıklı olarak birbirlerini memnun ediyorlar. Şimdi bunlar, nefsin ilahlaşma süreci değildir de ya nedir? (7) 91/Şems, 7-10 âyetlerinden anlaşıldığı gibi, herkesin nefsinde mutlaka kötülük vardır. Bir insanın, nefsindeki kötülükten temizlenmesinin tek yolu ise, bu kötülüğün varlığını kabul etmesi ve Allah’ın gösterdiği biçimde ondan sakınmasıdır. 12/Yusuf, 53’de belirtilen Hz. Yusuf (a. s. )’un sözleri, mü’minlerin nasıl düşünmeleri gerektiğini göstermektedir. Mü’min, her ortamda nefsinin kendisini yanlış yola yöneltmek isteyeceğinin bilincinde ve uyanık olmalıdır. İZZET-İ NEFS : Evet, bazılarınca hep “zillet”le ilgili vasıflar yüklenip zelil kılınan “nefs”in izzeti vardır, olmalıdır. Nefsin onurunu korumaya izzet-i nefs denilir. İzzet-i Nefs; İnsanın insanlık, şeref ve haysiyetini koruması demektir. İzzet kelimesi kuvvet, üstünlük, şeref ve gâlibiyet anlamlarını dile getirdiği gibi, insanı zillete düşmekten alıkoyan iyi nitelikler anlamına da gelir. İzzet’in zıddı zillettir. İnsan, nefsinin izzetini korumakla yükümlüdür. Bu ise ancak Allah’a iman etmek, hayatını O’nun emir ve yasaklarına göre düzenlemekle mümkün olabilir. Küfür, şirk, nifak, isyan ise insanı zillete düşürür. Mü’min, imanı ile izzet kazanır. Ne var ki kendisini(nefsini) küçültücü, izzetini zedeleyici her türlü davranıştan kaçınmalıdır. “Nefsini temizleyip yücelten kazanmıştır, onu alçaltan da ziyana uğramıştır. ” (91/Şems, 9-10) Önemine binâen tekrar edelim : “Nefs”i, temel olarak olumsuz şekilde tanımlayan, hep mücâdele edilmesi, hatta öldürülmesi gereken bir özellik olarak düşünen bir yaklaşım, Kur’an’a uygun değildir. Kur’an, çünkü, nefis kelimesini Allah’a da nisbet etmektedir. Kur’an’da hem de altı âyette Allah’ın nefsinden bahsedilmektedir. Allah’a ıtlak olunan şeyin kötü olduğunu iddia etmek nasıl mümkün olabilir? Allah’ın sıfatlarından biri de ‘Kıyam bi-Nefsihi’dir, yani O nefsiyle kaimdir, kendi kendine vardır, hiç kimseye muhtaç değildir. İFRAT VE TEFRİT; Kur’an referanslı düşünüp yaşamayanların en temel problemi… Kimi boşvermişlik, kimi de takvâ adına aşırılıklar sırât-ı müstakîmin önünde engel olmaktadır. Nefis konusunda da, nefsin oyununa gelip aşırılıklardan birini seçme durumunda kalıyor insanlar. Nefsin emmâre özelliğini, kötü arzularını, yani Kur’an’ın tâbiriyle hevâyı alabildiğine tatmin etme arzusuyla yanıp tutuşan halk yığınlarının bu tavrına Kur’an hevâyı putlaştırma diyor (25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23). Buna tepki de, nefsi öldürülesi bir canavar görme şeklinde tarihten bu yana ortaya çıkmış. Kur’ân-ı Kerim’de Yüce Allah; “…Nefislerinizi öldürmeyin. ” (4/Nisâ, 29) diye emrettiği halde. Allah, nefsi insana zulüm olsun diye yaratmamış. Tam tersine insanın olgunlaşması ve derecesinin yükselme için bir araç olarak ihsan etmiş. Zâten nefis olmadan, insanın imtihana tâbi tutulması, yaratıkların en güzeli ve en hayırlısı olmasına da imkân yoktur. Kur’an, insana kendi kusurlarını ve nefsin problemlerini sayarak nasıl tedbir alınması gerektiğini belirtir. Nefsin isteklerine mubah istikametler çizmesi ve arzularına sınır koyması gerektiği halde, nefisten şikâyet edip onu yok etmeye (ki, bu mümkün de değildir) çalışıp olmayacak işlerle uğraşır nice insan. Kur’an’ın beyanlarına göre “nefsine zulmetmek”, günahkârların ve daha çok da kâfirlerin özelliğidir. Peygamberimiz’in ifâde ettiği gibi, cesedinin/nefsinin senin üzerinde hakkı vardır (Müslim, Sıyâm 193). Hadis-i şeriflerde nefsini müdâfaa için öldürülenin şehid olduğu vurgulanır (bak. S. Müslim Tercüme ve Şerhi, A. Davudoğlu, Sönmez Y. c. 2, s. 7). Kur’an’da “…Nefislerinizi ayıplamayın…” (49/Hucurât, 11) diye emredildiği halde, nefisler suçlanır hep. Halbuki nefis, insanın kendisidir. Suç ve günah varsa, insan kendisi işlemiştir onu. Ve suçu yükleyecek bir yer arayacağına kendi hatasını kabul ve itiraf edip hemen tevbeye sarılmalı, Allah’ın affına mürâcaat etmelidir. Şeytanın bir oyunu da, kişinin yaptığı suçu kabullenmesini engelleyip bir günah keçisi aratmasıdır. Bir günah veya bir dinî görevi ihmal varsa, suçlu “ya yahûdidir, ya düzendir, veya çevre, ya da nefis.” Böyle düşünen kimse tevbe kapısına yaklaşamayacak ve temiz bir sayfa açıp olgunlaşamayacaktır; kısır döngü içinde suçu bir yerlere yamayıp rahat edecektir… Ve kolaycılık bu konuda da kendini gösterecektir : “Nefis merhale merhaledir, sınıf sistemi gibi basamak basamaktır. En alttaki nefis, emmâre olan nefistir…” Bazı yaptırımlarla (ki, bunların en kolayı bir şeyhe bağlanıp, her şeyi ona havâle etmektir) insan, nefsine sınıf atlattıracak, râdıye, mardıye, kâmile gibi zirvelere tırmandıracaktır. O durumdaki nefis de kötülüğü artık hiç emretmeyeceğinden iş otomatiğe bağlanmış, kendiliğinden kurtulma yolu sonuna kadar açılmış olacaktır. Artık nefis öldürülmüş olmakta, kişi ölmeden önce ölmüş bulunmaktadır. (!) Hâlbuki nefsin ilk ve en alttaki basamağı sayılan emmâre vasfı, Hz. Yusuf tarafından dillendirilmiştir (12/Yusuf, 53). Buna göre Yusuf (a.s.), hem de först leydinin isteğine olumsuz cevap verdiği halde, insan duygularının, yani nefsin kötülüğü şiddetle emrettiğini, günahlardan hevânın zevk alacağını vurgular. Âyetin başında da nefsin tümüyle tebrie edilip temize çıkartılmasının yanlış olduğunu vurgulama ihtiyacı duymuştur. Çünkü nefsin doğasında kötülüğü emretme vardır. Bu, tevhid şuuru ve Kur’an ahlâkıyla hayat boyu terbiye edilecek, ama buna rağmen, ölüme kadar insanda bulunan nefis, fırsat buldukça kötülüğü emretmeye çalışacaktır. Böylece müslüman da son nefesini verinceye kadar olgunlaşmaya ve derecelerini arttırmaya devam etmiş olacaktır. Demek ki, insan peygamber bile olsa, hem de ölünceye kadar nefsi, bazen takvâdan râzı olurken, bazen kötülüğü de isteyip emredecektir. Nefis altı-yedi tane değil; bir tanedir. İnsan nefsi, zaman zaman uysallaşır, kendisine ilham edilen takvâ ağır basar; zaman zaman azgınlaşır, kendine ilham edilmiş fücur isteği ile dolar. “Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de fücûru (kötülükleri) ve takvâyı (iyilikleri) ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir. ” (91/Şems, 7-10). Nefis, devamlı terbiye ve ıslah edilmeye ihtiyaç hissettirir. İnsan hangi yaşta ve hangi seviyede bulunursa bulunsun, yine insandır, beşerdir. Hata yapma ihtimali ve meyli hâlâ olacaktır. Hevâsının bazı kötülük ve günahlardan zevk alması devam edecektir. Kur’an talebesi müslümana düşen görev, ibâdet ve ihsan çizgisini sürekli yaşayarak, takvâya da meyilli olan nefsini ölünceye kadar ıslah etmeye ve onun isteklerine karşı uyanık ve dikkatli olmaya gayret etmektir. Nefsini, hevâsını aklının ve imanının kontrolünde tutmaktır. Bu dikkat gösterilmezse, hangi yaş ve hangi seviyede olursa olsun hevâ insanı mahvedebilecek, hatta insanın tanrısı olabilecektir. Nefsine hâkim olan, kimseye mahkûm olmaz. İnsan gâlibiyeti içinde kazanır veya mağlûbiyet, onu kendi içinde yakalar. Tasavvufun etkisiyle insanlarımıza hâkim olan yanlış nefis anlayışının Kur’an’daki nefis kavramıyla sağlaması yapılmalı, ifrat ve tefritten kaçınılarak hayat boyu bize kötülüğü emredecek olan nefsin oyununa gelmeden ona hâkim olmaya gayret edilmelidir. Hevânın hâkim olduğu kalp, her türlü bireysel ahlâksızlığın, toplumsal fesâdın, her çeşit pislik, kötülük ve zulmün kaynağı olan şirkin bulaşıcı mikroplarının toplandığı yerdir. Bunun yanında, nefse karşı da âdil olmak, nefsimizin de bizim üzerimizde hakkının olduğunu unutmamak gerekmektedir. Müslümana yakışan, nefis kaynaklı hevâya değil; İlâhî kaynaklı hüdâya, tâbi olmaktır. Başkalarının hevâsına değil; ilme/vahye sarılmaktır. Nefsin kötülüğü emreden özelliğine, iman ve takvânın imkânlarıyla cevap verebilmektir. Esselâmu alâ men ittebea’l-hüdâ. Hevâya değil; Hüdâya tâbi olanlara selâm olsun! Konumuzu birkaç âyet meâliyle noktayalım : “Ancak nefsini aşağılık yapan kimse İbrâhîm (’in tevhid) dininden yüz çevirir…” (2/Bakara, 130) “…Nefislerinizi öldürmeyin. ” (4/Nisâ, 29) “Velâ telmizû enfüseküm / Nefislerinizi ayıplamayın. ” (49/Hucurât, 11) “Ey huzura kavuşmuş nefs! Sen O’ndan hoşnut, O da senden râzı olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl. Gir Cennetime!” (89/Fecr, 27-30) “De ki : Allah’ın, kulları için çıkardığı (yarattığı) ziyneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kıldı? De ki : Onlar, dünya hayatında (inanmayanlarla birlikte) iman edenlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız mü’minlerindir. İşte, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz. ” (7/A’râf, 32) (Ahmed Kalkan) Bir kimsenin kalbinde Allah olursa, Allah onun hem bu dünyada , hem ahirette yardımcısı olur. Evliyanın yanında bulunan, dört şeyden istifade eder; merhametinden, cömertliğinden, yumuşaklığından, güzel huyundan… Bir kimse nefsi için yapar da, Allah’la alakası olmazsa ona da Allah iki cihanda da düşman olur. Eğer Allah için yaparsa, ihlasla yaparsa iki cihanda Allah yardım eder, eğer gösteriş için olursa. Söz ile, yazı ile yapılan cihad, topla, tüfekle, kılıçla yapılan cihaddan daha kıymetlidir. Doğmak, ölmenin alametidir. Namaz mü’mine kolay gelir. Bir insan ne kadar alçak gönüllü olursa, onu melekler o kadar yukarı çeker. Ne kadar kibirli olursa, o kadar aşağı çekerler, yerin dibine geçirirler. Ahirette kurtulmak için, Allahü tealanın emirlerini yapmak ve kullarına faydalı olmaya çalışmak lazımdır. Bir kitap verilir, bir şey anlatılır. Bedenin ibadette, kalbin muhabbette olsun. Her ayetin manası bir okyanustur. Müfebirler bu sonsuz okyanusta inci mercan çıkarırlar. Bozuk olanlar akrep, yılan, yengeç çıkarır. Bahçıvan bir gül için bin diken yetiştirir. Uzun mesafelere ulaşmak, yakın mesafeleri aşmakla mümkündür. (İmam Gazali) Dinin temeli, kötü arkadaştan sakınmak, iyi arkadaş aramaktır. Müslümanin eglence ve mutluluk felsefesinde esas olan, ebedi mutluluktur. En talihsiz insan, insanların itibar ettiği, fakat Allahü tealanın itibar etmediğidir. İhlas izzet ve ikbalde iken duyduğun hislerin, zillete düştüğün zaman değişmemesidir. Rabbimizin en büyük hediyesinin, imanımız olduğunu unutmayalım. Hayat hayaldir. İyilik yapan da geçti, kötülük yapan da geçti. Allahü teala kendine ulaşan diğer yolları kapatmıştır biri hariç! O da, Habibinin kalbine bağlanmaktır. Allahü tealaya ulaşmak için tek kapı vardır. O kapı Peygamber efendimizin kalbidir. Allahü teala kendine yapılan kötülükleri affettiği halde, Habibine yapılanları affetmiyor. Gecenin ne kadar uzun olduğunu ancak hastalar bilir. ( Sadi ) Şehid olarak ölmek için, samimi olarak dua eden, evinde yatakta da ölse şehit sevabına kavuşur. Eti yenen hayvanlar kesilirken hiç acı duymazlar. İnsan boğazlanırsa acı duyar, dolayısı ile insan eti haramdır. Feyzin gelmesine mani, dünya menfaatidir. Sakladığın sır senin esirindir. Açığa vurursan sen onun esiri olursun. ( Hz. Ali (r.a) ) Cömert’in ikramında şifa vardır. Cömertlik sonradan olma olmaz. İnsanın genlerinde vardır. Hanefi mezhebinde, namazdan sonra en kıymetli ibadet, ilim öğrenmektir. Bir miktar ilim öğrenen, sabaha kadar nafile ibadet edenden fazla sevap kazanır. İki şeyin sevap ölçüsü bildirilmemiştir biri oruç, diğeri, iftiraya uğrayıp sabretmektir. Hocasına hizmet ederken yapılan iş, başkalarından farklı olmalıdır. Eğer fark olmayacaksa, hiç olmazsa o işi yapmağa giderken koşarak gitmelidir ki, bu kadarlık fark olsun. Herkesin çektiği başının belası, kendine ait bir şey var sanması. Sabır demek, iman demektir. Hastalık günahları döker denir. Hastalık günahları dökmez efendim. Hasta olunca, Allahü teala insanın üç şeyini alır : 1- Ağzının tadını alır. 2- Gücünü, kuvvetini alır. 3- Günahlarını alır. İyileşmeye başlayınca, melekler sorarlar “Ağzının tadını verelim mi?” derler. Allahü teala verin buyurur. “Gücünü kuvvetini verelim mi?” derler. Allahü teala verin buyurur. “Günahlarını da verelim mi?” derler. “Beni insanlara şikayet etmemişse vermeyin. Beni insanlara şikayet etmişse, sabretmemişse verin” buyurur. Günahların affına sebep olan hasta olmak değil, hastalığa sabretmek, şikayet etmemektir. Allah diyen mahrum kalmaz. Allahü teala Davud aleyhisselama buyuruyor ki : Kim arkasını Allah’a dayarsa, ona tuzak kursalar da onu korurum. Allah diyen mahrum kalmaz. İhlas var her şey var, ihlas yok hiçbir şey yok. Allah dürüst tüccarı sever. Ashab-ı kiram ticaret yaparlarmış. Fakat para kazanmak için değil. Bu sözün sırrına kavuşmak için. İnsan ömrü, dünyanın ömrüne nazaran sahrada esen bir rüzgar gibidir. Bu çok kısa hayatta acı günler çok oldu, tatlı günler de çok oldu. Hepsi geçti. Zalim zulüm etti, o da geçti. Amma mazlumun boynundan geçmedi, boynunda asılı kaldı. Ahirette denecek ki : Onlar o zaman güçlüydü, sen zayıftın. Onlardan geçti ama senden geçmedi. Şimdi sen konuş sen söyle denecek. Mazlumun günahları alınıp, zulmedene verilecek. İyiliği gizlemek, kötülüğü gizlemekten daha üstündür. ( Ebu Bekir Ferra ) Bilmediklerimi ayağımın altına alsaydım başım göğe ererdi. ( İmam-ı Azam ) İnsan, alışkanlıklarının çocuğudur. ( İbni Haldun ) Herkes herkese bir lokma şey verebilir ama boğaz bağışlamak, ancak Allah’ın işidir. ( Mevlana ) Güzel söz söyleyen, kimseden kötü söz işitmez. ( Firdevsi ) Bir şeyi bulunmadığı yerde aramak, onu aramamak demektir. ( Mevlana ) Avcı tuzak, hile bilirse, ayı da onca yol bilir. ( Kaşgarlı Mahmud ) Haksızlık karşısında eğilmeyiniz çünkü hakkınızla beraber şerefinizi de kaybedersiniz. ( Hz. Ali [ r. a ] ) Güzel konuşmanın sırrı, lüzumsuz sözleri terk etmektir. ( Hz. Ebubekir ) Özü doğru olanın, sözü de doğru olur. ( Hz. Ali [ r. a ] ) Birliğin kederi, ayrılığın safasından daha hayırlıdır. ( Yahya bin Muaz ) Her gecenin bir gündüzü vardır. ( Hz. Ali [ r. a ] ) Sakladığın sır senin esirindir. Açığa vurursan sen onun esiri olursun. ( Hz. Ali [ r. a ] ) Bütün kötülüklerin anahtarı, hiddettir. ( Cafer bin Muhammed Kesilmiş koyuna derisinin yüzülmesi elem vermez. ( Hz. Esma ) Güzel ahlak bağışlayıcılık, sabır ve tahammüldür. ( Hasan-ı Basri ) En iyi nasihat iyi örnek olmaktır. ( Malcolm X ) Nefis üç köşeli dikendir, ne türlü koysan batar. ( Mevlana ) KURANDA NEFS RUH CAN AYNI MİDİR Kuran-ı Kerim Orijinal Arapça Metin içinde aramada “nefs” (268 sonuç) K.Kerim kavramlarını iyi bilmek lazım. Bilinmesi çok önemli olan ikinci mesele de K.Kerimde muteradif (eş anlamlı) kelimeler olmadığıdır. Her ne kadar İlahiyat fakültelerinde tefsir derslerinde tefsirin bir bölümü olarak Kuranda müteradif kelimeler konusu okutulsa da maalesef K.Kerimde böyle bir olgu yoktur, bu kelimeler bir birine ne kadar yakın manalarda olsa da mutlaka farkları vardır. -Peki, niçin muteradif konusunu buraya taşıdın? -Çünkü ne yazık ki asrımızın Kuran araştırmacılarından en çok beğendiğim, sevdiğim ilahiyatçılarımız da aynı hataya düşüyorlar, sanki nefis ile ruh bir birinin aynıymış gibi nefsin yerine ruhu, ruhun yerine nefsi veya can’ı kullanmaktadırlar. Bunun için bu konuyu işlemek mecburiyetini hissettim. Zaten bu konuyu netleştirmek için fazla mesaiye gerek yoktur, K.Kerim ayetlerine bir göz atmak