Reddü´l Muhtar / Yasaklar ve Mubahlar - Baskı Önizleme +- Tiryaki Board (https://tiryakiboard.com) +-- Forum: DİNİ İSLAMİ BİLGİLER (https://tiryakiboard.com/forumdisplay.php?fid=8) +--- Forum: iSLAMi BiLGiLER (https://tiryakiboard.com/forumdisplay.php?fid=187) +---- Forum: Dini Genel Bilgiler (https://tiryakiboard.com/forumdisplay.php?fid=204) +---- Konu Başlığı: Reddü´l Muhtar / Yasaklar ve Mubahlar (/showthread.php?tid=9174) |
Reddü´l Muhtar / Yasaklar ve Mubahlar - RasitTunca - 04-21-2020 YASAKLAR VE MUBAHLAR KİTABI Münasebeti zahirdir. Hazr, lügatta men ve hapsetmek manasına-dır. Şeriatta ise, şer´an kullanılması men edilen şeydir. Mahzur, muba-hın zıddıdır. «Mubah ise, mükelleflere sevap veya günah kazanma söz-konusu olmaksızın yapılması ve terkedilmesi caiz olan şeydir. Mükellef mubahtan az da olsa bir hesap verir. İhtiyar. İmam Muhammed´e göre, her mekruh, yani tahrimen mekruh olan . herşey, haramdır, yani ateşle ceza görme bakımından haram gibidir. Ama tenzihen mekruh olan şey, fukahanın ittifakı ile helâle daha yakın-dır. İmameyne göre ise, tahrimen mekruh olan şey, harama daha ya-kındır. Sahih ve muhtar olan da imameynin görüşüdür. Bid´at ve şüphe de tahrimen mekruhun mislidir. Tahrmien mekruh olan birşeyin harama nisbet edilmesi, vacibin farza nisbet edilmesi gibidir. O zaman vacib ne ile sabit olursa, tahrimen mekruh da onunla sabit olur. Yani sübutu zanni olan bir delille sabit olur. Vacibi terketmek yüzünden insan nasıl günahkâr olursa, tahrimen mek-ruh´olan şeyi yapan da günahkâr olur. Sünnet-i müekkede de vacib gi-bidir. Zeylaî´de, atların hürmeti bahsinde şöyle denilmektedir: «Harama yakın olan bir şey, mahzurla bağlı olan şeydir, ateşle cezalandırmayı ge-rektiren şey değildir. Belki sünneti müekkedenin terki gibi itabı gerekti-rir. Çünkü sünneti müekkedeyi terketmekte ateşle eziyet etmek yoktur. Şu kadarı var ki, sünneti müekkedeyi terketmek, Nebiyi muhtarın şefaatından mahrum kalmayı icabettirir. Zira Rasulullah (s.a.v.), «Benim sün-netimi terkeden, şefaatıma nail olamaz.» buyurmuştur. Öyleyse sünneti müekkedeyi terketmek haram değil, harama yakındır.» Gıda için yemek yemek susuzluğu gidermek için su içmek, velev ki haram, ölmüş bir hayvanın eti veya bir diğerinin malı olsun ona zamin de olsa, farzdır. Onu yemekle, hadisin hükmüne göre sevap da kazanır. Şu kadarı var ki, insan nefsinden ölüm tehlikesini atlatacak kadar yemek farzdır. Ve ondan dolayı sevap da kazanır. Nefsini helakten kurtaracak kadar yemek ise, ayakta namaz kılacak ve oruç tutacak kadar vücudu sağlam tutacak kadar yemektir. Bu ifadeden vücudu farzı kılamayacak kadar zayıflatacak miktarda yemeği azaltmanın caiz olduğu anlaşılır fakat o kadar az yemek caiz değildir. Nitekim Mülteka ve diğer muteber kitaplarda da böyledir. Ben derim ki: Mübteğa´da şöyle denilmektedir: «İnsanı helakten kurtaracak ve ayakta namaz kılma gücünü kazandıracak kadar yemek yeme farzdır.» Uyanık ol. Kuvvetini artırmak için doyuncaya kadar yemek de mubahtır. Doy-manın üstünde fazla yemek ise haramdır. Hâniye´de bu fazla yemek ha-ram yerine kerahetle ifade edilmiştir. Midesini galib zannına göre bo-zacak kadar çok yemek haramdır. İçmek de böyledir. Kuhistani. Ancak orucunu sabahleyin kuvvetlendirme kastı ile fazla yemesi ve-ya kendisiyle oturmuş olan misafiri utanmasın diye veya bunlara benzer sebeblerle çok yemesi haram değildir. İbadet yapmaktan zayıf düşünceye kadar yemeği azaltmak caiz de-ğildir. Ama çeşitli meyve türlerini yemesinde bir beis yoktur. Ama bunu terketmek daha efdaldir. Birkaç türlü yemek yapmak israftır. İhtiyaçtan fazla yemeği sofraya koymak da israftır. Sünnet üzere yemek yemenin adabı şudur: Evvelinde besmele çekmek, sonunda hamdetmek. Yemek-ten evvel ve sonra elleri yıkamak. El yıkamada, yemekten evvel genç-lere, yemekten sonra ise yaşlılara öncelik verilmelidir. Mülteka. İZAH Haniye ve Tuhfe´de de başlık aynen böyle konulmuştur. Camiü´s-Sağîr ve Hidâye´de ise, bu kitaba «kerahet ve mubahlar kitabı» denilmiş-tir. Mebsut ve Zâhire´de ise, bu başlık yerine «İstihsân kitabı» denilmiştir.- Çünkü bu kitabın meseleleri muhtelif cinslerdendir. Onun için bu isim (istihsan) verilmiştir. Zira genel olarak meselelerinde kerahet, hazr, ibaha ve istihsan bulunmaktadır. Nihâye´de olduğu gibi. Bazı alimler debu kitaba Zühd ve vera kitabı demişlerdir. Çünkü bu kitapta şeriatın mutlak bıraktığı birçok meseleler vardır. Zühd ile vera ise, o mutlak bırakılan meseleleri terketmektir. Talibetü´t-Talebe´den naklen Ebussuud´da şöyle denilmektedir: «İstihsan, güzel meselelerin çıkarılmasıdır. Bu hususta söylenilenin en uy-gunu da budur. Ama fıkhı meselelerin cevabında zikredilen kıyas ve istihsan ise, onların beyanları fıkıh usulündedir.» «Münasebeti zahirdir ilh...» Hidâye şerhlerinde de olduğu gibi bu münasebet şudur: Udhiye ve bu kitapta bulunan bütün meseleler bir asıl ve fer´den hali değillerdir ki, onda kerahet de varid olur. Musannifin Hazr ve ibaha kitabı demesi üzerine de, onda hazr ve ibahat vaki olur denilir. Ne zaman ki udhiye ile udhiyeden evvel ki kitabın münasebeti zikredildi, o zaman bilindi ki udhiye yerinde vaki olmuştur. O zaman ar-tık bu münasebetin şu kitabın udhiyenin peşine zikredilmesinin vechini ifade etmiyor diye itiraz edilmesin. Bu kitabın bütün kitaplarla münasebe-ti vardır denilerek de itiraz edilmesin. «Hazr lügatta men ve hapsetmek manasınadır ilh...» Kur´ân´da, «Rabbinin ihsanı mahzur değildir.» (İsrâ : 20) buyurulmuştur. Yani Rab-binin rızkı ne sevap kazanandan, ne de günah kazanandan hapsedil-miş değildir. Cevhere. İbâha ise ıtlak etmek, serbest bırakmak anlamınadır.. Zeylaî. «Mahzur, mubahın zıddıdır ilh...» el-Mahzur kelimesi başındaki «el» and içindir. Yani bizim fikir ve tarif ettiğimiz şer´î mahzur, mubahın zıd-dıdır. İşte bu mubah için başka bir zıddın bulunmasına münafi değildir. Ki bu da vaçibtir. Çünkü musannifin burada muradı, onun karşılığında elan mubahı tarif etmek değildir. Çünkü onun tarifi, bilindiği gibi yu-karıda geçti. İşte bu izahla musannifin burada hazrı tarif etmesi eammi ile tarif etmek demek değildir. Çünkü hazır haram ve mekruha nasıl de-nilirse, vacibe de denilir. O zaman, kafi delille men edildiği sabit olan şey diye tarif etsek, hazrı yine has tarifiyle tarif etmiş olmayız. Belki hazrın has tarifi şudur: Şer´an kullanılması men edilen şey. Çünkü böy-le olursa, bu tarif zannî delil ile kaçınılması sabit olan şeyi de içine alır. «Yapılması ve terkedilmesi caiz olan şeydir ilh...» Minâh´ta da böyle tarif edilmiştir. Cevhere´de olan ifade de şöyledir: «Mükellefin yapmakla yapmamak arasında muhayyer olduğu şeydir.» «Mubahtan az da olsa bir hesap verir ilh...» Bu da bir azabtır de-nilmesin. Çünkü şöyle bir şey varid olmuştur ki, kim hesabta münakaşa ederse azab görür. Çünkü münakaşa, hesapta ziyade araştırmaya vesile olur. Kamus´ta olduğu gibi. «Her mekruh ilh...» Kerahet razı olmamaktır. Mutezileye göre kera-het irade edilmeyendir. O zaman Mutarrızî´nin kerahet kelimesini Muğrib´te irade edilmeyen olarak tarif etmesi, mutezileye meyletmektir. Ni-tekim Ebussuud da böyle ifade etmiştir. , «Yani tahrimen mekruh olan ilh...» Kerahet, mutlak zikredildiği za-man ondan ancak tahrimi kerahet kasdedilir. Şeriatta olduğu gibi. Hazr ve ibahat babında olan kerahet tahrimi kerahattir. Bîri. «Haramdır ilh...» Musannif bu kavliyle irade ediyor ki, o haramdır. Hidâye´de şöyle denilmektedir. «Ancak, kesin bir nas bulunmayınca, ona haram lafzı ıtlak olunmaz.» Bir has bulununca, o zaman haram veya he-lâldir diye kesin olarak söylenir. Eğer helâlliği hakkında bir nas bulun-mayan şey hakkında «beis yoktur» denilir, hahamlığı hakkında bir nas bulunmayana da «mekruhtur» denilir. İtkanî. «Haram gibidir ilh...» Kuhistanî de böyle demiştir. Bu şunu iktiza eder ki, o şey hakikaten İmam Muhammed´e göre de haram değildir. Ateşle azab göreceği için o cihetle harama benzemektedir. Herne ka-dar onun azabı kat´ı" haram olan birşeyin azabından az da olsa. Bu da İmam Muhammed ile İmameyn arasındaki zikredilen ihtilafın mukteza-sının aksinedir. Bir de, imameynin kavlinin daha sahih olmasının aksi-nedir. Evet öyledir ama, o, İbnü´l-Hümam´m Tahriku´l-Usul isimli eserin-de tahkik ettiğine muvafıktır. Tahkik ettiği şöyledir ki; «Muhammed´in «haramdır» sözünde bir çeşit mecaz vardır. Çünkü ikabı istihkak etmek-te haram ile tahrimen mekruh olan ortaktırlar. İmameynin kavli ise, ha-kikat üzerinedir. Çünkü kati olarak bilinmektedir ki İmam Muhammed vacib mekruh olanı inkâr edenin küfrüne hükmetmez. Nasıl ki, farz ve ha-ramı inkâr edeni tekfir etmişse. O zaman İmam Muhammed ile mana iti-bariyle imameynin arasında zannedildiği gibi bir ihtilaf yoktur.» Bunun Tahrikü´l-Usul´ün sarihi İbni Emir-i Hac Muhammed´in Meb-sutta zikrettiği ile teyid etmektedir. Zikredilen kelâm şudur: «Ebû Yusuf, Ebu Hânife´ye, «Sen birşeye mekruhtur dediğin zaman senin reyin ne-dir » diye sorunca, Ebu Hânife, «Haramdır» demiştir.» Yine Mebsut´ta, Muhammed´in, «Ebu Hânife de mekruhu inkâr eden kimseyi tekfir etmemiştir.» kavli gelecektir. Bunun üzerine aralarındaki ihtilaf sırf bu mekruha haram demenin sahih olup olmadığı üzerinedir. Bu husustaki kelâmın tamamı yakında gelecektir. «Helâla daha yakındır ilh...» Yani onun faili asla ikab görmez. Şu kadarı var ki, onu terkeden kimse de az bir sevap kazanabilir. Telvîh. Bunun zahiri şudur ki. helâl değildir. Helâl olmamaktan haram olması veya tahrimen mekruh olması da lazım gelmez. Çünkü Minah´ta da ol-duğu gibi. tenzihen mekruh olan bir şeyin mercii, onun terkinin evlâ olmasıdır. Kuhistanî Minah´ta Cevahir´den naklen olduğu gibi, iki kera-het arasındaki fasıl şöyledir: Eğer birşeyde asıl haram ise, umumi ibtiladan dolayı o haramlık ondan düşmüşse, onu yemek veya içmek tenzi-hen mekruhtur. Kedinin artığı gibi. Yok eğer haramlık düşmemişse, o za-man haramdır. Eşek eti gibi. Eğer onda asıl ibaha ise, sonra onu ibaha-dan çıkaracak birşey arız olmuşsa bakılır: Eğer galib zanna göre haram edecek şey bulunursa, tahrimen mekruhtur. Necaset yiyen bir sığırın artığı gibi. Yok eğer haram edecek birşey bulunmuyorsa, o zaman o tenzihen mekruhtur. Yırtıcı kuşların artığı gibi. «Bid´at ve şüphe de bunun mislidir ilh...» Kuhistanî´nin kelâmı şunu ifade etmektedir: Bid´at kelimesi İmam Muhammed´e göre mekruhun eşanlamlısıdır. Şüphe de imameyne göre mekruhun eşanlamlısıdır. «Harama nisbet edilmesi ilh...» Yani sabit olma itibariyle. Musanni-fin, vacibin sabit olduğu şeyle sabit olur sözü bu nisbeti beyan etmek-tedir. Şu kadarı var ki, musannifin bunu zanni sübut üzerine ihtisar et-mesinde ki ibaresinde kusur vardır. Bunun beyanı şöyledir: Semi deliller dörttür. Birincisi, hem sübutu, hem delâleti kafi olan Kur´an´ın müfesser ve muhkem nasları ve mefhumu kati olan mütevatir sünnetin nasları gi-bi. İkincisi, sübutu kafi, delâleti zannî olan, tevil olunan ayetler gibi. Üçüncüsü ise, bunun aksi, yani sübutu zannî, delâleti kafi, bu da mef-humları kafi olan ahadi haberler gibi. Dördüncüsü, hem sübutu, hem de delâleti zannî olandır. Bu da mefhumu zannî olan ahadî haberler gibidir. Birincisi ile farz ve haram sabit olur. İkinci ve üçüncü ile, vacib ile tahrimi kerahet, dördüncüsü ile de sünnet ve müstahab olan sabit olur. «Zeylaî´de ilh...» Sarihin bu kavli, musannifin, «mekruh olan şeyi yapan günahkâr olur» kavlinin anlamını açıklamak içindir. Zeylaî´de olan, Telvih´te olan ifadeye muvafıktır. Zira Telvih sahibi şöyle demiştir: «Ha-rama yakın olmanın manâsı şudur: Yani ona ateşle azab etmenin dışın-da bir mahzur taalluk eder. Sünneti müekkedeyi terketmek de hürmete (harama) yakındır. Bunun terkeden de Peygamberin şefaatından mahrum kalır.» Telvih´in ibaresi şunu iktiza eder: Müekked sünneti terketmek, tah-rimen mekruhtur. Çünkü o harama yakındır. Burada müekked sünetten murad, cemaatla namaz kılmak, ezan ve kamet gibi Hûda sünnetleridir. Çünkü bunları terketmek, sapıklıktır ve kınanır. Tahrir´de olduğu gibi. Bu-rada terkten maksat, özürsüz olarak terketmek ve terkte ısrar etmektir. İşte bundan ötürü de cemaatı terk üzerine icma edenler ile savaşılır. Çünkü cemaatta namaz kılmak veya sünen-i Hûda dinin alametlerindendir. Onun terkinde ısrar etmek, dini hafife almaktır. O zaman onun terki üzerine onlarla savaşılın. Bunu Mebsut zikretmiştir. İşte bundan dolayı denilir ki, onların cemaatı terki üzerine savaşmak onun vacib olduğuna delâlet etmez. Bu bahsin tornamı Tahrir şerhindedir. Sonra burada zikredilen «Ateşle azab görmez ama bir mahzuru is-tihkak eder» kavli, anifen sarihin takdim ettiğine muhaliftir. İbnü´l-Hümam da Tahir´de, tahrimen mekruh olanı işleyen kimsenin ateşle ikabı istihkak edeceğini kesinlikle söylemiştir. Ancak şu kadarı var ki, sarihin yukarıda takdim ettiği, Muhammed´in kavline has olduğu söylenebilir. Çünkü mekruh İmam Muhammed´e göre haramdandır. Burada olan ise, imameynin «harama daha yakındır» kavli üzerine hamledilir. O zaman bu ifade eder ´ki. İmam Muhammed´le imameyn arasındaki ihtilaf lafzi değildir. Bu da bizim Tahrir´den naklen takdim ettiğimizin aksinedir. Bun-dan dolayı Ebussuud, Makdisî´den şunu nakletmiştir: «Hilafın aslı şudur: Muhammed, mekruhu haram saymıştır. Çünkü onun helâlliğine kesin bir nas yoktur. İmameyn ise onu helâl kılmışlardır. Çünkü eşyada asıl olan helâl olmaktır. Hem de hürmetine dair kesin birşey de yoktur.» Kerahet helâlliğe münafi değildir. Nihâye´nin hulu bahsinden Kuhistânî şöyle birşey nakletmektedir: «Her mubah helâldir. Ama bunun aksi değildir. Meselâ, Cuma günü ezan zamanı alış-veriş helâldir ama mubah değildir. Çünkü mekruhtur.» Telvih´te şöyle denilmektedir: «Terki evlâ olan herhangi bir fiil, ke-sin bir delil ile men edilmekle haram olur. Ama terki evlâ olan bir şey zannî delil ile men edilirse, tahrimen mekruh olur. Ama hiç men bulunmazsa, o zaman tenzihen mekruh olur. İşte bu taksim, Muhammed´in gö-rüşüne göredir. İmameynin görüşüne göre, terki evlâ olan bir fiil, men ile birlikte haram olur. Men olmadan ise, tenzihen mekruhtur. Eğer helale daha yakın ise. Eğer harama daha yakın ise, o zaman tahrimen mekruhtur.» Bu ifade etmektedir ki, terki evlâ olan şeyin yapılmasını men etmek İmam Muhammed´e göredir. İmameyne göre değil. İşte bununla İmamey-nin görüşü üzerine, mekruhun müekked sünnet ile şefaattan mahrum ol-makta eşittirler. Allah daha iyisini bilir ama buradaki şefaattan murad, derecelerin yükselmesidir veya ateşe girmemektir. Yoksa ateşten yıkmak veya muvakkat bir şekilde mahrum olmak değil. Veya istihkak et-tiği birşeyden şefaatla kurtulmaktır. O zaman şefaatin vukuuna münafi değildir. İşte bununla suç kebireyi işleyenen üzerine değildir diye itiraz edilemeyeceği anlaşılmış olur. Hazreti Peygamber «Benim şefaatim üm-metimden kebairi işleyenler içindir.» Nitekim Hasan Celebi Telvîh Haşiyesi´nde bunu zikretmiştir. Bunun tamamı bizim Menâr üzerindeki haşiyelerimizdendir. «Gıda için yemek ilh...» Setri avret, soğuk ve sıcaktan koruyacak kadar elbise giymek de farzdır. Şurunbulâliye. «Velev ki haram ilh...» Adam susuzluk yüzünden ölmekten korksa, onun yanında da şarap olsa, eğer şarabın susuzluğunu gidereceğini bil-se, susuzluğunu giderecek kadar içebilir. Bezzâziye. Böyle susuz kalan bir kimsenin yanında idrar ve şarap olsa, o za-man şarap idrara takdim edilir Tatarhâniye. Bu husustaki kelâmın ta-mamı ileride gelecektir. «Ona zamin de olsa ilh...» Zira mecbur kalındığında birşeyin mu-bah oluşu, o şeyin saminiyetine aykırı olmaz. Bezzâziye´de şöyle denilir: «Adam açlıktan öleceğinden korksa, ar-kadaşının yanında da bir yiyecek olsa, bu ölümden kurtulacak kadar kıymetiyle arkadaşından alır. Susuzluğunu giderecek kadar fazlasıyla değil, kıymetiyle su da alabilir. Eğer arkadaşı imtina ederek vermese, silahsız olarak onunla çarpışır. Eğer arkadaşının da açlık veya susuzluktan öle-ceğinden korkarsa, o zaman bir kısmını ona bırakır. Bir adam diğerine, elimi kes ye, dese, helâl olmaz. Çünkü insan eti mecbur kalındığında da mubah olmaz. Çünkü insan şereflidir.» «Ondan dolayı sevap da kazanır ilh...» İhtiyâr´dan naklen Şurunbulâliye´de şöyle denilmiştir: «Rasulullah (s.a.v.), «Şüphesiz Allahu Teâlâ insanların her yaptığı şeyin karşılığında ecir verir. Hatta kulun ağzına gö-türeceği lokmanın dahi sevabını verir.» buyurmuştur. Eğer ölene kadar yeme ve içmeyi terkederek ölse, asi olmuş olur. Çünkü yemeği terketmekte nefsi tehlikeye atmak vardır. Hem de muhkem ayette nefsi tehli-keye atmak nehyedilmiştir.» Ama bunun aksine, hasta bir adam tedaviden kaçınmış olduğu için ölse, günahkâr olmaz. Çünkü onun tedavi ile şifa bulacağı yakın değil-dir. Nitekim Mülteka şerhinde de böyledir. «Bu ifade ediyor ki ilh...» Yani, «bundan dolayı sevab da kazanır» sözü ifade ediyor. Çünkü bunun zahiri, o kadar yemek mendubtur. Mendub oluşu da Mülteka´nın metninde tasrih edilmiştir. O zaman yemeği terketmenin caiz olduğunu ifade eder. «Nitekim Mülteka ilh...» Mülteka´da olanı musannif yakında zikredecektir. Zira Mülteka sahibi ibadetlerin edasından zayıflatacak kadar ye-meği azaltarak riyazet yapmak caiz değildir demiştir. «Ben derim ki ilh...» Bu kavil, sarihin «caiz değildir» sözünü teyid etmektedir. «Uyanık ol ilh...» Sarihin bu sözü, musannifi muaheze etmeye işaret ettiği gibi, Mülteka´da zikredileni de muaheze etmektedir. «Mubahtır ilh...» Yani ne sevap, ne de günah vardır. Ancak, eğer yediği helâlden olursa, bunun az bir hesabını verir. Zira hadiste Rasulullah, «İnsan herşeyden görür, ancak üç şeyden hesap görmez. Avre-tini örtecek bir parça bez, açlığını giderecek kadar bir parça ekmek, onu yazın sıcaktan, kışın soğuktan koruyacak bir ev.» buyurmuştur. Yine şöyle hadis de gelmiştir: «İnsanoğlunun sulbünü kuvvetlendirecek lokmalar-dan da hesap sorulacaktır. Ancak nefsini kurtaracak kadar yemesinden sorulmayacaktır.» Dürrü Münteka. «Doyuncaya kadar ilh...» Doymak, yani vücudunu gıdalandırmak ve bedenini kuvvetlendirecek kadar. Kuhistanî. «Haramdır ilh...» Çünkü malı zayetmek ve nefsi hasta etmektir. Şöy-le bir hadis de gelmiştir: «İnsanoğlunun doldurduğu kapların en şerri doldurduğu midesidir.» Eğer karnı doldurmak lazım ise, üçte birini ye-meğe, üçte birini suya ve üçte birini de nefes almaya. Azab bakımından en uzun azab görecekler, en çok karnını doyuranlardır. Dürrü Münteka. BİR TETİMME : Tebyînü´l-Mehârim´de, şöyle denilmektedir: «Âlim terden bazısı tarafından diğer iki mertebe de eklenmiştir. Bunlardan bi-risi mendub olan yemektir. Mendub olan yemek ise, insanı nafile namaz-lara, ilim öğrenmeye ve ilim öğretmeye yardımcı olan yemektir. Diğeri de mekruh olan yemektir. Bu da, doyduktan sonra ondan bir zarar görmeyecek kadar fazla yemektir. Abidin rütbesi mendub olan yemekte mu-bah olan yemek arasında muhayyer kalmaktır. Ve, yediği zaman yediği ile ibadete kuvvetlenmeyi murad ederse, o zaman itaat etmiş olur. O yemesiyle de lezzet ve nimet almayı murad etmemelidir. Zira Cenab-ı Allah kâfirleri faydalanmak ve nimetlenmek için yediklerinden onları zemmetmişitr. Şöyle ki Cenab-ı Allah, «Kâfirler ise zevklenirler, hayvanların yediği gibi yerler, yerleri ateştir.» (Muhammed : 12) buyurmuştur. Rasulullah da, «Müslüman bir barsakla, fakat kâfir yedi barsakla yer.» buyurmaktadır. Bu hadisi Şeyheyn ve diğer kitaplar rivayet etmişlerdir. Bu-rada yedi rakamı mübalağa içindir. Bazı alimler tarafından da, Resulullah bunun mümin için bir darb-ı mesel olarak zikretmiştir, yani mümin dün-yadan züht eder, kâfir ise dünyaya haristir. Öyleyse mümin yemeği ha-yatını devam ettirmek ve ibadetlerini yapabilmek için yer. Kâfir de hırs, şehvet ve lezzeti taleb için yer. O zaman az da olsa mümin doyar, fakat kâfiri çok da olsa doyurmaz.» «Hâniye´de kerahetle ifade edilmiştir ilh...» Umulur ki, evceh olan birinci görüş, yani haram ifadesidir. Çünkü israftır. Ki Allahu Teâlâ da «İsraf etmeyin» buyurmuştur. Allahu Teâeâ´nın bu kavlinin sübutu da, delâleti de kafidir. Düşünülsün. «Çok yemek ilh...» Bunu Kuhistanî, Kermanî´nin eşribe bahsine isnad etmiştir. T. de diyor ki, «Sarih bununla ifade ediyor ki, burada doy-maktan murad, şer´i doymaktan fazla olan değildir. Çünkü şer´i doymak, midenin üçte birini doldurmaktır. Buradaki doymaktan murad, mideyi ifsad kadar yemektir.» «Ancak orucunu sabahleyin kuvvetlendirme kastı ile ilh...» Zahir şudur ki, buradaki istisna, sarihin de tevilde zikrettiğine binâen müntakidir. Zira eğer midesinin ifsad edilmesi zannına galib olursa, artık mi-desini bozacak kadar ramazan için yemesi nasıl caiz olur Bununla be-raber hastalanmaktan korkmuş olsa bile onun iftar etmesi mubahtır. An-cak şöyle denilebilir: İfsattan murad. çok zarar vermeyi ziyadeleştirmeyen bir ifsattır. Zikredilen, bazı müteahhirin alimlerinin istisnasıdır. Ni-tekim Tatarhâniye de böyle ifade etmiştir. «Misafiri utanmasın diye ilh...» Yani ihtiyacı kadar yedikten sonra gelen misafirin utanmaması için yemesi de haram değildir. Kuhistanî. «Ve bunlara benzer ilh...» Mesela adam, ihtiyacından fazla olarak istifra etmek için yerse, Hasan diyor ki, bunda bir beis yoktur. Hasan di-yor ki, «Ben Enes bin Malik´i gördüm ki, çok çeşitli yemeklerden ve çok yerdi. Sonra da onu istifra ederdi. Bu istifra etmesi de ona menfaat verirdi.» Haniye. «İbadet yapmaktan ilh...» Yani farz olan ibadeti ayakta kılmaktan zayıflayacak kadar yemeği azaltmak caiz değildir. Ama eğer onu zayıf-latmayacak bir vecihle yemeği azaltırsa o zaman o mubahtır. Dürrü Münteka. «Terketmek daha efdaldir ilh...» Ki derecesi noksanlaşmaya ve bir de «İnkâr edenler ateşe sunuldukları gün, (kendilerine denir ki): «Dünya hayatında bütün güzel şeylerinizi zayettiniz. bunlarla sefa sürdünüz, tü-kettiniz.» (Ahkâf: 20} âyetinin hükmüne girmeyeler. Hasenatı çoğaltmak için yemeğin fazlasını tasadduk etmek efdaldir. Dürrü Münteka. «Birkaç türlü yemek yapmak israftır ilh...» Ancak, ibadetin kuvveti için veya peşpeşe ziyafet vermesi halinde israf değildir. Kuhistânî. «Sünnet üzere ilh...» Eğer besmeleyi yemeğe başlarken unutursa, aklına geldiğinde yemeğin başı ve sonuna bismillah desin. İhtiyar. Bismillah denildiği zaman sesini yükselt ki seninle beraber bulunan-lara da telkinatta bulunmuş olasın. Ama sonunda hamd getirirken onu yüksek sesle getirme. Ancak, arkadaşları yemeklerini bitirmişlerse, o za-man yüksek sesle elhamdülillah denilebilir. Tatarhâniye. Besmele, ancak yemek helâl olursa çekilir. Ama sonundaki hamd. ister helâl olsun, ister hararn, yapılır. Kınye, T. «Yemekten evvel ve sonra elleri yıkamak ilh...» Yemekten evvel el-leri yıkamak fakirliği yok eder. Mendille eli silinmez. Yemekten sonra yıkamak da kınanmayı nefyeder. Ama yemekten sonra yıkanmada ye-meğin eserinin elden gitmesi için eller kurulanır. El yıkamanın yemenin bereketi olduğu söylenmiştir. Un yemekle de el yıkamada bir beis yok-tur. Yemek için ağızı yıkamak da elleri yıkamak gibi sünnet midir El-Cevap: Sünnet değildir. Şu kadarı var ki cünüp adamın ağzını yıkamadan yemek yemesi mekruhtur. Ama hayızlı kadın bunun aksinedir, Dürrü Münteka. Bunun misli Tatarhâniye´de de mevcuttur. «Yemekten evvel gençlere ilh...» Çünkü onlar ihtiyarlardan çok yerler, ihtiyarlar ise daha az yerler. Dürrü Münteka. «Yemekten sonra ise yaşlılara ilh...» Zira Rasulullah, «Bizim yaşlı-larımıza saygı göstermeyen bizden değildir.» buyurmuştur. İşte bu da saygıdır. T. BİR TETİMME -. Tuzluk veya tabağı ekmek üzerine koymak mekruh-tur. Eli veya bıçağı ekmekle silmek de mekruhtur. Ekmeği sofraya bağlamak da mekruhtur. Muhtar kavle göre, bir yere yaslanarak veya baş açık olarak yemek yemekte de beis yoktur. Ekmeğin ortasını yemek ve kena-rını bırakmak veya kabaran yerlerini yemek diğer yerlerini bırakmak is-raftır. Ancak geri kalanını yiyen olursa o zaman beis yoktur. Nasıl Ek-meğin içinden birisini tercih etse, mekruh değildir. Ekmek hazır olunca katığı beklememek, ekmeğe hürmet etmektir. Elinden yere düşen lokma-yı yerde bırakmak da israftır. Layık olan onunla yemeğe başlamaktır. Yemeğin ortasından yeme-mek, kenarından yemek sünnettir. Aynı yerden yemek de sünnettir. Çün-kü hepsi bir yemektir. Ama bunun aksine bir tabakta birkaç çeşit meyve olsa, o zaman o meyvelerden dilediğini, dilediği yerden yer. Çünkü o birkaç türlüdür. Buraya kadar saydıklarımızın hepsi ile asar varid olmuş-tur. Sofraya otururken, sol bacağı yatırmak, sağı dikmek de sünnettir. Yemeği sıcak yememek ye koklamamak da sünnettendir. İkinci imamdan yemeği üflemede kerahet olmadığı, ancak, sesli bir şekilde üflemenin mekruh olduğu rivayet edilmiştir. Yemek zamanında susmak mekruhtur. Çünkü yahudilere benzemektir. Yemekte maruf ile konuşulur. Peygamber aleyhisselatü vesselam, «Kim bir çanaktan yemek yer ve sonra o çanağı İyice temizlerse, çanak ona, «Allah seni ateşten azad etsin, çünkü sen beni şeytandan azad ettin» der.» buyurmuştur. Ahmed´in rivayetinde «ça-nak ona istiğfar eder» denilmiştir. Yemeğe tuzla başlamak ve tuzla bitir-mek de sünnettendir. Hatta onda yetmiş derde şifa vardır. Yemekten sonra eli silmeden önce ve kâseyi yalamak da sünnettendir. Bu bahsin tamamı Dürrü Münteka, Bezzâziye ve diğer kitaplardadır. METİN Ehli kısrak eşeğin eti mekruhtur. Malik buna muhalefet etmiştir. O eşeğin sütü ve insan pisliği yiyen bir hayvanın sütü de mekruhtur. Kıs-rağın sütü ve devenin sidiği de mekruhtur. İmam Yusuf, tedavi için kıs-rak sütü ve deve sidiğini içmeye icazet vermiştir. İnsan pisliği yiyen hay-van ile kısrağın etini yemek mekruhtur. Ancak pislik yiyen hayvan, etinden o pis koku gidinceye kadar hapsedilir, koku gittikten sonra yenilir. Bu temizlenme müddeti şöyle takdir edilmiştir: Ezher kavle göre, tavuk üç gün, koyun-keçi dört gün, deve ve sığır on gün hapsedilir. Eğer bir hayvan, hem necaset, hem de temiz yiyecekler yese ve eti de kokmasa, o zaman onun eti helâldir. Domuz sütü ile beslenen bir buzağının etinin helâl olması gibi. Çünkü onun eti bozulmaz. Onun gıdalandığı şey de müstehlik olmuştur. Eti yenilen bir hayvan şarap içse, aynı saatte kesilse, onun etini ye-mek helâldir ama mekruhtur. Zeylai, Vehbaniye Şerhi´nin av bahsi. Hem erkek, hem de kadın için altın ve gümüş kaptan yemek ye-mek, su içmek ve yağ sürünmek ve kokulanmak mekruhtur. Zira hadis mutlaktır. Gümüş ve altın kaşıkla yemek veya altın ve gümüş mille sürme çekmek ve kullanmakta buna benzer sürme konulacak altın veya gömüş kabın, altın ve gümüş çerçeveli ayna, altın ve gümüşten yapılan alem ve hokkayı kullanmak da mekruhtur. Yani halkın örfüne göre kullanılmak üzere yapıldığı işte kullanılması mekruhtur. Yoksa, mekruh değildir. Hat-ta bir adam yemeği altın bir kaptan başka bir yere aktararak orada ye-se veya suyu veya yağı altın kaptan evvela başına değil, eline dökmesi, eliyle başına sürmesi halinde bir beis yoktur. Mücteba ve diğerleri. Bu da Dürer´de tahrir edilenin ta kendisidir. Hıfzedilsin. Kuhistanî ve diğer birisi şunu istisna etmiştir: Savaşta altın ve gü-müşten yapılmış miğfer, zırh, kolçak kullanılması mekruh değildir. Şim-diye kadar sayılan kerahetler bedene ait olanlardır. Ama bedenin gayrısında sırf süs için altın ve gümüşten kap, veya bir sedir yapmış olsa, üzerine de ipek sermiş olsa, onda beis yoktur. Belki selef bunu yapmış-tır. Hülâsa. Hatta Ebû Hânife, yüzü ipek olan yastığa yaslanmayı, üze-rinde yatmayı mubah kabul etmiştir. Nitekim ileride gelecektir. Bakır ve tunçtan yapılmış kaplarda yemek yemek de mekruhtur. Ama efdal olan, kabın toprak olmasıdır. Peygamber aleyhisselâtı vesselam, «Kim kaplarını topraktan yaparsa, onun evini melekler ziyaret eder.» buyurmuştur. İhtiyar. Bakır, çam, billur ve akikten yapılan mezkûr şeyler mekruh değil-dir. Şafiî buna akikte muhalefet etmiştir. Gümüşle süslenmiş bir kaptan su içmek, gümüşle süslenmiş eğere binmek, gümüşle süslenmiş bir kol-tuğa oturmak helâldir. Şu kadarı var ki, gümüşle süslenmiş bir su ka-bından su içildiği zaman, ağzı gümüşe temas ettirmekten kaçınmalıdır. Bazı alimler tarafından eğere binileceği zaman veya eline böyle bir nes-ne aldığı zaman yine gümüşle yere temas etmekten kaçınmasının şart olduğu söylenmiştir. Gümüş veya altınla çemberlenmiş bir kaptan yemek, içmek mekruh değildir. Altın veya gümüşle çemberlenmiş bir sandalye, gümüş veya altınla çerçevelenmiş bir ayna veya gümüş veya altınla yazılmış bir mushafta mekruh değildir. Nasıl ki, kılıç veya bıçak gümüşten veya altın-dan yapılmış olsa, veya onların kabzasında altın veya gümüş olsa, ve-ya atın gemi veya üzengisi altın veya gümüşten olsa, elini altın veya gümüş üzerine koymazsa mekruh değildir. Bir kumaşın altın veya gümüşle süslenmesi de mekruh değildir. Müctebâ´da şöyle denilmektedir: «Gümüşle süslenmiş bir bıçak, hokka ve üzenginin kullanılmasında beis yoktur.» İkinci imamdan, bu sayılanların hepsinin mekruh olduğu rivayet edil-miştir. Bu hususta imamlar arasındaki ihtilaf gümüşle süslenmiş herhan-gi birşeyin kulanılmasındadır. Ama gümüş veya altın yaldızlamaya ge-lince, ulemanın icmaı ile bunun kullanılmasında beis yoktur. Burada gem ile üzengi ve diğerleri arasında fark yoktur. Çünkü, yaldız helak olur. Onun rengine itibar edilmez. Aynî ve diğer kitaplar. Kâfirin velev mecusî de olmuş olsa, «ben şu eti kitabi bir kimseden aldım» demesi kabul edilir ve o et helâldir. «Ben onu bir mecusîden al-dım» demesi de kabul edilir ve o zaman et haram olur. Bir kimsenin ha-beri ile de o reddolunmaz. Bu meselenin asıl kaidesi şudur: Kâfirin ha-beri fukahanın icmaı ile diyanetle ilgili meselelerde değil, muamelâtla ilgili meselelerde makbuldür. İşte Kenz´in «Kâfirin helâl veya haram hususundaki sözü makbuldür» sözü bunun üzerine hamledilir. Yani mua-melat hususundaki sözü makbuldür şeklinde anlaşılmalıdır. .Yoksa Zey-laî´nin zannettiği gibi mutlak helâl ve haramda sözü kabul edilir anla-mında değildir. Kölenin -velev cariye olsun- ve çocuğun sözü de kabul edilir, he-diyede. Burada da ister o çocuk veya köle efendi veya velilerinin baş-kasına veya kendilerine hediye ettiğini haber versinler, hiç farketmez. Yine çocuğun veya kölenin izinle haber verme sözü de makbuldür. İş-te bu izin ister ticaretle izin olsun, ister binaya giriş izni olsun. Bunu Sirac şöyle kayıtlamıştır: «Eğer zannı galibe göre onlar doğru söylüyorlarsa». O zaman bir çocuk sabun veya benzeri birşey almak istese, ona satılmasında beis yoktur. Ama Üzüm ve helva gibi şeylerde layık olan satmamaktır. Çünkü zahir onun yalanıdır. Bu bahsin tamamı Sirac´tadır. Kâfirin, fasıkın ve kölenin muamelâttaki sözü makbuldür. Çünkü bu çok vaki olmaktadır. Meselâ bir köle, kâfir veya fasık, «ben şu şeyin satışında falan kimsenin vekiliyim» dese, zannı galibe göre doğru söy-lüyorsa, ondan alınması caizdir. Nitekim yukarıda geçti. Bu bahis hazr bahsinin sonunda gelecektir. İZAH «Ehli kısrak eşeğin eti mekruhtur ilh...» Ama yabani eşek bunun ak-sinedir. Ki, yabani eşeğin eti ve sütü helâldir. «Malik buna muhalefet etmiştir ilh...» Bu ihtilaftan dolayı musannıf burada haramdır dememiştir. Minâh. Yani bu delillere murarız bir de-lildir. «Eşeğin sütü ilh...» Çünkü o süt etten doğar, o zaman et haram olunca süt de haram olur. Minâh. «İnsan pisliği yiyen hayvanın sütü de ilh...» Yani yalnız onu yerse ve eti kokarsa. Vehbâniye Şerhinde şöyle denilmektedir: «Müntekâ´da, «Mekruh olan insan pisliğini yiyen hayvan şudur ki ona yaklaşıldığı zaman ondan pis koku gelir. O zaman onun eti yenilmez, sütü içilmez, öküz ise ça-lıştırılmaz. Bu durumda iken onu satmak veya hibe etmek de mekruh-tur.» denilmiştir. Bakkalı, onun terinin de necis olduğunu zimretmiştir.» Biz bunu zebaih bahsinde takdim ettik. «Kısrağın sütü ilh...» Musanniften naklen zebaih bahsinde takdim olundu ki, en kuvvetli delile binaen kısrak sütü içmekte beis yoktur. Çün-kü onu içmekte cihat aletini zayıflatma yoktur. Biz, zebaih bahsinde tak-dim ettik ki mutemed olan şudur ki imam, imameynin kavline dönmüş-tür. Ki onların kavli şudur: «At eti tenzihen mekruhtur.» «Ebû Yûsuf, tedavi için kısrak sütü ve deve sidiğini içmeye icazet vermiştir ilh...» Hindiye´de şöyle denilir: «İmameyn devenin idrarı ile at etinin tedavi için yenilmesinde beis olmadığını söylemişlerdir. Yine Ca-miü´s-Sâğîr´de de böyledir.» T. Ben derim ki: Hâniye´de şöyle denilmiştir. «Adam tedavi için parma-ğına bir bağırsak taksa, Ebû Hânife´den mekruh olduğu rivayet edilmiş-tir. Ebû Yûsuf´tan da mekruh olmadığı rivayet edilmiştir. Burada Ebû Yû-suf eti yenilenin sidiğinin içilmesi hususunda ihtilaf üzeredir. Ki, fakiri Ebûl Leys Ebû Yûsuf´un kavlini tutmuştur.» «Ezher kavle göre ilh...» Tecnis´ten naklen Vehbâniye şerhinde za-hiri rivayet üzerine muhtar olan da budur, denilmiştir. Çünkü zahir bu müddet içersinde onların temizlenmesi hasıl olur. Bezzâziye´de: «Tavuk sığır ve koyun hakkındaki geçen müddetler ancak leş yerlerse şarttır Şu kadarı var ki, devede temizlenme müdde-ti bir ay, sığırda yirmi gün, koyunda ise on gün olarak takdir edilmiştir.» Yine Bezzâziye sahibi şöyle demektedir: «Serâhsi demiştir ki, en essahı takdir edilmemesidir. Necaseti yiyen hayvan, o pis koku gidinceye kadar hapsedilmelidir.» «Helâldir ilh...» İşte bundan dolayı fukaha demiştir ki, tavuğun ye-nilmesinde beis yoktur. Çünkü tavuk herşeyi yer ve eti de bozulmaz. Peygamber aleyhisselatı vesselamın tavuk eti yediği rivayet edilmiştir. Tavuk üç gün hapsedilir rivayetine gelince, bu rivayet tenzihi bir yol-ladır. Zeylaî. «Çünkü onun eti bozulmaz ilh...» Keza Zahîre´de de böyledir. Bu «muteber olan kokudur» kaidesine muvafıktır. Şu kadarı var ki, Haniye´ de şu zikredilmiştir: «Hasen, domuz sütü ile beslenen bir buzağının eti-nin yenilmesinde bir beis yoktur demiştir. İbni Mübarek de şöyle de-miştir: «Onun manâsı şudur: Eğer domuz sütü ile beslendikten sonra birkaç gün sonra ot yerse, o necaset yiyen hayvan gibidir.» Kınye´den naklen Vehbâniye şerhinde, domuz sütü ile beslenen bir buzağının eti, eğer domuz sütünü içmesinden birkaç gün sonra kesilirse helâldir. Yoksa helâl değildir.» FER´İ BİR MESELE: Ebussuud´da, Fukahanın ekserisine göre, ne-casetlerle sulanan ekinler ne haramdır, ne de mekruhtur.» denilmiştir. «Helâldir ama mekruhtur ilh...» Bunun zahiri şudur ki, burada ke-rahet tahrimendir. Bunun üzerine şarap içen bir hayvanla necaset yiyen bir hayvanın ve domuz sütü ile beslenen buzağı arasındaki farka ba-kılsın. «Hem erkek, hem de kadın için ilh...» Hâniye´de: «Kadınlar zinetin dışında yemekte, içmekte ve vücuduna yağ sürmekte erkekler menzile-sindedirler. Yalnız kadınlara atlas, ve ipek, altın, gümüş ve inci takmak ve giyinmekte beis yoktur.» «Hadis mutlaktır ilh...» Hadis şudur: Huzeyfe´den rivayet edilmek-tedir ki şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.v.) duydum ki, «İpek, atlas giyme-yiniz. Altın ve gümüş kaptan birşey içmeyiniz. Altın ve gümüş sahan-da yemek yemeyiniz. Zira altın ve gümüş dünyada onlara, ahirette de sizedir. «Bu hadisi Buhârî, Müslim ve Ahmed rivayet etmişlerdir. Zeylaî´nin naklettiği daha başka birçok hadis vardır. Sonra Zeylaî, altın ve gümüş kapta yemek ve içmenin haram olduğu sabit olduğundan o zaman altın ve gümüş kaptan koku sürünmek de haramdır. Çünkü o da kul-lanma bakımından yeme-.< ve içmek gibidir, demiştir. «Kullanmak buna benzer ilh...» Gümüş veya altından olan sofra ve siniler veya altın veya gümüşten bir ibrik veya bir leğende abdest al-mak, altın ve gümüşten bir çıra yakmakta altın ve gümüşten yapılmış bir sandalye üzerinde oturmak da bunlardandır. İşte bu sayılanlarda ka-dın ve erkek eşittir. Tatarhâniye. «Ayna ilh...» Ebû Hânife diyor ki, aynanın halkası gümüşten olursa, beis yoktur, ayna demir olduğu takdirde. Ebû Yûsuf da diyor ki, halkası gümüşten olanda hayır yoktur. Tatarhâniye. «(Yani ilh...» Bu «yani» Dürer sahibinindir. Bu husustaki kelâm ileride gelecektir. Müctebâ ve diğerlerinin ibaresi ise, «Yemeği eğer altın bir kaptan başka yere naklederse» sözünden başlamaktadır. «Müctebâ ve diğerleri ilh...» Nihâye ve Kifâye gibi. Nihâye ve Kifâye sahipleri, zahire sahibinin Camiü´s-Sâğîr şerhinden aynen şunu nakletmişlerdir: «Bazı alimler tarafından yağlanmanın sureti, adam bir altın veya gümüş kap alır, o altın veya gümüş kaptan yağı başından aşağıya döker. Ama eğer altın veya gümüş kaptaki yağa elini sokar oradan eliyle alır, sonra başından dökerse, o zaman mekruh olmaz.» Tatarhâniye´de, «Kâseden yemeği almak, ekmeği üzerine koymak, sonra yemekte bir beis yoktur.» cümlesi ilave edilmiştir. Dürer´de Tatarhâniye´nin bu ibaresine itiraz edilmiştir: «Bu ibare al-tın ve gümüşten kaptan kaşıkla alınarak yenilen yemeğin mekruh olma-masını gerektirir. Yine altın ve gümüş tabaktan eliyle alıp yese layık olan mekruh olmamasıdır. Sonra da denilmiştir ki, şu kadarı var ki layık olan, bu rivayetle fetva verilmemesidir. Ki altın ve gümüşün kulla-nılma kapısı açılmasın.» «Dürer´de tahriri edilenin ta kendisidir ilh... Zira Nihâye ve Kifaye´-de olan üzerine yapılan itiraza Dürer sahibi sarihin işaret ettiği şekilde cevap vermiştir. Sarihin işaret ettiği şudur: Halkın örfünde hangi işte kullanılmak için yapılmışsa, o işte kullanılması haramdır. Azmiye´de de bunun üzerine ikrar edilmiştir. Vanî´nin, Nuh Efendi´nin ve diğerlerinin kelâmlarının zahiri ise, Dürer´in vermiş olduğu cevabın kabul edilmeme-sidir. Remli de şöyle demiştir: «Yemeğin altın veya gümüşten kaptan başka bir yere nakletmek, o altın veya gümüş kabı ibtidaen kullanmak-tır. Yağı eliyle altın veya gümüş kaptan eliyle alıp sonra başına dökmek de halkın arasında yaygın olan bir kullanma şeklidir.» Ben derim ki: Dürer´in haramlığı yapıldığı işte kullanılmasına bağlamasında bir görüş vardır. Çünkü eğer Dürer´in dediği gibi kabul edil-se, yağ veya yemek kabından su içse veya yıkansa, haram olmamasını iktiza eder. Halbuki bununla beraber, şüphesiz bu o kabı kullanmaktır. Metinlerin mutlak ifadelerine dahildir. Bu husustaki deliller de varididirler. Nihâye ve diğerlerinden naklen takdim ettiğimizin takririnde zahir olan şudur ki artık onun üzerine itirazlar da varid olmaz: «Altın veya gümüş olan kaba yemeği veya yağı koymak caiz değildir. Çünkü o onu kati surette kullanmaktır. Sonra o yağ veya yemek haram olan kaba ko-nulduktan sonra onu orada menfaatsiz olarak terketmek, malı zayetmeyi gerektirir. O zaman onu yiyecek bir kimsenin bulunması zaruridir. Onu kullanan veya yiyen adam, haram kaptan kullanma niyetiyle değil, nak-letme niyetiyle başka bir kaba geçirse, mesela, adam yağı evvela gü-müş veya altın kaptan eline alarak başını yağlasa veya yemeği altın ve-, ya gümüş kaptan ekmeğin veya başka bir kabın üzerine koysa, oradan yese, o adam ne şer´an ne de örfen altın veya gümüş kabı kullanmış sa-yılmaz. Ama bunun aksine, ibtidaen yağlanma veya yeme kastıyla o ye-meği veya. yağı oradan almış olsa, onu kullanmış olur. Onu ister eliyle, ister kaşıkla ister başka birşeyle kullansın. Çünkü onun kullanması, sür-meyi sürmedanlıktan sürmenin mili ile almaya benzer. Ama kullanılan,-aletin örfen yapıldığı işte kullanılıp kullanılmamasında fark yoktur. Yoksa yağı almaktan maksat, yağı avuca dökmek değildir. Çünkü yağı avuca dökmek belli bir kullanmaktır. Belki yağı almaktan murad, yağ kabının ağzından eliyle almaktır. Ki. nakil kastıyla almış olabilsin. Nitekim Nihâye´den naklen gecen ibare de bunu ifade etmektedir. O zaman İtabiye´den naklen,Tatarhâniye´de olan ifadeye de münafi olmaz. Zira Tatarhâniye sahibi şöyle demiştir: «Gümüş bir yağdanlıkla başı yağlamak mekruhtur. Yine, ovucuna döker, sonra başını veya sakalını onunla meshederse, o da mekruhtur. İşte bundan gül suyunun ibriğinden yağ-lanmanın hükmü zahir olmaktadır. Çünkü ondan yağlanmak bazan ibti-daen yapılır, bazen de ele dökülür. Elden sürülür. Bunların her ikisi de hem şer´an, hem örfen kullanmaktır. Ama zamanımızda insanların bazı-sı bunu yanlış anlamaktadır. Ki, ovucun üzerine dökülmüş olsa, o kul-lanma sayılmaz. Onlar da burada sarihin kelâmının zahirinden aldan-maktadırlar. Ben size Tatarhâniye´nin sarih ifadelerini naklettim. İşte bana zahir olan budur. Allah daha iyisini bilir. T. de kahve fincanlarının, saatin altın ve gümüşten kaplarının kul-lanılmasının haram olduğunu söylemiştir. Bu da zahirdir. Biz yine T. Den naklen ileride bunu zikredeceğiz.. «Kuhistanî ilh...» Zuhire´de: Fukaha diyor ki: Bu imameynin kavli-dir. Çünkü savaşta ipeği kullanmak, imama göre mekruhtur. Öyle ise buna kıyasla altın da mekruhtur. Sonra imameyn altın ve gümüşten oton miğfer ile zırhın ve kılıç süsünü birbirinden ayırmışlardır. Sununla ayır-mışlardır ki, ok altının üzerinden kayar. Ama kılıcın kabzası hiçbir şe-ye menfaat vermez. Ancak zinet için olur, o da mekruhtur. «Kolçak ilh...» Altın ve gümüşten yapılmış kolçak. Bu kolçak kelime-sini Kuhistanî değil, Tatarhâniye zikretmiştir. Umulur ki Kuhistanî bunu zırha dahil etmiştir. Çünkü zahir odur ki kolçaktan murad, savaşçının bilekleri üzerine koyduğu şeydir. Bu, zırha birlikte olabileceği gibi müstakil de olabilir. «Kerahetler hecene ait olanlardır ilh...» Yani altın ve gümüşün ha-, ram elması insan vücudu üzerinde kullanılması halindedir. Yani gerek giymekte, gerek yemede gerek yazmada altın ve gümüş kullanmak ha-ramdır. Burada haramdan murad, bedene menfaati olandır. Şu kadarı var ki o zaman o kalem ve dividin kullanılmasını şamil gelmez. Burada en güzel ifade Kuhistanî´de olandır. Zira Kuhistanî sahibi şöyle demiştir: «istimal kelimesi bildiriyor ki, yalnız süs için altın ve gümüşten kap yap-tırmakta beis yoktur.» «Süs için ilh...» Yani asla kullanılmayan. «Belki selef bunu yapmıştır ilh...» Bu, Hülasa´da zikredilmemiştir. Belki Muhit´ten naklen Tatarhâniye´de de zikredilmiştir. «Hatta Ebû Hânife mubah kabul etmiştir ilh...» Şu anda kelâm, kul-lanılmadan altı ve gümüşten kabın yapılması hususundadır. Burada At-lastan yapılan da zikredilmiştir. O zaman buradan vehmedilir ki atlastan yapılan bir yastığın kullanılması ve üzerinde uyunması helâl değildir. Mu-sannif da bu vehmi def için bu ibareyi getirmiştir. «Nitekim ileride- gelecektir ilh...» Yani elbise giyme faslında. «Bakır ve tunçtan yapılmış kaplarda yemek yemek de mekruhtur ilh...» Bu Dürrü Münteka´da Müfid ve Şur´a isimli eserlere nisbet edil-miştir. Bazı alimler tarafından, sufr bakırın en iyisine denilir, denilmiş-tir. Şur´a´nın şerhinde ise, sufr madeniyattan mürekkeb olan bir şeydir, bakır gibi, denilmiştir. Sonra burada mekruh olan bakır, kalaylanmamış bakır ile kaydedilmiştir. İşte bu kitap üzerine, yazan adamların bazısı şöyle demiştir. Yani bakır kalaylanmazdan önce onda yemek mekruhtur. Çünkü -onun içindeki pas yemeğe girer ve çok büyük zararlara vesile olur. Ama ondan sonra ise artık o pasın bir zararı yoktur. Ben derim ki: Benim İhtiyar´da gördüğüm şudur: «Topraktan yapı-lan kaplar daha efdaldir. Çünkü onda ne israf, ne de kibir vardır. Ha-diste, «Kim evinin kaplarını topraktan yaparsa, melekler onu ziyaret eder,» denilmiştir. Bakır ve kalaydan kaplar yapmak caizdir.» Cevhere´de: «Altın ve gümüş haricindeki kaplarda yemek ve içmek-te, menfaat görmekte bir beis yoktur. Bu kaplar ne gibi şeylerdir: De-mir, tunç, bakır, kalay, ağaç ve çamurdu.» «Mezkur şeyler ilh...» Yani yemek, içmek, yağ ve koku sürünmek. «Gümüşle süslenmiş bir kaptan ilh...» Altınla süslenmiş de gümüşle süslenmişin hükmündedir. Kuhistânî. «Ağzını gümüşe temas ettirmekten ilh...» O zaman o kaptan su içer-ken ağzını gümüş olmayan yere koyması gerekir. Herne kadar kullandığı zaman eli gümüşün üzerinde de olsa, ağzı mutlaka gümüşsüz yer üze-rinde olacaktır. T. «Eline ilh...» Hidâye, Cevhere, İhtiyar, Tebyin ve diğer kitaplarda da bu şekilde tabir edilmiştir. O zaman musannif bu sözüyle Şurunbulâliye´nin de dikkat çektiği gibi Dürer´de olan hükmün zayıf olduğunu ifade etmektedir. «Eğere binileceği ilh...» Gurerü´l-Ahkâm´da: «Kur´an-ı Kerîm ve ben-zeri şeylerde altın ve gümüşle süslendiği zaman onun tutulacak yerinde altın olmasından kaçınılmalıdır. Eğer ve benzerinde oturma yerinden, üzengide ayak yerinden, kapta ağzın temas edeceği yerin altın ve gü-müş olmasından kaçınılmalıdır. Yine tutulacak yerin altın veya gümüş olmasından da kaçınılmalıdır denilmelidir.» Bunun benzeri İzahü´l-lslâh´tadır. Yakında kılıcın demirinde, kabza-sında ve gemde elin geleceği yerin gümüş olmasından kaçınılması ge-rektiği de gelecektir. Velhasıl kaçınmaktan murad, hangi aza ile kulla-nıyorsa, onu altın ve gümüşle temas ettirmemesi gerekir. Öyle ise su kabında kullanma ağız ile olduğu için elin değil, ağzın gelecek yerin gümüşlü olmamasından kaçınılmalıdır. Bundan dolayı eğer üzengiyi gü-müş yerinden eliyle tutup taşırsa haram olmaz. Çünkü üzengi elle kul-lanılmaz. O zaman medar ağız üzerine değildir. Zira sandalye ve eğerde ağzın geleceği yerin altın veya gümüş olmaması gerektiğini söylemenin bir manası yoktur. Sen anla. Açıktır ki burada sözümüz gümüş veya altınla süslenmiş bir eşya hususundadır. Yoksa, doğrudan altın veya gümüşten yapılan nesnenin hangi yolla olursa olsun, kullanılması haramdır. Nitekim biz bunu ileride takdim ettik. Velev ki kullanan kişinin altın veya gümüş olan nesne ce-sedi ile temas etmese dahi. İşte bundan dolayı gümüş bir buhurdanlık-ta koku yakmak haramdır. Nitekim Hülasa da bunu tasrih etmiştir. Kah-ve fincanları veya saatin ve nargilenin su konulacak şişesinin altın ve-ya gümüşten olması da buhurdanlık hükmündedir. Herne kadar el veya ağzıyla temas etmese dahi. Çünkü o neye yapılmışsa, onda kullanılmak-tadır. Ama bunun aksine sigara ağızlığının bir kısmının gümüşten olma-sı, onu gümüşle süslenmiş eşya hükmüne sokacağından onda ağzın te-mas edecek yerinin gümüş olmaması yeterlidir. Bu, hepsi gümüş olana benzemez. Nitekim fukahanın kelâmının sarihi de böyledir. T. diyor ki: «Bir cemaat şeriat üzerine cesaret getirerek zarf ve ben-zeri şeylerin kullanılmasının mubah olduğuna hükmetmişlerdir. O cema-at bunu ağızla kaçınmak olduğunu zametmektedirler. Elin değmesinin de bir zararı yoktur diyorlar. İşte bu cemaatın bu cüreti çok büyük bir ce-halettir. Zira sofra, yemek kabı ve benzerlerle le tutulan cinsten değil-lerdir. Halbuki bunların kullanılması da haramdır. Ebussuud´un şeyhin-den naklettiği, «Bilinsin ki tercih edilen «Elle tutulacak yerin altın veya gümüş olmasından kaçınılmalıdır» sözüne göre gümüş bir tepsi üzerin-de kahve içmenin helâl olması uygundur» sözü de böyle bir cür´etin ifa-desidir. Çünkü makam muhteliftir. Hakkıyla düşünülsün. Ben derim ki: Sayıhanî de bunu fincanın hararetini gidermek için kullanılan gümüş kapla zevk için gümüşle süslenmiş bir kap arasında büyük fark olduğu sözüyle reddetmiştir. Burada tepsiden murad finca-nın zarfıdır. Benim yanımdaki lügat kitaplarında «tepsi» kelimesinin ma-nâsını bulamadım. Sonra T. şöyle demektedir: «Şuna bakılsın ki, kap eğer ağzın üze-rine konulmuyorsa, yani ancak elle kullanılıyorsa, çemberletilmiş divit gibi, onda da kullanırken elin gümüş üzerine gelmesinden kaçınılmalı-dır Bu araştırılsın. Fukahanın kılıç hakkında zikrettiklerinin muktezası, elin altın ve gümüşten korunması şarttır. Okka ve benzeri şeylerde elini gümüş yer üzerine koymamalıdır.» Ben derim ki: İşte bu da sigara ağızlığı hakkında takdim edilen hükmün benzeridir. «Gümüş ve altınla çemberlenmiş bir kap ilh...» Bunda hüküm, gü-müşle süslenmiş bir kabın hükmü gibidir. «Çerçevelenmiş bir ayna ilh...» Kifaye´de şöyle denilmektedir: «Burada çerçeveden murad, aynanın etrafında olan kısımdır, yoksa kadının eliyle tuttuğu sapı değildir. Zira o, gümüş veya altın olursa, fukahanın ittifakıyla o tahrimen mekruhtur.» «Elini koymasa ilh...» Bu söz, üzengiye şamil gelmez. Evlâ olan mu-sannifin burada «ayağını da» kelimesini ilâve etmesiydi. «Kumaşın süslenmesi ilh...» İleride gelecektir ki, altınla dokunan ku-maş eğer dört parmak miktarı ise helâldir. «İkinci imamdan ilh...» Bu ifadenin zahiri şudur ki, İmam Yûsuf´tan diğer bir rivayet daha vardır. O rivayet Bezzâziye´de tasrihen zikredil-miştir. Kerahetin Muhammed´in kavli olduğu da zikredilmiştir. Bu da bir-çok yerlerde gördüğümün aksinedir. Minâh´ın ibaresi de Hidâye ve di-ğer kitapların ibaresi gibiydi. Ebû Yûsuf, «Bu mekruhtur» diyor. Muham-med´in hem Ebû Hânife´nin görüşüne, hem de Ebû Yûsuf´un görüşüne uygun olan kavilleri olduğu rivayet edilir. «Hepsinin mekruh ilh...» «Yani, geçen bütün meselelerde gümüş ve altınla süslenmiş veya çemberlenmiş şeylerin kullanılması mekruhtur. Çünkü haberler mutlaktır. Zira" bir adam bir kabı kullandığı zaman o ka-bın bütün parçalarını kullanmaktadır. Ebû Hânife´nin delili ise, Enes Bin Malik´ten rivayet edilen şu hadistir: Rasulullah (s.a.v.)