yeterlidir. Bu gün müfessirlerimizin ve ilahiyatçılarımızın büyük çoğunluğu “ruh” ve “nefs”i Türkçedeki “can” manasında kullanmaktadırlar. Ayetlerde geçen “nefis” yerine tercümelerde “ruh” demekte hiç sakınca görmemektedirler. Allah aşkına söyleyin, Yüce Rabbimiz ruh kelimesini K.Kerimde tam 22 yerde kullanmış, tek bir tanesinde can (insanın canı) manasında kullanmış mıdır? Kavramların manasını yükleyen Rabbimiz mıdır, yoksa biz miyiz? Rabbimiz bize, bu kavramlara istediğimiz manayı yükleme yetkisini mi vermiştir? Örneğin Zümer suresi 42. ayetinde : اَللّٰهُ يَتَوَفَّى الْاَنْفُسَ حٖينَ مَوْتِهَا وَالَّتٖى لَمْ تَمُتْ فٖى مَنَامِهَا فَيُمْسِكُ الَّتٖى قَضٰى عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْاُخْرٰى اِلٰى اَجَلٍ مُسَمًّى اِنَّ فٖى ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ [039.042] [DI] Allah, öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında nefislerini [daha doğrusu : kişiliğini yani şuurunu ] alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerinkini tutar, diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Doğrusu bunda düşünen kimseler için dersler vardır. Bu ayette; meal yazanların bir kısmı “nefis” kelimesine can manasını verirken bir kısmı da ruh manasını vermiştir. Nefis kelimesinin K.Kerimdeki manalarından bir tanesi de can olmakla beraber burada tam uygun değildir. Ruh manasını vermek ise büyük bir hatadır, çünkü K.Kerimin hiçbir yerinde ruh kelimesi insanın canı manasında kullanılmamıştır. K.Kerimde ruh : 1)vahiy, 2) vahiy meleği, 3) program manalarında kullanılmıştır. Ruh konusu başka bir yazıda anlatılmıştır, burada daha çok nefis kelimesinin manası üzerinde durulacaktır. -N-F-S : Kökünden gelir. “TENEFFESE” fiil olarak hava alıp vermek, ciğerine hava çekip geri vermek manasında kullanılır. “TENAFESE” kalıbında ise yarışma manasında kullanılır, K.Kerimde örnekleri çoktur. -İsim olarak “NEFS, çoğulu NÜFÜS veya ENFÜS”tur. Sözlükte NEFS : Göz, asıl, gerçek, kendi, kimse, kişi, can, kişilik, şuur, iç güdüsel arzu manalarında kullanılmıştır. Şimdi bunları örnekleriyle görelim : 1-CAN MANASINDA KULLANILIŞINA ÖRNEKLER : (EN'ÂM suresi 93. ayet) 1-CAN وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللّهِ كَذِبًا أَوْ قَالَ أُوْحِيَ إِلَيَّ وَلَمْ يُوحَ إِلَيْهِ شَيْءٌ وَمَن قَالَ سَأُنزِلُ مِثْلَ مَا أَنَزلَ اللّهُ وَلَوْ تَرَى إِذِ الظَّالِمُونَ فِي غَمَرَاتِ الْمَوْتِ وَالْمَلآئِكَةُ بَاسِطُواْ أَيْدِيهِمْ أَخْرِجُواْ أَنفُسَكُمُ الْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ بِمَا كُنتُمْ تَقُولُونَ عَلَى اللّهِ غَيْرَ الْحَقِّ وَكُنتُمْ عَنْ آيَاتِهِ تَسْتَكْبِرُونَElmalılı Orijinal : Uydurduğu yalanı Allaha isnad eden veya kendine birşey vahy edilmemişken bana vahy olunuyor diyen kimseden, bir de Allâhın indirdiği âyetler gibi ben de indireceğim demekte olan kimseden daha zâlim kim olabilir? O zâlimler ölüm dalgaları içinde boğulurken Melâike ellerini uzatmış “çıkarın, nefislerinizi (canlarınızı), bu gün zillet azâbiyle cezâlanacaksınız, çünkü Allaha karşı hakk olmıyanı söylüyordunuz ve çünkü Allâhın âyetlerinde istikbar ediyordunuz” derken bir görsen. (ENFÂL suresi 72. ayet) CAN إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَهَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَالَّذِينَ آوَواْ وَّنَصَرُواْ أُوْلَـئِكَ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَلَمْ يُهَاجِرُواْ مَا لَكُم مِّن وَلاَيَتِهِم مِّن شَيْءٍ حَتَّى يُهَاجِرُواْ وَإِنِ اسْتَنصَرُوكُمْ فِي الدِّينِ فَعَلَيْكُمُ النَّصْرُ إِلاَّ عَلَى قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُم مِّيثَاقٌ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌElmalılı Orijinal : O kimseler ki iyman ettiler ve mühacir oldular ve mallariyle, nefisleriyle (canlariyle) Allah yolunda mücahede eylediler ve o kimseler ki barındırdılar, ve yardıma koştular işte bunlar birbirlerinin velileridirler, iyman edib de hicret etmiyenler ise hicretlerine kadar sizin için onlara velâyet namına bir şey yoktur, bununla beraber eğer dinde yardımınızı isterlerse yardım etmek de üzerinize borcdur, ancak sizinle aralarında mîsak bulunan bir kavm aleyhine değil, Allah amellerinizi gözetiyor (TEVBE suresi 20. ayet) CAN الَّذِينَ آمَنُواْ وَهَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ أَعْظَمُ دَرَجَةً عِندَ اللّهِ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَائِزُونَElmalılı Orijinal : İyman edib hicret etmiş ve mallarıyle, nefisleriyle (canlarıyla) fîsebilillâh cihad etmekte bulunmuş olan kimseler Allah ındinde derece cihetiyle daha büyüktür ve bunlar işte o murada eren fâizîndir (TEVBE suresi 41. ayet) CAN انْفِرُواْ خِفَافًا وَثِقَالاً وَجَاهِدُواْ بِأَمْوَالِكُمْ وَأَنفُسِكُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَElmalılı Orijinal : Sizler gerek sebükbar ve gerek ağırlıklı olarak seferber olunuz ve mallarınızla nefislerinizle (canlarınızla) Allah yolunda cihâd ediniz, eğer bilir takımdan iseniz bu sizin için hayırdır (TEVBE suresi 85. ayet) CAN فَلاَ تُعْجِبْكَ أَمْوَالُهُمْ وَلاَ أَوْلاَدُهُمْ إِنَّمَا يُرِيدُ اللّهُ لِيُعَذِّبَهُم بِهَا فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَتَزْهَقَ أَنفُسُهُمْ وَهُمْ كَافِرُونَElmalılı Orijinal : Sakın onların ne malları ne evlâdları seni imrendirmesin, o hiç bir şey değil ancak Allah onları Dünya hayatta bunlarla ta'zib etmesini ve nefislerinin (canlarının) kâfir oldukları halde çıkmasını murad ediyor (TEVBE suresi 81. ayet) CAN فَرِحَ الْمُخَلَّفُونَ بِمَقْعَدِهِمْ خِلاَفَ رَسُولِ اللّهِ وَكَرِهُواْ أَن يُجَاهِدُواْ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَقَالُواْ لاَ تَنفِرُواْ فِي الْحَرِّ قُلْ نَارُ جَهَنَّمَ أَشَدُّ حَرًّا لَّوْ كَانُوا يَفْقَهُونَElmalılı Orijinal : Arkada kalanlar Resulullah hılâfına olarak oturub kalmalariyle ferahlandılar, Allah yolunda mallariyle, nefisleriyle (canlariyle) mücahid olmayı hoşlanmadılar, bu sıcakta seferber olmayın dediler, de ki Cehennem ateşi daha sıcak, fakat duysalardı (TEVBE suresi 88. ayet) CAN لَـكِنِ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ جَاهَدُواْ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ وَأُوْلَـئِكَ لَهُمُ الْخَيْرَاتُ وَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَElmalılı Orijinal : Lâkin Peygamber ve maiyyetindeki Müminler mallariyle, nefisleriyle (canlarıyla) cihad ettiler, bunları görüyor musun bütün hayırlar işte onlar için ve işte bunlar murada iren müflihler (TEVBE suresi 111. ayet) CAN إِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُم بِأَنَّ لَهُمُ الجَنَّةَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنجِيلِ وَالْقُرْآنِ وَمَنْ أَوْفَى بِعَهْدِهِ مِنَ اللّهِ فَاسْتَبْشِرُواْ بِبَيْعِكُمُ الَّذِي بَايَعْتُم بِهِ وَذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُElmalılı Orijinal : Allah mü'minlerden nefislerini (canlarını) ve mallarını; Cennet muhakkak kendilerinin olmak bahasına satın aldı, Allah yolunda çarpışacaklar da öldürecekler ve öldürülecekler, Tevratta da, İncilde de Kur'anda da hakka taahhüd buyurduğu bir va'd, Allahdan ziyade ahdine vefa edecek kim? O halde akdettiğiniz şu bîatten dolayı size müjdeler olsun, ve işte, o fevzi azîm bu (HUCURÂT suresi 15. ayet) CAN إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أُوْلَئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَElmalılı Orijinal : Mü'minler ancak o kimselerdir ki Allaha ve Resulüne iyman ettikten sonra şüpheye düşmeyip Allah yolunda mallariyle, nefisleriyle (canlarıyla) mücahede etmektedirler işte onlardır ki sâdıklardır (BAKARA suresi 155. ayet) CAN وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِّنَ الْخَوفْ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِّنَ الأَمَوَالِ وَالأنفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَElmalılı Orijinal : çaresiz sizleri biraz korku, biraz açlık, biraz maldan, nefisten (candan) ve hasılâttan eksiklik ile imtihan edeceğiz, müjdele o sabırlıları (BAKARA suresi 207. ayet) CAN وَمِنَ النَّاسِ مَن يَشْرِي نَفْسَهُ ابْتِغَاء مَرْضَاتِ اللّهِ وَاللّهُ رَؤُوفٌ بِالْعِبَادِElmalılı Orijinal : Yine nas içinden kimi de vardır ki, Allahın rızasına ermek için nefsini (kendini feda eder), Allah ise kullarına çok refetlidir (ÂLİ IMRÂN suresi 186. ayet) CAN لَتُبْلَوُنَّ فِي أَمْوَالِكُمْ وَأَنفُسِكُمْ وَلَتَسْمَعُنَّ مِنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ مِن قَبْلِكُمْ وَمِنَ الَّذِينَ أَشْرَكُواْ أَذًى كَثِيرًا وَإِن تَصْبِرُواْ وَتَتَّقُواْ فَإِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الأُمُورِElmalılı Orijinal : Lâbüd mallarınızda ve nefislerinizde (canlarınızda) imtihan olunacaksınız, ve her halde gerek sizden evvel kitab verilenlerden ve gerek müşriklerden bir çok incidecek sözler işideceksiniz, eğer sabr eder ve tekva yoluna gider, korunursanız işte bu azmolunacak umurdandır (NİSA suresi 95. ayet) CAN لاَّ يَسْتَوِي الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ غَيْرُ أُوْلِي الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدِينَ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِدِينَ دَرَجَةً وَكُـلاًّ وَعَدَ اللّهُ الْحُسْنَى وَفَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدِينَ عَلَى الْقَاعِدِينَ أَجْرًا عَظِيمًاElmalılı Orijinal : Mü'minlerden özür sahibi olmaksızın oturanlar ve Allah yolunda mallariyle, nefisleriyle (canlarıyla) cihad edenler müsavi olamazlar, Allah, mallariyle ve canlarıyla mücahid olanları oturanların derece i'tibariyle üzerine geçirdi, gerçi Allah ikisine de husnayi (Cenneti) vad buyurmuştur, bununla beraber Allah mücahidlere oturanların fevkında azîm bir ecir ihsan etmiştir (EN'ÂM suresi 98. ayet) 2-ÖZ Elmalılı Orijinal : Hem odur, o ki sizi bir tek nefisten [Öوَهُوَ الَّذِيَ أَنشَأَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ فَمُسْتَقَرٌّ وَمُسْتَوْدَعٌ قَدْ فَصَّلْنَا الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَفْقَهُونَZ’den ] halketti, demek bir müstekar bir de müstevda' var, hakıkat ince anlayışlı fıkıh ehli olanlar [bence : laf anlayan kavimler] için âyetleri tafsıl eyledik (A'RAF suresi 189. ayet) ÖZ هُوَ الَّذِي خَلَقَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ وَجَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا لِيَسْكُنَ إِلَيْهَا فَلَمَّا تَغَشَّاهَا حَمَلَتْ حَمْلاً خَفِيفًا فَمَرَّتْ بِهِ فَلَمَّا أَثْقَلَت دَّعَوَا اللّهَ رَبَّهُمَا لَئِنْ آتَيْتَنَا صَالِحاً لَّنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرِينَElmalılı Orijinal : O odur ki sizi bir tek nefisten [ÖZ’den ] yarattı, eşini de ondan [O ÖZ’den ] yaptı ki gönlü buna ısınsın, onun için vaktaki bunu derâğûş eyledi, bu hafifçe bir hamlin hâmili oldu, bir müddet bununla geçti, derken ağırlaştı, o vakıt ikisi bir kendilerini yetiştiren Allaha şöyle dua ettiler : bize yaraşıklı bir çocuk ihsan edersen yemin ederiz ki elbet şükreden kullarından oluruz (NİSA suresi 1. ayet) ÖZ, ASIL يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُواْ رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالاً كَثِيرًا وَنِسَاء وَاتَّقُواْ اللّهَ الَّذِي تَسَاءلُونَ بِهِ وَالأَرْحَامَ إِنَّ اللّهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيبًاElmalılı Orijinal : Ey o bütün insan kömeleri! Sakının o Rabbınıza karşı gelmekten ki sizleri bir tek nefisten [ÖZ’DEN] yarattı, eşini de ondan [ o öz’den] yarattı ve ikisinden de bir çok erkekler ve dişiler üretti, sakının o Allaha karşı gelmekten ki siz onun ve o rahimlerin hurmetine biribirinizden dilek dilersiniz, çünkü o Allah üzerinizde gözcü bulunuyor (ZÜMER suresi 6. ayet) ÖZ خَلَقَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ ثُمَّ جَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَأَنزَلَ لَكُم مِّنْ الْأَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ أَزْوَاجٍ يَخْلُقُكُمْ فِي بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِن بَعْدِ خَلْقٍ فِي ظُلُمَاتٍ ثَلَاثٍ ذَلِكُمُ اللَّهُ رَبُّكُمْ لَهُ الْمُلْكُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ فَأَنَّى تُصْرَفُونَElmalılı Orijinal : O odur ki sizi bir tek nefisten [ÖZ’den ] yarattı hem onun eşini de ondan [o öz’den ] yaptı ve sizin için yumuşak başlı hayvanlardan sekiz eş en'am da indirdi : sizleri analarınızın karınlarında üç zulmet hılkatten hılkate yaratıp duruyor. İşte rabbınız Allah o, mülk onun, ondan başka tanrı yok, o halde nasıl çevrilirsiniz? (YÛSUF suresi 53. ayet) 3-İÇ GÜDÜ وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّيَ إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَّحِيمٌElmalılı Orijinal : Nefsimi tebrie de etmiyorum, çünkü nefis [iç güdüsel dürtüler ] cidden emmaredir fenayı emreder meğer ki rabbım rahmetiyle yarlıgaya çünkü rabbım gafur rahîmdir A. Bulaç : "(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis [iç güdüsel dürtüler], -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir." (NÂZİÂT suresi 40. ayet) İÇ GÜDÜ وَأَمَّا مَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ وَنَهَى النَّفْسَ عَنِ الْهَوَىElmalılı Orijinal : Herkim de rabbının makamından korkmuş ve nefsi (iç güdüsel dürtülerini) hevadan (gayr-i meşru isteklerden) nehy eylemiş ise (TEĞÂBÜN suresi 16. ayet) İÇ GÜDÜ فَاتَّقُوا اللَّهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ وَاسْمَعُوا وَأَطِيعُوا وَأَنفِقُوا خَيْرًا لِّأَنفُسِكُمْ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَElmalılı Orijinal : Onun için gücünüz yettiği kadar Allaha korunun, dinleyin, itaat edin, infak edin, nefisleriniz (kendileriniz için) hayır yapın, her kim de nefsinin hırsından (iç güdülerinin hırsından) korunursa işte onlar felâh bulanlardır (KAF suresi 16. ayet) İÇ GÜDÜ وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِElmalılı Orijinal Hem şanıma kasem ederim ki hakıkat insanı biz yarattık ve biliriz : nefsi [iç güdüsü ] onu ne ile vesveselendirir ve biz ona «habli verîd» den daha yakınızdır (BAKARA suresi 54. ayet) İÇ GÜDÜ وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ إِنَّكُمْ ظَلَمْتُمْ أَنفُسَكُمْ بِاتِّخَاذِكُمُ الْعِجْلَ فَتُوبُواْ إِلَى بَارِئِكُمْ فَاقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ عِندَ بَارِئِكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُElmalılı Orijinal : Ve bir vakit Musa kavmine dedi ki : «Ey kavmim cidden siz o danaya tutulmanızla kendinize zulmettiniz gelin bârinize (yaradanınıza) dönün, tevbe edin de nefislerinizi [gayr-i meşru arzularınızı ] öldürün, böyle yapmanız bâriniz yanında sizin için hayırlıdır» bu suretle tevbenizi kabul buyurdu. Filhakika o, öyle tevvab öyle rahîmdir (TÂH suresi 67. ayet) 4-İÇiNDE فَأَوْجَسَ فِي نَفْسِهِ خِيفَةً مُّوسَىElmalılı Orijinal : Birdenbire Musâ nefsinde (içinde) bir nevi' korku duydu (YÛSUF suresi 77. ayet) (Resmi : قَالُوا اِنْ يَسْرِقْ فَقَدْ سَرَقَ اَخٌ لَهُ مِنْ قَبْلُ فَاَسَرَّهَا يُوسُفُ فٖى نَفْسِهٖ وَلَمْ يُبْدِهَا لَهُمْ قَالَ اَنْتُمْ شَرٌّ مَكَانًا وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا تَصِفُونَ Elmalılı Orj. Eğer dediler : o çalmış bulunuyorsa bundan evvel bir kardeşi de çalmıştı, o vakıt Yusüf bunu nefsinde (içinde) gizledi ve onlara belli etmedi, siz dedi : fena bir mevkı'desiniz ve Allah, pekâlâ biliyor : Ne isnad ediyorsunuz? (A'RAF suresi 205. ayet) İÇİNDEN وَاذْكُر رَّبَّكَ فِي نَفْسِكَ تَضَرُّعاً وَخِيفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالآصَالِ وَلاَ تَكُن مِّنَ الْغَافِلِينَElmalılı Orijinal : Hem de sabahleyin ve akşamları nefsinde (içinden) tazarru' ile gizlice ve cehrin mâdunu sesle rabbını zikret de gafillerden olma (BAKARA suresi 235. ayet) İÇ , GÖNÜL وَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فِيمَا عَرَّضْتُم بِهِ مِنْ خِطْبَةِ النِّسَاء أَوْ أَكْنَنتُمْ فِي أَنفُسِكُمْ عَلِمَ اللّهُ أَنَّكُمْ سَتَذْكُرُونَهُنَّ وَلَـكِن لاَّ تُوَاعِدُوهُنَّ سِرًّا إِلاَّ أَن تَقُولُواْ قَوْلاً مَّعْرُوفًا وَلاَ تَعْزِمُواْ عُقْدَةَ النِّكَاحِ حَتَّىَ يَبْلُغَ الْكِتَابُ أَجَلَهُ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَعْلَمُ مَا فِي أَنفُسِكُمْ فَاحْذَرُوهُ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ غَفُورٌ حَلِيمٌElmalılı Orijinal : Kadınlara namzedliği çıtlatmanızda veya nefislerinizde (içinizde, gönüllerinizde) gizli tutmanızda da size bir beis yoktur, Allah biliyor ki siz onları mutlaka anacaksınız, ancak kendileriyle bir gizliye va'dleşmeyin yalnız meşru' bir söz söylemeniz başka, Farzolan ıddet sonunu bulamadıkça da nikâhın akdine azmetmeyin, muhakkak Allah nefislerinizde (gönüllerinizde) ne varsa bilir, bunu bilin de ondan hazer edin, Hem de bilin ki Allah gafur, halîmdir (BAKARA suresi 284. ayet) KALB, İÇ لِّلَّهِ ما فِي السَّمَاواتِ وَمَا فِي الأَرْضِ وَإِن تُبْدُواْ مَا فِي أَنفُسِكُمْ أَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُم بِهِ اللّهُ فَيَغْفِرُ لِمَن يَشَاء وَيُعَذِّبُ مَن يَشَاء وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌElmalılı Orijinal : Allahındır hep Göklerdeki ve Yerdeki, siz nefislerinizdekini [içinizdekini] açsanız da gizlesiniz de Allah onunla sizi hisaba çeker sonra dilediğine mağfiret eyler dilediğine de azab, ve Allah her şey'e kadîrdir (NİSA suresi 65. ayet) İÇ, KALB فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّىَ يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ يَجِدُواْ فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِّمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُواْ تَسْلِيمًاElmalılı Orijinal : Yok, yok rabbına kasem ederim ki onlar aralarında çıkan çapraşık işlerde seni hakem yapıb sonra da verdiğin hukümden nefislerinden [içlerinden] hiç bir darlık duymaksızın tam bir teslimiyyetle teslim olmadıkça iyman etmiş olmazlar (ENBİY suresi 64. ayet) 5-VİCDAN فَرَجَعُوا إِلَى أَنفُسِهِمْ فَقَالُوا إِنَّكُمْ أَنتُمُ الظَّالِمُونَElmalılı Orijinal : Bunun üzerine nefislerine (vicdanlarına) müracaat ettiler de dediler : doğrusu siz haksızsınız (NEML suresi 14. ayet) VİCDAN وَجَحَدُوا بِهَا وَاسْتَيْقَنَتْهَا أَنفُسُهُمْ ظُلْمًا وَعُلُوًّا فَانظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِدِينَElmalılı Orijinal : Ve nefisleri=kendileri [vicdanları] yakîn hasıl ettiği halde mücerred zulm-ü kibirden onlara cehudluk ettiler, fakat bak o müfsidlerin akıbeti nasıl oldu? (FURKÂN suresi 68. ayet) 6-CANLI وَالَّذِينَ لَا يَدْعُونَ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ وَلَا يَقْتُلُونَ النَّفْسَ الَّتِي حَرَّمَ اللَّهُ إِلَّا بِالْحَقِّ وَلَا يَزْنُونَ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ يَلْقَ أَثَامًاElmalılı Orijinal : Ve onlar ki Allahın beraberinde diğer bir tanrıya duâ etmezler, Allahın haram kıldığı nefsi [CANLIYI] haksız katleylemezler ve sinâ yapmazlar, her kim de bunları yaparsa ağır cezaya çarpar (RA'D suresi 11. ayet) 7-İÇSEL DÜلَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِّن بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ يَحْفَظُونَهُ مِنْ أَمْرِ اللّهِ إِنَّ اللّهَ لاَ يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُواْ مَا بِأَنْفُسِهِمْ وَإِذَا أَرَادَ اللّهُ بِقَوْمٍ سُوءًا فَلاَ مَرَدَّ لَهُ وَمَا لَهُم مِّن دُونِهِ مِن وَالٍNYASI Elmalılı Orijinal : Her halde Allah, bir kavme verdiğini onlar nefislerindekini bozmadıkça bozmaz, bir kavme de Allah, bir kötülük irade buyurdumu artık onun reddine çare bulunmaz, öyleya onlar için ondan başka bir vâli yok A. Bulaç : O'nun (insanın) önünden ve arkasından izleyenleri vardır, onu Allah'ın emriyle gözetip-korumaktadırlar. Gerçekten Allah, kendi nefislerinde olanı [içsel dünyalarını yani düşünce ve yaşantı tarzlarını] değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiç bir (biçimde imkan) yoktur; onlar için O'ndan başka bir veli yoktur. Bunların dışında kalan içinden “nefs” kelimesi geçen ayetlerin hepsinde bu kelime; “kendi, kimse, kişi” manasında kullanılmıştır. Durum böyle iken tutup da rast gele “nefs” kelimesine Kur’anî bir kavram olarak ruh manasını vermek kanımca büyük bir hatadır. Çünkü “ruh” kavramına Rabbimizin yüklediği mana nettir, ayetlerin tefsirinde, bu kelimeye halkın kullanışlarına dayanarak başka manalar yüklemek bizi, Kur’ana aykırı neticelere götürür. kuranda nefs ve ruhu bir tutarsak ayet meallerinin çoğunda karmaşa çıkıyor , buna dair bir sürü ayet yazabilirim ve meallere ekleme yapılmadan karmaşalar düzelmiyor , yani nefs yazan yere mealde ruh , ruh yazan yere nefs vs. yaza yaza kuran mealinde tam bir karmaşa çıkmış oluyor , kuranda ruh rabbimin emrindendir diyor , Allah ın emriyle alakalı olduğunu söylüyor , fakat ölüm anında ruh alınır vs. diye bir bilgi yok , nefs alınır diyor , ruh genelde emirle alakalı şeylerde kullanılmış , emir , vahiy vs. gibi şeylerde kullanılmış , fakat ruh ve nefs aynı dediğimizde kuranda öyle bir karmaşa çıkıyorki , bunları anlatsam zaten cevap veremez kimse , çoğunada anlatıyorum soruma bile cevap vermiyor bir çoğu , meallere nefs yazan yere ruh eklemesi yaparak ruhun nefsle aynı olduğunu idda edebilirler , kuranda hiç bir ayette ben ruh ve nefsin aynı olduğuna dair bir tek bilgi görmedim , bana bir tek ayet sunabilirlermi ? bu konudan neden kaçıyorlar ve hala nefs kelimesiyle ruhu aynı gibi çeviriyorlar ? hı isbat ederlerse ruh ve nefsin aynı olduğunu tek ayetle amenna ( kendi yorum eklemeleriyle değil , ayetle isbat bekliyorum ) sadece meallerde kelime çarpıtmalarıyla ve felsefik yorumlarla durum değişiyor , tek bir tane ayetle isbat etmeleri beni aydınlatacaktır ve bu düşüncelerim farklı bir yön kazanacaktır ... Mevlana ve Nefs ÖZET Nefs kavramı Mevlânâ‟nın sıkça kullandığı bir kavramdır. Mevlânâ‟ya göre nefs, insana daim kötülüğü emreden bir iç düşmandır. Bundan dolayı da insan nefsine karşı amansız bir savaşım vermelidir. Biz bu çalışmamızda Mevlânâ‟nın, nefsin mahiyeti, insannefs ilişkisi, nefsle mücadele etmenin gerekliliği, bu mücadelenin keyfiyeti ve sonuçları gibi konulara ilişkin görüşlerini incelemeye çalıştık. GİRİŞ Mevlânâ‟nın öğretileri günümüz insanının sorunlarını çözmeye yarayacak birçok çözümleri içermektedir. Çağdaş insanın kendini tanıma ve geliştirme yolunda Mevlânâ‟dan öğreneceği çok ders vardır. Kelime anlamı itibariyle nefs, can, ruh, kan, ceset, nazar değdiren söz, herhangi bir şeyin özü, cevheri, azamet, izzet, hamiyet ve gayb gibi manalara gelir. Kur‟an-ı Kerim‟de nefs kavramı sekiz farklı manayı muhtevidir. Bu manalar ise şunlardır : Zatullah, insan ruhu, kalp ve sadr, insan bedeni, bedenle beraber ruh, insanlara kötülüğü emreden kuvvet, Bu ayetlere dayanarak nefs, insanın bütünlüğü ve ondan meydana gelen bir fiili olarak tanımlanabilir. Tasavvuf kaynaklarında pek çok nefs tanımı yer almaktadır. Bunlardan birinde nefs, kendisinde iradî hareket, his ve hayat kuvveti bulunan latif buharlı bir cevher olarak tanımlanır. Diğer bir tanımda ise nefs, kötülüğü emreden manasına anlaşıldığı gibi, Allah tarafından insana üflenen ruh-ı rahmânî, “ilahî ben” manasına da kullanılmıştır. Bazı sûfîler, nefs kavramıyla insanın kötü sıfatlarını ve isteklerini kastederler. Nefs, insanın hakikati, şehvet ve gazap kuvvetlerinin toplandığı mana, bedene yerleştirilen ve kötü huyların kaynağı olan bir lâtife ve sırdır. Güzel huyların kaynağı ise ruhtur. Nefs, kötülüğü emredici olarak nitelendirildiği için ona karşı koymak sûfiler arasında önemli ibadetlerden biri olarak görülür. Tasavvufî anlayışa göre hevâ ve heves nefstedir. Nefs, tabiatında ebediyet arzusu, cimrilik, acelecilik, hırs, nankörlük, cehalet, hak- hukuk tanımak ve nimeti görünce azmak gibi fücur işlemeye sebep olacak vasıflar taşımaktadır. Bütün bu özellikleri taşıması sebebiyledir ki nefs, özellikle bazı sûfîler tarafından “insanda bulunan gazap ve şehvet gücünün kendisinde toplandığı latife” olarak tarif edilmiştir. Mevlânâ da diğer mutasavvıflar gibi nefsi, genellikle insan bedeninde bulunan ve ona fesadı, kötülüğü emreden cevher olarak tanımlamıştır. Nefs hakkındaki bu kısa kavram çalışmasından sonra Mevlânâ‟nın nefs kavramını nasıl anladığını inceleyebiliriz. 1. Mevlânâ’nın Nefs Tanımı ve Nefsin Mahiyeti Mevlânâ insanın Rabb‟ini gerçek manada tanıyabilmesini kendi nefsini tanıyabilmesine bağlamıştır. Mutasavvıflar arasında meşhur olup nefsi bilme konusunda delil olarak gösterilen “Nefsini tanıyan/bilen Rabbini tanımıştır.” Hadisini Mevlânâ da kulanmıştır. Mevlânâ‟ya göre, insanın -başta nefsi olmak üzere- sahip olduğu bütün nimetler Allah‟ın bir lütfudur. O bu hususu, “Çarığın menidir, kanın post. Hocam bundan ötesi, hep onun ihsanı.” beytiyle ifade eder. Buradan hareketle Mevlânâ, insanın benliğe düşmemesinin gerektiğini ortaya koyar. İnsan kendi âcizliğini bilince Allah‟ın kendisi üzerindeki lütfunu daha iyi anlar. Mevlânâ‟ya göre, insanın nefsindeki acziyeti görmesi onu Allah‟ın izzetini idrake götürür. O bu konuda şöyle der : “Elbise biçilmiş, dikilmiş olursa terzinin mahareti görünebilir mi?… Hasta ve arık kişi olmazsa tıp sanatının güzelliği nasıl görünür? Ey ulu kişi! Bakırların bayağılığı, aşağılığı olmasa kimya nasıl olur da zuhur eder? Noksanlar, kemal vasfının aynasıdır. O horluk, yücelik ve ululuğa aynadır. Çünkü yakinen zıt, zıddı gösterir. Kim, kendi noksanını görüp anlarsa yedeğinde dokuz at olduğu halde tekemmül yolunda koşar. Kendisini kâmil sanan, ululuk sahibi Allah‟ın yolunda uçamaz.” Mevlânâ‟nın bu ifadelerinden anlaşılacağı üzere noksanlıklar, kemalâtın aynası olmaktadır. Buna göre bir insanın kendisindeki noksanlıkları görebilmesi, Rabbi‟nin mükemmelliğini görmesine imkan verir. Tasavvufî düşüncede nefs, tabiatı itibariyle düşman kabul edilmiş ve bütün kötülüklerin kaynağı olarak tanımlanmıştır. Bundan dolayı da nefsin aşağılanması ve onun terbiye edilmesi istenmiştir. Mevlânâ da bu görüştedir : “Yol güneşi olan Hz. Peygamber bile : “Nefsini aşağılayan kişiye ne mutlu” dedi. Ey yoksul, bunun için diyorum işte. Köpeğin boynundan tasmayı çözme. Bu köpek terbiye edilse bile yine köpektir. „Ne mutlu nefsini aşağılayana.‟ hükmüne uy. O (nefs) kötü damarlıdır. (Kötü huyludur.)” Yukarıdaki alıntıda görüldüğü üzere Mevlânâ nefsi bir köpeğe benzetir. Bu durumda o, terbiye edilse bile tabiatı icabı her an tekrar kötülüğe dönme huyuna sahip olduğundan daima kontrol edilmesi gerektiğini düşünmektedir. Ona göre nefse değer verilmemeli ve nefs aşağılanmalıdır. Klasik tasavvuf öğretisinde kişisel gelişim açısından gerekli görülen “nefsin aşağılanması” öğretisi, yanlış yorumlamalar neticesinde zamanla Müslüman‟ın aşağılanması olarak algılanmıştır. Burada kastedilen husus, bir Müslüman‟ın Müslümanlığından ötürü aşağılanması değil aksine insanda bulunan arzu ve isteklerin, meşru olmayan yollardan tatmininin kötülenmesidir. Mevlânâ nefsin düşman olduğu ve bu düşmanla daimi olarak mücadele edilmesi gerektiği fikrindedir. Bu düşüncesini ise aşağıdaki hadisi şerife dayandırır. “Hadisteki şu güzel öğüdü duy. “Düşmanlarınızın en kuvvetlisi içinizdedir.” Mevlânâ, insanın şeytanın vesvesesinden etkilenmesine de yine nefsin neden olduğunu düşünmektedir. Ona göre nefs, insanın iç alemindeki “Allah‟a giden yolu” kesmeseydi şeytanın insana bir etkisi olamayacaktı. “Bu düşmanın palavrasını dinleme, kaç ondan çünkü o da inatta İblis‟e benzer. Nefs senin iç alemindeki yolu kesmeseydi bu yol kesiciler, sana el atabilirler miydi? Seni kötü şeylere sevk eden şehvetten, o gizli memur yüzünden gönül, hırsa, tamaha ve afete esir olmuştur.” Görüldüğü üzere şeytanın insan üzerindeki tesiri ancak nefsin hareketi ve kıpırdanması ile mümkün olabilmektedir. Nefsin hareketi ise nefse ait bir haz veya hevâ ve heves veya insanın iç dünyasındaki nefsî duygulardan kaynaklanan bir emel ya da aklın afetinden kaynaklanmaktadır. Anlaşılacağı üzere şeytan, insanın fıtratında barındırdığı nefsani özellikleri tahrik etmek suretiyle insanı yoldan çıkarmaya çalışmaktadır. Bu anlamda Mevlânâ‟nın, nefsi, insanın şeytanla imtihanının en önemli vasıtası olarak tanımladığını söyleyebiliriz. Klasik tasavvuf anlayışında nefsle mücadele dünyevi muharebeden güçtür. Çünkü nefs gizli ve insanın içinde bulunan, daim savaş hâlinde bulunan bir düşmandır ki her an fırsat gözetmektedir. Zahirî düşman ise dışarıdadır ve düşmanlığı açıktır. Onunla savaş belli bir zamanda cereyan eder ve biter. Nefs ise sürekli mücadele verilmesi gereken bir düşmandır. Mevlânâ nefsin kötü huylarının ve çirkinliklerinin bütün yönleriyle görülüp, bilinmesi durumunda sahibinin bundan korkacağını ve nefsin gücünden çekineceğini, onunla mücadeleye cesaret edemeyeceğini anlatmak için de şu hadisi nakletmiştir : “Mustafa (s.) : “Canınızdaki düşmanı size olduğu gibi anlatsam yiğitlerin bile ödü patlar. Ne yol yürümeye takatleri kalır ne de bir işin tasasına düşerler. Ne kimsenin gönlünde niyet etmeye kudret kalır ne de teninde oruç tutmaya, namaz kılmaya kuvvet.” buyurdu” Mevlânâ bu hadisi nefsin aslî tabiatının çirkinliğini izah etmek için nakletmiştir. Mevlânâ‟ya göre nefs, insanın içindedir ve ona düşmanlık yapmaktadır. Nefsin düşmanlığı küçümsenmemelidir. Nefs, yiğitlerin bile ödünü patlatacak kadar korkunç bir varlık olarak tahayyül edilmelidir. Nefs terbiye edilmemişse hiçbir ölçü ve sınır tanımaz. Ne surette olursa olsun isteklerinin karşılanmasını ister. Bunun ise ne tür çirkinliklere sebep olabileceğini insanlık, içinde bulunduğumuz şu asırda daha net bir şekilde görebilmektedir. Bu noktada Mevlânâ nefsini terbiye ettiği iddiasında bulunan ham sûfînin hâlini, kış uykusunda uyuyan bir yılanı yakalayıp Bağdat‟a getiren ve insanlara “Bu yılanı ben avladım.” diyerek çalım satan kişiye benzetir. Bağdat güneşi altında ısınarak kendine gelen yılan, yalancı avcıyı önüne katarak kovalar ve sonunda onu öldürür. Bu hikâyenin sonunda Mevlânâ : “Ey insanoğlu; senin nefsin de bir ejderhadır! Ölmüş görünse bile ölmemiştir; günah işlemek için eline fırsat geçmediğinden ötürü, gamdan uyuşmuş bir hâlde, donmuş gibi beklemektedir! Nefs güçlense, fırsat bulsa hemen Firavunluğa başlar; yüzlerce Musa‟nın, yüzlerce Harun‟un yolunu keser!” diyerek nefsin gücünün hafife alınmamasını salık vermektedir. Nefs, istekleri karşılanınca kanaat eden bir yapıdan ziyade, her defasında daha farklı zevkler ve daha fazla isteklerle insanı karşı karşıya bırakan bir yaratılışa sahiptir. Nefsin tabiatının bütün incelikleriyle tanınması durumunda en cesur insanın bile nefsin gücü karşısında korkuya kapılacağının ifade edilmesi, nefse karşı uyanık olma konusunda uyarı mahiyetindedir. Tarih insanın azgınlıkta hangi boyutlara ulaştığını gösteren bir çok ibret vesikasıyla doludur. Firavun‟un “ilahlık iddiası” bu boyutlar için bir örnektir. Aslında nefs bağlamında mücadele edilmesi gereken, insanın gayr-i meşru istekleridir. Nefsi, insan içinde insana rağmen irade ve kuvvet sahibi bir varlık olarak tanımlamak doğru olmasa gerektir. İnsan yaratılış itibarıyla bazı istekler ve arzulara sahiptir. Bu istek ve arzuların karşılanması da belli bir ölçü ve sınıra kadar meşrudur. Hatta bu istek ve arzuların tatmini evlilik örneğinde olduğu gibi teşvik edilmiştir. Burada mücadele konusu bu isteklerin kendisi değil insanın bu isteklerini gayr-i meşru yollarla tatmine çalışmasıdır. Nefsle mücadelenin anlamı da budur. Bu noktada tasavvufta nefsin kötü sıfatların mahalli olmasını da şu şekilde açıklayabiliriz. İnsanın bedensel ihtiyaçları tatmin edilmelidir. Bu tatmin zorunluluğu insanın fıtratının bir neticesi olarak karşımıza çıkar. Bu ihtiyaçların kötü olarak tanımlanması ancak gayr-i meşrû yollarla tatmin edilmesi hâlinde mümkündür. Mesela insan neslinin devamı ve başka bir çok ulvî hikmetlere matuf bulunan cinsellik hiç de kötü bir haslet değildir. Bu ihtiyacın meşrû olmayan bir yolla tatmini kötüdür. İşte bu anlamda nefsi, bedensel ihtiyaçların mahalli olarak tanımlamak bizce daha doğru bir yaklaşımdır. 