´in su kabı çatladı: Rasulullah da çatlayan yerden ayrılmaması için gümüş bir zencir taktı. Bu hadisi Buhârî rivayet etmiştir. Ahmed´e Asım el-Ahvel´den rivayet edilen şu hadis delildir: «Ben Enes´in yanında Rasulullah´ın kadehini gör-düm ki onda bir gümüş çember vardı.» Bu bahsin tamamı Tebyin´dedir. «İhtilaf gümüşle süslenmiş ilh...» Musannifin burada gümüşle süs-lenmişten muradı üzerinde bir parça gümüş olan eşyadır. O zaman gü-müşle çemberlenmiş nesneyi de şamil gelir. En açık olanı, Ayni ve di-ğerinin ibaresidir. Ayni´nin ibaresi şöyledir: «İmamlar arasındaki bu ih-tilaf, halis gümüş veya altın o!ma meselesindedir. Ama yaldızlamaya ge-lince, bunun kullanılmasında icma ile beis yoktur. Zira yaldızlamada kullanılan altın veya gümüş istihlak edilmiştir. Onun renginin altın veya gümüş kalmasına da itibar edilemez.» «Mecusiden aldım dese haram olur ilh...» Bunun zahiri şudur ki, haramlık yalnız meçusîden aldım demesi ile sabit olur. Herne kadar mecusînin kestiğini söylemese de. Camlü´s-Sâğîr´in ibaresi de şöyledir: «Eğer bunun gayri olursa, o za-man ondan yemek uygun olmaz.» Hidâye´de de denilir ki: «Bunun manâsı şudur: Adam, etin bir müslüman veya kitabî tarafından kesilmediğini söylese, o zaman o yenil-mez.» Tatarhâniye´de: «Camiü´l-Cevami´de: Kurban bahsinden hemen önce, Ebû Yûsuf için delil olarak şu vardır: Adam et almış olsa, sonra eti aldığı adamın mecusî olduğunu bilse, eti geri vermek istese, eti satan adam mecusî olduğunu kabul etse, ama eti bir müslüman kestiğini söylese, o eti yemek mekruhtur.» Bu, şunu ifade ediyor ki, yalnız eti satanın mecusî olması haram olmayı isbat eder. Satanın bilahare helâlliği isbat etmesi halinde de eti yeme mekruhtur. O halde haber vermemesi halinde mutlaka haramdır. «Bir kimsenin haberi ile de o reddolunmaz ilh...» Hâniye´de: Müslüman bir et alsa ve kabzetse, güvenilir müslüman ona o eti bir mecusinin kestiğini haber verse, o eti yemesi veya başkasına yedirmesi layık değildir. Çünkü adam ona onun aynının haram olduğunu haber vermiş-tir. Haram da Allah´ın hakkıdır. Bir kişinin haberi ile sabit olur. Ama mül-künün batal olması, aynın haram olması zaruretinden değildir. O zaman onun mülkiyeti, haramlıkla birlikte sabit olur. O zaman o eti bayiine reddetmek de mümkün değildir. Olmadığı gibi etin parasını vermemesi de mümkün değildir. Çünkü satışı ibtal etmemiştir.» Özetle. «Asıl ilh...» Yani, haramlık ve helâlliğin sabit olmasının aslı Musan-nifin bu kavli, Nihâye ve diğer kitaplarda zikredilen soru ve cevabına işaret etmektedir. Sorunun hasılı şudur: Bu mesele, musannifin gelecek diyanet işlerinde adalet şarttır sözüne aykırıdır. Çünkü helâllik ve ha-ramlık, meselâ şu helâldir, şu haramdır diye haber vermek diyanetle il-gilidir. Diyanetle ilgili şeylerde de adalet şarttır. Adaletten muradda, razı olunan bir müslümandır. Burada «Ben onu kitabîden aldım...» sözünün manâsı, yani bu helâldir veya haramdır demektir. Bunda da kâfirin ha-beri mecusî dahi olmuş olsa makbuldür. Bu sorunun cevabı: Adamın «Ben satın aldım» sözü muamelâttan-dır. Onda helâllik veya haramlığın sabit olması da zımnîdir. Onun satın aldığı şeklindeki sözü kabul edildiği zaman, onun zımninde olan da sabit olmaktadır. Ama gelecek mesele bunun aksinedir. Birçok şey vardır ki, kasten sabit olmasa bile, zımnen sabit olur. Menkul olan birşeyin vakfı ve tarlanın suyunun satışı gibi. Bununla Kenz´e olan cevap da izah edil-miş olmaktadır. «Bunun üzerine ilh...» Yani bu asıl üzerine. Bu cevaba Ayni ve Dürer sahibi sebkat etmişlerdir. Musannif da Aynî ile Dürer sahibine uy-muştur. Kenz sahibinin Kâfi ismindeki kitabındaki takriri de buna delâlet eder. «Mutlak haram ve helâlde ilh...» Kasdi olan şu helâldir veya şu ha-ramdır sözlerine şamil gelmez. «Efendinin başkasına veya kendisine hediye ettiğini haber versin, hiç farketmez ilh...» Burada evlâ olan efendi değil, mevlâ diye tabir edil-mesiydi. Minâh´ta söyle denilmiştir: «Bir köle cariye veya çocuk birisine gi-derek. «Şunu sana efendim veya babam hediye etti» dese, o adam on-ların sözünü kabul eder ve alır.» Camiü´s-Sâğîr´de: «Cariye bir erkeğe, «Efendim beni sana hediye olarak gönderdi» dese, o adam o cariyeyi alabilir. Çünkü, cariyenin efendisinin başka birşeyi hediye ettiğini haber vermesi ile bizzat kendi-sini hediye ettiğini haber vermesi arasında bir fark yoktur. Hediye hu-susunda bunların sözlerinin kabul edilmesi, hediyelerin adeten çocuk veya cariyelerle gönderilmesindendir.» «Binaya giriş izni olsun ilh...» Minâh´ta şöyle denilmiştir: «Eve gir-me iznine gelince, eğer küçük oğluna, kölesine giriş izni verirse, kıyasa göre kabul edilir. Ancak, halk arasında cereyan eden adete göre bun-ların eve girmelerine mani olunmaz. İşte bundan dolayı da bunların eve girmeleri caizdir.» «Siraç şöyle kayıtlamıştır ilh...» Sonra da Siraç sahibi Minâh´ta olduğu- gibi, «Eğer görüşüne göre onların doğru söylediği galib değilse, onlardan o haberi kabul etmek uygun değildir. Çünkü adam için iş şüp-helidir.» demiştir. İtkanî: «Çünkü asıl odur ki çocuk veya köle mahcurdurlar. Onların izni sonradan arız olmuştur. O zaman iznin isbatı şek ile caiz değildir. Biz ancak güvenilir olduğu takdirde kölenin selâmını kabul ederiz. Çün-kü bu muamelât haberlerindendir. Muamelât haberleri de diyanet ha-berinden zayıftır. Din haberinde sözü kabul ettiği zaman muamelâtla il-gili haberleri evleviyetle kabul edilir.» «Üzüm ve helva gibi şeyler ilh...» Yani adeten çocukların sevip ye-dikleri şey. Haniye. Zahir onun yalanıdır ilh...» Çocuk annesinin paralarına muttali ola-rak onları şahsî ihtiyaçları için alsa. Minâh. Mebsut´tan. Bu husus bütün çocuklarda zahir olmaz. Çünkü zenginlerin adeti, çocuklarına çok bol vermektir. Hatta onlara nefislerinin arzu ettiği şeyi almaları için para verirler. Fakirlerin çoğu da böyledir. T. Ben derim ki: Burada hükmün medarı zannın galebesi üzerinedir. O zaman böyle bir şeyle mübtelâ olan kimse karinelere bakmalıdır. «Çünkü bu çok vaki olmaktadır ilh...» O zaman muamelâtta adale-tin şart olması çok çetinliklere vesile olar. Çünkü insan, iş yaptırması, herhangi bir yerdeki vekillere göndermesi için adaletin şartlarını cami bir adamı çok az bulur. Usulü fıkıh kitaplarında beyan edildiği gibi muamelât, üç türlüdür. Birincisi, vekâlet, mudarebe ve ticaretle izin vermede olduğu gibi ken-disinde bir ilzam olmayan muameledir. İkincisi, husumetlerin cari oldu-ğu haklar gibi kendisinde sırf ilzam olan muameleler. Üçüncüsü, vekilin azli, mezun kölenin hacri gibi bir yönden ilzam olan, bir yönden ilzam olmayan muamelelerdir. Çünkü onda vekilin üzerine uhdeyi ilzam edi-yorsun. Hacrden sonra onun yaptığı akitler de fasittir. Bunda ilzam da yoktur. Çünkü müvekkil veya efendi kendi .halis hakkında tasarruf et-mektedir. O zaman onun tasarrufu izin gibi olmuş olur. O zaman birin-cisinde yalnız mümeyyizliğe itibar edilir. İkincisinde adamda şehâdetin şartları aranır. Üçüncüsünde ise, imama göre ya sayıları veya adaletleri aranır. Ama imameyn buna muhalefet etmişlerdir. O zaman taayyün eder ki burada muameleden murat birinci nevidir. Nitekim Azmiye de buna dikkat çekmiştir. METİN Diyanette haber veren adamın adil olması şarttır. Diyanet, insanla Allah arasında müşterek olan işlerdir. Mesela, suyun necasetinden ha-zer edildiğinde, o zaman o su ile abdest alınmaz, teyemmüm edilir. Eğer adil bir müslüman haber vermişse. Adil, haram olduğuna inandığı fiili yapmayandır. Velev ki bu müslüman köle veya cariye olsun. O zaman bir fâsık veya mezkûr (adalet veya fışkı bilinmeyen) bir kimse bir suyun necaseti ile haber verse, o zaman, araştırır ve kendi galib zannına göre amel eder. Eğer galip reyine göre su necis ise onu dökerek teyemmüm eder. Eğer galip reyi adamın yalan söylediği üzerine ise, o zaman da hem o su ile abdest alır, hem teyemmüm eder. Hem abdest alıp hem teyem-müm etmesi ihtiyata daha uygundur. Cevhere´de: «Abdestten sonra teyemmüm edilmesi ihtiyata daha uygundur.» Ben derim ki: Bu haberin kâfir tarafından verilmesine gelince, eğer kâfirin doğru söylemesi yalan söylemesinden adamda daha galib olursa, o zaman o suyu dökmesi daha güzeldir. Kuhistanî, Hülâsa ve Haniye. Ben derim ki: Şu kadarı var ki, o suyu dökmezden evvel teyemmüm etmiş olsa, teyemmümü caiz değildir. Ama fasıkın haberi bunun aksine-dir. Çünkü fasıkın haberi burada ilzam etmeye salihtir. Ama kâfir bunun aksinedir. Bir adil suyun temiz, bir diğer adil de necis olduğu haberini verse, o zaman o suyun temizliğine hükmedilir. Ama kesilen hayvan bunun hilâfınadır. Kapların temiz veya pisliği, etin kesilmiş veya ölmüş olması hususun-da muteber olan, zannın galib olmasıdır. Eğer galib zannı kabın temiz-liği yolunda ise o zaman yine araştırır. Bunun aksine, eğer galib zannı kabın pisliği veya pislik ve temizliğinin eşitliği yolunda olursa, o zaman araştırmaz. Ancak, susuzluk müstesna. Elbise, gelince, mutlaka araştı-rılır. Bir adam velimeye çağrılsa, orada eğlence ve müzik olsa, oturur ve yer. Eğer münkirat (eğlence ve müzik) binada ise. Eğer aynı sofrada ise, oturması lâyık değildir, yüz çevirerek çıkar. Zira Cenab-ı Allah, «Şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık zulmedenlerle beraber otur-ma.» (En´am: 68) buyurmuştur. Eğer eğlence ve müziği men etmeye gü-cü yetiyorsa, men eder. Yok eğer gücü yetmiyorsa, sabreder. Eğer ta-nınmış, örnek alınacak bir kimse değilse. Eğer. tanınmış, örnek alınacak bir kimse ise ve men etmeye de gücü yetmiyorsa, oturmadan çıkar. Çün-kü onun oturması dine hakaret anlamına gelir. İmamdan onun böyle bir sofrada oturduğu yolunda bir hikâye anlatılmaktadır. Fakat bu olay, onun tanınıp kendisine uyulacak, örnek alınacak bir kimse olmasından önce geçmiştir. Davet edilen adam önceden o yemekte eğlence ve müziğin olduğunu bilirse, orada asla bulunmaz. İster o örnek kimselerden olsun, ister ol-masın. Çünkü davetin hakkını yerine getirmek ancak davet .yerine git-tikten sonra lazım olur. İbni Kemâl. İZAH «Diyanette ilh...» Yani sırf diyanetten olan şeyler. Dürer. Böyle de-nilmesi, mülkün ortadan kalkmasını zımnında tutarsa, kaydından kaçın-mak içindir. Mesela bir adil, bir karı koçanın aslında süt kardeşi oldu-ğunu haber verse, haramlım sabit olmaz. Çünkü faidelenme mülkiyeti-nin zevalini tazammun eder. O zaman bu haberde hem adaletin hem de sayının birlikte bulunması şarttır. İtkanî. Ama, birisi diğerine aldığı etin mecusî tarafından kesildiğini haber vermesi, bunun aksinedir. Çünkü haramın sabit olması, mülkiyetin ze-valini tazammun etmez. Nitekim biz bunu takdim ettik. O zaman, o şe-yin haramlığı sabit olur. Çünkü haramla mülkiyetin bir arada cemi cajzdir. «Adil bir müslüman haber vermişse ilh...» Zira fasık töhmetlidir. Kâ-fir ise, hükmü kendisi kabul etmemektedir. O nedenle onun haberi bir müslümanı ilzam için sabit sayılmaz. Hidâye. «Velev kî bu müslüman köle veya cariye olsun ilh...» Bu kavil, müslüman kelimesini umumileştirmektedir. Hülâsa´da : «Zina iftirasından dolayı ister had uygulansın, ister uy-gulanmasın.» «Fasık haber verse araştırır ilh...» Ama bu haberi âdil bir kimse . vermiş olsaydı o zaman yalan ihtimali düşerdi. Suyu ihtiyat için dök-menin bir anlamı da kalmaz. Hidâye´de olduğu gibi. «Mestur bir kimse ilh...» Bu zahiri rivayettir. Esah olan do budur. İmamdan mesturun adil gibi olduğu da rivayet edilmiştir. Nihâye. <(Galib zannına göre amel eder ilh...» Eğer zannında onun doğru söylediği galib ise, teyemmüm eder, suyla abdest almaz. Eğer zannın-da onun yalan söylediği galib ise, o su ile abdest alarak onun sözüne iltifat etmez. Bu da hükmün cevabıdır. Ama ihtiyata gelince, efdal olan o su ile abdest aldıktan sonra yine teyemmüm etmesidir. Tatarhâniye. «İhtiyata daha uygundur ilh...» Çünkü araştırma yalnız zannı ifade eder. O da hatayı ihtimal eder. Tatarhâniye. «Cevhere´de ilh...» Cevhere´nin kelâmı zannı üzere yalanın galib olması bahsindedir. O zaman, metinde olandan fazla birşey ifade et-mez. Sen anla. «Kâfir tarafından verilmesine gelince ilh...» Çocuk ile kıt akıllı da Tatarhâniye´de de olduğu gibi, kâfir gibidir. «Dökmesi daha güzeldir ilh...» O zaman bu vecihte kâfir de fasık ve adaleti gizli olan gibidir. Hâniye´de şöyle denilmiştir: «Kâfirin temiz dediği su ile abdest alsa ve namaz kılsa. namazı caizdir.» «Ben derim ki: Şu kadarı var ki ilh...» Musannif bu kavli ibareler arasını bulmak için kullanmıştır. Zira musannifin biraz evvel takdim et-tiği ifade, kâfir ile fâsıkın arasında fark olmamasını gerektirir. Nitekim bizde öyle dedik. Şu kadarı var ki Tatarhâniye´de şöyle birşey vaki olmuştur: «Adama, bir zımmî veya çocuk suyun necis olduğu haberini verseler, onun zannı galibi de onların doğru söyledikleri üzerine olsa, o adama teyemmüm etmek farz değildir. Belki müstahabtır. Eğer teyemmüm etse, evvela su-yu dökünceye kadar o teyemmüm ona kâfi değildir. Ama bunun aksine bir mestur suyun necasetini haber vermiş olsa, o adam suyu dökmezden evvel de teyemmüm edebilir ve o teyemmüm ona kâfi gelir.» Ben, sarihin Tatarhâniye´nin hamisinde kendi yazısı ile musannifin «Belki müstahabtır» sözü üzerine şunu gördüm: «Zahir olan, o adam ab-dest aldıktan sonra teyemmüm eder. Maba´dinin delâleti ile, su bitinceye kadar böyle devam eder. Sen düşün. O zaman bu cihette fâsık ile mes-tur eşit olur. Herne kadar musannifin zikrettiği cihetten muhalif de ol-sa. Zira Haniye ve Hülâsa´nın ibaresi tafsilat vermeksizin suyu dökme-nin mendub olmasını ifade eder. Ancak eğer buna hamledilirse, o zaman araştırılsın.» Sarihin yazısı ile gördüğüm burada sona erdi. Sen de görüyorsun ki, sarih mütereddid olduğu bir şey konusunda şerhinde kat´î olarak hüküm vermektedir. Sonra ben Zahîre´de, zımmî ile fâsıkın arasında iki cihetten fark olduğunu sarahaten gördüm. Bun-lardan bir tanesi yukarıda zikrettiğimizdir; ikincisi ise, fâsıkta araştırmak vacib olduğu halde zımmîde ise müstahabtır. Fâsıkın haberi bunun aksinedir ilh...» Yani fâsıkın suyun necase-tini haber vermesinde adamın zannı galibi doğru söylemesinde ise teyemmüm eder ve o suyla abdest almaz «İlzam etmeye sâlihtir ilh...» Hâniye´de: «Zira fâsık müslüman üzerinden- şahitlik yapmakta şehâdet ehlidir. Kâfire gelince, o şehâdet ehli de-ğildir.» Yani fâsıkın müslüman üzerine şehâdetini Kadı kabul ettiği takdir-de Kadı´nın hükmü geçerli olur, bu hükmü vermekle Kadı günahkâr bi-le olsa. «Bir âdil suyun temiz ilh...» Ben diyorum ki, «Hidâye sahibinin Kifâyetü´n-Müntehî isimli eserinden Hidâye sarihleri şunu nakletmişlerdir: «Birisi bir yemek yiyen topluluğun yanına varsa, topluluktakiler onu da-vet etseler, bir adil onların yedikleri etin bir mecusî tarafından kesildi-ğini ve içtikleri meşrubat içine de şarap kattıklarını haber yerse, onlarda inkâr ederek helâl olduğunu söyleseler, adam onların haline bakar.Eğer onlar adil iseler onların sözünü tutar. Eğer onlar töhmetli kimseler iseler oradan ne yer, ne de içer. Eğer onların içinde iki tane doğru söy-leyen varsa, onların sözünü tutar. Eğer bir tane adil varsa, o zaman ken-di reyinin galibiyle amel eder. Eğer reyi yoksa, o zaman yemesinde, iç-mesinde, abdest almasında bir beis yoktur. Eğer adama iki halden bi-risi olduğunu doğru söyleyen iki köle haber vermişse onların sözünü tu-tar. Çünkü dini haberlerde hür ile köle eşittirler. Ancak iki olan tercih edilir. Güvenilir bir köle necis olduğunu haber verse, bir hür de temiz olduğunu söylese, o zaman iki söz birbiriyle çeliştiği için araştırır. Eğer iki işten birisine güvenilir iki hür haber verse, iki güvenilir köle de onla-rın tersi bir haber verseler, o zaman hürlerin sözünü tutar. Çünkü diyanet ve hükümde hürlerin sözü hüccettir. Tercih edilir. Eğer adama iki şeyden birisine üç tane güvenilir köle haber verse, tersini de iki gü-venilir köle haber verse, o zaman üç kölenin kavli ile amel eder. İkisin-den bir şeyin bir erkek iki kadın haber verse, tersini de iki erkek haber verse, o zaman birincisini tutar. Velhasıl bu meselelerin cinsinde din iş-lerinde hür ile kölenin sözü adalette ikisi de eşit oldukları takdirde ha-berleri eşittir. O zaman evvela, hangisinin adedi fazla ise o tercih edilir. Sonra hangisi hükümlerde hüccet ise o tercih edilir, sonra da araştır-makla tercih edilir.» Bunun misli Zahire ve diğer kitaplardadır. Görülüyor ki fukaha iki haber arasında eşitlik ile muaraza tahakkuk ettikten sonra araştırmaya itibar etmişlerdir. Burada kesilen et ile su arasında hiçbir fark yoktur. Düşün. «Muteber olan zannın galib olmasıdır ilh...» Ben diyorum ki, Zahire-i Burhaniye´de zikredilenin hasılı şudur. Kaplarda eğer temizlik galib ise, içmek ve abdest almak için zaruri ve ihtiyari hallerde araştırılır. Yoksa, eğer necaset galib ise veya eşit ise, o zaman ihtiyari halde asla araş-tırılmaz. Zaruri halde de abdest için değil, içme için araştırır. Kesilmiş veya ölmüş hayvan hususlarında ise, zaruri halde mutlaka araştırır. İh-tiyari halde de eğer etin ölmüş olması galib ise, veya ölmüş veya kesil-miş hali eşit ise, o zaman araştırmaz. Yine elbiselerde de zaruri hallerde mutlaka araştırır, ihtiyari hallerde eğer temiz olması-galib ise araştırır. Yok eğer temiz tarafı galib değilse veya eşitse, araştırmaz. Bunun da hasılı şudur: Eğer temizliği galib ise, her iki halde de herşeyde galibe itibarla araştırır. Yoksa, ihtiyari halde hepsinde araştır-maz. Zaruri halde ise hepsinde araştırır. Ancak abdest kafalarında değil. Çünkü abdestin halefi vardır ki bu da teyemmümdür. Ama setri avret, yemek, içmek abdestin aksinedirler. Çünkü onların halefi yoktur. Bunun misli, kitabın sonunda çeşitli meseleler bahsinde de gelecektir. Bu izah-la, musannifin kelâmında bilmece derecesine ulaşacak kadar veciz oldu-ğu da zahir olmaktadır. Eğer musannif, «eğer ağleb zannı kabın temiz-liği yolunda ise mutlaka araştırır. Yoksa araştırmaz. Ancak abdestin dı-şında zaruri hallerde araştırır.» deseydi, daha kısa ve açık olurdu. Düşün. Evet öyle ama, musannifin buradaki kelâmı, Nuru´l-lzâh´a uyarak kita-bı salattan hemen önce, takdim ettiğine de muvaffıktır. «Bir velimeye çağrılsa ilh...» Velime düğün yemeğidir. Bazı alimler tarafından da her yemeğe velime denilebileceği söylenmiştir. Timurtasî´ den naklen Hindiye´de velime yemeğine icabet etme hususunda ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Ulemâdan bazısı, bu davet vacibtir, terkedilmez de-mişlerdir. Umumu ise sünnet olduğunu söylemişlerdir. Efdal olan, eğer velime ise icabet etmektir. Eğer düğün yemeği değilse, adam muhayyer-dir. Ancak icabet efdaldir. Çünkü icabet etmekte müminin kalbini sevin-dirmektedir. İcabet ettiği takdirde üzerine ne düşerse yapar. Efdali odur ki, eğer oruç değilse, yemeği yemelidir. Bidaye´de: «Davete icabet etmek sünnettir. İster velime olsun ister gayrı. Ama kendisini tanıtmak ve cömertliğini göstermek niyetiyle yapı-lan davetlere icabet etmek ise uygun değildir. Bilhassa ilim adamları için. Zira denilmiştir ki, bir adam bir diğerinin çanağına elini koyduğu zaman ona karşı zelil olur.» T. Özetle. İhtiyâr´da: «Düğün yemeği kadim bir sünnettir. İcabet etmeyen gü-nahkâr olur. Zira Peygamber aleyhisselam, «Her kim davete icabet et-mezse, Allah ve Rasulüne isyan etmiş olur.» buyurmuştur. Eğer oruç ise, davete icabet eder, fakat yemek yemez, dua eder. Eğer oruç değilse yemeği yer ve dua eder. Ne icabet etse, ne de yese, günah işlemiş olur, davet edene cefa etmiş olur. Çünkü onu çağıran adamla istihza etmiş-tir. Peygamber aleyhisselam, «Ben eğer bir deve baldırına davet edilmiş olsam, ona yine icabet ederim.» buyurmuştur.» Bunun muktezası şudur: Velime müekked sünnettir. Ama diğer ye-mek ve davetler bunun aksinedir. Hidâye şerhleri velimenin vacibe ya-kın olduğunu tasrih etmişlerdir. Tatarhâniye´de Yenâbî´den naklen: «Eğer adam bir davete çağrılmış olsa, eğer o davet yerinde günah ve bid´at yoksa, icabet etmek vacibtir. Ama zamanımızda en eşlem yol kaçın-maktır. Ancak yakinen bid´at ye günahın olmadığını yakinen bilirse, o zaman kaçınmaz.» Zahir şudur ki bu kavil, velime dışındaki yemekler için anlaşılma-lıdır. «Oturması layık değildir Un...» Yani onun orada oturmaması vacib-tir. İhtiyar´da: «Çünkü eğlence haramdır. Davete icabet etmek sünnet-tir. Haramdan kaçınmak daha evlâdır.» Yine sofrada bulunanlar gıybet ediyorlarsa, layık olan oturmamak-tır. Zira gıybet, oyun ve müzikten günah bakımından daha şiddetlidir. Tatarhâniye. «Eğer aynı sofrada ise ilh...» Vacib olan sarihin bunu musannifin gelecek, «eğer önceden bilirse» sözünden evvel zikretmesiydi. Nitekim Hidâye sahibi böyle zikretmiştir. Zira musannifin «gücü yetiyorsa» sözü, münkiratın sofrada değil evde olması bahsindedir. O zaman musannifin buradaki sözünde aşikâr bir iham vardır. «Men eder ilh...» Münkiri ortadan kaldırmak için men etmeye gücü yetiyorsa, men etmeye vacibtir. «Sabreder ilh...» Yani kalbi ile inkâr etmekle birlikte sabreder. Zira Rasulullah (s.a.v.), «Biriniz bir münker gördüğünde eli ile onu ortadan kaldırsın, eğer eli ile kaldırmaya gücü yetmiyorsa, dili ile ortadan kaldırsın, eğer dili ile de ortadan kaldıramıyorsa, kalbi ile buğzetsin. Bu da imanın en zayıf derecesidir.» buyurmuştur. Yani, imanın en zayıf halidir. Yani münkeri nehyedecek kimse, onu ortadan kaldırmak için hiçbir yardımcı bulamayacağı bir halde iken ancak böyle yapar. «T. Davete icabet, sünnettir. O zamda sünnet, bid´atla beraber olsa da terkedilmez. Mesela ikâmesi vacib olan cenaze namazı gibi. Her ne kadar ağlayan kadın hazır olsa bile, yine de namaz terk edilmez. Musan-nif davete icabet sünnetini vacibe kıyas etmiştir. Çünkü vacibe yakın bir sünnettir. Zira onun terki hakkında va´îd varid olmuştur. Kifâye İmamdan hikâye ilh...» Yani, «Ben bir defa mübtela oldum. Yani böyle bir yemeğe davet edildim, gittim ve sabrettim.» demiştir. İmamın söz ettiği bu olay imamın örnek alınacak bir kimse olmadığı vakitte ol-muştu. Hidâye. «Önceden bilirse ilh...» 3u kavil ifade ediyor ki, geçen bahis, eğer yemeğin başına oturmadan önce bid´ati bilmemesi hususundadır. «Orada asla bulunmaz ilh...» Ancak, eğlence ehlinin, kendisinin git-mesiyle, saygıdan dolayı eğlenceyi terkedeceklerini bilirse, o zaman git-mek üzerine vacib olur. İtken:. «İbni Kemal iih...» Ben bunu İbni Kemal´de görmedim. Evet, bunu Hidâye zikretmiştir. T. diyor ki: «Bunda görüş vardır. En açığı, Tebyin´de olan ifade-dir. Zira tebyin sahibi eğer davet yerinde münkirat varsa icabet etme:< lazım değildir demiştir.» Ben derim ki: Şu kadarı var ki bu, davetin başına hazır olmakla son-rakinin arasındaki farkı ifade etmemektedir. Tebyin´de, bu ifadeden son-ra İbni Mace´nin rivayet ettiği şu hadis nakledilmiştir: «Hz. Ali buyurur-lar ki: Ben bir yemek yaptım ve Rasulullah´ı davet ettim. Rasulullah gel-diler, evde suretler gördüler, o zaman döndüler.» Ben derim ki: Hadis şunu İfade etmektedir: Hazır olduktan sonra do bid´ati görürse yine rücu edebilir. Ve şunu ifade ediyor ki, davet edilen yerde münkirat varsa, asla icabet lazım değildir. METİN Sirâc´da: «Bu mesele delâlet ediyor ki, bütün eğlence ve oyunlar haramdır. O münkiri ortadan kaldırmak için de o oyunu yapanlardan izin almadan içeriye girer ve ortadan kaldırır.» İbni Mes´ud diyor ki: Gına kalbte nifakı bitirir, naşı! su otu bitirirse.» Ben derim ki: Bezzâziye´de: «Bütün çalgıların sesini dinlemek, kamışa vurularak çıkan ses ve diğer seslerin hepsini dinlemek haramdır. Zira Rasulullah (s.a.v.), «Çalgıları dinlemek günahtır. Başında oturmak fısktır. Ondan zevk almak ise küfürdür.» Yani küfranı nimettir. Zira uzuv-ları yaratıldığı şeylerin dışında kullanmak küfranı nimettir. Vacib olan, böyle şeyleri dinlememek için çalgılardan kaçınmaktır. Zira Peygamber (s.a.v.}´in çalgı seslerini duyduğu zaman parmakları ile kulaklarını tıkadığı rivayet edilmiştir. Ama Arap şiirlerine gelince, onda fısk varsa onu okumak ve dinlemek de mekruhtur. Hadisteki küfür kelimesi günahının büyük oluşunu ifade etmektedir. Nitekim -İhtiyâr´da böyledir. Veya ünü helâl bilerek ve zevk alarak dinlediğinde kâfir olacağını ifade etmekte-dir. Nihâyed´e olduğu gibi.» BİR FAYDA: Nevbet çalmak da geçen müzik aletleri gibidir. Eğer uyandırmak için çalarsa, bir beis yoktur. Nasıl ki mesela üç vakitte su-run üç nefhasını hatırlatmak için çalsa, çünkü aralarında münasebet vardır. Mesela ikindiden sonra kıyamet nefhası için çalmak, yatsıdan sonra ölüm nemasına, geçe yarıdan sonra da ölümden sonra dirilme nefhasına işaret için çalsa... Bu bahsin tamamı benim Mültekâ üzerin-deki talikatımdadır. İZAH «Mesele delâlet ediyor ki ilh...» Zira İmam Muhammed, çalgıların isimlerini mutlak zikretmiştir. O zaman oynamak, eğlence nas ile haram-dır. Zira Peygamber (s.a.v.), «Müminin eğlencesi bâtıldır. Ancak üç şeyde değil: Atını terbiye etmek için -bir rivayette atı ile oynamak kendi yayı ile ok atmak, bir de hanımı ile oynaması.]) duyurulmuştur. Kifâye. İmamın «mübtelâ oldum» sözü, oyun ve eğlencenin haram olduğu-na delâlet eder. İtkanî. İbni Kemal için bu hususta bir kelâm vardır. Ve onun kelâmında da bir kelâm vardır. Müracaat et. «İzin almadan içeriye girer ilh...» Çünkü onlar münkeri işlemekle hürmetlerini düşürmüşlerdir. O zaman onların o hürmetlerini atmak ca-izdir. Nasıl ki şahitler zaninin avretine bakabilirler. Zira zani kendi nef-sine yapılacak saygıyı yırtıp atmıştır. Bu bahsin tamamı Minâh´tadır. «İbni Mes´ud ilh...» Sünen´lerde merfuen Rasulullah´tan (s.a.v.) şu lafızla rivayet edilmiştir: «Gına kalbte nifakı bitirir.» Gayetü´l-Beyân´da olduğu gibi. Bazı alimler tarafından da, kafiyeler dizmek ve fasih konuş-mak için teganni ederse zarar yoktur, denilmiştir. Bazı alimler de eğer yalnız kaldığı zaman vahşeti kendinden gidermek için teganni ederse beis yoktur demişlerdir. Serahsî bu kavli tutmuştur. Şeyhülislâm da Hane-fî ulemasına göre bunların hepsinin mekruh olduğunu zikretmiş, «İnsan-lar arasında bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptırmak için ger-çeği boş sözlerle değişenler...» (Lokman: 6) ayetini de deli! getirmiştir. Bu ayetin tefsirinde «boş sözler»den maksadın gına olduğu gelmiştir. Bazı sahabilerin söyledikleri rivayet edilen şiirler de hikmet ve mev´ize dolu şiirler olarak yorumlanır. Zira «gına» kelimesi nasıl bilinen isim olarak verilirse, bilinmeyene de ıtlak olunur. Nitekim şu hadiste olduğu gibi: «Her kim Kur´an ile teganni etmezse, bizden değildir.» Bu bahsin tamamı Nihâye ve diğer kitaplardadır. Kuhistanî gınayı, sesi ferdid etmek, melodi ile ve ritmik biçimde söy-lemek olarak tarif etmiş ve sözlerinin devamında, «Bu kayıtlardan biri-si olmazsa, gına tahakkuk etmez» demiştir. Dürrü Münteka´da: «Bunun bu şekilde tarif etmesi bizim kitabımız-da bilinmemiştir.» Ben derim ki: Fethu´l-Kadîr´in Şehâdet bahsinde, bizim bundan öğ-rendiğimiz bir kelâmdan sonra şöyle denilmektedir: «Haram olan te-ganni bir erkeğin sıfatını, hayatta olan belli bir kadının vasıflarını ve in-sanı şarap içmeye tahrik edecek biçimde şarabın vasıflarını anlatan, melodik söyleyişler ve müslüman veya zımmiyi hicveden sözlerdir ki, bu hicvetmede de söyleyen adam bizzat o müslüman veya zımminin hicvini düşünerek söylerse. Yok onu bir şiir söyletmek veya fesahat ve bela-gatı öğretmek için hicvetmesi haram değildir. Veya olmayan bir kadının vasfını yapan teganni de haram değildir. Veya kokuları, çiçekleri, suları anlatan bir şiir veya teganninin men edilmesinin bir delili yoktur. Evet, bunları bir çalgının yanında söylerse, o zaman yine imtina edilir. Her ne kadar o aletleri va´z ve hikmet şeklinde anlatmış olsa da böyledir. «Özet-le. Bu bahsin tamamı oradadır.» Mülteka´da: «Peygamber (s.a.v.)´den Kur´an okurken, cenazede, sa-vaşa giderken ve vazederken sesi yükseltmenin mekruh olduğu rivayetedilmiştir. O zaman, vecd ve muhabbet dedikleri türkü ve gazelin okun-masında sesin yükseltilmesine ne denilir Dinde böyle bir şeyin aslı yok-tur.». Şarih diyor ki: Cevhere de şunu ilave etmiştir: «Zamanımızın muta-savvıflarının yaptıklar: haramdır. Oraya gitmek ve oturmak caiz değildir.» Peygamber´den (s.a.v.) rivayet edilen onun şiir dinlediğine dair rivayet-ler gınanın haram olmadığına delâlet etmez. Onun hikmet ve va´zı iştimal eden mubah bir şiir üzerine hamletmek caizdir. Peygamber (s.a.v.) in vecdettiğini bildiren hadise gelince, o da sahih değildir. Nasru´l-Bazî türkü dinlerdi bu yüzden şöyle azarlandı: «Gıyabetten daha hayırlıdır.» derdi, «Heyhat» denildi. Belki dinlemenin zellesi halkı gıybet etmenin zellesinden daha kötüdür. Serî diyor ki: «Vacidin kendini kaybetmesinde öyte bir hadde ulaşmalıdır ki, yüzüne kılıçla vurulmuş olsa, yine ondan bir ağrı duymaz. O zaman gerçek vecd zahibidir.» Ben derim ki: Uyun´dan naklen Tatarhâniye´de: «Eğer dinlenilen ses Kur´ân ve mev´ıza sesi ise, caizdir. Eğer gına ise. ulemanın ittifakı ile haramdır. Sofilerden her kim bunu helâl ederse, şu kimselere helâldir der: Artık eğlenceden arınmış, takva ile bezetilmiş, hastanın ilaca ihti-yacı gibi artık o gınaya muhtaç olana. Böyle bir gınanın altı şartı vardır: Bu gınanın yapıldığı mecliste, tüysüz oğlan olmaması, cemaatın hepsi erkek olması, sonra burada toplanmalarının niyeti hak rızası olmalı, okuyanın niyeti yoksa ücret almak veya yemek yeme olmamalı, toplantı yemek veya fetih için olmamalı ve yerlerinden kalktıkları zaman da an-cak mağlub olarak kakımaları lazımdır ve ancak doğru olması müstesna vecd de izhar etmemelidir. Velhasıl zamanımızda dinlemeye ruhsat yok-tur. Zira Cüneyd, kendi zamanında dahi dinlemekten tövbe etmiştir.» Bu hususta sen Feteva-yı Hayriye´de olan ifadeye bak. «Nifakı bitirir ilh...» Yani amelî nifakı bitirir. «Fısktır ilh...» Yani taatten çıkmaktır. Aşikârdır ki eğlencenin ba-şında oturmak onu dinlemektir. Ayrıca dinlemek de günahtır. O zaman bu iki günah olmaktadır. «Uzuvları kullanmak ilh...» Sarih bu kavli küfrün küfran-ı nimet üze-rine ıtlak olunmasının sahih olacağını beyan için zikretmiştir. T. «Parmakları ile kulaklarını tıkadığı ilh...» Benim Bezzâziye ve Minâh´ta gördüğüm ise, bu ifade, iki kulağını tıkadı, seklindedir. «Mekruhtur ilh...» ,Yani onların okunması mekruhtur. O zaman on-ların tegannisi ne olur Tatarhâniye´de: Eğer şiirlerde fışkın ve bir oğlanın zikri olmazsa, onları okumak mekruh değildir. Zâhiriye´de: «Şiirdeki kerahetin anlamı şudur: Eğer insanı zikir ve kıraatten alıkorsa mekruhtur. Yok eğer alıkoymazsa, o zaman beis yoktur.» Tebyînü´l-Meharim «Şüphesiz bilinmelidir ki, haram olan şiir, kendi-sinde fuhuş veya bir müslümanın hicvi veya Allah ve peygamberi yalan-lamak veya sahabeyi yalanlamak veya nefsi tezkiyeyi yalanlamak veya içinde yalan zannedilecek derecede övgü ve neseplere zarar getirecek ve bir de, bir tüysüz oğlan veya belli hayattaki bir kadının vasıflarını ifa-de eden şiirlerdir. Zira hayatta olan belli bir kadını belli bir tüysüz oğla-nı, erkekler huzurunda vasfetmek haramdır. Ama ölmüş bir kadını veya belli olmayan bir kadını vasfetmekte bir beis yoktur. Oğlanda da hüküm böyledir. İnsanı tahrik edecek bir şarabı da vasfetmek, deyriyat, mey-haneyi methetmek, zımmî bu olsa hicvetmek haramdır. İbni Hümam ve Zeylaî´de de böyledir. Yanak ve zülüfleri, boyun güzelliğini ve diğer ka-dın ye oğlan vasıflarını söylemek mubahtır. Bazı alimler de bunda bir görüş vardır demişlerdir. Maarifte: «Diyanet ehline onları vasfetmek la-yık değildir. Layık olan arzu ve şehveti galib olan kimsenin yanında ka-dının sayılan yerlerinin inşad edilmesi caiz değildir. Çünkü onun fikrini helâl olmayan birşeye tahrik eder. Mahzura sebeb olan da mahzurdur.» Ben derim ki: Biz yukarıda takdim ettik ki, herhangi birşeyde-delil getirmek için şiir söylemekte zarar yoktur. Beliğ teşbihler, güzel istia-reler için şiir söylemek de istişhad için söylenen şiir gibidir. «Günahının galiz oluşunu ilh...» Yani bu küfran-ı nimet kelimesinin üzerine atıftır. Buna ancak küfür demenin manâsı günahın büyük olma-sıdır. H. «Şurun üç nefhasını ilh...» Bazı alimlerin görüşü budur. Halbuki meş-hur olan, iki nefha vardır. Birisi, kıyametin başlangıcı için, diğeri de ye-niden dirilme için. T. «Aralarında münasebet vardır ilh...» Yani nefhalar ile o üç vakitte birşey çalınması arasında benzerlik vardır. «İkindiden sonra ilh...» Zira halk, ikindiden sonra iş yerlerinden ev-lerine gelirler. Yatsıdan sonra uyku vaktidir. Ki bu da küçük ölümdür. Gece yarısından sonra ise kabirleri gibi olan evlerinden iş yerlerine doğ-ru çıkarlar. Ben derim ki: Bu ifade ediyor ki, çalgı aletinin kendisi bizzat haram değildir. Belki onunla oyun oynandığı için haramdır. Bu da ya onu din-leyen veya onu çalan içindir. Zaten izafe de onu bildirmektedir. Görül-müyor mi ki, o âlete vurmak, vuranın niyetine bağlı olarak bir defasında helâl, bir defasında da haram olur. Zaten işlere de maksatlarına göre hükmedilir. İşte bunda onların ancak kendilerinin bilebileceği birçok maksatlarla aletleri kullanma konusunda tasavvuf büyüklerine delil var-dır. O zaman sufîlere bu işten dolayı itiraz eden kimse onların bereke-tinden mahrum olmamak için acele etmemelidir. Çünkü onlar seçilmiş-lerin efendileridir. Cenab-ı Allah bizi onların imdatlarına erdirsin, onların salih dua ve bereketlerini bize nasib etsin. «Bu bahsin tamamı benim Mültekâ üzerindeki talikatımdadır ilh...» Zira sarih, geceni İmam Pezdevî´nin Melaib isimli eserine isnad ettik-ten sonra, «Layık olan nevbet çalmak gibi hamam borusunu çalmanın da caiz olmasıdır. Hasen´den, düğünü ilan için def çalmağa beis olma-dığı rivayet edilmiştir. Sirâciye´de de, eğer zilleri olmazsa, ve eğlence maksadıyla vurulmazsa denilmiştir.» Ben derim ki: Ramazanda sahur için uyuyanları uyandırmak için da-vul çalmak da hamamın borusunun çalınması gibi mubahtır. Düşünülsün. GİYİM KUŞAM FASLI METİN Bedenle arasında başka giyecek olsa dahi ipekli giymek haramdır. Sıhhatli görüş budur. İmam-ı Azam´dan gelen rivayete göre ipekli cildle yani insan derisiyle temas ederse giyilmesi haram olur. El-Kınye´de: «imamın bu görüşü belânın yaygınlaştığı hallerde büyük bir ruhsattır» de-nildi. İmam-ı Azama göre; harb halinde giyilmesi de haramdır. İmameyne göre harp halinde giyilmesi helâldir. Haramlık erkekleredir. Kadınlara değildir. Ancak kumaşın damgası gibi birbirine bitişik olan dört parmak kadarı helaldir. Bazıları «Bu dört parmak açık olacaktır», bazıları ise «ne açık ne kapalı, normal bir´ şekil-ce olacaktın» demişlerdir. Sağlam mezhep görüşüne göre değişik yer-lerde olan ipekli işlemeyi bir yerdeymiş gibi kabul etmek yoktur. Sa-rıkta olsun. Nitekim bu durum Kınye adlı eserde genişçe bahsedilmiştir. Orada bir sakır bahsedilir. Onun kenarı Hz. Ömer´in parmaklarıyla dört parmak kadar ibrişimdir. Bu da bizim karışımıza muadildir. Buna ruhsat verilmiştir. Zeylaî´ye göre tellerle örülenler de dört parmak kadar olduğu takdir-de giyilmesi kullanılması helâldir. Aksi takdirde erkekler için helâl olmu-yor. El-Müctebâ adlı kitapta; «Sarıkta iki veya daha fazla yerlerde bulu-nan ipekli nakışlar derlenmiş yani bir yerdeymiş gibi kabul edilir» denil-mektedir. Bazıları da «Hayır, kabul edilmiyor» demişlerdir. Orada şu fet-va da yer almaktadır: «Ebû Hânife´den geldiğine göre üzerinde gümüş tellerden nakışlar bulunan bir sarığın, bu nakışlar üç parmak kadarsa, giyilmesinde beis yoktur. Eğer bu nakışlar altından yapılmışsa giyilmesi mekruhtur. Bazıları «mekruh değildir» demişlerdir.» Aynı eserde «İpek ile tarafları örülmüş cübbenin giyilmesi de mek-ruhtur» denilmektedir. Müellif der ki: Bu kerahetle bizim zamanımızdaki insanların giymeyi adet ettikleri Basra mamulü olan entarilerin kerahe-ti de sabit olmaktadır. Bu eserde kumaşın enliliğinde yapılan nakışların ruhsatlı olduğu açıklanmaktadır. Derim ki: bunun ifade ettiği şudur: El-bisenin uzunluğundaki az miktar mekruhtur. Musannif der ki: Molla Husrev ve Sadruş Şeria da bu görüştedirler. Fakat Hidâye ve başka eser-lerdeki mutlak beyanlar bunu muhaliftir. Es-Sirac´cîa Siyer-i Kebir´den naklen: «Kumaştaki ipek alametler ve işaretler, ister küçük ister büyük olsun, mutlaka helâldir.» Musannif der ki: Bu fetva daha önce dört par-mak ile kayıtlanan hükme muhaliftir ve bu fetvada bizim zamanımızda bununla müptela olanlar için büyük bir ruhsat vardır. Derim ki: Şeyhimiz «Ben zannediyorum ki, burada alem olarak geçen kelime sancak mızrakların uçuna bağlanan şeylerdir. Çünkü böyle bir sancak büyük de olsa helâldir» demiştir. Yani büyük bir parça ipekliden yapılmış olsa da helâldir. Çünkü bu, elbise değildir. İşte bu tevil ile eser-ler arasındaki değişiklik böylece halledilmiş olur. Dîbac denen saf ipek-ten yapılmış cibinlik kullanmada erkekler için beis yoktur. Dîbac, arşı ve argacı ipekten olan nesnedir. Vehbâniye Şerhi. Çünkü bu giyilen nesne değildir. Vehbâniye´nin sarihi bunu nezmen şöyle ifade etmişti´: İpekten yapılmış cibinlikte uyumak caizdir. Bu hüküm hem Kınye´de, hem de Müntekâ´da yazılıdır. Halis ipekten yapılmış uçkur bağı da mekruhtur. Sıhhatli görüş budur. Bazıları «bunda beis yoktur.» demişlerdir Halis ipekten yapılmış kalensuva yani fes giymek de mekruhtur. Sa-rığın altında kalsa bile ve yakaya asılan para cüzdanı da ipektense mek-ruhtur. Kınye. İZAH Bilmiş ol ki giyeceklerin bir kısmı farzdır. Bu, setr-i avreti sağlayan, sıcak ve soğuktan koruyan elbisedir. En uygunu bu kisvenin pamuk, ke-ten veya yünden yapılmış olmasıdır. Nitekim sünneti seniyye böyledir. Onun eteği baldırın yarısında olacaktır. Yani yerlerde sürülmeyecektir. Kolların yeni ise parmakların başına kadar olacaktır. Kolağazı ise bir karış olmalıdır. en-Natf adlı eserde olduğu gibi nefis (çok kaliteli) ve hasis (kalitesiz) değil orta kaliteli kumaştan olacaktır. Çünkü işlerin en hayırlısı ortancalarıdır. Bir de iki şöhretten yani son derece süslü ve son derece çirkin davranışlardan nehyedilmiştir. Elbisenin bir kısmı da müstahabtır. O da süs için, Allah´ın nimetini izhar için edinilen elbisedir. Allah Resulü «Gerçekten Allah nimetini kulunun üzerinde görmek istiyor» buyurur. Elbisenin bir kısmı do mubahtır. Bu, bayramlarda, cuma günlerinde, toplantılarda süs için giyilen güzel elbiselerdir. Her vakit giyilmemektedir. Çünkü bunların daimi şekilde giyilmeleri gurur ve kibire yol açar. Çoğu zaman fakirleri kızdırır. Bundan sakınmak evlâdır. Elbisenin bir kısmı da vardır ki mekruhtur: Kibir için giyilen elbise gibi. Beyaz elbise giymek müstahabtır. Siyah elbise de böyledir. Çünkü siyah elbise Abbasoğullarının alametidir. Cenab-ı Peygamber, Mekkeye girdiği zaman başında siyah bir amame vardı. Yeşil elbise giymek sün-nettir. Njtekim Eş Şir´a adlı eserde böyle denilmektedir. Bunlar Mülteka ve şerhinden alınmıştır. El-Hindiye´de Es-Sircciye´den naklen şu hüküm yer almaktadır «Güzel elbise giymek mubahtır. Gurur için olmamak şartıyla.» yani daha önce nasılsa elbiseyi giydiği zaman da aynı tavırda olmak şartıy-la. Kürk giymek de mutad giyimlerdendir. Bu kürkün bütün yırtıcı hay-vanların derisinden olmasında .beis yoktur. Ve tabaklanmış ölü hayvan derisinden veya boğazlanmış hayvan derisinden olsa bile kürklerde beis yoktur. Bu hayvanların tabaklanması kesilmesidir. Muhit böyle diyor. Kap-lanların ve bütün yırtıcı hayvanların derileri tabaklandıktan sonra kulla-nılabilir. Onlar seccade yapılabilir. Eğer takımı yapılabilir. El-Muntekit de böyle yazar. Erkekler için ayak sırtlarına kadar don giyilmesi mekruhtur. Attâbiye´de bu hüküm yer almıştır: Demir çivilerle çivili ayakkabıların gi-yilmesinde de bir beis yoktur. Ez-Zâhîre adlı eserde namazın caiz olma-sına mani bir necaset bulaşmış olan bir ayakkabının giyilmesi caiz mi-dir, değil midir Cevab: Ebû Yûsuf´un Kerâhiyet´inde, Said bin Cübeyr hadisinde zikredilmiştir ki: O tilkilerden yapılmış fes giyer, fakat onunla namaz kılmazdı. Bu, Ebû Yûsuf´un bir hatasıdır. Ben derim ki: Bu işaret eder ki, zaruret yokken bunu giymek caiz de-ğildir. Tatarhâniye. Fakat sarih, namazın şartlan bahsinde şunu söy-ledi: «Kişi, namaz haricinde necis bir elbise giyebilir.» Bu fetva El-Bahr da, El-Mebsut´a nisbet edilmiştir. «Zaruret hariç, ipekli giymek haramdır ilh...» Nitekim ilerde gelecek-tir. El-Muğrib adlı eserde denildi ki: «Harir tabiri pişirilmiş ibrişim de-mektir. Ondan edinilen, yani kozadan çıkan ipekten yapılmış elbiseye de«harîr» denilmiştir. Kınye´de dedi ki: ilh...» el-Kınye´nin naklettiği fetvayı Kınye hocası Bedî´den naklediyor. Fakat bu zat diyor ki; «Bu Hânife´den bu fetvanın gelip gelmediğini araştırdım. Birçok kitaplara baktım. Ancak el-Muhit sa-hibi Burhân´dan gelenden başkasını görmedim.» Hâniye´de dedi ki: «Hülâsa şudur: Bu fetva mezhebin nakli için ko-nulmuş metinlere ters düşmektedir. Bununla amel etmek ve fetva ver-mek caiz değildir.» «İmameyn harp halinde ipekli giymek helâldir dediler ilh...» Yani ka-lınsa, düşman silâhlarından insanı koruyorsa giyilmesi caizdir. Nitekim bu husus daha ileride gelecektir, ihtilâf erişi ve argacı ipekten olan hak-kındadır. Sadece argacı ipek veya sadece erişi ipek olanlar, harp halin-de, icma ile giyilmesi mubahtır. Nitekim bu hüküm Tatarhâniye´de yer almıştır ve ileride gelecektir. «Ancak dört parmak kadar ilh...» İstisnası İbn Abbas´tan gelen riva-yete binaendir. O rivayet şöyledir: «Resul-ü Ekrem katıksız ipekliden ya-pılan elbiseyi giymeyi yasakladı. İşaret ve elbisenin argacı müstesnadır,saf ipek de aynı.» Birde Müslim´den gelen bir haber vardır. O da şudur: «Resulü Ek-rem ipekliyi giymeyi yasakladı. Ancak bir, iki üç veya dört parmak ka-dar ipekli ile süslenmiş elbiseler bundan müstesnadır.» Acaba burada «dört parmak kadar» olan kısım uzunluğuna ve enli-liğine midir Yani o ipekliden yapılmış işaretin uzunluğu ve eninin dört parmaktan fazla olmadığını mı yoksa sadece enini mi kastediyor Uzun-luğu dört parmağı geçerse olur mu Onların kelâmından insanın zihnine ilk gelen ikinci görüştür. İkinci görüşü Sarihin kelâmından El-Havi Ez-Zâhidî´den gelen rivayet de takviye etmektedir. «Elbisenin alemi» onun süsü, deseni demektir. Nitekim bu husus Kâmus´ta da bu şekilde manâlandırılmıştır. Bundan katıksız ipekliden örül-müş veya sonradan elbiseye dikilmiş desenler kastedilmektedir. Onların kelâmının zahirinden anlaşılır ki; onunla elbise kenarlarında dikilenler arasında fark yoktur. İkisi de dört parmak ile kayıtlıdır. Ama İmam Şafiî burada muhalefet etmiştir. Çünkü Şâfiîler süsü dört parmakla kaydetmişlerse de etrafının her memlekette galib adete göre takdir edilmesini ter-cih etmişlerdir. Yani bir memlekette dört parmaktan daha fazla olmak üzre elbiselerin yakalan süslenmekte ise yine caizdir. Bize göre alem yani işaret hem yakalara takılan, armaları, hem de elbiselerde, kullanılan desenleri kapsamaktadır. Buna perdeler ve yenlerin etrafına, cübbenin yakasına işlenenler, ilikler ve kumaştan yapılan düğmeler de dahildir. Nitekim bunlar ileride gelecektir. Tercih edilen görüşe göre eesih püskülü de buna dahildir. Tabi eni dört parmaktan fazla olmamak şartıyla. Don ve şalvarın bağ yuvarı (uçkur) da böyledir. Abanın omuzla-rındaki ve sırtındaki, hamamda giyilen ve satrançlı desen peştemal ve şaşın etrafındaki desenler de ister iğne ile süslenmiş ister dokunurken konmuş olsun sarığın etrafında saçak olarak eklenmiş olsun, bütün bun-larda beis yoktur. Eğer enleri dört parmağı geçmiyorsa uzunluğu dört parmağı geçse de yine beis yoktur. Aynı şekilde bir elbiseyi bir parça ipekle yamamakta da beis yoktur. Ama ipekliden kılıf yapmak böyle de-ğildir. El-Hindiye´de: «Eğer ipeği cübbeye bir kılıf yaparsa bunda bir beis yoktur.» Çünkü ipekli burada tabidir. Eğer içi veya dışı ipekli ile kaplama yapılırsa bu mekruhtur. Çünkü hem ipekli hem de diğer madde burada kastedilmektedir. Sarahsî´nin Muhit´inde de böyle hükmedilmektedir. El-Kudurî şerhinde Ebû Yûsuf´tan gelen rivayet şöyledir: «Ebû Yûsuf feslerin iç kısmını ipekliden yapmayı mekruh görmüştür.» Buna göre eğer cübbenin yakası bu gün olduğu gibi dört parmakta daha enli ise onun üstünde bir parça keten bezi dikilmişse onu giymek caiz olur. Çünkü ipekli-elbisenin ortasına girmiş oluyor. Dikkat! «Tercih edilen görüşe göre değişik yerlerde olan ipekli desenler bir yerde imiş gibi kabul edilmezler ilh...» Ancak bir hattı ipekli, biri de baş-ka maddeden olursa ve hepsi ipekli gibi görünürse o zaman caiz değil-dir. Nitekim El-Havî´den bu husus gelecekte zikredilecektir. Bunun ge-rektirdiği şudur: İpek ile bezenmiş desenlenmiş nakışlı elbiseyi giymek helâldir, eğer her nakış dört parmak kadar değilse. Eğer hepsi bir araya geldiği zaman dört parmağı geçerse bu yine helâldir, eğer hepsi ipekli görünmezse. Düşün!. T. Dedi ki: «Altın ve gümüşten yapılan değişik desenlerin hükmü de böyle midir Yazılsın.» «Yine Onda ilh...» Kınye´deki bu kayıttan sonra Necmu´l-Eimme: «Dört parmakta ölçü parmakların normal heyeti olur. Selefin parmaklan esas alınmaz.» demiş, sonra Kirmânî´nin «Parmaklar yayılmış olacaktır», sonra da Karabîsî´nin «Yayılmış parmakların miktarından sakınmak daha evlâdır» sözüne işaret etmiştir. «Aksi takdirde kişi yani erkek için helâl değildir ilh...» sözü Zeylaiden erkek kaydı olmaksızın zikredilmiştir. Ez Zeylaî´nin bu sözüne «bu ziynetten değildir» şeklinde itiraz edilmiştir. Zahire göre : Burada kadın-larla ilgili hüküm erkekler gibidir. Ben, derim ki: Burada dikkat edilmelidir. Çünkü Kâmûs´ta yer aldı-ğına göre; nüye kendisiyle süslenilen şeydir. Şüphe yoktur ki altın ile dokunmuş elbise süs eşyasından sayılır. Biz daha önce El-Hâniye´den rivayet ettik ki kadınlar, ziynet haricinde, altın ve gümüş kaplardan ye-me, içme, yağlanma hususlarında akidlerde erkekler gibidirler. Kadınlar için dibaceyi, ipekliyi, altın ve gümüşü ve diğer incileri süs olarak kul-lanmakta bir beis yoktur. El-Hidâye´de: «Erkek çocuklara altın ve ipekli giydirmek mekruhtur» deniliyor. Bunun hükmü ilerde gelecektir. el-Kınye´de: «Altın ile dokun-muş, arma, kadınlar için zararlı değildir. Erkeklere gelince ancak dört parmak kadar olursa zararı yoktur. Fazla olursa mekruhtur» denilmek-tedir. E!-Müctebâ´dan ilh...» rivayet edilen görüş hususunda ikinci yoru-mun mezhebin zahiri olduğunu daha önce öğrenmiştin. «Eğer sarıkta nişan varsa ilh...» sözüyle bu aynı manaya geldikle-rinden dolayı tekrar edilmiş sayılır. «O altından olursa mekruhtur ilh...» sözüne gelince; el-Kınye´de de-nildi ki; «Sanki bu yüzüğe itibar edilerek söylenmiştir.» Yine el-Kınye´de fes hakkında da: «tercih edilen görüşe göre dört parmak kadarı caizdir.» denilmektedir. İmam Muhammed´den gelen bir rivayette «caiz değildir, tıpkı ipeklide olduğu gibi» denilmiştir. Ben derim ki: Altınla desenlenmiş kumaş hakkında konuşma gele-cektir. «İpekli ile kaplanmış cübbe giymek mekruhtur ilh...» sözüne gelin-ce; bu, ammenin üzerinde bulduğu fetvanın gayrisidir. Çünkü el-Hidâye´de Zahîre´den nakledilmiştir ki: İpekli ile kaplanmış şeylerin giyilmesi fakîhlerin ammesi katında mutlaktır. et-Tebyîn´de Esmâ´dan rivayet edi-liyor. «Tayaîisî bir cübbe çıkarmıştı. Üzerinde de bir karış kadar kisrevânî ipekten bir koltuk eki vardı. Onun iki yakası da o ipekle işlenmişti.O dedi ki: «İşte bu Resulullâh´ın cübbesidir. Peygamber bu cübbeyi giyiyordu ve bu cübbe Âişe kalındaydı. O vefat edince onu ben aldım. Biz hasta-lar olarak onu yıkayarak suyunu içiyoruz. Hastalar bununla şifa buluyor.» Hadisi imam Ahmed ve Müslim rivayet ettiler. Fakat Müslim´de «Şibr» ´(karış) ibaresi yoktur. el-Hidâye´de Allah´ın resulünden gelen bir hadis şöyledir: «Peygamber ipekli ile yakaları süslenmiş bîr cübbe giyiyordu.» Molla Husrev ve Sadrüş-Şerîa´nın bu hükmü kesin olarak ifade ettikleri gibi, İbn Kemal ve Kuhistânî de kesinlikle bunu böyle ifade etmişlerdir. et-Tatarhâniye´de Cemu´l-Cevami´den bu nakledilmiştir. «Fakat Hidâye´nin ve başka kaynakların mutlak zikretmeleri buna ters düşmektedir ilh...» sözüne gelince; bu sadece eninin dört parmakla kayıtlanmasıyla ilgilidir. Bazan denilir ki, «Mutlak, mukayyedin üzerine hamledilir.» Nitekim usul kitablarında bu husus serahaten belirtilmiştir. Yani hüküm ve ha-dise birse mutlak mukayyedin üzerine hamledilir. Bununla beraber me-tinler çoğu kez meseleleri kayıtlarından sıyrılmış olarak zikrederler. Dü-şün. Fakat kaynakların bu yaptıkları delillerin ıtlakına uygundur. Bu ise zamanın insanlarına daha şefkatli gelir. Ta ki bunlar fisk ve isyana gir-mesinler. «Bu daha önce dört parmakla kaydedilme hükmüne muhaliftir ilh...» sözüne gelince; evet, bu metinlere açıkça muhaliftir ve buna yönelmiş-tir. Sarihin «ben derim» ifadesiyle beyan ettiği kanaata gelince, bu cid-den uzak bir görüştür. Tatarhâniyye´de «Nakşı ipekli olan veya yakaları kenarları ipekli ile işlenmiş elbiseyi giymekte, fakîhlerin umumu katında beis yoktur. Fakat bazı kimseler burada muhalefet etmişlerdir.» denilmek-tedir. Hişâm, Ebû Hânife´nin elbisesindeki çiçek dört parmak kadarsa o elbisenin giyilmesinde bir beis görmediği rivayet edildi. Şemsu´l-Eimmetis-Serahsî şöyle der: «Elbisedeki desen ipekli ise onu giymekte beis yok-tur. Çünkü çiçek elbiseye tabidir.» Ve Serahsî takdir konusunda yani dört parmakla takdir hususunda herhangi bir şey söylememiştir. Binaenaleyh onların sözleri giyilen elbiselerin desenleri ile ilgilidir. Yoksa sancak olan bayrak hususunda değildir. Eğer bu böyle olmazsa elbise ile kayda hiç bir manâ kalmaz. Tabaiyyet nedeninin de manasız kaldığı ortadadır. Tatarhâniyye´de şu husus yer almaktadır: «Kadınlar hakkındaki hükümden sözetmeye gelince; alimlerin am-mesi onlar için halis ipekliyi giymek helâldir dediler. Bazıları da helâl değildir, dediler. Çiçeği ipekli olanın giyilmesine gelince: Bu ibareden insanın zihnine ilk gelen şey «mutlak ipekten yapılmış çiçekli elbisede beis yoktur» hükmü ancak kadınlar hakkındadır. Eğer bu sabit olursa o zaman herhangi bir çatışma ortada kalmaz. Bununla ibareler arasındaki tevfîki yani uyumu sağlamak daha güzeldir. Aksi takdirde bunlar iki rivayet olurlar. «Bu daha sahihtir ilh...» sözü el-Kınye´de Şerhu´l-İrşâd´dan alın-mıştır. Et-Tatarhâniye´de ise: «ipekli uçkurda kerahet yoktur. Çünkü o yal-nız giyilmez» denilmektedir. El-Camiussağır Şerhi´nde: «Bazı meşayihler, erkekler için Ebû Hânife katında ipekli uçkurda beis yoktur» derler. Sadruş-Şehid: İmameyn katında böyle bir uçkur kullanmak mekruhtur» dedi. Düşün. «Böylece fes de mekruh olur ilh...» Molla Miskîn, Musannifin kita-bın sonundaki «Değişik Meseleler» bahsinde: «Feslerin giyilmesinde be-is yoktur,» diyor. Molla. Miskîn burada çoğul tabiri kullanıyor. «Bu ise ipekli, altınlı gümüşlü, ketenli, siyah, kırmızı bütün fesleri kapsamakta-dır.» Fakat zahir şudur ki; güvenilir olan burada zikredilen hükümdür. Çünkü bu tam yerinde, açıkça söylenilmiştir, umumdan alınmamıştır. T. el-Fetâvâ´l-Hindiyye´de şu hüküm yer almaktadır: «Erkekler için ipek-ten, altından, gümüşten veya dört parmağından daha fazla büyük ipek parçası veya altın ve gümüş dikilmiş ketenden yapılmış fesi giymek mek-ruhtur.» İşte bununla «takiye» veya «arakiye» denen ve başa giyilen ter-liklerin hükmü de bilinmiş oluyor. O da ipekli ile nakışlanmışsa nakışla-rından birisinin dört parmaktan fazla olması halinde helâl değildir, daha az ise helâldir. Eğer bütün nakışlar dört parmaktan fazlaysa yine giyil-mesi helâldir. Çünkü zahir mezhebe göre değişik nakışlar birmiş gibi sayılmazlar. «İnsanların boynuna omuzuna v.s., astıkları keselere gelince ilh...» Kişinin beraberinde astığı kese ipekli olursa mekruhtur. Cebe konulan veya evde duvara asılan mekruh değildir. Bu kayıd ile asılmayan kese-ler bu hükümden çıkmış olur. Bunun açıklanmasında zahir olan şudur: Asılmak giymeye benzer, bunun için haram olur. Çünkü bilindiği üzere haramlar babındaki şüphe yakına ilhak edilmiştir. er-Remlî. Zahir şudur ki; asılan keseden maksad hamail diye tabir edilen mus-ka keseleridir. Çünkü bunlar boyunlara asılır. Fakat para kesesi öyle de-ğildir. Onu cebine koyar, asmaksızın kullanırsa beis yoktur. Ed-Durru´l-Münteka´da: «İpekli seccade üzerinde namaz kılmak mek-ruh değildir, çünkü haram olan giymektir» denilmektedir. Sair şekillerde ondan yararlanmak ise bu hükmün dışındadır, haram değildir. Nitekim cevhere üzerinde namazda olduğu gibi Kuhistanî ve başka alimler de bunu kabul ve ikrar etmişlerdir. Ben derim ki: Bununla çokça sorulan teşbih ipinin hükmü de bilin-miş olur. Bu hıfzedilsin. «O giymektir» sözüne gelince; hükmen bu böyledir. Çünkü El-Kınye´-de: «İpekli yorganın kullanılması caiz değildir. Zira o giymenin bir çeşididir» denilmektedir. Burada saatin ipi yani bağlandığı ip de ele alınmalı-dır. Çünkü kişi saati bağlıyor ve onu elbisesinin iliğine asıyor. Bunun hakkında hüküm nedir Zâhir´e göre o da teşbihin ipi gibidir. Düşün. Anahtarların, terazlerin, divitin ipi de aynıdır. İpekli kâğıtlarda yazmak, mushaf, dirhem ve para keseleri kapların kapatıldığı örtü, içinde elbise-ler konan bohça ve giymeksizin veya giymeye benzemeksizin kullanılan, yararlanılan diğer ipekli nesneler hep aynı hükmü tabidir. Yani caizdir. El-Kınye´de «Bir dellâl ipekli elbiseyi omuzlarına atar, satışa çıka-rırsa kollarını geçirmedikçe caizdir.» denilmektedir: Aynu´l-Eimmeti´l-Karâbîsî der ki: «Bu meselede meşayih arasında ´ farklı görüşler vardır. Birincisinin yani helâl olmasının izahı, elbiseyi omuza atma ancak onu yükleyip götürmek için olur,,kullanmak için değil. Böylece yararlan-mak için kastedilen giyime benzemez. Düşün. El-Kınye´de nakledildi ki: «İpekten sargı bezleri kullanmak mekruhtur.» Zahire göre bundan maksad, bedenin üzerine veya bedenin bazı parçalarına sarılanlardır. Ama elbiseler için bohça olarak kullanılanlar burada kastedilmemektedir. Dü-şün. METİN Yarayı ipekli ile bağlamakta ihtilâf edilmiştir. el-Müctebâ´da hüküm böyledir. Yine el-Müctebâ´da: «Kişi ipekli ile evini süsleyebilir.» denilir. Altın ve gümüş kaplarla süsleyebilir, fakat tefahur kastedilmeksizin. El Kınye´de: «Fakihler için uzun bir sarık sarmak, geniş elbiseler giymek daha güzeldir» deniliyor. Yine el-Kınye´de: «Göze, göz ağrısı gibi bir özür sebebiyle ipekliden olan siyah bir eşarp bağlamada beis yoktur.» denili-yor. Ben derim ki: Göz ağrısı da bir mazerettir. el-Vehbâniyye Şerhi´nde el-Müntekâ´dan alınarak «Gömleğin ilikleri ile düğmeleri ipekliden olur-sa beis yoktur. Çünkü ilik ile düğme gömleğe tabidirler» denilmektedir. et-Tatarhâniyye´de es-Siyeru´l-Kebir´den naklederek şöyle denildi: «İpekli ve altından düğmelerde beis yoktur.» Yine aynı kitabta Muhtasaru´t-Tahâvî´den naklen: «Kumaşın deseni gümüştense mekruh değil, altından yapılmışsa mek-ruhtur» denilmiştir. Fakihler ise, «Bu müşküldür. Zira şeriat yakalarını nakşedilmesine ruhsat vermiştir. Bu nakışlar bazan altından olabilir» de-mişlerdir. ipekliyi yastık veya döşek yapmak, onların üzerinde uyumak helâl-dir. İmameyn, İmam Şafiî ve İmam Malik «Haramdır» dediler. El-Mevâ-hib´te yer aldığı gibi bu görüş daha sıhhatlidir. Ben derim ki: Buna dikkat edilsin. Fakat bu hüküm meşhurun hilâfınadır. İpekliden entari veya kaftan yapmak icmaen mekruhtur. Bu Si-râc´dan nakledildi. Gümüşün üzerinde oturmak icmâ ile haramdır. Mecmâ Şerhi. Erişi ipekli, argacı keten, pamuk, yün gibi başka maddeden olan bir elbise giymek helâldir. Çünkü elbise ancak dokunmakla elbise olur. Dokuma ise ancak argaç ile olur. Binaenaleyh onda argac asgari itibara alınır, eriş nazara alınmaz. Ben derim ki: el-Mevahib´den naklen Eş-Şurunbulâliye şöyle dedi: «Erişi ipekli olup da el-Attabî gibi erişi görülenin kullanılması mekruh-tur.» Bazılarına göre mekruh değildir. Bunun benzeri el-İhtiyâr´da yer almaktadır. Ben derim ki: gizli değildir ki itibar yönünden tercih argace verilir. Nitekim el-Azmiyye´den böylece öğrenildi. Hatta El-Müctebâ´da şunlar yer alıyor: Meşayihin çoğu bunun hilâfına fetva verdiler. El-Mecmâ´ Şerhi´nde «hazz» deniz koyunlarının yünüdür, denildi. Ben derim ki, bu hüküm onların zamanında idi. Şu anda ise el-Hazz, ipek çe-şididir. İpekliden yapıldığı takdirde kullanılması haram olur. Burcundî ve Tatarhânî bunu ifade ettiler. Dikkat edilsin! Sadece harpte bunun aksi helâldir. Eğer kalınsa, onunla düşmandan korunmak mümkünse.