2. Nefsle Mücahede Mevlânâ‟nın nefs mücahedesi ile ilgili görüşlerini a. Nefsin değeri ve hakları b. Nefsin tabiatı ve nefse hakim olmanın önemi c. Nefs, insanın imtihan vesilesidir d. Nefsle istişare e. Nefsle uzlaşının imkanı f. Nefsle mücahedede inayet-i ilahî‟nin rolü alt başlıkları altında inceleyeceğiz. a. Nefsin Değeri ve Hakları Nefs, insanın insan olması için tamamlayıcı bir unsurdur. İnsan ancak nefsi ile birlikte bir insandır. Bu açıdan nefs Allah‟ın insana ihsan ettiği büyük bir lütfudur. İnsanın Allah‟ın emirlerini yerine getirmesinde nefsin yadsınamaz bir rolü vardır. Örneğin oruç tutmak için insanın yemek ve içmek gibi temel gereksinimleri olması gerekir. Yemeğe, içmeye ve cinsel tatmine ihtiyacı olmayan bir varlığın orucundan bahsedilemez. Bu anlamda nefs, insanı Rabb‟ine götüren bir binektir. Dolayısıyla da her binek gibi nefsin de sahibi üzerinde bazı hakları vardır. Kişi kendisine emanet olarak verilmiş bu nefs bineğine iyi bakmalı ve onun ihtiyaçlarını meşru olan yollarla tatmin edilmelidir. Mevlânâ nefsin beslenmesinin çok önemli olduğunu eğer bu işte aşırıya kaçılırsa -helal olan yollardan olsa bile- nefsin tabiatı icabı bunu fırsat bilerek kötülüklere sapabileceğini ifade eder : “Acıkınca kızgın, geçimsiz, aslı kötü bir köpek oluyorsun. Karnın doyunca murdarlaşıyor, ayak üstünde duran ve hiçbir şeyden haberi olmayan bir duvar kesiliyorsun. Şu hâlde sen bir zaman pis ve murdar bir hâle geliyor, bir zaman köpekleşiyorsun. Sana yarayan köpek, ancak avlanmakta kullanacağın köpektir. Bunu böyle bil de köpeğe daha az miktarda kemik at. Çünkü köpeğin karnı doyarsa daha ziyade serkeşleşir. Bu serkeşlikle o köpek istediğin gibi ava gider mi?” Mevlânâ nefsi bir av köpeğine de benzetir. Av köpeği avcının yanında ona yardım etmek üzere ava gider. Av köpeğinin avcıya yardım edebilmesi için bakımlarının güzel yapılmış olması gerekir. Hasta ve zayıf/aç bir av köpeğinin kendisinden istenilen vazifeyi hakkıyla deruhte edemeyeceği izahtan varestedir. Bununla birlikte Mevlânâ, köpeğin aşırı beslenmesi ve şımartılmasının onu serkeşliğe sürükleyeceğini ve bu nedenle de avcının istediği yardımı yapmayacağını da ifade eder. Dolayısıyla insan da, Rabb‟ine giden yolda nefsinin kendisine yardımcı olduğunu bilmeli ve onun haklarını gözetmelidir. Ancak nefsin her türlü isteğini yerine getirmenin yanlış olduğu da bilinmelidir b. Nefsin Tabiatı Ve Nefse Hakim Olmanın Önemi Mevlânâ nefse hakim olmanın gerekli olduğunu düşünür. “Ey boşboğaz eşeğe çıplak (semersiz) bin. Peygamber çıplak binmedi mi?” demektedir. Mevlânâ bu hadisi tasavvufî bir bakış açısıyla yorumlayarak kişinin nefsine hiç taviz vermeden hakimiyeti altına alması gerektiği sonucuna varmıştır. Zikredilen hadis-i şerifte geçen “çıplak eşeğe binmek” ifadesindeki “eşek”i nefse benzeterek sen de nefsine bin ve onu çıplak eşek gibi kendi işinde kullan, ona her an hakim ol, sen onun isteklerine değil o senin isteklerine bağlı olsun demek istemiştir. Eşeğin “çıplak” olması “semersiz” oluşu anlamındadır. Bu durumda “eşeğe çıplak binilmesi” nefsinistek ve arzularının önemsenmemesi ve nefsin rahatının düşünülmemesi olarak açıklanabilir. Mevlânâ, nefsin eline fırsat geçince gerçek yüzünü ortaya çıkaracağını düşünür. Ona göre nefsin usluluğuna aldanmamalıdır. O, bu konuya aşağıdaki ifadelerle işaret etmektedir : “Senin nefsin de bir ejderhadır. O ne zaman öldü ki : Dertten, eline fırsat düşmediğinden dondu. Yoksa, Firavun‟un eline geçenler onun da eline geçse neler yapmaz?” “Ejderhayı ayrılık karı/buzu içinde tut. Sakın onu Irak güneşinin altına getirme. Ejderhan donmuş bir hâldeyken selamettesin fakat kurtuldu ve kendine geldi mi ona lokma olursun. Onu mat et de mat olmaktan emin ol. Ona pek acıma, o iyilik edilecek kişi değildir. Ercesine onu savaşa çek babayiğitçe onunla vuruş. Allah sana vuslatıyla karşılık versin. Sen ona zahmet ve eziyet vermeden, onu, uslu, rahat ve vefakâr bir hâlde tutmayı mı umuyorsun?” Mevlânâ‟ ya göre nefsi istek ve arzularından ayrı tutarak kontrol altına almak icap eder. Nefsi bir ejderhaya benzeten Mevlânâ, ejderhanın kış mevsiminde buz ve karlar içerisinde donup uyumasını ise nefsin istek ve arzularından uzak tutulması suretiyle uyutulmasına benzetir. İstek ve arzuları “Irak Güneşi”yle özdeşleştiren Mevlânâ, nefsin istek ve arzularının yerine getirilmesinin insanı nefsin elinde helake götüreceğini ifade eder. Ona göre, istek ve arzularından ayrı tutulan nefs, kişiye zarar vermeyecek bir duruma gelmiş olur. İnsanı bir istekler yumağı olarak tarif edebiliriz. İnsan, eline imkan geçince bu isteklerini gerçekleştirme peşine düşer. Tarihe mal olmuş Firavun bunun en bariz örneğidir. O elindeki bütün saltanat ve imkanı kendi nefsinin yani isteklerinin gerçekleştirilmesi amacıyla kullanmıştır. Bunun ise ne vahim insanlık dramları meydana getirdiği bilinen bir gerçektir. Ancak bu durum, sadece Firavun‟a has bir özellik olmayıp insan olan herkesin düşebileceği bir durumdur. Çünkü Firavun‟un sahip olduğu istekler heva ve heves, yaratılış icabı her insanda mevcuttur. Fakat Firavun‟un elindeki imkanlar her insanda bulunmadığı için diğer insanlar bu kötü istekleri yerine getirme imkanı bulamazlar. Bu kötülükleri yapamamak, insanlarda kötü isteklerin olmadığı anlamına gelmez. İnsan bu yüzden hiçbir günahkarı hakir görmemeli ve kendisinin de bu kötülükleri yapabilecek bir nefse sahip olduğunu hatırından çıkarmamalıdır. Nefsin eşeğe benzetilmesi Mesnevî‟nin bir başka yerinde daha açık bir şekilde ifade edilir : “Eşek nefsin kaçıyor, onu bir kazığa bağla, ne zamana kadar iştenyükten kaçacak?” Mevlânâ, eşeğin işten-yükten kaçmasıyla nefsin Allah‟a itaatten yüz çevirmesini, onu bir kazığa bağlamak ifadesiyle de insanın Allah‟ın emir ve yasaklarına boyun eğerek teslim olmasını anlatmak istemiştir. c. Nefs, İnsanın İmtihan Vesilesidir Mevlânâ aklını nefsine hakim kılanın meleklerden daha yüce, şehvetini aklına üstün kılanınsa hayvanlardan daha aşağı olduğu anlayışına sahiptir : “Yaratıklar üç kısma ayrılır : Birincisi meleklerdir. Bunlar sırf akıldır. İbadet, kulluk ve zikir yaratılışlarında vardır. Onların besini ve yiyecekleri budur, bununla yaşarlar. Melekler hakkında teklif yoktur. Çünkü onlar şehvetten sıyrılmış, temizlenmiştir. Böyle şehvette meşgul olmaması ve nefsinin istediği şeylere yerine getirmemesi ne büyük bir devlettir. İşte bunlardan sıyrılmış, temizlenmiş olunca tabiatıyla onun için hiç bir mücahede bahis konusu olamaz. İbadette bulunsa dahi bunu ibadetten saymazlar; çünkü bu onun yaratılışının icabıdır. Esasen onsuz yaşayamaz. İkincisi, hayvanlar sınıfıdır. Bunlar sırf şehvettir; kötülükten kendilerini alıkoyan akılları yoktur ve üzerlerin teklif vaki olmamıştır. Üçüncüsü akıl ve şehvetten mürekkep olan zavallı insandır. Bunun üzerine teklif vaki olmuştur; yarısı melek yarısı şehvet; yarısı yılan yarısı balık. Balık olan tarafı onu suya çekiyor, yılan olan tarafı toprağa, bunlar birbiriyle keşmekeş içince ve değişmektedirler.” Yine o, “Melekler bilgisiyle hayvanlar bilgisizliği ile kurtuldu. İnsanoğlu bu ikisi arasında keşmekeşte kaldı. İnsanların bazısı o kadar akla uydular ki tamamen melekleştiler, sırf nur oldular. Onlar veliler ve nebilerdir. Ümit ve korkudan kurtulmuşlardır. Şehvet bazı kimselerin akıllarına galip geldiğinden onlar tamamen hayvanlaşmıştır; bazıları da keşmekeş içinde kalmıştır.”demektedir. Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi insanı hayvanlardan ayıran özellik aklıdır. Aklı olmayan bir insanın, insan olması söz konusu değildir. Aynı şekilde insanın nefsinin bulunması da onu insan yapan diğer bir unsurdur. Meleklerin kendilerini engelleyecek nefsleri, hayvanların da kendilerini yükseltecek akılları yoktur. Her ikisine de sahip olan insan, engelleyici nefsine rağmen yükselebiliyorsa meleklerden daha üstün; aklı olmasına rağmen olumsuz düşünce ve davranışlar içinde oluyorsa hayvanlardan daha aşağı bir noktaya gerileyebilmektedir. Bunun anlamı ise insanın istek ve arzularını sınırlayabilme kabiliyetine sahip olarak yaratıldığı ve eğer bunu başarabilirse istek ve arzusu olmayan meleklerden daha üstün, başaramazsa bu kabiliyetten yoksun olan hayvanlardan daha aşağı olabileceğidir. d. Nefsle İstişare Mevlânâ insanın kendi kendisiyle konuşmasını da değerlendirir. Tasavvuf terminolojisinde “nefs-i nâtıka”olarak karşılığını bulan bu konu Mevlânâ tarafından “nefsle istişare etme başlığı” altında incelenmiştir. Nitekim Mevlânâ; “Nefsinle meşveret edersen o aşağılığın dediğine uyma aksini yap. Hatta sana namaz kıl, oruç tut diye emretse bile, nefs hilecidir. O emriyle bile sana bir hile kuracaktır. Yapacağın işte nefsinle meşveret etmek ve ne derse aksini yapmak kemaldir.” der. Burada insanın kötülükleri emreden nefsiyle müşavere ederek onun tavsiyeleri doğrultusunda hareket etmesinin insanın aleyhine sonuçlar doğuracağına vurgu yapılmaktadır. Nefs de bilgisizliği ve hamlığı sebebiyle savunduğu fikirlerinin zıddına gidilmesi gereken bir durumdadır. “Sana namaz kıl, oruç tut diye emretse bile, nefs hilecidir. O emriyle bile sana bir hile kuracaktır.” cümleleriyle Mevlânâ, nefsin mutlak surette şerri emredeceğini ifadeden ziyade insanın yapmaya niyetlendiği herhangi bir olumlu/hayırlı işte bile niyetini sorgulaması gerektiğini izah etmeye çalışır. Çünkü insanın doğruyu yapması/yaşaması önemli olduğu kadar niyetinin halis olması da mühimdir. Belki de niyetinin halisliği amelinden de ehemdir. Bu açıdan düşünüldüğünde kişinin hayır ve taat anlamında hangi işe kalkışırsa kalkışsın önce niyetini kontrol/tashih etmesi gerekir. Hz. Peygamber‟in amellerin niyetlere göre değer kazandığını bildiren hadis-i şerifi bu konuyu izah sadedinde düşünülebilir. e. Nefsle Uzlaşının İmkanı Mevlânâ, nefsle mücadelede asla bir uzlaşmanın olamayacağını düşünür. Konuyla ilgili olarak, “Nefs üç köşeli dikendir ne çeşit koysan sana batar. Ondan kurtulmana imkan mı var? Hevâ ve hevesi terk etme ateşini vur şu dikene.” der. Anlaşılacağı üzere Mevlânâ‟ya göre nefs asla verilene razı olup kanaat etmez. Nefse verilecek hiçbir taviz onu tatmin etmez. Bu yüzden insan nefsiyle anlaşmayı muhal bilmeli ve onunla savaşmadan başka bir yolu olmadığını kavramalıdır. f. Nefsle Mücahedede İnayet-i İlahî’nin Rolü Mevlânâ, Allah‟ın inayeti ve yardımı olmadan kişinin tek başına nefsini terbiyesinin mümkün olmadığını düşünür. Mevlânâ nefsi cehenneme benzetir. Kur‟an‟da ifade edildiği üzere Allah Teâlâ cehenneme, “Doydun mu?” diye sorar, cehennem ise “Daha yok mu?” diye cevap verir. Bu cevap üzerine Cenab-ı Hak kudret ayağını cehennem üzerine koyar ve böylece cehennem sakinleşir. Nefs de cehennem gibi daima sahip olduklarından daha çoğunu ister ve elindekine razı olmaz. Onu da ancak Allah‟ın inayeti sakinleştirebilir : “Bizim bu nefsimiz de doymamak hususunda, cehennemin bir cüzü- dür… Nefsin cehennem ateşini, ancak Cenâb-ı Hakk’ın kudret ayağı bastırır, söndürür. Zaten azgın nefsi öldürecek oku da Cenâb-ı Hakk’tan başkası atamaz.” Görüleceği üzere nefsin terbiyesinin ancak Allah‟ın kudret ve inayetiyle mümkün olabileceğini ifade eden Mevlânâ bu düşüncesiyle kulun kişisel gelişiminde Rabb‟ine dua ve niyaz hâlinde olmasını salık verir. Hz. Peygamber‟in nefsten Allah‟a sığındığı da ehlince malumdur. 3. Nefsle Mücahedenin Yorumu ve Bir Öneri İnsanın kendisiyle mücadelesini tavsiye eden tasavvufî düşünce üzerinde durmak isteriz. Acaba insan kötü düşünce ve davranışlarından nasıl uzaklaşabilir? Modern eğitimde insanın yaptığı olumlu bir eylemden sonra ödüllendirilmesinin o olumlu eylemi tekrar etmesine yardımcı olacağı savunulur. Yine olumsuz bir eylem yaptığında ise sorumluluğu kendi üzerine alarak bu sonuca nasıl ve niçin geldiğini düşünmesi ve bu hatayı sorgulaması salık verilir. Dikkat edilirse olumsuz eylemde birey bütün sorumluluğu kendi üzerine almaktadır. Bu durum onun kişisel gelişiminde önemli bir rol oynar. Klasik tasavvuf düşüncesinde olumsuz eylemin sorumluluğu nefsin üzerindedir. Nefs terbiye edilmediğinden veya tabiatı icabı azgın/emmâre olduğundan bu durum normaldir. Olumsuz eylemin sorumluluğunu bir başka varlığa atan birey bu hâliyle kişisel gelişimini/tekamülünü de durdurmuş olmaktadır. Aslında nefs tezkiyesinden amaç bireyin karakter eğitiminden başka bir şey değildir. Kendisince olumsuz gördüğü yanlarını düzeltmeye çalışması ve kendini istediği bir hâle getirmeye uğraşması kısaca mevcut hâlden istenilen hâle doğru kendi vücut ülkesinde yine kendisine karşı bir savaş vermesidir. Bu ise bütün teşviklerin üstünde olan bir durumdur. Psikolojide bireyin kendisiyle barışık olması hâli olarak da tarif edilen bu durum nefs tezkiyesinde de en büyük teşvik unsuru olarak salık verilmelidir. Nefs kavramını klasik anlamda “insanın içinde mevcut, kötülük potansiyeli taşıyan düşman bir güç” olarak tanımlamak yerine, “insanın istek ve arzularının bütünü” şeklinde tanımlamak sanırız bu soruna farklı bir pencere açabilecektir. Olumsuz bir eylemi gerçekleştiren birey, yaptığını, kendine hakim olamamak, istekleri karşısında iradeli davranamamak vb. sebeplerle kendisinden kaynaklanan bir durum olarak tanımlarsa bu duruma bir çözüm bulma noktasında harekete geçebilecektir. Aksi hâlde “Benim nefsim zaten kötülüğü emredicidir…” vb. yaklaşımlar içerisinde olursa kendisini değiştirmek/geliştirmek yolunda bir adım atmaya da gerek görmeyecektir. Önerdiğimiz bakış açısının bir diğer yararı da bireyin iç çatışmadan kurtulmasını temin etmesidir. “Nefsle mücadele” düşüncesi bireyi kendi içinde bir çatışmaya sürüklerken, “İyi veya kötü bütün eylemlerimden ben sorumluyum.” düşüncesi böyle bir iç çatışma meydana getirmez. Bu yaklaşımı pratik bir örnekle izah etmek isteriz. Sabah namazına kalkamamış bir birey genellikle şu iki şekilden biri tarzında düşünür : 1. “Ey kötü nefsim! Yine beni sabah namazına kaldırmadın. Tembellik ettin. Ben sana yapacağı bilirim…” 2. “Yine sabah namazına kalkamadım. Acaba nerede hata yapıyorum. Akşam biraz daha erken yatarsam sabah namazına kalkabilirim…” Görüldüğü üzere birinci tarz düşüncede, suç başka bir varlığa atılmakta sorumluluk nefse yüklenmektedir. Dolayısıyla kişisel bir yapılanmadan ziyade bir savaşım hâline girilmektedir. İkinci tarz düşüncede ise birey, sorumluluğu kendi üzerine almakta ve bu süreç bireyi yapılanmaya yönlendirmektedir. Sonuç Tasavvuf literatüründe geniş ölçüde tartışılan nefs ve nefsin mahiyeti konusuna Mevlânâ‟da eserlerinde yer vermiştir. Nefsin insanın şeytanla imtihanının vasıtası olduğundan hareketle o, nefs ile mücahede edilmesi gerekliliğine inanır. Ona göre nefs insanın içinde bulunan bir iç düşman/ejderhadır. Mevlânâ‟ya göre nefsin istek ve arzularını gemlemek gerekmektedir. Nefsi bir ejderhaya benzeten Mevlânâ, ejderhanın kış mevsiminde buz ve karlar içerisinde donup uyumasını ise nefsin istek ve arzularından uzak tutulması suretiyle uyutulmasına benzetir. İstek ve arzuları Irak güneşine benzeten Mevlâna nefsin istek ve arzularının yerine getirilmesinin insanı nefsin elinde helake götüreceğini ifade eder. Ona göre, istek ve arzularından ayrı tutulan nefs, kişiye zarar vermeyecek bir duruma gelmiş olur. Yine Mevlânâ, nefsle herhangi bir anlaşmanın mümkün olamayacağını ve nefse verilen hiçbir tavizin onu tatmin etmeyeceğini vurgular. Mevlânâ nefsin de insanın üzerinde bazı hakları olduğunu düşünür. Bu düşüncesini açıklamak üzere o, nefsi bir av köpeğine benzetir. Av köpeğinin avcıya yardım edebilmesi için bakımlarının güzel yapılmış olması gerekir. Hasta ve zayıf/aç bir av köpeğinin kendisinden istenilen vazifeyi yerine getiremeyeceğini anlatır. İnsan da, Rabb‟ine giden yolda nefsinin kendisine yardımcı olduğunu bilmeli ve onun haklarını gözetmelidir. Ancak nefsin her türlü isteğini yerine getirmenin yanlış olduğu da bilinmelidir. Ayrıca Mevlânâ, nefsin terbiyesinin ancak Allah‟ın kudret ve inayetiyle mümkün olabileceğine inanır ve bu düşünceden hareketle kulun kişisel gelişiminde/tekamülünde nefsinin ıslahı için Rabb‟ine dua ve niyaz hâlinde olmasını salık verir. Ruh, nefis ve benlik üzerine soruşturmalar İngilizcede ruh sözcüğünün karşılığı olarak, tespit edebildiğim kadarıyla, sıklıkla psyche, spirit, soul ve tin kelimeleri kullanılmakta. Aynı olgu için, benzer çağrışımlı farklı sözcüklerin varlığı, bu sözcüklerin, o olgunun farklı görünümlerine ya da farklı yönlerine işaret ettiği şeklinde yorumlanabilir. Diğer yandan mutlak anlamda eş anlamlı sözcüklerin varlığını ileri sürmenin, sahici bir anlama girişimini akamete uğratması olasıdır. Buradan hareketle, sözgelimi ruh'u tanımlamak için kullanılan sözcüklerin çeşitliliği, ruh kavramının farklı yüzlerine gönderir. Sırasıyla değinelim. Psyche, daha çok psikoloji ve psikiyatri gibi modern çalışma alanlarının ruh'u tanımlamak için kullandıkları, ruhun (psikoloji ve psikiyatrinin ölçme araçlarıyla ölçülebilecek) davranışa yakın kısımlarına karşılık gelen bir sözcüktür. Aslında psikoloji ve psikiyatrideki psyche, nefs'in karşılığı olarak kullanılmaktadır. Ancak Türkçede hâlâ bu konuda kavramsal bir kargaşa olduğu için, psyche çoğu kimse tarafından Türkçeye ruh olarak çevrilmektedir. Oysaki psikoloji ve psikiyatri alanındaki çalışmalar gözden geçirildiğinde, psyche'den kastın, bugün anladığımız manada ruha dair bir içerikte olmadığı rahatlıkla görülecektir. Ruhun karşılığı olarak kullanılan diğer kelimelere geldiğimizde. Spirit, daha çok teologlar, mistikler tarafından ruhun ampirik olarak anlaşılamayacak sezgisel alanına dair (metafizik) kısımlarını temsil etmektedir. Spirit sözcüğü, dinsel dilin ruhtan anladığı çağrışımlarla büyük ölçüde örtüşmektedir. Dahası, spirit sözcüğü can manasında ruhu tanımlamak için de kullanılagelmektedir. Soul ise halkların genel olarak ruh'u temsil ettikleri kavramın adıyken; tin, felsefi olarak ruh'a denk düşmektedir. Bu sözcüklerin yanında mind sözcüğü de bazı metinlerde ruh sözcüğünün karşılığı olarak kullanılabilmektedir. Yaygın kullanım olarak mind; zihin, akıl gibi anlamlarda kullanılsa da grup ruhu gibi kavramsallaştırmalarda group mind sözcük öbeği kullanılmaktadır. Psikoloji, düz ve oldukça kötü bir çeviriyle ruh bilimi demek iken, klasik psikoloji eğitiminin verildiği önceki medreselerde, aynı dersin adı İlmü'n-Nefs'tir, yani nefis ilmi. Klasik tedrisatta psikolojiye İlmü'n-Ruh denmemiştir. Zira İslami bilinçte ruhun bizatihi kendisi, üzerine çok fazla spekülasyon yapılmaması gereken bir şey olarak ele alınır. Bu durumun temel belirleyici iki faktörü, Kuran-ı Kerim ve Muhammet Peygamberin ruh ile ilgili ifadeleridir. İslam bilginleri, hakkında az bilgi verildiğine inandıkları ruh üzerine konuşmak yerine, onun belki de işlevlerinden biri olan nefis üzerine konuşmayı tercih etmişlerdir. O yüzden ruh ilmi yerine nefis ilmi kullanımı söz konusudur. Nefis sözcüğünü, ruh sözcüğü gibi bir süreklilik olarak ele almak pek çok anlamsal kargaşayı önleyebilir. Esas itibariyle nefis kelimesi Arapça kökenli bir sözcük olup sözlük karşılığı 'kendi' demektir. Ancak nefis; kişilik (personality), benlik (self), insan ruhu (human soul) ve arzu (desire) gibi anlamlarda sıklıkla kullanılabilmektedir. Peki, nefis nedir? Nefis sözcüğünün halklar arasındaki çağrışımları çok olumlu olmasa da esasında nefis 'iyi' ve 'kötü'yü yapma potansiyelini içinde barındıran dinamik bir enerjidir. Nefis sözcüğüne modern psikolojide benzeyen bir kavram arayacaksak, belki de sosyal psikoloji literatüründe çokça çalışılan benlik (self) kavramı işimizi görebilir. Bu iki kavramın birebir aynı kavramlar olduğunu söylemek çok iddialı olabilir; fakat iki kavramın zihinlerde demirlemiş sosyal temsilleri birbirine yakın görünmektedir. Peki, benlik nasıl tanımlanabilir? Sosyal psikoloji literatüründe benliğe dair kocaman bir külliyat bulmak işten bile değildir. Fakat burada sosyal psikolojik açıdan benlik yerine, benliği kavramsal olarak anlamaya çalışıyorum. Bu bakımdan benlik çalışmalarını yabana atmadan, sadece bu yazıda belki paranteze alma teşebbüsüyle incelememe devam ediyorum. Benlik, insanın kendini, eşyayı ve hayatı kavrama biçimine göre dünyanın farklı bağlamlarında farklı biçimlerde tanımlanabilir. Örneğin Fransız antropolog ve etnolog Strauss'a göre, benlik Batı'da insana dair olanın nedeni (öznesi ya da faili); Japonya'da ise denilebilir ki bunun kontrastında, sonucu (çıktısı) yani eylemlerin neticesinde kazanılması gereken bir benlik bilinci olarak sonucu; Çin ve Hindistan gibi ülkelerde ise benlik yok edilmesi gereken olarak tasavvur edilmektedir. Türkiye'deki benlik anlayışı ise, bana göre, bölgeler arasında farklılıklar göstermesine rağmen genel olarak Japonya'daki benlik kavrayışına benzemektedir. Zira bu topraklarda benlik, yok edilmesi gereken ya da insana dair olanın temel faili, öznesi olarak değil; terbiye edilmesi ve dolayısıyla benlik bilincine ulaşılması gereken bir sonuç olarak anlaşılmaktadır. Dahası, benlik iyi ve kötüyü potansiyel olarak içinde barındıran ve enerjisinden istifade ederek hayatı yaşanabilir kılan bir şey olarak anlaşılmaktadır ki tıpkı nefis gibi. Bu açıdan benlik yerine nefis kelimesini kullanmakta bir beis görmüyorum, tabii kavramların gönderme yaptıkları bağlamların bilincinde olunması hâlinde. Sosyal bilimcilerin teleskopu, mikroskobu, gönyesi ya da deney tüpü kelimeler ve kavramlardır. Bu açıdan duyusal alanda doğrudan gözlenemeyen işleyişi anlaşılabilir ve açık kılmak adına, sosyal bilimcilerin kendi dilinin kavramsal ağı konusunda yetkinleşmesi şart görünüyor. Aksi takdirde, şu anda olduğumuz gibi, esasında bu toprakların anlam repertuarına çoğu zaman uymayan ithal kelime ve kavramların, hatta teorilerin; deyim yerindeyse Türkiye bayisi olmaktan öteye gitme şansımız pek görünmüyor. NUMUNE BİR NEFİS TEZKİYESİ Aziz Mahmud Hüdâyî : -kuddise sırruh- Milâdî 1541 yılında Şereflikoçhisar’da dünyaya geldi. Medrese tahsilini İstanbul’da tamamladı. Hocası Nâsırzâde ismindeki zât Edirne’ye müderris, Mısır ve Şam’a kadı tayin edildiği yıllarda onu da yanından ayırmadı. 1573’te Mısır’dan dönüşünde Bursa Ferhâdiye medresesine müderris ve Câmi-i Atik mahkemesi’ne nâib tayin edildi. Üç sene sonra, hocasının vefatı ile Bursa kadılığına getirildi. Kadılığı esnasında bir gece rüyasında kıyametin koptuğunu, sırat ve mizan kurulduğunu, sâlih kişiler olduklarını zannettiği pek çok kimsenin, hususiyetle çok sevdiği hocası Nâsırzâde’nin de cehennemlikler arasında bulunduğunu gördü. Bu korkunç rüyanın verdiği dehşet ve teessür içindeki günlerde mahkemeye bir dâvâ getirildi. Boşanma dâvâsı ile huzuruna gelen bir kadın, kocasının her sene Hacc’a niyet ettiği halde gitmediğini ve o sene yine Hacc’a niyet ettiği halde gitmediğini ve o sene yine Hacc’a niyet edip eğer gitmezse kendisini üç talâkla boşayacağını söylediğini, fakat arefe gününe kadar gitmediği halde kurban bayramı günlerinde birkaç gün ortadan kaybolduktan sonra meydana çıkarak Hacc’a gidip geldiğini söylemek suretiyle yalan konuştuğunu, bu itibarla talâkın gerçekleşmesini istedi. Yanında bulunan kocası ise, arefe gününe kadar memleketinden ayrılmadığını kabul etmekle beraber, Hacc’a gidip geldiğini, hatta orada görüştüğü arkadaşlarından dönüşlerinde şâhitlik yapmalarının istenebileceğini söyleyerek talâkın gerçekleşmediğini savundu. Dâvâ, kadı Mahmud efendi tarafından hacıların dönüşüne kadar tehir edildi. Hacılar döndükten sonra ise, kocanın iddiasında doğru olduğu hacı arkadaşlarının şâhitlikleri ile anlaşıldı. Bunun üzerine kadı Mahmud efendi talâkın vâki olmayacağına dair hükmü ilân etti. Kararı açıklamakla beraber bu işin nasıl olduğunu ve gidiş-gelişin ne şekilde gerçekleştiğini adamdan gizlice öğrenmek istedi. O da eskici Mehmed Dede adı ile anılan bir zâtın mânevî delâletiyle tayy-i mekâna nâil olduğunu söyleyince, Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri Mehmed Dede’ye başvurarak inabe talebinde bulundu. Mehmed Dede ise : “Nasibin bizden değildir, Hazret-i Üftade’dendir, varın ona müracaat edin.” deyince dünyevî meşgalelerini terkederek Üftade -kuddise sırruh- Hazretleri’ne intisap etti. Hazret-i Üftade -kuddise sırruh- ondan; önce mal ve mülkten, ikinci olarak memuriyetten feragat etmesini ve üçüncü olarak da nefsini ayaklar altına almasını istedi. O da bütün bunları tereddütsüz kabul ederek şeyhinin irşad halkasına katıldı. Şeyhine verdiği sözleri yerine getirerek önce mal ve mülkünü fakirlere dağıttı, sonra da memuriyeti terk etti. Arkasından da nefsini ayaklar altına alabilmek için çok sıkı bir riyazete başladı. Hazret-i Üftade -kuddise sırruh- bir gün müridine : “Haydi evlâdım! Bir sırık ciğeri omuzuna alarak Bursa sokaklarında dolaşıp satmalısın.” Diye emretmiş, Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri de hiç tereddüt etmeden sırığı samur kürkün üzerine almış ve Bursa sokaklarında : “Ciğerci... Ciğerci!...” diyerek satmaya başlamıştı. Bu hâli gören ahâli : “Kadı çıldırmış!” diyerek aleyhinde bir sürü dedikodular uydurdular. Fakat o, bu şekilde nefsini kırıp ruhunu yükseltmek için, bu söylenenlerin hiç birine aldırmadı. Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri ciğer satma vazifesini kemâl-i ihtimamla yerine getirdikten sonra onu dergâhın helâlarını temizlemeye memur etti. Bir gün abdesthaneleri yıkarken kulağına davul-zurna ve dümbelek sesleri geldi. Meğer kendisinin yerine, yeni tayin olunan kadı geliyormuş ve halk onu karşılamakla meşgul imişler. Hazret halkın bu âdetini bildiği için, sesleri duyunca kendi kendine : “Yeni kadı geliyor hâ!... Biçare Mahmud, sen böyle bir mesleği bıraktın, şimdi abdesthanelere hizmetkâr oldun!” Diyerek nefsinin iğfaline kapıldı. Hatırından bir an bunlar geçince derhal toparlandı ve : “Mahmud! Sen şeyhine, nefsini ayaklar altına alacağına dair söz vermedin mi?” Diyerek kalbinden geçen bu hâle tevbekâr olmuş ve elindeki süpürgeyi atarak taşları sakalıyla süpürmeye başlayacağı bir anda şeyhi yetişmiş ve : “Evlâdım! Sakal mübarek şeydir, onunla böyle bir şey yapılmaz.” diyerek omuzundan yakalamış, sonra da : “Maksat bu mertebeyi atlatmaktı.” buyurmuş, sâdık müridini içeriye alıp dergâha götürmüştü. Kemâliyet lâf ile değil, yaşama iledir. Bunlar bu yolda hep birer vartadır, birer imtihandır. Şeyhine karşı teslimiyet ve merbudiyet sayesinde bu imtihanlar atlatılabilir. Bütün bunlar ilâhî takdirin tecelliyâtıdır. Allah-u Teâlâ bu lütfu ona bahşedecekti, takdirinde vardı, imtihanın neticesinde takdir olunan bu lütfa nâil oldu. Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri şeyhinin taht-ı terbiyesinde her geçen gün mânevî tecellîlere nâil oluyor, ruhu olgunlaşıyordu. Nefsini tezkiye ile kalbini tasfiyeye muvaffak olan Hazret, artık nebâtâtın bile tesbihini duyar hâle gelmişti. Üç yıl gibi kısa bir zamanda seyr-ü sülûk’unu tamamladı ve irşada mezun oldu. Şeyhinin vefatından sonra Rumeli’ye gitti. Trakya ve Balkanlar’da bir süre kaldıktan sonra İstanbul’a geldi. Bu arada Üsküdar’da kendi dergâhını inşa etti. Halktan sultanlara kadar uzanan geniş bir tesir sahası meydana getirdi. Dergâhı her zümreden insanlarla dolup taştı. Akın akın gelenler, hasta kalplerine şifâ olan sohbetlerine kavuştular. Devrin padişahları ona hürmette kusur etmediler. Milâdi 1628 yılında seksen yedi yaşında olduğu halde vefat etmiştir. Cenazesi büyük bir merasimle kaldırılmış ve zâviyesinde bizzat kendisinin yaptırdığı türbeye defnedilmiştir. Hususiyetle mensupları, sevenleri ve türbesini ziyaret edenler hakkında : “Denizde boğulmasınlar, âhir ömürlerinde fakirlik görmesinler ve imanlarını kurtarmadıkça gitmesinler.” Şeklindeki duâsı, türbesini ziyaretçisi en çok olan türbeler arasına sokmuştur. • NEFİS VE DERECELERİ Ulvî olan ruh, bu karanlık cesetle birleşince yedi perde ile aslî hâlinden perdelenmiştir. Bu perdelerden her birine nefsin dereceleri veya makamları denir. Tam yedi perdeli hâli “Nefs-i emmâre”dir. Bir perdenin kalkmasıyla “Levvâme”, iki perdenin kalkmasıyla “Mülhime”, üç perdenin kalkmasıyla “Mutmainne” gibi isimler alır. Daha sonra “Râziye”, “Mardiyye”, “Sâfiye” gibi dereceler gelir. Birinci nefisten yedinci nefse doğru gelindikçe ve her perde kalktıkça; cismâniyet, zulmâniyet, kesafet azalırken, derece derece ruhâniyet, nûrâniyet ve letâfet artar, ruha mânevî âlemden ışıklar sızar. Tam perdeli hâlinde ise hiç ışık sızmaz. Perde sayısı azaldığı nispette nefis saflaşır. Farz-ı muhal ki bir şeyin üzerine örtü örtülmüş. Bu örtüyü yağmur, rüzgâr, güneş yıkıp yakıp yıpratıyor. Perde zayıfladıkça örtülen şey yavaş yavaş belirmeye başlıyor. İşte kişinin kalbi de yedi kalın perde ile örtülüdür. Bütün perdelerin kalkması hâlinde ise tamamen nur kesilir. Bu makam, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in makamıdır. Altı derecenin ismi Kur’an-ı kerim’de açık olarak zikrediliyorsa da, “Nefs-i sâfiye” Âyet-i kerîme’lerin işaretlerinden anlaşılmaktadır. Her nefsin bir âlemi, bir seyri, bir hâli, bir vâridi, bir yeri, bir müşâhedesi, bir ismi, bir nuru vardır. 