´Eğer ince ise harpte de haramlığı icmâ iledir. Çün-kü faidesi yoktur. Sirâçtan nakledilmiştir. Hepsi ipekli olana gelince... Harpte imama göre mekruh, İmameyne göre değildir. Mültekâ zahire göre galib hangisi ise ona itibar edilir. Ez-Zâhidî´nin Hâvî´sinde şu hüküm yer almaktadır: Zahiri kısmı ipekli olan veya bir hattı ipekli, bir hattı da hazdan olan mekruhtur. Tercih edilen görüşe göre değişik yerlerde olanların bir yerdeymiş gibi sayılmaması-dır. Ancak kumaşın bir hattı ipekli bir hattı da başka bir mâdenden olursa ve hepsi ipekliymiş gibi görünürse o zaman itibar edilir. Ama sa-rıktaki desen gibi her hat ayrı ayrı görünürse mezhebin zahirine göre bir aradaymış gibi itibar edilmez. Şeyhimiz de bunu kabul etti. Ben de derim ki: Daha önce bildin ki tercih edilen görüşe göre itibar zahire değil ar-gacadır. Dikkat ediniz. Usfur veya zaferan ile boyanmış kırmızı, sarı elbiseler erkekler için mekruhtur. İbarenin ifadesi şu: Kadınlar için mekruh değildir. Diğer renk-leri giymekte beis yoktur. el-Müctebâ, el-Kuhistânî ve Ebû´l-Mekârim´in En-Nikâye Şerhi´nde şu hüküm vardır: Kırmızı elbise giymekte beis yoktur.» Bunun ifade ettiği manâ, buradaki kerahetin kerâhet-i tenzihiyye olmasıdır. Lakin et-Tuhfe´de «haram» olduğuna dair serahat vardır. Ve bu serahet de ifade eder ki kerahet, tahrimiyyedir. Musannif böyle idi. Ben derim ki: Şurunbulâlî´nin bu hususta telif ettiği bir risale vardır. O risalede sekiz görüş nakletmektedir. Onlardan bazılarına göre müstahabtır. Mutlak olarak erkek altın ve gümüş takı takamaz. Ancak gümüşten yüzük, kemer ve süslenmiş kılıç kullanılabilir. Çünkü bunlarda süs astedilmemektedir. El-Müctebâ;da şu hükümler vardır: «Ortası ipekliden olan bir kemer kullanmak helâl değildir.» Bazıları helâl olduğunu söylediler, eğer eni dört parmağa yetişmezse. Kemerde demirden, bakırdan veya kemikten bir halka bulunursa ke-rahet yoktur. İncinin hükmü ise ileride gelecektir. Kişi ancak gümüş yüzük kullanır. Zira gümüş yüzük kullanıldı mı başka maddelere ihtiyaç kalmaz. Binaenaleyh taş vesaire başka maden-lerden yüzük yapmak haramdır. Es-Serâhsî «Yeşim ve akik taşlarından yüzük yapmak veya edinmek caizdir.» dedi. Molla Husrev bunu daha da umumîleştirdi: Altın, demir, bakır, kalay, cam ve benzeri maddelerden yüzük edinmek haramdır. Çünkü daha önce ancak gümüşten yüzük edi-nilebileceği geçmiştir. Yüzük olarak onları kullanmasının keraheti sabit olduktan sonra bunların yani bu maddelerden yapılan yüzüklerin satılması da imalinin de keraheti sabit olur. Çünkü imal ve satmakta caiz olmayan bir şeye yar-dım vardır. Caiz olmayana götüren her şey caiz değildir. Bunun tamamı El-Vehbâniye şerhindedir. Yüzük konusunda halkanın gümüşten olmasında itibar edilir. Kaşın önemi yoktur. Kaş, taştan, akikten, yakuttan veya başka maddelerden olabilir. Bu taşlara altın çiviler de çakılabilir. Taş daim sol elin içinde tutulur. Bazıları sağ elin içinde tutulur demiştir. Ancak sağda takılması rafizlerin alametinden olduğundan bundan sakınmak lazımdır. Kuhistanî ve başkaları. Derim ki: Umulur ki bu daha önceydi; fakat geçti; dikkat ediniz. Yüzük kaşına kişinin isminin veya Allah´ın isminin nakşedilmesi ca-izdir. Bir insanın şekli veya bir kuş resmi yapmak caiz değildir.» Muhammed Resulullah» yazmak da caiz değildir. Yüzük bir miskalden daha ağır olmayacaktır. Sultan ve kadı ve zengin kişiler gibi ihtiyaç sahihleri hariç mühür edinmeyi terketmek efdaldir. Kişi sallanan dişini altınla değil belki gümüşle takviye eder. İmam Muhammed ikisini de caiz görmüştür. Altından burun edinebilir. Çünkü gümüş kokutur. Çocuğa altın ve ipek giydirmek mekruhtur. Çünkü giyilmesi ve içilmesi haram olanın giy-dirilmesi de içirilmesi de haramdır. Abdest sonrası kurulanmak için veya sümkürmek, terini silmek gibi ihtiyaç için bir mendil bulundurmak mekruh değildir. Ama tekebbür (sük-se ve caka satmak) için olursa mekruhtur. Bir şeyi hatırlamak için parmağa bağlanan ip veya yüzük mekruh değildir. Hasılı kibir için işlenen her şey mekruhtur, ihtiyaç içinse mekruh olmaz. İnâye. EK: El-Müctebâ´da şu hüküm yer almaktadır: «Mekruh olan nazar-lık yani muska, Arapça´dan gayriyle yazılandır.» İZAH «Yarayı ipekle bağlamakta ihtilâf edilmiştir. ilh...» Hindiye´de şu hü-küm yer almaktadır: «İpekliden yapılmış uçkurlu elbisenin giyilmesi ih-tilaflıdır.». «İttifakla mekruhtur» da denilmiştir. Yaralara sarılan sargı bezi de böyledir. Dört parmaktan daha küçük olsa bile. Çünkü o başlıbaşına bir asıldır. Timurtaşî´de böyle kaydedilmiştir. T. «Evini ipekli kumaşlarla süslemek caizdir ilh...» el-Fakîh Ebû Cafer, es-Siyer Şerhi´nde «Evlerin duvarlarını nakışlı keçelerle örtmekte beis yoktur. Eğer bunu yapan süslenmeyi kastetmişse bu mekruhtur» diyor. el-Ğıyâsiye´de: «Kapı üzerinde perde sarkıtılması mekruhtur» denil-mektedir. İmam Muhammed, «Es-Siyer-u´l-Kebir»inde bunu açıkça belirt-miştir. Çünkü bu, ziynet ve kibirdir. Hülâsa tekebbür görüntüsü olan herşey mekruhtur. Eğer ihtiyaç ve zaruret için yapılırsa mekruh olmaz. Tercih edilen görüş de budur. Hin-diye. Bu ibarenin zahiri: Eğer sadece süs içinse, kibir ve fahr bahis konu-su değilse mekruh olur. Fakat el-Hindiyye bu hükümden sonra ez-Zâhi-riyye´den buna ters düşen bir şey naklediyor. Dikkat ediniz. BİR UYARI: Bundan şu hüküm çıkar: Şenlik günlerinde yayılmakta olan ipekli sergiler, altın ve gümüş kaplar kullanılmadıkları takdirde ve eğer bun-larla tefahur kastedilmiyorsa yalnız sultanın emrini yerine getirmek için olursa caizdir. Fakat mum ve kandillerin gündüz yakılması böyle değil-dir. Bu caiz olmaz, çünkü malı zayi etmektir. Ancak hakimin bunları yak-madığı takdirde cezalandırmasından korkan bir kişi bunları yakabilir. Nerede münkerleri kapsıyorsa onlara da caizdir. Şehadetler kitabında geçti ki, bir emirin gelmesi için seyretmek üzere çıkmak sahiciliğin red-dedilmesi için sebebtir. Çünkü onu karşılamak bir sürü münkerleri, şer´an inkâr edilen hareket ve fiilleri kapsamaktadır. Kadın ve erkek karışık-tır. Öyleyse bu daha evlâdır. Dikkat ediniz! «Fakihler için uzun sarık bağlamak daha güzeldir ilh...» Bunun ne-deni alimler bunu bu şekilde adet ettikleri içindir. Eğer başka bir mem-lekette alimler uzun sarıkla değil de başka şeyle tanınıyorlar, tazim gö-rüyorlarsa ilim makamını izhar bakımından bunu yapacaktır. Bir de ama-menin uzatılmasının nedeni alimler bilinsin de onlardan dinî emirler so-rulsun içindir. T. «El-Kınye´de şu hükümde vardır ilh...» ifadesi şöyledir: «Sürekli ka-ra bakmak, göze zarar verir. Karlı bir yolda giderken bir kişinin gözle-rinin önüne ipekliden siyah bir peçe sarması, bağlaması helâldir, bunda beis yoktur. Ben derim ki, ağrıyan göz daha evlâdır. Yani ona da bağlıyabilir.» Et-Tatarhâniye´de şu hüküm vardır: «İhtiyaç içinse onu giymekte be-is yoktur denilmektedir. Çünkü Abdurrahman bin Avf ve Zübeyr bin Avvam´dan rivayet edildiğine göre ikisinde de şiddetli uyuz vardı. Resulullah´dan ipek giymek için izin istediler. Peygamber kendilerine ipekli elbi-se giymek hususunda izin vermiştir.» Ben, derim ki: ez-Zeylâî, gelecek fasıldan hemen önce serahaten Cenab-ı Peygamber´in bu iki sahabiye mahsus bir özellik olarak bu ruh-satı verdiğini kaydediyor. Düşün. «Şeriat kifâfa ruhsat vermiştir ilh...» sözünün izahı: Kifâf, gömleğin el ayası kadar olan yerdir. Bu da bedenin kavşak yerlerinde koltukların-da veya etek kenarlarında olur. Muğrib. T. de şöyle denilmiştir: «Hz. Peygamberden onun koltukları ipekli ile kaplanmış bir cübbe giydiği nakledilmiştir. Bu rivayette altın ve gümüş zikredilmemiştir. Düşünülsün ve yazılsın.» Ben derim ki: Buradaki güçlüğün izahı zahire göre şudur: Elbisedeki desen veya yamanın elbisede bulunmasının helâl oluşu az ve tâbi olu-şundandır. Kastedilmediklerinden dolayı helâldir. Nitekim fakîhler bunu açıkça söylemişlerdir. Altın, gümüş ve desen ve yamanın ipekli olabile-ceklerine ait ruhsat, ipekliden başka maddelerden yapılmasının da ruh-satı demektir. Çünkü aralarında müsavat vardır. Aralarında farkın bulunmaması daha önce dört parmak altından örülmüş elbisenin mubah olma-sı hükmü de teyid etmektedir. Elbiseyi altın ve gümüşle yamalanmış kab da böyledir. Düşün. Burada varid olan kapalılık El-Müctebâ´da amamenin (sarığın) nakşi hususunda bahsi gecen hükmün üzerine de varid olur. «İpekten yastığa yaslanması ilh...» İpekten yapılmış yastığın helâl olması Resulullâh´tan rivayet edilen şu hadisten dolayıdır: «Peygamber ipekli bir yastık üzerine oturdu.» İbn Abbâs´ın sergisi üzerinde ipekli bir yastık vardı. Rivayet ediliyor ki; Enes (Allah ondan razı olsun) bir ziyafete gitti. Ve ipekten yapılmış bir yastık üzerinde oturdu. Burada ipeklinin üzerinde oturmanın onu ha-fife almak manâsına olduğunu, onu tazim mahiyetinde bulunmadığını ha-tırlamak gerekir. Böylece üzerinde şekiller olan bir sergide oturmak gibi oluyor. Minâh Sirâc´tan. «Ve dedi ki ilh...» Deniliyor ki: Ebû Yûsuf ipekli yastık ve döşek hu-şunda Ebû Hânife ile beraberdir. Başka bir görüşe göre İmam Muhammed´le beraberdir. «Mevâhib´de olduğu gibi ilh...» sözüne gelince, onun benzeri Dürerü´l-Bihârde de vardır. El-Kuhistânî der ki: ´«Meşayihin çoğu bu görüş-tedir.» Nitekim bu görüş «El-Kirmanî´de de zikredilmiştir. Bunun benzeri İbn Kemâl´den de nakledilmiştir. «Lakin bu meşhurun hilafıdır ilh...» diyor. Eş-Şurunbulâlî´de şu ibare vardır: «Derim ki: Bu, sıhhatli olmakla beraber muteber ve meşhur olan metin şerhlere aykırıdır.» «İpekliyi kaftan kılmaya gelince ilh...» tarzındaki sözde gecen disâr, «şiar» denilen elbisenin üstündekidir. Şiar ise disârın altında ve bedene temas eden elbisedir. Demek ki disâr, bedenle teması olmayan, şiar da bedenle teması olan elbiselerdir. Disâr aynı zamanda iki elbise arasında olana denir; görünmese dahi. Ancak eğer astar gibi veya iki elbise ara-sında konulmuş pamuk, yün gibi bir durum ise hüküm değişir. Nitekim daha önce El-Hindiyye´den bunu aktardık. «Bu icmâen mekruhtur ilh...» sözüne gelince; her ne kadar El-Muhît sahibinin «deriyle temas eden ancak haram olur.» dediği geçmişse de bunu nazarı itibare almamıştır. Çünkü bu kavil zayıftır. Onun için «icmaen bu mekruhtur» demiştir. «Bu icmâen haramdır ilh...» sözüne gelince, bunun nedeni şudur: Bu tam manasıyla istimal etmektir, kullanmaktır. Zira altın ve gümüş giyil-mezler. Zeylâî. Ben derim ki; Sarih burada haram kelimesini kullanmıştır. Bundan önce de «mekruhtur» demiştir. Onun bu iki görüşü ihtilaf şüphesinden ileri gelmektedir. Çünkü el-Muhit sahibinin İmamdan naklettiği görüş ibn Abbâs´tan da nakledilmiştir. Düşün. EK : İmam ile iki öğrencisi arasındaki bahsi geçen ihtilâf aynı zamanda ipekli perde hususunda da, o perdenin kapılara asılması konusunda da caridir. Nitekim el-Hidâye´de bu yer almıştır. Böylece ipekli bir örtüyü çocuğun beşiğine koymak da mekruh değildir. Biz daha önce ipekli yor-gan örtünmenin mekruh olduğunu söyledik. Çünkü yorgan bir nevi libas-tır. Fakat ipekli seccade üzerindeki namaz böyle değildir. Çünkü ipekli kumaşın giyilmesi haramdır, fakat ondan yararlanmak haram olmaz. Ben derim ki: Bunun ifade ettiği şey şudur: Eğer kibir ve fürur ve: şilesi olmuyorsa, ipekli kumaştan abdest mendili kullanmak caizdir. Çünkü mendil giyim değildir. Ne hakikaten, ne de hükmen giyim eşyası-dır. Fakat yorgan hükmen giyinme kapsamına girer. Uçkur ve yara bezle-ri hükmen giyimdir. Düşün. Lakin el-Hamevî, Haddâdî´nin El-Hamiliye şerhinden nakletti ki, «er-kekler için ipekli üzerinde namaz kılmak mekruhtur.» Ben derim ki; birinci görüş daha kuvvetlidir. Zira üzerinde oturmak, uyumak veya namaz kılmak arasında hiç bir fark yoktur, düşün. Yorgan ve asılı kese meselesinden ve benzerinden şu hüküm çıkar: Dizlerin üze-rine yemek yediği anda peşkir gibi yayılan .elbiseyi damlayan yemekten, yağdan koruyan kumaş peçeteler ipekli olursa mekruhtur. Çünkü bu da bir nevi giyilen libas gibidir. Amme dilinde şöhret bulmuştur ki bununla ipeklinin kıymetsizliği kastediliyor. Bu da yastık gibi üzerinde oturulan yaygı gibi burada herhangi bir giyim bahis konusu değildir. Çünkü uçkur meselesinde, sargı bezi meselesinde ipekli bundan daha kıymetsiz sa-yılıyor. Bununla beraber mekruhtur. Öyleyse burada da mekruh olması gerekir. Düşün. «Argacı ipekli olmayan bir elbise ilh...» isterse argacı en azını, veya en fazlasını teşkil etsin, isterse elbiseyle eşit olsun, giyilmesinde mahzur yoktur. Bir görüşe göre giyilmez, ancak argıcı ipekliden fazla ise giyilir. Fakat sahih olan birinci görüştür. Nitekim el-Muhît´te yer almış-tır. Kuhistanî ve başkaları da bunu kabul etmişlerdir. Dürrü-Müntekâ. «Kumaş ancak örülmekle elbise olur. Örülmek ise argaçla olur. Öy-leyse elbisede argaca itibar edilir, erişe değil ilh...» sözü şu gerekçeden ileri geliyor: Bilinmiştir ki hükümde ibret, illet vasıflarının en sonuncu-sudur. Kifâye. «Attâbî gibidir ilh...» Bizim zamanımızda atlas tabir edilen kumaş ile ipek pamuktan imal edilen elbise de metinde geçen el-Attâbî gibidir, yani mekruhtur. «Bunun benzeri el-İhtiyârda da yer almaktadır ilh...» Zira İhtiyar sa-hibi: «El-Attâbî gibi argacı görülen elbise ipekli ise bir görüşe göre mek-ruhtur. Çünkü gözlerin gördüğü şekilde ipekli giymiştir ve bunda gurur vardır. Bir görüşe göre de mekruh değildir. Argacına itibar edilir» der. «Ben derim ki ilh...» Bilmiş ol ki metinler mutlaka erişi ipekli, ar-gacı başka maddeden olan elbisenin giyilmesinin helâl olduğunda ittifak, etmişlerdir. Musannifin ibaresinde olduğu gibi. Bu aynı zamanda İmam Muhammedi´n el-Camiussağîr´inde de böyle yer almıştır. Meşayih bu meseleyi iki sebebe bağlamışlardır. Birisi, sarihin daha önce söylediğidir. Ve bu aynı zamanda el-Hidâye´de de zikredilmiştir. İkincisi, İmam Ebû Mansur el-Maturidi´den nakledilendir. O da şudur: «Argaç elbisenin za-hirinde görülür. Birinci neden mutlaka argaca itibar edilir şıkkını nazarı itibare alır. Sanki argaç madenin son vasfıdır. Nitekim bu durum daha önce geçti. İkinci neden argacın gözle görüldüğüne bakar. Binaenaleyh birinci nedene binaen el-Attabi ve benzerini giymek caiz olur. İkinci ne-dene binaen, Hidâye Şerhlerinin de zikrettikleri gibi, mekruhtur. Ez-Zeylaî´nin takririnde «burada kapalılık vardır» deniliyor.» Metinlerin ıtlakının zahiri birinci delili nazari itibare almaktan ileri geliyor. Bunun için el-Hidâye´de bu konudan sonra «itibar argacadır. Ni-tekim bu durumu daha önce açıkladık» denilmektedir. «El-Müctebâ´da meşayihin ekserisi onun hilâfına fetva vermiştir der ilh...» El-Müctebâ´nın ibaresi harfiyyen şudur: «Ancak erişi ipekli, argacı pamuklu olan bir elbisenin giyilmesi ca-izdir. Eğer karışık iseler ve ipekli görünmüyorsa. Bizim bu zamanımızda et-Attabî, Şusterî ve Kutbî gibi ipekli, elbisenin yüzünde ise, o vakit bu elbisenin giyilmesi mekruhtur. Çünkü mutakebbir ve mağrurların elbise-lerine benzemiş olur. Ben derim ki: Lâkin meşayihin ekserisi bunun hila-fına (fetvâ vermişlerdir.» «Ben derim ki, bu onların döneminde idi ilh...» El-Hazz, deniz koyu-nunun yünüdür, durumuna gelince, Tatarhâniye´de denildi ki: «El-Hazz, bir hayvanın ismidir. Onun derisi üzerinde haz olur yani yün olur ve bu ipekli cümlesinden değildir.» Bu hükümden sonra şunu söyledi: «El-İmam Nasiruddin, «Bizim za-manımızda el-Haz. su hayvanının tüylerinden yapılır» dedi. «Bunun aksi sadece harp halinde helâldir ilh...» sözüne gelince, meselenin özeti üç vecih üzerinedir: Tatarhâniye´de dedi ki: «Argacı ipekli olmayan, erişi ipekli olanın harp halinde giyilmesi mubahtır. Yani böyle olmayanlarla Argacı ipekli, erişi başka maddelerden yapılmış elbiseye gelince, o, icmaen ancak harp halinde giyilebilir, o durumda mubahtır. Argacı ve erişi ipekliden olana gelince, harp halinde onun giyilmesi konusunda mezhep imamlarımız ve , alimlerimiz arasında ihtilaf vardır.» «Harp halinde» kaydının zahirinden anlaşılıyor ki harple meşgul ol-ma vakti burada kastedilmektedir. Lâkin el-Kuhistânî´de «Ve İmam Muhammed´den rivayette askerler için harp halinde bu tür elbisenin giyil-mesinde bir beis yoktur. Asker harp hazırlığıyla meşgul olduğu zamanda ipekli giyebilir. Düşman gelmemişse dahi. Fakat bununla namaz kılmaz. Ancak düşmandan korkarsa namaz da kılabilir.» denilmektedir. «Eğer ince olursa ilh...» Bilmiş ol ki; ipeklinin giyilmesi zaruret ol-maksızın mutlaka caz değildir. Binaenaleyh erişi başka maddeden, arga-cı ipekli kumaştan yapılan bir elbisenin giyilmesi Harp halinde zaruret-ten ötürü mubahtır. Zaruret burada iki çeşittir: 1 - İpekli kumaşın ih-tişamıyla düşmanı korkutmak. Bu onun parlaması demektir. 2 - Silahın tesirini zaif düşürmesi. İtkanî. Bu durumda elbise ince olduğu takdirde, zaruret tamamlanmaz. Bi-naenaleyh İmam-ı Azam iki arkadaşının icmaı ile giyinmesi haram olur. «İmama göre harpte ipekli giymek mekruhtur ilh...» Çünkü zaruret en azıyla defedilir. O da sadece argacı ipekliden olan karışık bir elbise-dir. Çünkü parlaklık onun görünen kısmıyla ilgilidir. İpekli de onun gö-rünür kısmında bulunmaktadır. Silahın zararı ise onunla defedilir. Karı-şık maddelerden yapılan elbiseler ise, hernekadar hükmen ipekli iseler de onlarda eğirme şüphesi vardır ve o yüzde yüz ipekli olanın altında olur. Zaruret böylece en az olanla defedilmiş olur. Binaenaleyh en yük- seğe gidilmez. Eş-Şa´bî´nin rivayet ettiği, eğer sıhhatli ise, mahlutun üze-rine hamledilir. İtkanî. «İmameyn´in hilafına ilh...» Et-Tatarhâniyye´de dedi ki: «İmameyn katında harp halindeyken ipekli giyilmesi eğer kalınsa ve silahların za-rarın! defediyorsa mekruh değildir. Eğer inceyse, silahların zararını de-fetmeye elverişli değilse icmaen giyilmesi mekruhtur.» Ben, derim ki: Hülâsa İmam katında katıksız ipekliyi harp halinde giymek de kayıtsız,.şartsız mubah değildir. Ancak argacı ipekliden ola-nın giyilmesi mubahtır. Eğer o da kalın ise. İmameyn katında ise harp halinde, kalın olmak şartıyla, bu iki cins kumaş giymek mubahtır. İnce olduğu takdirde bunun mekruhluğunda ihtilaf yoktur. Anla ve Eş-Şürunbu-lâli´deki hüküm hakkında düşün. «Ben ipekli ile başka bir maddenin karışımından argacı olan hakkın-da bir hüküm görmedim ilh...» sözüne gelince, bunu Şeyhi Er-Remlî´nin haşiyesinden almıştır. Onun ibaresinin tamamı şudur: «Sonra ez-Zâhidî´ nin El-Hâvîsi´nde gördüm ki elbisenin değişik yerlerinde bulunan çiçek-lerin derlenmesi alametiyle kıyas edilmiştir. Elbiselerin galibi «el-haz» denlen madde gibi ipeklinin gayrisinden olana gelince, bunda bir beis yoktur. Giyilebilir. Bizim bu nakledilen bahsimize muvafık geldi. Allah´a hamdolsun.» Sonra El-Havî´nin sarih tarafından zikredilen ibaresini nakletti ve o ibareye herhangi bir ekleme de yapmadı. Onun için sarih «bizim şeyhi-miz de bunu kabul etmiştir» dedi. Sarih, El-Mültekâ ile ilgili şerhinde de şöyle sözüyle cevap verdi: «Sonra helâl ve haram bir araya geldiğinde kaidesi bahsinde el-Eş-bâh´da gördüm ki: Bunu «kaplar meselesi»ne ilhak etmiştir. Durum bu olursa elbisenin argacındaki ipek tartı bakımından diğer maddelerle eşit veya onlardan daha az ise helâl olur. Ben bundan fazlasını eklemem.» İki cevap arasında fark vardır. Çünkü El-Eşbâh´da eşitlik halinde elbiseyi giymenin helâl olduğu hususu açıkça belirtilmiştir. Er-Remlî´nin söylediği -ki Sarih de ona tabi olmuştur- bu hükümde sükût etmesidir. Yani ne helâl, ne de haram şeklinde bir fikir belirtmemektedir. El-Birî, ez-Zâhidî´nin daha önce geçmiş olan ibaresiyle de cevap vermiştir: Ben derim ki: Ez-Zâhidî´nin ibaresi argacın ipekli üzerindeki galebesini nazarı itibare almaktan meydana gelen zayıf kavle binaendir. Ni-tekim bunu daha önce söyledik. Binaenaleyh bu cevap için elverişli de-ğildir. Düşün. «Zahirî, dağıtılmışların cemedilmemesidir, ancak onun bir hattı ipek-li, bir hattı da başka maddelerden imal edilmişse ilh...» sözüne gelince, ben derim ki: Hattan maksat erişteki uzunluğuna hatlar değildir. Çünkü elbisenin erişi nazarı itibara alınmaz. İsterse hepsi ipekli olsun. Hattan maksat argaçtan olan enli hatlardır. Hattan maksat bu olduğuna göre geçmiş meselenin başka bir cevabı ortaya çıkmış oluyor. Denilir ki, elbisenin argacı ipekli ile başka maddelerle karışık ise fakat hepsi ipekliymiş gibi görünürse onu giymek mekruhtur. Eğer her birisi kendi hüvi-yetiyle görünürse, tıpkı süs için yapılan işlemler gibi, mekruh değildir. Çünkü mezhebin zahiri dört parmağa yetişmeyen çiçeklerin bir yerdey-miş gibi sayılmamasıdır. Bana görünüyor ki bu cevap daha öncekinden daha güzeldir. Burada düşün. «Derim ki, sen bildin´ki ibret zahire değil, argacadır ilh...» sözü el-Hâvi ile onun şeyhinin yazdıklarına bir istidrâktır. Zira El-Hâvî, şeyhinin görüşünü tekrar ediyor. Çünkü şeyhinin «zahiri ipekli olan mekruhtur» sözü zahiri itibare alın-dığı takdirdedir. el-Attâbî´ve benzeri elbiselerin kerahetine ve zahire iti-bar etmek üzere bina edilmiştir. Fakat tercih edilen, daha önce de geç-tiği gibi, bunun aksidir. Bu cevapta bizim açıkladığımıza bir red olamaz. Çünkü zahirin itibara alınmaması ancak eriş meselesindedir. Bizim geç-miş kelâmımız ise argaç hususunda idi. «Zahire binaen ilh...» sözü râcih olan zahire binaen demektir. Yoksa rivayetin zahiri burada kastedilmemektedir. Nitekim sarih zahir ke-limesini mutlak şekilde zikrederse rivayetin zahirin kastetmiş demektir. Fakat burada racih kastedilmiştir. Düşün. «Kırmızı elbiseyi giymekte beis yoktur ilh...» sözüne gelince, El-Mülteka´da yer aldığı gibi bu söz İmam´dan rivayet edilmiştir. «Anlaşıldığına göre kerahet tenzihidir ilh...» Çünkü «mahzuru yok-tur» sözü çoğu zaman terki evlâ olan için kullanılır. Minâh. «et-Tuhfe´de ilh...» Tuhfe´den maksad Tuhfetu´l-Mülûk adlı kitabtır. Minâh. «Tuhfe´nin ibaresinden bu kerahetin tahrimî olduğu anlaşılıyor ilh...» sözüne gelince; eğer onun hilafına bir serahat kendisiyle muâraza et-mezse (çatışmazsa) bu söz, kabul edilebilir. Camiu´l-Feiâvâ´da denir ki: «Ebû Hânife, Şafiî, Malik dediler ki, esfaranla boyanmış bir elbise giymek caizdir.» Âlimlerden bir cemaat ise «tenzihi olmak suretiyle mekruhtur» dediler. Müntehâbu´l-Fetâvâ adlı kitabda er-Ravda sahibi «Erkek ve kadınlar için kırmızı ve yeşil elbiseyi giymek kerahetsiz caizdir» demektedir. El-Hâvî Ez-Zâhidî´de şu hüküm yer almaktadır: «Erkekler için asfaran ve zaferanlı ve vars denilen boyayla boyanmış ve kırmızı boyalı elbise giyilmesi mekruhtur. İsterse ipekten veya başka maddelerden olsun, onun boyasında kan olduğu takdirde. Eğer kan yoksa giyilmesi mekruh değil-dir. Bunu birçok kitaptan nakletti.» Mecmâü´l-Fetâvâ kitabında şu hüküm vardır: «Kırmızı elbise giymek mekruhtur.» Bazı alimler katında mekruh değildir. Bir görüşe göre «eğer kan kırmızı ite boyanmamışsa mekruhtur. Çünkü bu necasetle karıştırıl-mıştır.» El-Vakîat adlı kitapta da bunun benzen zikredilmiştir. Eğer «el-bakım» denilen ağaç boyası ile boyanmışsa mekruh değildir. Eğer ceviz kabuklarıyla bal rengine boyanmışsa onu giymek icmaen mekruh olmaz. İşte bu nakiller el-Müctebâ, el-Kuhistânî ve Ebu´l-Mekârim´in şerhinde nakledilip de zikredilenlerle beraber keraheti tahrimiyye .hükmüne kar-şı çıkmaktadırlar. Eğer keraheti tahrimiye necis boya ile boyanan elbi-se üzerine hamledilmezse veya başka bir tarza hamledilmezse bu böyledir. «Bu hususta Şurunbulâli´nin bir risalesi vardır ilh...» kavline gelin-ce, Şurunbulâlî o risaleye «Tuhfetu´l-Ekmel ve´l-Humâm el-Muadder li-Beyani Cevâzi Lübsi´l-Ahmer» adını vermiştir. Orada bir çok nakiller zik-retmiştir. O nakillerden bizim daha önce zikrettiklerimiz de vardır. Ve Şurunbulâlî; «Kesinlikle haramlığı ifade eden bir nassa rastlamadık» di-yor. «Ancak kırmızı elbisenin giyilmesinin nehyedildiğini bu şekilde gör-dük: Bu da giyenin zatıyla kaim olan bir nedenden ileri geliyor. O da ka-dınlara veya yabancılara kendisini benzetme veya tekebbür etmek içindir. Bu illet ortada yoksa kerahet niyetin ihlasıyla kalkar. Çünkü bu Al-lah´ın nimetini izhar etmek içindir. Kerahetin arız olması necasetle bo-yanmaktan ileri geliyor. O da onu yıkamakla zail olur. «Biz İmam-ı Azam´ın kırmızı giymenin caiz olduğuna dair nassını ve ibahasına dair kesin delili bulduk. O ad ziynet edinmek hususundaki mutlak emirdir. Müslim ve Buhârî´de bunun gereğini buldur. Bununla haramlıkla .kerahet ortadan kalkar. Belki Allah Resulüne uymak kabilinden kırmızı giymenin müstahablığı sabit olur.» Kim ki bu hususta daha fazla malumat istiyorsa adı geçen risaleye baksın. Ben, derim ki: El-Sirac, El-Muhit, El-İhtiyâr. El-Münteka, Ez-Zâhire ve başkaları gibi kitabların çoğu kerahet üzerinde durmuşlardır. Allame Kasım bununla fetva vermiştir. 6z-Zâhidî´nin El-Hâvî´sinde «Başta yani başa kırmızı sarmakta kerahet olmadığında icma var» denilmektedir. «Bunlardan biri de: Kırmızı giymenin müstahab olduğudur ilh...» sözünü sarih Kastalânî´den nakletti ki, söze dahil değildir. Belki bu sözü. daha önce zikrettiğimiz gibi Şurunbulâlî söylemiştir. «Erkek altın ve gümüşle kayıtsız şartsız süslenemez ilh...» ister harp hali ister başka durumlarda olsun bunları süs için kullanamaz.. T. Zırhın veya miğferin harpte altın ve gümüşten olmasının cevazına gelince, bu, daha önce belirttiğimiz gibi, İmameyn´in sözüdür. Kılıçların aslında olduğu gibi takımlarının süsü de onların süsü cümlesinden sayı-lıyor. Şurunbulâlî. «Onunla kılıcını süslemek ilh...» Şart. kılıcın gümüşlenmiş yerine eli-ni koymamaktadır. Gureru´l-Efkâr´da dedi ki: «Yüzük, kemer, kılıcın süsünün gümüşten olabileceklerine dair ruhsat özel olarak gelmiştir.» «Gümüş yüzük edinmek ise, süs için olmamak şartına bağlıdır, ilh...» Anlaşıldığına göre burada maksat yalnızca yüzüktür. Çünkü kılıcı ve ke-meri gümüş ile işlemekten maksat, yüzükten farklı olarak süslenmek-tir, başka birşey değil. Kifâye´de bulunan ifadeler de buna delâlet et-mektedir. Çünkü Kifâye´de şöyle denilmektedir: «Müellifin: «ancak yü-zük ile» ifadesi, süslenmek maksadını gütmemesi halindedir. İmam El Mahbûbî ise şunu zikretmiştir: Eğer gümüş yüzüğü kibir için takarsa, ilim adamları bunun mekruh olduğunu zikretmişlerdir. Yok, maksadı yüzük edinmek ve benzeri başka bir maksat olursa mekruh olmaz, demişler-dir.» Fakat daha sonra geleceği üzere yüzüğe muhtaç olmayan bir kim-senin yüzük takmaması daha evlâdır. Bu ibarenin zahirinden anlaşılıyor ki süs için, kibir için olmamak şartıyla, yüzük takmak mekruh değildir.-Bunun tamamı ileride gelecektir. Düşün. »Müctebâ´da ortası ipekliden olan bir kemerin kullanılması helâl değildîr. Bir görüşe göre helâldir denildi ilh...» ibaresine gelince, el-Mücteba´da: «kil (denildi» kelimesi yoktur. Belki birinci görüş için bir kitabe, ikinci görüş için ise başka birine işaret etmektedir. Birincinin iktizası şudur: Onu herhangi bir şeyle takdir etmemek yani dirhem bakımından ister fazla, ister az olsun helâl değildir. Metinlerin gümüş hususundaki yorumlarının zahiri de budur. El-Hâvî el-Kudsî adlı kitabta: «Ancak dirhem kadar olan yüzük, kemer ve kılıç müstesnadır.» denilmektedir. İşte bunun gibi bütün ibareleri mutlaktır. Fakat el-Kınye´de: «İki halkası gü-müşten olan bir kemerin kullanılmasında eğer az ise beis yoktur. Çok olduğu takdirde beis vardır» denilmektedir. Ez-Zâhiriyye´de de Ebû Yûsuf´tan gelen rivayette; «Gemlerin deri-den yapılmış sicimlerinin etrafına ve kemer sicimlerinin etrafına gümüş takmakta beis yoktur. Hepsini veya çoğunu gümüşten yapmak mekruh-tur» denilmektedir. Düşün. «Ancak gümüş yüzük takar ilh...» hükmü ise İmam Muhammed´in El-Camiussağîr´deki ibaresidir. Fakat gümüş kemer takılmaz. Ama kemer-de demir ve bakırdan bir halka varsa onun kullanılması mekruh değildir., Nitekim daha önce bu hüküm geçti. Acaba kılıcın hilyesi de böyle midir Bunun için müracaat etmek gerekir. Ez-Zeylâî dedi ki: «Halk, gümüşten yapılmış yüzüğün takılmasının caiz olduğunda eserler varid olduğuna inanır. Allah Resulünün gümüş-ten bir yüzüğü vardı. Vefat edinceye kadar parmağındaydı. Sonra Ebû Bekr ve Ömer vefat edinceye kadar bu yüzüğü taktılar. Sonra Hz. Os-man´ın parmağındaydı ta ki bir kuyuya düşünceye kadar. Hz. Osman bu-nu bulmak için büyük bir mal sarfetti, fakat bulamadı.» İşte sahabeler arasında o andan itibaren ihtilâf ve karışıklık çıktı. Ta ki Osman şehid edilinceye kadar... «Başka maddelerden yüzük edinmek haramdır ilh...» Çünkü Et-Tahavî, İmran bin Husayn ve Ebû Hureyre´ye varan bir senedle rivayet edi-yor ki: «Resûlullâh (S.A.V.) altından olan bir yüzüğü yasakladı.» Sünen sahibleri Abdullah bin Barire´den, onun da babasından nak-lettiği bir senedle rivayet ederler ki bir kişi Resulullah´a geldi. Parma-ğında san bakırdan yapılmış bir yüzük vardı. Cenab-ı Peygamber ona: «Bana ne oluyor ki senden putların kokusunun geldiğini hissediyorum » dedi. Bunun üzerine kişi parmağından o yüzüğü çıkarıp attı. Sonra Re-sulullah´a geldiğinde parmağında demirden bir yüzük vardı. Resulullah ona : «Bana ne oluyor ki, senin üzerinde cehennem ehlinin süsünü görü-yorum» dedi. Kişi onu da çıkarıp attı ve: «Ey Allah´ın Resulü, peki hangi maddeden yüzük edineyim » diye sorunca Cenab-ı Peygamber: «Gü-müşten bir yüzük tak, fakat ağırlığı bir mizkali geçmesin» buyurdu. Böylece anlaşıldı ki altın, demir, bakır yüzükler takmak haramdır. İşte «El-Yeşb» (yeşim) denilen maddeden yapılan yüzükler de buna il-hak edildi. Çünkü bu maddeden tuptar da yapılmaktaydı. Binaenaleyh nas ile malum ve mensus olan şebeh´e benzemiş oldu. İtkanî. «Seben» sarı "bakırdır. Kamus. el-Cevhere´de: «Demir, sarı bakır, bakır ve kurşun yüzük erkekler ve kadınlar için mekruhtur.» denilmektedir. «Serahsî Yeşb ve akikin cevazını tashih etmiştir ilh...» El-Kuhistanî: «Denildi ki «yeşb» (yeşim) taş değildir. Ondan yüzük yapmak mekruh değildir. Ve bu en sıhhatli olandır. Nitekim El-Hülâsa´da da bu vardır» diyor. «El-Akîk´ten ilh...» Gurarû´l-Efkâr der ki: «Sıhhatli görüşe göre bun-da bir beis yoktur. Çünkü Cenab-ı Peygamber akik yüzük takmış ve şöyle buyurmuştur: «Akikten yüzük yapınız. Çünkü o mübarektir.» Bir de şu var: Akik taş değildir. Çünkü onun taş ağırlığı yoktur. Bazıları: «Ağırlıkları ne olursa olsun yeşimden, billurdan ve kristal-den yüzük edinilebilir» demişlerdir. «Molla Hüsrev bunu umumileştirdi ilh...» sözüne gelince, yeni diğer taşlarla yüzüklenmenin cevazını umumileştirdi demektir. Çünkü bir ko-nuşmadan sonra şunu söyledi: «Hülasa gümüş yüzük takmak erkekler için hadisle helâl kılınmıştır. Altın, demir ve sarı maden yüzük ise hadisle erkeklere haram kılınmış-tır. Taş yüzük takmak ise Şemsu´l-Eimme ve Kadı Hân´ın seçtikleri görüşe göre helâldir. Bu görüşlerini Resulullah´ın kılmasından ve yüzük tak-masından almışlardır. Evet, akikin helâl olması sabit olduktan sonra di-ğer taşların da helâl olması sabit olmuş demektir. Çünkü taşlar arasında fark yoktur. Diğer taşlardan yapılmış yüzük takmak El-Hidâye. El-Kâfi sahihlerinin seçişine göre haramdır. Onlar da El-Camiussağirin ihtimali ibaresinden bu hükmü çıkarmışlardır. Çünkü o ibare şudur:´ Hadisteki Kasr, altına izafetendir. Fakat iki mehaz arasındaki fark da gizli değil-dir. Ben derim ki: daha önce de söylediğimiz gibi bu nassın malul oldu-ğu gizli değildir. Binaenaleyh nassın varid olduğu noktada ve sostan alı-nan illetle ilhak olmuştur. Nass, akik ile yüzüklenmenin caiz olduğu hususundadır. Müctehidin katında sabit olmama ihtimali de vardır. Veya başka bir nassın buna tercih edilmesi de mümkündür. Bununla beraber akik veya yeşim, daha önce de geçtiği gibi taştan değildirler. Bunların gayrisini onlara kıyas etmenin bir delili ihtiyaç gösterir. Müctehide tabi olmak nassa tabi olmak demektir. Çünkü müctehid nassa tabidir, kesinlikle bir hüküm getirmiyor. Kelâmın muhaverelerini bilen müctehidin iba-resini tevil etmek, intizamdan çıkmaktır. Nasıl olmasın ki, kaldı ki eğer kasr hadiste altına izafeten ise bundan lazım gelir ki bakır ve demirden olan yüzükler de mubah olsun. Halbuki müctehidin maksadı bunun ade-midir, yokluğudur. Böyle bir izafe yoktur. «Daha önce geçen nedenle Un...» kavimdeki maksad «ancak gü-müşten yüzük yapılır» sözüdür. Bu söz mezhebin muharriri olan İmam Muhammed´in lafzıdır. Anla. «Altın, demir, bakır, kalay ve camdan yapılan yüzüklerin kullanıl-masının mekruh olduğu sabit olunca onların satılması, imali de mekruh-tur ilh...» sözünü İbn Şirine, İbn Vehbân´dan nakletmiş ve sonra şöyle demiştir: «Zahir şudur ´ki; İbn Vehbân bunların satışının mekruh olduğuna va-kıf olmamıştır. Fakat ben El-Kınye´de buna vakıf oldum. El-Kınye dedi ki; demirden, bakırdan ve benzerlerinden yapılan yüzüğün satışı mekruh-, tur. Suretin satışına gelince, ben buna vakıf olmadım. Suret hakkındaki vecih zahirdir.» «Çünkü bununla caiz olmayan bir şey üzere yardım söz konusudur ilh...» İbn Şıhne «Ancak alışverişteki yasak hükmü giyimdeki yasaktan daha hafiftir. Çünkü onları giyimin gayrisi şeylerde de kullanmak müm-kündür.» Onları yeniden eritmek, heyetlerini bozmak mümkündür. «Caiz olmayan bir hükme yol açan şeyler de caiz değildir ilh...» sö-züne gelince; İmamlarımızın «Üzüm şırasını meyhaneciye satmak caiz-dir» şeklindeki sözleriyle beraber bu hususta düşünmek gerekir. Şurunbulâliye. Fakat bunların ikisi arasında şöyle bir fark bulmak mümkündür. Satış anında şıranın kendisinde günah mevcut değildir. Yani şıra satılmaktadır. Masiyet satıştan sonra meydana gelmesi değişikliktedir. EK: Demirden yapılmış, demir görünmeyecek şekilde üzerinde gümüş bir astar geçirilmiş bir yüzüğü takmakta beis yoktur. Tatarhâniye. «Yüzük taşını altın çivi ile tutturmak ilh...» Yüzük taşı düşmesin diye altın çivilerle çakılması helâldir. Tatarhâniye. Çünkü o, elbisedeki çiçek-ler gibi tabidir. Kişi onu giymiş sayılmaz. Hidâye. Hidâye´nin Ayni´ye ait olan şerhinde ise şu hüküm vardır : «Bu altın çiviler helak edilmiş gibidir. Veya gümüş yüzüğün etrafın-daki altın dişliler gibidir. Çünkü halk bunları hiç bir sakınca olmaksızın caiz görüyorlar ve bu yüzükleri kullanıyorlar.» T. diyor ki: «Ben üst dairesi altından olanın caiz olduğunu zikreden kimseyi görmedim. Ancak fakîhlerin yüzükteki altın çivilerin helâl oldu-ğunu söylemeleri çivilerden başkasının haram olmasını gerektirir.» Ben derim ki: Bu geçen nedenin iktizası şudur: Çividen başka da yüzüğün etrafındaki dişler gibi altından yapılan kısımlar caizdir. Bunları gümüşe dahil etmek de mümkündür. Düşün. «Yüzük tasını sol elinin içine doğru çevirecektir ilh...» Kadınlar bu-nun tersini yapabilir. Çünkü yüzük kadınlar için süstür. Hidâye. «Sol elin parmağına takacaktır ilh...» Uygun odur ki serçe parma-ğında olsun, diğerlerinde takılmasın ve sağ elde de olmasın. Zahire «Ondan sakınmak gerekir ilh...» el-Kuhistânî, el-Muhit´ten şunu nak-lediyor: «Sağ eline de yüzük takabilir. Ancak bu rafîzilerin alametidir.» Bu-nun benzeri ez-Zâhîre´de de vardır. Düşün. «Fakat umulur ki bu eskiden vardı ilh...» Artık bu zamanda ortadan kalkmıştır. Bu zamanda sağ ele yüzük takmak da mümkündür. Gayetu´l-Beyân adlı eserde Fakîh Ebu´l-Leys, Ed-Camiu´s Sağîr Şerhi´nde: «sağ ve sol eller arasında fark yoktur.» demiştir. Yani isterse yüzüğü sağ eline, isterse sol eline takar. Hak da budur. Çünkü Resulullâh´dan gelen bu hususla ilgili rivayet değişiktir. Bazıları da «sağ ele yüzük takmak zalimlerin alametidir» demişse de bu görüş bir şey ifade etmez. Çünkü Al-lah Resulü´nden gelen sahih nakil bunu nakzetmektedir. Bu konunun ta-mamı Ebûl-Leysin Şerhi´nde vardır. «Veya Yüce Allah´ın adını ilh...» Eğer Allah´ın veya Peygamber´in is-mi yüzük üzerinde nakşedilirse o zaman, helaya girildiğinde taşın el aya-sına doğru çevrilmesi müstahab olur. İstinca edince sol elden çıkınca sağ ele takılması müstahabtır. Kuhistanî. «Bir insan veya kuş timsalini nakşetmez ilh...» Çünkü ruh sahibinin tasviri haramdır. Lakin namazın mekruhatı bahsinde geçti ki uzaktan görülmeyen suretin nakşında bir zarar yoktur. Zira Danyal (A.S.)´ın yü-züğünde, önünde emzirmekte olduğu bir yavrusu bulunan dişi aslanın resmi nakşedilmişti. Müracaat edilsin. T. Ben derim ki: -önce geçenden maksat ancak onunla namazın mek-ruh olduğu hakkındaydı. Bunu nakşetmekle ilgili değildi. Burada ise nak-şın fiili bahis "konusudur. Et-Tatarhâniye´de şöyle denildi: «El-Fakîh de-di ki: Eğer gümüş yüzük üzerinde resimler varsa mekruh değildir. Ve buradaki resimler, elbise ve evlerdeki resimler gibi değildir. Çünkü bun-lar küçüktür. Ebû Hureyreden rivayet ediliyor ki, onun yüzüğü üzerinde iki sinek resmi vardı.» Düşün. «Muhammed Resulullah ibaresi yüzüğe yazılmaz ilh...» Çünkü Resul-ü Ekrem´in yüzüğüne bu yazılmıştı. Peygamber yüzüğünde üç satır vardı. Her kelime bir satırdı: Muhammed, Resul, Allah. Cenab-ı Peygamber herhangi bir kimsenin bunu yüzüğüne nakşet-mesini yasaklamıştı. Nitekim Şemail kitabında bu böyle rivayet edilmiştir. Yani onun yüzüğüne nakşedildiği tarzda nakşetmek veya o nakşa ben-zer bir şekilde nakşı yasaklamıştır. Ebû Bekr´in yüzüğündeki nakş «Al-lah ne güzel kudret sahibidir,» Hz. Ömer´inkinde: «Vaiz olarak ölüm ye-ter», Hz. Osman´ın yüzüğünde: «Andolsun, ya sabredeceksin veya andolsun pişman olacaksın.» Hz. Ali´nin yüzüğünde ise: «Mülk Allah´ındın» iba-releri nakşedilmişti. İmam Azâm´ın yüzüğünde ise «Ya hayrı söyle, yoksa sükût eyle» Ebû Yûsuf´unkinde ise: «Kendi reyiyle amel eden bir kimse kesinlikle pişman olmuştur.» İmam Muhammedi´n yüzüğündeki nakısı «Kim sabrederse zaferi elde eder» şeklindedir. Kuhistânî, El-Bustân´dan. «Yüzüğün ağırlığı bir miskalden fazla olmayacaktır ilh...» Eğer bir görüşe göre miskal kadar bile olmayacaktır. Zahire. Ben derim ki: Resulullah´ın daha önce geçen: «Onu bir miskale de tamamlama» hadisindeki nass tarafından takviye edilmektedir. «Sultan ve kadı olmayan kimse için mühür edinmemek daha efdaldir. ilh...» sözü mühre ihtiyacı olanın mühür edinmesinin sünnet olduğu-na işarettir. Nitekim El-İhtiyâr´da böyle geçmiştir. El-Kuhistânî der ki: «El Kirmânî´de El-Halvânî´nin bazı talebelerini mühür edinmekten menettiği hususu yer almaktadır.» El-Halvânî´deki ifade şöyledir: «S*n kadı ol-duğun zaman mühür edin.» El-Bustân´da tabiinin bazılarından nakledili-yor: «Ancak üç sınıf mühür edinir: Emir, kâtib ve ahmak.» Bunun zahirine bakılırsa ihtiyacı olmayan bir kimsenin mühür edin-mesi mekruhtur. Fakat Musannifin «Hidâye ve başkaları gibi, terkedilmesi daha efdaldir» demesi, caiz olmasını ifade eder. Yani terkedilmesi daha efdaldir, fakat terkedilmezse de caizdir. Ed-Dürer´de «evlâ odur ki terketsin», El-Islâh´da «ehab odur ki terkedesin» denilmektedir. Buradaki yasak tenzihi kerahettir. Tatarhâniye´de El-Bustânî´den nakledilerek denildi: «Bazı kimseler, ancak otorite sahibi müstesna, başkası için mühür edinmek mekruhtur, dediler. Fakat ehl-i ilimin umumîsi ise bunu caiz gördüler.» Yunus bin Ebi İshak´tan rivayet ediliyor: «Ben Kays bin Ebi Hâzim´î. Abdurrahman bin El-Esved´i, Eş´Şabî ve başkalarını gördüm ki herhangi bir saltanatları yani vazifeleri bulunmadığı halde, sol ellerinde üstü mühür sayılan yüzük takıyorlardı. Bir de sultan süs ve mühürlemeye olan ihtiyaç için, sultan olmayan ise, sadece süs için kullanmaktadır. Öyleyse ikisi eşit olur ve sultan olmayan bir kimseye de caizdir. Bu hükümle biz amel ederiz.» Bu âmmenin sözünde olduğu gibi caiz olmasını seçmek demektir. Ve «İhtiyaç sahibi olmayanlar için onu terketmek daha evlâdır.» hükmü-ne de ters düşmektedir, anla. Bu hükmün muktezası süs ve mühürlemek için edinmekte kerahet olmadığıdır. Sadece süs için edinilmesi içinse onun hükmü daha önce geçti. Düşün. «Ve ona gerek duyan ilh...» El-Minâh´da şu hüküm vardır: «Onların kelâmının zahirinden anlaşılıyor ki; sadece üstü mühür olan yüzük edin-mek sultan ile kadı´nın özelliği değildir. Belki her ihtiyaç sahibi onu edi-nebilir. Mübaşirler, evkaf mütevellileri, malın zaptedilmesi için mühre muhtaç olanlar bu kapsama girsin diye müellif «ihtiyaç sahibi olmayan kişi için yüzüğü terketmek efdaldir» ibaresini kullansaydı faide yönünden daha umumi olurdu. Nitekim bu durum gizli değildir.» Ben derim ki: Seçkin görüş şudur: Mühür edinmek sultan ve kadı gibi ona muhtaç olanlar için sünnettir. Sultan ve kadı gibi o ayarda olan-lar hakkındaki hüküm bu hususta sarihtir. Bunun benzeri El-Hâniye adlı kitabta da yer almaktadır. Dikkat et, icazet, şahitlik, veya bir mektup göndermek için velev ki az da olsa mühre ihtiyacı olanlar buna girerler mi Veya girerse onun hakkında mühürü terketmek daha evlâ olmaz. EK: Mühür edinmek ancak gümüşten olur ve erkeklerin yüzüğü gibi yapı-lır. Ama iki kaşı veya daha fazlası olursa haram olur. Kuhistânî. Allâme Abdulberr bin Şıhne, babasının kendisine şu şiiri okuduğu-nu söylüyor: İstediğin şekilde, mühür edin, perva etme. İster sağ eli-nin ister sol elinin serçe parmağında olsun. Fakat taş, bakır, demir veya altın, erkekler için haramdır. Eğer istiyorsan ismini onun üzerine nakşet. İstiyorsan celâl sahibi olan Rabbının ismini nakşet.» «Sallanan dişini altın ile bağlamaz, ancak gümüş ile bağlar ilh...» sözündeki «sallanma» kaydı El-Kerhî´nin şu naklinden gelmiştir: «Kişinin ön dişleri düştüğünde Ebû Hanife´ye göre onu iade etmek, gümüş veya altınla bağlamak mekruhtur. Ebû Hânife der ki «bu ölünün dişi gibidir.» Ancak kesilmiş bir koyun dişi alacak, onun yerine onu bağlayacaktır. Ebû Yûsuf bu hususta Ebû Hanife´ye muhalefet ederek dedi ki: «Dişini yerine koymak ev bağlamakta beis yoktur. Onun dişi ölünün dişine ben-zemez.» Bunu istihsan etti.» Bana göre bu iki görüş arasında fark vardır. Her ne kadar şu anda o farkı bilmiyorsam da. İtkanî. Tatarhâniye´de fazla olarak şu hüküm de vardır: «Bışr dedi ki, Ebû Yûsuf demiştir: Ebû Hânife´den bu meseleyi başka bir mecliste sordum. Dişin iade edilmesinde herhangi bir beis görmedi.» «İmam Muhammed altın ve gümüşle dişin bağlanmasını caiz gör-müştür ilh...» Ebû Yûsuf´a gelince, bazı görüşlere göre İmam Muhammed´le beraber olduğu, bazılarına göre ise Ebû Hânife ile beraber ol-duğu söylenmektedir. «Çünkü gümüş koku yapar ilh...» Altından burun edinmek İmam ka-tında caizdir. Yani diş bağlamak ile burun edinmek arasında İmam ka-tında fark vardır. Çünkü burunda zaruret vardır. Zira gümüş kokar. Ha-ram olan bir şey de ancak zaruret için mubah olur. Diş meselesinde gümüş vardır. Gümüşten daha ileri olan altına ihtiyaç yoktur. El-İtkânî dedi ki: Birisi İmam Muhammed´e yardım etmek hususunda şöyle diyebilir: Biz bu zaruretin diş hususunda kalktığını teslim etmiyoruz; çünkü diş-teki gümüş de kokar. Bunun esası Et-Tahâvî´nin Arfece bin Sâ´d´e kadar götürdüğü senedle rivayet ettiği hadistir. Bu zatın câhiliyye harblerinde meşhur olan El-Kulâb harbinde burnu kesildi. O gümüşten bir burun edindi. Onu taktı. O iltihaplandı. Cenab-ı Peygamber kendisine altından bir burun edinmesini emretti, o da öyle yaptı. Hadisin metnindeki EL-KULAB bir vadinin ismidir, hadise orada ol-muştur. Evet, kelâmın zahirinden anlaşılıyor ki, ittifaken burun hem gü-müşten, hem de altından olabilir. İmam El-Pezdevî de bunu sarahaten söyledi. İmam El-İsbîcâbî burada da ihtilaf vardır, dedi. Et-Tatarhâniye´de «Bu ihtilâfa binaen kişinin burun veya kulağı ke-sildi veya dişi düştü mü, kişi başka bir diş edinmek isterse, İmam katın-da o dişi ancak gümüşten yapabilir. İmam Muhammed´in katında altın-dan da yapılabilir. El-İtkânî, burun hususundaki ihtilafın sabit olmasını şiddetle reddeder. Yani: «Bu ne İmam Muhammed´in, ne El-Kerhî´nin ne de Et-Tahâvî´nin kitablarında zikredilmemiştir» diyor. Ve buna binaen imamın nassa muhalefet etmesi gerekirdi. El-Mukaddesî onunla bu meseleyi münakaşa ederek el-İsbîcâbî «Na-kilde hüccettir» dedi. Ve bir de hadis tevile kabiliyetlidir ve bir de bu Arfece´ye mahsus bir hükümdür. Nitekim Cenab-ı Peygamber özel ola-rak bedenlerinde kaşınma olduğu için Zübeyr ve Abdurrahman´a ipekli elbise giymeyi helâl kıldığı gibi. Tebyîn´de de böyledir. Ben derim ki: Bu görüşün arasını bulmak mümkündür. El-İsbîcâbinin zikrettiği, İmamdan gelen şazz bir rivayettir. Ve bunun için de İmam Muhammed, El-Kerhî ve Tahâvî´nin kitablarında zikredilmemiştir. Allah hakikati daha iyi bilir. «Çocuğa altın ve ipekli giydirmek mekruhtur, ilh...» Zira nass altın ve ipekliyi Ümmet-i Muhammed´in erkeklerine haram kılmıştır. Nassta buluğ ve hürriyet kaydı yoktur. Çocuğa yani erkeğe altın ve gümüş elbise giy-diren bir kimse günahkâr olur. Çünkü biz çocukları haramlardan koru-makla emredildik. Bunu Timurîâşî rivayet etmiştir. El-Bahr´uz Zâhir´de şu hüküm yer almaktadır: «İnsan için eller ve ayakları kınalamak mekruhtur. Çocuk için de böyledir. Ancak bünyesinin bu ihtiyacı varsa mesele değişir. Kına kadın-lar için beissizdir.» T. Ben derim ki: Bunun zahiri şudur: Erkek için mekruh olduğu gibi bu-nu sabiye tatbik etmek de mekruhtur. Kadın için de mekruhtur, sabiye tatbik edilmesi. Fakat kadın kendi nefsine kullanırsa helâldir. «Abdest için peşkir edinmek mekruh değildir ilh...» sözüne gelince, bunu muteahhir âlimler tasrih etmiştir. Çünkü müslümanların teamülü böyledir. Ğâyetü´l-Beyân adlı kitabta Ebû İsa Tirmizî´den rivayet edilerek diyor ki: «Bu hususta herhangi bir şey sıhhatli olarak gelmemiştir. Yani mekruh mudur, değil midir hususunda bir hadis yoktur. Sahabelerden bir kavm ve onlardan. sonra gelenler abdestten sonra mendil kullanılmasını ruhsatlı görmüşlerdir.» Bu hükmün tamamı Gâyetu´l-Beyân adlı kitaptadır. Sonra bu namazın haricindedir. Çünkü El-Bezzâziye´de nakledildiğine göre; ter silmek için kullanılan çaputu namazda taşımak mekruhtur. Zira o çaputa sümük de alınır. Fakat bu kerahet «sümük necistir» diye değil-dir. Belki musalli Allah´ı tazim eder, bununla namaz kılmakta ise tazim yoktur. «Eğer bu mendil tekebbür için edinilirse mekruh olur ilh...» Kıymeti olan bir parçadan edinilmesi tekebbür için olduğunun delilidir. Bezzâziye. Bununla bilindi ki burada bu mendilinden ipekliyi kapsayan şey kas-tedilmiştir. Sonucu çıkarmak sahih değildir. Bunu bazıları sarahaten söy-lemişlerdir. BİR EK: Bazı fakîhier, salihlerin ve velilerin kabirleri üzerinde perdeler koy-mak, sarıklar ağlamak, elbiseler koymak mekruhtur, demişlerdir. Fetavâ´l-Hücce´de: «Kabirler üzerinde perdeler germek mekruhtur. hükmü yer almaktadır. Lâkin bizler deriz ki: Şu zamanda avamı nassın gözünde o kabrin sahibini tazim etsin, tahkir etmesin kastı varsa bir de gafil kim-selerin ziyareti anında onlara bir huşu ve edebcelbediyorsa, her ne kadar bu bidat ise de, böyle yapmak caizdir. Çünkü ameller niyetlerledir. Bu tıpkı fakîhlerin: «Veda tavafından sonra kişi Mescid-i Harâm´dan çı-kıncaya kadar Kabe´yi ziyaret ve tazim etmek üzere gerisin geriye gider» demeleri gibidir. Hatta Minhâcu´s-Salikîn´de der ki: «Böyle yapmak rivayet edilmiş, bir sünnet ya da anlatılagelen bir olay değildir. Fakat bizim arkadaşlarımız bunu yapttılar.» Üstad Abdulganî en-Nâblûsî´nin, Keşfunnur an Eshâbı´l-Kubûr adlı kitabında da böyle yazılmaktadır. «Hatırlatma yüzüğü de mekruh değildir ilh...» El-Hidâye´de der ki: Rivayet edildiğine göre: «Cenab-ı Peygamber bazı esbabına «retîme» {hatırlatma ipi)» bağlamalarını emretti.» El-Minâh´da diyor ki: «Bu şu nedenden ötrü zikredilmiştir: Bazı in-sanlar ipleri azalarının ´bazılarına bağlıyorlar. Zincirler ve başka şeyler de bağlıyorlar. Bunun bağlanması mekruhtur. Çünkü bu sadece bir ma-nâsız harekettir. Ama retim ise bu -kabilden değildir. Şerhu´I-Vikâye´de böyle yer almıştır.» T. demiştir ki: «Bundan anlaşılıyor ki bazı erkeklerin pazularına bağ-ladıkları pazubend denen nesne mekruhtur.» «Et-Müctebâ´da: Mekruh olan temime (muska, hamail, nazarlık) Arapça yazılmayan temîmedir ilh...» sözüne gelince, El-Müctebâ´da benim gördüğüm: «Temîme yani muska Kur´ân´dan başkası ise mekruhtur.» Ba-zıları da: «Temîme cahiliyet döneminde çocukların omuzuna asılan na-zarlık boncuktur» demişlerdir.» Başka bir nüshaya müracaat edilsin. El-Muğrib adlı eserde: «Bazılarının muâzât´ı yani nazarlıkları Temâ-im sanırlar. Temîme, boncuklardır. Halbuki muâzât´ta Kur´ân veya Allah´-ın isimleri yazıldığı takdirde beis yoktur. Avze´nin (Korunma muskasının) mekruh olması Arapça´dan başka bir dille yazılmış olduğu ve ne olduğu bilinmediği takdirdedir. Çünkü buna küfür sihir ve başka şeyler katılabilir. Kur´ân´dan veya dualardan bir şey olana gelince, bunda bir beis yoktur.» Ez-Zeylaî dedi ki: «Retîme bazı kimseler tarafından temîme ile karış-tırılıyor. Halbuki temîme, boyna asılan veya cahiliyyette ellerde asılan bir iptir. İddialarına göre bunu nefislerinden zararı uzaklaştırmak için yapıyorlardı. Bu nehyedilmiştir. Dudûdu´l-İman´da bunun küfrolduğu zikredilmektedir.» Eş-Şelebî, İbnu´l-Esîr´den rivayet ediyor: «Temâîm, Temîmenin çoğulu-dur. Tamâim boncuklar idi ki, Araplar onları çocuklarına takarlar, onlarla çocuklarından, iddialarına göre, nazarı, kötü bakışları uzaklaştırırlardı. İslâm bunu iptal etmiştir. Diğer hadisde şöyle dendi: «Kim ki bir temîmeyi takarsa Cenab-ı Hâk onun için (birşey!) tamamlamasın.» Çünkü onlar temîmenin deva ve şifâ olduğuna inanıyorlardı. Hatta temîmeleri Allah´a ortak koştular. Çünkü onlar temîmelerle onlar hakkında yazılmış kader-lerin defini kastederlerdi. Ve Allah´tan başkasından eziyyetin def ini taleb ettiler.» T. El-Müctebâ´da şu hüküm yer almaktadır: «Kur´ân ile şifâ taleb edil-mesi meselesinde ihtilâf vardır. Hasta veya zehirli haşereler tarafından ısırılmışın üzerinde Fatiha okunacaktır veya bir kâğıda yazılıp da onun üzerine aşılmalı mıdır Veya bir leğene yazılıp o leğen yıkanarak suyu ona içirilecek midir Böyle ihtilâflar vardır. Cenab-ı Peygamberden kendi nefsi için taviz okuduğu rivayet edilmişti.» El-Müctebâ, Allah kendisin-den razı olsun, der ki: «Halkın bugünkü işlemi caiz olması üzerinedir. Ve bu konuda eserler varid olmuştur. Cünub veya hayızlı bir kadının muskayı eğer sarılı ise, bazusuna bağlamasında bir beis yoktur.» T. Dedi ki: «Dikkat et. Temîme (muska)ların benzerinde Kur´ân´ın Mukattaa Harflerle yazılması caiz midir, değil midir Çünkü o Kur´ân´ın yazılması hakkında varid olan tarz değildir.» El-Hâniye´de şu hüküm var: «Bir yaygın veya seccade vardır. Onun üzerine örgüsünde «Mülk Allah´a mahsustur» ibaresi vardır. Onu kullan-mak ve yaymak mekruhtur. Onun üzerine oturmak mekruhtur. Eğer bir tarafını diğerinden ayırırsa veya bazı harflerin üzerine dikişler yapılarak onları kaybederse; öyle ki kelime bitişik kalmamışsa yine de kerahet kalkmaz. Çünkü müfred harflerin de hürmeti vardır. Eğer o yaygının veya seccadenin üzerine El-Melik veya El-Elif veya sadece El-Lâm yazılı ise hüküm yine böyledir.» Bu eserde şu da vardır: «Bir kadın, kocası kendisini sevsin diye bir muska taşıyabilir mi El-Câmiussağîr´de zikredildiğine göre bu helâl değildir, haramdır. Bunun açıklaması İhyâu´l-Mevât konusundan biraz önce gelecektir. Yine Hâniye´de «Nevruz günlerinde parçalar yazıp kapılara yapıştı-rılması mekruhtur. Çünkü burada Cenab-ı Hakk´ın, Peygamberin ismi ha-fife alınmış olur» denilmektedir. Yine Bu kitabta, «Ekili tarlalara karpuz tarlalarının içerisine korkuluk dikmekte beis yoktur» kaydı vardır. Bun-ları gözlerin yani kötü nazarın defi için yapıyor. Çünkü kötü nazar haktır, mala, insana, hayvana isabet eder. Onun eseri bu hususta belirgindir. Bu, eserlerle de bilinmiştir. Binaenaleyh kötü bakışlı tarlaya baktığında evvela bakışı o dikilen kafaların üzerine düşer. Çünkü o yüksektedir. On-dan sonra tarlaya düşer ki bu zarar vermez. Rivayet ediliyor ki bir kadın Allah Resulüne geldi: «Ey Allah´ın Resulü, biz çiftçiyiz, ziraatımıza nazar dokunmasından korkuyoruz. Ne yapmalıyız diye sordu. Cenab-ı Pey-gamber ona: Ekili yere bir kuru kafa dikmesini emir buyurdu.» EK: Buharı sarihi Aynî, «nazarın hak olduğu» konusunda şunları yazar: Ebû Dâvûd, Hz. Âişe´den rivayet ediyor. Âişe buyurdu: «Gözü dokunan kişiye emredilir, abdest alırdı, sonra bu su ile kendisine nazar dokunan yıkanırdı.» «İyâd dedi ki: «Bazı âlimlerin dediğine göre bir kişi kötü nazarla bilinmişse ondan sakınmak uygundur. Yetkili makam onu halkla haşır ne-şir olmaktan men etmelidir. Evinde oturmaya mecbur etmelidir. Eğer fakirse kendisine yetecek kadar maaş vermelidir. Çünkü bunun zararı sarmısak ve soğan yiyenin zararından daha fazladır. Bir de Hz. Ömer´in bu tip insanların halkla karışmasını yasakladığı, onları cüzamlıların za-rarından daha şiddetli zararlı olduğu bilinmektedir.» En-Nesâî´de şu hüküm yer almaktadır: «Allah´ın Resulü buyurdu: «Sizden herhangi bir kimse, nefsinden, malından veya kardeşinden bir şeyin hoşuna gittiğini gördüğü zaman bereketle dua etsin. Kesinlikle göz haktır.» «Bereketle dua şöyle demesidir: «Tebarekallahu ahsenul hâlikîn.» Ya Rab, buna bereket ihsan eyle.» «Gözü dokunan yıkansın diye emredilir. Eğer yıkanmaktan imtina ederse ilgili makam onu yıkanmaya cebreder.» Özet olarak aldığımız bu bilgilerin tamamı el-Ayni´de´dir. Gerçeği en iyi bilen Allah´dır. BAKMA VE DOKUNMA FASLI METİN Erkek diğer erkeğe, göbek altı ile diz kapakları arasındaki hudud hariç, bakabilir. Şehvet hududuna varan bir genç oğlanın bedenine de bakabilir. Müctebâ. O genç oğlan yüzü güzel ve tüysüz olsa bile. Bu, na-maz bahsinde geçmişti. Metinde iki defa geçen er-Raçul (erkek) kelimesi, ikisinin de aynı ki-şiyi ifade ihtimalini doğurduğu için ikincisinin «racul» şeklinde yazılması daha evlâ olurdu. Bundan sonra gelen meselede de durum bu şekilde-dir. Kuhistânî. Bana göre burada îfadenin bulunduğu yer böyle bir anlamaya mey-dan vermez. Dikkat edilsin. Ez-Zâhidî´den nakledilmiştir ki; bir erkek izni olmak şartıyla diğer bir erkeğin avret yerlerine bakmakla günahkâr olmaz. Derim ki: Buna dikkat edilmelidir. Hatta Ez-Zâhidî´nin lafzı şöyledir: «Açık olmadığı halde başkasının görülmesi caiz olmayan uzuvlarına bak-mak insanı günahkâr etmez.» tarzın dadır. Bu iyi bilinsin!... Ancak kişi göbek ile diz kapaklarının altında kalan yerlere bakamaz. Göbek görü-nebilir, fakat diz kapağı görünemez. Kişi, hanımının ve kendisine cinsî ilişki helâl olan cariyesinin tena-sül uzvuna bakabilir. Ateşperest olan cariyesi, kendisiyle kitabet akdi veya kendisiyle başkası arasında ortak olan cariye, başkasının nikâhın-da bulunan cariyesi, süt veya sıhriyet yoluyla kendisine mahrem olan cariyesi bu hükmün dışındadır. Evet, bunların hükmü ecnebi bir kadının hükmü gibidir. Yani bedenlerine bakmak haramdır. Onlara bakamaz. Müctebâ. Bu mesele ön ve arkası yırtılarak birlesen bir cariye hususunda müşküldür. Zira kişi bu cariye ile cinsî ilişki kurmak yetkisine sahib de-ğildir ve ona bakamaz da. Kuhistanî. Ben derim ki: Burada galib duruma göre hareket edilir, denmiştir. Şehvetle veya şehvet olmaksızın hanımının ve helâl olan cariyesinin tenasül uzvuna bakabilir. Fakat evlâ olan bakmamaktır. Çünkü bu, unut-kanlığa yol açar. Mahremi olan yani kendisine sonsuza dek haram olan bir kadının başına, yüzüne, göğsüne, baldırlarına ve bazularına, şehvetten emin ise, bakabilir. Mahremden maksad, ebediyyen kendisine nikâhı helâl olma-yan kadındır. Bu mahremiyet isterse neseble, isterse -zina dahil- başka bir sebeble olsun. Eğer kişi hem kendisinin hem de kadının şehvetinden emin ise ona bakabilir. Bunu el-Hidâye´de zikretmiştir. Kim ki: «Şehvetinin emniyeti sözüyle ancak kişinin kendi şehveti kastedilmiştir» derse, o manada kusur yapmış olur. İbn-i Kemâl. Eğer şehvetten emin değilse bakamaz. İster şehvetten emin olsun ister olmasın, kişi mahremi olan bir kadının sırtına ve karnına bakamaz. Burada İmam Şafiî´ye aykırılık vardır. Kişi aynı zamanda mahreminin bal-dırlarına da bakamaz. Bunun aslı şu âyettir: «Onlar ziynetlerini ancak kocalarına gösterebilirler» (Nur, 31) İşte bu zikredilen mahaller ziynet yerleridir. Ama sırt ve benzeri yer-ler ziynet yerleri değildir. Başkasına ait olan cariyenin, ister mudebbere, ister ümmü veled ol-sun, hükmü böyledir. Yani mahreminin neresine bakabiliyorsa bahis konusu cariyenin de o yerlerine bakabilir. Erkek olsun, kadın olsun bakıl-ması helâl olan yerlere dokunulması da helâldir. Eğer kişi kendisinin ve cariyenin şehvetinden emin oldukça... Çünkü Cenab-ı Peygamber, Hz. Fâtıma´nın başını öperdi. Ve O: «Kim ki annesinin ayağını öperse sanki cennet kapısının eşiğini öpmüştün) buyurdu. Eğer şehvetten emin değilse veya içinde şüphe varsa bakması da, ellemesi de helâl değildir. İbn Sultan´ın Keşfu´l-Hakaik´i ve El-Mücteba. Ancak bir ecnebi kadının bakılması helâl olan yerlerine elini dokunduramaz. Kadının yüzünü ve ellerini ellemesi helâl değildir. Şehvetten emin olsa dahi... Çünkü bu daha ağır bir ayıptır. Bunun için bununla ni-kâh hürmeti sabit olur. Bu hüküm genç kadınlar hakkındadır. Şehvet uyandırmayan ihtiyar kadınların elini sıkmakta onların eline dokunmakta bir beis yoktur. Şehvetten emin olduğu zaman onun elini ellemekte de bir beis yoktur. Ne zadan dokunmak caizse o zaman yol-culuğa götürmesi de caiz olur. Eğer kendi nefsinden ve ondan emin ise onunla tek başına bir yerde bulunabilir. Aksi takdirde duramaz. El-Eş-bâh adlı kitabta: «Ecnebi bir kadınla yapayalnız, başbaşa kalmak haram-dır. Ancak kadın borçlu ise, borcunu ödemekten kaçarak bir harebeye girmişse ancak o harabede onu bekleyebilir. Veya kadın çirkin bir ihtiyarsa, veya perdeli ise onunla beraber durabilir» hükmü yer almaktadır. Mahrem olan bir kimse ile bir yerde başbaşa kalmak mubahtır. An-cak, sütten kız kızkardeşler ve genç kainvalide müstesnadır. es-Şurunbulâlî´ye adlı kitapta el-Cevhere adlı kitaba atıf ederek şöyle denildi: Aksıran veya selâm veren ihtiyar bir kadın hariç kişi ecnebi bir kadınla konuşamaz. Aksıran kadına dua eder, selâmı cevaplandırır. Aksi takdirde, yani ihtiyar değilse bunu da yapamaz. Bununla anlaşıldı ki el-Kuhistaninin: «Kişinin muhtaç olmadığı bir şeyle onunla konuşur» ibaresindeki «la» harfi fazladır. Dikkat!.. Kişinin bakılması helâl olan yeri ellemesi helâldir. Onu satın almak istediği zaman, bu takdirde şehvetinden korksa bile, elleyebilir. Çünkü bunda zaruret vardır. Bazıları «bizim zamanımızda elleyemez» demişler-dir. El-İhtiyâr´da bu kesinlik kazanmaktadır. Yani kesinlikle elleyemez denilmektedir. Ekmek yaptırmak için iş gücünü kiralayacağı zaman ayaklarına ve kollarına da bakabilir demişlerdir. Tatarhâniye. İZAH «Elleme» ibaresi burada fazladan getirilmiş, çünkü musannif bun-dan söz etmiştir. Başlıkta bunun zikredilmemesi .ihtiyaç anında müraca-at edilsin diye yerinin bilinmesi kabilinden zikredilmesi daha evlâ ise de kusur sayılmaz. T. «Erkek erkeğin ilh...» El-İnâye´de ve başka kitaplarda «insan uzvu-na bakma meseleleri dörttür.» denilmektedir. 