1. Nefs-i Emmâre : İnsanı zorla kötülüğe sürükleyen nefistir. İnsânî ruh, hayvânî ruhun şehvânî arzularına boyun eğerek ona itaat eder, bütün hallerinde ona muvafakat edip hükmü altına girerse, onun bu hâline “Nefs-i emmâre” denir. Nefs-i emmâre hâlindeki insanın kalbi, cisme âit nimetlerle şehvetlere dalar, hâlini değiştirir. Mevlâ’dan uzaklaşır. Daha önce âmir iken, memur durumuna düşer. Eğer kalp, bu mertebede uzun müddet beklerse, onun artık gayb âlemine yönelmeye gücü de kalmaz. Zira gayb ayna gibidir. Toz ve pastan arınmış oldukça, insan onda şekilleri net ve berrak olarak görür. Uzun zaman parlatılmazsa, pas onun cevherini büsbütün kaplar. Parlatmak da körlüğünü gidermez. Böylece aynalık özelliğini kaybetmiş olur. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar : “Şüphesiz ki her şeye cilâ verecek bir âlet vardır, kalbin cilâsı ise zikrullahtır.” (Câmiu’s-sağîr) Kalp, gayb âlemine yönelerek mâsiyetlerden kaçarsa, zikirle-fikirle perdeler açılmaya gayret edilirse, pas ve bulanıklıklar tamamen silinir. Eşyanın hakikatlerine, ince mânâlara ve ilâhî tecellîlere istidat kazanmış olur. İndiği makamlara tekrar yükselir. Nitekim Allah-u Teâlâ bir Hadîs-i kudsî’de : “Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.” buyurmuştur. (K. Hafâ : 2256) Mümin kulun kalbine sığmaktan maksat, “Kalbine tecellî eder.” demektir. Yoksa “Allah kulların kalbine girer.” demek değildir. Birinci makamda insânî ruh, şehvânî nefse yenilip kötülüğü emredici olduğundan emmâre adını almıştı. Âyet-i kerime’de : “Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder.” buyuruluyor. (Yusuf : 53) Çünkü nefis iradeyi emer. Yuları taktığı zaman, bilse de bilmese de çeker götürür. Beşerin nefsi aslında daima fenâlık tarafına meyleder, bütün gücüyle kötülüğü telkin eder. Onun tabiatında şehvete, günaha, her türlü kötülüğe meyil vardır. Nefis kendi gücünü ve emrindeki silâhlarını o yönde kullanır. Bundan dolayıdır ki insan sırf kendi nefsinin arzularında kalırsa fenalığa sürüklenir. “Ancak Rabb’imin merhamet edip koruduğu hariç.” (Yusuf : 53) Allah-u Teâlâ rahmet edip hidayetini eriştirdiği vakit, Rahmânî kuvvet nefsânî kuvvete galip gelir, onun emrini hükümsüz kılar ve gücünü kırar. Böylece nefis ilâhî emre uyar, kendi emrini terkeder, kötülükten uzak kalır. “Şüphesiz ki Rabb’im bağışlayandır, merhamet edendir.” (Yusuf : 53) Birçok hallerde nefislerin tabiatları icabı uğradıkları meyil ve istekleri Allah-u Teâlâ kendi mağfiretiyle örter ve önler, onların fiiliyata çıkmasını engeller, günahını itiraf edip bağışlanma dileyenleri de bağışlar. Böyle bir kimse rehbere ulaştığı zaman, nefsin çektiği ipi koparır, onu nefisten sıyırır, lâzım gelen tâlim ve terbiyesini verir ve o kimse uyanır. Artık var gücüyle temizliğe girişir, nefis işgali altındaki kalp evini kurtarmaya çalışır. • Bu nefsin seyri “İlâllah”tır, yani Allah’a doğrudur. Âlemi, bu görünen şehâdet âlemidir. Yeri göğüstür. Hâli meyildir. Yolu şeriatın dış ölçüleridir. Sıfatları : Cehâlet, cimrilik, hırs, kin, kibir, gadap, şehvet, tamah, hased, kötü huyluluk, boş ve faydasız şeylerle uğraşmak, istihzâ, ahmaklık, unutkanlık, buğz, çabuk isyan, çok yemek, çok içmek, çok konuşmak, fazla neşe, âvârelik, şımarıklık, din ehlinin hâlini inkâr... ve benzerleridir. Nefs-i emmâre de Rabbânî bir latîfedir. Şu kadar var ki, kötülüklere meyletmesi, şehvetlere düşkün olması sebebiyle pislenmiştir. Şehvet düşkünü hayvânî nefsin hükmü altında kalıp ona uymakla hayvanların yoluna girmiştir. İnsan için de en büyük düşman hâline gelmiştir. Şeytan onun askerinden olup, ondan kuvvet bulmuştur. Hâdis-i şerif’te : “En şiddetli düşmanın, iki yanın arasındaki nefsindir.” buyuruluyor. (Beyhakî) Çünkü zâhirî düşman ikram ve ihsanlar karşısında dost olup sadâkat gösterebilirken, nefis lütuf ve ihsandan anlamayıp zararını daha da çoğaltır. Nefs-i emmâre’deki bir insan, kötülük yapmaktan en ufak bir pişmanlık duymaz, yaptığından hiçbir pişmanlık duymayan hayvana benzer. Fâsıklar, kâfirler ve münâfıklar nefs-i emmâre grubuna girerler. Nefs-i Emmâre Derecesinde Bulunan İnsanlar Üç Sınıftır : 1. Allah-u Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmeye çalışır, nehiylerinden kaçınmaz. “İstediğini yap ölümü tadacaksın, Dilediğin gibi yaşa sonunda ayrılacaksın.” 2. Allah-u Teâlâ’nın emirlerine itaat etmediği gibi, nehiylerinden de kaçınmaz. Fakat itaat edenleri sever. “Dünyânın muhabbeti âhiret saâdeti, Hangisini tercih edersen nefsini ona satmış olursun.” 3. İsmi İslâm’dır. Fakat İslâm’ın hiçbir emrini yerine getirmediği gibi, İslâm’ı ve müslümanları sevmez. “O ki tasdik etmez sünneti kitabı, Susmak konuşmamaktır onun cevabı.” • Nefs-i emmâre derecesinde bulunup da oradan uzaklaşmak için herhangi bir gayret sarfetmeyenler, kendilerinde ıslah alâmetleri görülmeyenler cehennemde bulunmaya devam edenlerdir. İnsanın belli bir süreye kadar yaşama garantisi olmadığı gibi, nerede ve ne zaman ne şekilde öleceğini de hiç kimse bilemez. Bunun içindir ki gelecek için şimdiden hazırlık yapmalı ve insanoğlu bulunduğu yolun “Hidayet yolu” olup olmadığını enine boyuna tahkik etmelidir. Gittiği yolun “Allah yolu” olduğunu gösterecek sağlam delilleri olmalıdır. Kendisinden önce, bulunduğu yola koyulmuş insanların hedeflerine emniyet içinde varabildiklerini müşahede etmiş olmalıdır. 2. Nefs-i Levvâme : İnsânî ruh, emmâre iken işlediği günahlardan ve kötülüklerden pişmanlık duyar ve kendisini kınamaya başlarsa, onun bu hâline “Nefs-i levvâme” denir. İkinci makama yükselen sâlikin artık kalbindeki yedi perdeden birisi kalkmıştır. İbâdetlerini yapar, yasaklardan kaçınmaya, emr-i ilâhi’yi yerine getirmeye çalışır. Buna rağmen yine günah işler, fakat hemen arkasından da pişman olup tevbe eder. Bu gibi kimseler için de iyi vaadler vardır : “Onlar ki günahın büyüklerinden ve hayâsızlıklardan kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar işleyebilirler. Şüphesiz ki Rabb’inin mağfireti geniştir.” (Necm : 32) Bu makamın seyri “İlallâh”tır. Âlemi, berzah âlemidir. Yeri gönüldür. Hâli muhabbettir. Yolu tarikattır. Sıfatları : Kınama, haset, kötü fikir, ucb, işret, halkla çekişme, kahır, temennâ, körü körüne tevekkül, gizli riyâ, makam sevgisi ve şehvet tutkusudur. Nefs-i emmâre’nin bir kısım sıfatları hâlâ mevcut olmasına rağmen hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak görür ve bilir. Şeriat ameli ve muhabbeti eksilmez. Kötü hallerinden dolayı üzülür. Fakat o kötü sıfatlardan kurtulması gücünün dışındadır. Zâhidler, nefsin emmâre ve levvâme derecesindedirler. Levvâme olan nefis de kendisine zulmettiğinden dolayı ona “Zâlim” denilmiştir. Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde : “Onlardan kimi nefsine zulmedendir.” buyuruyor. (Fâtır : 32) Eğer tevbe ederse, Allah-u Teâlâ’nın onların günah ve kusurlarını bağışlayacağı, tevbelerini kabul buyuracağı umulur. Nefs-i levvâme’de gizli bir riyâ ve kendini beğenme hastalığı vardır. İyi amellerini halkın bilmesini ister. Övülmekten memnun olur. Başkalarına üstün gelip ezme arzusu duyar. Bu kötü huyundan hoşlanmamasına rağmen, kalbinden de söküp atamaz. Nefs-i levvâme’de bulunan bir kimse takvâ ehlinden sayılır. Bu makamın en yüksek derecesi ihlâstır. Ancak amellerinde ihlâs da olsa, sâlik yine de tehlikeden kurtulmuş değildir. Buna rağmen Allah katında kudsiyet ifâde eden bir makamdır. Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerîme’sinde : “Kendisini alabildiğine kınayan nefse yemin ederim ki!” buyuruyor. (Kıyâmet : 2) Bu kınama övünülecek bir hususiyettir. • Bir insan Tarikat-ı aliye’ye kabul edildiği zaman nefs-i emmare ile girer. Bir taraftan ilim-irfan ile meşgul olurken, diğer taraftan da daimi surette nefisle mücadele halindedir. İlim cihad, ilim cihad... Ve bu suretle nefs-i emmare’yi yendiği zaman bir sıfatı küçülmüş ve bir perde kalkmış olur. Fakat Nefs-i emmare’nin büyük arzuları kökleşmiş olduğu için, bu arzuları birden söküp atamaz. Tekrar mücadeleye mücahedeye devam eder. İlmiyle irfaniyle nefs-i levvame’yi de katettiği zaman bu perde de kalkar. İnsan nispeten mülayimleşir, hilm sıfatına bürünür, nefs-i mülhime halini alır. Nefs-i emmare artık o kötü sıfatlarını kaybetmiş-tir. Bu kayıpların sebebi de şudur : Allah-u Teâlâ lütfuyla ona ezelden Mürşid-i kâmil’i nasip ettiği için, nasibini aldıkça ruhu kuvvet bulur. Elinden geldiği kadar hakikati öğrenmeye gayret eder. Bir taraftan da nefsi ile mücadelesini ve mücahedesini devam ettirir. Nefs-i levvâme’nin iki yüzü vardır. Bir yüzü Nefs-i emmâre’ye, diğer yüzü de Nefs-i mülhime’ye bakar. Nefs-i emmâre’den bir bakıma yüzünü çevirmiştir, fakat tekrar meyletmesinden korkulur. 3. Nefs-i Mülhime : İbâdet, zikir ve riyâzetlerin artması, nefisle şiddetli bir mücâdeleye girişilmesi neticesinde kalp üzerindeki perdelerden birisi daha kalkarsa, nefsin üçüncü makamına çıkılmış olur ki, bu makama “Nefs-i mülhime” denir. Allah-u Teâlâ’nın insânî ruha isyan ve itaatını vasıtasız olarak ilham etmesinden dolayı bu dereceye “Mülhime” ismi verilmiştir. Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır : “Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ yollarını ilham etmiştir.” (Muhammed : 17) Ruh terakki edip kuvvet buldukça nefse hâkim olmak ister. Birçok mücâhede ve mücâdeleden sonra, bu mertebede nefis ıslah olmuştur. Artık vücutta hâkimiyet ruhun eline geçmiştir. Müminle kâfir iki ordunun mütemadiyen birbirleriyle çarpıştıkları gibi, vücutta da aynı şekilde ruhun ve nefsin yeri vardır ve bunlar zaman zaman iki ordu gibi çarpışırlar. Fakat bu çarpışmalardan kişinin haberi olmaz. Bu çarpışmalar esnasında gerçekten tutulanlar; manevî destekle, ruhanî terbiye ile nefsin arzularını bastırır. Bu noktada nefis mülayimleşir ve sakinleşir. Fakat hiçbir zaman hile-i desiselerinden emin olunmaz. Bir insan buraya kadar kendi ihlâs ve gayreti ile çıkabilirse de, buradan ileriye ancak bir Mürşid-i kâmil’in kılavuzluğu ile gidebilir. Bir subayın kurmay olabilmesi için nasıl ki hususi bir eğitime ihtiyacı varsa, Nefs-i mülhime’den sonraki terakkiyat için de mutlaka Fenâfillah’a çıkmış bir kâmil mürşide ve onun mânevî terbiyesine ihtiyaç vardır. Zira vuslat mürşidsiz olmaz. Mürşid onu şüphe karanlıklarından kurtarıp tecellî nurlarına çıkarır. Bu makamda kalanların bazısı yarı deli yarı velidir, bunlara “meczub” denir. Nefs-i mülhime’nin seyri “Alellah”tır. Bu makamda sâlikin kâlbinde hakikat nurları doğduğundan, onları müşâhede etmekten dolayı içinde mâsivâ kalmaz. Âlemi, ruhlar âlemidir. Yeri ruhtur. Hâli aşktır. Kendisine gelen mânâ mârifettir. Sıfatları : İlim, cömertlik, kanaat, tevâzu, sabır, ezâya tahammül, özürleri kabul, güzel zan, hoşgörü... Bu makamda sâlik, bütün varlıkların âlemlerin Rabb’i olan Allah’ın kudret elinin altında olduğunu müşâhede ettiğinden, hiçbir mahlûka itirazı olmaz. Fâil-i mutlak’ın fiillerini seyreder. Aslâ geri dönmemeye gayret eder. Nefs-i mülhime’nin diğer vasıfları da şunlardır : Hayretle şaşkınlığa düşmek, makamlara ermek, kabz ve bastın gelişi, havf ve recânın gidişi, zikrullahı sevmek, güler yüzlülük, hikmetle konuşmak, müşâhede ve murakaba... Bu makamda mürid zayıftır, Hakk’a gidemez. Celâl ve Cemâl’i fark edemez. Beşeriyetin gereği haller ondan tamamen silinmediği için, gafil olduğu bir anda nefsi hemen geriye dönüp aşağıların aşağısına iner ve eski kötü alışkanlıklarına devam eder. İtikadı bozulup ibâdeti terkeder. Şeytâni hayalleri Rahmânî tecellîler sanır. Böylece helâka gider. Bu makamdaki sâlike en mühim ve gerekli olan şey, bağlı bulunduğu Mürşid-i kâmil’e öz irâdesi ile ve titizlikle itaat edip, her emrine tam teslim olmaktır. Ayrıca nefsin istek ve arzularına şiddetle muhalefet etmelidir. Çünkü bu makamda yükselmek mümkün olduğu gibi, her an düşmek tehlikesi de vardır. Nefs-i mülhime Kur’an-ı kerim’de şu şekilde geçmektedir : “Her bir nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona isyanını ve itaatını ilham edene yemin ederim ki, nefsini temizleyen kurtulmuştur.” (Şems : 7-8-9) Âyet-i kerime’lerde nefse iyilik ve kötülüklerin ilham edildiği bildirilerek, ilham alan nefse dikkat çekilmiştir. Buradaki temizlenmekten maksat, ahlâk-ı zemime adı verilen “Şehvet, gadap, kin, kibir, riyâ, hased...” gibi kötü huylardan temizlenmektir. “Temizlenen kurtulmuştur.” Beyan-ı ilâhi’si de bu mânâdadır. Yoksa zâhiri temizlik, ya da “Oruç tuttum temizlendim.” gibi basit bir mânâ çıkarılmamalıdır. • Bu makamda kalanların bazısının yarı deli yarı veli olduklarını söylemiştik. Bunun mânâsını size üç noktada izah edelim : 1. Fenâfillah’a ulaşmış bir Mürşid-i kâmil müridi yürütür, yürü demez. Binâenaleyh bir müridin ezelde böyle bir Mürşid-i kâmil’de nasibi varsa; “Emmâre”yi ve “Levvâme”yi geçip “Mülhime”ye geldiği zaman “Fenafişşeyh” olur ve “Fenâfirresul” kalesine alınır, tahsile başlar. Bundan haberi bile olmaz, icabederse duyururlar, icabetmezse duyurmazlar. Kimisini açık kimisini kapalı götürürler. 2. Fenâfillah’a çıkmamış bir mürşid ise müridi yürütemez, ders verir yürü der. O da Fenâfirresul’e kadar gelir, önüne koca bir kale çıkar ve burada durur. Onu içeriye alacak bir fert olmadığı için öteye geçemez. İlim, amel ve ihlâsı nispetinde ibadetine taatına devam eder ve Allah-u Teâlâ’nın sevgilisi olabilir. 3. Bu ikinci sınıfta olan kimselerin bazıları da o kalenin önünde bocalar. Bocalayınca şeytan zaten onun peşindedir, hemen yuları ona takar. Evden eve, bayırdan bayıra, dağdan dağa dolaşır. Şeytan onu bu güç noktalara sokunca, bu sefer küfretmeye başlar. Şeytan bu hâli ona sevdirdiği için, marifet yapıyormuş gibi hoşuna gider. İhlâsı da elinden alınır. Artık onun orada tutunması Mevlâ’ya kalmış. Kimisi de en aşağı dereceye kadar düşer. Allah’ımız cümlemizi muhafaza buyursun! Hülâsa edecek olursak; birisi Fenâfirresul kalesine giriyor ve tahsiline devam ediyor, ötekiler kaleye gelince içeriye alınmadığı için -çünkü orası girme yeri değil, alınma yeridir- kimisi ihlâsıyla devam ediyor, kimisi de bocalayıp aşağıya kayıyor. 4. Nefs-i Mutmainne : Şirkten, şüpheden, isyan ve hatadan temizlenmiş, Mevlâ’nın hitâbıyla ıstıraplardan kurtulup huzura kavuşmuş nefis demektir. Kalp üzerindeki dördüncü perdenin kalkmasıyla, ruh mutmainne makamına yükselir. Nitekim Allah-u Teâlâ bu dereceye yükselmiş nefse : “Ey mutmainne olan nefs!” kelâmı ile hitap etmiştir. (Fecr : 27) Nefs-i mutmainne’de müridin seyri “Seyr-i maallah”tır. Âlemi, hakikat-ı Muhammediye’dir. Yeri sırdır. Hâli, sâdık bir tatmin hâlidir. Kendisine gelen mânâ şeriatın bazı sırlarıdır. Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır : “Onları hidayete erdirecek ve hallerini düzeltecektir.” (Muhammed : 5) Sıfatları : Cömertlik, tevekkül, sabır, şükür, hilm, teslimiyet, rızâ, sıdk, ibadet, rifk, güleryüzlülük, tam müşâhede, sürekli huzur, büyüklere tâzim, kalp sevinci, tatlı dil, kusurları örtme, hataları bağışlama... Sâlik bu makamda Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniye’ye tam olarak uyar. Bu makamda olan kişiyi görenlerin gözleri, dinleyenlerin kulakları zevk duyar. Sözleri bıkkınlık değil, sıdk ve safâ verir. Dilleri şeriat hikmetlerine, hakikat sırlarına ve mânâ inceliklerine tercümanlık eder. Oysa ki, ne bir kitap mütâlâa etmiş ne de kimseden bilgi istemiştir. Söyledikleri Kur’an-ı kerim’e ve Hadis-i şerif’lere uygun gelir. Çünkü o “İlhâmât-ı ilâhî”ye mazhar olmuştur. Bundan dolayı edep ve hayâ deryasına dalmıştır. Ona haşyet ve heybet hâli verilmiş, vakar elbisesi giydirilmiştir. İnsanlarla ara sıra görüşüp, iç âlemine doğan hikmetlerden onlara söyler. Dostlarını istidatları kadar irşad eder. Çoğu vakitlerini ibâdetle geçirir. Tâ ki daha yüksek derecelere ulaşmaktan mahrum kalmasın. Nefsi terbiye ederek mutmainne derecesine kavuşturmak için Allah-u Teâlâ’ya niyazda bulunmalıdır. Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir duâlarında şöyle buyurmuşlardır : “Allah’ım! Senden itminana kavuşmuş bir nefs-i mutmainne dilerim ki, sana kavuşmaya iman etsin, takdirine râzı olsun, verdiklerine kanaat etsin.” (Taberânî) Bu mertebe, saâdet ve bahtiyarlık mertebesidir. Bu makamda duâ ve virdlere devamla, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in sevgisi bambaşka bir hâl alır. Bu makama gelindiği zaman, nefis artık teslim bayrağını çeker. Tevhidin; vücudî tevhid, şuhudî tevhid, meşhud tevhid olmak üzere üçe ayrıldığı ve bunların izahları daha önce yapılmıştı. Ancak nerede olduğu izah edilmemişti. Şuhûdî tevhid Nefs-i mutmainne’de tecellî eder. Artık teslim olduğu, itminan olduğu için, Allah-u Teâlâ’nın kudretini seyretmeye başlar. Kör göz, şaşı göz, bir de gören göz var demiştik. Nefs-i emmâre’de olan bir insan zâlim ve câhil olduğu için, ancak zahiri ilimlerle yani satır ilimleri ile kulaktan duyduğunu alır. Zannı ile, dış duygusu ile icraatını yapar. Kendi içtihadı ile hareket eder. Bir müddet hakikata kördür. Nefs-i mutmainne’ye geçen bir insan ise şaşıdır. Allah-u Teâlâ’nın azametini seyrederken, kendi varlığını da seyreder. Allah-u Teâlâ’nın ulûhiyet sırlarını her zerrede temâşâ ettiği gibi varlığı ile temâşâ ettiği için biri çift görüyor, körlükten kurtulamamış, fakat şaşı olmuş. Tasavvur buyurun Tarikat-ı aliye nasıl bir ilim-irfan mektebidir ki, körlükten kurtulup şaşı haline geliyor. Daha da çok çalışabilirse, Allah-u Teâlâ onu gören göz de yapar. Binaenaleyh Nefs-i mutmainne’de nefis ruha teslim olur, Allah-u Teâlâ’nın hükümlerine rızâ gösterir. Ârifler, nefsin mülhime ve mutmainne derecelerindedirler. Bu dereceler Fenâfillâh makamında tecellî eder. Burada ihlâsla ibadet ve taatına devam ederse, Allah-u Teâlâ’nın bütün emirlerine boyun büktüğü zaman; Râziye’ye, Mardiyye’ye çıktığı gibi, Nefs-i sâfiye’ye dahi çıkabilir. “Ey mutmainne nefis!” diye başlayan Âyet-i kerime’nin sonunda : “Gir cennetime!” (Fecr : 30) İfadesi yer almaktadır. İşte gerçek saâdet ve selâmet bundan ibarettir. İnsan zikrullah sebebiyle öyle yükselir ki, bir Hadis-i şerif’te : “Mümin-i kâmil olan kimse, Allah katında bazı meleklerden de efdaldir.” buyurulmaktadır. (İbn-i Mâce) 5. Nefs-i Râziye : Allah-u Teâlâ’nın bütün imtihan ve ibtilâlarına sadâkat göstermiş, gelmiş ve gelecek her şeye râzı olmuş, bütün gayret ve arzusu Mevlâ’nın hoşnutluğunu kazanmak olan nefsin haline “Nefs-i râziye” denir. Bu makamda sâlik denize düşen çöp gibi olmuştur. Deniz onu istediği tarafa çalkaladığı gibi, o da hükm-i ilâhi’ye öylece teslim olmuştur. İrâdesini Hakk’ın irâdesine bağlamış, reyini de O’na vermiştir. Bu nefsin seyri “Fillâh”tır. Âlemi, lâhut âlemidir. Yeri, sırrın sırrıdır. Hâli, fenâya varmış olmaktır. Sıfatları : Verâ, ihlâs, muhabbet, Mevlâ ile dostluk, ilâhi huzur, kerâmet, mâsivâyı terk, teslimiyet, rızâ, eziyetlere sabır, halkı irşad, en ince edeptir. Duâsı reddedilmez. Herkes tarafından saygıyla karşılanır. Râziye ile bundan sonra gelen Mardiyye makamlarında olan nefisler Kur’an-ı kerim’de şu hitâb-ı ilâhî ile taltif edilmişlerdir : “Dön Rabb’ine! Sen O’ndan râzı, O senden râzı olarak.” (Fecr : 28 ) Öyle bir halde dön ki, sen Rabb’inden hoşnut, Rabb’in de senden hoşnut. 6. Nefs-i Mardiyye : Bu makama yükselen nefisten Hazret-i Allah râzı olduğu için “Nefs-i Mardiyye” adını almıştır. Râzı olunmuş nefis demektir. Bunun seyri “Anillâh”tır. Âlemi şu görünen şehâdet âlemidir. Yeri hafâdır. Hâli hayrettir. Yolu şeriattır. Sıfatları : Allah ve Resul’ünün ahlâkı ile ahlâklanmak, hataları bağışlamak, ayıpları örtmek, güzel zanda bulunmak, herkese lütuf ve şefkat göstermek, insanları karanlıklardan kurtarmak için onlara meyl ve muhabbet... Ancak bu meyl ve muhabbet sadece Allah için olup, acıma ve şefkatten ibarettir. Görünüşte insanlardan ayrılmaz, fakat bâtında Hakk iledir. Kalbi mâsivâdan kurtulmuştur. Muhtaç olduğu ilimleri Allah-u Teâlâ’nın izniyle mânâ âleminden madde âlemine taşır ki, insanlar istifade etsin. İfrat ve tefritten kaçınır, orta yolu takip eder. “Vâkıflar”, nefsin Râziye ve Mardiyye derecelerindedirler. Bu dereceler “Fenâfillâh” makamında tecellî eder. Allah-u Teâlâ o nefsi daha dünyada iken cennetle müjdeliyor. 7. Nefs-i Sâfiye : Bu makamda nefis artık sâfileşmiş, süzülmüş, vücudun en kötü yeri iken en iyi yeri olmuş, yani taş iken elmas olmuştur. Bu makamda sâlik Hakk’ın elindedir. Hakk’ı bilir ve her şeyini de Hakk’tan bilir. Ne kendisini ne de rızkını düşünür. “Neme lâzım, o Sâhibime aittir.” der. Çünkü o çok iyi bilir ve görür ki Allah-u Teâlâ evin sâhibi, kendisi ise misafirdir. “Hû komşu!” denir ya, buradaki “Hû!..” bizzat ev sahibine seslenmektir. O’ndan başkasını tanımaz, her şeyini sadece O’ndan ister. Çıkacak hükm-i ilâhî’ye peşin olarak râzıdır. “Meşhud tevhid” nefsin sâfiye derecesinde tecellî eder. Hiç olduğu zaman, perdeler aralandığı zaman, O’nu gördüğü zaman, O’ndan başka bir şey görmediği zaman meşhud tevhid tecellî eder. Fakat bu göz onun değildir. Bunu kör göz nasıl görebilir? Onların vasıfları kısaca şöyledir : 1. Onlar Hakk’ın kölesidir. İyi bilirler ki, Mevlâ dilerse tutar, dilerse atar. Dilerse muhafaza eder, dilerse etmez. 2. Bir damla rahmet-i ilâhî’ye muhtaç olduklarını bilirler. 3. Bildirilmedikçe, bildirilmeyen hiçbir şeyin bilinmeyeceğini bilirler. 4. Mevlâ dilerse bunları dâire-i saâdetine alır ve dâire-i saâdetine ancak bunlar alınmışlardır. Bunlar birer hakikat ölçüsüdür. Hareketler buradan anlaşılır. Herkes nefsinin derecesine göre bu ilmi anlar. Âyet-i kerime’de : “Her ilim sahibinin üstünde daha üstün bir bilen vardır.” buyuruluyor. (Yusuf : 76) • İlâhî Vaad : Allah-u Teâlâ nefsi ile cihad yapan kullarına yardımda bulunacağına dair Âyet-i kerime’sinde buyurur ki : “Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah ihsan erbabı ile beraberdir.” (Ankebût : 69) Azami gayret mânâsı çıkıyor. Allah-u Teâlâ azmi ve ihlâslı niyeti nispetinde kulunu destekler, yolunu açar, hidayetini arttırır, imanını kemâlleştirir. Bu Âyet-i kerime’nin içinde birçok ince sırlar vardır. Yolunu açtığı zaman önünü görüyorsun, hidayetini artırdığı zaman O’nu görüyorsun. Bu ise o hâle erdirdiği kimselere mahsustur. O noktaya vardığın zaman sen artık bir robot, bir perde oluyorsun. Doğrudan doğruya : “Ben seninle beraberim.” buyuruyor. “Ben seni destekliyorum, yürü!” buyuruyor. Yolunu açmazsa önünü göremezsin, hidayete erdirmezse bilemezsin, imanını kemâlleştirmezse göremezsin. Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor : “Bana bir karış yaklaşan kimseye ben bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşan kimseye ben bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene ben de koşarak gelirim.” (Buhârî - Müslim) • SIDDIKLAR VE MUKARREBLER Sıddıkların Vasfı Nedir? Allah-u Teâlâ onu bütün yarattıkları ile kendisi arasında muhayyer bıraksa, o Allah-u Teâlâ’yı tercih eder. İkincisi; bir canı değil, bin canı olsa, canlarını O’na kavuşmak için, O’nun yolunda feda etmek ister. Mukarreblerin Vasfı Nedir? Allah-u Teâlâ’nın içinde olduğunu görebiliyorsa, kendisinin bir perdeden bir maskeden ibaret olduğunu görebiliyorsa ve o şekilde Allah-u Teâlâ ile ünsiyet edip mülâkat yapabildiği zaman o mukarreb olur. Bu ancak onlara mahsustur, başkalarına şâmil değildir ve bu sırrın hakikatini de onlardan başka bilen olmaz. Sıddıklar Üç Kısımdır : 1. Sıddık-ı Ekber : Bu makam Hazret-i Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh- Efendimiz’e âittir. 2. Allah-u Teâlâ’nın has kulları olan mukarreb sıddıklar. 3. Sözünde sâdık kalan sıddıklar. Sıddıklar ve Mukarrebler Bu Hâle Nasıl Ulaşırlar? Ulvi olan ruh, bu karanlık cesetle birleşince yedi perde ile aslî halinden perdelenmiştir. Bu perdelerden her birine nefsin dereceleri veya makamları denir. Bunlar; “Emmâre”, “Levvâme”, “Mülhime”, “Mutmainne”, “Râziye”, “Mardiyye” ve “Sâfiye”dir. Bu yedi perde, yedi elbisedir. Kişi seyr-ü sülûk yolunda ilerledikçe bu elbiseleri bir bir kaldırılabilirse “Sâfiye makamı”na çıktığı zaman Hakk’a varmış olur. Ve : “Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.” (K. Hafâ : 2256) Kudsî Hadis-i şerif’inin tecelliyatına erer. İlmin sonu Hakk’a varmaktır, tecelliyatının sonu yoktur. Meselâ denize düşen bir insanın, canını kurtarmak için üzerindeki elbiseyi attığı gibi; hakikat deryasına düşen bir insan da, imanını kurtarmak ve Hakk’a kavuşmak için beden elbisesini atmaya çalışır. “Sâfiye”ye çıktığı zaman kalp üzerindeki perdeler atılmış, bir tek ten elbisesi kalmış olur. Ondan sonra ibadet ve taat sayesinde ten elbisesi ne kadar incelirse, içindekinin o kadar tecelliyâtına mazhar olmaya başlar. Bu lütuf deryasına alınanlarda ten elbisesi, vücut içindekine öylesine yapışır ki; “İçinizde!.. Görmüyor musunuz?” (Zâriyat : 21) Âyet-i kerime’sinin tecelliyatına mazhar olur ve içindeki Hazret-i Allah’ı görür. Gerek kendisinin gerek kâinatın bir perdeden ibaret olduğunu da görür. Ehl-i Hakk, Hakk ehlini tanır, halk tanımaz. Yani Hakk ehli anlar, halk ehli anlamaz. NEFİS DERECELERİNİN DAHA İYİ ANLAŞILABİLMESİ İÇİN BİR TEMSİL Nefis derecelerinin daha iyi anlaşılabilmesi için bir cevizi temsil olarak arzedeceğiz. Herkes kendisini ölçsün. “Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir. – Onlar kimlerdir Yâ Resulellah? Benim ve Ashâbımın yolunda olanlardır.” (Ebu Dâvud) Yetmiş üç fırkadan yetmiş ikisi cehennemlik olduğuna göre, yetmiş üç cevizden yetmiş ikisinin çürük olduğu anlaşılıyor. Bu kesin bir beyân-ı Peygamberî’dir ve ne kadar korkunç bir şeydir! Bunların hepsi onun ümmetidir, amma yetmiş ikisi cehennemliktir, ancak bir tanesi kurtuluş fırkasıdır. Bizim mevzumuz şimdi o sağlam bir ceviz üzerinedir. Bu sağlam olan cevizin de nasıl döküleceğini dikkatle takip ederseniz öğrenmiş olursunuz. Nefs-i Emmâre : Cevizin yeşil kabuğu Nefs-i emmare’dir. O yeşil kabuk da Allah-u Teâlâ’nın yarattığı bir latîfedir. Fakat kötü işlere meyledip o kötü işleri işlediğinden ötürü, cevizin kabuğu gibi, Nefs-i emmâre de acıdır. En kalın perde odur. Nefs-i Levvame : Cevizin yeşil kabuğundan sonraki sert kabuktur. İçeriye nüfuz etmediği için hep benlik davasında bulunur. Nefsin arzularını o ceviz kabuğunu kırar gibi kırmadıkça, gerçekten içeriye nüfuz etmek mümkün değildir. İşte bütün benlikler burada toplanır. Çok mühim bir noktadır. “Ben!.. Ben!.. Ben!..” diyenlerin yeri ve durağı burasıdır. Bu benliği cevize temsil ediyorum : Kim ki duyarsanız “Ben, ben!..” diyor, onların hepsi kabukta kalmıştır, kendi içine nüfuz edememiştir, içinden istifade edemiyorlar. Nefis içeride “Ben, ben!..” diyor, “Sen giremezsin buraya!..” diyor. Nefs-i Mülhime : Enelik kabuğunu kırmış, içeriye nüfuz etmiştir. Ve fakat içten içe geçmek için, arzu ve istekleri perde mesabesindedir. İçindeki haşaratı temizlemesi gerekmektedir. Nefs-i Mutmainne : Haşaratı temizlemiş, zarı kalmıştır. Hakk’a hayli yaklaşmıştır. O zarın da kalkması için Râziye merdivenine çıkması lâzımdır ki “Lüb” yani cevizin özü husule gelsin. Daha önce “Makam”dan bahsederken Râziye’ye gelince “Merdiven” ismini verdik. Çünkü insan büyüdükçe küçülür, küçüldükçe büyür. O zaman kişi merdivenden hep aşağıya iner ve küçülür, azamet-i ilâhî’yi o zaman görmeye başlar. Nefs-i Mardiyye : Artık haşaratı temizlemiştir. Mutmainne’den sonra Râziye’ye ermiştir, o zar kalkmıştır. Nefs-i mardiyye’de “Lüb” kalır, o zaman cevizin iç tarafının özü kalmıştır. Mardiyye merdivenine çıkanların dahi dilediğini tutar, dilediğini atar. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki : “Allah dilediğini mağfiret eder, dilediğine azap eder.” (Bakara : 284) Bunun böyle olduğunu bilmek gerekir. Mahlûkun hiç hükmü yoktur. Hüküm ve değer yalnız ve yalnız Zül-celâl vel-kemâl olan Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. Nefs-i Sâfiye : Ceviz burada boşalmış olur. Artık o zaman içinde yalnız Allah-u Teâlâ’nın varlığını görür. Çok açık ifade ediyorum, kendisinin de, kâinatın da kabuktan ibaret olduğunu görür. Kendisi de aslında böyledir, kâinat da böyledir. İşte gerçek mânâda Kelime-i tevhid’i söyleyebilen bunlardır. • İkinci temsil : Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki : “Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır.” (Ahzâb : 4) Ki, birini muhabbet-i Mevlâ’ya, diğerini muhabbet-i mâsivâya hasretsin. Bir kalpte iki sevgi yaşamaz. Kimin kalbinde yalnız Allah-u Teâlâ var, o Hakk iledir. Kimin kalbinde mâsiva var, o halk iledir. Kelime-i tevhid’in cevizin üzerine ayrı bir temsili : Bir insan “Lâ ilâhe illâllah” der, fakat yeşil kabuk var, kalbin üzerinde yedi perde var. Diyor amma ağızda kalıyor, boğazdan aşağıya inmiyor. “Nefs-i Levvâme”de “Lâ ilâhe illâllah” diyor amma, içeride nefis “Ben, ben!..” diyor, sert kabuğu delememiş. “Nefs-i mülhime”de “Lâ ilâhe illâllah” diyor, burada cevizin kabuğunu yani kalbi deliyor, amma içinde Hakk’tan gayrı birçok muhabbet var. Çok muhabbet olduğu için çok uğraşıp ahlâk-ı zemimeleri temizlemesi gerekir. “Nefs-i mutmainne”de “Lâ ilâhe illâllah” diyor, bu noktada Kelime-i tevhid biraz daha rahat iniyor. Orada öyle bir iniş yapıyor ki, şirkten şüpheden kalp artık kurtuluyor. Gerçek iman sahibi olma vukûfiyetini kazanıyor. “Nefs-i râziye” de öyle bir hale gelir ki, o artık Allah-u Teâlâ’dan râzı olmuştur. “Beni O yarattı.” diyor, “Beni O yaşatıyor, beni O yediriyor, beni O içiriyor.” diyor. Her haline râzıdır. Acı da gelse, tatlı da gelse, O’nun her hükmüne râzıdır. Çünkü artık iman kökleşmeye başlamıştır. Kelime-i tevhid tohumu artık kalbe düştü, yavaş yavaş çimleniyor, o çim bütün vücuda yayılıyor, her âzâsına iman salınıyor ve artık onu yaratanı biliyor, şirkten şüpheden kurtuluyor, Yaratan’dan memnun olduğu için her şeyine râzı oluyor. Bu hâl uzun zaman devam eder, sonra ibadet ve taatlarını samimi bir şekilde yaptığından ötürü Allah-u Teâlâ ondan hoşlanır. Ve fakat “Nefs-i sâfiye”ye gelince, artık burada hiçbir şey kalmamıştır. Kabuk kalmamış, haşarat kalmamış, cevizin üzerindeki zarı kalmamış, “Lüb”ü de kalmamış ve boşalmış olur. O “Lâ ilâhe illâllah” dediği zaman Allah-u Teâlâ’yı hem görür, hem de içinde O’ndan başka bir mevcut olmadığını da görür. Kelime-i tevhid’i gerçek mânâda söyleyen ancak bunlardır. Bu sırr-ı ilâhî, yani Kelime-i tevhid’in sırrı açılmış oldu. KURTULUŞ KAPISI Tarikat-ı aliye bir ilim-irfan mektebidir. Bu yolun ilim-irfan mektebi olduğunu anlayabilmek için “Nefis dereceleri”ni çok iyi tetkik etmek gerekmektedir. Mektebe kaydını yaptıran bir insan, devam etmeyip sınıflarını geçmediği zaman, nasıl ki onun mektebe kaydını yaptırması bir mânâ ifade etmediği gibi; Tarikat-ı âliye’ye intisap eden bir kişi de, sınıfları geçmediği müddetçe, nefsini izale edemez, hayvanî sıfatlardan sıyrılamaz, dereceleri katedemez. Letâifleri bitirecek, dereceleri geçecek ki, insan sıfatına bürünsün. Emmâre’nin ıslahından sonra Levvâme’ye geçildiği zaman büyük çarpışmalar olur. Mülhime’ye geçildiğinde insan sakinleşir, koyun sıfatına bürünür, güzel ameller yapar, nispeten rızâ-i Bârî’ye kavuşur. Bu arada az da olsa bazı ilhamlar da gelir. O şimdi artık yolcudur. Nereye yolcu? Hakikata yolcu. Bir mertebe daha geçerse Mutmainne olur. Kurtulanlar burada kurtulur. Vuslat-ı ilâhi buradan gelir. O bir fırkaya âit kurtuluş kapısını tarif ediyoruz. TERAKKİYÂT İLE HELÂKİYÂT NOKTASI Bir kimse Tarikat-ı aliye’ye intisap ettikten sonra epey yol alır. Mürşid-i kâmil müridin ruhunu yükseltir. Birinci tepeyi geçirir, orada yol ikiye ayrılır. Cenâb-ı Hakk lütfuyla tecellî ettiği zaman mürid yukarıdan aşağıya doğru kendisini küçültmeye, varlığını yok etmeye çalışır. Mahviyet haline bürünür. Yani ihlâslı olanlar yürüdükçe varlıklarını yitirirler. O tepeden aşağıya doğru Allah’ın lütfuyla iner. Yani çıkar, çıkar, çıkar ve hiçliğe iner. O hiçlik onun Daire-i saadet’ine delâlet eder. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın kurtardığı kimselerdir. Senelerden beri nazargâh-ı ilâhi olan kalbine sardığı varlık tellerini, Allah yoluna düşmesiyle yavaş yavaş sermeye başlar. Diğer taraftan da hiçlik tellerini toplar. Mahviyyet kısmına geçince artık yükü azalmıştır. Yapıcılık, bilicilik, öncülük gibi sıfatlar bir bir zâil olmaya başlar. Kendilerine şevk, teslimiyet, muhabbet, murakaba, tevekkül, vahdet ve hal gibi lütuflar ihsan olunur. Bunlar “Nuriye fırkası”na ayrılmış olanlardır. Şimdi bir insan mânen yükseldikçe Allah-u Teâlâ dilediğini indirir, indirir, indirir, herşeyi yerde arar. Yerin altında arar. İhlâslı kimsenin yürüyüşü böyledir. Nasibini aldıkça gider, terakki eder. Nasibi varsa bir gün muradına erer. “Muradına ermek” ne demektir? Üç noktada; Fenâfişşeyh, Fenâfirresul ve Fenâfillâh’ta olur. Bu merhalelerden geçenler benliklerini eritirler. Yüz binler yola çıkar da, ancak murad olmaya namzet fertler kalır. Yani yürüdükçe azalırlar. Allah-u Teâlâ’nın lütfu eriştiği zaman mürid de murad olur. Âyet-i kerime’de : “Kim inanır, nefsini ıslah ederse, onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” buyuruluyor. (En’âm : 48 ) Bir de şeytana tutunanlar vardır. O tepede ya, şeytan o anda onu kaydırmaya çalışıyor ve kaydırıyor. “Herkesten daha üstünüm.” demeye, herkese tepeden bakmaya başlar. Her şeyi kendisine maleder. Çok yükseldiğini zanneder. Herkesi küçük kendisini büyük görür. “Ben yürüyorum, ben biliyorum, ben söylüyorum, ben çalışıyorum.” diyerek sivrilmiştir, içine kurt düşmüştür. Bu gibi haller geldikçe yanıbaşındakileri küçümsemeye başlar. Artık o yolunu değiştirmiştir. Sola kaymıştır. Kaydığı yetmez, orada plan çevirmeye çalışır. “Ben bu işi daha iyi yürütebilirim, daha lâyıkım.” der. Plânını tatbike koyarken Allah-u Teâlâ da onun kalbini çevirir. Kalbini çevirdiği anda mukallit sınıfına düşer. Artık o bir yıkıcıdır. Bunlar da Nâr fırkası’dır. Onlarda şekavet, gadap, harislik, tûl-i emel, gönlü boş şeylere bağlamak gibi haller vardır. Âyet-i kerime’de : “Nefsini tertemiz yapıp arındıran felah bulmuş, kurtulmuştur, onu kirletip örten kişi elbette ziyana uğramıştır.” buyuruluyor. (Şems : 9-10) Birisi mahviyyete doğru iniş yapıyor, birisi varlıktan kayıyor. Burası mihenk taşıdır. Öyleyse alındıktan sonra Allah-u Teâlâ’ya sığınmalı, ihlâs ve samimiyetle yola devam etmelidir. İnsan manevi yolda yürüyüp terakki ettikçe kendisini küçük görmeye, küçülmeye, süzülmeye başlar, davalardan geçer. Gayesi Hakk olup rızâ için hareket eder. Fakat terakki edemezse kendisini beğenme hali husule gelir ve eneye kapılır. Kendisine paye verdiği anda olduğu yerde çakılır, hem düşer hem helâk olur. Başkasını da helâk eder. Şöyle ki, çürüyen bir meyvenin yanındaki meyveleri de çürütmesi gibi o anda başkalarını hemen çürütür. Niyetini bozmakla kendisini ihraç etmiştir, başka bir şey yapmamıştır. Çünkü Mevlâ her şeyi biliyor. Allah-u Teâlâ’dan başka onu kimse kurtaramaz. Ancak O murad ederse kurtarır. Bunların durumu ancak Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lere dikkat etmekle ortaya çıkar. Enes -radiyallahu anh- buyururlar ki : “Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şu duâyı çok yapardı : “Ey kalpleri çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl.” Ben bir gün kendisine : “Yâ Resulellah! Biz sana ve senin getirdiklerine inandık. Sen bizim hakkımızda korkuyor musun?’ dedim. Bana şöyle cevap verdi : “Evet! Kalpler, Rahman’ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği tarafa çevirir.” (Tirmizî : 2141) Allah-u Teâlâ bir anda parmağıyla çeviriverir. Müslüman iken münafık olur. Hatta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in : “Ey kalpleri çeviren Allah’ım! Kalplerimizi senin taâtına çevir.” diye niyazı vardır. (Buhârî) Şeytan iki yerden avlar. Saf, cahil insanlar kısmına, “Sen artık oldun, tamam senin işin, çıktın.” der. O da : “Tamam” der. “Artık ben oldum.” İlmi olan okumuş insana da : “Senin ilmin var, sen her şeyi bildin, bunların içinde ne işin var.” der. O da : “Tamam” der. “Ben her şeyi bildim.” Ona da oltayı böyle takar. Bunlar şeytana kulak verdiklerinden gerçekten şeytan fırkasından olurlar. Bir kişinin kalbine nefis girdi mi, nefse uydu mu “Ben” dediği zaman, “Ben biliyorum” dediği zaman kaymıştır. Bütün terakkiyat ve kaymalar bu hal üzeredir. Onun için bakıyorsunuz, “Oldum, oldum, oldum.” Ne oldun? Helak oldun. Ötekisi ise, yavaş yavaş hiçliğe iner, yok olur. İkinci bir sır daha var. Hazret-i Allah’ın işine karışmayacaksın. Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz’in işine karışmayacaksın. Mürşid-i kâmil’lerin işine karışmayacaksın. Karıştın, gittin! Çünkü bilmeyerek bir yere, düğmeye basarsın, berhava olur gidersin. Mürşid-i kamil’lerin işine nasıl karışılır? Mürşid-i kamil’in işini Hazret-i Allah görür. Arzu ve irade yaşamaz. Bunu karşıdaki ölçemez. Mürşid-i kamil’in işine karışırken, bilmeyerek Hazret-i Allah’ın işine karışır. Duâ ederken : “Allah’ım hükmün arzumdur. Hakkımdaki hükmünü sevdir.” diye niyaz ederiz. Mürşid-i kamil’in mühim işlerine, hususi işlerine karışılmamalıdır. Sor, tarifini al, devam et, geç git, yürü... Çünkü : “Allah’ım iraden üstümdedir.” diyoruz. Bunu karşıdaki bilmez, düğmeye basarsa helâk olur. Bilmeyerek Allah-u Teâlâ’nın işine karışılmış olur. Şeytanın Hileleri : Rüyâda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz görülürse o rüya doğrudur. Şeytanın aldatmasından korunmuştur. Çünkü şeytan onun şekline giremez. Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır : “Rüyâda beni gören hakikatta görmüştür. Çünkü şeytan benim şeklime giremez.” (Camiu’s-sağir) Şeytan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sıfatına giremediği gibi vekili olan Mürşid-i kâmil’in sıfatına da giremez. Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve onun vekili olan Mürşid-i kâmil hidayete ermişlerdir. “Hâdi” ism-i şerif’inin mazharı olmuşlardır. Şeytan ise onun zıddı olan “Mudill” ism-i şerif’inin tecellîsine uğradığı için o nuru temsil edemez, o aynada görünemez. Ateş suya giremiyor daha doğrusu. Şu kadar var ki, onun kendi şekline, aynı suretine giremez, fakat oyum diye görünür, ona benzemeye çalışır. Bu ise aynı sahte paraya benzer. Aynı para gibidir, fakat bir yeri noksandır. O bir yeri noksan olmazsa cesazı çok ağırdır. Şeytan sûret-i haktan görünerek insanları yoldan çevirmeye, bunun için de her surete girmeye çalışır. Fakat aynı surete girmesi mümkün değildir. Çünkü o sıfat sadece ona verilmiş, şeytana verilmemiştir. Bu noktada çok dikkatli ve uyanık olmak gerekmektedir. İnsanların aldandığı nokta işte budur. Cinler çeşit çeşit suretlere giriyorlar, kendilerine birer isim takıyorlar ve kendilerini böyle tanıtıyorlar : “Ben Resulullah Aleyhisselâm’ı gördüm!” diyor. “Bana böyle söyledi!” diyor. Artık ona hiçbir söz fayda vermez. Halk böylece çok rahat bir şekilde göz göre göre yolunu şaşırıyor. Şeytan rahmânî surete girer, o şekilde görünür. Olmayan şeyi olmuş gibi gösterir. Kendi sözlerini ve işaretlerini rahmânî imiş gibi gösterir. Rüya göreni şaşırtır, zehirini eker gider. O kimse o zehirden ya kurtulur hayat bulur, veyahut ölüme mahkûm olur. Artık onun mürşidi şeytan olur. Rüya ile iş bitseydi, rüyada görülenlere güvenilseydi, müridlerin mürşidlere hiç ihtiyaçları olmazdı. Allah yolunu bulmak, mârifetullaha ulaşmak için Tarikat-ı aliye’ye bağlanmak lâzım gelmezdi. Herkes rüyada gördüğüne göre hareketlerine yön verirdi. Her câhil, her ahmak kendi görüşüne göre hareket ederdi. Sâdık bir mürid, başında mürşidi varken binlerce rüyâya on paralık değer vermez. Akıllı ve uyanık bir tâlip, böyle bir nimete kavuşmuş iken rüyâları hayâl sayar, hiçbirini hatırına bile getirmez. Şeytan güçlü ve kuvvetli bir düşmandır. İnsanları cehenneme çağıran simsar ve tellâldır. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde : “Şeytan şüphesiz ki sizin amansız bir düşmanınızdır, siz de onu düşman tutun. O kendi taraftarlarını, çılgın alevli cehennem halkından olmaya çağırır.” buyurmaktadır. (Fâtır : 6) Sona varanlar bile onun hile ve desiselerinden, aldatmasından korkusuz değildirler. Durum böyle olunca yolun başlangıcında olanlar ne olur? Halbuki Allah-u Teâlâ sondakileri korumaktadır. Şeytan bunları aldatamaz. İmam-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki : “Kişinin kalbi nur haline geldiğinde, bütün mânâları idrâk eder, kendisine geniş ufuklar açılır. (.....) Melekten gelen ilham ile şeytanın vesvesesini ayırdedecek hassayı elde eder.” (İhyâ-u Ulûm’id-dîn) Bu ise mârifeullah ehlinin hass’ül-has’larına âittir. Allah-u Teâlâ’nın kalbini nur ettiği kimseleri O idare ettiği için, şeytanın o andaki sızıntısını bilir, Allah-u Teâlâ’ya sığınarak o sızıntıdan kurtulur. Başlangıçtakiler ise böyle değildir. Bunun içindir ki onların rüyâlarına güvenilmez. Düşmanın aldatma-sından korunmuş değillerdir. • Daha evvelki sözlerimize dikkat edin. “Rüyâlara ve rüyacılara itibar etmeyin, aksi halde şeytanın askeri olursunuz.” demiştik. Hatta size bir temsil vereyim. Bu mevzunun bir kısmını bir kardeşe izah ediyorduk. O meyanda sanki birisi uçarak geldi. O kadar heyecanlı idi ki : “Efendim dedi, bir rüya gördüm, arabayı durdurttunuz ve bana validanımı getirin dediniz.!” O anda kardeşe dedim ki : “İşte şeytanın uçurduğunu görün, rüyâya ve rüyâcılara suret-i katiyede inanmayın.” Çünkü şeytanın hilesi çoktur. Onun hilelerinden bazılarını size izah etmiştim. Hatta bir defasında Makam-ı İbrahim’de bulunuyordum, baktım sol tarafımda oturuyor. Şeytan olduğunu biliyorum, Allah’ım tanıtıyor. Kaç defa gördümse yine tanıdım. Bu defa para istedi, vermedim. Bir daha istedi, bir daha istedi. Orada hem para verilmez, hem de ona itibar edilmez. Fakat gayesi beni meşgul etmek, huzurdan alıkoymak. Artık o huzursuzluktan kurtulmak için ufak bir para verdim. Sonra kendi kendime hayret ettim. Tanıdığım halde niye ilgi gösterdim diye. Şeytanın hileleri o kadar çoktur. Bunlardan bir tanesi kitapta da var, tekrar arzedeyim. Bir gece ibadet ediyordum. Kıyamda iken bir ses geldi. “Sen artık en yüksek makama çıktın!” O anda bu sesin şeytandan geldiği bilindi. Allah-u Teâlâ’nın lütf-u ihsanı, ikramı yetişirse, herşey kolaylaşıyor. Bir an tereddüt ettiğin zaman helâk olursun. Fakat Allah-u Teâlâ daha evvel lütfettiği için, bu sesin şeytana ait olduğunda bir an bile tereddüt edilmedi. Meğer insan ibadet esnasında çok yükseklerde imiş, bundan kimsenin haberi yok. Gayr-i ihtiyari iniş yapmak istedik. Fakat o kadar bilgi sahibi ki, belki inişe geçer diye hesaplamış, ayağımın altına yuvarlakça bir masa hazırlamış. İndiğim zaman ayaklarım o masaya değdi. Daha uçları değer değmez Allah-u Teâlâ onun şeytana ait olduğunu duyurdu. O anda Allah-u Teâlâ’ya sığındım, istediğim yere iniş yaptırdı. Eğer Allah-u Teâlâ’nın lütfu olmasaydı kurtuluş imkânsızdı. Bunların hepsi bir an içinde oluyor. Bu kadar hilekârdır. Bunun içindir ki “Şu rüyâ, bu rüyâ!...” diyerek kimseye itibar edilmemelidir. Çünkü şeytânî rüyâ ile Rahmânî rüyâyı ayırmak gerçekten zordur. Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz dahi rüyâ gördükleri zaman Rahmânî mi şeytânî mi diye tereddüt ettiler. İşte İbrahim Aleyhisselâm’ın rüyâsı meydanda. Kişi ancak Allah-u Teâlâ’nın kurtarmasıyla kurtulur. Ancak Allah için hareket edenleri, Allah-u Teâlâ uyandırır, ikaz eder, yolunu gösterir. Onlara hakikati bildirir ve duyurur. Onları nefsin ve şeytanın hilelerinden kurtarır. Nefsin ayrı hilesi vardır tükenmez, şeytanın ayrı tuzakları vardır bitmez. Fakat Allah-u Teâlâ bir kula lütfu ile tecellî ederse, bütün bu hileler ve tuzaklar hükümsüzdür. Yemin ederim ki kişi ancak Allah-u Teâlâ’nın kurtarmasıyla kurtulur. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurdu ki : “Allah’ın hidayet edip doğru yola sevk ettiği kimse doğru yolu bulmuştur. Kimi de sapıtırsa, işte onlar mahvolanlardır.” (A’râf : 178 ) Benim bildiğimi siz bilseniz kurtulamayacağınızı anlarsınız. Bu hakikatlerin birçoklarını Allah-u Teâlâ bize gösterir. Onun için çok iyi biliyorum ki, ancak ve ancak Allah-u Teâlâ murad ettiğini kurtarıyor. Diğerleri bir fırtınaya tutuluyor ve ebedi hayatı gidiyor. Artık onun şeyhi şeytan oluyor, onu artık o irşad ediyor, o kendisinin Hakk yolunda olduğunu zannediyor. “Ey Rabb’imiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra, kalplerimizi saptırıp döndürme.” (Âl-i imrân : 8 ) Dipnotlar : 1- Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y. , s. 492-494 2- Ömer Tellioğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 5, s. 74 3- Nefs kelimesinin Kur’an’da kullanımlarıyla ilgili geniş bilgi için; Ahmed Ögke’nin, Kur’an’da Nefs Kavramı (İnsan Yayınları) adlı kitabına, özellikle s. 23-37’ye bakılabilir. 4- M. Said Çekmegil, Tetkiklerde Metod ve Tenkid, Sanih Y. Ank, 1979, s. 104-112 5- Fevzi Zülaloğlu, “Nefs” Kavramı Çerçevesinde Kur’an’da Kişiliğin Tekâmül Aşamaları, Hak Söz, sayı 69, Aralık 1996 6- Abdülaziz Bayındır, Duâda Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk, Süleymaniye Vakfı Y. , İst. 2001, s. 91-103 7- A. Bayındır, a. g. e. , s. 187-189 8 - Çeşitli intenet sayfalarindan alintilar yapildi. |