1 - Erkeğin kadına, bakması, 2 - Kadının erkeğe bakması, 3 - Erkeğin erkeğe, 4 - Kadının Kadına bakması. Birinci kısım dört bölümden ibarettir: A) Erkeğin yabancı hür kadına bakması, B) Erkeğin kendine helâl olan hanımına ve cariyesine bakması, C) Mahremi olan kadınlara bakması, D) Başkasının cariyesine bakması. Anla! «Şehvet haddine varmış ilh...» demek, murâhik olmuş demektir. Bu-rada onda olan şehvetin haddi kastedilmektedir. T. Ben derim ki: «Namazın şartları» bahsinde nassı şu olan bir ibare getirdi: «Es-Sirâc´ta çok küçük olan, erkek çocuk için ayıp yoktur. İştah çektikten sonra ön ve arka ayıp yerlerin görünmesi haramdır. Sonra on yaşına varınca avreti galizlesin Ondan sonra da baliğ gibi olur.» El-Eşbâh adlı kitab´ta: «Erkek çocuk onbeş yaşına kadar kadınların bulunduğu yere girebilir» diyor. Dikkat!.. «Güzel yüzlü tüysüz dahi olsa ilh...» El-Hindiye adlı kitapta şu hü-küm yer almaktadır: «Erkek çocuk erkeklik çağına vardığında eğer par-lak yüzlü değilse onun hükmü erkeklerin, eğer parlak yüzlü ise onun hük-mü kadınların hükmüdür. O tepesinden tırnağına kadar avrettir, ona şehvetle bakmak helâl değildir. Onunla başbaşa kalmak, şehvetsiz ona bak-mak ise zararsızdır. Bunun için ona peçe takılması emredilmedi. El-Mültekat adlı kitapta da böyle denilmektedir. Bu kitab mahremiyeti gerek-tiren şehveti zikretmedi. Acaba o kalbin meyli midir Yoksa tenasül uz-vunun harekete geçmesi midir Bu yazılsın.» T. Ben derim ki: Sarih nikâh babının muharremât faslında şunu söyle-di: «Evlenme hürmetini gerektiren bakmada ve dokunmada şehvetin hu-dudu, aletin harekete geçmesi veya hareketli ise hareketinin artmasıdır. Bununla fetva verilir. Bir kadın veya kalbi harekete geçiren veya hareket-liliği artan bir ihtiyarın benzeri hakkında da bu fetva verilir.» El-Kuhistânî bunu bizim imamlarımızdan naklettikten sonra dedi ki: «Âlimlerin umumisi dediler: Bu şehvetin haddi kalb ile meyletmek, boy-nuna sarılmayı arzu etmektir. Bazıları da onunla harama aldırış etmek-sizin cinsel ilişki kurmayı kastetmektir, dediler. Nitekim bir mısrada bu şekilde ifade edilmiştir: «Kadınlar hususunda ise bunun hududu, sadece kalbî iştahtır.» El-Kuhistânî bu fasılda şunu söyledi: «Kadına bakmanın helâl olması için şart: O kadına ve o kişiye bakmanın helâl olması için yakîn yoluyla şehvetten emin olmaktır. Yani o kadına veya o kişiye yaklaşmak için ne-fisle bir meyi olmayacaktır. Onun veya o kişiyi ellemeye, bakışla beraber böyle bir meyil olmamalıdır. Öyle ki güzel yüz ile çok meta arasındaki tefrikayı idrak edecektir. Binaenaleyh öpmeye olan meyi haram edici şehvetin üstünde bir durumdur. Onun için selef lutîler yani gulamparalar bir çok sınıftır, derler: A)Bir sınıf vardır ki sadece bakarlar, B)Bir başka sınıf el sıkarlar, C)Bir sınıf vardır ki o kötü fiili icra ederler. Bunda, buna işaret vardır ki, kişi onda şehvetin olduğunu biliyor, zannediyor veya şüphe ediyorsa, El-Muhît ve başka kitaplarda yer al-dığına göre, nazar haram olmuş oluyor.» Ben derim ki: Hülâsası şudur: Sadece nazar ve o yüzü güzel say-mak, onu çirkin yüze üstün kılmak, tıpkı büyük ve çok olan metaın gü-zel kabul edilmesi gibidir. Bunda herhangi bir beis yoktur. Çünkü insan tabiatı bundan hali değildir. Hatta bu küçük yaşta bile bulunur. Mesela mümeyyiz küçük çocuk, güzel yüzlerle çirkinlerden daha fazla ülfet eder. Ona daha fazla rağbeti vardır. Onu daha fazla sever. Ayriyeten bu du-rum hayvanlarda da mevcuttur. Güzel bir kadına meyleden ve bahsini onun üzerine koyan bir deveden bahsedildi Bana ki; deve o güzel ka-dını gördükçe onun üzerine başını koyar, başka insanların yanına gitmezmiş. İşte devenin bu yaptığı şey şehvet nazarı değildir. Şehvet an-cak bu meyilden sonra onun yakınlığına veya ona meyletmeye, bol ve güzel metaa oton meylinden daha fazla olarak yakınlık meyli göstermek-tir. Veya sakallı bir insana olan meylinden fazla meyil göstermektir. Çün-kü sakallı bir insana meyi, sadece istihsânîdir. Onda beraber bir lezzet veya kalbin o sakallıya doğru hareketi bahis konusu değildir. Tıpkı oğ-luna veya güzel yüzlü kardeşine meylinde olduğu gibi. Bu meylin üstün-de öpmek, boynuna veya kendisine sarılmak yahut da kendisiyle yatmak meyli gelmektedir. Bu meyi tenasül uzvunun hareketi olmaksızın da olsa böyledir. Nikahlanma hürmetinde şart koşulmasına gelince, umulur ki bu ihtiyat içindir. Allah daha iyisini bilir. Gizli değildir ki en ihtiyatlı durum, kayıtsız şartsız bakmamaktır. Ta-tarhâniye´de dedi ki: «Muhammed bin Hasan güzel yüzlü idi. Ebû Hânife ders esnasında onu daima arkasında oturtuyordu. Veya bir direğin arkasında oturmasını istiyordu. Takvasının kemaline rağmen gözün hainliiğnden korkardı.» Bizim namazın şartları bahsinde yazdıklarımıza müracaat et. «Erkeğin erkeğe bakması» sözündeki ifadelerde birincisi ikincisinin aynı olduğu hususunda vehm olmasın sözüne gelince, ikinci kelime de birincisi gibi ma´rifedir. Aynı kelime ma´rife olarak tekrar edilirse ikinci-sinden birincisinin kastedildiği anlaşılır. Fakat bu kaide küllî değildir. Zira Cenab-ı Hâk, Kur´ân´da: «Sana da, (ey Muhammed) önündeki kitabtan olanı doğrulayıcı olarak kitabı (Kur´ân´ı) hak olarak indirdik.» (el-Mâide-48) buyurmaktadır. Yani bu âyette El-Kitab kelimesi ma´rife olarak tekrar edilmişse de ikincisiyle birincinin aynısı kastedilmemiştir. Zira birincisi Kur´ân, ikincisi Tevrat, İncil ve diğer semavî kitablardır. Mümkündür ki şöyle denilsin: Birinci ve i-kinci kelimedeki elif-lâm´lar cins içindir. Cins için olan eliflâm´larla marife olan nekîrenin hükmündedir. Ez-Zahîre ve diğer kitaplarda yer aldığına göre: «Kadının sırtında elbise varsa, ve eğer elbise bedene bitişik ve bedeni gösterecek nitelik-te ince olmazsa elbise altında onun bedenini dikkatle zihinde tasavvurda beis yoktur. Eğer bitişik veya ince olursa: kişiye en uygunu gözünü bu bakıştan alıkoymasıdır.» Et-Tebyîn adlı kitapta dedi ki: «Kadının sırtında elbise varsa ve o el-bise de altındaki beden hacmini göstermiyorsa onun bedenini süzmek-te, teemmül etmekte beis yoktur. Eğer hacmi gösteren nitelikte ise o za-man kadının vücuduna bakılmaz. Çünkü Cenab-ı Peygamber: «Kim ki arkadan bir kadına bakar, elbisesini görürse, kemiklerinin hacmi kendi-sine görünecek derecede onu süzerse Cennet kokusunu koklayamaz» buyurmuştur. Bir de kadının elbisesi vücudun vasıflarını göstermedikçe bakan, kadının içinde bulunduğu bir çadıra bakmak gibidir. Elbise, için-deki bedeni aksettiriyorsa o vakit kadının azalarına bakmış oluyor de-mektir.» Derim ki: Bunun ifade ettiği manâ şudur: Azanın hacmini gösterecek tarzda elbise giymek memnudur. Velev ki o elbise, içindeki bedeni gös-termeyecek tarzda kalın olsa dahi. Hacm kelimesi konusunda El-Muğrib şunları söyler: «Gebe bir kadını elledim. Karnındaki çocuğun hacmini bul-dum» denilir.» «Cariyenin göğsü üzerinde memeler hacimlendiler, yani yüceldiler.» denilir. Hacmin hakikati o yücelirse, irtifa gösterirse demektir. Kemiklerin hacmi görününceye kadar sözü de böyledir.» Bu tefsire göre bedenle bitişik, vücuddaki azaların hacmini göste-ren elbise beden üzerinde dahi olsa başkasının avretine bakmak helâl değildir. «Hacmi vasıflandırmıyorsa» sözü de bu manâ üzerine hamledil-sin. Düşünülsün. «Diz kapağı da avrettir ilh...» Yani görülmesi caiz olmayan uzuvlar-dandır. Çünkü Darakutnî «Göbek altından diz kapağına kadar avrettir» rivayetini yapmaktadır. El-Hidâye´de de geçtiği gibi Rukbe (dizkapağı) baldır ile dizin üstün-deki kalça kemiklerinin birleştiği noktadır. El-Burcundî´de «Göbeğin al-tından maksad, göbekten geçmekte olan çizginin altıdır. Bu çizgi be-den çevresi etrafında dolanır. Öyle ki her tarafta onun uzaklığı eşittir.» diyor. El-Hidâye´de şu hüküm yer almaktadır: «Göbek, Ebû Esmat ve Şa-fiî´nin hilâfına rağmen avret sayılmaz. Fakat dizkapağı Şafiî´nin hilâfı-na rağmen avrettir. Kalın baldır, yani uyluk, Zahirîlerin hilâfına rağmen avrettir. Göbeğin altından tenasül uzvunun etrafındaki kılların bitim nok-tasına kadar olan kısım İbnü´l-Fadl´ın hilafına rağmen avrettir. İbn Fadl bu hususta adete güvenmiş, hass ile adete itibar edilmez hükmü ise apa-çıktır. Dizkapağının avret olması hükmü baldıra nazaran daha hafiftir. Baldırdaki avret hükmü kabul ve düburdeki avret hükmünden daha ha-fiftir. Öyle ki diz kapağını açan bir kimseye yumuşakça «kapat» diye nasihat edilir. Baldırını açan bir kimse ondan biraz daha şiddetli bir şekilde uyarılır. Ön ve arkasını yani kabul ve dübürünü açan bir kimse ise eğer bunda ısrar ederse dövülmek suretiyle edeblendirilir.» Özetle. «Kişi hanımına ve cariyesine ilh... O, onlara onlar da tepeden tırnağa kadar, şehvetle dahi olsa bütün bedenine bakabilir. Çünkü bakış, helâl olan cinsî ilişkiden daha hafiftir. Madem ki aralarında, cinsî ilişki cereyan ediyor, bakış da olabilir. Kuhistânî. «Helâl» kelimesi Hidâye´de olduğu gibi cariyenin vasfı yani helâl olan cariyenin kaydıdır. Çünkü mecusî olan câriye helâl değildir. Fakat en ev-lâsı, bu kaydın nikâhlısına da ait olmasıdır. Çünkü El-Kuhistânî´de «Kişi zihâr ile kendisinden ayrılan kadının tenasül uzvuna bakamaz» denilmek-tedir. Bu da Ebû Hânife ve Ebû Yûsuf´un dediğine binaendir. Onun tüy-lerine, saçarına, sırt ve göğsüne bakabilir. Kadıhân´da böyle yer aldığını görüyoruz. Hayızlı kadına gelince kocasına peştemal altındaki kısımlara yaklaşmak haramdır. Sarih hayız bahsinde şunları söyledi: «Peştemal al-tındaki kısımlara bakmak, araları ellemek helâl midir, değil midir Burada tereddüt vardır.» «Nikâh bağı yoluyla cinsi ilişki kurduğu kadın ilh...» Onun anası ve-ya kızı ile cinsi ilişki haramdır.!.T El-Müctebâ´nın metninde geçmekte olan «Onun hükmü ecnebi hük-mü gibidir ilh...» ibaresinden ecnebi cariye kastedilmektedir. Çünkü El-İnâye sahibi: «Kendisine helâl olan cariyesinin bütün bedenine bakar kay-dı şu noktadan ileri geliyor» dedikten sonra şunları ilâve eder: «Mecusîye olan cariyesinin hükmü ve sütten kardeşi olan cariyenin hükmü bakış hususunda başkasının cariyesinin hükmü gibidir. Çünkü bütün bedene bakmak ancak cinsi ilişkinin helâl olması şartıyla caizdir, helâldir. İlişki yok olduktan sonra bakmak da yok oluyor demektir.» «Kendisine cinsi ilişi helâl olan cariyenin bütün bedenine bakmak kaydı ön ve arka organları birleşen bir cariye için müşkülleşir ilh...» Çünkü bu cariye ite cinsi ilişki kurmak, helâl değildir. Ancak ön yoldan cinsi ilişki kurduğu takdirde arka yola karışmayacaktır, kanaatini taşıyor-sa o zaman helâldir. Eğer bu hususta şüphede ise onunla cinsi ilişki ku-ramaz. Nitekim bu kaide El-Hindiye´de yer almaktadır. «Onu terk etmek evlâdır ilh...» El-Hidâye´de «En uygun olanı kişi-nin hanımına, hanımının da kişinin avret yerlerine bakmamasıdır.» deni-liyor. Çünkü Resul-ü Ekrem: «Herhangi biriniz ailesiyle cinsî ilişki kur-duğu zaman gücü yettiği kadar gizlensin. Erkekler develer gibi soyun-masınlar» buyurmuştur. Bir de avrete bakmak, unutkanlığı gerektirir. Bu hususta eserler vardır. İbn Ömer (Allah ikisinden de razı olsun) derdi ki: «Bakmak, bak-mamaktan daha evlâdır. Çünkü bakmak, lezzet manâsını tahsil hususun-da daha elverişlidir.» Lâkin bu eserin şerhinde Aynî, bu sözlerin İbn Ömer´den ne sıhhatli, ne de zayıf bir senedle sabit olmadığını kaydetmektedir. Ebû Yûsuf´tan gelen rivayete göre şöyle denilmektedir: Ebû Hânife´den sordum: -Kişi hanımının tenasül uzvunu elliyor. Hanım da koca-sının tenasül uzvunu elliyor ki daha fazla harekete geçsin. Acaba bunda herhangi bir beis var mıdır Ebû Hânife : «Hayır, herhangi bir beis olmaması bir yana ümid ederim ki ecirleri daha da büyür,» buyurmuştur. Zahire. «Tenasül uzvuna bakmak unutkanlık getirir ilh...» Gözü de zayıf düşürür. T. BİR UYARI: Daha önce kişi helâl olan cariyesine bakabilir. Cariye de kişinin bü-tün bedenine bakabilir, demiştik. Molla Miskin dedi ki: «Cariye sahibi olan bir kadının cariyesinin bütün bedenine bakması, cariyesinin de onun bü-tün bedenine bakması hükmü ise malum değildir.» Molla Miskin´i açıklayan Ebussuud, bunun, musannifin «kadın kadı-na» ibaresinden istifade edilerek söylendiğini zikretmektedir. Ben derim ki; Zahire göre bu öyledir. Zira bu hususta kadın erkek gibi olsaydı kesinlikle bunu nasseder, belirtirlerdi. Bir de fakihler; «Baş-kasının ziynet yerlerinden başka yerlerine bakmanın helâlliği cinsî iliş-kinin helâl olmasına bağlıdır» demişlerdir. Nitekim bu husus daha önce geçmiştir. El-İnâye ve En-Nihâye adlı eserde İstibrâ konusunun biraz önünde şu hüküm yer almaktadır: «Kadınların hepsi, bazılarının diğerine bakmasının helâlliği hususunda eşittirler.» «Kişinin sebeb dolayısıyla nikâhlanması ebediyyen helâl olmayan ilh...» Süt ve musaharet gibi. «O sebeb zina da olsa ilh...» Nesebten gelmeyen sebebler süt ve musaharet ve zina gibi sebeblerdir. Yani bir kadını annesiyle, ninesi, kızı veya torunuyla zina etmesinden dolayı kendisine helâl değilse o kadı-nın ancak başına, yüzüne, göğsüne, baldırlarına, bazularına, eğer şehveten emin ise bakabilir. Zeylâî der ki: «O kadının ecnebi bir kadın gibi olması gerekir denil-miştir. Lakin hakikate itibar etmek yönünden birinci görüş daha sıhhat-lidir. Çünkü o kadın ebediyyen ona haramdır.» «Onu yalnız birincisinden ibaret kabul eden ilh...» İbn Kemâl, iba-resinde Tacu´l-Şerîa ve musannıfa tariz ediyor. Yani «Onların şehveti sadece erkek taarfından nazarı itibara almaları husurludur» der. «Kişi kadının sırt ve karnına bakamaz ilh...» demek sırt ve kar-na tabi olan iki böğrüne, ön ve arka organlarına, arka deliği kapsayan iki kenara ve diz kapaklarına bakamaz demektir. Kuhistânî. «O söylenenler ziynet yerleridir ilh...» sözüne gelince, bununla işaret edilir ki âyette ziynetin kendisi kastedilmemiştir. Ziynetin takıldığı mahal kastedilmiştir. Çünkü ziynete bakmak mutlak şekilde helâldir. O halde ziynetten bakmak ziynetin takıldığı yerlerdir. Baş tac´ın, yüz sürmenin, boyun ve göğüs ise gerdanlıkların yeridir. Kulak küpenin mahallidir. Bo-zu «dümlüç» denilen bilezik yeridir Kol bileziğin yeridir. Elayası yüzük ve kınanın mahallidir. Baldır halhal denilen ayak bileziğinin, ayak kepçesi kınanın yeridir. Zeylâî. Saç aks´ın yeridir. Yani saçları bir araya getirip bağlamakta kulla-nılan sicimler veya kadının saçlarına eklemekte olduğu siyah iplerin ye-ridir. Muğrib. «Öldükten sonra azati edilmesi şart koşulmuş veya Ümmü Veled ol-sa bile ilh...» Kendisiyle akt-i kitabet edilen cariye, yarısı azad edilen yarısı azad edilmeyen cariye de İmâmın katında mudebbere ve ümmü veled cariyeler gibidir. Kühistâni. «Erkek ona mahremine baktığı gibi bakar ilh...» Çünkü onlar efen-dilerinin ihtiyaçları için çalışırlar, efendisinin misafirlerine hizmet eder-ler. Bu esnada sırtlarında hizmet elbiseleri vardır. O cariyelerin ecnebi-ler hususunda ev haricindeki halleri tıpkı kadının ev içindeki yakın ak-rabaları hakkındaki haline benzer. Hz. Ömer bir cariyenin başında örtü gördüğünde onu kamçısıyla atar ve «Ey deffar, bu örtüyü kendinden at.Sen hür kadınlara kendini benzetmek mi istiyorsun » derdi. Hz. Ömer´in konuşmasında geçen «deffar» kelimesi koku veren, kirli paslı manâsını ifade eder. «Ecnebiye olan bir kadının yüz ve elleri ellenmez ilh...» Tabii bu ec-nebiye cariyeden başkasıdır. Et-Tatarhâniye´de Câmiu´l-Cevâmı" adlı kitabtan şu nakil yapılmaktadır: «Cariyenin efendisinin bedenini ellemesi, saçlarını yağlaması ve iştahı çekmedikçe onun bedenini ovalamasında beis yoktur. Ancak göbeği ile diz kapakları arasına dokunamaz.» «Yüzünü ellemek caiz değildir ilh...» Ecnebi kadınını yüzüne bakmak caiz olmakla birlikte şehvetten emin olsa bile el ve yüzünü elleyemez. «Çünkü bu daha galizdir ve bununla musaharat hürmeti sabit olur ilh...» Bu ellemenin bakmaktan daha galiz olduğu içindir. Maksad «elle-mek şehvetle olursa» demektir. Böylece mahrem ve cariyeleri kapsamak-tadır. Hatta kişi halasının veya cariyesinin bedenini şehvetle ellerse, ki-şiye o halanın veya cariyenin kızı haram olur. «İştah çekmeyen ihtiyar kadına gelince ilh...» sözü üzerine; «böyle bir kadının elinin tutulmasının haram olmaması için, kişinin de aynı şekilde iştah çekmeyecek halde olması gerekir» denilmektedir. Kuhistânî bunu El-Kirmânî´den rivayet etmiştir. Zahire sahibi dedi ki: «Eğer kadın acuze ve iştah çekmeyecek yaş-taysa onun elini sıkmakta veya ellemekte herhangi bir beis yoktur. Erkek nefsinden ve kadından emin olduğu tarzda bir ihtiyarsa onun da hükmü budur. O zaman kadının elini musafaha etmesinde beis yoktur. Eğer nef-sinden ve kadından emin değilse bundan sakınmalıdır. Sonra İmam Muhammed; Kadın acuze ise kadının ellenmesini erkek için mubah gör-müştür. Erkek benzeri cima etmez halde olma şartını nazarı itibara alma-mıştır. Dokunan kadın olduğu zaman da bu meselede de bu şartı ileri . sürmemiştir. Eğer ikisi de yaşlı ve benzerleri cinsi ilişkide bulunmayan halde iseler onların müsafahalarından herhangi bir beis yoktur. Fetva anında buna dikkat edilsin.» «Onu beraberinde sefere götürmesi caizdir ilh...]» Bu ancak mahrem olan ve başkasının cariyesi hususundadır. İmam Muhammed «Başkası-nın cariyesiyle halvete çekilmek, onu sefere götürmek» hususunu zikretmemiştir. Meşâyih bunun helâl olup olmadığı hususunda ihtilâf etmiştir. Bu iki görüştür. Yani götürür görüşü de götürmez görüşü de tashih edil-mişlerdir. T. Ben derim ki: «Bu hüküm onların zamanında idi. Bunun nedeni sarih ileride İbn Kemâl´de naklen zikredecektir ki: «Mahremsiz bizim zamanı-mızda fesad ehli galib olduğu için bir cariye sefere götürülmez. Bununla fetva verilir. Düşün. «Hürr bir ecnebi ile halvet haramdır ilh...» Çünkü cariyedeki ihtilâfı daha önce öğrendin. Sarihin «haramdır» ibaresi yerine El-Kınye´de: «Tahrim kerahetiyle mekruhtur ibaresi yer almaktadır. Ebû Yûsuf´tan gelen rivayete göre haram değil, mekruhtur.» «Şevhâ yani çirkin bir acuze olursa ilh... sözüne gelince, El-Kınye´de şöyle denilmiştir: «Acuze bir kadının mahremi olmayan birisiyle sefere çıkamayacağı hususunda icmâ ettiler. Binaenaleyh genç veya ihtiyar bir kişi ile başbaşa da kalamaz.» İhtiyarların elini sıkabilir. Eş-Şifâ´da El-Kermînî´den gelen bir rivayete göre «Çirkin bir ihtiyar kadın ve benzeri çımadan kesilmiş bir ihtiyar erkek, mahremler menzilesindedir.» Yani bir-birlerine mahrem sayılırlar. Zira ilk etabta hatıra gelen şudur ki, onlar ecnebilere nisbeten mahremler menzilesindedirler. Muhtemel ki bu iba-reden maksat şu olsun: Bu kişi o çirkin acuze ile beraber mahremler gibidir. Her iki ihtimali Zâhîre´den yaptığımız nakil desteklemektedir. Sa-rihin bunu kayıtsız, şartsız belirtmesi tartışılır. Düşün. «Veya bir hail ile ilh...» El-Kınye´de denildi ki: «Bir erkek bir evde bir kadın da başka bir evde ve her evin ayrı bir kilidi varsa, fakat evlerin cümle kapısı birse, ikisini birleştiren bir başka ev olmadıktan sonra ke-rahet yoktur.» Bu hüküm için El-Kınye üç kitaba işaret etti. Bundan son-ra da başka bir kitaba atfen şöyle dedi: «Bu tarzda bir evde durmak halvet sayılır. Böyle bir halvet helâl değildir.» Sonra başka bir kitaba işaret ederek: «Eğer kişi bâin bir şekilde ha-nımını boşarsa, onun bir odasından başka meskeni yoksa, kendisiyle ka-dın arasında bir perde gerer.» Çünkü perde olmadığı takdirde ecnebi ka-dın ile arasında halvet meydana gelmiş olur. Halbuki beraberinde bir mahrem de yoktur. İşte bu onların dediklerinin sıhhatli oluşuna delâlet eder.» Çünkü aynı evin iki odası bir perde gibidir, hatta perdeden de daha evlâdır. Onun «perde ile iktifa edilir» sözü kocanın fasık olmaması şartına bağlıdır. Eğer koca fasık İse, onunla talakı baine ile boşadığı kadın ara-sında güvenilir bir kadın perde olur. O güvenilir kadın da el-İhdad konu-sunda zikredildiğine göre koca saldırganlık yapmak istediği zaman ona mani olacak kudret ve güce sahib olacaktır. El-Bahr sahibi El-Kınye´de söylenenin benzerini burada araştırma ko-nusu yapmak şöyle dedi: «Eğer ecnebi bir kadın iddet çekmiyorsa onun hakkında da böyle demek mümkündür. Ancak bunun hilâfına bir nakl mevcut ise o zaman bu hükümden vazgeçilir.» El-Fetih´te: «Kadının kocası öldüğü zaman onun varisleri arasında kadına mahrem olmayan varsa yine bu perde hükmü gereğidir.» denil-mektedir. Ben derim ki: Kınye´nin: «Onların beraberinde mahrem yoksa» sözü ifade ediyor ki; eğer beraberinde mahrem varsa halvet bahis konusu değildir. Bundan oluşarak meydana gelen şudur: Haram olan halvet, perde germekle ortadan kalkar. Mahremin veya güçlü bir kadının varlığıy-la da ortadan kalkar. Acaba başka bir kadının ecnebi kişinin varlığıyla da kalkar mı İşte bunu görmedim. Lâkin İmametü´l Bahr adlı kitapta El-İsbîcâbî´den nakledildiğine göre; «Bir odada beraberlerinde bir kişi veya ha-nımı, cariyesi, kızkardeşi gibi bir mahremi olmadığı halde kadınlara ´imam olması mekruhtur. Eğer onlardan birisi olursa kerahet ortadan kalkar. Mescidde bu şekilde onlara imamet yapması mekruh değildir.» Bahsi ge-çenlere mahrem denilmesi tağlîb yoluyladır. Bahr. Zahir şudur ki, kerahetin nedeni halvettir. Ve bunun ifade ettiği de sudur ki, başka bir kişinin varlığıyla o halvet, o kerahet ortadan kalkmaz. Lâkin şunu da ifade ediyor ki başka bir kadının bulunması da keraheti ortadan kaldırmaz. Böylece buradaki hüküm «güvenilir bir kadınla iktifa edilir» şeklinde geçen hükme ters düşer. Sonra Münyetu´l-Müftî´de nassı şu olan bir ibare gördüm: «Başka bir kadın beraberinde olsa dahi ecnebi bir kadınla başbaşa kalmak, kerâhet-i tahrimiye ite mekruhtur.» Bana görünür ki onların «güvenilir kadın»dan maksadları benzeriyle cinsî ilişki kurulmayan bir acuze olacaktır, bununla beraber kendisi ve boşanan kadından şerri defedecek kudrette olacaktır. Düşünülsün. «Ancak süt yoluyla gelen kızkardeşi müstesnadır ilh...» demesine ge-lince, El-Kınye´de denildi ki: «El-Kâdî Es-Sadru´ş-Şehîd´in İstihsân´ında şu vardır: Süt kardeşle süt kardeşin halvete çekilmemesi gerekir. Çünkü bu durumda galib olan cimaın meydana gelmesidir.» Allâme El-Birî ifade etti ki «gerekir» manâsını ifade eden «yenbeğî» burada vücub manâsını ifade eder. Yani süt kardeşin süt kızkardeşle baş-başa kalmaması vacibtir. «Genç kayınvalde ilh...» sözüne gelince, el-Kınye´de «Kadın öldü, kocası ve annesi kaldı. Damad ile kayınvalide fitneden korkmadıkları takdirde bir evde oturabilirler. Eğer ´kayınvalide genç ise komşular da ikisi hakkında fitneden korkuyorlarsa onu damadından uzaklaştırma yet-kisine sahiptirler.» Kişinin dünürleri, İmam Muhammed´in ihtiyarına binaen hanımının mahremleridir. Mesele burada ölen kadının annesi hakkında farzedilmiştir. İllet ifade eder ki onun kızı ve benzerleri için de hüküm böyledir. Ni-tekim durum gizli değildir. «Eğer aksıran kadın acuze değilse ilh...» gençse onu teşmit edemez. Yani o «Elhamdülillah» dese kendisi «Yerkamukillâh» diyemez. Diliyle onun selâmını reddedemez. El-Hâniye´de denildi ki: «Kadınla karşılaşan kişinin hükmü de böyledir. Onlar bir araya geldiklerinde evvela kişi selâm verir. Ecnebi bir kadın selâm verdiğinde, eğer acuze ise kişi onun selâ-mına işiteceği bir sesle diliyle cevap verebilir. Eğer genç ise onun selâ-mını nefsinde reddeder. Kişi ecnebi bir kadına selam verdiği zaman hü-küm böyledir. Yani buraca cevap aksinedir. Ez-Zâhîre adlı kitapta: «Kişi aksırdığı, kadın da ona yerhamukellah dediği zaman, eğer kadın acuze, ihtiyar ise «yehdina ve yehdikümüllâh» diyecektir, aksi takdirde onun ce-vabını nefsinde verecektir» denilmektedir. El-Hülâsa´da olduğu gibi ka-dın aksırırsa da durum böyledir. «Bununla açıklandı ki Kuhistânî´nin naklindeki la fazladır ilh...» ibaresine gelince, Kuhistânî bu nakli El-Mebsût´un Bey´ Bölümünden yapmaktadır. El-Kınye´de bir esere işaret ederek «Ecnebi bir kadınla be-raber mubah kelâm caizdir» şeklindeki nakli bu ihtimali uzak saydırmak-tadır. El-Müctebâ da başka bir kitaba işaret ederek: «Hadiste delil vardır ki muhtaç olmadığı şeyleri kadınlarla beraber konuşmakta beis yoktur» denilmektedir. Halbuki bu malayaniye dalmaktan değildir. Bu ancak için-de günah olan bir konuşmada olur. Zahire göre bu başka bir sözdür veya acuz bir kadın üzerine hamledilir. Düşün. Namazın şartları bahsinde geçti ki, kadının sesi racihe göre avret-tir. Bu husustaki konuşma orada geçmiştir, oraya müracaat et. «Zaruret için ilh...» ibaresine gelince, bu zaruret kadının bedeninin yumuşaklığını bilmektir. Bu da sıhhatli bir hedeftir. Binaenaleyh onu elle-mek helâldir. İtkanî. «Bizim zamanımızdaki ilh...» ifadesine gelince, umulur ki bu kaydın nedeni şudur: Şer bizim zamanımızda yayılmıştır. Bedeni ellemek çoğu kez ellemenin üstünde olan felâkete yol açabilir. Ama selef zamanında mesele böyle değildi. El-İhtiyâr´da dedi ki: Cinsî ilişkiden ibaret olan istimtaa yol açtığı için kadının bedeninin ellenmesi haram kılınmıştır.» < «El-İhtiyâr´da bu kesin olarak söylenmiştir ilh...» sözüne gelince. El-Hâniye ve El-Mukteğâ´da da böyledir. Ve el-Mubteğa bunu el-Hidâye ve başka kitablarda meşayihine nisbet etmiştir. Dürrü Müntekâ. El-İtkânî, El-Camiussağir´in Fahru´l-İslâm tarafından yazılmış şerhin-den şunu nakletti: «İmam Muhammed´den geldiğine göre gene bir erkeğe kadının be-denini ellemesi mekruhtur. Çünkü bakışta kifayet vardır, yani bakış kâ-fidir.» Ebû Hânife «Onun bedenini bilmek zaruretinden dolayı ellemekte» bir beis görmemiştir. METİN Şehvet hududuna varan bir cariye diz kapakları ile göbek arasını setreten bir entari ile olduğu halde satışa arzedilemez. Çünkü onun sırtı vekarnı avrettir. Kâfire dahi olsa ecnebi bir kadının ancak yüzüne ve İki eline bakıla-bilir. Müctebâ, Bu do zaruretten dolayı caizdir. Bazıları ekmek pişirmek için ücretle tutulacaksa ayak ve ziralarına da bakabilir. Tatarhâniye. Hür kadının kölesi ecnebi bir erkek gibidir. Ancak yüzüne ve elle-rine bakılabilir. Evet, izni alınmaksızın onun ´evine girip çıkabilir, bu hu-susta icmâ vardır. Fakat kölesi ile icmaen sefere çıkamaz. İmam Şafiî ve İmam Mâlik katında «mahremi gibi ona bakabilir.» hükmü sabittir. Eğer kişi şehvetten korkar veya şehvetin varlığından şüphe ederse ecnebi kadının yüzüne bakmak da yasaktır. Binaenaleyh bakmanın he-lâl olması şehvetin yokluğuyla kayıtlıdır. Aksi takdirde şehvet varsa bak-mak haramdır. Bu hüküm selef zamanında idi. Bizim zamanımıza gelince, genç kadının yüz ve ellerine bakılması mutlaka yasaktır. Kuhistânî ve başkası. Kadı ve şahid gibi ihtiyaçtan dolayı kadını ellemek değil de ona bakılması caiz olur. Veya kadının aleyhinde şahitlik yapılmak için ona bakılabilir. En sıhhatli görüşe göre şahadeti tahammül için yapamaz. Kadını nikahlamak veya satın almak isteyen ona bakabilir. Birinci niyette oldu mu şehveti defetmek maksadıyla değil sünnet niyetiyle şeh-vet dahi olsa bakar. Kadını tedavi etmek için doktor hastalık yerine zaruret miktarı ba-kabilir. Zira zaruretler miktarınca takdir edilir. Ebenin bakışı, sünnetçinin bakışı da böyledir. Bir kadına başka ka-dınlara tedavi etmeyi öğretmek uygundur. Çünkü cinsin cinse bakması daha hafiftir. İZAH «Şehvet hududuna varmış bir cariye ilh...» Yani cimaa elverişli hale gelmiş ise. Yedi veya dokuz gibi senelere itibar yoktur. Nitekim bu du-rumu Ez-Zey!âİ ve başka âlimler «İmamet» konusunda tashih etmişlerdir. Musannifin Dürer´e tabi olarak üzerinde yürüdüğü konuya gelince, o, İmam Muhammed´den rivayet edilmiştir. Bu, El-Kenz, El-Mültekâ ve Mühtasaru´l-Kudurî ve başkalarında üzerinde yürümenin hilafidir. El-Hidâye´ de sahibi dedi ki: Cariye hayza girdikten sonra bir tek elbise İçinde onu satışa arzetmek memnudur.» Bu ibarenin manâsı kadın baliğa olduktan sonra demektir. İmam Muhammed´e göre kadın iştah kesici bir hale gel-diği ve onun benzeri cimaa elverişli oldu mu, o kadın baliğa bir kadın gibidir. Bir tek izar içinde satışa arzedilmez. Çünkü iştah mevcuttur. Dü-şün. «Kadının iki avucuna bakar ilh...» ibaresine gelince... Namazın şart-ları bahsinde geçti ki elin sırtı mezhebe binaen avrettir. Fakat burada bu fetvaya dokunanı görmedim. «Ayağına da bakabilir denildi ilh...» ibaresine gelince; bu da nama-zın şartları bahsinde geçti ki, en muteber görüşe göre iki ayak avret değildir. Fakat burada rivayet ve tashih ihtilâfı vardır. El-İhtiyâr adlı kitabta, «Ayak namaz dışında avret, namazda değildir.» şeklinde tashih edil-miştir. El-Munye Şerhinde «Mutlak manâda ayağın avret olması» yönü tercih edilmiştir ve bu tercih El-Bahr´da olduğu gibi bir çok hadisle tak-viye edilmiştir. «Kadın, nefsini, ekmek pişirmek için ücretle verirse ilh...» ibaresine gelince, yani ekmek pişirmenin benzeri olan yemek pişirme, elbiseleri yıkama aynı durumu gerektirir. El-İtkânî dedi ki: «Ebû Yûsuf´tan gelen rivayete göre hizmet yapan kadının kollarına bakmak onun ihtiyaçtan dolayı zaman zaman görünen dirseklerine bakmak mubahtır. Tabii bu da nefsini yemek pişirmeğe, ek-mek imaline ücret mukabili vermişse böyledir.» Bu ibareden insanın zihnine gelen şudur: Nazarın caiz olması bu eş-yaları ücretle yaptığı vakte mahsus değildir. Fakat birinci ibare bunun tam tersini ifade eder. Zeylâî´nin ibaresi maksadı daha iyi sergiler. O ibare şudur: «Ebû Yûsuf´dan gelen rivayete göre kadının zira´larına yani kollarına bakmak mubahtır.» Çünkü bu kollar şu işleri yaptığı zaman adet bakımından ortaya çıkarlar. Anla. «Onun kölesi ona nisbeten ecnebi bir erkek gibidir ilh...» ibaresinin nedeni şudur: Çünkü ecnebiden olduğu gibi onun fitnesinden de korku-lur. Hatta bunun fitnesi ecnebininkinden daha fazladır. Çünkü bu daha fazla kadınla içli-dışlıdır. Haramlığı belirten nasslar mutlaktır. Çenâb-ı Hâkk´in «Veya sağ ellerinin mülk edindiği» ibaresine gelince erkek köle-ler değil de burada cariyeler kastedilmiştir. Bu tevili Hasen ve İbn Çübeyr söyledi. İhtiyar. Bunun tamamı uzun uzun kitaplarda vardır. «Hülâsa ilh...» İki mesele de Hülâsa´da yer almıştır. Hülâsa´da oldu-ğu gibi bu iki mesele El-Hâniye´de de zikredilmiştir. «Eğer şehvetten korkarsa ilh...» sözüne gelince, biz şehvetin hudu-dunu faslın başında belirttik. «Şehvetin olmayışına bağlıdır ilh...» sözüne gelince; Tatarhâniye´de dendi ki: «El-Kerhî´nin Şerhi´nde ecnebi bir hür kadının yüzüne bakmak haram değildir. Fakat ihtiyaç olmaksızın bakmak mekruhtur» hükmü yer almaktadır. Bunun zahiri şehvetsiz de olursa kerahettir. «Aksi takdirde haramdır ilh...» Yani şehvetle olursa haramdır. «Bizim zamanımıza gelince genç kadın bundan menedilir ilh...» sö-züne gelince, genç kadının avret olduğu için değildir bu. Belki burada fitne korkusu vardır, bu hüküm bundan dolayıdır. Namazın Şartları bah-sinde geçmiştir. «En sıhhatlisinde hüküm böyledir ilh...» sözüne gelince; çünkü iştah uyandırmayan kadın olabilir. Binaenaleyh burada bir zaruret yoktur ama eda hali bunun tam tersinedir. Hidâye. Bundan anlaşılıyor ki; hilaf şehvet korkusu bahis konusu olduğu zamandır, mutlak değildir. Uyan. «Şehvetle dahi baksa ilh...» sözü ise bütün hükümlere racidir. Bunu tavzih için açıkça söyledi. Aksi takdirde musannifin şehvetle olan nazar hakkındaki sözü istihsai iktiza eder. «Sünnet niyetiyle olursa» sözüne gelince, bu sözü de hepsine kayıt yapmak daha evlâdır. Tabii mecazî bir şekilde böyle olur. Ta ki birinci ve ikincide kaydın ihmal edilmesi lazım gelmez. Zeylaî ve başkasının söyledikleri için: Şahidin ve kadının boynuna vacib olan sehadet ile hük-mü kastetmeleridir. Çirkinden kaçınmak için şehvetlerini yerine getir-mek kastedilmemelidir. Eğer bir kişi bir kadınla evlenmek istiyorsa o kadına bakmasında beis yoktur. Ona karşı iştah korkusu olsa dahi bakmak caizdir. Çünkü Resul-ü Ekrem, Mugîre bin Şube´ye bir kadına talib olduğu zaman «ona bak» emrini vermiştir. «Ona bak, çünkü bakış, ikinizin arasını ıslah et-meye daha uygundur.» buyurur. Hadisi Tirmizî ve başka muhaddisler ri-vayet etmişlerdir. Bir de maksad şehveti yerine getirmek değil sünneti ikâme etmektir. Hadisteki «yu´d´mu» fiili ed veya el-îdâm kökünden geli-yor ki onun manâsı ıslâh aralarını bulmak demektir. İtkanî. BİR UYARI: Satın almak için şehvette ellemenin caizliği hususunda hilaf bulunduğu daha önce geçmiştir. Sarihin «Ellemek böyle değildir.» sözünün zahiri nikâh için de olsa ellenemez. Zeylaî bunu açıkça söyleyerek şöyle dedi: «Kişi için kadının yüz ve ellerine dokunmak caiz değildir, şehvetten emin olsa dahi. Çünkü haramlık mevcut, zaruret ve buluğ bahis konusu değildir.» Bunun benzeri Gayetu´l-Beyân adlı eserde yer almaktadır. Oysa bu-nu El-Aktâ´ Şerhi´nden naklederek «Ellemek bakmaktan daha galizdir» illetiyle illetlendirmiştir. Binaenaleyh ihtiyaç olmaksızın ellemek menedilmiştir. Zuraru´l-Bihâr adlı kitab ile şerhinde şu ibare yer almaktadır: «Ka-dı, şahid, kadını isteyen kişiler için kadının bedenini ellemek helâl de-ğildir.» El-Mültekâ ibaresi onun helâl olduğunu insana iham ettirir. Onun için sarih «şehvetle beraber nikâh için ellemeye gelince, bunu caiz gören kimseyi görmedim, belki onu hakim gibi kılmışlar, o elleyemez. Velev ki emin olsa dahi. Bu ezberlensin ve musannifin kelâmı yazılsın.» Burada şu hüküm kaldı: Eğer istenilen kadının tüysüz bir oğlu var-sa, isteyene «çocuk ve annesi güzellikte eşittir» haberi geldiyse, sadece «kadına bakar» tahsisinin zahirinden anlaşılır ki isteyici için o çocuğa bakmak helâl değildir, eğer şehvetten korkarsa. İstenilen kadının kızı da oğlu gibidir. İstihsânın «ihtiyaç için olduğu takdirde» kayıtlanmasının ne-deni şunu ifade ediyor: Eğer kadına bir defa bakmakla iktifa edilirse ikinci, üçüncü, dördüncü defalar bakmak haram olur. Çünkü kadına bak-mak zaruret dolayısıyla mubah kılınmıştır. Bir defayla iktifa edildi mi, bir defa ancak helâl olur. Gureru´l-Efkâr´daki ibarenin zahiri, kadının iki eline bakmanın da caiz olmasıdır. Onların kelâmından belirleniyor ki, eğer isteyici erkek için kadına bakma imkânı yoksa kadın gibi bir elçiyi göndermesi caizdir ki o elçi gelsin, onun güzelliklerini kendisine anlat-sın. Velev ki yüz ile ellerden başka azaların güzellikleri olsa dahi. Acaba şehvet korkusuyla beraber istenilen kadında isteyici erkeğe bakabilir mi Ben bu mesele hakkında bir beis görmedim. Fakat zahir şudur ki baka-bilir. Çünkü ikisi de bahsi geçen hadisteki illette müşterektir. Hatta bu hususta kadın daha evlâdır. Çünkü erkek razı olmadığı bir kadından ay-rılma imkânına sahihtir, ama kadın buna sahib değildir. «Sünnet edenin bakışı da böyledir ilh...» sözüne gelince, El-Hidâye ve el-Hâniye adlı kitablarda bu husus kesin olarak belirtilmiştir. Bazıları da kendini sünnet ettirmesi zaruri değildir. Çünkü kendi kendini sünnet etmeye imkânı olmadığı takdirde kendisini sünnet etmesi için bir cariye-yi satın alabileceği gibi bir kadınla da evlenmesi mümkündür. Bu hüküm ilerde gelecektir. El-Hidâye´de «kadın sünnetçi» de zikredilmiştir. Çünkü hitan erkeklerin sünnetidir ve fıtratın cümlesinden sayılır. Onu terketmek mümkün değildir. Hitan kadınlar hakkında da bir şereftir. Ni-tekim bu hüküm El-Kifâye´de de yer almıştır. Bunun giib kişiye önden vurmuş olduğu sondaj yerine bakması da caizdir. Çünkü bu bir nevi te-davidir. Hastalık bahsinde arkadan şırınga, pompa vurmak da caizdir. Fahiş bir zayıflık için de böyle yapılması, Ebû Yûsuf´tan gelen bir riva-yete göre, caizdir. Çünkü zayıflık hastalığın işaretidir. Hidâye. Zira za-yıflığın sonucu humma yani sıtma ve sel denilen hastalıktır. Eğer zaruretten dolayı değil de zahiri bir menfaat için yanicinsi ilişkiye kuvveti yetsin diye ön ve arkadan şırınga yapılırsa bizimkatı-mızda, ez Zâhire adlı eserde de yer aldığı gibi helâl değildir. «Uygun odur ki kadın tedavisini bilsin ve öğrensin ilh...» ibaresine gelince, el-Hidâye ve el-Hâniye´de böyle ıtlak olunmuştur. El-Cevhere´de müellif dedi ki: «Tenasül uzvu hariç hastalık kadının bedeninin diğer or-ganlarında olduğu zaman tedavi edildiği anda o bedene bakmak caizdir. Çünkü zaruret yeridir. Eğer tenasül uzvunun yerinde ise en uygunu ka-dının onun tedavisini öğrenmesidir. Eğer bunu bilen bir kadın yoksa ve hasta kadının ölümünden korkulur veya ona tahammül edemeyeceği bir hastalığın isabet edeceğinden endişe edilirse o zaman kadının hastalık yeri hariç bütün bedeni örtülecek, sonra erkek doktor onu tedavi edecek, gücü yettiği kadar güzünü kapatacak, yaralı yerden başka mahallere bak-mayacaktır.» Bunu düşün. Zahire göre «Yenbeği» kelimesi burada vücub manâsını ifade ediyor. METİN Müslüman bir kadın diğer bir kadının bedeninden erkeğin diğer bir erkeğin bedeninde baktığı noktalara bakabilir. Denilmiştir ki, erkeğin mahremine baktığı gibi bakabilir. Birinci görüş daha sıhhatlidir. Sirâc. Böylece kadın erkeğin bedeninde bir erkeğin diğer erkeğin bedenine bakabildiği gibi bakabilir. Eğer şehvetten emin ise. Eğer emin değilse, korkarsa ve şüphede ise istihsanen bakması haram olur. Tıpkı erkek gi-bi. İki fasılda da tashih edilmiş görüş budur. Tatarhâniye, El-Muzmarat´ tan. Zımmi bir kadın en sıhhatli görüşe göre ecnebi bir erkek gibidir. Müslüman bir kadının bedenine bakamaz. Müctebâ. Her aza ki ona ayrılmazdan önce bakmak caiz değildir; koparılıp ayrıldıktan sonra da ona bakmak caiz olmaz. Velev ki kişinin ölümünden sonra koparılırsa. Mesela tenasül uzvunun etrafındaki tüyler, kadının saç-ları, ölü ve hür olan bir kadının kol ve baldır kemikleri gibi. Kadının eli değil de ayaklarının tırnakları gibi. Müctebâ. Burada nazar vardır. Burada ecnebi bir kadının üst elbisesine şehvetle bakmak haramdır. El-İhtiyâr´ da şu hüküm yer almaktadır: Onun saçma bir insanın saçını eklemek haramdır, isterse onun isterse başkasının saçı olsun. Çünkü Cenabı- Pey-gamber: «Allah saç ekleyene, ekletene, ben yapana, yaptırana, dişlerinin ba-sını inceltene, buna razı olana, yüzünden tüyleri aldırana, yüzündeki tüy-ler aldırıldığı takdirde buna rıza gösteren lanet etmiştir.» diye buyurmuş-tur. İğdiş edilmiş, tenasül uzvu kesilmiş ve huşa olan bir kimse ecnebi bir kadına bakmakta tenasül uzvu olan bir kimse gibidir. Bazıları «te-nasül uzvu kesilmiş, suyu kurumuş bir kimsenin bakmasında beis yok-tur» demişlerdir. Fakat El-Kübrâ´da «Bunu caiz gösteren fakihler diyanet ve tecrübelerinin azlığından böyle yapmışlardır» demişlerdir. İZAH «Sirâc ilh...» Yukardaki hüküm Sirac´ta olduğu gibi El-Hidâye´de de yer almıştır. «Kadın da bakar ilh...» El-Hunsâ kitabında «Kadının ecnebi erkeğe bakması erkeğin mahremlerine bakması mesabesindedir. Çünkü cinsin hilâfına bakmak daha galizdir» denilmektedir. Hidâye. Metinler birincisi üzerinedir ve buna güvenilir. «İstihsânen haramdır ilh...» sözüne gelince. Tatarhâniye´de. Muzmarât´tan nakledilen şudur: «Kadın bilse ki kadına bir şehvet veya şüphe düşecektir, şüphenin manâsı iki zannın eşit olmasıdır. Bu takdirde ben isterim ki gözünü kapatsın. Asılda İmam Muhammed böyle zikretti. Zik-rettiği İmam Muhammed kadının ecnebi erkeğe bakması ve aksinde gö-zün kapatılmasının müstahab olmasıdır. Şöyle dedi: «Erkek böyle bir ba-kıştan sakınsın. Bu, haramlığın delilidir.» İki faslın hepsinde de sahih olan budur. Onu hulasatan zikretmiş oluyoruz. Bunun benzeri ez-Zâhire´ de*de yer almaktadır... Bunu T. el-Hindiye´den nakletti. Tatarhâniye´nin nüshasındaki sarihin hattı onun üzerindedir, istihbab yerinde istihsan kullanılmıştır. Zahire bakılırsa bu ibare tahrif edilmiştir. Nitekim kelâmın siyakı da buna delâlet ediyor. Böylece bu Ez-Zâhire ve el-Hindiye´dekine muvafık olur. Binaenaleyh sarihin istihsanen haramdır» sözüne gelince, sarihi bu söze tahrif düşürmüştür. Düşün. Sonra Sahîh´in mukabili üzerinde farkın ayrılığı vechi vardır. Nitekim el-Hidâye´de bu böyle yer almıştır. Şüphesiz kadınlar üzerinde şehvet galibtir. Galib olan şehvet itibar yönünden yüzde yüz olan gibidir. Binae-naleyh erkek de iştihâ ederse şehvet iki tarafta da mevcut demektir. Fa-kat kadın iştihâ ettiği zaman durum böyle değildir. Çünkü hakikaten ve itibaren şehvet erkek tarafında mevcut değildir. Binaenaleyh şehvet bir tarafta olmuş oluyor. İki tarafta mevcut olan harama sirayet etmek hususunda bir tarafta mevcut olandan daha kuvvetlidir. «Zimmi cariye ecnebi kişi gibidir Hür ve müslüman olan kadının be-denine bakamaz ilh...» Gâyetu´l-Beyân adlı kitabta denildi ki: Cenab-ı Hâkk´ın «veya kadınlarına» tabiri müslüman ve hür kadınlar demektir.» Çünkü imanlı bir kadın müşrik veya kitabi bir kadın önünde elbisesini çıkaramaz. El-İnâye ve başka kitablarda bunu İbn Abbâs´tan naklettiler. Bu mesur yani rivayetle sabit olan bir tefsirdir. Abdulganî en-Nablûsî´ nin Hediyetu´l-İbn´il-İmâd üzerindeki şerhinde, babası Eş-Şeyh İsmail´in Ed-dürer ve´l-Gurer üzerindeki şerhinden naklederek şöyle dedi: «Müslüman bir kadın için hristiyan, yahudi veya müşrik bir kadının önünde soyunmak helâl değildir. Ancak bu gayr-i müslim kadın onun ca-riyesi ise mesele değişir. Nitekim bu durum Es-Sirâc´ta vardır. Bir de Nisabu´l-İktisab´ta vardır. Salih bir kadın için uygun değildir ki facrr bir kadın ona baksın. Çünkü facir kadın gider onu erkekler yanında sıfatlan-dırır. Binaenaleyh salih bir kadın cilbabını ve peştemalını bunların yanın-da çıkaramaz. Nitekim Es-Sirâç´ta bu hüküm yer almaktadır.» «Hürre okm bir kadının ölümünden sonra kol kemiği ilh...» ibaresine gelince; bu el ve yüz kemiğini çıkarmış oluyor. Yani hayatta bunlara bak-mak helâl idi. ölümden sonra da bakmak helâldir. «Hürre bir kadın» de-di, çünkü cariyenin kol kemiğine hayattayken bile bakmak helâldir. Ama cariyenin bel kemiği gibi bakılması hayattayken haram olan kemikler ha-riçtir. UYARILAR: 1 - Bazı Şâfiîler, «Eğer cariyenin saçı kesilirse, sonra da o cariye azad edilirse o saça bakmak haram değildir» demişlerdir. Çünkü azadlık cariyeden ayrılan parçaya geçmez. Böyle bir fetvayı bizim imamlar ara-sında görmedim. Şunu da görmedim: «Eğer hürr ve ecnebi olan kadın-dan bir parça ayrılırsa sonra kişi o kadınla evlenirse o parçaya bakması haram olur mu . Onların zikrettiği nedene binaen haram olur. Deniliyor ki kadınla muttasıl olan her şey kişiye helâl olduğu zaman kadından ayrılmış parçaların da onun için helâl olması daha evlâdır. Herne kadar helâl olma zamanından önce ayrılmış ise de. Allah hakikati daha iyi bilir. 2 - Kişi ecnebi bir kadına aynada veya suda bakarsa bunun hak-kındaki hükmün ne olduğunu görmedim. Fakîhler sarahaten musaharat haramlığı konusunda «Musaharat haremliği kadının tenasül uzvunu aynada veya suda görmekle sabit olmaz. Çünkü görünen aynısı değildir, mi-saldir» demişlerdir. Eğer kişi camdan veya kadının içinde bulunduğu bir,; sudan bakarsa burada hüküm değişiktir. Çünkü göz su ve camı geçer; Onların içindekini görür. Bu kaidenin ifade ettiği manâ şudur: Ecnebi bir kadına aynı veya sudan bakmak haram değildir. Ancak farklı olarak nazar ve benzeri şeylerle nikâh haramlığı meydana gelebilmesi için şartlarında şiddet gözetilmiştir. Çünkü orada aslolan he-lâlliktir. Ama bakış bunun tam hilâfınadır. Zira bakışın yasaklanması fit-ne ve şehvet ´korkusundan ileri gelmektedir. Bu ise burada mevcuttur. Şâfiîlerden İbn-i Hacer´in Fetvâsı´nda gördüm: Orada Şâfiîler arasında da bir ihtilaf olduğu zikredilmiştir. Fa´kat bizim dediğimizde haramlığın oluşmasını tercih etti. Allah hakikati daha iyi bilir. 3 - Safîlerden bazılarına göre helâl olmayana bakmak haram olduğu gibi onu düşünmek de haramdır. Çünkü Cenab-ı Hâk «Allah´ın bazınızı diğerinin üzerine üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyiniz» buyur-muştur. Âyet bakmayı olduğu gibi temenniyi de menetmiştir. dediler. Al-lâme İbn-i Hacer, et-Tuhfe adlı kitabında: «Ecnebi bir hanımın güzelliklerim düşünerek hanımıyla ilişki kuran ve hayalinde sanki o ecnebi kadınla cin-si ilişki kurmuş gibi tasarlayan bir kimse bu kabilden değildir» diyor. Celaleddin Suyutî ve Takiyuddun Sübkî´nin aralarında bulunduğu bir cema-atten böyle bir düşüncenin helâl olduğu nakledilmektedir. Çünkü Çenab-ı Peygamber bir hadisinde: «Şüphesiz Allah benim ümmetim için nefisle-rinin peyda ettiğinden vaz geçmiştir» buyurmaktadır. Kişinin böyle bir şeyi hayal etmesi o kadınla zina etmeyi azmetmesini gerektirmez. Öyle ki kadını elde ettiği takdirde zina etmeye ısrar ediyorsa günahkâr olur. Buradaki olay ilişki kurduğu hanımını o ecnebi kadın farzetmesi, saymasıdır. Bazıları böyle bir şeyin yapılmasının mekruh olması daha uygundur, derler. Bu görüş «kerahet delilsiz olmaz» kaidesiyle reddedilmiştir. İbnu´l-Hâc el-Mâlikî şöyle dedi: «Böyle bir düşünce haramdır. Çünkü bu zina-nın bir çeşididir. Nitekim bizim alimlerimiz de böyle demişlerdir.» Nite-kim bizim alimler: «Bir testi alıp ondan su içen bir kimse gözünün önünde onu şarap sayıp içerse o su hayam olur» demişlerdir. İbn Hâc´cın bu gö-rüşü delille reddedilmiştir: Bu görüş gayet, uzaktır ve bunu destekleyen bir delil de yoktur. Bunu hülâsa olarak naklettim. Bizim katımızda bu meseleyi inceleyeni görmedim. Ancak Ed-Dürer´de musannif dedi ki: «Ki-şi suyu veya mubah olan başka meşrubatı içtiği zaman fâsıklar gibi coş-kunlukla taşkınlıkla içerse haram olur.» Bizim mezhebimizin kaidelerine en yakın olanı bunun helâl olma-masıdır. Çünkü o ecnebi kadının huzurundaymış gibi düşünmek, onunla cinsî ilişki kurulmuş gibi tahayyül edilmesi heyeti üzerine işleyen bir masiyeti tasvir etmektir. İçki meselesinin benzeridir bu. Sonra Tebyînu´l-Mehârîm kitabının sahibi ve âlimlerimizden olan ki-şi, gördüm ki, İbnu´l-Hâc Mâliki´nin yukardaki ibaresini naklediyor. Bu ibareyi kabul ediyor ve sonunda Resulullâh´dan şu hadisi naklediyor: «Bir suyu sarhoşluk veren bir içki mahiyetinde içerse bu su kendisi için haram olur.» Eğer desen ki: Oruçlu bir kimse ecnebi bir «kadını düşünüp menisi akarsa orucu bozulmaz, kaidesi böyle bir düşüncenin mubah olduğunu ifade etmektedir. Cevap olarak derim ki: Biz bunu teslim etmiyoruz. Çünkü o kişi ecnebi bir kadının fecrine bakarak menisi akarsa yine orucu bozulmaz. Halbuki böyle bir bakış it-tifakla haramdır. «Kadının ayak tırnaklarına bakmak da haramdır ilh...» kavline gelin-ce, burada hür kadın kast edilmiştir. Ölü olması şart değildir. Bu hüküm ayağın daha önce geçtiği gibi avret olmasına binaendir. «Ecnebi bir kadının manto gibi dış elbisesine şehvetle bakmak da haramdır ilh...» Daha önce Zahire ve başka kitablardan naklettik ki ka-dının bir elbisesi varsa, o elbisenin altında, onun bedenini süzmekte bir beis yoktur. Fakat elbise bitişik, daracık ve altındaki bedeni dışarıya aktarmayacak şekildeyse böyledir. Çünkü kişi bu takdirde sadece elbise ve kamete bakmış oluyor. Bu, tıpkı kadının içinde bulunduğu bir çadıra bak-mak gibidir. Eğer bedeninin çizgilerini dışarıya gösteriyorsa, organlarına bakıyor demektir. Buradaki ifadeden «şehvetsiz olmak»la takyid ettiği anlaşılır. Eğer şehvetle bakarsa mutlaka haramdır. İllet ise Allahu a´lem fitne kor-kusu olmalıdır. Çünkü şehvetle kadının dış elbisesine veya sırtındaki el-biselere bakıp onun bedeninin uzunluğunu, benzerini düşünmek, kişiyi onunla konuşmaya çeker, o da kişiyi başka bir harekete götürür. Muh-temeldir ki buradaki neden, zaruret olmaksızın helâl olmayan bir şeyden lezzet almak olsun. Dikkat edilsin; acaba şehvetle nakşedilen bir resme, bir surete bak-mak haram mıdır İşte burada tereddüt yeridir. Yani bu tereddüdler olan bir meseledir. Bunun hükmünü görmedim. Tetkik edilsin. «İsterse saçına eklediği saç kendi saçı olsun, isterse başkasının sa-çı olsun ilh...» Tezvîr yani kandırma aldatma söz konusu olduğu için bu fiil haramdır. Nitekim gelecek hükümde de bu ortaya çıkacaktır. Başka-sının saçını saçına eklemek insanın bir cüzünden menfaatlenmek de var-dır. Fakat et-Tatarhâniye´de, kadın başkasının saçını saçına eklerse bu mekruhtur, hükmü yer almaktadır. Ruhsatlı ademoğullarının saçı olmayan saç hususundadır. Kadın örgülerini artırmak için başka bir insan saçı de-ğil, bir madde alıp ekler. Bu Ebû Yûsuf´tan da rivayet edilmiştir. Bunda ruhsat vardır. El-Hâniye´de şu hükmü yer almaktadır: «Kadın örgü ve perçemlerine deve tüyünden bir şeyi kılarsa bu zararsızdır, beis yoktur.» «Allah vâsileye lanet etmiştir ilh...» Vasile; o kadındır ki; tüyünü baş-kasının tüyünü eklemiş veya tüyü başkasının tüyüne eklenmiştir, kandır-maca bir tarzda. Mustevsile o kadındır ki, kendi isteği ile tüyüne tüy ek-lenmiştir. El Vasime o kadındır ki; yüzü ve kollarında derk yapar. El-Mustevşime o kadındır ki yüz ve kollarına derk yapılır ki kendisi de bunu istemiştir. El-Vaşire o kadındır ´ki, dişleri inceltilir, uçları sivril-tilir ve keskinleştirilir. Bunu acuze, ihtiyar kadın genç kadınlara benze-mek için yapar. el-Mustevşire o kadındır ki, emriyle onun dişine bu tat-bikat yapılır. Bunlar İhtiyâr´dan nakledilmiştir. Bunun benzeri İbnu´l-Esir´in Nihâye´sinde de vardır. İbn Esir sonunda şunu da ekler: Hz. Âise´den ge-len rivayete göre Vasile sizin kastettiğiniz değildir. Kadının saçtan soyun-masında boynuzlarından birisini siyah yünle bağlamasında herhangi bir beis yoktur. Vasile odur ki gençliğinde zani, yaşlandığında da saçını baş-ka bir şeyle ekliyor, bağlıyor. «Nâmise ilh...» Nâmise kelimesi tüylerini yolmak suretiyle sıyıran kadın demektir. Ecnebilere güzel görünsün diye bu işi yaptığı takdirde bu lanet vardır. Aksi takdirde eğer yüzünde kocasının nefretini gerektiren tüy varsa onu izale etmekte, sıyırmakta «haramlılık vardır» hükmü uzak olur. Çünkü güzelleşmek maksadıyla süslenmek kadınlara matluptur. Ancak zaruretin gerektirmediği bir şeye halledilirse o.zaman olur. Çünkü onları cımbızla yolmakta eziyyet vardır. Tebyinu´l-Mehârim adlı kitabta şu hüküm yer almaktadır: «Yüzden tüylerin sıyrılması haramdır. Ancak kadın için sakal veya bıyıklar biterse onu sıyırması haram olmaz. Hatta bu, mustahabtır» Et-Tatarhâniye´de el-Muzmarattan nakledilerek şöyle denildi: «Muhanneslere benzemedik-ten sonra kişi kirpiklerini ve yüzündeki tüyleri alabilir.» Bunun benzeri El-Müçtebâ´da da vardır vardır. Düşün. Metinde bahsi geçen «el-Hâsiyy» iki yumurtalığı çıkarılmış kişi de-mektir. El-Mecbûb, hem yumurtalıkları, hem de tenasül uzvu kesilmiş in-san demektir. «Muhannes» o kimsedir ki kadınların elbiselerini giyinir ve cinsi ilişki bakımından ´kendisini kadınlara benzetir. Kendi isteğiyle yumuşak konuşur. Kuhistânî. Yani başkasına nefsine musallat olma im-kânını verir. Azasında yumuşaklık ve kırıklık olup kadına iştahı çekmeyen muhannese gelince, bazı meşayihimiz böyle bir kimsenin kadınlarla beraber bırakılmasını ruhsatlı görmüştür. Delil olarak şu âyeti ileri sürmüşlerdir: «Ya da erkeklerden yana ihtiyacı olmayan arzusuz veya ihtilafsız hizmet-metçilerden... (Nur, 31) bazıları : «O, kadınları iştahı çekmeyen muhannestir» demişlerdir. Bazıları, «Suyu kurumuş, tenasül uzvu kesilmiş kişidir» demiştir. Bazıları: «Ondan maksad kadınlara ne yapacağını bilmeyen eb-lehtir» demiştir. Böyle bir eblehin gayesi karnını doyurmaktır. Yaşlı bir ihtiyar ise şehveti de ölmüş ise karnını doyurmaktan başka1 bir hedefi yok demektir. En sıhhatlisi bu âyet hakkında şöyle dememizdir: Bu ayetin «Evittâbiîn» tabiri müteşâbihtir. «Müminlere söyle, gözlerini haram bakış-lardan tutsun» kısmı ise muhkemdir. Biz buna yapışırız. İnâye. «Fahal gibidir ilh...» Yani iğdiş edilmiş kişi bazan cima eder. Hatta «o cima yönünden daha şiddetlidir» demişler. Çünkü onun menisi hızlı şekilde değil, damla damla gelir. Ondan olan çocuğun nesebi de sabit-tir. Zekeri kesilmiş (mecbub) ise bazan oğmakla sevicilik yapar menisi gelir. Muhannes ise fâsık bir failidir. Kuhistânî ibaresine eklemeler ya-pılmak suretiyle. METİN Cariyesinden izin almaksızın azletmesi caizdir. Hürr hanımından ve-ya cariyesinin mevlasından ancak izin alarak azl caiz olur. Bazıları zamanın fâsid olduğundan ötürü izin almaksızın da azl yapmak caizdir demistir. Bu durumu İbn Sultan zikretmiştir. İZAH «Azletmesi caizdir ilh...» «Azl», hanımı veya cariyesiyle cima ediyor-ken meninin akış zamanı geldiğinde tenasül uzvunu çekip meniyi dışarı-ya akıtmaktır. «Hür hanımından veya cariyesinin mevtasından ilh...» Hür bir kadın-dan izin almak suretiyle ancak kocası bunu yapabilir. Nikâhlı bir câriye de böyledir. Fakat Gâyetu´l-Beyân adlı eserde «Herkesin ittifakla cariye-nin mevlâsı için izin vardır» dediklerinden sarih, «Ve cariyenin mevlasından izin almak,» kaydını burada eklemiştir. Çünkü Câmiussağîr´de yer aldığı gibi zahiri rivayette câriye mevtasından izin almakta hilaf yoktur. İki imama göre ise izin sadece hür kadın için gereklidir.» Sonra bu baliğe bir kadın hakkında verilir. Küçük kadın ise kocası kendisinden izin almadan azl yapabilir. Nitekim bu durum Köle Nikâhı bahsinde geçmiştir. «İzinsiz de caizdir denildi ilh...» El-Hindiye´de Kitâb´ın cevabının za-hirinden anlaşılıyor ki, ´kist izinsiz bunu yapamaz. Fakat burada yapabilir, geçti. Nitekim bu durum El-Kübra´da da böyledir. Kişi hanımını azil-den men edebilir. Kerderî´n´in el-Vecâzi´nde hüküm böyledir. Ez-Zâhîre´de sadece sarihin söylediği kaydedilmiştir. Köle nikâhın-da el-Hâniye ve başka kitablara tabi olarak bu kaide üzerinde yürünmüştür. Biz orada En-Nehr´den bir bahis takdim ettik ki kadınların yap-tığı gibi kadın rahminin ağzını kapatabilir. Bu da El-Bahr´daki «Kocası-nın iznini almadan böyle yaparsa haramdır» hükmüne muhalif olarak böy-le yer almıştır. Lakin bu El-Kübrâ´daki kaideye de muhaliftir. Ancak bunu fesad korkusunun olmaması üzerine hamledersek olur. Düşün. Ez-Zâhîre´de kadın rahmine girmiş olan meniyi atmak isterse bu hu-susta söyle demişlerdir: Eğer ruhun üfürülmesi müddeti üzerinden geç-mişse onun atılması mubah değildir. Bundan önce ise meşayih, mubah olup olmadığı hususunda ihtilâf etmiştir. Ruhun üfürülmesi yüzyirmi gün-le hadiste kaydedilmiştir. El-Hâniye´de denildi ki: «Ben bu hükme kail de-ğilim. Çünkü o yumurta avlanılan hayvanın esasıdır. En azından bu me-niyi atan bir kadın, özürsüz ise günahkâr olur.» Tamamı «Ölü Yerlerin İhyâsı» bahsinden önce gelecektir. Allah hakikati daha iyi bilir. İSTİBR VE DİĞER KONULARA DAİR BAB METİN Herhangi bir cariyenin bedeninden faydalanmaya malik olan bir kişi istibrâ etmeden ona yaklaşamaz. Mülk edinmek, meselâ satın almak, ba-badan miras kalmak, esir almak, cinayeti defetmek ve kabzedildikten sonra alışverişi feshetmek ve benzeri yollarla olabilir. «Cariyeden fayda-lanma» kaydını getirdik ki ileride geleceği gibi erkeğin hanımının satın alması tarifin dışına çıksın diye. Mülk edinilen cariye isterse bakire olsun, isterse bir köle veya ca-riyeden satmalınmış olsun, velev ki bu satan köle cariyeyi alanın köle-si dahi olsa, -Mükâtebi gibi- bir de alışveriş yapmasına izin verdiği köle gibi. şu kadar var ki o kölenin bütün kazancı borç ile kapsanmış olacaktır. Aksi takdirde onda istibrâ olamaz. Bu ya cariyenin mahremle-rinden onu satın alırsa, bu mahrem de cariyenin mahreminin gayrisi ola-caktır. Çünkü yakın rahmi olursa cariye azad edilir. Ve bu çocuğun ma-lından o cariyeyi almış olursa, velev ki bu çocuk tıflı olsa dahi. Bütün bu durumlarda cariye ile cinsî ilişki kurmak, -en sıhhatli görüşe göre- ilişkinin öncülerini dahi yapmak haram olur. Çünkü cariyenin gebeliği ortaya çıktı mı, bu işi başkasının mülkünde icra etmiş oluyor. Evet, o cariyeyi -hayz görüyorsa- bir hayz geçirmek suretiyle eğer hayz gör-müyorsa bir ayı geçirmek suretiyle istibrâ etmesi, gerekir. Hayz görmeyen «aylar sahibinden» maksad, cariye, küçük veya hayızdan ümidini kesmiş olandır. Eğer bir aylık zamanda yeniden hayz gö-rürse, günlerle olan istibrâ bâtıl olur, bir hayz müddeti beklemesi gere-kir. Hem hayzı kaldırılmışla yani tahareti uzayıp giden kadınsa, cariyeyse, kendisi de esasen hayz görenlerden ise, bu takdirde İmam Muhammed´e göre iki ay on gün istibrâ müddeti, bekletilir. Bununla da fetva verir. İstihzali bir kadını ayın başından on güne kadar bekletir, sonra cin-sî ilişki kurabilir. Bercendî ve başkası. İyice öğren. Hamile ise istibrâ hamlin vaz´iyle olur. Cariyeyi mülk edindiği zaman hayızlı ise, o hayz istibrâ sayılmaz. Mülk edindikten sonra kabzetmezden önce hayız varsa o da istibra sayılmaz. Mülk ettikten sonra kabzetmezden önce doğum yapmışsa o da istibra sayılmaz. Nitekim hayz ve benzeri, satıştan sonra olursa ve fuzulî alışverişin caiz, geçerli sayılmasından önce kabızdan sonra hasıl olanla da iddet çekilmez. Çünkü mülkiyet yok-tur. Ortağının payını satınalmakla yani aralarında müşterek olan bir ca-riyenin ortak payını satın almakla mülkü tamam olduğundan dolayı is-tibra etmesi yani iddet çekmesi vacib oluyor. Kadın mecûsî veya mükâ-tebe ise gördüğü bir hayz, istibrâsı için kâfi gelir. Şöyle ki, kişi mecû-sî bir cariyeye veya müslüman, fakat satınaldıktan sonra kendisiyle ki-tabet yapılan bir cariyeyi satın alırsa, bu da istibradan önce ise, hayız gördükten sonra mecûsî cariye müslüman olur, mükâtebe akdine ma-ruz kalan cariye de kitabet aktindeki malı verip kendisini azad etmekten âciz olursa; bu mülkten sonra mevcut olduğundan dolayı kâfi gelir. Dâru´l- İslâm´da efendisinden kaçmış bir cariye geri döndüğünde is-tibrâsı vacib değildir. Haniye. Gâsıp bir cariyeyi gasbeder, ona dokunmadan Önce cariye ilk sahi-bine dönerse yine istibra yoktur. Haniye. Ücretle verilen veya bir rehni açmak için verilen cariyenin de istibra etmesi gerekmez. Çünkü mülk yeniden peydah olunmuş değildir. Eğer kabızdan önce alışverişi kaldırırsa beyinin yani satan üzerinde istibra yoktur. Tıpkı hıyar ile onu satması gibi. Çünkü önce o kabzedildi. Sonra muhayyerliğiyle onu iptal etti. Evet, burada mülkünden çıkmadığı için istibra yok. Eğer mudebbere kıldığı veya ümmülveled olan cariyesini sa-tarsa ve müşteri onunla cinsî ilişki kurmazdan önce kabzederse yine du-rum böyledir. Kocası cinsi ilişki ´kurmazdan önce onu boşarsa eğer istibradan sonra kocası olmuşsa yine durum böyledir. İstibradan önce ise muhtar fetvaya göre istibra vâcib olur. Zeylâî. Ben derim ki: El-Celâliye´de şu mesele yer almaktadır: Başkasının iddetini çekmekte olan cariyeyi satın aldı, ve kabzetti. Sonra üzerinden iddet geçti. Artık onu yeniden istibrâya tabi tutmaz. Çünkü sebebin mev-cut olduğu bir devrede satanın onunla cinsî ilişki kurması helâl değildir. İZAH İstibra cariyenin rahminde çocuk olup olmadığını ortaya çıkarmak demektir. Bu istibra vacibtir. Vücubu üzerinde icmâ olduğundan dolayı bazıları «onu inkâr eden kâfir olur» demiştir. Sahabelerden meşhur olan-ları inkâr gibi. Alimlerin umumuna göre haberi ahadla sabit olduğundan dolayı inkâr küfrü gerektirmez. Nitekim en-Nazm´da bu yer almaktadır. İstibrânın sebebi mülkün yeniden oluşması, illeti cinsi ilişki iradesi, şartı ise hamilde olduğu gibi meşguliyetin hakikati veya hamile olmayanda olduğu gibi vehmedilmesidir. Hükmü ise rahmin beraatini bilmektir. Hikmeti ise hürmetli suların korunmasıdır. Fakat bu sonradan olan bir şey olması sebebiyle hükmün gereği olarak elverişli değildir. Ama sebeb böyle değildir. Çünkü o sebkat etmiştir. Hüküm, onun üzerinde dön-mektedir. Eğer bazı gelen suretlerde olduğu gibi cinsi ilişkinin olmadığını bilse dahi böyledir. Dürrü Müntekâ. İstibrâ´da esas Resulullah´ın Evtas Savaşı´ndaki tutsaklar hakkında söylediği şu sözdür: «Dikkat edilsin, gebe ile cinsi ilişki kurulmasın. Ta ki hamillerini vaz edinceye kadar. Gebe olmayanlar da bir hayz ile be-denlerinin meşgul olmadığını ortaya koymadıkça onlarla da cinsi ilişki kurulmasın.» Hadisi Ebû Dâvûd ve Hâkim rivayet etmişlerdir. Hâkim «hadisin hasen ve sahih» olduğunu söylemiştir. Bu umumdur. Zira tutsaklar bakireler ve bakire olmayanlardan hali değildir. Yani içlerinde bakireler ve bakire ol-mayanlar vardır. Binaenaleyh bu hikmete tahsis edilemez. Çünkü bu, da-ima bir şekilde yürümez. Hadisteki «Hübâlâ» kelimesi hublâ´nın cemidir. Hublâ gebe kadın de-mektir. Hayalâ kelimesi de hamli olmayan kadın manâsına gelen hail´in ço-ğuludur. İstibrânın bir kısmı vardır ki müstehabtır. O daha sonra gelecektir. «Ve diğerlerinden ilh...» maksad, öpmek, boyna sarılmak, müsâfaha etmektir. «Kim ki cinsi ilişki kurmakla bir cariyeden menfaatlenmeye sahib olursa ilh...» ve mülkiyeti de yeni bir mülkiyet ise demektir. (Yani eski-den de mülkü idi, sonra kaçtı, tekrar döndü anlamında değilse). Maksat sağ eliyle mâlik olduğu câriyedir. Binaenaleyh eğer efendisi kendisiyle cinsi ilişki kuran bir cariye ile evlenirse, Ez-Zâhîre´de yer alan bir hükme göre, «Kocasının onu istibrâ görevi yoktur. İmamın katında hüküm böy-ledir.» Ebû Yûsuf, «İstihsânen istibrâ edecektir ki, iki kişinin tek temiz-likte aynı kadında cinsi ilişki kurması durumu olmasın» dedi. Ebû Hânife: «Nikâhın akdi sahih olduğu zaman, onun rahminin Şer´an beri oldu-ğunu do tazammun etmektedir. İşte istibradan maksud da odur» dedi. Cariyenin efendisi hakkındaki konuşma kaldı. Ez-Zâhîre´de dedi ki: «Efendisi cariyeyi satmak istediği zaman eğer onunla cinsi ilişki kuru-yorsa müstahab odur ki onu istibra etsin, sonra satsın. Cinsi münasebet-te bulunduğu cariye evlenmek istediği zaman onlardan bazıları onunla cinsi ilişki kuruyorsa ulema «onun istibrasını beklemek müstahabtır» de-diler. Fakat sahiha göre istibra burada vacibtir. Es-Serâhsî de buna mey-letmiştir. Fark şudur: Satışta müşteriye istibra vacibtir. Ama burada de-ğil. Böylece maksad hasıl olur, onu satıcıya vacib kılmanın da manâsı kalmaz. El-Münteka´da Ebû Hânife´den: Kullanmakta olduğu cariyeyi is-tibra etmeden satması mekruhtur.» rivayet edilmektedir. Ve onların benzeri ilh...» sözünden maksadı hibe, hibeden caymak, sadaka, vasiyet, hul´a bedeli, sulh bedeli, kitabet veya ıtk veya icare gibi durumlardır. «Bakire dahi olsa istibra lazımdır ilh...» Çünkü hüküm sebeb üze-rinde dönmektedir. O da mülkün hudududur. Çünkü bu daha önce sebkat etmiştir. Kuhistânî bunu söyledi. Ebû Yûsuf «Cariyenin rahmi satanın suyundan boş olduğunu yüzde yüz biliyorsa istikraya lüzum yok.» diyor. «Eğer borç ile her tarafı kaplı ise ilh...» ibaresinden maksad, borcun onun boynunu, elindeki malı .kapsamıştır. Ve bu Ebû Hânife´nin katında böyledir. Çünkü efendisi o zaman onun kesblerinden hiç bir şeye malik değildir. İmameyn katında ise maliktir. İtkanî. Birinci görüş istihsan. ikinci ise kıyastır. Haniye. «Eğer borç bütün borcunu kapsayıcı değilse ilh...» Yani hiç yoksa o zaman istibra bahis konusu değildir. Bu durum da cariye kölenin ka-tında hayız gördüğü takdirde böyledir. Ama efendisine hayz görmezden evvel cariyeyi satarsa efendisi onu istibra etmek mecburiyetindedir. Velev ki izin verdiği köle borçlu değilse dahi. Nitekim bu du-rumu Vehbânîye´den Şurunbulâlî nakletti ve müellif de Metni Dürer´de bu-na işaret etmiştir. «Eğer cariyeyi yakın olmayan mahreminden satın alırsa ilh...» mese-lâ satanın annesidir, kız kardeşidir, veya süt kızıdır veya babasının veya oğlunun hanımıdır veya satan kişi o cariyenin annesiyle veya kızıyla ci-ma etmiştir, bu takdirde istibrâya lüzum yoktur. «Cima davetlisi durumlar da böyledir ilh...» Öpmek, boyna sarılmak, ferce şehvetle ve şehvetsiz bakmak gibi durumlardır. İmam Muhammed tutsak cariyede cinsi ilişkilerin isteyikcileri onu haram kılmadı dedi. Kuhistânî. «En sıhhatli görüşe göre´ilh...» ibaresi cinsi ilişkinin öncülerine ka-yıt olarak zikretmiştir. Onun için onu bu tarzdan ayrı zikrettiler. O da bazılarının: «cimaa davet eden davranışlar» sözünden ihtiraz etmeleri için. Çünkü cinsi ilişkinin haram olması suyun karışmaması Nesebin ka-rışmaması içindir. «Muhtemeldir cimaın öncüleri ilh...» Cariyenin gebe olması ihtimali vardır. O vakit satan «bu çocuk benimdir» der; böylece onun başkasının mülkünde tasarrufu böylece ortaya çıkmış olur. Fakat bu T. de dediği gibi tutsak olarak gelen cariyede bu şekilde tezahür etmez. «İstibra süresini geçirinceye kadar ilh...» Eğer istibrâdan önce ca-riye ile cinsi ilişki ´kurarsa günahkâr olur. Artık ondan sonra istibrâ, o ilişki kuran için bahis konusu değildir. Nitekim bu durum Es-Sirâciye, El-Mubteğâ ve Şurunbulâliye´de yer almaktadır. «Hayzı kesilmiş ilh...» ibaresi el-Minâh ve ed-Dürer´de yer almıştır. Eş-Şurunbulâliye buna itiraz etmiştir. Şöyle ki: Eğer bundan hayzdan ke-silmiş olan kadınlar kastedilmişse zaten bu ibare daha önce vardı. Eğer temizlik hali uzayan kadın hakkında ise devam eden ve uzanan bir ka-dın kastedilirse «eğer hayzı kalırsa» ibaresi bunu ortadan kaldırmış olu-yor. Ed-Durru´l-Münteka´da şu hüküm vardır: Bil ki hayzı kesilen kadın o kadındır ki sinnen baliğ olmuştur, fakat daha hayza girmemiştir. Böyle bir kadının hükmü ittifakla küçük bir kızın hükmü gibidir. Hayzı ortadan kalkmış kadın ise o hayza girmiş, velev ki bir defa olsun. Sonra hayzı ortadan kalkmış ve uzanmış gitmiştir. Bunun için de buna «temizlik» müd-deti uzanmış kadın» deniliyor. Fakat burada hilaf vardır. İşte bu ince-lik Ed-Dürer´in muhaşşisi Es-Şurunbulâliye´ye gizli kalmıştır. Düşün. «İmam Muhammed´e göre ilh...» şeklindeki ibare İmam Muhammed´ in bilâhare kabul ettiği noktaya işarettir. İmam Muhammed daha önce dört ay on gün beklenmesini söylemiştir. Zahir rivayeye göre o kadın hamile olup olmadığı ortaya çıkıncaya kadar bekletilecektir. Meşayih bu ortaya çıkma zamanı konusunda ihtilaf etmiştir. En ihtiyatlı görüş iki senedir. Ve en şefkatli olan da budur. Çünkü iki sene öyle bir müddettir ki cariyenin nikâhtaki rahmi başmüdür değil midir, bilinmesine elve-rişlidir. Mülki yeminde ise bundan daha az olması evlâdır. «Bununla fet-va verilir ilh...» Eş-Şurunbulâlî El-Kâfî´den bunu nakletti. «Mustehaze bir kadın ayın başında on gün terkedilir ilh...» Bu adeti-ni bilen bir kadın için geçerlidir. Böyle olunca da hayz müddeti on gün-dür diye bir müddet tayin edilmez. Bir de ilk baliğ olduğu anda kan ak-maya başlamış ve devam etmiş kadın için bu fetva geçerlidir. Çünkü onun hayzı on gün, tuhru ise her ay yirmi gündür. Zahire göre musan-nifin kelâmı buna hamledilmektedir. Hayret yani şaşkınlık içinde olan bir kadın için bu geçerli değildir. Yazılsın. El-Kuhistânî´nin El-Muhît´ten nak-lettiği ibare şöyledir: Eğer istihaze kanına müptela bir cariyeyi satın alır-sa ki bu cariye hayzını bilmiyorsa ayın başından on gün terkeder. Öyle ise bu bilgisizlik kaydıyla kayıtlıdır. T. Ez-Zâhîre´de de El-Kuhistânî´nin benzeri vardır. «Hamile kadında ilh...» Zina yoluyla dahi olsa hamile bir cariyenin istibrâsı hamilinin vaz´iyledir. «Mülkten sonra ve kabızdan önce olan istibraya itibar yoktur ilh...» Yani bayi´den veya bayi´in vekilinden kabzetmeden önceki istibraya itibar yoktur. Eğer satılan cariye adil bir kimseye parası verilinceye kadar tes-lim edilirse ve cariye o adil kişinin yanındayken hayz görürse yine de bu, istibradan sayılmaz. El-Hazane böyle dedi. Kuhistânî. «Doğurmakla da istibra olmaz ilh...» Yani nifâs -lohusa- müdde-tinden sonra tekraren istibra edecektir. Fakat burada Ebû Yûsuf muhalefet etmiştir. Kuhistânî. «Ve hayzın benzeri ilh...» dediği üzerinden bir ayın ve doğumun geç-mesi kastedilmektedir. T. «Fuzulî bey´in caiz, geçerli sayılmasından önce ilh...» ibaresine ge-lince, bu hüküm cariyenin iki kişi arasında ortak olduğunu, birisi ortağının iznini almadan onu sattığı şekli de kapsamaktadır. el-Velvâliciye´de de böy-le yer almaktadır. «Çünkü sıhhatli bir akde dayanan kâmil bir mülkiyet yoktur ilh...» Aksi takdirde fasit bir satın alma kabız mülkiyeti ifade eder. Nitekim bu yerinde bilindi. H. Bunun benzeri es-Sa´diye´de de vardır. Bunun için ba-liğe ayıptan veya fesattan ötürü kabızdan sonra reddedilene de istibra vacibtir. El-Bezzâziye´de böyle hüküm vardır. El-Velvâliciye´de reddetme yetkisini kazaya yani kadının hükmüne bağlamıştır. «Bir hayz kâfi gelir ilh...» Benzeride yeter. Kabızdan sonra gördüğü bir hayız ve benzeri kâfi gelir. Hidâye. «Veya cariye mükâtebe ise ilh...» ibaresine gelince, yakın bir yerde hileller bahsinde gelecektir ki müşteri satın aldığı cariye ile kitabet akti yaptığı zaman istibra düşer. İşte burada «kâfi gelir»in manâsı acaba ne demektir Sonra gördüm ki müellif bunu da böylece müşkül saymakta-dır. Biz, Allah´ın inayetiyle bunlar arasındaki muvafakati zikredeceğiz. «Çünkü ilh...» O hayız mülkten sonra meydana gelmiştir ibaresi kâfi gelirin nedenidir. Yani kâfi gelmesi istibra sebebinin varlığından sonra hayzın meydana gelmesidir. Cinsi ilişkinin bunun istibra yerine kaim olup kâfi gelmesine mani değildir. Tıpkı bir adam ihramda olan bir cariyeyi satın alır. Cariyenin ihram halindeyken hayıza girmesi gibi. İtkanî. «Yani Darulislâm´da ilh...» sözüne gelince, yani o Darulislâm ki harb ehli orayı yurdlarına katmamışlardır, eğer onu yurtlarına ´katarlarsa onla-rın mülkü olur. Binaenaleyh onların mülkü olan bir cariye sahibine her-hangi bir yoldan iade olunursa bütün görüşlere göre istibra sahibine gö-redir. Eğer cariye darulharpte durursa, sonra gelip sahibinin eline geçer-se İmamın kavline göre istibra vacib değildir. Çünkü onlar cariyeyi mülk edinmemişlerdir. mameynin katında istibra vacibtir. Çünkü onlar cariyeyi mülk edinmişlerdir. El-İtkânî ve başka müellifler de bunu ifade ettiler. «Gasbeden, cariyeye dokunmazsa ilh...» ibaresine gelince, bazı nüshalarda «onu satmazsa» ibaresi vardır. Ve bu ibare daha doğrudur. Ve Eş-Şurumbulâlî´deki ibareye uygundur. Şurunbulâlî´de şu hüküm de vardır: «Eğer onu satarsa ve müşteriye teslim ederse, sonra kendisin-den gasbedilen kişi o cariyeyi mahkeme kararı veya rıza ile elde ederse eğer müşteri onun gasb malı olduğunu biliyorsa malik üzerine istibra vacib olamaz.» İsterse gasıbtan olan müşteri onunla cinsi ilişki kursun, isterse kurmasın. Eğer müşteri satınaldığı zaman gasb olduğunu bilmi-yorsa, bununla beraber cinsi ilişki kurmamışsa onun için istibra vacib değildir. Eğer onunla cinsi ilişki kurmuşsa vacjb değildir, istihsana göre vacibtir. «Kadıhân´da böyledir.» Bununla bilindi ki gasıp gasbettiği cariye ile cinsi ilişki kurarsa sa-hibinin eline düştüğü zaman istibra vacib değildir. Tıpkı gasıptan olan ve gasp malı olduğunu bildiği halde cariyeyle cinsi ilişki kuran müşterinin yaptığı gibi. Çünkü bu zinadır. Zinada istibra yoktur. «Kabızdan önce ilh...» ibaresine gelince, yani müşterinin kabzından önce demektir. Eğer müşterinin kabzından sonra olursa istibra lazım ge-lir, mecliste ikisi de ikâle anlaşması yapsalar Ebû Yûsuf´tan gelen riva-yete göre, ayrılmazdan önce akdi bozarlarsa vacib gelmez. Zahirîye. «İsteğiyle onu satması gibi ilh...» ibaresine gelince, yani burada hı-yarı şart sadece satana vardır. Nitekim «sonra kendi hıyarıyla onu iptal ederse» ibaresi de buna işaret eder. O hıyarı şart müşteri için de varsa, kabızdan önce müşteri bunu feshederse, bütün bunlarda icmaen böyle-dir. Fakat kabızdan sonra feshederse imamın katında böyledir. İmameyne göre satana istibra gerekir. Çünkü müşterinin hıyarı imameyne göre müş-terinin mülk edinmesine mani değildir. Fakat İmama göre manidir. Eğer müşteri ayıp hıyarıyla satın aldığı cariyeyi geri verirse eğer o ayb mu-hayyerliği ile verirse bu takdirde satana istibra etmek gerekir. Çünkü bu müşteriye mülkün sabit olmasına mani değildir. El-İtkânî bunu ifade etmiştir. «Kabzedildi ise ilh...» ibaresi kabzedilmeksizin olursa daha evlâ ola-cağı manâsını ifade eder. «Bayi üzerinde istirdâddan sonra istibra yok ilh...» Çünkü alışveriş sıhhatli değildir. Velev ki kabızdan sonra istirdâd olsa dahi. «Eğer müşteri onunla cinsi ilişki kurmamışsa ilh...» ibaresine gelin-ce, eğer cinsi ilişki kurmuşsa istibra edecektir. Zeylâî ve Nihâye. T. dedi ki: «Müdebbere veya ümmül veled olan bir cariyenin satışı bâtıldır.» Kabızla da satılan satın alanın mülkü olamaz. Binaenaleyh bu takdirde müşterinin onunla cinsi ilişki kurması zina olur ve onun için is-tibra bahis konusu değildir. Yazılsın.» Bu hüküm gasp edenden satınaldığı cariyeyle cinsi ilişki kuran müş-terinin ilişkisi gibi olmalıdır. Bu durum daha önce geçti. Aralarındaki fark umulur ki şu ölsün: İhtilaf şüphesi vardır. Çünkü mudebbere cariyeyi sat-mak İmam Şafiî katında caizdir. Ümmül veledin satın alınması hususun-da İmam Ahmed´den bir rivayet gelmiştir. Madem ki bazı imamların katında mudebbere ile ümmül veled cariyelerin satışı caizdir, müşterinin böyle bir cariyeyi satın alarak onunla cinsi ilişki kurması zina sayılmaz. Onun için satan kişiye istibra vacib oluyor. Geri aldığı zaman. Ama gasb meselesi böyle değildir. İşte bana görünen budur. «Eğer istibrâdan sonra onunla evlenmiş ise ilh...» yani mülküdür, evvelâ istibra yaptı, sonra onunla evlendi. «Eğer istibradan önce ise ilh...» ibaresine gelince; yani istibradan önce ve kabızdan sonra evlenmiş ise duhulden önce yani cinsi ilişki kurmazdan önce kocası onu boşarsa en seçkin görüşe göre malik üzerine istibra vacib olur. Evlenmeden sonra hayız gören meselesi kalıyor. Aca-ba bu hayız istib raiçin kâfi midir Zahire göre, evet kâfidir. Tıpkı evvela cariyeyi satın alır, sonra onunla kitabet akti yapar, cariye hayıza girer ve borcunu ödemekten aciz kalır meselesinde olduğu gibi. Daha önce geçti. Düşün. «Bayi için ilh...» sözünün doğrusu «müşteri için»dir. Helâl olmaz iba-resine gelince, doğrusu müşteri içindir. Çünkü mahreminden satın alı-nan bir cariyede istibra vacibtir. Ebussuud bunu ifade etmiştir. Ez-Zâhîre adlı kitapta; «Bir cariyeyi satın aldı, kabzetti ve o cariye üzerinde talâk veya vefat iddetinden bir gün veya daha fazla veya daha az var ise sonra onu istibra etmesj lazım değildir. Çünkü kabız halinde-vacib olmamıştır. Tıpkı cariye nikâhla meşguldür, meselesinde olduğu gibi. Çünkü cariyeden cinsi ilişki mülkiyet istifadesi yapmaz. Zahirenin: «Mül-kiyet istifadesi yapmaz» sözü müşteri yapmaz demektir.» Zahirine bakılırsa satın aldığından bir lahza sonra iddeti biten bir cariye için istibra vacib olmaz. Bu mesele mecusî yani ateşperest olan bir cariye konusunda müşkülleşiyor. Zira kişi müşteri katında hayız gör-mezden önce müslüman olan bir mecusîye cariyenin îstibracı vacib ol-makla beraber kabz veya beyi anında onunla cinsi ilişki kurması helâl değildir. Aralarında şu fark yapılır: Mecusiyi satın almakla cinsi ilişki mülkiyetinden istifade etti. Fakat hayız gibi biri mani olduğundan dolayı bu istifade haram olur. Ama başkasına iddetini çeken böyle değildir. Çünkü daha önceki ibareden insanın zihnine ilk gelende olduğu gibi bu-rada hiç bir şey istifade etmemiştir. Cariye doğurursa o çocuğun nesebi kocadandır. Onu satın alandan değildir. Düşün. METİN Cariyeyi satanın tuhur zamanında cariyeye yaklaşmadığını bildiği za-man istibranın düşmesine dair çare aramasında bir beis yoktur. Eğer bu-nu kesinlikle bilmiyorsa o hileyi yapamaz. Bununla fetva verilir O çare şöyledir: Kişinin altında bir hürre kadın yoktur. Veya dört cariye yok. Kişi evvelce cariyeyi nikâhlar, kabzeder. Sonra sahibinden satın alır. Ve der-hal onunla cinsi ilişki onun için helâl olur. Çünkü istibra nikâhla vacib olmaz. İZAH «Bir beis yoktur ilh...» Bilmiş ol ki Ebû Yûsuf dedi ki: «İstibrâyı dü-şürmek için çare aramakta mutlaka herhangi bir beis yoktur. Çünkü kişi onun hükmünü iltizam etmekten imtina ediyor. Zira onu lazım olduğu şe-kilde yerine getirmekten korkuyor.» İmam Muhammed mutlak bir şekilde bu hileyi mekruh görmüştür. Çün-kü bu hile şer´i ahkâmdan kaçmaktır. Şer´î ahkâmdan kaçmak da mümin kişilerin ahlâkından değildir. Eğer satanın cariyeye yaklaşmadığını bili-yorsa Ebû Yûsuf´un görüşünü tatbik eder. Eğer yaklaştığını biliyorsa İmam Muhammed´in sözü tatbik edilir. Çünkü Resulü Ekrem, «Allah´a ve son güne iman eden iki kişi için bir tek kadın üzerinde aynı temizlik anında bir araya gelmeleri ve ikisinin de cinsi ilişki kurması helâl değildir.» buyurmuştur. Şu temizlik müddetinde satan cariyeye yaklaşmamış ise Resulullah´ın bu yasağı tahakkuk etmemiş oluyor. Ebusuud şöyle dedi: «Hiç bir şey bilmiyorsa, yani yaklaşmış mıdır yaklaşmamış mıdır, bu du-rumu bilmiyorsa zahire göre İmam Muhammed´in kavline göre fetva ve-rilir. Çünkü rahmin meşgul olması zannedilir. Ben El-Allâme Nuh Efendi´nin haşiyesinde aynı fetvayı ihtiva eden ibareyi gördüm.» «Bu temizliğinde ilh...» Eğer satan hayız halinde cariye ile cinsi iliş-ki kurmuş ise bu istibrayı düşürmek için yapılan hilede herhangi bir ke-rahet yoktur. Kuhistânî. «Yani dört tane cariye ilh...» Eğer cariyeyi satın alanın altında nikâh aktiyle dört tane cariye varsa o zaman istikra yapamaz. Eğer musannif burada İbn-i Kemal gibi: «Eğer onun altında nikâhı men eden birisi yoksa» ibaresini kullansaydı kendi ibaresinden daha uygun olurdu. «Onu nikâh ettikten sonra kabzederse ilh...» Yani kabz satın almak-tan önce olacaktır. Bu El-Halvânî´nin görüşüdür. Ez-Zeylâî bu görüşle Hidâye sahibinin ibaresine itiraz etmiştir. İbn Kemal bu kaydın El-Hâniye adlı kitabta yer aldığını zikretmiştir. Bu kayıt lazımdır. Taki nikâhın fesa-dından sonra satın alma hükmüyle olan ´kabz mevcut olmasın. El-Hidâ-ye´deki görüş Serahsî´nin sözüdür. Bu El-Mülteka´nın, El-Mevahib ve El-Vikâye´nin de zahiridir. El-Kuhistânî dedi: «Bizim söylediklerimizle yani nikâhla kişi için ya-tak sabit olur. ´O yatak da şer´an kadının rahminin boş olmasına delâlet eder. Alış-verişle yani satmakla ancak rekâbesini mülk edinmiş olur. Böylece ortaya çıktı ki musannif katında seçilen, ihiyar edilen Serahsi´nin sözüdür. O Serahsi ki İmam Odur. Halvânî´nin sözünü terketmekten ötürü kişinin boynunda herhangi bir kınama yoktur.» METİN Sonra hanımını satın aldığı zaman istibrâ yine de vacib.olmaz. Ed-Dürer´de Zahîruddin´den nakledilmiştir ki; satın almadan önce cinsi iliş-ki kurması şarttır. Bunun sebebini de zikretmiştir. Eğer kişinin altında hürre bir kadın varsa bu istibrânın düşmesi için satan, satma olmadan ön-ce onu güvendiği bir kimse ile evlendirir. Nitekim bu hüküm ileride gele-cektir. Veya satın almak isteyen onu kabzetmezden evvel güvendiği ve altında hürre bir kadın olmayan bir kimse ile evlendirir. Veya cariyenin emri onun veya kendisinin elinde olmak şartıyla evlendirir, dilediği zaman eğer alan ´koca onu boşamaktan korkuyorsa boşatır. Sonra aynı cariyeyi satın alır. >kabzeder. Veya kabzedip kocası onunla müşterinin kabzından sonra cinsi ilişki kurmazdan önce boşar, böylece istibrâ sakıt olur. De-nildi ki; Ebû Yûsuf´un yüzbin dirhem aldığı mesele şudur: Harun er-Reşîd´-in hanımı Zübeyde ´kocasına üzerine bir cariye satın almayacağına dair ye-min aldı. Ve böyle bir cariyeyi herhangi bir kimseden hibe olarak da kabul etmeyecektir. Ebû Yûsuf dedi ´ki: Cariyenin yarısını satın alacaktır ve cariyenin diğer yarısı da ona hibe ´edilecektir. Böylece yeminini tutmuş olacaktır. Mültekât. Veya satın aldıktan veya kabzettikten sonra müşteri o cariye ile ki-tabet aktini yapar. Nitekim fatihlerin mutlak zikretmeleri bunu ifade edi-yor. Buna binaen kitabet ite kabızdan sonraki nikâh arasında fark aranır. Musannif şeyhinden bizim ileride zikredeceğimiz gibi bir bahis nakletmiş-" tir. Fakat Eş-Şurunbulâlî´de, El-Mevâhib´de nakledildiğine göre kitabet kabızdan evvel olmakla kayıtlandırılmıştır. Bu yazılsın. Derim ki ben, son-ra Mevâhibu´r-Rahmân´ın şerhi el-Burhân´ı gördüm. Orada mezkûr kayıt yoktur. Düşün. Sonra cariyenin rızasıyla kitabet feshedilir ve efendisine istibrasız cinsî ilişki kurmak helâl olur. Çünkü kitabetle mülk zail olmuş-tur. Sonra cariyenin müsaadesiyle onu yeniledi. Fakat hakiki bir mülk yeniden oluşmadı. Onun için istibrâ sebebi de gerekli olmadı. Bu hilele-rin en kolayıdır Tatarhâniye. İZAH «Sonra nikâhlısını satın alırsa yine istîbrâ vacib olmaz ilh...» Bunun nedeni daha önce geçti. Nikâh bâtıl olur, mehrin tamamı da kocadan düşmüş olur. İtkanî. «Dürer´de nakletti ki, ilh...» Ed-Dürer´de de şöyle denilmektedir: «El-Fetâvâ´s-Suğrâ´da Zahîruddin dedi: Büyük fakihlerden birine ait olan İs-tibrâ Kitabında gördüm ki, bu surette müşteri için bu cariyeyle ilişki kurmak, ancak onunla evlenir, ilişki kurarsa helâl olur. Sonra onu satınalırsa, ki satın aldığında onu mülk edinmiş oluyor; halbuki o daha kendisin-den olan iddeti çekmektedir; onunla cinsi ilişki kurmazdan önce satın alırsa bu tıpkı onu satın almak gibi olur, nikâh bâtıl olur. Mülk sabit ol-duğu bir durumda ise nikâh bahis konusu olamaz. Böylece istibra ona gerekir. Çünkü istibra sebebi yüzde yüz tahakkuk etmiştir. O da mülkü yemin ile cinsi ilişkinin helâl olmasını peydan etmektir. Zahîruddin: Bu, el-Kitab´da zikredilmemiş ince ve güzel bir yorumdur, demiştir. El-Fetâvassuğrâ´ın ibaresi buraya kadar devam etmiştir.» Ed-Dürer´de şu da yer alır: «Bu hükmün bağlantı noktası, mülk ve el koyma hakkı ihdası olarak belirtilmiştir. El koyma ise burada peydan olmamıştır.» Düşün. Çünkü satın almakla ancak o cariyenin rekabesini mülkedinmiş olu-yor. Ondan önceki helâl olan cinsi ilişki ise Şer´an daha önce de Kuhistâniden naklettiğimiz gibi rahmin boş olduğuna delâlet eder. Allah daha iyisini bilir. Ama Müellif Ez-Zâhîre´de Zâhîruddin´in kelâmını naklettikten sonra: «Benim katımda bu meselede şüphe vardır sözünü bunun için söylemiş-tir.» T. el-Hamevî´den naklederek dedi ki: «Allâme el-Makdisî hülâsa ola-rak üç görüş ortaya çıktı demiştir. A)Kabz ve duhûlün daha önce olması şarttır. B)Sadece kabzın şart olması vardır. C)Mutlak olur. Ve akidle iktifa edilir. İşte bu üçüncü görüş daha geniştir. İkinci görüş daha adildir. Fakat birinci görüş böyle değildir. Düşünülsün.» «Güvendiği bir kimseden ilh...» ibaresine gelince; yani istediği anda onu boşayabileceğine güveniyor demektir. «Nitekim ileride gelecektir ilh...» kavline gelince, yani bir satır son-ra gelecektir. Zaten burada zikrettiğiyle de buna ihtiyaç .kalmamıştır. «Eğer kabızdan sonra olursa istibra sakıt olmaz ilh...» Yani seçkin görüş budur. Nitekim Zeylâî´den bunu daha önce söyledik. Çünkü kabz anında satın alma hükmüyle cariye adama helâl olur. Sebeb mevcut ol-duğundan dolayı istibra da vacib olur. «Veya satın cumadan önce satan onu evlendirir ilh...» Veya kabzetmezden önce müşteri onu evlendirir. H. «Sonra onu satın alır ve kabzeder ilh...» Bu kayıt «satan onu evlendirirse» kısmına aittir. «Veya kabzeder» kaydı ise müşteri onu evlendirdiği zamana racidir. H. «Koca onu boşar ilh...» Cariyenin efendisi için de o kocanın boynun-da mihrin yarısı lazım olur. Cariyenin efendisi onu o borçtan beri edebi-lir. İtkanî. «Müşterinin kabızdan sonra ilh...» yani müşteri kabzetmezden ev-vel boşarsa, El-Asl´da olduğu gibi ona istibra gerekir. El-Hiyel kitabında satın aldığı vakte itibaren cariye başkasının hakkıyla meşgul olduğundan dolayı istibra yoktur. El-Asl´m rivayeti üzerine kabzın zamanı itibar edil-miştir. Sahih de budur. Zahire. «O zaman istibra sakıt olur ilh...» Sebebin mevcut olduğu anda se-beb de kabızla tekid edilmiş, pekiştirilmiş, mülk koca* müşterinin kabzın-dan sonra, cinsi ilişki kurmazdan önce boşarsa istibra düşer. Çünkü istib-ra sebebin mevcut olduğu anda vardır. Sebeb de kabzla tekid edilmiş mülkün edinmesidir. Bu cariyenin nefsi ona helâl olmadığı zaman böyle-dir. İstibrâ vacib olmaz. Eğer ondan sonra helâl olsa dahi hüküm değişmez. Çünkü nazari itibara alınan durum sebebin mevcut olduğu zamandır. Nitekim başkasının iddetini çektiği zaman gibi. Hidâye. El-Makdisî bu meseleyi ateşe tapan cariye hakkında müşkül saymıştır. Derim ki: Helâllikten maksad satın almakla cinsi ilişki mülkiyetini istifade etmektir. Bununla yukarıdaki müşkül defedilir. Nitekim daha önce de bunu tekid ettik. Düşün. «Denildi ki ilh...» Ebû Yûsuf´un üzerinde yüzbin dirhem aldığı mese-le. Bu, sarihin gizli remizlerindendir. Çünkü bu kıssanın istibra çarele-rinde hiç bir müdahalesi yoktur. Fakat sarih bununla istibrâda müdaha-lesi olana işaret etmiştir. O da bu kavlin karşılığıdır. İbn Şehne´nin hikâye ettiği hülasa şudur: Harunurreşid, Ebû Yûsuf´u bir gece huzuruna çağırdı. Harun´un katında İsa bin Cafer oturuyordu. Harun, Ebû Yûsuf´a: «Ben bu adamdan cariyesini istedim. Bana haber verdi ki onu satmayacağına, hibe etmeyeceğine dair yemin etmiştir.» Bunun üzerine Ebû Yûsuf, İsa bin Cafer´e: «Yarısını Harunurreşid´e sat, yarısını da hibe et» dedi. İsa da bunu yaptı. Resîd, istibrânın sakit olmasını istedi. Ebû Yûsuf: «O halde cariyeyi azad et, ben cariyeyi senin-le evlendireyim» dedi. Harun cariyeyi azad etti. Nikâh kıyıldı ve Harun, Ebû Yûsuf´a yüzbin dirhem ve yirmi takım elbise verilmesini emretti. «Yarısını satın alacaktır ilh...» sözüne gelince; doğru söylemiştir. .Çünkü o tam bir cariyeyi satın almamış ve kendisine doğru söylemiştir. Çünkü o tam bir cariye´yi satın almamış ve kendisine de tam bir cariye hibe edilmemiştir. Bu delâlet eder -ki: «yestevhibu» fiilindeki sin ve te harfleri zaiddirler. Eğer zaid olmasalar taleb için olacaklardı. Ona taleb-siz bir cariyeyi, nikâhlı cariyeyi hibe etti. Böylece keffarete duçar olma düşürülsün. İstibra burada vacibtir. Çünkü mülk ve el peydan olmuştur. «Onların ıtlaklarının ifade ettiği gibi ilh...» sözüne gelince, derim ki: Eğer ıtlaktan daha kuvvetli bir şeyle muaraza edilmişse onların ıtlak-larından bu istifade edilir. O da El-Hidâye´de sarahaten söylenen şudur: Kabızdan sonra gördüğü bir hayızla iktifa edilir, mecusî olduğu veya mükâtebe olduğu zaman. Yani müşteri onu satın aldıktan sonra onunla ki-tabet akdi yapmıştır. Sonra mecusî cariye müslüman olmuştur. Mükâtebe akdine mazhar olan cariye de aciz kalmıştır. Çünkü sebebten sonra bu kitabet akdi olmuştur. Sebeb de burada mülk ve zilyedlik olmasıdır. Bu kabızdan sonra cariye ile kitabet akdi yaptığı takdirde istibrânm vacib olduğunu sarahetle ifade etmektedir. Bunun vechi zahirdir. Binae-naleyh buradaki hüküm kabızdan öncekine hamledilir. Kaidelerin gerek-lerine uysun bir de iki kelâmın arası bulunsun diyedir. «Nikâh ilh...» ibaresi yerine en uygunu «nikâh etmesi» manâsını ifa-de eden «inkâh»tır. «Nitekim bunu ileride zikredeceğiz ilh...» (sözüne gelince; kitabetle onun mülkü zail olur sözünde bu zikredilmiştir. Musannifin şeyhinden nak-lettiği ibare şudur: Bunun izahı belki şu olabilir: Cariye kitabet akdiyle efendisinin elinden çıkar. Çünkü hür bir el olur. Ve kesiblerine herkesten daha müstahak olur. Böylece sanki kitabet akdiyle mülk zail olmuş, or-tadan kalkmış sonra da Kitabet akdindeki malı vermekte yeniden acze düşmüş gibi olur. Fakat hakikaten boyun mülkü yani rakabe mülki hadis ol-mamıştır. Binaenaleyh istibrayı gerektiren sebeb yoktur. En-Nihâye´nin şu sözü de bunu süslendirmekte, tekid etmektedir: Cariye mevlâsının mülkünden çıkmadığı zaman fakat mevlâsının elinden çıkmış, sonra tekraren onun eline gelmiştir, böylesine istibra et-mek vacib değildir. Hülasa olarak bunu söyledi. Derim ki: Eğer bu fark doğru ise El-Hidâye´nin sarihler tarafından kabul edilmiş geçmiş sözü bâtıl olur. Nasıl bâtıl olacak Halbuki istibrayı gerektiren sebeb mevcuttur. O da mülkün hadis olmasıdır. Kabızdan son-ra elde edilmiştir, fakat ´kitabet akdiyle el ortadan kalkmıştır. Ki -bu da cinsi ilişkinin helâl olmasını gerektirendir. Rakabe mülkü kalmış, bu da kabızdan sonra onunla evlendiği zamanki durum gibidir. En-Nihâye´nin kelâmında bunu ifade edecek bir ibare yoktur. Bilakis iddia edilir ki bu muddeasının, iddiasının hilâfına dair bir delildir. Çünkü En-Nihâye´nin ibaresi delâlet eder ki elin zevali hiç bir zaman muteber değildir ve bundan dolayı da en Nihâye´de sabık kalmasında dedi ki: Bunun benzerlerindendir cariyesiyle akdi kitabet yaptığı zaman. Sonra cariye aciz olur, kita-bette zikredilen malı veremez. Veya cariyeyi muhayyer olduğu halde sa-tarsa, sonra alış verişi iptal ederse bu surette ona istibra gerekmez. Böylece onun kelâmı kişinin mülkünde ve evinde sabit olan bir cariye hakkında farzedilmiştir. Bu cariye ile kitabet akdi yapar veya satarsa, sonra bu cariye evine gelirse o cariye hakkında kendisine istibra gerek-mez. İnsaf gözüyle tak, acaba münazaa noktasını bu ibare ifade eder mi Münazaa noktası da şudur: Kişi cariyeyi satın aldığı ve kabzettiği zaman onunla kitabet akdini yaparsa bu kişiden istibra hükmü sakıt olur. Nasıl olabilir ki Eğer iba-re bunu ifade etse şunu ifade edecekti ki muhayyerlikle olan satış kita-bet gibidir. Halbuki benim bildiğime göre hiç kimse bunu söylememiştir. «Şurunbulâliye´de El-Mevahib´den nakledildiğine göre kabızdan önce olması ile kitabet kaydedilmiştir ilh...» sözüne gelince: Çünkü Şurunbulâliye sahibi müşteri cariye ile kitabet akdini yapar, sonra onu kabzeder, sonra cariyenin rızasıyla o akdi fesheder, El-Mevâhib ve başka kitablarda böyle yazılıdır, o en kolay hiledir. Hele büyük bir mal üzerinde veya yakın bir zamanda bağlanırsa cariye bunu vermekten aciz kalırsa. «Derim ki ilh...» Deniliyor ki, Eş-Şurunbulâlî, E!-Mevâhib ve başka kitablarda böyledir, dedi. Binaenaleyh Şurunbulâlî´nin ibaresi birçok kitabtan derlenmiştir. Eğer El-Mevâhib´in sahibi kaydı sarahaten zikretmemişse mümkündür ki ondan başkası sarahaten bunu zikretmiş olsun. T. Derim ki: Eğer bu kaydı hiç kimse sarahaten zikretmemişse buna binaen manâ bildiğin gibi´dir. «Onun mülkü zail olmuştur ilh...» sözüne gelince, evet takdiren zail olmuştur. Çünkü zail olan hakikatte mülk değildir, eldir. METİN Nikâh bakımından aynı kişinin nikâhı altında olmaları mümkün olma-yan iki cariyesi vardır. Mesela kızkardeştirler veya başkadır. Onları şeh-vetle öptü. İkisi de bunun için haram olurlar. Eğer birisini öper veya cinsi ilişki kurarsa kendisine helâl olur. fakat diğeri helâl olmaz. Öpmekte şehvet şarttır. Fakat ellemekte ve bakmakta şehvet şart değildir. Şehvetsiz de olsa haramlığın sebebi olur. Böylece bakmakla öpmek gibi ilişki-nin çağmaları da kişiye haram olur. Ta ki kâfirlerin cariyeyi istila etmeleri gibi fiiliyle olmayan bir fiille dahi birisinin tenasül uzvu kendisine haram oluncaya kadar. İbn Kemâl. Bu cariyeleri kendisine mülk edinmek suretiyle hangi sebeble olur-sa olsun, bir kısmını dahi mülk edinmek suretiyle olur. Sarih bir nikâhla olur. Fasit nikâhla böyle bir hüküm sabit olmaz, ancak fasit nikâhta cinsi ilişki hasıl olursa. Veya azad etmekle, velev ki bir kısmını veya kitabet akdini yapmakla olur. Çünkü kitabet akdi yapılan cariyenin de tenasül uzvu efendisine haramdır. Tedbir yani cariyeyi mudebbere kılmak, re-hin ve icare bunun hilâfınadır. Derim ki: Müstahap odur ki Mülteka şerhinde geniş açıladığım gibi haram olan cariye, üzerinde bir hayz geçmeden ona dokunmamaktır. Kuhistânî´de yer aldığına göre: Bir erkeğin diğer erkeğin ağzını, eli-ni veya azalarından herhangi birisini öpmesi tahrimen mekruhtur. Kadının tanıdığı bir kadınla bir araya geldiklerinde öpüşmeleri veya veda anında öpüşmeleri de tahrimen mekruhtur. Kınye. Bu kerahet hükmü eğer şehvetle olursa böyledir. İyilik dostluk üzere böyle bir öpüş, bütün alimlerin katında caizdir. Haniye. El-İhtiyâr´da bazı alimlerden rivayet ediliyor: Kişi iyilik kastetmek suretiyle böyle yaparsa bunda bir beis yoktur, şehvetten de emin ise. Meselâ bir fakîhin yüzünü öpmek ve benzeri gibi. Bir tek elbise içinde olanın boynuna sarılmak da tahrimen mekruh-tur. Ebû Yûsuf bir tek elbise içinde olanın yüzünü öpmek ve boynuna sarılmakta bir beis yoktur, dedi. Eğer kişinin sırtında bir gömlek veya bir cübbe varsa icmaen, boynuna sarılmak kerahetsiz caizdir. Ed-Dirâ-ye´de bu görüş tashih edilmiştir. Metinlerin hepsi bu görüş üzerinedir. El-Hakâik´de şu mesele yer almaktadır: Eğer şehvet olmaksızın sadece iyi-lik yoluyla öpülürse icmaen caizdir. Musafahanın caiz oluşu gibi. Çünkü musafaha köklü ve mutevatir bir sünneti seniyyedir. Zira Allah´ın Re-sulü şöyle buyurmuştur: «Kim ki müslüman kardeşinin elini musafa eder ve elini sallarsa günahları dökülür.» Musannifin, Ed-Dürer, El-Kenz, El-Vikâye, En-Nikâye, El-Mecmâ´, El-Mültekâ ve başka kitablara uyarak mutlak bir hükmü zikretmesi onun mutlaka caiz olmasını ifade ediyor. Velev ki ikindi namazından sonra dahi olsa. Onların «o bid´attır şeklindeki ifadeleri En-Nevevî´nin Ezkâr´ında ve başkasının başka kitablarda ifade ettikleri gibi güzel bir mubah-tır. Mecmâ´ Şerhinin Nevavî´den naklettiği de bunun üzerine hamledilir. Nakledilen şudur: «Sabah ve ikindi namazlarından sonra musafaha hiç bir şey değildir.» Evet, bu nakli de onun üzerine hamlediyoruz ki aralarında uyum sağlansın. Düşün. Bu meselenin tamamı El-Mültekâ üzerinde talik ettiğim kitabta geç-mektedir. İZAH «Nikâh yönünden bir araya gelmezler ilh...» sözü işaret eder ki; bü-roda nikâh kastedilmektedir. Binaenaleyh iki kızkardeşin zikredilmesi tem-silidir, kayıt değildir. Bu ibarenin zahiri anne ile kızını kapsamaktadır. El-Kuhistânî´nin metni de bunun üzerinedir. Bununla beraber onları şeh-vetle öperse musaharat haramlığı vacib olur. İkisi de birden onun için haram olurlar. Bir Mesele: Eğer bir cariye ile evlenirse ve onu daha cinsi ilişki kurmazdan o cariyenin kızkardeşini satın alırsa bu satın almış olduğu cariye ile oynaşmaz. Çünkü yataklık nikâhla sabit olmuştur. Eğer sonra satın aldığı ile cinsi ilişki kurarsa o vakit yatak konusun-da ikisini bir araya getirmiş olur. İtkanî. «Onları öpmesi ilh...» söyledi ve cinsi ilişkiyi söylemedi. Çünkü ni-kâh kitabı bizi bu konuda yeterince aydınlatmıştır. Kuhistânî. «Cinsi ilişki kurması helâl olur ilh...» Çünkü eğer ikincisiyle cinsi iliş-ki kurarsa iki mahremi aynı nikâhta toplamış olur. Daha önce ilişki kurduğuyla ilişki kurarsa böyle bir hüküm meydana gelmez. Hidâye. «Öpmekle şehvete itibar edilmez ilh...» ifadesi el-Kenz ve el-Hidâye´deki hükme muhaliftir. En-Nihâye´de: «Şehvet kaydını getirdi. Çünkü iki cariyeyi şehvetsiz öperse sanki öpmemiş gibidir.» denilmektedir. Bu hükmün benzeri El-İnâye´de vardır. Fakat Fethu´l-Kâdir´in «Nikâh-ları haram olan kadınlar» konusunda şu ibaresi vardır: «Kişi öptüğünü ikrar ederse fakat şehveti inkâr ederse burada ihtilâf vardır. Bazı fakihlere göre kişi tasdik edilmez, bazılarına göre onun hilafını izhar etme-dikçe kabul edilmez. Bazıları kabul edilir demişlerdir: Bazıları bu konuda tek görüş olmaz. Tafsile ihtiyaç vardır. Baş ve alın öpme tasdik edilir, ağızdan öperse tasdik edilmez, derler. En kuvvetli görüş de budur.» İki yanağı ağza ilhak etmek açıklık kazanmıştır. Derim ki: Böylece uyum sağlandı, Allah´ı tevfiki ile. «Mülk ile ilh...» ibaresinden maksad mülk-i yemindir. «Hangi sebeble olursa olsun» ibaresi de bu sebebi genelleştirmektir. El-İtkânî dedi ki: «Meselâ, satın alma, vasiyet, miras, hulu bedeli, kitabet, hibe, sadaka gibi sebeblerle de mülk edinilirse yine hüküm yukarda zikredildiği gibidir, düşün.» «Ancak duhul olursa ilh...» cinsi ilişki varsa. Çünkü duhul cariye üzerine iddeti gerekli kılıyor. İddet de sahih haramlığı gerektirmek hu-susunda sahih nikâh gibidir. Hidâye. BİR UYARI: Eğer mahremiyet kalkarsa eski haramlık avdet eder. Sonra En-Nihâye´de Mebsût´tan şöyle nakledildiğini gördüm: Cariyeler-den birisini diğeriyle cinsi ilişki kurmak helâl olur. Eğer evlendirdiği ca-riyeyi kocası boşarsa iddeti bittikten sonra birisini evlendirinceye veya satmaya kadar ötekiyle ilişki kuramaz. Çünkü kocanın hakkı p cariye-den boşanma suretiyle sakıt oldu, iddetin bitiminden sonra da herhangi bir etkisi kalmadı. Evlendirmeden önceki hüküm böylece avdet etti. «Nitekim bunu Mültekâ şerhinde detaylı olarak açıklamıştım ilh...» Mültekâ Şerhinin nassı şöyledir: «Lâkin müstahab odur ki onu mülkünden çıkarmak suretiyle mahremin üzerinde bir hayız geçmeyinceye kadar el-lemektir.» Derim ki: Bu müstahab olan ibra çeşitlerinden birisidir. O çeşitler-den bir başkası da hanımını veya cariyesini zina ettiğini gördüğü zaman eğer gebe kalmazsa onunla istibrasız cinsi ilişki kurabilir. Eğer gebe kalırsa hamlini vazedinceye kadar ona yaklaşamaz. O istibra çeşitlerinden birisi de şudur: Hanımının kızkardeşiyle veya halasıyla veya teyzesiyle veya erkek kardeşinin veya kızkardeşinin kızıyla şüphesiz bir şekilde onlarla zina ettiği zaman onun için efdal olan zina ettiği kadın istibra oluncaya kadar hanımına yanaşmamasıdır. Eğer bu sayılanlardan birisiyle şüpheden ötürü zina etmiş ise onun üzerine, yani zina edilen kadın üzerine iddet vacib olur. Yani hanımına o zinaya maruz kalan kişinin iddeti bitinceye kadar yaklaşamaz, onunla cinsi ilişki ku-ramaz. İstibranın müstahab olan çeşitlerinden birisi de bir kadının zina et-tiğini gördüğünde sonra onunla evlenirse en efdali istibra etmesidir. Bu hüküm İmam A´zam ile Ebû Yûsuf katıdadır. İmam Muhammed´e göre an-cak istibrâdan sonra onunla cinsî ilişki kurabilir. Başkasının cariyesiyle evlenir veya müdebberesiyle veya ümmü velediyle azad edilmezden önce evlenen bir kişi hakkında da böyle cevap verilir. Cariyenin mevlâsı için de durum budur. Nitekim El-Kuhistânî bunu en-Nazm´dan böylece nakletmiştir. Hıfzedilsin. «Samimiyet yönünden olursa hepsinin katında boyna sarılmak, el öp-mek caizdir ilh...» imam El-Aynî bir kelâmdan sonra dedi ki: Böylece ki-şinin elinin, ayağının, başının böğrünün öpülmesinin mubah olduğu bilindi. Nitekim daha önceki hadislerden alnın öpülmesinin mubah olduğu bilindiği gibi. İki gözün arasının, iki dudağın iyilik yönünden öpülmesinin caiz olduğu, ikram yönünden bunu yapmanın caiz olduğu öğrenildi. Ya-kında öpmek ve ayağa kalkmak hakkındaki konuşmanın tamamı gele-cektir. «Boynuna sarılmak do aynıdır ilh...» El-Hidâye´de: «Erkeğin erkek elini veya ağzını veya başka bir azasını öpmesi veya boynuna sarılması mekruhtur» dedi. Et-Tahâvî: «Bu El-Hidâye´deki görüş Ebû Hânife ile İmam Muhammed´in görüşüdür» dedi. Çünkü rivayet edildiğine göre Al-lah´ın Resulü, Habeşistan´dan geldiği zaman Cafer´in boynuna sarılmış iki gözünün arasından öpmüştür. Ebû Hânife ´ile İmam Muhammed´in de-lili şu riyavet edilen hadistir: «Resulullah «boyna sarılmak» manasına gelen «mukâmea»dan ve öp-mek manâsına gelen mukaâme den nehyetmiştir.» Ebû Yûsuf´un rivayet ettiği ise bu işin haram kılınmasından önceki •devreye hamledilir. Âlimler bir tek izar yani bir kat elbisede bulunduğu zaman boyna sarılma hakkında hilaf vardır, dediler. Eğer üzerinde bir gömlek veya bir cübbe de olursa icmaen boyna sarılmakta bir beis yok-tur. Sıhhatli görüş budur. El-İnâye´de şu hüküm yer almaktadır: Şeyh Ebû Mansur, hadisler arasında uyum sağlayarak şöyle dedi: Muanaka´nın mekruh olanı şeh-vetli kısmıdır. Musannif da bu manayı «bir tek izarla muanaka mekruhtur» diyerek belirtti. Çünkü bir ´izar şehvete sirayet eden sebebtir. İkram ve samimiyet yönüyle olan muanaka ise kişinin sırtında ´bir tek gömlek alsa bile bunda beis yoktur. Bununla ortaya çıktı iki mekruh olan diz kapakları ile göbek arasını örten bir tek elbiseli olduğu ve bedenin diğer yerlerini açık bu-lunduğu devrededir. Ebû Yûsuf´tan daha önce gelen, El-Hidâye´deki hükme uygundur. Anla. «Eğer sırtında ilh...» Yani onların her birisinin sırtında elbise varsa demektir. Şerhu´l-Mecmâ´da geçtiği gibi, birbirlerinin boynuna sarılanla-rın üzerinde bir gömlek veya cübbe varsa caizdir deniliyor. «El-Hakâik´de ilh...» Oradaki açıklamayı biraz önce Hânjye´den nak-lettiğimiz açıklama lüzumsuz kıldı. «Resulullah´ın zikredilen hadisi ilh...» Bu hadis, Hidâye´de yer almak-tadır. Allah´ın Resulü buyurdular: «Mümin bir kişi diğer mümin ile rastlaşırsa ona selâm verir, elinden tutar, musafaha yaparsa ikisinin de (güz döneminde) ağaçların yaprakları döküldüğü gibi günahları dökülür.» Hadisi Tabarânî ve Beyhâkî rivayet etmişlerdir. «Nevevî Ezkâr´ında dediği gibi ilh...» ifadesi şöyledir: «Bilmiş olunuz ki musafaha her rastgelme anında mustahabtır. Halkın sabah namazın-dan sonra adet edindiği musafahanın ise, bu vecih üzerinde Şeriatta onun aslı yoktur. Fakat bunun bir zararı da yoktur. Çünkü musafahanın esası sünnettir. Onların -bazı hallerde bunu korumaları ve çok hallerde de bu-rada ifrat etmeleri veya hallerin çoğunda bunu ihmal etmeleri bu kısmın şeriatta aslı varid olan musafahadan çıkarılmasına sebep olamaz.» Şeyh Ebu´î-Hascn e! Bekri dedi ki: «Nevevî, sabah ve ikindiden sonra, kaydını kendi zamanındaki adete binaen söyledi. Zira bütün namazların arkasın-da bugün de böyle musafaha yapılmaktadır.» Eş-Şurunbulalî´nin musafaha hakkında yazmış olduğu risalede du-rum böyledir. Bunun benzeri Şemsu´l-Hânûtî´den rivayet edilmiştir: «Onun meşruiyeti hakkında varid olan nasların umumiliğinden delil getirerek fetva vermiştir ve bu sarihin metinlerin mutlak ifadelerinden böyle kaydetmektedirler» demesine de uygun geliyor. Nitekim deniliyor ki: Sadece namazlardan sonra musafahaya devam etmek bazı cahillerin bu hususta musafaha sünnettir itikad etmesine yol açar. Ve kanaat eder ki bu namazlardan sonra musafaha diğer zamanlardakinden daha üstün bir özellik taşımaktadır. Halbuki onların kelâmı-nın zahirinden anlaşılıyor ki, seleften hiç bir kimse bu vakitlerde musafaha etmemişlerdir. Böylece «vitir namazlarında üç Surenin bazı zaman-larda terkedilmekle beraber okunması sünnettir» demişlerdir. Bazı za-manlarda terkedilecektir ki vacib olduğu sanılmasın. Tebyînu´l-Mehârim adlı kitab El-Mültekat´tan naklediyor: «Namazdan sonra musafaha her halükârda mekruhtur. Çünkü sahabe namazların edasından sonra mu-safaha etmemişlerdir. Bir de namazlardan sonraki musafaha rafizilerin sünnetlerindendir.» Sonra Şâfiîlerden naklen İbn-i Hacer´den şunu naklediyor: «Namaz-lardan sonra musafaha asli Şeriatta olmayan mekruh bir bidattir. Bu bi-dati işleyen evvela uyarılır, sonra tazir cezasına çarptırılır.» Bunları söyledikten sonra şöyle devam etti: «İbnu´l-Hâc -ki Mâliki ulemasındandır- El-Medhal´de «Bu musafaha bîdatlardandır.» Şeriatta musafahanın yeri ancak müslüman müslümana rastgeldiği zamandır. Na-mazların arkasında değildir. Şeriat o musafahayı nerede yapılmışsa oraya koymak gerekiyor. Namazdan sonraki musafahadan insanlar sakındırılır. Onu yapan şiddetle ´kınanır. Çünkü o sünnetin hilafını getirmiştir.» der. Sonra bu hususta uzun uzadıya açıklamalarda bulundu. Oraya müracaat edebilirsin. «Ondan naklettiği buna hamledilir ilh...» Nevevî´den başka alimler de başka kitaplarda bunu nakletmişlerdir. Nevevî´nin Müslim şerhinde nakledilen bunun üzerine hamledilir. Nitekim İbn Melek «Şerhu´l-Mecmâ´da» bunu sarahaten söylemiştir. Anla. Derim ki: Bu hami yani yorum cidden uzak bir yorumdur. Zahire bi-naen bu İmam Nevevinin iki kitabındaki reyinin birbirine ters düşmesine mebnidir. Nevevî Müslim şerhinde böylece bir musafahadan meydana gelen mahzura bakmıştır. Ve bu özel olarak rivayet edilmemişliğine bak-mıştır. Hele El-Mültekat´tan: «Bu, Râfizîlerin sünnetlerindendir» sözünü naklettikten sonra, Allah daha iyisin bilir. «El-Kınye´de Musafaha iki elle olur. Bunun tamamı El-Mültekâ üze-rindeki şerhte vardır ilh...» ibaresine gelince, ovucun içini diğer ovucun içine koyacaklar, yüzlerini birbirine yönelteceklerdir. Binaenaleyh sadece parmakları tutup musafaha etmek musafaha sayılmaz. Fakat rafizîler katında bu şekilde musafaha yapılır. Sünnete uygun musafaha iki el ile ol-malıdır ve eller arasında engel olmamalıdır. Ve bir araya geldiklerinde se-lâm verdikten sonra olmalıdır. Ve birbirlerinin baş parmaklarını ellerine almalıdırlar. Çünkü başparmakta bir damar vardır ki, kalblerde sevgiyi yeşertir. Hadiste böyle gelmiştir. Bunu El-Kuhistânî ve başkaları naklet-´ mistir. METİN Erkeğin diğer erkekle aynı yatakta yatması caiz değildir. Her birisi yatağın bir kenarında olsa dahi. Allah´ın Resulü: «Bir tek elbisede bir er-kek diğer erkek ile yatmasın, bir tek elbise ile bir kadın diğer bir kadınla yatmasın» buyurmuştur. Erkek veya kız çocuk on yaşına geldiği zaman aralarını «ayırmak vacib olur. Kendisiyle kardeşinin, kızkardeşinin, anne-sinin, babasının yataklarını ayırmak vacib olur. Çünkü Allah´ın Resulü (S.A.V.): «Çocuklarınız on yaşına geldiklerinde yataklarını ayırınız» bu-yurmuştur. En-Netef adlı eserde: «Kişi altı yaşına geldi mi yatağını ayır-ması gerekir.» diyor. El-Müctebâ´da da böyle denmiştir. Aynı kitab´da ay-rıca şu da vardır: «Erkek çocuk şehvet haddine vardı mı ergin erkek gibidir. Kâfir bir kadın da bu hususlarda müslüman kadın gibidir.» Ebû Hânife´den gelen bir rivayete göre hamam sahibi hamama gelenlerin görülmesi caiz olmayan yerlerine bakabilir. Ebû Hânife buradaki delilini de sünnet olmaktan almıştır. Meselâ ergin bir insanı sünnet et-mek için avretine bakmak helâl olduğu gibi, bu da helâldir. Denilmiştir ki, büyük bir insanın kendi nefsini sünnet etmesi mümkünse kendisini sünnet etmelidir. Eğer imkânı yoksa kendisi sünnet etmez, başkasına sünnet ettirir. Ancak sünnetçi bir kadını nikâh yoluyla veya sünnetçi bir cariyeyi satın almak yoluyla da sünnet olmak imkânı varsa onlar vasıta-sıyla sünnetini icra eder. Zahire göre büyük insan sünnet edilir ve kesil-mesi gereken kabuğun çoğunun kesilmesi de kâfi gelir. Alim ve takva sahibi bir kişinin elini öpmekte, -teberrük yoluyla olursa- bir beis yoktur. Dürer. Musannif El-Câmi´den nakletti ki: Hakim ve adil bir sultanın elinin öpülmesinde beis yoktur. Hatta bazıları bunun sünnet olduğunu söylemiş-lerdir. Müctebâ. Alimin başını öpmek elini öpmekten daha güzeldir. El-Bezzâziye´de böyledir. Alim ve adil sultandan başkasının elinin öpülmesine ruhsat yok-tur. Tercih edilen görüş budur. Müctebâ. El-Muhit´te: «Eğer bir kişinin müslüman olmasını tazim ve ona ikram etmek bakımından eli öpülürse, caizdir, eğer dünyalık için öperse mekruhtur» denilmektedir. Eğer bir kişi bir alim ve zahidden «bana ayağını ver de öpeyim» diye talebde bulunursa, o da ayağını ona verirse ayağını öper. Bazıları «Ayak öpmekte ruhsat yoktur» demişlerdir. Nitekim bir kadın diğer bir kadının ağzı ve yanaklarını karşılaştıkları zaman veya veda ederken öpmesinin mekruh olduğu gibi. Nitekim «kıyl»i öne alarak El-Kınye´de bunu söyle-miştir. Bazı cahillerin başkasıyla bir araya geldiklerinde sanki onun eliymiş gibi kendi elini öpmesi de böyledir, yani mekruhtur. Ve bunda bir ruhsat yoktur. Mülakat anında arkadaşının elinin öpülmesi ise mekruh-tur, bu hususta icmâ vardır. Bazı kimselerin alimlerin huzurunda veya büyük insanların huzurunda yer öpmeleri de böylece mekruhtur ve ha-ramdır. Bunu yapan, yeri öpen ve rıza gösteren de günahkâr olur. Bu, putlara tapmaya benzer. Bunu yapan ile razı olanlar ibadet ve tazim yo-luyla olduğu takdirde kâfir olurlar. Eğer tahiyye yoluyla yani selamlaşma yoluyla olursa kâfir olunmaz, fakat günahkâr ve büyük bir günah işlemiş olur. El-Mültekat adlı kitapta «Allah´dan başkasına tevazu haramdır» de-nilmektedir. El-Vehbâniye´de: «Caizdir, hatta gelene tazim olsun diye aya-ğa kalkmak menduptur.» sözü vardır. Nitekim ayağa kalkmanın caiz ol-ması gibi. Velev ki alimin huzurunda okuyucu için ayağa kalkmakta ol-duğu gibi. Bunun hükmü nazmen ileride gelecektir. FAYDALI BİR NOT: Öpmek beş vecih üzerinedir: 1 - Sevgi öpmesi. Çocukların yanaklarından öpülmesi gibi. 2 - Merhamet öpmesi. Anne ve babanın başlarını öpmek. 3 - Şefkat öpmesi. Kardeşlerin alnından öpülmesi. 4 - Hanım ve cariye için şehvet öpmesi ki ağız üzerinde olur. 5 - ikram öpmesi ki müminler için el üzerinde olur. Bazıları «altıncı öpme olan din öpmesi konusu geçti. » El-Kınye´de kabristanlarda ilgili konuda şunu söylemektedir: «Mushafın öpülmesi vardır.» Bazıları «mushafın öpülmesi bidattir» dediler. Lâkin Hz. Ömer´den gelen rivayete göre o, her sabah mushafı alır, öper ve «Bu Rabbimin ah-dîdir, menşurudur» derdi. Hz. Osman da Mushaf´ı öper ve yüzüne sürerdi. Ekmeğin öpülmesine gelince, Şâfiîler «mubah bir bidattir» bazıları da: «bid´atı hasenedir» derler. Alimler «onu çiğnemek mektuhtur, fakat öpmek mekruh olmaz» dediler. Bunu İbn-i Kasım, İbn-i Hacer´in Şerhul Minhacı üzerindeki haşiyesinde söylemiştir. Bu da Velime bahsinde geçmiştir. Biz Hânefîlerin kaideleri de buna engel teşkil etmemektedir. Bu eserde gelmiştir: «Sakın ekmeği bıçakla parçalamayınız ve ona ikram ediniz. Çünkü Allah ona ikram etmiştir.» İZAH «İki erkeğin aynı yorgan altında perde olmaksızın yatmaları caiz de-ğildir ilh...» Aynı örtü içinde aralarında perde olmaksızın demektir. Gele-cek hadisten anlaşılan da budur. El-İtkânî, Hidâye´nin hilafına «El-Mukâme´a» kelimesini böylece tefsir etmiştir. Acaba bundan maksad ikisinin aynı elbiseye sarılmaları mıdır yoksa birisi başka bir elbiseye sarılarak aynı yatağa girmeleri midir Zahire göre birinci görüştür. Onu Mecmau´l-Bihâr´da nakledilen de tekid etmektedir. Yani ikisi soyunarak, bir yatağa giriyorlar. Eğer aralarında perde varsa tenzihen mekruh olur. Düşün. «Oğlan veya kız on yaşına geldiğinde ilh...» El-Müctebâ´da gördü-ğüm gibi Es-Şir´a´da naklediyor: «Çocuklar on yaşa geldiklerinde ayrı ayrı yatırılırlar. Erkek ve kız çocuklar arasında perde gerilir. Çocuklar ile er-keklik çağına gelenler arasına da perde gerilmelidir. Zira bir arada olma-ları fitneye davet eder. Velev ki fitne daha sonra olsa da.» El-Bezzâziye´de «Çocuk on yaşına geldiğinde annesiyle, kız karde-şiyle aynı yatakta yatamaz. Karısı ve cariyesi müstesna, başka bir ka-dınla da aynı yatakta yatamaz» denilmektedir. Maksad mahzura girmekten korkarak uyku anında aralarını ayırmak-tır. Çünkü çocuk on yaşına geldiği zaman artık cinsi ilişkiyi akledebilir. Onu bu fitneye düşmeden alıkoyacak bir din de yoktur, kendisi için. Çoğu kez kızkardeşi ve annesinin üzerine düşebilir. Çünkü uyku istirahat za-manıdır, şehveti de tahrik eder. Veya uyku halindeyken elbiseler, ister erkek ister kadın olsun, avret mahallinin üzerinden kayabilir. Bu, mah-zura yol açar ve hassaten bu zamanın çocuklarında haram olan sarılma-lara sebsb olur. Çünkü bu zamanın çocukları fasıklığı büyüklerden daha fazla bilmektedirler. Müellifin «anne ve babasından da ayrı olacaktır» ibaresi zahiren de-lâlet e-der ki, babasından da annesinden de ayrılır. Yani onlarla beraber, onların yatağında yatamaz. Çünkü böyle, bir durumda onların arasında cereyan eden şeylere muttali olabilirler. Fakat tek başına yatarsa veyathut da kendisi babasıyla yalnız, veya kız, annesiyle yalnız yatarsa durum değişir. Erkek çocuk başka bir erkekle veya ecnebi bir kadınla da yata-maz. Buna müsamaha edilemez. Çünkü fitneden korkulur. Hele çocuk parlak yüzlü ise. Herne kadar böyle uyumalarda bir şey oluşmazsa da o erkek veya kadının kalbi ona bağlanabilir. Başka bir zamandan sonra da fitne hasıl olabilir. Bu tertemiz şeriat ne güzel dindir; fesadın kökünü söküp atmıştır! Kim ki davranışlarda ihtiyatı elden bırakırsa mahzurlara girmiş olur. Darbı meselde «testi her zaman sağlam kalmaz» denilmektedir. «Müctebâ´da da böyledir ilh...» sözü işaret eder ki metinden sonra buraya kadar olan kısımların hepsi Müctebâ´nın sözüdür. «FahI gibidir ilh...» tabiri geçmektedir. Bu, «baliğ ve ergin insan gibi-dir» demektir. Nitekim Tatarhâniye´de fahl´ı böyle tevil etmiştir. Yani av-rete bakmak, aynı yatakta yatmak hususunda baliğ erkek gibidir.» «Kâfir kadın da müslim kadın gibidir ilh...» sözüne gelince, muhte-mel ki burada: «Kâfirenin müslüman kadına bakması, müslüman kadının müslüman kadına bakması gibidir.» hükmü ´kastedilmiş olsun. Bu ise tercih edilen görüşe aykırıdır. Daha önce musannif, «Zımmi bir kadın en sıhhatli görüşe göre ecnebi bir kişi gibidir.» kavliyle takdim etmiştir. Muhtemel ki maksad şudur: Erkek, müslüman kadına baktığı gibi kâfire kadına bakar. Bunun karşılığı Tatarhâniye´de yer alan hükümdür: Rivayet ediliyor ki kâfire kadının saçına bakmakta bir beis yoktur. «Ebû Hânife´nin hamam sahibi avret yerine bakabilir ilh...» sözü ise mutemed bir söz değildir. Çünkü El-Vahbâniye´nin sarihinde bunun ne-denleri yer almaktadır. Kişinin avret mahallini hizmetkârları değil de kendi eliyle sıvazlaması, yağlaması, tedavi -etmesi en uygun olanıdır. Sahih görüş budur. Çünkü bakılması caiz olmayan bir yerin ellenmesi de caiz değildir. Ancak o ye-rin üzerinde elbise varsa caiz olur. İbn Mukatil: «Başkasının avretini, tüyleri düşürücü zırnık ile sıva-lamakta beis yoktur. Bu tıpkı sünnet etmek gibidir, fakat bunu yaptığı zaman gözünü kapayacaktır» dedi. Ben derim ki: Et-Tatarhâniye´de şu hüküm yer almaktadır: «Fakih Ebu´l-Leys dedi ki: «Bu ancak zaruret anında olur.» «Büyük insanın sünneti hususunda kendi kendini sünnet eder denil-di ilh...» sözüne gelince, bu, «Ebû Hânife´nin «delili sünnet olmaktır» sö-züne karşı söylenmiş bir sözdür. Çünkü bu söz yaşlının da gencin de sünnetini kapsayacak bir sözdür. En-Nihâye´de de daha önce tesbit et-tiğimize göre, sarihlerin de takrir ettikleri gibi, Ebû Hânife´nin mutlak söylemesi gibi bir ıtlak vardır. Zahir odur ki bu tercih edilsin. Onun için burada tafsilatı kîl» ifadesi ile tabir etti. «Ancak sünnetçi bîr kadınla evlenmek veya cariye satınalmak müm-kün değilse ilh...» sözünü el-Müctebâ´da böyle gördüm. Fakat doğrusu «en» kelimesinden sonra gelen «la» kelimesinin düşürülmesidir. Nitekim ben bunu bazı nüshalarda böyle gördüm: Bu, Tatarhâniye ve başka eser-lerdeki hükme muvafıktır. Buradan maksad, kendisini sünnet edecek bir kadınla evlenme veya bunu .yapacak bir cariye satınalma imkânına sahib olmamaktır. «Büyük insan hakkında zahir odur ki başkası onu sünnet edecektir ilh...» Böyle bir anlama Hidâyenin mutlak ifadesine uygun olur. Düşün. «En çoğunun kesilmesi kâfidir ilh...» ibaresi hakkında Tatarhâniye´de şöyle denilmektedir: baliğ erkek kendisini sünnet etti. Fakat sünnet ye-rinin üzerindeki derinin tamamını kesmedi. Eğer yarısından fazlasını ke-serse sünnet yerine gelmiş olur. Aksi takdirde bu, sünnet sayılmaz.» «Musannif, El-Câmi´den nakletti ki sultan ve mütedeyyinin elini öpmekte beis yoktur» Derim ki: Musannifin bu nakline ihtiyaç yoktur. Çünkü hakim ve mütedeyyin, musannifin daha sonra gelecek «Es-Sultan» ta-birine dahildir. Zira sultan, saltanat ve velayeti olan kişi demektir. T. «Alimin, âdil sultanın elinin öpülmesi sünnettir ilh...» demişlerdir. Eş-Şurumbulâlî dedi ki: «Aynî´nin de işaret ettiği gibi; sen de bildin ki ha-disler bunun sünnet olduğunu veya mendub anlamına geldiğini ifade et-mektedirler.» Zahire göre sultan hakkında en iyisi onun elini öpmektir. Ta ki emirlik azameti korunsun. Bu fetva yazılsın. Müellifin ibaresindeki «en ecved» tabiri, sevab bakımından en fazla-sıdır demek oluyor. T. «En seçkini budur» tabirinden maksad, «El-Hâniye ve El-Hakâik´de-ki fetvalardan daha seçkindir, demek oluyor. Onlarda «ikram yoluyla ve şehvetsiz olarak öpmek icmaen caizdir» ibaresi yer almaktadır. «Ayağım öpmek isterse verir ilh...» Hâkim rivayet ediyor: Bir kişi Allah Resulüne gelerek: «Ey Allah´ın Resulü, iman yönünden artmama sebeb olarak tek bir mucize bana göster» deyince Cenab-ı Peygamber: «Su ağaca git, onu bana çağır» dedi. Kişi ağaca giderek: «Allah´ın Re-sulü seni çağırıyor» dedi. Ağaç gelerek Peygambere´ selam verdi. Ve Peygamber ağaca «yerine dön» dedi. Ağaç da yerine dönüp gitti, yerleş-ti. Ravî der ki: Sonra Resul-ü Ekrem ona tein verdi. O da Peygamber´in başını ve iki ayağını öptü. Ve Resul-ü Ekrem buyurdu: «Bir kimsenin baş-ka birisine secde etmesini emretseydim kesinlikle kadına, kocasına secde etmesini emrederdim.» B-Hakim. bu hadisin isnadı sahihtir, dedi. Bunu Eş-Şurunbulâlî´nin risalesinden aldık, der. «Nitekim kadınların öpüşmesi ilh... Bunu önceden Kınye´den naklet-tiği için zikretmesi gerekmezdi. T. Bu kerahet -geçtiği gibi- şehvetle olması halindedir. Başkasıyla ´karşılaştığında kendi elini öpmesi keraheti tahrimiye ile mekruhtur. O mekruhtur ilh...» Kerahatten maksadının kerahet-i tahrimiyye hu-susu ve «bunda hiç bir ruhsat yoktur» sözüyle işaret etmiştir. «İcmaen mekruhtur ilh...» yani bu elin sahibi âlim ve âdil değilse İslâm´ın tazimini kastetmek bahis konusu değilse icmaen mekruh olur. İleride gelecektir ´ki müslümanın elinin öpülmesi selâmdır. Bu da kelâm-ların arasındaki uyumu sağlamak için böyledir. «Bir araya geldikleri hal müstesnadır» denilmez, çünkü biz deriz ki: Hz. Peygamber nerede musafahaya teşvik etmişse bilinir ki, o, tazim hususunda başkasından daha evlâdır. Durum bu iken onunla nasıl eşitlik iddia edilebilir. Sayıhânî. «Eğer ibadet ve tazim yoluyla yapılırsa küfür olur ilh...» ibaresi iki kavlin bir araya getirilmesidir. Zeylâî dedi ki: «Şadr eş-Şehid: «Bu secde ile insan kâfir olmaz» dedi. Çünkü bununla selamlaşmak kastedilir. Şemsu´l-Eimme es-Serahsi: «Eğer Allah´dan başkasına tazim şekliyle secde edilirse kâfir olunur» dedi. El-Kuhistânî, dedi ki: «Ez-Zâhîriye adlı kitapta: «Secde ile mutlaka insan kâfir olur.» Yani ister tazim yoluyla olsun, ister olmasın, başkasına secde etmek insanı ´kâfir yapar. Ez-Zâhidî´de: «Selâm hususunda baş eğ-meği rükû´ haddinin yakınına kadar yaparsa secde gibidir» denilmiştir. El-Muhit´te: «Sultan ve başkasına eğilmek mekruhtur» denilmektedir..» On-ların kelâmının zahiri secde bu öpmeye ıtlak olunur. TAMAMLAYICI NOT: Meleklerin secdeleri hususunda ihtilaf vardır. Denildi ki: onların secdeleri Allah içindi. Şereflendirmek için Ademe yö-neldiler. Tıpkı şereflendirmek için Kâbeye yönelmek gibi. Bazıları da : «Onlar selâmlaşmak ve ikram kabilinden Âdeme secde ettiler. Sonra bu secde Resulullâh´ın «Eğer bir kimseye başka bir kimse için secde etmeyi emretseydim kesinlikle kadına, kocasına secde etme-sini emrederdim.» hadisiyle kaldırılmış, neshedilmiştir» dediler. Tatarhâiye. Tebyînu´l-Meharim adlı kitabta denildi, ki: «İkinci görüş sahihtir. Ade-me yapılan secde ibadet değil, tahiyye ve ikram secdesidir.» Bunun için İblis bu secdeden ´kaçınmıştır. Böyle bir secde daha önceki şeriatlarda caizdi. Nitekim Hz. Yûsuf´un kıssasında bu vardır. Ebû-Mansur el-Maturidî dedi ki: «Burada Kur´an sünnetle yani ha-disle neşredilmesinin delili vardır.» «Allah´dan başkasına tevazu haramdır ilh...» sözüne gelince; yani dünyayı elde etmek için nefsi zelil kılmak haramdır. Aksi takdirde ken-disinden daha aşağıdaki tabakada bulunanlara karşı zillet kanadını ger-mek hususu Resulullah´a da emredilmiştir. El-Beyhâkî´»in İbn Mes´ut´tan rivayet ettiği bu husus da buna delâlet eder: «Kim ki bir zengin için başını eğer, onu tazim etmek ve onun yanında bulunan mala temah bakımından nefsini onu önüne koyarsa o kimsenin mürüvvetinin üçte ikisi, dininin de yarısı gider.» «Tazim için gelenin önünde ayağa kalkmak batta caizdir mendubtur ilh...» sözüne gelince; Tabii, gelen eğer tazime layık bir kimse ise böyledir. El-Kınye´de dedi ki: «Mescidde oturan bir kişinin yanına gelene tazimen ayağa kalkması, Kur´ân okuyanın, gelene tazim için ayağa kalk-ması, ´eğer gelen kişi tazime müstahak ise mekruh değildir.» Müşkilu´l-Âsâr adlı kitabta şu hüküm yer almaktadır: «Başkasının önünde ayağa kalkmak, bizzat mekruh değildir. Mekruh ancak kendisi için ayağa kalkılan kişi için kalkmayı severse bahis konusu olur. Eğer kalkmasına kıymet vermeyen bir kimse için kalkarsa kerahet yoktur.» İbn Vehbân dedi ki: «Diyorum ki: Bizim asrımızda ayağa kalkmanın müstahab olması uygundur. Çünkü ayağa kalkılmazsa kin ve nefret düş-manlık oluşur, gelenin kalbinde. Hele ayağa kalkmanın adet haline gel-miş olduğu bir memlekette ayağa kalkmamak felâkettir. «Bu hususta varid olan tehdidler ancak önünde ayağa kalkmayı vacib kılan kişi hakkındadır. Nitekim bazı Türk ve Acemler böyle yaparlar.» Derim ki: El-İnâye ve başka kitablarda Eş-Şeyhu´l-Hâkîm Ebû´l-Kâsım´dan rivayet edilen de bunu tekid etmektedir: Bu zatın huzuruna bir zengin geldiği zaman ayağa kalkar, ona tazim eder. Fakat fakirlere, ilim taleblerine kalkmazdı. İtiraz kabilinden bunun sebebi soruldu. Dedi ki: «Zengin bir kimse benden tazim beklemektedir. Eğer ben bu tazimi bıra-kırsam o zarar görür. Fakir ve talebeler benden selâmlarına cevap ver-memi ve ilim hususunda kendileriyle konuşmamı ancak benden beklerler.» Bunun tamamı eş-Şurunbulâlî´nin risalesinde vardır. «Kabe´nin eşiğini öpmek ilh...» diyanet yönünden gelen bir tazimdir. Ed-Durru´l-Müntekâ´da şu hüküm yer almaktadır: «Kabe´nin Rüknü Yemânisini öpmek hususunda ihtilâf edilmiştir. Bazıları sünnet, bazıları bidat olduğunu söylemişlerdir.» Kâmûs´ta «el-Menşûr» emri dağınık olan veya mühürsüz padişah fer-manı demektir. Hz. Ömer´in «bu benim Rabbimin menşurudur» sözü «Rabbimin kitabıdır»-anlamındadır. Burada bazı manâlardan tecrid vardır. T. «Bizim kaideler buna mani değildir ilh...» sözüne gelince, «Ed-Durru´l-Müntekâ´da denildi ki: «O halde altı üzerine altı daha ziyade edilir. Bu da bidati mübahe veya hasenedir. Alim ve adil için el öpmek sünnet, başkası için mekruhtur, seçilmiş görüşe göre Tahiyye manâsında yer öp-mek haramdır. Tazim manâsında öpmek ise küfürdür. Ki bu durum daha önce geçmiştir. Düşün. «Hadiste gelmiştir ilh...» sözüne gelince, bizim meşayihimizin şeyh! olan Şeyh İsmail el-Cerrâhî, El-Ehâddîsu´l-Muştehire adlı eserinde der ki: «Ekmek ve eti bıçakla kesmeyiniz. Tıpkı Acemlerin yaptığı gibi yapmayı-nız. Fakat onları dişlerinizle parçalayınız.» Es-Sağânî «Bu hadîs mevzudur» dedi. El-Müctebâ´da: «Ekmek ve pi-şirilmiş eti bıçakla kesmekte kerahet yoktur» denilmiştir. Allah hakikati daha iyi bilir. ALIŞ-VERİŞ FASLI METİN İnsan pisliğini hiç bir şey »katılmaksızın satmak mekruhtur. Tezek satmak mekruh olmadığı gibi caizdir. Fakat İmam Şafiî burada muhale-fet etmiştir. İnsan pisliği toprakla veya kumla ´karıştırılır veya toprak ve kum maddesi fazla ise sahiha göre satılması sıhhatlidir. Nitekim onun karışımından intifa etmenin de sıhhatli oluşu gibi. Hatta katıksız insan pisliğinden de intifa edilebilir, menfaatlenilebilir. Mesela gübre olardık kullanılır. Nitekim Zeylâî ve ´başka alimler bunu tashih etmişlerdir. Bu, Hidâye´nin tashihine ters düşmektedir. Zira tashihde ihtilâf vardır. El-Mültekâ´da yer alan hüküm şudur: «İnsan pisliğinden yararlanmak hük-münde satmak gibidir». Anla. Kâfir üzerinde bulunan bir borcu kâfirin şarap satmaktan aldığı pa-radan alınabilir. Çünkü kâfirin sarab satması sahihtir. Ama müslüman üzerindeki borç şarap parasından ödenmez. Çünkü müslümanın şarap satması bâtıldır. Ancak şarabı bir zimmîyi vekil ederek sattırırsa o zaman mesele değişir. Ebû Hânîfe katında ´böyledir. Şaraptan gelen paradan borç ödenir. İmameyne göre değildir. Bu görüşe göre eğer bir müslüman ölse, bir müslümanın satmış olduğu şarabın parasını tereke olarak bıra-kırsa varislerine bu parayı almak helâl değildir. Nitekim Zeylâî bunu de-taylı olarak ele almıştır. El-Eşbâh´ta: «Haramlık intikal eder. Bu da ancak ilimle beraber olur. Ancak varis için değildir. Mal sahibi onu bildiği zaman olur.» denilmek-tedir. Derim ki: Fasit alışveriş konusunda bu geçti. Fakat el-Müctebâ´da yer alan hüküm şöyledir: Kişi, kesbî haram olduğu halde öldü. Onun mi-rası helâldir. Evet, bunu dedikten sonra bunun hangi kitabta yer aldığını işaret etmiştir. Ve: «Biz bu rivayeti almayız, o, varisler üzerinde mutlaka ha-ramdır» dedi. Uyan. İZAH «İnsan pisliğin birşey katılmaksızın mekruhtur ilh...» Fakat alışveri-şin bâtıl olmasını gerektirmez. Fakat musannifin «insan gübresinin karışığının satışı sıhhatlidir» de-mesinden anlaşılıyor ki, onun katıksızının satışı bâtıldır. El-Kuhistânî bu-nu açıkça söylemiştir.El-Hidâye´de de buna işaret vardır. Ed-Durru´l-Müntekâ´da bunu El-Burcundî de ve o da El-Hizâne´den rivayet etmişlerdir. Ve dedi ki: «İnsanoğlundan ayrılan her şeyin alış verişi de böyledir. Me-sela tüyleri, tırnakları gibi. Bunların alışverişi de bâtıldır. Çünkü bunlar insanın bir parçasıdır. Onun için bunları toprağa gömmek vacibtir. Ni-tekim bu durum Timurtâşî ile başka kitablarda yer almıştır. «Tezeğin alışverişi caizdir. Yani zibil ilh...» Hayvan gübresinin satışı sahihtir. Zibil, insan dışkısından başka diğer canlıların tüm dışkılarını kapsamaktadır. Şurunbulâliye. «Toprak ve kum insan dışkısından fazla ise onun alış verişi caiz olur ilh...» El-Muhît, El-Kâfî ve Ez-Zâhîriye´de böyle denilmektedir. El-Hidâye, El-İhtiyâr ve el-Muhît adlı eserlerde toprakla karışıksa, ister toprak fazla olsun ister olmasın, alışverişi mutlaka sıhhatlidir diye kaydetmektedirler. «Mutlak» burada da kayıtlının veya iki rivayet üzerine veya ruhsat ve istihsan üzerine hamledilecektir. Fakat el-Attâbî´nin Ziyâdât´ında şu hüküm vardır: «Mutlak, ıtlakı üzerinde cereyan edip bırakılır. Ancak kayıtlanma-sının delili açıkça veya delâleten ortada olursa kayıtlandırılır.» Bunu ka-ide olarak ezberle. Çünkü bu, fakih bir kimse için zarurî bir kaidedir. Kuhistânî. «Sahihe göre ilh...» El-İslah metninin ibaresi şöyledir: «İnsan dışkısı toprak ve kumla karışık ise sahihde onun alış verişi sıhhatli olur». Sarihin ibaresi şöyledir: «El-Hidâye´de dedi: Bu, İmam Muhammed´den rivayet edilmiştir ve sahih olan da budur.» Anla. «El-Multeka´da İnsan dışkısından yararlanmak da hükmen alış verişi gibidir denildi ilh...» Zahire göre müellif, el-Multeka´dan bu nakli katıksız insan dışkısından yararlanmanın tashihi, onun alış verişinin de caiz olu-şunun tashihidir hükmüne işaret etmek için yapmıştır. Müellifin «anla» ibaresi de buna dikkat çekmektedir. «Bir kâfir içki satar parasını alır, onunla boynunda bulunan müslümanın borcunu eda ederse bu caizdir, ilh...» Çünkü kâfirin içki satması caiz bir alış veriştir. Çünkü içki onun nazarında kıymetli bir maldır. Binaenaleyh onun parasını mülketmiş olur. Bu paradan alacaklının alacağını alması helal olur. Ama müslüman böyle değildir. Çünkü onun nezdinde içkinin kıymeti yoktur. Böylece içkinin parası satınalanın mülkünde kalmış, de-mektir. «Bir müslüman satmış ise ilh...» ibaresini Zeylaî´nin «onu satmış ise» ibaresi yerine koydu. Ki ibaresi: «İsterse o kişiyi satan ölen bir müslüman olsun, isterse onun vekaletinde başka bir müslüman olsun, hükmünü kap-sasın.» «Zeylainin açıkladığı gibi ilh...» Bu içki bedeli olan mal gasbedilmis mal gibidir» dedi. En-Nihâye´de dedi ki: «Bizim mesayihimizden bazısı «Şarkıcı bir kadının kazancı gasbedilen bir mal gibidir. Ondan almak helal olmaz» dediler.» «Buna binaen dediler ki: Eğer bazik denilen bir nevi içkiden veya zu-lüm veya rüşvetten o malı kasbettiği halde kişi ölürse varisler böyle bir mirastan kaçınmalıdırlar. Ondan birşey alamazlar. Böyle yapmaları onlar için en uygunudur. O mallan eğer sahiplerini bilirlerse mal sahihlerine iade edeceklerdir. Eğer bilmiyorlarsa o malları sadaka olarak verecekler-dir. Zira (şu kaide vardır) pis kazancın yolu sahibine geri vermek mümkün olmadığı takdirde onu tasadduk etmek, sadaka olarak vermektir.» Fakat el-Hindiye´de El-Muhteka´dan, o da Muhammed´den rivayet et-miştir ki; «Ağıtçı bir kadının kazancı davul ve mizmar çalanın kazancı, eğer şartsız alırsa ve parayı veren de kendi rızasıyla vermişse helâldir.» Bunun benzeri El-Mevâhib adlı ©serde de yer almaktadır. Et-Tatarhâniye´-de Dilencinin derlediği mal habistir» hükmü yer almaktadır. «El-Eşbâh´ta îlh...» Şeyh Abdulvahab eş-Şa´rânî «El-Minen» kitabın-da şöyle yazar: «Bazı Hanefilerden «Haram iki zimmete sirayet etmez» şeklindeki nakilin manasını Eş-Şihâb bin Şelebî´den sordum. Dediler ki: «Bu, bilinmediği duruma hamledilmektedîr. Kim ki haraç kesen, yoldan gecen vergi alıp, sonra başkasına vererek sonra da ondan alıyor görürse; o mal o gören için haram olur.» Ez-Zahîre´de Şöyle denilmektedir: «Ebu Cafer´den «Sultanın emriyle haram olan vergilerden «mal kasbeden bir kimsenin durumu» soruldu: Onun malını bu durumu bilen bir kimse için yemek helâl olur mu Cevap olarak: «Dini hususunda benim katında en sevimlisi yememesidir. Fakat hükmen eğer gasb veya rüşvet olmazsa caiz olur, yani yenebilir.» dedi.» El-Hâniye´de der ki: «Bir kadının kocası zulüm (gasb) arazisindedir. Onun geliri gasb değildir. Veya aslı helâl olmayan malından bir kisve veya bir yemek satın alsa, o kadın bu maldan yiyebilir mi sorusuna o kadın bu hususta genişlik içinde´dir. Günah kocasının boynunadır.» Hamevî. «Bilmekle beraber haram intikal eder ilh...» denilmiştir. Bilmek olmaz-sa Tatarhâniye´de şu hüküm yer almaktadır: Adam bir cariye veya bir el-bise satın alır. Bu da satanın malı değildir. Cariye ile ilişki kurdu veya elbiseyi giydi. Sonra onun malı olmadığını öğrendi. Bu kişi hakkında İmam Muhammed´in şu rivayeti vardır: «Cinsi ilişki de elbiseyi giymek de haramdır. Ancak müşteriden bu ha-ram düşürülmüştür.» Ebu Yusuf´a göre bu meselede, cinsi ilişki helaldir. Hatta kişi o iliş-kiden ötürü ecir de alır. Eğer kişi cariye ile evlenir, onunla cinsi ilişki ku-rarsa sonra başkasının nikâhında olduğu ortaya çıkarsa durum bunun tam hilâfınadır. «Ancak mal sahibini biliyorsa ilh...» O zaman varise vacib olan, o malı sahibine geri vermektir. «Bu mal, varisler için mutlaka haramdır ilh...» sözüne gelince, yani isterse varisler malın sahiblerini bilsinler, isterse bilmesinler mal kendi-leri için haramdır. Eğer bilirlerse o malları sahiblerine geri verirler. Aksi takdirde daha önce de Zeylaî´den naklettiğimize göre onu tasadduk eder-ler. Ben derim ki: Bu, biraz önce ez-Zahire ve el-Hâniye´den naklettikleri-mizle çatışmaz. Çünkü yemek veya elbise haram malın aynısı değildir. Çünkü haram mal ile adam bir şeyi satın alırsa Gasb Kitabında gecen tafsilata binaen yenmesi helâl olur. Fakat bunu miras olarak bırakırsa mesele değişir. Zira o haram malın aynısıdır. Her ne kadar kabzetmek. malına karıştırmak suretiyle onu mülk ederse de -İmamın katında- yine onu tazmin etmezden önce onda tasarruf etmesi helâl olmaz. Onun varis-leri için de hüküm böyledir. Sonra zahire göre o malın varisler için haram olması dinendir, hükmen değildir. Binaenaleyh kasırın vasisi için böyle bir mirası tasadduk etmek olmaz. Kasır kişi baliğ olduğu zaman onu. tazmin eder. Düşün. «Uyanık ol ilh...» Bununla, Eşbâh´ta yer alan ifadenin zayıflığına işaret etmiştir. T. METİN Mushafı süslemek caizdir. Çünkü bu, mushaf için tazimdir. Nitekim mescidlerdeki nakışların caiz oluşu gibi. Mushafı ta´şir etmek yani üşür-lerini belirtmek, noktalamak, irabını açığa çıkarmak da caizdir. Böyle yap-makla cidden okuyucular için şefkat ve kolaylık oluşur, bilhassa yaban-cılar için yani Arapça bilmeyenler için bu kolaylık daha çoktur.^Bu kaide-ye binaen surelerin isimlerini Mushafın kenarına yazmak, ayet sayılarını yazmak, vakf alametleri ve benzerlerini yazmakta herhangi bir beis yoktur. Böyle yapmak güzel bir bidattir. Dürer ve Kinye. Kinye´de, ahbâr ve benzerlerinin kâğıtlarını mushafta, tefsir ve fı-kıhta kullanmakta beis yoktur. Ama yıldızlar ve edebiyat kitablarında kullanmak mekruhtur denilmektedir. Mushafı küçültmek, ince bir kalemle onu yazmak «keraheti tenzihiye de mekruhtur. Herhangi bir şeyi bir fıkıh veya benzeri ilimleri muhtevi kâ-ğıda sarmak caiz değildir. Tıb .kitablarına sarmak caizdir. Zimmi bir kimsenin mescide, hangisi olursa olsun, girmesi caizdir, imam Malik «hangi mescide olursa olsun girmesi mekruhtur» demiştir, imam Muhammed. İmam Şafii ve İmam Ahmed «Mescid-i Haram´a girmesi mekruhtur» demişlerdir. Biz deriz ki: Nehy burada teklifi değil tekvinidir. Fakîhler yolcunun cünub olarak mescidden geçmesini caiz görmüşlerdir. Durum böyle iken «onlar yaklaşmasın haccetmesin, umre yapmasın» ibaresinin manası yani çıplak olarak, bu senenin haccından sonra hacca veya umreye gelmesin demektir. Bu sene hicretin 9. senesidir. Resul-ü Ek-rem, Hz. Ebû Bekr Sıddîk emir kılmış ve Hz. Ali de Berâet (Tevbe) suresini ilan etmekle memur edilmiştir. Hz. Ali: «Dikkat edilsin, bu seneden sonra herhangi bir müşrik hacca gelemez, herhangi bir çıplak tavaf edemez.» buyurmuştur. Hadisi Müslim ve Buhâri ve başka muhaddisler rivayet et-mişlerdir. Bu hıfzedilsin. Ben derim ki: El-Cizye faslında! geçeni de unutma. İZAH «Mushafı süslemek caizdir, ilh...» Ebû Yusuf´un hilâfına Kur´ân altın ve gümüşle süslenebilir. Nitekim bu hüküm daha önce geçti. «Nitekim mescid nakşında bu böyledir, ilh...» Ama mescid mihrablarına bu nakışlar yapılmaz. Yani buraları ´kireç ve altın suyu ile sıvanır. Bu da vakıf malından olmamalıdır. Eğer vakıf malından olursa mütevelli zamin olur. Ancak vakfeden onun benzerini yaparsa o vakit tazmin etmekten kurtulur. Nitekim bu durum Vitir ve nevafil namazları bahsinin he-men önünde geçmiştir. Bazıları «Kıble duvarlarını nakşetmek mekruhtur» dediler. Eğer zararı yoksa mescidin içinde kuyu kazılması caiz olur. Çünkü her yönden faidesi vardır. Kazan bir kimse kazdığını zamin olamaz. Fetva da bu veçhiledir. Müellif el-Hindiye´den alarak bunu ifade etmiştir. «Kur´ân´ın ta´şîri ilh...» yani on âyetin bitiminden onların işaretini koy-makta beis yoktur İnâye. «Yani onun i´rabını belirtmek ilh...» noktalandırmanın tefsiridir. El-Kâmûs´ta. «Harfî noktalandırdı yani i´rablaştırdı» denilmektedir. Malumdur ki noktalandırma ile i´râb ortaya çıkmaz. Ancak şekille çrkar. Sanki onlar bunu kapsayanı kastetmişler. Bu noktayı ifade ettim. «Bununla kolaylık oluşur ilh...» ibaresi İbn Mes´ût´tan: «Kur´ân´ı başka işaretlerden ayn tutunuz» rivayetine işarettir. Bu durum onların zamanı-na mahsustur. Zaman ve mekânın değişmesiyle çok şeyler değişir. Nite-kim Zeylaî ve benzerleri bu hususu tafsil etmişlerdir. «Buna binaen sûrelerin isimlerini âyetlerin sayısını, vakıf alametlerini ve benzerlerini kovmakta da beis yoktur ilh...» Benzerleri de secde ala-metleri, tecvid işaretleridir. «Haberlerin kâğıtlarını mushafa kapak yapmak veya Mushaf için kullanmakta beis yoktur. İlh...» Zahire göre haberlerden maksad hadisler de-ğil, tarihlerdir. «Mushafı küçültmek tenzihen mekruhtur ilh...» Yani hacmini küçült-mek. Mushafı en güzel hatla yazmak, en açık hatla, en güzel en beyaz yaprak üzerine, en kalın bir kalem ve en parlak bir mürekkeble yazmak, satırların arasını açmak, harfleri gösterişli, Mushafı heybetli eylemek uy-gundur. Kınye. «Fıkıh ve benzerlerini muhtevi kâğıda birşey sarmak caiz değildir ilh...» Fıkhın benzerinden maksad, el-Minah´da denildiği-gibi -iki bunun benzeri El-Hindiye´de de yer almaktadır- herhangi bir şeyi içinde fıkıh bahisleri yazılı bir kağıda sarmak caiz değildir. Kelâm kitaplarıyla da en uygunu´ bunu yapmamaktır. Fakat tıp kitabında böyle şeyleri sarmak caizdir. Eğer sargıda kullanılan kâğıtta Allah ve Resulullahın ismi olursa onu silmek caizdir. Yazının bir kısmını tükürükle silmek de caizdir. Tükürükle Allah ismini silinmesi hakkındaki yasak varid olmuştur. Kur´an´ın yazısını tü-kürükle silmek acaba Allah ismi gibi midir, başkası gibi mi yorumu açık-lanmamıştır. T. «Zimminin mescide girmesi ilh...» El-Eşbâh´da yer aldığına göre cünüb bile olsa girmesi caiz olur. El-Hindiye´de et-Tetimme´den naklen şöyle denilmektedir: «Müslüman bir kişi için havraya veya kiliseye girmek mek-ruhtur. Kerahet oraları şeytanların toplantı yerleri olduğundan ileri gel-mektedir. Yoksa müslümanın buralara girmeye hakkı yoktur, demek değil-dir.» , Dikkat et, acaba kendisine emân verilen veya savaşçı bir memleketin temsilcisi, elçisi olarak gelenler bunun gibi midir Onların Allah Resulünün Sakîf´ten gelen gurubu camide konuklandırması olayıyla caiz olduğuna delil olmasının muktezası, bunun caiz olmasıdır. Yazılsın T. Mutlak olarak ilh...» Yani İmam Azam´a göre; İster Mescid-i Haram, ister diğer mescidler olsun, zimminin oraya girmesi caizdir. . Zimmî Mescidi Harama giremez» deyip de «Sakın onlar Mescidi Haram´a yaklaşmasınlar» âyetini delil gösterenlere deriz ki: «Buradaki nehy tekim değil tekvinidir.» Müellif bu cevabı Es-Sadiye´nin haşiyelerinden almıştır. «Tekvini» kelimesi «kadim bir sıfat olan takvine nisbettir. Maturidîlere göre; fiili sıfatların hepsi bu sıfata bağlanır. Öyleyse «yaklaşmasınlar»ın manası. Allah onlarda yaklaşmayı yaratmaz, demektir. Tekvini emrin mi-sâli, «İkiniz isteyerek veya istemeyerek geliniz» mealindeki âyettir. Teklifi emrin misli ise, ki buna bazen de «tedvini emir» deniliyor. «Namazı kılınız» âyetidir. İkisinin arasındaki fark aklen birincisinde yapmama bahis konu-su olmamasıdır. Ama ikincisi onun hilâfınadır. T. Bunun hulasası şudur: O, nehy suretinde menfî bir haberdir. Düşün. «Teklifi değildir ilh...» sözüne gelince, «Bu kâfirler farzlara muhatab değildirler» kaidesine binâen denilmiştir. «Yolcunun cünüb olarak mescidden geçmesi caiz görülmüştür ilh...» sözüne gelince, eğer: «Kâfir cünubluktan hali değildir, mescidi ondan uzak tutmak vacibtir.» hükmüne dair Şafiî delilini zikretseydi daha güzel olurdu. Onun kelâmının hülasası şudur: Bu delil (yani Şafii´nin delili) tamam de-ğildir. Çünkü fakîhler cünüb olduğu halde yolcunun mescidden geçmesini caiz görmüşlerdir. T. «La yekrabû»nun manası, yani «Hac Umre bu seneden sonra, çıplak olarak yapılamaz» sözüne gelince; bu, tekvini ibaresinin üzerine tefridir ve açıktır. Çünkü o günden sonra çıplak olarak hac ve umreleri nakledilmemiştir. Nitekim cahiliyette çıplak olarak bu işi yaparlardı. El-Hidâye´de denildi ki: «Bizim delilimiz Resulullah´tan rivayet edilen şu haberdir: Kâfir oldukları halde Sakîf Heyetini misafir etti. Çünkü neca-set ve pislik onların inançlarında vardır. İnançtaki pislik camii telvîse sira-yet etmez. Ayet istilâ edip despotça davranış yönünden hazır olmaya hamledimektedlr. Veya çıplak oldukları halde ziyaret edici olduklarına hamledilmektedir. Nitekim cahiliye adetleri böyle ´idi.» Yani burada yasaklanan şey camie girmek değildir. Bunun böyle ol-madığına Sahih-i Buhâride yer alan hadis delâlet etmektedir. Bu hadis Ahmed bin Abdurrahman bin Avf´ın Ebû Hureyre´den rivayet ettiği Hadis-tir. Şöyle ki: «Ebu Bekr Sıddık beni Haccetül Veda´dan önceki haçta, Resulullah tarafından emir seçildiği haçta, bir cemaatle beraber gönderdi ve şunu ilan ettik: «Dikkat edilsin, bu seneden sonra herhangi bir müşrik hacca gelemez, herhangi bir çıplak Kâbeyi zirayet edemez.» İtkanî. «Hz. Ali bu sûreyi ilan etti ilh...» ibaresi gördüğümüz nüshaların ço-ğunda vardır. Fakat bu nüshada «O devesinin üzerinde Berâ (Tevbe) Sû-resini ilan etti» ibaresi yer almaktadır. Ve T.nin üzerinde şerh yazdığı nüsha da budur. Ve dedi ki, «Devenin üstünde Berae Sûresi´nin başından kırkıncı âyete kadar olan âyetleri ilân eden Hz. Ali´dir. Resulü Ekrem hac emiri seçilen Ebû Bekr Sıddîk´tan sonra Hz. Ali´yi gönderdi ve o da gelerek Ebu Bekre iltihak etti. Bunun hikmeti: Emredenin Resulullah´ın ailesinden bi-risi olması gereği dolayısıyladır.» «Cizye faslında geçeni de unutma ilh...» ibaresine gelince, orada de-di ki: «Onun Mescid-i Haram´a girmesine gelince es-Siyer el-Kebir´de bu-nun men edildiği zikredilmiştir.» «El-Camiussağir´de bu yoktur. Es-Siyerul-Kebir İmam Muhammed´in son telifidir. Zahire göre İmam Muhammed bu kitabında karar kıldığı hük-münü beyan etmiştir.» Ben derim ki: Bunun neticesi şudur: es-Siyeru´l-Kebir´de yer alan hü-küm İmam Muhammed´in üzerinde reyinin istikrar bulduğu görüşüdür. Onun için sarih onu biraz önce İmam Şafii ve İmam Ahmed´le beraber zik-retti. Metin sahihlerinin burada zikrettikleri ise İmam Azam´ın sözüne binaendir. Çünkü çoğu kez metinlerin durumu böyledir. Bunu düşün. Sarih, El-Cizye´de de zikretti ki onlar, yani müşrikler, zimmiler, Mekke ve Medine´de yerleşmekten de menedilirler. Çünkü Mekke ve Medine Arap arazisindendir. Allah´ın Resulü «Arap arazisinde iki din bir araya gelmez» buyurdu. Eğer kâfir ticaret için Mekke ve Medineye gelirse caizdir. Fakat »kameti uzatmamalıdır. METİN Hasta zimmiyi ziyaret icmaen caizdir. Hasta Mecusî´nin ziyaretinde iki görüş vardır. En sıhhatli görüşe göre fâsık bir kimsenin ziyareti caizdir. Çünkü fâsık, müslümandır. Ve çünkü ziyaret de müslümanların haklarındandır. Kedi dahil olmak üzere bütün hayvanları iğdiş yapmak caizdir. İnsan-ları iğdiş yapmaya gelince bu haramdır. Bazıları «atın iğdiş edilmesi de haramdın» demiştir. Bunu menfaatle kayıtlandırdılar. Aksi takdirde haram olur. Merkebi kısrak üzerine çekmek bunun aksi gibi, yani atı dişi merkeb üzerine çekmek caizdir. Tedavi için erkek için dahi olsa, tahir bir şeyle hükme caizdir. Fakat necis bir şeyle hükme yapmak caiz değildir. Böylece her tedavi ancak ta-hir bir şeyle caiz olur. En-Nihaye´de: «Müslüman bir doktor haramde şifa vardır dese o ha-ramın yerine geçen bir tedbir yani ilaç da bulunmazsa haram ile tedavi olmak caizdir.» denilmiştir. El-Bezzâziye´de şu hüküm yer olmaktadır: Resulullah´ın «Cenab-ı Hak sizin şifanızı size haram kıldığı şeylerde kılmamıştır» hadisinin manası şifa bilindiği anda haramlık kalkar. Demektir. Bunun delili de boğaza tıkanan lokmayı aşırmak ve susuzluğu gidermek için haram olan şeyi içmenin caiz olmasıdır. Bunu daha önce de söyledik. Hakimin maaşının Beytulmal´den (devlet bütçesinden) verilmesi caiz-dir. Şu şartla ki beytulmal helâl ve hak ile derlenmiş olmalıdır. Aksi tak-dirde helâl olamaz. «Rızkı» dediği şey, tâ ki hakime ve aile efradına her zamanda ne ka-dar yetiyorsa o kadar takdir edilsin, demektir. Hakim zengin dahi olsa, rızkı beytulmalden verilir. Bu da eğer hakim maaşı şart koşmamışsa böy-ledir. Eğer şart koşmuşsa ücret gibi olur ki bu, haramdır. Çünkü kaza yani hüküm vermek taattır. Diğer taatler gibi maaş karşılığı olamaz. Ben derim ki: Acaba muteahhirî´nin görüşü burada uygulanır mı Yazılsın. Cariyenin, ümmülveledin, mükâtebin, bir kısmı cariye bir kısmı azad edilmişin mahremsiz sefere çıkmaları caizdir. Fokat bu hüküm onların zamanındaki hükümdür. Bizim zamanımızdaki hükme gelince, caiz değil-dir. Çünkü fesad ehli çoğalmıştır. Buna göre fetva verilir. İbni Kemal. Küçük çocuk için gerekenin satınalınması. satılması, kardeş amca,-anne, onu yerde bulup besleyene, eğer yanında yani himayesinde ise caiz-dir. Aksi takdirde caiz olmaz. Çocuğun annesine sadece icar edilme ´* caizdir. Eğer çocuk annesinin yanında ise... Çocuğu yerde bulan de t-ı* sıhhatli görüşe göre böyledir. Musannif bunu Şerh´ulmecma´a nisbet edi-yor. Fakat ben bu kitabta ´böyle bir ibareyi görmedim. Metin olarak onun tam tersi gelecektir. Uyan. İkincinin katında amca ´için de böyledir. Amma üçüncüye gelince bu-rada ihtilaf.edilmiştir. Eğer küçük çocuk nefsini ücretle verirse caiz ol-maz. Ancak işi bitirdiği zaman caiz olur. Çünkü bu katıksız bir yarardır. Ve ´belirtilen ücreti hak eder. Batanın, dedenin, kadının, çocuğu icara ver-mesi sıhhatlidir. Velev ki ecri misilsiz olsa bile. Sahiha göre caizdir. Nite-kim bu husus Dürer´den de anlaşılmaktadır. Dikkat et. İZAH «Hasta zimmiyi ziyaret ilh...» Bir müslüman ister nasranî veya yahudi olsun hasta zimmiyi ziyaret edebilir. Çünkü bu onlar hakkında bir çeşit iyiliktir. Onlara iyilik hususunda bize yasak yoktur. Bir de sıhhatli bir yo^ dan- geliyor ki Resulü Ekrem komşusu olan hasta bir yahudiyi ziyaret et-miştir. Hidâye. «Mecusî´nin ziyareti konusunda iki görüş vardır ilh...» El-İnâye´de de-nildi: Mecusinin ziyaretinde meşâyihin ihtilâfı vardır. Bazıları «olur» de-miştir. «Çünkü onlar da zimmet ehlidirler». Bu görüş İmam Muhammed´-den rivayet edilmektedir. Bazıları «Onlar yahudi ve hristryanlardan daha çok İslâm´a uzaktırlar. Görmez misin, onların kestiği helâl değildir. Kadın-larının nikâh edilmesi de helâl değildir.» demişlerdir. Ben defim ki: Metnin zahiri Multeka ve başka kitablar birinciyi seç-mektir. Çünkü «iyadetuhu» kelimesindeki zamir zimmiye raçidir. Metinde «yahudi veya hristiyamn ziyareti» demedi. Nitekim el-Kudurî şöyie yazıyor: «En Nevâdir´de bir komşu yahudi veya mecusi vardır. Oğlu veya bir yakını ölmüştür. Ona taziye vermek gerekir. Taziye veren «Allah sana ondan daha hayırlısını halef olarak versin, Allah seni ıslah eylesin» diyecektir. Bunun manası «Allah seni İslâmla ıslâh etsin» demektir. Yani İslâmı sana rızık olarak versin, Müslüman bir çocuğu sana rızık olarak versin demek-tir» Kifâye. «Fasık bir kimsenin, hasta ziyareti caizdir ilh...» Bu onunla ihtilâl etme hükmünün gayrisidir. El-Multekat´da şöyle der: «Meşhur ve önder olan bir kimse için bâtıl ve şer ehlinden bir ´kişi ile zaruret miktarında fazla ihtilaf mekruhtur. Çünkü onunla fazla ihtilâl eden bilinmemiş bir ki-şiyse onunla müdaraat eder. Ta ki günah olmaksızın nefsinden onun zul-münü defetsin. Binaenaleyh böyle bir ihtilatta beis yoktur.» BİR UYARI: Hasta ziyareti bahsinde mekruh olan, hastaya ağır gele-ceğini bildiğin halde onu ziyaret etmendir. Binaenaleyh böyle bir durumda ziyaret etme. Zira denilmiştir ki «Sıkıcı insanla oturmak ruhun sıtmasıdır» «Senin bu şiddetli hal üzerinde olduğunu bilmezdin dememelidir. Ona has-talığı kolaylaştır, kalbini hoşlaştır ve «Seni iyi gördüm» diye tevili! söz şöyle. Ona Allah´ın rahmetine daha fazla ümid bağlayıcı şekilde ve korku ile karışık sözler şöyle. Onun rızası olmadan «lini başına koyma. Ancak taleb ederse bunu yap. Huzuruna girdiğin zaman «Kendini nasıl buluyor-sun» diye sor. Çünkü seleften böyle gelmiştir. Ona «Vasiyette bulun» de-me. Çünkü böyle bir söz cahillerin amellerindendir. Müctebâ. T. FAYDALI BİR NOT: Bizim zamanımızda halk çarşamba günü hastaları ziyaret etmenin meymenetsizlik olduğuna inanır. Eğer bundan ötürü hastaya bir zarar gel-mesi bahis konusu ise onu terketmek uygundur. El-Muhibbî´nin Tarihi´nde Şeyh Abdullah el-Bîlûnînin tercümesinde şöyle demektedir: «Cumartesi, pazartesi ve çarşamba günlerinde hasta ziyaretinden sa-kın. Medinei Münevvere´de de bu bilinmektedir. Bundan gafil olma. Çünkü örf yüce bir delildir.» El Muhibbi der ki: «Derim ki: Bu meşhur bir örftür. Fakat sünneti seniyyede cumartesi hakkındaki görüşü reddeden hüküm vardır. Yine Resulullah´tan gelen bir esere göre Cenab-ı Peygamber cuma günü Küba ehlini arar veya onların halini sorar, onlardan orada görmediklerini soruş-turdu. Ona O hastadır, denildiğinde Cenab-ı Peygamber cumartesi günü hastanın ziyaretine giderdi. Düşün.» «Hayvanların iğdiş edilmesi caizdir, ilh...» Bu yumurtalığın alınmasıy-la olur. «Altında iğdiş edilmesi caizdir, denildi, ilh...» Şemsu´l-Eimmeti´l Hal-vânî! «Bize göre iğdiş etmekte bir beis yoktur» dedi. Şeyhülislam, «Atın iğdiş edilmesi haramdır» dedi. T. «Onu faydalı olmakla takyîd ettiler, ilh...» Hayvanların iğdiş edilmesi-nin caizliğini yarara bağlamışlardır. Yani onların tavlanması, yahut da baş-ka hayvanları ısırmaktan menedilmeleri gibi bir maksadla ancak iğdiş edil-lirler. Ama insanlar böyle değildir. İnsanların iğdiş edilmesinde günah kas-tedilmektedir. Böylece iğdiş edilmeleri de haramdır. El-İtkânî bunu Et-Tahâvî´den naklederek ifade etti. BİR UYARI: Belirtmek için hayvanları bağlamak, kız çocuklarının ku-laklarını delmekte bir beis yoktur. Çünkü Resulullah´ın zamanında bunu yaparlardı ve Peygamber: «Yapmayınız» demedi. Hastalık için çocuğu dağ-lamakta da beis yoktur. İtkanî. Zarar veren kedi dövülmez. Kulağı kesilmez. Belki keskin bıçakla kesilir. Eğer hamile bir kadın ölürse ve ilgililerin gali´b görüşü, karnındaki çocuğun diri olduğu yolunda ise sol taraftan karnı delinir ve çocuk alınır. Bunun aksi olursa çocuk parçalanarak alınır. Taitarhâniye. «Tedavi için hukne ilh...» yani şiringa ile ön ve arkadan ilaç veril-mesi caizdir. Yani hastalıktan veya hastalığa götüren zaiflikten ötürü böyle bir işlem yapılabilir. Fakat cimada daha kuvvetli olsun veya daha tav-lansın gibi zahir bir menfaat içinse hükmen caiz değildir. Nitekim bu du-rum El-ınaye´de yer almıştır. «Erkek için dahi olsa ilh...» ibaresi yerine: «Kadın için dahi olsa» ibaresi olsa daha evladır. «En Nihâye´de buna caiz demiştir ilh...» En Nihâye´deki ibare şöyle-dir: «Et-Tehzîb´te hasta için sidiğin, kanın ve murdarın içilmesi ve yenmesi tedavi için olursa caizdir. Müslüman bir doktor da «Senin şifan bundadır» demişse ve aynı zamanda onun yerine geçecek helâl de yoksa caizdir. Eğer doktor: «Sen bunu içtiğin veya yediğin takdirde acelece şifa bulur-sun» dediği takdirde, bunu kullanabilir mi, kullanamaz mı hususunda iki görüş vardır: Acaba tedavi için az bir şarab içmek caiz midir Burada da iki görüş vardır. El-İmam Timurtaşî´de böyle dedi. Ed-Durrul-Münteka´da, En-Nihâye´deki hüküm nakledildikten sonra şu hüküm yer almaktadır: «El-Minah ve başka kitaplar buna cevaz verdiler.Biz de taharet ve ridâ (süt emme) konularında mezhebin bunun hilâfı ol-duğunu kaydettik.» «Şifanın bilinmesi anında ve başka bir helâlin de haram yerine tedavi olarak ikame edilmediği takdirde haramı ilaç olarak kullanmak hanımlığı ortadan kalkar.» Mananın hulasası o zaman şöyle olur: Cenab-ı Hak size tedavi olma izni vermiştir. Her hastalığın da bir ilâcı vardır. Eğer o ilâçlar arasında haram olan mir şey varsa, siz de o haramla şifa elde edildiğini biliyorsanız, onu kullanmanın haramlığı ortadan ´kalkar. Çünkü Cenab-ı Hak sizin şifanızı size horam kıldığı şeylerde kılmamıştır. «Susuzluğun giderilmesi için şarabın içilmesinin çeriz olması buna de-lalet eder ilh...» Sözüne gelince; derim ki: Bu tartışılır. Çünkü lokmayı şarab ile gidermek ve susuzluğun giderilmesi için şarab içmek, menfaati yüzde yüz olup nefsinin dirilmesi içindir. Bunun için onu terkederse gü-nahkar olur. Tıpkı kudreti olduğu halde ölünceye kadar yemek yemeği terketmesi gibi. Ama tedavi bunun hilâfınadır. Velev ki haram olan şey-lerle tedaviyi bırakırsa mesul olmaz. Çünkü ölünceye kadar tedaviyi bı-raktığı takdirde günahkâr olmaz. Nitekim bunu açıkça belirtmişlerdir. Çün-kü ilaç için şifa bulunması zannedilir. Nitekim biz bu durumu daha önce belirttik. Düşün. «Biz onu daha önce söyledik ilh...» Yani Hazr ve Ibâha bölümü başın-da bunu söylemişti. Orada: «Gıda için yemek, susuzluğu gidermek için haramdan, murdardan, başkasının malından dahi olsa farzdır, fakat zamin olur.» denildi. TAMAMLAYICI NOT: Tatarhâniye´de hüküm olunduğuna göre aklı gi-deren, yemeği ve benzerini kesen bir şeyin içilmesinde beis yoktur. Bunun tamamı Eşribe Kitabı´nın sonunda gelecektir. «Eğer beytülmal helâlden derlenmişse hakim için oradan maaş almak helâl olur ilh...» En-Nihâye´de denildi ki: «Beytülmal haramsa yani batıl yollardan der-lenmişse kadı için oradan maaş almak helâl değildir. Çünkü haramın ve gasbedilenin yolu sahiblerine geri vermektir. Ve bu müslümanların amme malı olmaz.» Ben derim ki: «İlletin zahiri bu haramların ehli belli olmasıdır. Öyleyse ondan maaş almanın haramlığı açıktır. Mal sahibleri ´belli olmadıkları tak-dirde o mal bulunan mal gibidir. Beytulmala konur. Yerde bulunan mallar nereye sarfedilirse oralara sarfedilirler». Hediye ve hüküm için alman rüşvet hususunda açıkça bu hediye ve rüşvet eğer sahibleri bilinirse sahiblerine geri verilecektir. Aksi takdirde yani bilinmiyorlarsa veya onlar uzaktaysa, ve bu sebebten götürüp kendi-lerine malı vermek zorlaşırsa o zaman o mal beytulmala verilir. Onun hük-mü de bulunan malın hükmü gibidir. Nitekim El-Kada Kitabında bu durum zikredildi. Düşün. «Her zamanda ilh...» şeklindeki kayıt yo takdir veya kâfi gelir fiille-rine bağlanır. Yani her zamanda kifayeti o zamanın miktarıyla takdir edilir. Çünkü nafaka zamanın değişmesiyle değişir. «Kadı zengin olsa dahi en sıhhatli görüşe göre ona maaş verilir «ilh...» Hidaye´nin ibaresi şöyledir: «Hakim fakir olduğu takdirde en efdal hatta vacib olan maaş almasıdır. Çünkü hüküm verme farzını yerine getirmek an-cak maaş almakla mümkündür. Zira kazançla meşgul olmak onu hüküm vermek hususunda ona zorluk verir uzaklaştırır.» Eğer hakim zengin ise, en efdali, beytulmale şefkat olsun diye denildiğine göre, maaşı terketmesidir. Bazıları da «alması efdaldir» dediler ve bu son görüş en sıhhatli görüştür. Çünkü hüküm gevşeklikten korun-muş olur ve bu hakimden sonra gelen hakim eğer muhtaçlardansa, gözetilmiş demektir. Çünkü bu maaş bir zaman kesilmişse onu tekrar iade et-mek zorlaşır. «Hakim şart koşmamışsa böyledir ilh...» Yani hakimlik vazifesini baş-ta şart koşmaksızın kabul etmiştir. Sonra vali ona yetecek kadar beytulmalden kendisine maaş verir. Eğer başlangıçta ancak kadı´lık vazifesini «Vali benim kadılığımın karşılığında maaş verirse bu makamı kabul ederim aksi takdirde kabul etmem» demişse bu bâtıldır. Çünkü taat karşılığında ücret almak olur. Kifâye. «Taata karşılık ücret caiz değildir ilh...» Yani bu tür ücreti almak da caiz değildir. «Yazılsın ilh...» ibaresine gelince, derim ki: Biz bunu İcâreler Kitabında yazdık. Hem de daha fazla imkânı olmayacak şekilde belirttik. Beyan et-tik ki, muteahhirinin kelâmı her taat hususunda genel değildir. Belki Kur´ân öğretilmesi, belki fıkıh, imamet ve ezan gibi zarurî olanlarda geneldir. «Cariyenin sefere gitmesi caizdir ilh...» hükmüne gelince, çünkü ecne-biler cariye hakkında, ona bakmak ve ellemek meselelerinde mahremleri mesabesindedirler. Hidâye. Zeylaî, «Ümmü´l veled cariyedir, çünkü onda daha cariyelik vardır. Mükâtebe akdini yapan kadın da cariyedir, çünkü onun rekabesi daha efen-disinin mülküdür. Bir kısmı azad edilmiş cariye de Ebu Hanife katında da-ha cariyedir. Çünkü Ebu Hanife´ye göre bu, mükâtebe akdi yapan cariye gibidir.» Burada hür bir kadının üç günlük bir mesafeye mahremsiz gidemeye-ceği hükmüne işaret vardır. Üç günden aşağı olan mesafeler hususunda ih-tilaf vardır. Bazıları kadın salihlerle çocuklar ve bunaklarla sefere çıkabilir, velev ki onlar mahremleri olmasa da» demiştir. Bu El-Muhit´te böyle yer almıştır. Kuhistânî. «Küçük çocuğa lazım olan şeylerin satın alınması caizdir ilh...» Na-faka, elbise, ona bakacak bir dadı icar etmek gibi lüzumlu olanların satın alınması caizdir. Minah. İbn Melek: «Şerhu´l-Mecma´ında bunu görmedim» diyor. Mecma´ın «onu sanata verir, en sıhhatli görüşe göre ücretle çalıştırmaz» sözünden sonra nassı şu olan ibareyi gördüm: «El-Kudûrî´nin rivayetinden sakınmak için bununla kayıtlandırdı. Bu rivayete göre çocuğun icarla çalıştırılması caizdir, tıpkı küçüğü annenin zorla çalıştırılması gibi. Çünkü bu çalıştırmada bir işle meşgul olmak he-sabiyle çocuk fesattan korunmuş olur. «Birinci rivayetin izahı çocuğu yerde bulan bir kimse, onun menfaat-lerini itlaf etmeyi mülk edinmez. Binaenaleyh amcası gibi onu icarla ça-lıştırmaz. Fakat anne ´böyle değildir. Çünkü anne çocuğunun menfaatlerini meccanen dahi itlaf etme yetkisine sahibtir. Binaenaleyh onu ivazla mülk edinir.» Bunun benzeri El-Vikâye üzerindeki şerhte de vardır. Evet, Zeylaî Kudurî´nin rivayetinin daha yakın olduğunu zikretmiştir: Ben derim ki: Bilmiş oldun ki en sıhhatlisi bunun hilafıdır. Nitekim El-Mecma, El-Vikâye, El-Hidâye ve başka kitablar Lakît (sokakta bulunan çocuk) konusunda bunu açıkça söylemişlerdir. Bu noktada El-Hidâye´de tereddüt vardır. «Onun amcasının da hükmü böyledir ilh...» ibaresine gelince, yani kü-çük çocuğun amcası için de hüküm böyledir. Bu şerh El-Minah´ın bazı nüshalarındaki metne binaendir. Onun nassı şöyledir. «Eğer ´küçük çocuk amcasının elindeyse amcası da onu ücretle çalıştırırsa caiz olur. Çünkü çalıştırmak onu korumaktan bir parçadır. Bu hüküm Ebu Yusuf´a göredir. İmam Muhammed´e göre ise ücretle çalıştırması doğru olmaz. Tashih edil-miş bir nüshada «onu ücrete veriri» ibaresindeki zamir silinmiş ve onun yerine «anası onu ücretler çalıştırır» ibaresi yer almıştır. Ve bu ibare et-Tebyîn ve eş-Şurunbilâliye´deki ibarelere daha uygundur. Fakat En-Ni-hâye´de Timurtâşî´nin Çamii´nden şöyle nakledildiğini gördüm: «Anne eğer çocuğu ücretle çalıştırırsa çocuk annenin yanında olduğu takdirde caiz olur. Mahremi olan rahim sahihleri de beyledirler.» Oraya müracaat et. Camiu´l Fusuleyn´in yirmiyedisinde (varak) şu hüküm yer almaktadır; «Her çocuğun babası, dedesi, varisi, olmazsa yakın rahim şahinlerinden birisi onu ücretle çalıştırırsa -ki o da bu yakının evinde ise-, caiz olur. Eğer rahim sahibi olan bu yakının evinde ise,ondan daha yakını olan başka bir kimse onu ücretle çalıştırmaya vermişse, mesele annesi ve halası var-dır, kendisi halasının evinde kalmaktadır, annesi onu ücretle çalıştırma-ya vermişse Ebu Yusuf´un katında bu da caizdir. İmam Muhammed´in ka-tında ise doğru değildir. Fakat buna rağmen İmam Muhammed diyor ki: «Onu ücretle çalıştırmaya veren, ücretini kabzeder.» «Eğer çocuk kendini ücretle çalıştırmaya verirse caiz değildir ilh...» Yani kifayet yönünden lazım gelmez. Çünkü zararla karışıktır. Zeylaî. «Baba ile dedenin de çocuğu ücretle çalıştırmaya verebilir ilh...» On-ların vasileri de çalıştırabilir. Fakat hakimin vasisi çalıştıramaz. Hamevî. Bu Dürer ibaresinin zahirine muhaliftir. Oraya müracaat et. Evet, sarih, Kitabu´l-Vesaya´da bu meseleyi baba vasisi ile kadı va-sisinden ayrıldığı sekiz meseleden birisi sayılmıştır. «Nitekim bu, Durer´den anlaşıldı ilh...» ibaresine gelince, yani sara-haten anlaşılmıştır, demektir. Dürer´in ibaresi şudur: «Muhit sahibinin Fevaid´inde şu hüküm yer alıyor: Baba, dede veya kadı küçük çocuğu çalışmalardan birisine verirlerse; denilmiştir ´ki: Eğer ecr-i misille ücretle vermişlerse caizdir. Onların birisi ücret-i misilden öz bir ücretle çocuğu çalıştırmaya vermişlerse caiz değil-dir. Fakat sahih görüşe göre az da vermişlerse ücretle çalıştırması caiz olur. Bunun benzeri el-Minah´da vardır.´ Eş Şurunbilâliye´de denildi ki: «Eğer en azı fahiş zararla değil az zararla yorumlanırsa muhalefet ortadan kalkar.» METİN Üzüm şirasını şarap yaptığı bilinen bir kimseye satmak caizdir. Çünkü günah şıranın aynısına bağlı değil, ancak şira değişikliğe uğratıldıktan sonra meydana gelir. Bazıları günaha yardım olduğundan dolayı şarab yapan bir kimseye şiranın satılması mekruhtur, dedi. Musannif, Es-S´irâc ve el-Müşkilât´tam nakletti ki: Onu şarab yapandan maksad ´kâfir bir kim-sedir. Şarap yapan bir müslümana satması ise mekruhtur. Bunun benzeri Cevhere´de, El-Bakani´de ve başka kitablarda gelmiştir. El-Kuhistânî, el-Hâniye´ye izafeten şu hükmü ekledi: Şarap yapan kâfire de şira satma ittifakla mekruhtur. Lutîlik yapan bir kimseye tüysüz bir köleyi satmak, fitne ehline silah satmak bunun tam tersidir. Yani haramdır. Çünkü günah bunların aynısıyla kaimdir. Sonra tüysüzü lutilik yapan bir kimseye satmak caiz değildir meselesindeki kerahet El-Haniye ve başkasının bayi´ler bölümünde açıkça belirtilmiştir. Musannıf da Zeylaî ve El-Ayni´de yer alan hükmün hilafına binaen buna itimad etmiştir. Her ne kadar musannif bunu Bâğîler konusunda kabul etmişse de. Biz bağiler konusunda en-Nehr´e izafeten şu hükmü naklettik: Ayni-siyle maşiyet kaim olan bir şeyin alış verişi tahrimen mekruhtur. Aksi takdirde tenzihen mekruh olur. İki görüş arasında uyum sağlamak kabilin-den bu ezberlensin. Bir müslümanın kilise tamirinde çalışması caizdir. Kendi nefsiyle veya hayvanıyla ücret karşılığında zimminin şarabını taşıması caizdir. Fakat zimminin şarabını sıkmak caiz değildir. Çünkü sık-manın aynısına maşiyet bağlanmaktadır. Küfe köylerinde evini ateşgede veya kilise veya havra olmak üzere icara vermek caizdir. Kûfe´nin köylerinden başka, en sıhhatli görüşe göre evini bu işlerde kullanılmak üzere icara veremez. Şehirlere veya Kûfe´nin köylerinden başka köylere gelince... Bunlarda böyle bir şey verilmez. Çünkü o köylerde İslâm şeairi belirgin bir hale gelmiştir. Küfe köyleri tahsis edildi) çünkü bu köylerin ehlinin çoğu zimmidir. Veya evini meyhane olarak Küfe köylerinde verirse caizdir. Fakat İmameyne göre bu uygun değildir. Çünkü günaha yardım demektir. Ve Eimmei Selase yani Malik Şafii, Han-bel de bunu böyle söylemişlerdir. Zeylaî. Mekke evlerinin binası ve arazisini satmak kerahetsiz olarak caizdir. Fakat İmam Şafii de böyle demiştir. Bununla da fetva verilir. Aynî. Şuf´ada yani şüf´a bahsinde geçti. El-Burhan adlı kitabta öşür konu-sunda şu hüküm yer almaktadır: «Mekke´nin binaları gibi arazisini satmak do mekruh değildir. Bununla amel edilir.» El-Hidaye sahibine aid olan Muhtaratun-Nevâzil´de şu hüküm yer al-maktadır: «Mekke´nin binalarını satmakta ve icare vermekte beis yoktun» Fakat ez-Zeylaî ve başka kitaplarda «icara vermek mekruhtur» denilmiştir. Tatarhaniye´nin beşinci faslının sonunda, el-Vehbaniye´nin icaresinde şu hüküm yer olmaktadır: İmameyn dediler ki: Ebû Hanife şöyle demiştir: Mekke evlerini hac mevsiminde icare vermeği mekruh görüyorum. Hacılar için Mekkelilerin evlerinde onlara misafir olmaya fetva verili-yordu. Çünkü Cenab-ı Hak: «Orada duran ile dışardan gelenler eşittir» buyurmuştur. Fakat hac mevsimi haricinde evlerin kiraya verilmesinde ke-rahet yoktur. Bu kaide hıfzedilsin. Ben derim ki: Bununla fark ve uyum ortaya çıkmış oluyor. Hz. Ömer de hac mevsiminde böyle çağırarak şöyle diyordu: «Ey Mekkeliler, sakın ev-lerinize kapı yapmayınız. Ta ki dışardan gelenler dilediği yerde yerleşsinler.» Bunu söyledikten sonra âyeti okudu. Karşı gelmesinden, kaçmasından korumak için kölesinin ayağına kayıt vurabilir. Bu fâsıklar konusunda müslümanların sünnetidir. Tacir olarak kölenin hediyesini kabul etmek, davetine icabet etmek, bineğini ariyet yoluyla almak istihsanen caizdir. Onun kisvesi, yani kölenin altın gümüş hediyesinin kabul edilmesi, elbise olarak mekruh olduğu gibi ona zaruret olmadığı için hediye vermek de mekruhtur. İğdiş edilmiş köleyi çalıştırmak mekruhtur. Bazıları: «Eğer onbeş ya-şında ise kadınların yanına girmesi de mekruhtur» dediler. İZAH İmameyn´e göre değil de Ebu Hanife´ye göre bu böyledir. «Üzüm şırasını şarap yapacak kimseye satmak caizdir ilh...» Üzümün veya bağının satılmasında ise ittifakla herhangi bir kerahet yoktur. Nitekim El-Muhit´te ^bu hüküm yer almıştır. Fakat Hazâne´nin Bey´ bölümünde şu hüküm vardır: «Üzümün satılmasında ihtilaf vardır. Kuhîstânî.» «Şarap imal ettiğini bildiği kimseye satması ilh...» Bu ibare işaret eder ki, eğer şarap yaptığını bilmezse ihtilafsız kerahet ortadan kalkar. Kuhistânî. «Çünkü günah şiranın aynısında bağlı değildir ilh...» ibaresine gelin-ce; bu ibareden anlaşılıyor ´ki; günah aynisiyle kaim olmayandan maksad alış verişten sonra başka bir vasfı oluşan nesnelerdir. İşte o son vasıf alış-veriş esnasında bulunuyorsa durum yine böyledir. Tüysüz bir kimsenin ve silâhın satılmasında olduğu gibi. Gerisi bilahare gelecektir. «Onu müslümana satmaya gelince, mekruh olur ilh...» ibaresine gelince, çünkü böyle birşey yapmak, masiyete yardımcı olmak demektir. Kuhistânî, Cevâhir´den Ben derim ki: Bu ifade, metinlerde gecen kayıtsız şartsız ifadelerin ve Şerhlerin geçen ifadelerinin hilâfınadır. T. dedi ki; «Bundan şu da anla-şılmaktadır: Bu ancak kâfirler, Şeriatın fürûuna muhatap değildirler, diyenlerin görüşlerinden açıkça anlaşılmaktadır. Halbuki doğru olan, onların bu hükümlerle muhatap olduklarıdır. Buna böyle bir satış yapmak, masiyet üzere yardım etmek demektir. O halde, üzüm şırasını müslüman olsun, olmasın {şarap yapacağı bilinen bir kimseye) satmak durumu değiştirmez, her ikisi arasında herhangi bir fark yoktur. İyice düşün. Bu mutlak olarak red edilemez. Bundan önce geçen gerekçenin durumu da böyledir. «Zeylâî´de ve Aynî´de yer olan ifadenin hilafına olmak üzere ilh...» Bunun benzeri İmam Serahsî´nin İcârât Bölümü´nden naklen Nihâye ve Kifâye´de de yer almaktadır. «Nehr´e atıfta bulunarak ilh...» Bu eserde Buğât ile ilgili bölümde şunları söylemektedir: «Masiyetin bizzat kendisiyle işlenmediği şeylerin satılması mekruh değildir. Şarkı söyleyen cariyenin, tos vuran koçun, uçup kaçan güvercinin şıranın, çalgı aletleri yaptığı bilinen bir kimseye ahşap satmanın durumu böyledir. Hâniye´nin Alışverişlerle ilgili bölümünde yer alan: «Onun vasıtasıyla günah işleyeceği bilinen bir fâsıka tüysüz çocuk satmak mekruhtur» şeklindeki ifadesinin anlaşılması ise zordur.» Zeylaî´nin el-Hazr ve´l-İbâha bölümünde açıkça ifade ettiği husus şöy-ledir: «Arkadan yaklaşan bir kimseye cariye satmak, lûtîye genç köle sat-mak mekruh değildir. Bundan önce geçen hükümlere bu uygun düşer/Ba-na göre Hâniye´de yer olan ´bu hüküm Tenzîhî Kerahet olarak anlaşılmalı-dır, insanın rahatlıkla kabul edebileceği hüküm budur. Çünkü böyle bir kimsenin kötülüğe doğrudan yardımcı olmamakla birlikte ´böyle bir şeye sebep olduğunda anlaşılmayacak bir durum yoktur. Bu ´konuya el atanı görmedim.» Şelebî´nin Muhît´e yazmış olduğu haşiye´de şu ifadeler yer almakta-dır: «Fâsık bir müslüman tüysüz bir köle satın aldığı taktirde, eğer bu fa-sık arkadan yaklaşmayı alışkanlık haline getirmiş kimselerden ise, onu satmaya mecbur edilir.» «İfadelerin arasını bulmak için bu iyice bellensin ilh...» Yani Haniye´ de bulunan «kerahetin tenzihi olduğu» hükmü ile, Zeylaî ve başkalarının «bunu kabul etmeyerek kerahetin tahrîmî olduğunu» belirtmeleri arasında, çelişki yoktur. Ben diyorum ki: Böyle bir uygunluk, açıkça görülebilen birşey değildir. Çünkü bundan önce geçenlerden de anlaşıldığı gibi, tüysüz köle, masiyetin bizzat kendisiyle kaim olduğu kimsedir. Burada sarihin zikretmiş olduğuna göre >bu konudaki kerahetin tenzihi değil de tahrimî olması gerekir. O halde Zeylaî´nin ve diğerlerinin sözlerini Tenzîhî Kerâhet´e yorumlamak doğru olamaz. Zeylaî´nin ve başkalarının sözlerini «tüysüz, masiyetin biz-zat kendisi vasıtasıyla işlendiği kimse değildir» şeklinde anlamaya imkân yoktur. Halbuki Sarihin biraz "sonra gelecek olan «ateşgede olarak kullanılacak bir evi satmak caizdir» şeklindeki ifadelerinden, onun Zeylaî ve benzerlerinin sözlerini böyle anladığı ortaya çıkmaktadır. «Bir müslümanın kilisenin tamirinde çalışması caizdir ilh...» sözüne gelince; Hâniye´de şöyle denilmektedir: «Bir kilisede çalışmak ve orayı tamir etmek üzere belirli bir ücret üzerinde anlaşacak olursa, bunda her-hangi bir sakınca yoktur Çünkü bizzat yaptığı işte masiyetin varlığı söz-konusu değildir.» «Ücret karşılığında zimminin şarabını taşımak caizdir.» ibaresine ge-lince; Zeylaî dedi ki: «Bu Bbû Hanîfe´ye göre böyledir. Ebû Yusuf ve Muhammede göre ise mekruhtur. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.), şarap konusunda on kişiye lanet etmiş ve onu taşıyan kişiyi de bunlar arasında saymıştır. Ancak Bbû Hanife´nin lehine olmak üzere şu söylenebilir: Ücret akdi, yük taşımak karşılığındadır. Böyle bir iş ise masiyet değildir. Bu masiyetin se-bebi de değildir. Böyle bir masiyet, hür irade sahibi bir ´kimsenin fiiliyle ortaya çıkabilir. Şarabı içmek, taşınmasının zorunlu ve kaçınılmaz bir so-nucu değildir. Çünkü şarap bazan dökülmek veya onu sirkeye dönüştürmek için de olabilir. O taktirde onun, taşımak üzere ücretle tutulması, üzümü sıkmak ya da onu bağından koparmak için tutulması gibi olur. Bu durumda hadis de masiyet kasdı ile birlikte taşımak hali ile ilgili olarak yorumlanır.» Nihâye´de şu ifadeleri de ekler: «Bu bir kıyastır. İki imamın söyledik-leri ise istihsân´dır.» Daha sonra Zeylaî şunları ekler: «Bu farklı görüşlere binaen, üzerinde şarap taşıması için bineğini ona kiralarsa veya domuz çobanlığı yapmak üzere ücretle çalışmayı kabul etse, Ebû Hanife´ye göre bu iş için alacağı ücret helâl olur, Ebû Yusuf ile Muhammed´e göre ise mekruh olur.» Muhît´te şöyle denilmektedir: «Hıristiyana zünnar, mecûsîye de kalensuve {onlara has özel başlık) satmak mekruh değildir. Çünkü bu, onları bir çeşit küçültmektir. «Mükâ´ab» diye bilinen elbiseyi erkeğe satmak, gi-yinmek için olması halinde mekruhtur. Çünkü böyle birşey, haram olan bir kıyafeti giymek İçin yardımcı olmak demektir. Şayet ayakkabıcı ise, bir kimse gelip ondan mecûsîlerinkini ya da fâsıklarınkini andıran bir ayak-kabı yapmasını istese; veya terzi olsa ve birisi gelerek ondan fâsıklarınkini andıran şekilde elbise yapmasını istese, bu gibi kıyafetleri yapması mek-ruhtur. Çünkü böyle bir iş yapmak, mecusîlere ve fasıklara benzemeye sebeptir.» «Fakat zimminin şarabını sıkmak caiz değildir. Çünkü masiyet bizzat onunla kaimdir ilh... sözünde bundan önce söylemiş olduklarına açık bir aykırılık vardır. Çünkü masiyet bizzat onunla kaim değildir. T. Bu hüküm aynı zamanda bizim Zeylaî´den naklettiğimiz ve «üzüm sık-mak veya onu koparmak maksadıyla yanında ücretle çalışmasının caiz ol-duğunu belirten» ifadelere de aykırı düşmektedir. Burada maksat «üzümün şarap yapılması maksadıyla sıkılması» ol-malıdır. Şayet bu iş, bu maksatla yapılacak olursa, masiyet olur. O taktirde bu, daha önce gecen «üzüm şırasını satmanın ve üzüm sıkmak üzere ücret-le çalışmanın caiz olduğu» hükmüne aykırı düşmemiş olur. Bana böyle geliyor. Düşün. «Küfe köylerinde ateşgede yapılmak üzere ev kiraya vermek caizdir.» İbaresine gelince; bunun da caiz olması Ebû Hanîfe´ye göredir. Çünkü icare, evin menfaati karşılığındadır. Bu bakımdan mücerret teslim edilmesiyle ücret gerekir. Bunda herhangi bir masiyet de yoktur. Aksine masiyet, kiralayanın yaptığı işlerle ilgilidir. Kiralayan ise, hür bir irade sahibi ol-duğundan, bu masiyetin evin kendisi ile ilgisi yoktur. Buna göre böyle bir maksatla kullanılacak bir evi kiralamak, istibrâ :yapmadan cariyesine yak-laşacak veya onunla arkadan ilişki kuracak bir kimseye cariye satmak, lûtîlik yapan birisine tüysüz köle satmak gibi olur. Bunun caiz olmasının delili şudur: Eğer o evi, mesken olarak kullanılmak üzere kiralayacak olur-sa, caiz olur. Halbuki mesken olarak kullanacağı bu evinde ibadet etmesi de kaçınılmaz birşeydir. Zeylaî. Nihâye ve Kifâye´de de onun benzeri var-dır. Minah´ta dedi ki: «Lûtî´ye tüysüz köle satmanın caiz olduğu konusun-da ifadesi açıktır. Fakat Fetvaların çoğunda nakledilen, bunun mekruh olduğudur. Muhtasar´da bizim kendisine işaret ettiğimiz görüş de budur.» Ben derim kî: Masiyetin bizzat kendisi ile ilgili olmadığı konusunda da ifadesi acıktır. Bu nedenle daha önce Nehr´den yaptığımız nakilde de belirtildiği gibi, Fetva kitaplarında yer alan hükmün anlaşılması müşküldür. Çünkü tüysüz köle satmak, ev kiralamak ve üzüm sıkmak arasında bu bakımdan herhangi bir fark yoktur. O bakımdan musannifin, Sarihlerin zikrettiklerine itibar etmesi gerekirdi. Çünkü şerhler, Fetvalarda belirti-lenlere tercih edilir. Evet, Zeylaî´nin belirttiklerinin esasına göre «masiyetin bizzat ken-disi ile kaim olduğu» ile «olmadığı» arasındaki fark da müşkül hale gel-mektedir. Çünkü silah satmak, gümüşlü mukâ´ab denilen elbise yapmak ve benzeri şeyler, satın alan kimsenin fiilleriyle masiyet olmaktadır. Bu ba-kımdan aradaki farkın ne türlü olduğu üzerinde düşünülmelidir. Çünkü ben şahsen arada herhangi bir fark göremedim. Bu konuda farkın ne ol-duğuna dikkat çeke,ni de görmedim. Evet, Şârih´in başka kişilere uyarak sunmuş olduğu «gerekçe (talîl) ye» binaen aradaki fark açıkça görülmek-tedir. Çünkü masiyet bizzat kendisi ile ilgili olmadığı gerekçesiyle üzüm şırasının satılmasının cevazını ´belirtmiş bulunuyor. Bilindiği gibi, şıra an-cak belirli bir değişikliğe uğradıktan sonra masiyet sözkonusu olmaktadır. Dolayısıyla o da fitne peşinde olanlara demir satmak gibidir. Bilindiği gibi demir, değişip başka bir nitelik kazandıktan sonra silâh haline gelmekte-dir. Bundan açıkça anlaşılıyor ki, tüysüz, -bundan önce de açıkladığımız gibi (masiyetin bizzat) kendisiyle kaim olduğu kişidir. Düşünülsün. «Diğer şehirlere gelince, orada onlara böyle bir imkân verilmez ilh...» Yani kilise, havra yapmalarına, açıktan açığa içki satmalarına ve benzeri şeyler yapmalarına imkân verilmez, «Kilise veya havra ilh...» Kilise hıristiyanların, havra yahudilerin iba-det ettikleri mabetlerin adıdır. Sinan´da: «Kenîse» havra olarak, «bîah» da kilise olarak açıklanmış ve bunu aksi şekilde açıklayanların yanıldıklarını belirtmiştir. İbn Kemâl. Fakat Kilise´ye «kenîse» adı da verilmektedir. Nitekim Kâmûs´tan ve Muğrib´den bunun böyle olduğunu öğrenmekteyiz. «Mekke´deki evleri satmak caizdir ilh...» İttifakla caiz olduğunu kas-ediyor. Çünkü bu evler, onlara inşa edenlerin mülküdür. Nitekim vakıf arazide bina yapan bir kimsenin onu satmak hakkı vardır. İtkanî. «Arazisini de satmak caizdir.» Kenz´de bunu kati olarak bildirmiştir. Bu görüş iki imamın görüşü olduğu gibi İmam Ebû Hanife´den gelen iki rivayetten biri de böyledi. Çünkü Mekke arazisi, Mekke halkının mülküdür. Bunun sebebi ise orada mülkün etkilerinin açıkça görülmesidir. Bu etki ise Şer´an özel olarak ona sahip olmaktır. Bu bahsin tamamı Minah´ta ve başkalarındadır. «Şüf´a bahsinde geçti, ilh...» Yine orada şu hüküm de geçmişti: Mek-ke Evlerinde şüf´a vacibtir. Bu da Mekke arazisinin mülkiyetinin -önceden de açıklandığı üzere- delilidir. «Dediler ki ilh...» Bunlar Tatarhâniye ve Vehbâniye adlı eserlerin müellifleridir. «Ebû Hanife dedi ki: ilh...» Ben derim ki: Gâyetu´l-Beyân´da bunun aynı zamanda Ebû Yusuf ile Muhammed´in görüşleri olduğuna delil olan ifadeler de yer almaktadır. Çünkü İmam Kerhî´nin Takrîb´inden şu ifadeleri aktarır: «Hişâm Ebû Yusuf´tan, o da Ebû Hanîfe´den rivayet ediyor: Ebû Ha-nife, Mekke evlerinin Hac Mevsimi´nde kiraya verilmesini mekruh gör-müştür. Başka bir rivayetinde de bunda bir mahzur görmemiştir. Ebû Yu-suf da böyle söylemiştir. Hişâm dedi ki: Muhammed bana Ebû Hanife´den rivayetle şöyle dedi: O, Hac Mevsiminde Mekke evlerinin kiraya verilmesini mekruh görüyor ve onlara şöyle diyordu: Eğer evlerinde genişlik varsa, on-ların evlerinde kalabilirsiniz. Yoksa onların evlerinde ´kalamazsınız. Muham-med´in görüşü de budur.» Buna göre Hac mevsiminde Mekke´deki evlerin ´kiralanmasının kera-heti konusunda fikir birliği olduğu anlaşılmaktadır. ed-Duru´l-Menteka´da da aynı şekilde şöyle denilmektedir: «Konu ilgili herhangi bir ihtilaf oldu-ğu belirtilmeksizin, mekruh olduğunu açıkça söylemişlerdir.» «Bununla fark ortaya çıkmış oluyor» ibaresine gelince; yani keraheti. Hac Mevsimi´ne hamledecek olursak, satışın caiz olup icarenin caiz ol-mayışının farkı anlaşılmış oluyor. Bu ifade ise Şurumbilâliye´de mevcut olan ifadeye cevap teşkil etmektedir. Çünkü Şurunbilaliye´de Mekke ara-zisinin kiralanmasının mekruh olduğunu Zeylaî. Kâfi ve Hidâye´den naklet-tikten sonra şöyle söyler: «Satmanın caiz olması ile icarenin (kiraya vermenin) caiz olmaması arasındaki farka bakılsın.» Hülâsası şudur: Kiralamanın mekruh olması, Hac için gelenlerin o ev-lere ihtiyaç duymalarıdır. «Uyum da ortaya çıkmış oluyor» ibaresine gelince; kiralamanın mek-ruh olmasını Hac Mevsimi´ne böyle olmamasının mevsim dışına hamlet-mek suretiyle, Nevazil ile Zeylaî ve başka kitaplarda yer alan zıt ifadeler arasında uyum sağlanmış oluyor. «Hz. Ömer (R.A.) de böyle çağırıyordu.» ibaresine gelince; İmamın fetvası gibi sesleniyordu demektir. T. «Bineğini iğreti olarak almak ilh...» Eğer binek altında sakatlanacak olursa, iğreti olarak alan tazminatını ödemez. «İstihsânen caizdir» sözüne gelince; Çünkü Peygamber (s.a.v.), Hz. Selmân´ın hediyesini henüz köle olduğu halde kabul etmiş olduğu gibi kitabet yapmış bir cariye iken Hz. Berîre´nin de hediyesini kabul etmiştir. Sahabeden bir grup, Ebû Esîd´in mevlâsnın henüz köle iken davetine ica-bet etmişlerdi. Diğer bir neden ise, bu gibi hususlarda zaruret vardır ve ticaretle uğraşan bir kimse için bu gibi şeyler kaçınılmazdır. Hidâye. «Yani kölenin hediyesinin kabul edilmesi ilh...» Bununla «kisvesi» ifadesinin mastadın failine izafet yapılması türünden olduğuna işaret et-mek istemiştir. «İğidiş edilmiş köleyi çalıştırmak da mekruhtur, ilh...» Çünkü böyle bir iş, halkı iğdiş olmaya (veya yapmaya) bir çeşit teşviktir. Gâyetu´l-Beyânkia Tahâvî´den naklen şu ifade vardır: «İğdiş edilmiş-lerin kazancını almak, onları köle olarak mülkiyete geçirmek ve onları istihdam etmek mekruhtur.» Hamevî der ki: «Onun kazancının neden mekruh okluğunu tesbit ede-medim.» Ben derim ki: Muhtemelen onun kazancının mekruh olması, efendisi içindir. Şöyle ki: Efendisi ondan belirli bir miktar kazanç sağlamasını şart koşar veya ne kadar olursa olsun kazanç sağlamasını ister. Böyle bir kim-senin kazancı ise, normalde onun istihdam edilmesi ve mahrem olmayan kadınların yanma girmesi ile olur. Düşün. Daha sonra ikinci hususu Tecnîs adlı eserde gördüm. Oradaki ifade şu şekildedir: «Çünkü onun kazancı kadınlarla birlikte olmasıyla meydana gelir.» Bundan dolayı Allah´a hamdolsun. «Eğer onbeş yaşında ise, kadınların yanına girmesi de mekruhtur, dediler.» ibaresine gelince; evlâ olan bunu zayıf bir görüş olarak belirt-mesi değil de mutlak olarak «girmesi» demesiydi. Kuhistânî, burada (zayıf bir görüş olduğuna işareten) «kîl» demekle yetinmiştir. Kuhistânî bunu Kirmânî´den nakletmiştir. Hadis ve bunun illeti ise, bunun mutlak olarak mek-ruh olduğunu ifade etmektedir. O halde itimada şayan görüş budur. T. Metinlerden açıkça anlaşılan kuvvetli görüş de böyledir. «Kadınların yanına ilh...» Misbâh´ta da belirtildiği gibi «hurem» ka-dın anlamına gelen «hurme»nin çoğuludur. Hamevî. «Eğer onbes yaşında ise ilh...» Burada yaş kaydının zikredilmesinin nedeni, iğdiş edilmiş kimsenin ihtilâm olmadığına dair bir görüşün varlı-ğıdır. METİN Bakkal fırıncı ve benzerlerine eğer elinde kalırsa helak olacaktır, diye korktuğu buğday veya parayı borç verip parça parça onunla diledi-ğini almak üzere şart koşarsa, bu mekruhtur. Veya kıtlık, halinde böyle bir şart ileri sürmezse; fakat peyder pey bu alacakları verecektir diye bulunuyorsa gene de kerahet vardır. Şurunbulâliye. Çünkü bu verene yarar sağlayan bir borçtur. O yarar da: malı yok olmaktan kurtarmasıdır. Eğer bu parayı bahsi geçen kimselere emanet verirse kerahet orta-dan kalkar. Çünkü emanet verdiği takdirde helak olursa, bakkal, fırıncı ve benzeri kişiler zamin olmazlar. Eğer borç vermezden önce bu şartı, yani peyder pey alırım şartını koşarsa, sonra borç verirse ittifakla mek-ruhtur. Kuhistanî ve Şurunbulâliye. Nerdile oynamak tahrimen mekruhtur. Satranç ta bunun gibidir. İmam Şafiî satrancı mubah görmüştür. Bir rivayete göre Ebû Yûsuf da satrancın mubah olduğunu söylemiştir. Vehbaniye´nin sarihi bunu nazmederek demiştir: «Satranç oynamakta bir beis yoktur. Bu şart ile garbın kadısı Allame Ebû Yûsuf´tan rivayet edilmektedir.» Evet satrançla kumar oynamasa, ona devam etmese ve onunla oynuyor diye bir vacibi ihlâl etmezse böyledir. Eğer kumar oynar, devam-lılık gösterir veya bir vacibi ihlâl etmeye sebeb olursa icmâen haramdır. Her oyun mekruhtur. Çünkü Cenab-ı Peygamber: «Müslümanın her oyunu haramdır; ancak üç oyunu müstesnadır: 1- Ailesiyle oynaşması 2- Atını eğitmesi, 3- Yayıyla ok atması.» Kölenin boynuna «ğul» denilen buka´ğı geçirmek de mekruhtur. Bu-kağı köleye kaçmış kölelerden olduğu tanınsın diye takılıyordu. Fakat zamanımızda kölenin boynuna böyle bir şey takmakta bir beis yoktur. Zira köleler artık çokça kaçmakta, firar etmektedir. Hele siyahlar ara-sında kaçmak çokça görülüyor. Nitekim Aynî´nin el-Mecma´ Şerhin´de geldiği gibi muhtar görüştür. Fakat kayıt vurmak bunun hilâfınadır. Yani daha önce de geçtiği gibi kayıt vurmak helâldir. Kişi dua ederken «Bİ MEK´ADİ´L İZZİ MİN ARŞİKE» (yani: Arşından oturduğun yer hakkı için) diye söylemesi mekruhtur. Ebû Yûsuf´tan gelen rivayete göre; eğer ayni kaftan önce getirirse (yani: Bİ MA´KADİ´L-İZZİMİN ARŞİKE» derse) o vakit bir beis yoktur. Ebu Leys, -bu hususta eser varit olduğundan dolayı- bunu kabul etmiştir. Fakat en ihtiyatlısı böyle bir şeyi söylemekten kaçınmaktır. Çünkü bu hususta gelen eser haber vahittir. Hem de kesin bir delile muhalefet eden bir şekilde gelmiştir. Zi-ra müteşabih ancak kati delille sabit olur. Hidâye. Tatarhâniye´de el Münteka´ya nisbet edilerek Ebû Yûsuf´tan rivayet edilir. O da Ebû Hânife´den rivayet ediyor: Hiçbir kimse için Allah´a za-tından, sıfatlarından başka hiç birşeyle çağırmak uygun değildir. İzin verilen ve emredilen dua Cenab-ı Hakkın şu âyetinden anlaşılan dua şek-lidir. «En-güzel isim ancak Allah´ındır. Binaenaleyh Allah´ı o isimlerle ça-ğırınız.» (A´râf, 180) Müellif: Böylece hiç kimse Peygamber´den başka bir kimseye salevât getiremez demektedir. Kişinin: «Peygamberlerinin, velilerinin, hakkı için buna şunu ver» de-mesi de mekruhtur. Veya: «Kabe´nin hakkı için bana ver» dese yine mek-ruhtur. Çünkü hiçbir mahlûkun, Yüce Halik üzerinde herhangi bir hakkı yoktur. Eğer bir kişi başka bir kişiye: «Allah´ın hakkı için veya Allah için şunu yap!» dese en uygunu onu yapmak ise de; yemine maruz kalan ki-şinin onu yapması lazım gelmez. Dürer. El-Muhtarât´ta İbnü´l Mübarek dedi ki: «Bir kişi «Allah´ın veçhile» veya «Allah´ın hakkı ile» birşey isterse; benim hoşuma giden ona o şeyi vermemektir. Çünkü o Allah´ın tahkir ettiğini tazim etmiştir.» El-Muhta-rât´ta şu hüküm de yer almaktadır: «Bir kimse Kur´ân´ı okuyup mucibiyle amel etmezse okuduğundan dolayı sevap alır; tıpkı namaz kılıp isyan •eden bir kimse gibi.» Bir mesele: Zikir ve dua yaparken sesin yükseltilmesi mekruh mu-dur, değil midir, hususunda ihtilâf vardır. Bir kavle göre mekruhtur. Bu konunun tamamı Bezzâziye´nin Cinâyât bahsinden önce gelmektedir. Badem, üzüm ve incir gibi beşerin gıda maddelerini, yonca ve sa-man gibi hayvanların yiyeceklerini ihtikâr etmek; -ehline zarar verecek bir memlekette olursa-mekruhtur. Çünkü: «Celbeden rızıklanmıştır. İhtikâr eden lanetlenmiştir.» hadisi vardır. Eğer zarar vermiyorsa kerahet Yoktur. Celepleri karşılamak da bunun gibidir. Hakimin ihtikârcıya kendisinin aile efradının yiyeceğinden fazla olan malını satmasını emretmesi vacibtir. Eğer hakimin emrine rağmen satmazsa, hâkim bu işten vaz geçirmek için dilediği şekilde onu tazir ceza-sına çarptırır. Ve hakim onun malını onun hesabına satar. O sahîha gö-re bir meselede ittifak vardır. Sirâc adlı kitapta: Eğer imam (devlet baş-kanı) bir memleketin ahalisinin helak olmasından korkarsa, ihtikârcılardan gıda maddelerini alır ve onlara taksim eder. Bolluğa kavuşacak olur-larsa, alınanların benzerini sahiplerine iade ederler. Bu, bir hacir mese-lesi değil zaruret dolayısıyla yapılan bir uygulamadır. Kim başkasının malını almaya mecbur kalır ve yemediği takdirde helak olmaktan korkarsa; mal sahibinin rızası olmaksızın onu yer. Zeylaî bu hükmü el-İhtiyâr´dan naklederek uygun görmüştür. Kişi arazîsinden gelen maddeleri depo etmekle itikârcı olmaz. Bu konuda herhangi bir ihtilâf yoktur. Ama başka bir memleketten celbettiğinde Ebû Yûsuf´tan farklı olarak itikârcı olmaz. İmam Muhammed´e göre; eğer binaen bu ikinci memleketten getirmesi, adet ise onu depo-lamak mekruh olur. Tercihe şayan görüş de budur. Hiçbir hakim (yönetici) gıda maddelerine fiyat koymaz. Çünkü ce-nabı Peygamber: «Sakın (başkalarının) mallarına fiyat koymayınız. Zira muhakkak şudur ki: fiyat koyan, kabzeden, basteden, rızık veren Allahtır» buyurmuştur. Ancak mal sahipleri kıymette fahiş bir şekilde saldırganlık yaptıkları takdirde hakim (yönetici) ehli reyin istişüresinden sonra narh koyabilir. İmam Mâlik: Vali kıtlık senesinde eşyaya narh koymakla görevlidir, der. El-İhtiyar´da Fiyatı koyduktan sonra satıcı, eğer eksik verirse İmamın dövmesinden korkuyorsa müşteri için helâl olmaz. Onun kurtuluş yolu şudur: «Sen istediğin şeyle bana sat» diyecek-tir. Eğer ekmeğin ve etin fiyatı üzerinde İttifak ederlerse bununla bera-ber satan eksik tartarsa; müşteri o eksiği ekmekle geri alabilir; fakat fitte alamaz. Çünkü etin fiyatı adeten herkes tarafından bilinen birşeydir. Derim ki: Buna göre; narh koymak, ancak iki temel gıda maddesin-de olur, başkasında olmaz. El- Attabî ve başkası bunu açıkça söylemiş-lerdir. Lakin şu vardır ki, iki temel gıdanın gayrisini satanlar, haksızlık yaptıkları ve halk topluluğuna zulmettikleri takdirde; hakim (yönetici) on-ların sattığı maddelere fiat (narh) koyar. Bu da Ebû Yûsuf´un dediğine binaen böyledir. Zira Ebû Yûsuf dediğine göre caiz olması uygundur. Bu meseleyi Kuhistanî zikretti. Çünkü Ebû Yûsuf daha önceden de tekarrür ettiğine (anlaşıldığına) göre, zararın hakikatini nazarı itibare alır. Dü-şün. İZAH Kâmus´ta «bakkal» çeşitli gıda maddelerini satan kişiye denir. Bu kelime avamca kullanılan bir kelimedir. Doğrusu «BEDDÂL»dir dedi. «Şart koşarsa ilh...» Gâyetülbeyân adlı eserde: Bakkala teslim edi-len mal eğer menfaat aktin başında şart koşulmuş ise mekruhtur; aksi takdirde değildir. Çünkü borç alan kişi onu kendiliğinden teberru olarak veriyor. Bu takdirde Rasûlullâh´ın vermiş olduğu rüçhân gibi oluyor.» «Akid esnasında şart koşmazsa ilh...» Şurunbulâliye´de bu mesele «et-Tecnisve´l-Mezîd adlı eserde mesele üç vecih üzerine kılınmıştır: A) Borçta borç verirken bunu teberruen veyahut satın almak suretiyle alacağını şart koşmasıdır. B) Bunu şart koşmaz; fakat bunun karşılı-ğında ona birşeyler vereceğini biliyor. C) Borç verip alındıktan önce bunu söylemiştir. Binaenaleyh Birinci ve ikinci vecihlerde caiz değildir. Çünkü menfaat çeken bir borç oluyor. Üçüncü vecihte caizdir. Çünkü böyle bir menfaat şartı yoktur. Binaenaleyh kişi her aldıkça bu seninle anlaştığımız noktaya binaendir diyecektir.» Derim ki: İkinci vecihten gereken ne ise, üçüncü vecihede o gere-kiyor. Binaenaleyh üçüncü vecihin de ikinci vecih gibi mekruh olması uy-gundur. Ancak üçüncü vechi şu manâya hamlederse caiz olur: İki taraf ta borç alınıp verildiği zamanda daha önce aralarında bahsi geçen şart-tan yüz çevirirlerse, bu borcun çekmiş olduğu menfaat borç verenin malı kalır. , «Bu ise malının kalmasıdır ilh...» İhtiyaçlarına cevap verir. Eğer elin-de kalsaydı, mutlaka aynı anda elinden çıkar, kalmazdı. Minâh. «Kuhistanî ve Şurunbulâliye ilh...» Kuhistanî´nin ibaresinde: Eğer borç verilmezden önce veren ile alan arasında kendisine şu kadar dir-hem vereceğim, onu peyder pey, parça parça alacağım diye bir konuşma geçtikten sonra ona borç vermiş ise; ihtilâf olmaksızın böyle bir borç mekruh değildir.» «Nitekim bu durum El-Muhitte´de böyle beyan edilmiştir.» İşte bu Şurunbulâliye´de bulunanın üçüncü vechidir. Sen üçüncü ve-cihte olanı da daha önce bildin. Eğer bizim söylediğimiz şekilde yorum-lanmazsa durumunu anladın. Bununla bilindi ki sarihin: «İttifakla mek-ruhtur» sözünün doğrusu bazı nüshalarda da mevcut olduğu gibi; mek-ruh olmadığıdır. «Nerd ile ilh...» «Nerd» kelimesi Arapçalaştırılmış bir kelimedir. Ona: Nerdeşir denir. Şîr, el-Mühimmat´ta da geçtiği gibi kendisine bu Nerd oyununun icadediği kiralın ismidir. Zeynül Arab adlı kitapta nakledilmiş-tir ki: Şîr kelimesi tatlı manâsına gelir; fakat bu tefsir su götürür. Fakihler demişlerdir ki: Bu oyun, Sasanîlerin ikinci kralı Erdeşîr oğlu Sâbûr´un icadettiklerindendir ve bu oyun haramdır. İcmâ ile adaleti düşürür. «Satranç ilh...» Şudirenc´in taribidir. Bu oyunun mekruh olmasının nedeni, bununla iştigal eden kimsenin bununla dünyevî dikkatinin girme-si, uhrevî meşakkatinin de baş göstermesidir. Bu ise bize göre haram ve büyük günahlardandır. Onun helâl edilmesinde müslümanların ve İs-lâm´ın aleyhine şeytana yardım etmek sözkonusudur. El-Kâfî´de hüküm böyle yer almaktadır. Kuhistanî. «Bir rivayette ilh...» Şurunbulâli Şerh´inde der ki: «Malumunuzdur ki mezhep (yani Hanefî mezhebi) başka oyunları yasakladığı gibi bununla da oynamayı yasak kılmıştır.» «Şarkla garbın kadısı ilh...» Ebû Yûsuf ikinci imamdır. Çünkü onun kadılığı şarkla garbın hepsini kapladı. Zira o Halife Harun Reşid´in kadısı idi. Şurunbulâlî, «İşte bu ilh...» Eğer satranç üzerinde çok yemin etmez, bu manâlar olmaksızın oynarsa: satrancın hürmetinde ihtilâf olduğundan dolayı, sat-ranç oynayan kişinin adalet sıfatını düşürmez. Abdül-Ber. Edebu´I-Kâdî´dan bunu nakletmiştir. Bir Mesele: Ondörtlükle oynamak haramdır. Ondörtlük ağaçtan ya-pılmış bir parçadır. O parçaya üç satırlık bir yer oyulur. Oyulan yerlere küçük taşlar konur ve onunla oyun oynanır. Minâh. Derim ki: Zahir şudur ki, bizim zamanımızda bu oyuna el-Mankale denir. Fakat bizim zamanımızdaki parçalara iki satır oyma oyulur her satırda yedi tane çukur vardır. «Her lehv mekruhtur ilh...» Yani le´ib (oyun), lehv ve abes ile iştigal etmek mekruhtur. Binaenaleyh Le´ib, Lehv, Abes kelimeleri aynı manaya gelir. Nitekim bu durumu Tevilât´ın şerhinde yer almıştır. Bu itlâk yani «lehv» kelimesini mutlak zikretmek, onun fiilini kapsar. Raks,-alaya almak, el çırpmak, tanbur tellerine dokunmak, berbutun, rebabın, kanunun, mizarın, sencin ve bükün tellerine dokunmak (onların) dinlemesini de kapsamaktadır. Çünkü bütün bunlar mekruhtur. Zira bütün bunlar kâfirlerin tarzı ve kisvesidir. Def mizmar ve diğerlerinin din-lenmesi haramdır. Eğer ansızın onu dinlerse mazur sayılır. Onu dinle-memek için bütün gücünü sarfetmesi vacibtir. Kuhistanî. «Okuyla atmak ilh...» sözüne gelince ok atmak ve yarışmak kaste-dilmektedir. Yani bu okla yarışma oyunu caizdir. Cevahir´de: «Eğer sa-vaşmak, savaşmak için güç elde etmek hedef ise, koşu yarışının ruhsatı hakkında eser gelmiştir, deniliyor. Ama bunu sadece bir keyif için ya-parsan mekruhtur.» Zahir şudur ki bunun benzeri atın eğitiminde ve ok-larla atışta da söylemektir. T. «Gül takmak ilh...» Kaçmışlığına alâmet olsun diye demirden yapıl-mış bir bukağıyı kölenin boynuna takmak mekruhtur. İtkanî. Kuhistanî´de şu hüküm yer alıyor: «Mekruh olan ğul büyük bir çivi ile çivilenmiş ve kölenin başını sallamaktan men eden bir bukağıdır.» Dikkat et! «Ma´kidi´l-İzz ilh...» Muğrib adlı kitapta: «Ma´kidi´l-İzz» izzetin bağlı olduğu yer demektir, diyor. Böyle söylemenin mekruh olması; şu nokta-dan ileri geliyor: Onlara Allah´ın izzetinin Arşa bağlı oluş hissini verme-sindendir. Oysa Arş, sonradan peyda edilmiştir. Sonradan peyda edilmiş olana bağlı olan ise zarûreten hadis olur. Yani sonradan peyda edilmiş-lerden olur. Cenâb-ı Hâk ise izzetinin bir hâdise ´bağlı olmasından yüce-dir. Belki onun izzeti kadimdir. Çünkü izzet onun sıfatıdır. Onun bütün sıfatları kadim ve onun zatıyla kadimdir. O ezelde o sıfatlarla mavsuf ol-duğu gibi; ezelde de onlarla mavsuftur. Arş ve başkasının hudusiyle ezel-de kemalden olmayan bir şey, onun hakikatine eklenmiş değildir. Zeylaî. Hülasası sudur: Bu ibare insana Allah´ın izzetinin Arşa bağlı olduğu vehimini veriyor. Çünkü «min» kelimesi bütün manâları iptidâi gaye ma-nâsına dönüştürür. Bu manâ ise Allah´ın sıfatların hiçbirisinde tasavvur edilemez. Çünkü bu manânın verdiği netice şudur ki: İzzet sıfatı hadis olan Arş´tan neşetetmiştir. Binaenaleyh izzet sıfatı hadis olur. Anla. İşte bununla sıfatın hâdise taalluk etmesi, sıfatın hadis olmasını gerektirmez. Çünkü sıfat o hâdise bağlı değildir. Tıpkı kudret ve benzerlerinin vücuda gelenlerle ilgisi gibi. Nitekim Turî bunu böyle açıklamıştır. Evet, işte bu-nunla bu müşkül kalkmış oluyor. Kalkmasının nedeni şudur: Muhal olan manânın sadece iyhâm edilmesi dahi, böyle bir kelâmı telaffuz etmenin yasak olmasına kâfidir. Herne kadar bu sıhhatli bir manâ ihtimalini taşı-yorsa bu böyledir. Bunun için fakihlerin ileri gelenleri; Allah´ın izzeti Ar-şa bağlı olduğu vehimini verir; bu bakımdan: «Ben Allah diterse mümi-nim» demesi ile ilgili olarak da aynı şeyi söylemişlerdir. Onlar böyle bir ifade kullanmayı mekruh görmüşlerdir. Her ne kadar burada teberruken söylemek kasdedilse dahi mekruhtur. Nitekim burada allâme Taftazânî Şerhu´l-Akatd adlı kitabında İbnü´l-Hümam da Musayere adlı kitabında belirttikleri gibi; farklı bir anlamı hissettirmesi söz konusudur. Eğer «iz» ile Arşın sıfatı olan «iz» kasdedilirse; bu lafzın telaffuzundan ilk anlaşı-lan Allah´ın izzeti olacağından Zeylaî´nin sözünün anlaşılması güç olur. Çünkü Zeylaî´ İzz´i Arşın sıfatı kılarsa bu kelimenin kullanılması caiz olur demiştir. Çünkü Arş Kur´an-ı Kerîm´de Mecd ve Kerem sıfatlarıyla sıfatlanmıştır. Buna göre «iz» sıfatıyla da sıfatlanır. Her ne kadar Cenab-ı Hakr heybetin ve kudretinin kemalini izharra muhtaç olması da; Arş´ın, heybet, kudret ve kemalinin izhar yeri olduğundan hiç kimsenin şüphesi yoktur. Lakin Dürer de, Minah da bunu böylece kabul etmiştir. Makdisî de böy-lece kabul ederek dedi ki: «Bu tevile binaen ibaredeki «Min» kelimesi beyaniye manasını ifade eder. Yani: «Senin Arş´ın olan Ma´kidi´l-İzz´in..,» (anlamıyla) senden isteriz» demek oluyor. Bu yorum, fakihin seçmiş ol-duğu manâya çok güzel yakışan bir yorumdur.» Düşünülsün. «Ayn harfinin takdimi ile olsa dahi ilh...» İbaredeki «Maksad» keli-mesi, zahire bakılırsa «Mak´ad» olmalıdır. Ve şerhlerin nüshalarının ço-ğunda da böyledir. Fakat bazı nüshalarda ayn, kaftan daha önce gel-miştir. İşte Minâh´ta bu kelime üzerine şerh yapılmıştır. Metinlere uy-gun olduğundan ve bir de bu ihtilâf yeri olduğundan bu, evlâdır. Bunun için ikincinin memnu olduğunda şüphe yoktur, çünkü o «Ukûd» kelimesinden gelmektedir. «Eser dolayısıyla ilh...» ibaresinde gelince; ayrıca rivayet ediliyor ki: .Cenâb-ı Peygamber duasında şöyle demiş: «Ya Rab şüphesiz ben Arşın-dan izninin ma´kıdıyla; Kitabından rahmetinin doruğuyla ve en yüce isminle, en yüce kudretinle ve en tam kelimelerinle senden istiyorum.» Zeylaî. «En ihtiyatlısı bundan imtina etmektir ilh...» sözüne gelince: Bu söz, nihâye´de Camiussağîr´in Kadîhân tarafından yapılan şerhine; Temurtaşî´ye ve Mahdûbî´ye nisbet edilmiştir. Müdekkik âlim İbn-i Emir el-Hâc´ın el-Minye üzerindeki el-Hilye adlı şerhinin on üçüncü faslında bu eserden ve senedinden söz ettikten sonra şunu söyler: «İbnu´l-Cevzî bunu mevzu hadisler arasında saymıştır. Sen de önceden bildiğin gibi bu eser sabit değildir. Binaenaleyh bu gibi şeyleri, kesin bir nas veya kuvvetli bir icmâ´ ile olmadıkça kullanmamak gerekir. Bundan bu şartların ikisi de yok-tur. Binaenaleyh bu sözü söylemekten imtina etmek gerekir. Mekruhtur, dediği hükmü keraheti tahrimiye olarak anlaşılmalıdır. Bunun tamamı o şerhte vardır.» Şerhin «Katiye muhalif olan şeylerde ilh...» sözünden de anlaşıldığı gibi; en ihtiyatlı böyle şeyi söylememektir. Çünkü bu Hakkı böyle bir şey-den tenzih etmektir. T. «Çünkü müteşâbih olan ilh...» Yalnız: «Müteşabih» deseydi daha iyi olurdu. Yani yukarıda geçen dua gibi. T. Yani zahiri Allahın hakkında bir muhali ifade eden sözler. «Hidâye...» Sarih bu ibareyi Hidâye´den aldığını söylüyor. Ben de: «Bu ibare Minâh´m sahibine ait bir ibaredir» diyorum. Hidâye´nin ibare-sine gelince onun nassı şudur: «Lakin biz deriz ki: Bu bir haber-i Vâhid´dir. Binaenaleyh böyle bir şeyden uzak durmak daha ihtiyatlı olur.» BİR UYARI: Dikkat edilsin; acaba böyle bir itiraz eserlerde varit olan salavat hakkında da söz konusu mudur Meselâ şu salavât gibi: «Ey Al-lah´ım Muhammed´e ilminin ve hilminin sayısınca, rahmetinin son nok-tasına kadar, kelimelerinin adedince; Allah´ın kemâli adedince» gibi salâvatlar. Bunlar insanın vehmine tek olan sıfatın müteaddid olmasını ya-ni birden çok olduğunu; ilim gibi sıfatlarının bilinen şeyler gibi sonuçlu olduğu vehmini veriyor. Hele: «Senin ilminin ihata ettiğinin sayısınca» gibi ibarelerle «senin işitmenin kapsadığı kelimelerin adedince» gibi ifa-deler; bu vehmi daha çok veriyor. Halbuki Allah´ın ilminin nihayeti, rah-metinin nihayeti yok. kelimelerinin sonu yoktur. Binaenaleyh «Sayısınca» ve onun manâsına gelen ifadeler; adet ve benzeri kelimeler, bunun hila-fını insanın hatırına getirirler. Ben Allâme Fâsî´nin Delâilu´I-Hayrât adlı kitap üzerindeki şerhinde bu husustaki araştırmasını gördüm. Orada diyor ki: «Alimler vehme kapılmayan bir kimsenin yanında vehmi ifade eden veya tevili kolay olan, tefsiri açık bulunan veya sahih bir manâda kullan-mak yollarının birisiyle tahassüs kesbeden bir ibareyi kullanmanın caiz olup olmaması hususunda ihtilâf etmişlerdir. Alimlerden bir gurup Resul-u Ekrem´in üzerine getirilen selâvatın keyfiyetlerinde bir takımını seçmiş-ler ve bu keyfiyetler en üstünüdür demişlerdir. Şeyh Afifüddin el-Yâfi´î, Şeref el-Bâzî ve Bahâ el-Kattân bunlardandır. Bu sonucunun talebesi Makdisî ondan bunu nakletmiştir...» Derim ki: Bizim imamlarının konuşmasının muhtevası şudur ki: Böy-le bir ibareyi kullanmak memnudur. Ancak Fakîhin tercihine binaen eğer o ifade Resul-u Ekrem´den varit olmuş bir ibare ise kullanılabilir. Allah Ha-kikati daha iyi bilir. «Ancak onunla ilh...» O´nun .zâtı sıfatları ve isimleriyle demektir. «Esma-i Hüsnâ yalnız Allah´ındır. O´na onlarla dua ediniz ilh...» Hafız Ebûbekir bin Arabî, bazılarından naklederek: «Cenab-ı Hakk´ın bin is-mi vardır» demiştir. İbnu´l Arabî dedi ki: «Bu, isimlere dair az bir sayıdır. Sahih bir hadiste yer aldığına göre; «Cenâb-ı Hakk´ın doksandokuz ismi yani bir eksiği ile yüz ismi vardır. Kim bunları sayarsa cennete girer.» Nevevî, Müslim´in Şerhinde şöyle der: Alimler ittifakla Cenab-ı Hakkın isimleri doksandokuz münhasır değildir, demişlerdir; buradaki «doksan dokuz» ibaresinden maksat, bunları saymakla cennete girileceğini ha-ber vermektir. «Bu isimleri «saymak»tan maksadın ne olduğu hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Buhârî ve başka muhakkik âlimler bunun manâsı hak-kında şöyle der: Kim ki doksandokuz ismi ezberlerse o cennete nail olur, demektir. İşte bu en açık tevildir". Çünkü başka bir rivayetle tefsiri daha açık olarak gelmiştir ki, onda şöyle denilmektedir: «Kim onları ezberler-se.» Bazıları da onları «sayması»ndan maksat duada onları sayarsalar; bazıları da bu ibareden maksat, onları gözetmeyi ve iktiza ettikleri manâ-ları yerine getirmeyi en güzel bir şekilde yaparsa demektir; derler. Ba-zıları da başka manâlar vermişlerdir. Doğrusu birinci manâdır.» Özetle. «Hiç kimse diğer bir kimseye selât-selâm getirmez ilh...» Yani müs-takil olarak. Ancak Resulullah´a tabi olarak getirebilir. Mesela: «Allahümme sali ala Muhammedin ve ala alini ve eshabihi (Yarab Muhammed âline ve esbahına selatu selâm et» demesi caizdir. Haniye. Burada «Peygamber´den başkasına selavat getirilmez.» sözünden maksat, «meleklerin ha-ricinde kalan kimselere getirilmez» şeklindedir. Meleklere ise, bağımsız olarak selât getirilebilir. Müellif Garâib adlı eserinde selâm kelimesi, selât kelimesinin yerine geçer, der. T. Bîrî´nin Şerh´inin başlangıcında şu hüküm yer almaktadır: «Kim ki meleklerden ve Peygamberlerden başkasına selât getirirse günahkâr olur. Salat getirmesi mekruhtur.» Doğrusu da budur. Mustasfa aldı kitabda şu metin yer almaktadır: «Salla Allah yala ali Ebi Evfâ» (Yani: Al-lah Ali Ebî Evrâ üzerine selavat etsin» hadisi Peygamber tarafından söy-lenmiştir. Salât Peygamberin hakkıdır. Peygamber başkasının üzerine selâvatı müstakil olarak getirebilir. Peygamberden başkası ise böyle bir yetkiye sahip değildir. Bu hususta kitabın sonunda kelâmın tamamı ge-lecektir. «Ancak Peygamber üzerine ilh...» ibaresindeki elif-lâm cins isimdir. Yani bütün Peygamberlere. Burada melâike´ kelimesinin de eklenmesi uygundur. T. «Peygamberlerinin hakkı için demesi mekruhtur ilh...» Burada Ebû Yûsuf imama muhalefet etmemiştir. Ama metinde geçen meselede İtkanî´nin ifade ettiği gibi, muhalefeti vardır. Hatta Tatarhâniye´de geldi-ğine göre; eserlerde bunun caiz olduğuna delâlet eden ifadeler vardır, denilmektedir. «Çünkü hiçbir mahlukun halik üzerinde hakkı yoktur ilh...» ibaresine gelince; Allah´a vacib olan bir hakları yoktur, denilebilir. Fakat Allah, faziletinden onlar için bir hak kılmıştır. Veya haktan maksat, hürmet ve azamettir. Bu takdirde şu âyette geçen vesile kabi-linden oluyor. Cenab-ı Hâk âyette: «Ona vardıran vesileyi arayınız» (Ma-ide, 35) buyurmuştur. Hısn´de sabit olduğuna göre, tevessül duanın edeplerinden sayıl-mıştır. Bir rivayette şu varid olmuştur: «Ey Allahım ben servin katında diliyenlerin hakkıyla senden istiyorum. Sana atılan adımların hakkıyla senden istiyorum. Kesinlikle ben fitneci ve saldırgan olarak çıkmadım.» T. Molla Ali el-Kârî´nin Nihâye üzerindeki şerhinden nakletmiştir. Muhtemelki: «Peygamberlerin hakkından maksat, bizim boynumuz´daki onlara iman etmek onları tazim etmek görevimiz olmasıdır.» Yakubiye´de şu hüküm yer alıyor: Hak kelimesi mastar olabilir; sıfat-ı müşebbihe değil. O taktirde manâ: «Peygamberlerin hakkıyetiyle senden istiyoruz,» demek olur. O zaman herhangi bir mani yoktur. Dü-şünülsün. Yani ibarenin manâsı: Onların hak olmaklığıyla senden istiyo-ruz olur, onların senin katında müstahak oldukları bir hakkı vardır da ondan istiyoruz, demek değil. Derim ki: Lâkin bütün bunlar, bu lafızdan insanın zihnine ilk anda gelen ibareye muhalif düsen ihtimallerdir. Lafız caiz olmayan bir şeyi iham ettirirse; sadece bu, onu kullanmaktan men için yeterli olur. Ni-tekim bu durumu da önceden söyledik. Binaenaleyh ahad haberlere zıt düşmez. Bunun için -Allah her şeyi daha iyi bilir- bizim imamlar bu tür. ibarelerin kullanılmasının memnu olduğunu mutlak olarak söylemişler-dir. Bu manâların irade edilmesi takdirde Allah´dan ´başkasıyla yemin etme vehmi dahi vardır. Bu da ikinci bir manidir. Düşün. Evet Allame Münâvî, «Ey Allahım, Rahmet Peygamberi olan Peygamberlerinle sana yöneliyor ve senden istiyorum» hadisinin şerhinde İzzuddun b. Abdüsselâm´dan rivayet etmiştir ki: Bu sadece Muhammed hakkında söz konu-sudur. Ve Muhammed´den. başka hiç kimseyle Allah´a ant verdirmek uy-gun değildir. Bu Resulü Ekrem´in özelliklerindendir. Münâvî der ki: «Sübki dedi ki: Peygamber ile Peygamberin Rabbine tevessül etmek güzel-dir. Seleften ve haleften İbn-i Teymiyye hariç hiç kimse bunu mekruh görmemiştir, inkâr etmemiştir. İbn-i Teymiyye ise, kendisinden önce hiç-bir âlimin söylemediğini söylemiştir.» Allâme İbn-i Emiri´l-Hac, buradaki özellik davasında diğerleriyle mü-nakaşa etmiştir. Münye üzerindeki şerhin on üçüncü faslında bunun hakkında uzun uzun konuşmuştur. Oraya müracaat et. «Eğer birisi, Allanın vechi veya Allah´ın hakkı için bir şey isterse bana göre uygunu ona o şey verilmemektir ilh...» ibaresine gelince; bu ibare o dilencinin mecburiyeti bilinmediği takdirde hamledilir. Eğer mec-bur olduğu bilinirse verilir. T.. Derim ki: Bu men hocalarımızın hocası Cerrâhî´nin zikrettiğiyle be-raber düşünülsün. Cerrahî, ricali sahih ricali olan bir senetle Teberânî´nin katında sabit olan ve Ebû Musa (R.A.)den gelen hadisi zikrediyor. Ebû Musa diyor ki: «Resulullah´tan dinledim: Kim ki Allah´ın veçhiyle islerse lanetlenmiştir. Kim ki Allah´ın veçhiyle kendisinden birşey iste-nir, sonra isteyen çirkin bir şey istemedikten sonra onu men eder ver-mezse, lanetlenmiştir.» Ebû Dâvud ve Neseî´nin rivayet ettikleri, İbn-i Hibbân´ın tashih ettiği ve Hâkim´in Müslim ve Buharı şartı üzerinde olduğunu belirttiği ve bun-lardan rivayet edilen ve Resulullâh´a kadar varan hadiste: «Kim ki Allah´-ın vechi ile isterse ona veriniz» buyurdu. Taberânî: «Allah´ın vechi ile is-teyen bir kimse lanetlenmiştir. Kimde Allah´ın ismiyle kendisinden bir şey isteyeni men eder vermezse o da lanetlenmiştir) diye rivayet edilir. Ancak dünyalıktan başka bir şey istenir veya ihtiyacı yoktur bilin-diği zaman ise veya malını çoğaltmak için istediği biliniyorsa verilmez. Düşün. «Kur´an okuyan bir kimse, Kur´ân´la amel etmeyi terkederse günah-kâr olur. Fakat okumasından sevab alır ilh...» Bununla birlikte ameli terk-ten dolayı günahkâr olur. Çünkü sevap bir taraftan günah da başka bir cihetten gelir. T. «Acaba zikir ve dua yaparken sesinin yükselmesi mekruh mudur Bazı kimseler tarafından evet mekruhtur denilmiştir ilh...» Müellifin «de-nilmiştir» ifadesinden bu görüşün zayıf olması iş´ar edilir. Halbuki Muhtar ve Münteka´da bunun üzerine durarak dedi ki: «Allah´ın Rasulünden rivayet ediliyor ki: «Kur´ân okunduğu zaman, cenaze taşıyanda, savaş anında zikir anında sesin yükseltilmesi mekruhtur. Acaba vecid ve sevgi diye isimlendirdikleri ginâ anında sesinin yükseltilmesini ne zannedersin İşte bu da mekruhtur. Ve bunun dinde aslı astarı yoktur.» «Bezzâziye´nin Cinâyât bahsinin az öncesinde bunun tamamı yer almıştır ilh...» sözüne gelince derim ki: Bezzâziye´nin kelâmı karmakarışıktır. Evvela Kadî´nin Fetevâsı´ndan haram olduğunu naklediyor. Çün-kü İbn-i Mes´ud, tehlîl ve Resulullâh´a selâvet getiren bir cemaati cami-den çıkarmış ve onlara: «Sizi ancak bidatçılar olarak görüyorum» buyur-muştur. Bezzâzî bunları söyledikten sonra şöyle dedi: «Sahîh´te Resulü Ekrem, tekbir getirirken seslerini yükseltenlere «Nefsinizi yormayınız. Ke-sinlikle siz ne sağır, ne de gaib birini çağırmıyorsunuz. Kesinlikle siz din-leyen ve gören, yakın, sizinle beraber bulunanı çağırıyorsunuz.» demiş-tir. Bu rivayete göre; o zaman ses yükseltmekte bir maslahat yoktu onun için olduğu muhtemeldir. Bu rivayete göre de; Resul-ü Ekrem o zaman harpte idi. Sesin yükseltilmesi bir belâyı celbedebilirdi, Harb ise aldat-madır. Bunun için Cenâb-ı Peygamber harblerde çıngırak çalmasını nehyetmiştir. Zikirde sesin yükseltilmesine gelince; ezanda, hutbede, cuma- da ve hacda olduğu gibi caizdir.» Bu mesele Hayriye´de yazılmış ve Kadî´nin Fetvâsı´ndaki hüküm, za-rar verici sesli okunmaya hamdedilmiş demiş ve şunu eklemiştir: «Bu konuda birtakım hadisler vardır. Bu hadisler sesli zikir getirmeyi iktiza ederler. Bazı hadisler de vardır ki onlar da gizli söylemeyi iktiza ederler. Bu iki gurup hadisin arasını şöyle bulmak mümkündür: Yani bu mesele şahısların değişmesiyle ve hallerin değişmesiyle değişir. Riyadan korkul-duğu, namaz kılanlar eziyet görecekler ve uyuyanlar rahatsız olacaklar diye korkulduğunda gizlice söylemek daha efdaldir. Eğer bu maniler or-tada yok ise; sesli söylemek daha efdaldir. Çünkü sesli söylemek daha fazla ameli iktiza eder. Bir de onun faydası dinleyenlere de sirayet eder. Zikredenin kalbi uyanır, himmeti tamamen düşünceye yönelir, kulağını tamamen zikre verir, uykusu kaçar ve neşesi daha da artar.» Özetle. Tatarhâniye´de ayrıca şu hüküm vardır: «Cenaze kaldırılırken ses-lerin yükseltilmesi mekruhtur demekle, cenazenin üzerinde ağlamak sı-rasında ses yükseltilmesi kasdedilmiş olması muhtemeldir. Veya halk na-maza durduktan sonra ölüye yapılan duada sesin yükseltilmesi de kas-dedilmiş olabilir. Eğer cahiliyet adetinde olduğu gibi muhale benzer şey-lerle ölüyü medh etmekte ifrat edilmişse de kasdedilmiş olabilir. Ölünün üzerine sena etmenin esası ise, mekruh değildir.» İmam Gazâlî, insan oğlunun tek başına zikretmesi ile cemaatin zikretmesini, tek başına ezan okuma ve cemaatin ezan okumasına benzet-miş ve şöyle demiştir: «Nasıl ki cemaatle olan müezzinlerin sesleri ha-vanın cürmünü tek müezzinden daha fazla yırtıyorsa; cemaatin zikri de kalbin üzerinde tesir ve kalın perdeleri kaldırmak bakımından tek kişinin zikrinden daha üstündür.» «Beşerin kutunu (yani gıda maddelerini) itikâr etmek mekruhtur ilh...» sözüne gelince, ihtikâr lügatte bir şeyi piyasadan çekilmesi ve pahalılaşması maksadı ile hapsetmektir. İhtikârın Şer´î manâsı ise: Bir gıda maddesini veya benzerini satın alıp kırk gün pahalılanıncaya kadar onu stok etmektir. Çünkü Cenâb-ı Peygamber: «Kim ki müslümanların üzerinde kırk gün itikâr yaparsa, (yani gıda maddelerini piyasadan çe-kerse) Cenâb-ı Hak cüzam hastalığıyla ve iflâsı ile onu vurur.» buyurmuş-tur. Bir başka rivayette: «Böyle yapan bir kimse Allah´tan uzaklaşmış, Allah´da ondan uzaklaşmıştır» denilmektedir. «Kifâye´de bu hadisin manâsı: Allah onu mahrum ve mahcup eder, ihtiyaç anında ona yardım eder, şeklindedir demiştir. Başka bir rivayet-te ise şöyle buyurulmuştur: «Böyle bir kimsenin üzerinde Allah´ın, me-leklerin ve bütün insanların laneti vardır. Allah ondan ne Sünnet, ne de farz ibadetleri kabul etmez.» Şurunbulâliye, Kâfi ve başka kitaplardan nakletmiştir. Bazıları gıda maddesini bir ay bekletirse; bazıları daha fazla bekle-tirse itikâr olur demişlerdir. Evet bu süre takdiri, malını satmak veya ta-zir cezasına çarptırmak yoluyla dünya cezası içindir. Günahın hasıl ol-ması için değildir. Çünkü az bir müddet dahi hapsedersen günah hasıl olur. Bir de bir malın azalması veya tamamen kıtlığa yol açması arasın-da fark vardır. Allah´a sığınırız. Dürrü Müntekâ. «Beşerin kutu» dediği görüş, Ebû Hânife ve Muhammed´in görüşü-dür. Kâfî´de olduğu gibi fetva da bu görüşe göre verilir. Ebû Yûsuf diyor ki: Halk tabakasına zarar veren her şeyin hapsi ihtikârdır. İmam Muham-med´den gelen diğer bir rivayete göre elbiselerde de ihtikâr vardır. İbni Kemâl. «Bağdan üzüm, incir ve badem gibi ilh...» sözüne gelince; yani rızıktan olup ta bedeni besleyen her madde. Velev ki darı gibi bir madde olsun. Ama bal ve yağ buna dahil değildir. Dürrü Müntekâ. İbarede «kıt» diye geçmekte olan nesne «fusfus» veya «fısfıs» de-nilen maddedir. Bu da hayvanlara yedirilen yaş otların birikintisidir. Müellifin «bir beldede» şeklindeki ibaresi beldenin hükmünde bulu-nan rustâk ve köyler de beldenin hükmündedir. Kuhistânî. «Belcenin ehline zarar veriyorsa ilh...» sözüne gelince yani belde küçüktür böyle bir ihtikâr oraya zakar verir. Hidâye. «İhtikâr yapan lanetlenmiştir ilh...» yani iyi insanların derecesinden uzaklaştırılmıştır. Yoksa Allah´ın rahmetinden uzaklaştırmak manasına gelen lanetin ikinci manâsı burada kasdedilmemektedir. Çünkü o lanet,ancak kâfirler hakkında olur. Zira kul, büyük günahı işlemeye imandan çıkmaz. Nitekim bu durum Kirmânî´de de yer almıştır ve Kuhistânî de bu-nu böyle kabul etmiştir. Dürrü Müntekâ. «Celebleri karşılamak da bunun gibidir ilh...» sözüne gelince; o memleketin ehline zarar verip vermemesi hususunda böyledir. Eğer ve-riyorsa böyle bir karşılama mekruhtur eğer vermiyorsa değildir. Molla Miskîn´de yer aldığına göre bunun sureti şöyledir: Kişi beldeden çıkarak gıda maddelerini getiren kafileyi karşılıyor. Beldenin haricinde o madde-leri kafileden satın alıyor. Bundan maksadı ise bu maddeleri götürüp stok etmek ve şimdilik satmamakdır. Kafilenin beldeye girmesini önlüyor. İşte fakîhler demişler ki; eğer bu kafileyi karşılayan memleketin o maddeler hususundaki narhını örtbas etmemiş ise, kerahet yoktur. Eğer böyle bir durumda bulunmuş ise, yani gerçek fiyatları söylemeden malı almış ise, bu iki vecihde de mekruhtur. Hidâye. «Hakim onun nafakasından fazla malını satmayı emreder ilh...» sö-züne gelince, yani kendisine Hidâye ve Tebyİn´de belirtildiğine göre ge-nişlik gelecek bir zamana kadar nafaka bırakılır, gerisi satılır. Şurunbulâlî. Hakim onu ihtikâr yapmaktan nehyeder ona bazı nasihatte bulunur ve ihtikâra teşebbüs ettiği takdirde onu meneder. Zeylaî. «Eğer hakimin emrine muhalefet ederek malını satmazsa ilh...» sözüne gelince, Zeylaî dedi ki: «Hâkime bu kişinin durumu ikinci kez götürüldüğünde yine onun hakkında aynı hükmü vererek onu tehdit edecek-tir. Üçüncü defa durumu kadıya götürüldüğünde kadı onu hapsedecek-tir ve tazir cezasına çarptıracaktır.» Bu hükmün benzeri Kuhistanî´de de yer almaktadır. Kifâye adlı eser de, Câmiü´Sâğîr adlı eserden böyle naklediyor. Dikkat et!. «Hakim onun aleyhine gıda maddelerini satar ilh...» sözüne gelince; yani kendisi satmaktan imtina ettiği takdirde hakim cebren bu malı sa-tar. Hidâye´de dedi ki: «Acaba hakim ihtikârcının rızası olmadan onun malını satabilir mi Bir görüşe göre borçlu bir kimsenin malının satışındaki örf ihtilâfı, burada da söz konusudur. Diğer bir görüşe göre ittifakla hakim böyle bir kimsenin malını satabilir. Çünkü Ebû Hânife,umumî bir zararı kaldırmak için o adamın üzerine hacr konmasını yerinde görmektedir. İşte bu da aynen bunun gibidir.» «Sahihe binaen ilh...» sözüne gelince, Kuhistânî´de böyle nakletmiş-tir. Bunun benzeri Minâh´ta da vardır. «Sirâc´da dedi ki ilh...» sözüne gelince, bunun benzeri Gâyetü´l-Be-yân ve başka kitaplarda da vardır. Bu söz aynı zamanda daha önce Hidâye´den imâmın: «Bu meselede hacr yoktur.» sözüne binaen naklettiğimiz nedenden başka bir sahih kavlin ikinci bir nedenini açıklıyor. Düşün. «İmam (yönetici, devlet başkanı) ihtikârcılardan gıda maddelerini alır ilh...» sözüne gelince; -yani açıkça anlaşıldığı gibi- onlara ve çoluk çocu-ğuna yetecek kadarını bırakır, gerisini alır demektir. T. Nitekim daha önce imamın satış emri hususunda da bu geçti. «Kendi arazisinden gelen mahsulü depolayan ihtikâra olmaz ilh...» Çünkü bu, onun katıksız hakkıdır. Halkın hakkının bununla ilgisi yoktur. Çünkü kişinin öz malını satmama hakkı olduğu gibi, tarlasını ekmeye-bilir de. Hidâye. T. dedi ki: «Burada maksat yani bir kişi ihtikâr yapanın günahı gibi bir günaha girmez, demektir. Yoksa Acaba böyle bir kimse malını satmaya icbar edilir mi . Eğer halk ona muhtaç iseler Zahire göre, icbar edilir. Düşün. «Başka bir beldeden celbedip getirdiği ilh...» sözüne gelince: Çünkü nasın hakkı aynı memlekette toplanan ve aynı memleketin sahasına celbedilen her şeye bağlanmıştır. Hidâye. Kuhistanî dedi ki: «Böyle bir kimsenin satması müstahabdır. Çünkü Timürtaşî´de olduğu gibi, kerahetten hali değildir.» «İkincinin hilâfına ilh...» sözüne gelince, «Hidâye´de olduğu gibi öy-le yapmak mekruhtur. İtkanî, Hidâye´ye itiraz ederek dedi ki: «Fakih bu-nun fetva olmamasının müttefakun aleyh olarak belirtmiş; Kudurî de Takrîb´de dedi ki: «Ebû Yûsuf, eğer o malı yarım mil uzaktan celbetmiş ise o mal ihtikâr malı olmaz. Eğer bir rustâktan satın almış, satın aldığı yerde onu hapsetmiş, depolamış ise, o ihtikâr malı olur.» «İşte bundan an-laşılıyor ki, başka bir memleketten celbettiği mal, ihtikâr malı değildir. Ebû Yûsuf da aynı görüştedir. Çünkü yarım mü uzaktan celbedilen malda ihtikâr sabit olmazken; başka bir şehirden celbettiği bir malda nasıl ih-tikâr sabit olabilir Kerhî, Muhtasar´ında bunu açıkça belirtmiştir.» (Yani ihtikâr yoktur demiştir.) «Eğer âdeten oradan celbediliyorsa ilh...» sözüne gelince, bu ifade ile beldenin uzak bulunup da âdet yönünden oradan malı yükleyip ge-tirmek söz konusu olmadığı takdirde verilen hükümden farklı olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Çünkü bu mala halkın hakkı arasında bir alaka yoktur. Hidâye´de de böyledir. «Mülteka ilh...» sözüne gelince sarihi, «Şurunbulâliye´ye uyarak de-diki: «Hidâye´de İmam Muhammed´in sözü delili ile birlikte tehir edildi. Çünkü onun adeti, seçtiğinin delilini tehir etmektir. «Hiçbir hâkim narh koyamaz ilh...» sözüne gelince, yani narh koy-ması mekruhtur. Nitekim Mülteka ve başka yerlerde de böyle tesbit edil-miştir. «Sakın narh koymayınız ilh...» diye başlayan hadise gelince, hoca-larımızın hocası Şeyh İsmail el-Cerrâhî bu konudaki meşhur hadisler hak-kında dedi ki: «Necm dedi ki: Bu lafızla Peygamberden varid olmamıştır. Lakin İmam Ahmed, el-Bezzâr. Ebû Ya´lâ Müsned´lerinde, Ebû Dâvûd, Tirmizî -sahih olduğunu kaydederek- ve İbni Mâce Sünen´lerinde Enes´-ten rivayet ettiler. Enes (R.A.) dedi ki: Halk «Ey Allah´ın Resulü fiyatlar çok pahalılandı, bizim için bir narh koy »diye talepte bulundular. Cenab-ı Peygamber onlara: «Narh koyucu, kabzedici, bastedici, rızk verici Cenâb-ı Hak´tır. Ben umarım ki Allahın huzuruna hiç kimse ne can hususun-da ne de mal hususunda benden bir zulüm taleb etmeksizin varayım.» Bu hadisin isnadı Müslim´in şartına uygundur. İbni Hibbân ve Tirmizî de bu hadisin sahih olduğunu beyan etmişlerdir.» Hadis´de: «er-Râzık ilh... kelimesi vârid oluyor. Nüshaların çoğunda da böyledir. Fakat başka bir nüshada «er-Rezzâk» şeklinde varit olmuş-tur. Bu daha önce takdim ettiğimize daha uygun düşer. «Fahiş bir fiyat ile ilh...» sözüne gelince, Zeylaî ve başkaları «Esas fiyatın iki misline satmak»la «fahiş»! açıklamışlardır. T. «Böyle bir takdirde ehl-i reyin istişaresiyle narh koyabilir ilh...» İfadesine gelince; yani narh koymakta beis yoktur. Nitekim bu durum Hidâye´de böyle yer almıştır, «İmam Mâlik´in vali (yönetici) narh koyabilir ilh...» sözüne gelince; yani böyle bir narh koymak valinin görevidir. Nitekim bu durum Gâyetü´l-Beyân´da böyle yer almıştır. İbn-i Kemâl´in zikrettiğine göre İmam Mâlik, narh koymak için fahiş bir fiyatla satmayı şart koşmamıştır. Böylelikle iki mezhep arasındaki fark ortaya çıkmış oluyor. «Eğer satıcı imamın narhından daha az satarsa ilh...» sözüne ge-lince; meselâ imam. bir batmana bir dirhem fiat vermiş ise; müşteri de satıcıya gelip bir dirhem verse ve «Bununla bana sat» dese, O da bir batmandan az verirse, demektir. Düşün. O vakit «müşteri için helâl olmaz ilh...» Yani imamın koymuş oldu-ğu narhla satın almak helâl olmaz. Çünkü satıcı burada mecbur edilen (mükreh)in durumundadır. Nitekim Zeylaî bunu böylece zikretmiştir. Derim ki: Burada düşünmek gerekir. Zira bu sultan tarafından malı müsadere edilmiş ve malının satışı tayin edilmemiş kimsenin hakkında fukahanın dediklerine benzer. Böyle bir kişi mülklerini kendiliğinden sa-tarsa bunun alışverişi geçerlidir. Çünkü o satmaya mecbur edilmemiş-tir. Burada da böyledir. Zira satıcının hiç satmamak yetkisi de vardır. Bu-nun için de Hidâye´de dedi ki: «Onlardan kim imamın takdir ettiği fiat ile satarsa, sahihtir. Çünkü satış hususunda mecbur değildir.» Çünkü imam satmayı emretmemiş ancak sattığı takdirde fiyatı şu kadardan faz-la çıkarmamayı emretmiştir. Bu ikisi arasında fark vardır. Düşünülsün. «Bunun çıkar yolu «istediğinle sat» demesidir ilh...» kavline gelince: Böyle bir zamanda kişi neyle satarsa helâl olur. Zeylaî. Bu ibarenin za-hirinden anlaşılıyor ki; eğer satıcı daha fazla bir fiyatla satarsa dahi he-lâldir. Ve alış veriş geçerli sayılır. Bu görüş Zeylaî´nin ve başkasının: «Ki-şi hududu aşarak daha fazlasıyla satarsa, hakim onu geçerli sayabilir.» dediklerine ters düşmez. Çünkü buradan maksat; hakim onu geçerli sayar ve fesh etmek demektir. Bunun için Kuhistâni dedi ki: «Bu caizdir ve hakim de bunu geçerli sayar.» Ama Ebûssuud´un anladığının tersidir, bu. Çünkü onun anladığına göre; hakim bunu caiz görmedikçe bu ge-çerli sayılmaz.» «Müşteri ette değil de ekmekte ilh...» sözüne gelince; Zeylaî ve baş-ka âlimler «Müşteri o memleketin ahalisinden değil ise demektir... Çün-kü memleketlerde adet şudur ki; ekmeğin fiyatları belli olur. Etin fiyatları ise o ancak bazı kereler belli olur, demişlerdir.» Yani yabancı bir kimse için bu belli değildir. Nitekim bu hüküm Hâniye´de de yer almıştır. Binaenaleyh aynı memleketin ahalisi olan bir kimse ister ekmekte ister-se ette kandırılmış ise; eksiğini geri alır. Yani fiyatta eksik aldığının pa-yına ne düşerse onu geri alır. Hâniye´nin Alış-verişler bölümünde şu hüküm yer almaktadır: «Bir kişi kasaptan her gün bir dirhem et alır. Kasap da eti keser ve tartar. Müşteri de zanneder ki bu birbatmandır. Çünkü et o memlekette bir bat-manı bir dirheme satılmaktadır. Bir gün almış olduğu eti müşteri tartar ve bakar ki bir batmandan eksiktir. Kasap da «Evet» bir batmandan eksik veriyordum» diye onu tasdik ederse alimler dediler .ki: Eğer bu müş-teri o memleketin ahalisinden ise, fiyattan o eksik kısma (para olarak) ne tekabül ederse onu alır; etten değil. Çünkü satıcı eksiğin hissesini fiyattan almıştır. Eğer şehir ahalisinden değil ise ve kasapta bunu bir batman olarak verdiğini kabul etmiyorsa hiçbir şey geri alamaz. Çünkü memleketteki fiatlar yabancılar tarafından bilinmeyebilir.» «Her iki kutta (gıda maddesinde) ancak narh vardır ilh...» sözüne ge-lince; yani beşerin kutu ile hayvanların kutunda. Çünkü ihtikâr bahsinde narhtan söz etti. Düşün. «Halka zulmederlerse o vakit, yönetici narh koyar ilh...» sözüne ge-lince; bundan böyle bir işin caiz olması gerektiği anlaşılır. «Ebû Yûsuf´un dediğine göre ilh...» sözüne gelince; yani halka za-rar veren her şeyin stok edilmesi itikârdır. Altın olsun, gümüş olsun ve-ya kumaş olsun. T. dedi ki: «Ebû Yûsuf´un bu görüş ihtikâr hususundadır. Narh koymak hususunda değildir.» Derim ki: Evet, doğrudur; lâkin mefhum tarikiyle istimbot veya kıyas yoluyla Ebû Yûsuf´un görüşü alınır. Ve bunun için de Ebû Yûsuf´un de-diğine binaen dedi; «Ebû Yûsuf böyle diyor» demedi. Düşün. Bununla beraber daha önce geçtiği gibi İmam, bu meselede hacr koymaya taraftardır. Zarar genelleştiği zaman hacr koymayı uygun gö-rür. Nitekim hayasız müfti, iflas mekkarî, cahil doktor hususunda da durum böyledir. Bu genel bir kaziyedir. Bizim meselemiz de bu kaziyeye girer. Çünkü narh koymak, manen hacr koymaktır. Çünkü narhtan mak-sat, fahiş bir fazlalıkla satmaktan alıkoymaktır. Buna binaen bu gör-düğüm kadarıyla sadece Ebû Yûsuf´un kavline binaen değildir. Düşün. METİN Bakışla veya celbedip getirmek suretiyle insanlara zarar veriyorsa, burçlarında dahi olsa, güvercinleri tutması mekruhtur, ihtiyata uygun olan celbedip getirilen güvercini sadaka yermek, sonra satın alması ve-ya sonra kendisine hibe edilmesidir. Mücteba. Eğer güvercinleri damlar-da uçurtuyor, böylece halkın avretlerine muttali oluyor veya o güvercin-lere taş ve benzeri serler atmak suretiyle halkın camlarını kırıyor ise; tezir cezalarına çarptırılır ve en şiddetli bir şekilde bu işten men edile-cektir. Eğer bir türlü men edilmezse muhtesip (yani devlet tarafından böyle şeyleri kontrol etmekle görevli olan kişi) güvercinlerini kesecektir. Vehbâniye´de tazir cezası verilmesi güvercinlerinin kesilmesi vacibtir, di-ye serahat vardır. Ancak bizim kayıt olarak ileri sürdüğümüz kayıtları da zikretmemiştir.-Bu halkın adetine dayanarak böyle demiş olabilir. İstinas için güvercin edinmek mubahtır. Tıpkı azad etmek için bir takım kuşları satın alması gibi. Kim bu kuşları satarsa: «Bu kuşlar onun olsun» desin. Onları azad etmek suretiyle o kuşlar mülkünden çıkmaz-lar. Bazıları kuşları satın alıp azad etmek mekruhtur. Çünkü malın zayi edilmesidir demişlerdir. Câmiulfetâvâ. Muhtârât adlı kitapta: Hayvanının (kulağını kesmek delmek suretiyle onu nişanlayıp) «Kim bu hayvanı elde ederse bu hayvan onundur» diye hayvanı bırakırsa, o hayvanı alandan geri alamaz. Bu mesele Haç konusunda geçti. Öküze binmek, onu yük yükletmek caizdir. Zorluk vermemek dövmemek suretiyle merkebe yük yükletilebilir. Zira hayvana zulmet-mek zımmiye zulmetmekten, zımmiye zulmetmekse müslümana zulmet-mekten daha şiddetlidir. Atışta ve ata binmekte müsabaka yapmakta beis yoktur. Katır mer-kep de böyledir. Mülteka ve El Mecmâ´da da böyle denildi. Musannif ta burada bunu kabul etti. Ancak bu kabulü çeşitli meselelerde zikrettiğinin hilâfınadır. Dikkat et. Deve ile yarış etmekte de yaya olarak yarış etmekte de beis yok-tur. Çünkü bunlar cihâdın sebeblerindendir. Böylece mendup oluyor. Üç imama göre bir para koymak suretiyle yaya olarak yarışmak caiz değil-dir. Ama para olmaksızın yarış yaparlarsa her oyunda olduğu gibi, mu-bahtır. Nitekim bu ileride gelecektir. Evet, bu yarışlarda şart koşulan pa-ra helâldir. Mağluptan illâ alınacaktır, diye şart koşulması hali böyle de-ğildir. Bercendî ve başkaları bunu zikrettiler. Bezzaz de bunun illetini şöyle açıklamıştır: «Çünkü şart ile hiçbir şey hak olamaz. Çünkü akid ve kabız yoktur.» Bezzazî´nin bu sözünden anlaşılan şudur: «Akitle bu la-zım olur.» Nitekim Şâfiîler de böyle diyorlar. Gözünü aç. Eğer müsabakada mal bir taraftan şart koşulmuş ise, yani iki ki-şiden birisi ben galip gelirsem birşey yok. mağlup olursam şu kadar para vereceğim demiş ise caizdir. Eğer iki taraftan biri: «Sen galip ge-lirsen yüz lirayı benden alacaksın ben galip çıkarsam senden alacağım» diye şart koşulursa haram olur. Çünkü kumar olur. Ancak üçüncü Bir kişiyi yarışa sokarlarsa, atı ikisinin atına denk ise, atının önde gel-me ihtimali varsa o zaman helâl olur. Eğer böyle değilse helâl olmaz. Sonra üçüncü kişi onları geçtiği takdirde ikisinden de parayı alacaktır. Eğer onlar üçüncü kişiyi geçerlerse üçüncü kişi onlara birşey vermez. Onarın aralarında kim geçerse arkadaşından şart koştuğu malı alır. Fıkıhla uğraşanlar hakkında da hüküm böyledir. Haklı ise, ona şu kadar verilecek diye şart koşmuş ise sahih olur. Eğer iki taraftan kim galip gelir ise diğerine şu kadar mal verecektir diye şart koşarlarsa helâl olmaz. Dürer ve Müctebâ. Güreşmek bidat değildir. Ancak eğlenmek için olursa mekruh olur. Bercendî. Şartsız olan yarışa gelince, her konuda bu caizdir. Nitekim daha son-ra gelecektir.´Şafilere göre; koşmak, kuşlarla, ineklerle yarışmak, ge-miyle, yüzerek çomaklarla, kurşun atarak, taş atarak, elle kaldırarak,, parmakları birbirine geçirerek, bir ayak üzerinde durarak, elinde tek mi var çift mi var bunu bilmesine çalışarak, yüzükle oynayarak müsabaka helâldir. Tehlikeli her oyun da maharetli ve büyük bir ihtimalle sağlam kalacağını bilen kişi için helâldir. Atıcı için atmak ve yılanı avlamak gibi. Böyle oyunlara bakmak ta helâldir. «İsrail oğullarından rivayetleri anlatınız.» hadisi, acaip ve gariplikleri yüzde yüz yalan söylediği bilinmeyen herkesten, delil niyetiyle değilde seyir niyetiyle dinlemek helâldir. Hatta yüzde yüz yalan söylemesi sabit olandan da dinlenilir. Fakat darb-ı meseleler, mevizeler vermek; kahramanlık gibi şeyleri öğretmek maksadıyla insanların veya hayvanların dillerinden rivayetle anlatmak şeklinde olursa helâldir. Bunu İbn Hacer zikretti. İZAH «Celbedip getirdi ilh...» Yani güvercinleri başka bir güvercini geti-rirse; fakat sahibinin kim olduğunu bilmiyor ise; bu güvercini sadaka verecek sonra satın alacak veya kendisine hibe edilecektir. H. «Onu kesecektir ilh...» Yani muhtesip keser güvercinleri sonra sa-hibine atar. Şurunbulalî Şerhinde bunu ifade etti. «Vehbâniye ilh...» Bunu Hudûd Kitâbı´nda bizim söylediğim kayıtlan koşmaksızın mutlak şekilde ifade etti. Yani halkın avretlerine muttali ol-mak, camları kırmak şartlarını söylemeden mutlak olarak: «Güvercinlerini keser» dedi. Vehbâniye sarihi allâme Abdülber: «Mütekaddimlerin hiçbi-risinin mutlak bir şekilde muhtesib güvercinleri kesecektir dediklerini gör-medim» diyor. «Umulur ki ilh...» Yani Vehbâniye sahibi bu hükmünü onların adet-lerine dayanarak mutlak olarak zikretmiştir. Çünkü güvercin uçurtanlar ekseriyetle avretlere muttali olur, camları kırarlar. «istisnas için olursa mubahtır ilh...» Müctebâ´da işaretle: «Kuşların ve tavukların evde hapsedilmesinde bir beis yoktur. Fakat onların yem-lerini vermek şartıyla onları mahallenin arasına bırakmaktansa hapset-mek daha hayırlıdır.» denilmektedir. Kınye´de de işaret ederek: «Bir bül-bülü kafeste hapsetme ve yemini verse bu caiz değildir.» dendi. Derim ki: Fakat Allâme Kârîü´l-hidâye´nin Fetâvâsı´nda şu hüküm yer almıştır: «Acaba tek oldukları halde kuşların hapsedilmesi caiz mi-dir Kuşları azad etmek caiz midir Bunda sevap var mıdır Mescitlerin haşirlerini dışkılarıyla kirlettiklerinden dolayı kırlangıçları öldürmek ca-iz midir Cevap olarak dedi ki: Cinsiyet için kuşları hapsetmek caiz, on-ları azad etmekle ise herhangi bir sevap yoktur. Onlardan ve diğer hay-vanlardan eziyet verenin öldürülmesi de caizdir.» Derim ki: Kerahetin kafeste hapsedilmeleri için söz konusu olduğu-nu umarım. Çünkü kafese koymak, hapsetmektir ve azap vermektir. Ni-tekim zikrettiğimizin tümünden de bu anlaşılır ve bu tevil ile değişik gö-rüşlerin arası bulunmuş oluyor. Düşün. Bir Uyarı: Cerrahî dedi ki: Vahi hadislerden birisi Dara Kutnî´nin el-İfrâd´ında Deylemî´nin de İbn Abbâs´tan merfû olarak rivayet ettikleri şu eserdir: «Makâsîs denilen kuşları edininiz. Çünkü onlar cinleri sizin çocuklarmıza dokunmaktan meşgul ederler.» İbn Ebî´d Dünya Sevrî´den ri-vayet ediyor: «Güvercinle oynamak Lût, kavminin amelindendir.» «Kişi onu azad etmekle (güvercin) o kişinin mülkünden çıkmaz ilh...» sözüne gelince, kişi azad ettikten sonra onu başkasının elinde görürse onu alabilir. Ancak «Kim onu tutarsaonun olsun» demiş ise; sonra ge-lecek ibareden de anlaşılacağı gibi o vakit geri alamaz. «Kişi bineceğini bıraksa ilh...» Hülâsa´da zikredildi ki: «Bu meseleyi el-Fetâvâ´da Siyer bahsinde tekrarlamış ve şu şartı ileri sürmüş: Kişi belli bir kavme: «Sizden kim dilerse onu tutsun» demiş olmalıdır.» «Ta-tarhâniye´de; «Falan adam benim malımdan neyi elde ederse o onun için helâldir.» dese o kişi de onun malından alırsa helâl olur. «Kim ki benim malımdan ne alırsa ona helâldir» sözünde ise; bir kişi herhangi bir şey alırsa helâl olmaz. Ebû Nasr dedi ki: «Helâl olur ve zâmin de olmaz.» Eğer kişi: «Sen benim malım sana helâldir, dilediğini malımdan al» dese İmam Muhammede göre; onun malından özel olarak dirhemler ve di-narlar helâl olur.» «Öküze binmek ve yük yükletmek caizdir ilh...» sözüne gelince; bir görüşe göre bu yapılmalıdır. Çünkü hayvanların her çeşidi bir iş için yaratılmıştır. Cenâb-ı Hâk´kın emrini bozmaya hiç kimsenin yetkisiyoktur. «Ama zorlamaksızın ve vurmaksızın ilh...» sözüne gelince; hayvana gücünün üstünde yük yüklemez, hayvanın yüzüne ve başına vuramaz. Buna icmâ´ vardır. Ebû Hânife´ye göre hiçbir şekilde vuramaz; hayvan mülkü dahi olursa. Allah´ın Resulü: «Hayvanlara ürkeklikten dolayı dövülürse de kaydıkları için vurulmazlar.» Çünkü kaymak, binicinin gemi tümü tutuşundan ileri gelir. Ürkeklik ise, hayvannı kötü ahlâkından neşet eder. Bundan ötürü hayvan tedip edilir. Fusûlyu´l-Allâmî. «Zımmîden daha şiddetlidir ilh...» Çünkü hayvanın Allah´tan başka yardımcısı yoktur. Hadiste vârid olmuştur ki; «Allah´tan başka yardımcısı olmayan bir mahlûka zulmeden bir Kimsenin üzerinde Allahın gazabı şid-detlenir.» Zimmîninki ise, müslümanınkinden daha şiddetlidir ilh...» Çünkü müslüman zâlimin aleyhinde şiddetli bir şekilde dava açar. Ta ki zalim de onun gibi azaba uğrasın. Halbuki küfürden başka günahların atıl-masına mani de yoktur. Küfürden başka günahları zalimin üzerine at-masında mani yok, zâlimi bununla azab görür. Bunu bazıları zikretmiş-tir. T. «Müsabakada bir beis yok ilh...» Çünkü Cenâb-ı Peygamber: «Mü-sabaka ancak huf´ta nasl´da veya hâfir´de olur.» Hadîsteki «şebek» ke-limesi yarışı kazanana tayin edilen maldır. Yani bir bedel karşılığında müsabaka, ancak şu üç sınıfta caiz olur demektir. Hattâbî sahih rivayet «şebek» şeklindedir, demiştir. «Ebussuud Münâvî´den rivayetle Cerrahî´nin şöyle dediğini naklederler: «Veya kanatta vardır» fazlalığı, muhaddislerin ittifakıyla hadisten değildir. Tüm muhaddisler bu kelimenin mevzu olduğunda ittifak etmişlerdir.» diyor. «Huf»tan kasıt devedir. «Hâfir» attır, «nasl» okun başındaki demir-dir, maksat ok atışıdır. «Mültekâ´da ve Mecmâ´da hüküm böyledir ilh...» sözüne gelince, bunun benzeri el-Muhtâr, Mevâhib ve Düreru´l-Bihâr´da da vardır. «Çeşitli Meseleler´de zikrettiğinin hilâfına ilh...» sözüne gelince, ya-ni müellif Farâiz Kitabının hemen öncesinde; «Ancak at, deve, ayak ve okla olur» demektedir. Bunu benzeri Kenz ve Zeylaî´de de vardır. Sarih orada bunu kabul ederek der ki: «Bu dört sınıftan başka, meselâ katır gibi hayvanla mükâfat şartıyla yarışmak caiz değildir. Ama şartsız ya-rışmak her şeyde caizdir. Bu sözün tamamı Zeylaî´dedir.» Bunun benze-ri Zahire, Haniye ve Tatarhâniye´de de yer almaktadır. Ebussuud, Allâme Kasımdan naklederek Mecmâ´daki hükmü reddetmiştir. Şöyle ki: «Hiç kimse merkeplerle müsabaka olur dememiştir. Çünkü müsabakanın caiz olması cihada teşvik tahrik etmesinden ileri geliyor. İslâm´da merkepler üzerinde cihâd etmek bilinen birşey değildir.» Katırı da zikretmeli. Çünkü Şeriat´da binicisinin katırına ganimetten bir pay verilmemiş olduğundan katıra itibar edilmemiştir. Binaenaleyh katırda da cihada teşvik yoktur. Ancak «Ona pay vermemek, onunla mü-sabakaya katılmamayı gerektirmez. Çünkü «huf»un payı ganimette yok-tur ama, nassan «huf»la yani deve ile müsabaka caizdir, denirse mesele değişir. Ben derim ki: Hülâsa şudur: Hadiste zikredilen «hâfir» geneldir. Bu ke-limenin genelliğine bakan bir kimse, katır ve merkebi de dahil etmiş olur. Nedenine, illetine bakan bir kimse ise bunları dışarıda mütalâa etmiştir. Çünkü bunlar cihâd aleti değildirler. Düşün. «O zaman mendup olur ilh...» sözüne gelince; mendup olması kaste bağlıdır. Eğer güreşmekten eğlenmek, başkasını yenmekle böbürlen-mek veya seceati bilinsin görünsün diye bir kasti var ise; zahire göre kerahet vardır. Çünkü ameller niyetlerledir. Mubah bir şey, niyetiyle taate dönüştüğü gibi, taat de niyetle masiyete dönüşebilir. T. «Onsuz olmasına gelince ilh...» ifadesine gelince; ifadenin zahirin-den anlaşılıyor ki, bu ibare üç imamın sözüyle ilgilidir. Daha ilerde gelen itade ise, mezhep ehline göredir. T. Daha önce «Çeşitli mesele!er»de takdim ettiğimiz de bunun gibidir. «Her koyun mubah olur ilh...» sözüne gelince; yani biniciliği öğreten cihâda yardımcı olan her şartsız olarak oyun mubah olur. Çünkü bahsi geçen meselelerde şartın caizliği, hadisle ve kıyasın hilâfına olarak sabit olmuştur. Binaenaleyh bunlardan başka oyunlar, ancak şartsız yani her-´ hangi bir mükâfat şart koşulmaksızın caiz olur. Kuhistanî, Mültekâ´dan şunu naklediyor: «Kim savlacan denilen çomakla oynarsa, maksadı bini-ciliği öğrenmek ise caiz olur.» Cevâhir´de de de şu nakli yapar: «Savaşmak için güç kazanmak maksadıyla güreşmenin ruhsatlı oluşu hakkında eser gelmiştir. Eğlenmek maksadıyla güreşirse mekruh olur.» «Onu hak ettiği için değil ilh...» Mağlup olan kişi şart koşulan para-yı vermez ise, kadı cebren ondan alamaz. Ve o parayı vermesi için onun aleyhine hüküm veremez. Zeylaî, çeşitli Meseleler´de. «Bundan anlaşılıyor ki; akit ile şart lazım olur ilh...» Bunun şeklinin nasıl olduğuna dikkat et. Bazen «akit olmadığından» sözünün manâsı,aktin imkânı yoktur, demektir. Bununla beraber zikredilen yerlerde mü-kâfat şartının caiz olması, Zeylaî dedi ki: «Bu istihsanen´dir. Kıyasa göre caiz olmaması gerekir. Çünkü burada mülk edinmek, tehlikeye bağ-lanmış olur. Bu noktadan ötürü katırla yarışmak gibi, hadisle sabit olan dört sınıfın dışında kalan sınıflarda şart koşulan para bir kişi tarafından dahi şart koşulursa yine de şartlı müsabaka caiz olmaz.» Düşün. Bilcümle, meselede sarih bir metne ihtiyaç vardır. Çünkü sarihin > söylediği, muhtemel bir hükümdür. Müctebâ´da şu nassı gördüm: «Bazı nüshalarda eğer yarışı kazanırsa mal kendisine helâl olur, eğer mağlûb olan vermekten imtina ederse cebren kendisinden mal alınır.» Derim ki: Lakin bu hüküm, Zeylaî, Zahire, Hülâsa, Tatarhâniye ve başka meşhur kitaplarda yer alan hükme muhaliftir. Çünkü onların hep-si daha önce geçtiği gibi, «kişi yarışı kazanmakla o şart koşulan paraya müstahak olmaz» demişlerdir. Düşün. «Birtek taraftan olursa ilh...» Veya üçüncü bir kişiden olursa. Yani -yarışanlardan birisi arkadaşına: «Eğer beni geçersen sana şu kadar para veririm, eğer ben seni geçersem senden hiçbir şey olmam» veya Emîr iki süvariye veya iki okçuya der ki: «Sizden hanginiz yarışı kazanırsa ona şu kadar para vardır. Eğer mağlup olursa kendisine hiçbirşey verilme-yecektir.» İhtiyar ve Gurarü´l-Efkâr. «İki taraftan şart koşulursa caiz olmaz ilh...» sözüne gelince; kişi ar-kadaşına der ki: «Eğer atın yarışı kazanırsa sana şu kadar para verece-ğim, benim atım kazanırsa sen bana şu kadar para vereceksin» Zeylaî. «Eğer senin deven benim devemi geçerse, senin okun benim okumu ge-çerse» demesi de böyledir. Tatarhâniye. «Çünkü bu kumar olur ilh...» sözüne gelince; zira «kumar» kelimesi bir defa artıp bir defa eksilen manâsına ifade eden «kamır»dan türemiş-tir. Kumar´a «kumar» denilmesinin nedeni de, kumar oynayanın malı di-ğer arkadaşına gider; böylece birisinin malı eksilir, diğerlerinin malı ar-tar. İşte bu kumar nas ile haramdır. Fakat yarışanların birisi tarafından para şart koşulursa, hüküm böyle değildir. Çünkü artma ve eksilme, iki-sinin malından (bir anda) mümkün olmaz. Ancak birisinin malından artı-şın imkânı vardır. Diğerinin malında sadece eksiltme imkânı vardır. Böy-lece bu kumar olmaz. Çünkü kumarda aynı ihtimalin iki taraf için söz konusu olması gerekir. Zeylaî. «İkisini geçeceğini vehmediyor (sanıyor)sac ilh...» Hele atı daima mağlup olur veya yüzde yüz galip gelir şekilde ise bu şekil yarışmak caiz olmaz. Çünkü Resulü Ekrem: «Kim ki iki atın arasına galip gelmeyeceğin-den emin olmadığı halde bir atı sokarsa, bu hususta bir beis yok. Kesin-likle yarışı kazanacağından emin olduğu halde iki atın arasına üçüncü bir atı sokan kimsenin hareketi ise kumardır.» Hadisi Ahmed, Ebû Dâvûdve başkaları rivayet etmiştir. Zeylaî. . «Sonra bu at o iki atı geçtiğinde ilh...» sözüne gelince, bunun şekli şöyledir: Eğer o iki atı geçerse beşyüz ondan beşyüz ondan olmak üzere onlardan, bin dirhem alacaktır; eğer onlar geçmezse onlara birşey ver-meyecektir. Eğer onların birisi diğerini geçerse, birisinin malından onun yüz dirhem alır. Fakat üçüncü at sahibi onları geçmediği takdirde onlara hiçbirşey vermeyecektir. Eğer geçerse şart koşulan miktarı onlardan ala-caktır. Şekil almak ve vermek hususunda bunun tam tersi de olabilir. İkisi kendi aralarında ise! hangisi yarışı kazanırsa şart koştuğu miktarı arkadaşından alacaktır. Eğer iki at bu üçüncü atı geçerlerse, beraber yarışı bitirirlerse; onların hiçbirisinin diğerine birşey vereceği yoktur. Eğer muhallil yani üçüncü at, bu iki attan birisiyle beraber yarışı kazanırsa, sonra Öbür at gelirse o zaman üçüncü atla beraber yarışı kazanan atın sahibine bir şey düşmez. Belki diğer at sahibi tarafından şart koşulan ona verilecek diye belirtilen kısmı alır. Eğer iki attan birisi yarışı kaza-nır, ikinci olarak muhallil gelir; sonra iki atın ikincisi gelirse bu takdirde muhallile yani üçüncü at sahibine hiçbirşey verilmez. Gurer-ül-Efkâr. Zeylaî dedi ki: «Bunun caiz olmasının nedeni şudur: Üçüncü atın sahibi, hiçbir takdirde diğerlerine karşı borçlu olamaz. Onun ancak al-mak veya almamak ihtimalleri söz konusudur. Böylece bu mesele de kumar olmaktan çıkmış oluyor. Tıpkı bir taraftan şart ileri koşulduğu takdirdeki gibi olur. Çünkü kumar, garameti (yani ödeme yükünü) çek-mek ihtimalinde iki tarafın eşit şansa sahip olduğu şeydir. Nitekim bunu daha önceden açıklamıştık.» Tamamlayıcı bir ek: Mesafenin atın koşabileceği kadar; atların her birisinin de yarış kazanma ihtimali olması şarttır. Zeylaî. Ok meselesin-de ayakla yarışmak meselesinde de böyle demek uygundur. Düşün. Gu-rarü´l-Efkâr´da Muharrer´den naklediliyor: «Eğer yarış develerle olursa hangi devenin omuzla önde ise o yarışı kazanmış kabul edilir. Eğer atlar üzerinde olursa hangisinin boynu önde ise, yarışı kazanmış kabul edi-lir, ayaklara itibar edileceği de söylenmiştir.» Fer´î Bir Mesele: Tatarhâniye´nin Müteferrikat´ında Sirâciye´den nak-ledilerek denildi ki: «Kıble tarafındaki bir hedefe ok atmak mekruhtur.» «Fıkıhla uğraşanlar hakkında da hüküm böyledir ilh...» sözüne ge-lince, yani şu yarış meselesindeki tafsilât fıkhî meselelerdeki yarışmada da aynen geçerlidir. Güreşte hükmü de bu tafsilâta binaen böyledir. Gü-reşin caiz olması şu noktadan ileri geliyor: Çünkü onda cihada teşvik vardır; bir de ilim öğrenmek şart konusudur. Çünkü Din, cihâdla ve ilim-le kaim olur. Buna göre ilimle cihâda ilgili olan her noktada müsabaka caizdir. Fakat başka noktalarda değildir. Fusûlü´l-Allamî´de de böyle yer almıştır. «Eğer savab kim (doğru) söylüyor ise, ona bir mal şart koşulursa sıh-hatli olur ilh...» sözüne gelince; yani belli ve beraberinde savab olan bi-risi için şart koşulursa sıhatlidir. Yoksa «min» kelimesi ile umum ifadesi burada kasdedilmemektedir. Aksi takdirde kendisinden sonra gelen meselenin ta kendisi olur. H. Yani şöyle diyecektir: «Eğer savap senin yanında sabit olursa, sa-na şu şeyi vereceğim. Eğer savap benimle ise, benim için hiçbir şey yok-tur.» Veya tam bunun aksimi söyleyecektir. Eğer ikisi: «Savap kimin elinde ise, o arkadaşından şu kadar para alacaktır» dese sıhhatli olamaz. Çünkü bu şart iki taraftan oluyor. Bu kumar olur. Ancak araların bir muhallil so-karlarsa caiz olabilir. Nitekim onların kelâmlarından da bu anlaşılıyor. T. Böylelikle mesele üç vecihli bir mesele olur. Üçüncü kişi için bir mükâfat tayin ediyorlar. Eğer savap onun dediği ise; (ona mükâfat ve-rilir.) Eğer sevap diğer iki kişinin herhangi birisinin beraberinde ise üçün-cüden hiçbir şey alınmayacaktır. Düşün. «Güreşmek bidat değildir ilh...» sözüne gelince: Zira Allah´ın Resulü bir grup kişi ile güreşmiş ve onları yıkmıştır. Onlardan birisi İbnü´l-Esved El-Cumahî´dir. Bir diğeri de Rükâne´dir. Resulü Ekrem Rükâne´yi arka arkaya üç defa yıkmıştır. Çünkü eğer güreşte mağlup olursa müslüman olacaktı şartını koşmuştu. Nitekim bu durum Aliyu´l-Kari´nin Şemail Şerh´ inde yer almaktadır. .el-Cerrâhî dedi ki: «Resul-i Ekrem´in Ebû Cehil ile güreşmesine gelince; bunun aslı astarı yoktur.» «Mükâfatsız müsabaka ise, herşeyde caizdir ilh...» Biniciliği öğre-ten ve cihada yardımcı olan her meselede müsabaka caizdir. Fakat boş vakit geçirmek (lehv) maksadıyla olmayacaktır. Nitekim fakihlerin kelâ-mından da bu ortaya çıkıyor. Onlar Resulullah´ın: «Melekler, ok atmak yarışından başka melâhîden olan bir şeyde bir şeyle hazır bulunmazlar» buyurmuştur. Buna «lehiv» demenin nedeni, sureten lehve benzediğinden ileri geliyor. Düşün. «Nitekim bu ilerde gelecektir ilh...» sözüne gelince, yani «Çeşitli me-seleler» de bu mesele gelecektir, demektir. Biz de bunun ibaresini daha önce takdim ettik. «Bil-akdâm (ayaklarla» kelimesi «üdde» kelimesine taalluk eder. Ya-ni Şafiî katında müsabaka ayaklarla ve onun üzerine atfedilen şeylerle de olur. T. dedi ki: «Şu ibareyi burada zikretmenin nedenini anlamadım. Ancak şu ibare, insana kaideler bunların helâl olmasını gerektirir, veh-mini veriyor. Halbuki hiç de öyle değildir. Bilakis mezhebin kaideleri, bunların çoğunun haram olan lehvden olmasını gerektirir. Bir çomakla topa vurmak (savlacan) ve sonradan gelen hükümler gibi.» Özetle. Derim ki: Kuhistanî´den daha önce naklettik: «Çomakla oynamak caizdir. Bu bir binicilik topudur. Kuşlarla yarışmanın cevazı ise bize göre tartışılır. Elde ne vardır, oyunun caiz olmasında da durum budur. Yüzük-le oynamaya gelince; o katıksız bir lehvdir. Sığırla, gemiyle, yüzmekle müsabakaya gelince; onların kelâmının zahirinden caiz oldukları anlaşı-lıyor. Gülle atmak, taş atmak da tıpkı ok atmak gibidir. Elle taşı eğdirmek ve onun arkasında gelen hükümler ise; zahire göre eğer kişi bunlarla kahramanlığı artırmayı ve bedenî alışkanlığı hedef ediniyorsa bunda be-is yoktur.» «Gülleden» maksat, çamurdan yapılan gülledir. T. Kalaydan yapı-lan gülle de bunun gibidir. «Elle kaldırmak suretiyle yarışmak» hangisi daha kuvvetlidir diye bilinsin diye yapılır. «Parmakları birbirine sokmak ilh...» Herkesin kendi parmağı üzerine eli kapatıp onunla müsabaka yapmak, en kuvvetli kimdir bilinsin diye yapılır. Bana böyle geliyor. «Elde çift mi var, tek mi var, oyunu da, (Şafiî´ye göre) yüzükle oyna-mak da caizdir ilh...» ifadesine gelince: Şafiî fakihlerinin bazılarından dinledim: Bunların caiz olması Şafiî katında hesab yani matamatiksel ka-idelere bağlı yapıldığı zamana dairdir. Nitekim bunu hesap alimleri, bu-nu özelliğiyle bilme yolunda zikretmişlerdir. Eğer tahmin ile bunu bilme-ye çalışılırsa; o zaman bu hükmün dışına çıkar. Derim ki:" Zahire göre bir tahmin de olursa eğer bununla hesap ve matematik öğrenmesine çalışılmak kasdedilirse; bizim katımızda bu ca-izdir. Satranca gelince; her ne kadar binicilik ilmini öğretiyorsa da, ha-ram olması bizim katımızda hadisledir. Çünkü bunun gaileleri çoktur. Bir defa satranca dalan bir insan, çokça onun üzerinde durur. Yani onun menfaati zararına denk gelmez. Nitekim bunu fakihler daha önce zikret-tiğimizin hilâfına olmak üzere açıkça beyan etmişlerdir. «Beni İsrailden naklediniz ilh...» ibaresine gelince; bunun bakiyesi «hiçbir beis yoktur» şeklindedir. Hadisi Ebû Dâvûd rivayet etmiştir. Ahmed bin Menî´in Câbir´den rivayet ettiği bir lafızda şu vardır: «İsrail oğul-larından naklediniz. Çünkü onların arasında acaiplikler var idi.» Nesâî sahîh bir senedle Ebû Saîd el-Hudrî´den ve Resul-i Ekrem´den rivayet ediyor ki: «İsrail Oğullarından rivayet ediniz. Herhangi bir beis yoktur. Benden de rivayet ediniz ve sakın bana yalan uydurmayınız.» Dik-kat edilirse Resul-ü Ekrem kendisinden olan hadis rivayeti ile israil oğullarından olan rivayeti bir birinden ayırmıştır. Nitekim Beyhâkî Şafiî´den bunu nakletmiştir. «Hüccet maksadıyla değil de teferrüc seyretmek maksadıyla hikâye-ler nakledilirse caizdir ilh...» Teferrüc üzüntüden kurtulmak demektir. Hüccet ise delil ve burhan demektir. Kamus. «Lakin darb-ı mesel maksadıyla olursa zarar yoktur ilh...» ibaresine gelince; Harî´nin Makamât´ı gibi. Çünkü zahire göre Makâmât-ı Harîri´de bulunan Hars bin Hemam´dan ve Sürücî´den nakledilen hikâyelerin aslı astarı yoktur. Ancak bu acip siyak şeklinde bu hikâyeleri meydana ge-tirmiş bulunuyor ki, Makamât´ı mütaala eden kimseler bunu açıkça gö-rebilirler. Acaba Antara´nın kıssası, Melik Zâhir´in ve başkalarının kısas-ları da buna girer mi Lakin onun zikrettiği bu mesele, ancak Şafiî usul-lerine göredir. Bize gelince; Müctebâ´dan nakledilen Fürû´da gelecektir ki; mekruh olan kıssalar, geçenlere ait olaylardan belli aslı olmayan kıs-salar, yahut onun üzerine arttırılan veya eksiltilen şeyleri; kısasını süs-lendirsin diye artıp eksiltenlerin kıssalardır. Acaba bizim katımızda bu caiz midir Onunla darb-ı meseller ve benzerleri kasdedildiği takdirde değil midir, mesele yazılacaktır. «İnsanların veya hayvanların dilleriyle ilh...» veya cemadatın dille-riyle, mesela derler ki «Duvar kazığa: Niçin beni yırtıyorsun demiş. Ka-zık da: «Beni dövenden sor» demiştir.» «Bütün bunları İbn Hacer zikret-ti.» Yani İbn-i Hacer el-Mekkî el-Minhâc üzerindeki şerhinde bunları zik-retti. METİN Cuma gününde tırnakların kesilmesi müstahabtır. Ancak darülharp-de cihad eden kişi için bıyıklarını gürleştirmek ve tırnaklarını uzatmak müstahab oluyor. Tırnakları cuma namazından sonra kesmek efdaldir. Ancak fahiş bir şekilde geciktirirse o vakit mekruh olur. Çünkü tırnağı uzun olan bir kimsenin rızkı dar olur. Hadiste şu hüküm yer alır: «Cuma günü tırnaklarını keseni Allah onu gelecek cumaya kadar üç gün de faz-lasıyla belâlardan sakındırır.» Dürer. Yine Allah´ın Resulünden: «Kim ki tırnaklarını muhalif bir şekilde keserse, hiçbir zaman onun gözleri ağ-rımaz» Yani «Hazreti Ali´nin sözü gibi: «Parmaklarınızı sünnet ve edeple kesiniz. Sağ elin önce, ortanca ile ufak parmaktan baslar; Sol elde ise önce baş parmak tırnağı kesilir.» Bunun beyanı ve tamamı Miftâhüsseade adlı kitapta vardır. Gazneviye Şerhi´nde rivâyeta ediyor ki: «Allah´ın Resulü evvela sağ elinin şehâdet parmağının tırnağını kesti, sonra sırasıyla serçe parmağına gitti. Sonra sol elin serçe parmağının tırnağını kesti sırasıyla baş parmağa kadar gitti ve en sonunda sağ elin baş parmağının tırnağını kesti. «Gazali. İh-ya isimli eserinde bunun güzel bir nedenini arz etmiş fakat ayak tırnak-larında hangisi daha önce kesilir diye bir nakil yoktur. Evlâ olan onların aralarını hilâllemek gibi tırnaklarını kesmektir. Derim ki: el-Mevâhibü´l-Ledünniye´de varit olmuştur ki: «Hafız İbn Hacer dedi: Kişinin gerek duyduğu şekilde kesmesi müstahabtır. Onun keyfiyeti hakkında hiçbir şey sabit olmamıştır. O tırnakların kesilmesi için Allah´ın Resulünden gelen rivayetle hiçbir gün de tayin edilmemiştir.» Hazreti Ali´ye nisbet edilen şiir, sonra İbn Hacer´e nisbet edilen ise; bi-zim Şeyhimiz onun bâtıl olduğunu söyledi. Haftada bir defa yıkanmak suretiyle bedenin temizlenmesi ve tıraş etmek suretiyle tenasül uzvunun etrafındaki kılların sıyırılması müstehabtır. En efdali cuma gününde bu işlerin olmasıdır. Onbeş günde bir de caizdir. Kırk günden sonra yapılmaması mekruhtur. Müctebâ. Müctebâ´-da şu hükümde yer almaktadır: Bıyıkları dipten tıraş etmek bidattir. Fakat bazıları ´bıyıkların dipten tıraş edilmesi sünnettir dediler. Ağarmış tüy-leri sakal ve bıyığın arasından alıp çekmekte bir beis yoktur. Sakalın et-rafından kesmekte de bir beis yoktur. Sakalda sünnet bir kabzedir. Yani bir tutamdır. Yine Müctebâ´da yer alan şu hüküm vardır: Kadın saçlarını keserse gü-nahkâr olur ve lanete uğrar. Bezzâziye´de der ki: «Kocasının izniyle dahi keserse hüküm böyledir. Çünkü Allaha karşı olan masiyette hiçbir mah-luka itaat yoktur. Bunun için erkeğin sakalını kesmesi de haramdır. Etki yapan manâ kendisini erkeklere benzetmektir. Ben derim ki: Erkeğin başını tıraş etmesine gelince; Vehbâniye adlı ki-tapta şöyle denildi: «Her cumada başın tıraş edilmesi müstahâptır. Bazan da caizdir, tabiriyle ifade edilir.» Bir kişi namaz ve benzeri ibadetlerin ilmini halka öğretmek, öğretse; başkası da onunla amel etmek için öğrense; hangisi daha üstündür Bi-rincisi efdaldir. Çünkü onun faydası sadece nefsine değil, başkasınadır da. Rivayet ediliyor ki: «İlmin müzakere edilmesinin bir saati, bir gece ibadetten daha hayırlıdır.» Bir müslüman eğer sakalı bitmiş ise şehri bırakıp, ilim öğrenmek için annesinden babasından izin almaksızın başka yere gidebilir. Bunun tamamı Dürer´dedir. Kişi oruç tutuyor, namaz kılıyor, fakat eliyle ve diliyle halka zarar veriyor; böyle bir kişinin bu huylarını söylemek gıybet olmaz. Hatta bu kişiyi kötülüklerden men etmesi için, bu yaptıklarını gi-dip sultana yani hüküm sahibine haber vermekte de herhangi bir günah yoktur. Fakihler dediler ki: Eğer kişi o eziyet verenin babası onu eziyet-ten men edebiliyorsa, gidip babasına haber verebilir. Velevki yazı şekliy-le olsa da. Eğer babasında böyle bir kuvvet yoksa haber veremez. Ta ki aralarına düşmanlık girmesin. Bu meselenin tamamı Dürer´dedir. Böyle de kişi ihtimam yönünden kardeşinin kötülüklerini söylerse gıybet olmaz. Ancak gazab yönüyle söylerse gıybet olur yani ona küfretmeyi kasteder-de gıybet olur. Eğer bir kişi bir köy halkının gıybetini yaparsa, bu gıybet olmaz. Çünkü o bu sözüyle bütün o halkı kasdetmiyor. Bunların bir kıs-mını kastediyor. O da meçhuldür. Haniye. Meçhul bir kimsenin gıybeti mubahtır. Çekinmeden çirkin bir işi açık-ça yapan bir kimsenin gıybeti de mubahtır. Dünürlük kurmak isteyenlerin arasında kötülüklerini söylemek, İtikadî kötü olan bir kimseden sakındırmak için de onun gıybetini yapmak mubahtır. Onun zulmünü hakime şikâyet etmek için de gıybet yaparsa mubahtır. Vehbâniye Şerhi. Nasıl gıybet açıkça dil ile oluyorsa; fiille de olur. Tarizle de yazıyla da, hareketle de, işaretle de olur. Göz kırpmakla, elle işaret etmekle de olur. Maksat her ne ile anlaşılıyor ise; o gıybete dahil olur ve o haram-dır. Hazreti Âişe der ki: «Bizim yanımıza bir kadın geldi. Kadın çıkıp gi-derken ona eliyle kısa boyludur diye işaret ettim. Allah´ın Resulü bana «Sen onun gıybetini yaptın» dedi.» Başkasının taklidini yapmak da gıybettendir. Mesela topal topal yü-rümek ve o kişi nasıl yürüyorsa öyle yürümek, gıybettir; hatta gıybetten daha çirkindir. Çünkü tasvir ve anlatmakla gıybet daha büyüklesin «Bu-gün bizim yanımızdan geçen bazıları, hayatta gördüklerimizden bazıla-rı» diyerek anlatmak da şayet muhataba muhayyen bir şahsı bildirmek kastı var ise gıybet olur. Çünkü mahzurlu olan, ona meseleyi anlatmak-tır; Kendisiyle anlatma yapılan ifadeler değildir. Eğer muhatap gıybeti yapılan kişinin bizzat kendisini anlamasa caiz olur. Bunun tamamı Vehbâniye´nin Şerh´inde yer almaktadır. Vehbâniye Şerh´inde şu da vardır: Gıybet demek, gaib olduğu halde ve işittiği zaman hoşuna gitmeyen bir sıfatla müslüman kardeşini sıfatlandırmanda. Ebû Hureyre´de rivayet ediliyor ki: Allanın Resulü buyurdu: «Gıybetin ne olduğunu bilir misiniz » Sahabe: «Allah ve resulü daha iyi bilir» deyince, Cenâb-ı Peygamber buyurdular: «Müslüman kardeşini hoşuna gitmeyen bir şeyle onu anman demektir.» Birisi «Ey Allah´ın Resulü, eğer benim dediğim müslüman kardeşimde var ise hüküm nedir diye sorun-ca şöyle buyurdular: «Eğer senin dediğin onda var ise, onun gıybetini yapmış oldun. Eğer dediğin onda yok ise ona bühtan (iftira) etmiş oldun.» Gıybet yapılan kişinin kulağına gitmezden evvel, pişman olması (onun günahının silinmesine) kâfidir. Aksi takdirde onu ne şekilde gıybet et-mişse hepsini açıklaması şarttır. İZAH «Tırnakları kesmek ilh...» Tırnakları dişlerle kesmek mekruhtur. Çün-kü alaca hastalığı yapar. Kişi tırnaklarını kestiğinde, saçlarını kısalttığın-da artıkları toprağa gömmesi gerekir. Eğer çöpe atarsa da beis yoktur. Eğer tırnakları ve saçlarını tuvalete veya banyoya atarsa mekruhtur. Çünkü hastalık yapar. Haniye. Dört şey toprağa gömülür: Tırnak, baştan alınan saç, hayız ve kan çaputu. İtâbiye. T. «Harp esnasında tırnaklarını uzatması müstahabtır. Bıyıklarını uzat-ması gürleştirmesi de böyledir ilh...» Minâh adlı eserde zikredilmiştir: Hazreti Ömer bize (yani askerî birliklere) yazdı: «Düşman arazisinde tırnaklarınızı uzatınız. Çünkü o tırnaklar silâhtır.» Zira silah neferin elin-den düştüğü zaman, düşman da ona yakın ise çoğu kez o düşmanı uzun tırnaklarıyla uzaklaştırabilir. Bu tıpkı bıyığın kesmesinin benzeridir. Zira bıyık kesmek sünnettir. Fakat gaziler için harp sahasında gürleştirmek menduptur. Bıyık gürleştirilmeli ki düşmanın gözünde daha heybetli olun-sun. T. dan özetle. «Tırnağı namazdan sonra kesmek daha faziletlidir ilh...» Yani nama-zın bereketini alması için. Müellifin bu sözü, biraz sonra gelecek hadiste zikredeceğimiz hükme aykırıdır. «Ancak cuma gününe tehir etmiş ise ilh...» Yani tırnaklar cidden uzamış o da buna rağmen cuma gününe tehir edeyim diye ısrar ediyor-sa bu, mekruhtur. «Hadis´te ilh...» Zurkânî der ki: Beyhâkî Ebû Cafer el-Bakir´in Müsned´inde rivayet etti: «Allah´ın Resulü cuma günü´de tırnaklarını keser bıyıklarını kısaltırdı.» Bunu Ebû Hüreyre´den gelen, senedi zayıf olmasına rağmen muttasıl bir rivayeti desteklemektedir. Şöyle ki: «Allah´ın Resulü cuma günü namaza gitmezden evvel tırnaklarını keser, bıyıklarını kısal-tırdı.» Hadisi Beyhâkî rivayet etmiştir. Arkasından şunu ekler: İmam Ahmed dedi ki: «Bu isnadda meçhul olan bir kişi vardır.» Suyûtî dedi ki: «Hülâsa olarak bu sözlerin delil yönünden ve nakil bakımından en kuv-vetlisi cuma günüdür. Bu hususta varit olan eserler cidden zayıf değil-dirler. Bununla beraber amellerin faziletleri hususunda zayıf hadisle amel edilebilir.» Medenî. Cerrahî dedi: ed-Deylemî zayıf bir senedle Ebû Hüreyre´den merfu bir hadis rivayet ediyor: «Kim ki cumartesi günü tırnaklarını keserse on-dan hastalık çıkar, ona şifa gelir. Pazar günü tırnaklarını kesenden fakir-lik çıkar, zenginlik girer. Pazartesi kesenden delilik çıkar, sıhhat girer, salı günü kesenden hastalık çıkar, şifa girer. Çarşamba günü kesenden vesvese çıkar, korku girer. Ona aynı zamanda emniyet ve şifa girer. Kim perşembe günü keserse, ondan cüzzam hastalığı çıkar ona afiyet girer. Kimki Cuma günü keserse ona rahmet girer, günahlar çıkar.» «Kim tırnaklarını değişik keserse gözleri ağırmaz ilh...» hadisine ge-lince; hadis olarak sabit olmamıştır. Belki birçok âlimin kelâm arasında geçmiştir. Mesela Şeyh Abdülkadir Geylânî Gunye´sinde. İbni Kudâme Muğni´sinde zikretmektedirler. Sehâvî dedi ki: «Bunun aslına rastlama-dım. Fakat Hafız ed-Dimyâtî bazı hocalardan bunu nakleder. İmam Ahmed de bunun müstahab olduğunu belirtmiştir.» Cerrahî. Bazıları naklediyor ki: Parmaklarını bu şekilde kesen bir kimseye herhangi bir göz ağrısı isabet etmediği tecrübe ile sabittir.» «Yani ilh...» Hazreti Ali´nin sözünde geldiği şekliyle «muhalif olarak kesmek» sözünün açıklamasıdır. «Tırnaklarınızı sünnetle ve edeble kesiniz ilh...» Bazı nüshalarda Hazreti Ali´nin bu sözü nesir olarak, bazılarında da nazım olarak gel-miştir. Hazreti Ali´nin sözünde geçmekte olan «Havabis» kelimesinin her harfi bir parmağa işarettir. Sehâvî: «Şu gelecek şiiri söyleyen yalan söylemiştir» der ve şiiri şöy-lece nakleder: «Önce sağ elinin tırnaklarıyla başla tırnaklarını kesmeye. Serçe ile ortanca parmağın arasında bulunan hınserle başla ve gözünü aç. İkinci derecede ortanca tırnağı kes; üçüncüde -denildiği gibi- baş tırnağını kes; dördüncüde serçe parmağını kes ve sağ elinin ve ayağı-nın şehadet parmağıyla işi bitir; bunda mücadele etme. Sol elin baş par-mağının tırnağıyla başla sonra ortanca tırnağı kes sonra serçe ile or-tanca arasındaki hınser tırnağını kes; şehadet parmağından sonra ser-çe parmağını kes. Çünkü bu solun en sonudur. İşte ey genç göz ağır-masından bu eminliktir, bunu tut. Sakın bununla alay etme; bu, hadistir. Senediyle İmam-ı Murtaza Haydar´dan rivayet edilmiştir.» «En uygunu parmakları hilâllemek gibi tırnakları kesmektir ilh...» sözüne gelince: Yani evvela sağ ayağın serçe parmağıyla başlar, sol ayağın serçe parmağıyla işi bitirir. Hidâye´de Ğârâib´den naklederek dedi ki: «Sağ elle başlamak ve yi-ne sağ elle bitirmek uygundur. Yani sağ elin şehadet parmağıyla baş-lanır, sol elin tırnakları kesildikten sonra sağ elin baş parmağının tırna-ğını kesmesiyle bitirilir. Ayakta ise bağın serçe tırnağı ile başlanır sol ayağın serçe tırnağı ile bitirilir.» Kuhistanî de bunu, Mesudiye´den nakletmiştir. «Ben derim ki: Mevâhibulledünniye´de ilh...» sözüne gelince; Suyûtî´de bunu böyle söylemiştir: «İmam İbn Dakîki´l-İd bütün bu beyitleri in-kâr etmiş ve parmakların kesişinde özel bir şekil yoktur, demiştir. Bu-nun Şeriat´ta aslı astarı yoktur. Böyle kesmenin müstahab olmasına inan-mak caiz değildir. Çünkü müstahaplık Şer´î bir hükümdür. Mutlaka bir delili olmalıdır. Bu gibi şeyleri kolaylıkla kabul etmek doğru değildir.» «Hazret! Ali´ye sonra İbn Hacer´e nisbet edilen şiir hakkında bizim şey-himiz; bu batıldır demiştir» sözüne gelince; söz konusu şiir şöyledir: «Se-nin cumartesi günü tırnağını kesmekte yiyip bitiren bir hastalık olur. On-dan sonraki günde kesmekte bereket gider. Fazîletli bir âlim bunla-rın ikisinden sonra yani cumartesiyle başlar. Eğer salı günü tırnak keser-sen helakten sakın. Çarşamba günü keşişinde kötü ahlâkı iras eder. Per-şembe kesişinde zenginlik vardır; Kim bunu meslek edinirse ona verilir. İlim ve rızık cuma günü kesişinde çoğalır. Bunu Peygamber´den rivayet ediyoruz. Onun yolunu izleyin.» «Eteğini traş etmesi müstahabtır ilh...» sözüne gelince; el-Hindiye´de: «Göbeğinin altından başlayarak tıraş eder. Nevre denilen tüyleri sa-yılan ilaçla oralarını alması caiz olur. Garâib´de de böyledir. Eşbâh´ta: «Kadının etek kıllarını yolması sünnettir» denilmektedir. «Her hafta bir defo su ile bedenini temizlemek müstahabtır ilh...» sözüne gelince; koltuk altındaki kılların sıyrılması gibi yollarla. Koltuk kıllarının sıyrılmasında traş da caizdir. Çekip yolmak daha evlâdır. Müctebâ´da bazılarından şu nakledilmektedir: «Yolmak da tıraş da güzeldir.» Boğazının üzerindeki tüyü tıraş etmeyecektir. Ebû Yûsuf´tan gelen rivayete göre tıraş etmesinde bir beis yoktur. T. Muzmârat´da şu hüküm yer almaktadır: «Erkek için kaşlarını ve ken-disini hünsâlara benzetmeksizin yüzündeki tüyleri almakta herhangi bir beis yoktur.» Tatarhâniye. «Bedenin temizlenmesini terketmek mekruhtur ilh...» sözüne gelince; tahrimen mekruhtur demektir. Çünkü Müctebâ´da şöyle denilmekte-dir: «Kırk günden fazlası mazur görülemez; kırk gün bedeninin temizlen-mesini ihmal eden kişi azaba müstahak olur.» Ebussuud, İbn Melek´in Şerhu´l-Meşârik´inden naklen şöyle diyor: «Müslim Enes İbn Mâlik´ten rivayet etti: «Tırnakların kesilmesi bıyıkla-rın kesilmesi, koltuk altlarının sıyrılması için bize vakit tayin edilmiştir. O da şudur ki: Kırk günden fazla bunu bırakmamalıyız.» Böyle takdirlerden-dir ki, bunda insan fikrinin herhangi bir dahli yoktur. Hadis merfu gibi oluyor.» «Sünnet olduğu do söylenmiştir ilh...» sözüne gelince; Mültekâ´da müellif bunu, yani sünnet olduğunu kabul kabul etmiştir. Müctebâ´nın ibaresi: Tahâvî´ye işaret ettikten sonra şöyledir: «Bıyığı dipten tıraş et-mek sünnettir.» Mücteba bu sözü Ebû Hânife ve iki arkadaşına nisbet et-mektedir. Fakat bıyıktan dudağın en yüksek kenarına eşit olacak kadar esmek icmâ ile sünnettir. «Ağarmış telleri çekmekte bir beis yoktur ilh...» sözüne gelince; Bezzâziye´de bu söz «süs için olmayacaktır» ifadesi ile kayıtlanmıştır. Bir Uyarma: Anfike´nin yani alt dudağın iki tarafındaki kılları kopar-mak bidattir. Garâib adlı eserde böyle yer almaktadır. Burundaki kılları da çekmeyecektir. Çünkü bu hastalık yapar. Gö-ğüs üzerindeki ve sırttaki kılların tıraşı edebe aykrıdır. Kınye´de hüküm böyledir. T. «Sakalda sünnet bir kabza olmasıdır ilh...» sözüne gelince; kişi sakalını kabzasına alır, kabzasından artakalanı keser. İmam Muhmmed Kitabu´l-Âsâr´da imamdan böyle nakletmiştir. Muhît´te buna kail olmuş-tur. t. BİR FAİDE: Taberânî, İbn Abbâs´tan merfû olarak rivayet etti: «Ki-şinin sakalının hafif olması onun sadetindendir.» Meşhur olmuştur ki sakalın uzunluğu aklın hafifliğine delâlet eder. Bazıları şu şiiri okudu: «Hio kimse yoktur ki sakalı uzansın da, bu onun heybetine bir şey ek-lesin. Ancak sakalının artmasından fazla aklından eksilir.» Bir latife: Hişam bin el-Kelbî´den naklediliyor: Dedi ki: «Hiç kimse-nin hıfzedemediğini ben hıfzettim. Hiç kimsenin unutmadığını ben unut-tum. Kur´ân´ı üç günde hıfzettim. Sakalımın kabzeden fazla olanını kes-mek istedim; unuttum onun yukarısından kestim.» Hiç bir mahlûka hâlikin isyanı konusunda itaat yoktur» sözüne ge-lince; İmam Ahmed ve Hâkim bunu İmrân bin Hüsayn´dan nakletmişlerdir. Cerrahî. «Tesir edici mana, erkeklere kendisini benzetmesidir ilh...» sözüne gelince; yani onun haramlığını etkileyen neden erkeklere benzemeye ça-lışmasıdır. Böyle bir benzemeye çalışmak, caiz değildir. Nitekim erkekle-rin de kadınlara kendilerini benzetmesi caiz değildir. Hatta Müctebâ´da işaret ederek denilmiştir: «Kadınların ip eğirdiği şekilde ip eğirmek er-kekler için mekruhtur.» Başını tıraş etmesine gelince ilh...» sözüne gelince; Zendevîstî´nin er-Ravda adlı eserinde şu hüküm yer almaktadır: «Bcştaki saçta sünnet ya onu iki tarafa taramak veya tamamını tıraş etmektir.» Tahâvî de «Ba-şın tıraşı sünnettir.» zikretti ve bu sözünü üç âlime nisbet etmiştir. Zahî-re´de denildi ki: «Başının ortasını tıraş etmek ve saçlarını kıvırmaksızın salıvermekte beis yoktun Kıvırırsa mekruh olur. Zira kendisini bir kısım kâfirlere benzetmiş olur. Bizim memleketimizde ateşe tapanlar saçlarını kıvırmaksızın salıverirler. Fakat şu vardır ki; onlar saçlarının ortasını tı-raş değil de alınlarının üzerindeki saçları keserler.» Tatarhâniye. T. dedi: «Saçlarının bir kısmını tıraş etmek ve üç parmak kadar bir kısmını başın etrafında terketmek mekruhtur.» Garâib´de de böyle vârid olmuştur. Yine Garâib´de şu hüküm de yer almaktadır: «Seleften ba7i-lan yani bıyıklarının etrafını bırakırlar (yani bıyık bükerler) di.» «Rivayet edilmiştir ki: Bir saat ilim müzakeresi, bir gece ibadet et-mekten daha hayırlıdır ilh...» sözüne gelince; Beyhakî, İbn Ömer´den rivâyet ediyor: «Din hususundaki fıkıhtan (bilgi sahibi olmaktan) daha üstün bir şeyi Allah´a ibadet edilmiş değildir.» Bezzâziye´de denildi ki: «İlim ve îlkinin talebi, niyet doğru olduğu za-man, bütün hayırlı amellerden daha üstündür. İlmi artırmakla meşgul ol-mak da niyet sahih olursa şöyledir. Çünkü ilmin menfaati daha geneldir. Şu şartla ki, ilim talebi kişinin farzların aksatmasın. Niyetin sıhhatli olu-şu, ilimle mal, mevki kastetmeksizin Allah´ın rızasını kasdetmektedir. Eğer cehaletten çıkmak, halka yarar sağlamak, ve ilmi ihya etmek niyetindeyse niyeti yine de halistir, denilmiştir. Kur´ân´ın bir kısmını öğrenmiş ve o arada boş bir zaman bulduysa en faziletlisi fıkıhla meşgul olmaktır. Çünkü Kur´ân-ı hıfzetmek farz-ı kifâyedir. Öğrenilmesi zorunlu fıkıh bil-gisinin, öğrenilmesi ise farz-ı ayndır. Hazâne´de dedi ki: «Fıkıh´ın tamamı zorunludur.» Menâkıb´da dedi ki: «Muhammed bin Hasan insanlar için ezberlenmesi lazım. Haram ve helâl ile ilgili ikiyüzbin mesele ortaya koy-du.» Bizim daha önce Kitabın Mukaddimesinde naklettiğimize bak! «Kişi anne ve babasının izni olmaksızın dahi ilim tahsili için gidebilir ilh...» Yani anne-babasının geçimlerini kendisi sağlamıyor ve zengin ise-ler; onların telef olmalarından korkmuyorsa. Hâniye´de şu hüküm yer olmaktadır: «Eğer kişi hacca gitmek isti-yorsa babası da buna razı değil ise, fakîhler derler ki: «Eğer babası onun hizmetine muhtaç değil ise, babasının rızası olmaksızın hacca gitmesin-de bir beis yoktur. Aksi takdirde babasının izni olmadan gidemez. Eğer anne ile baba onun nafaka vermesine muhtaç iseler; o da onlara tam bir nafaka bırakmaya muktedir değil ise veya böyle bir nafakayı bırak-maya muktedir olup, ancak yolun büyük bir ihtimalle korku ve tehlikesi varsa; bu takdirde gidemez. Eğer yolun büyük bir ihtimalle tehlikesiz ol-duğu sanılıyorsa gidebilir.» «Bazı rivayetlerde: Kişi anne ile babasının izni olmadan cihada çı-kamaz. Eğer sadece birisi izin verirse çıkmaması daha uygundur. Çünkü onların ikisinin hakkını gözetmek farz-ı ayndır. Çihâd ise farz-ı kifâyedir. Eğer ebeveyni hayatta yok ise, iki dedesi iki ninesi var ise, babanın ba-bası ve annenin annesi ona çıkma iznini verirse, babanın annesi ile an-nenin babası vermezse o vakit çıkmasında bir beis yoktur. Çünkü izin verenler ebeveynin yerine kaim olmuşlardır. Eğer iki baba izin verirse başkasının iznine iltifat edilmez. Tabi bu hüküm cihâd seferinde böyle-dir. Eğer ticaret seferinde veya hac seferinde ise, ebeveynin izinleri olmasa dahi beis yoktur. Fakat şu şartla ki onlar onun hizmetine muhtaç olmamalıdırlar. Çünkü hizmetine muhtaç olmadıkları takdirde gitmesi onların haklarını iptal etmek değildir. Fakat yol, deniz gibi korkulu bir yol ise; ancak onların izni ile çıkabilir. Velevki onlar onun hizmetine muhtaç değiliseler de. Eğer ilim talebesi ilim için çıkıp gider aile efradını baka-cak kimseleri olmaksızın terk ederse bu meselede aile efradının hakkı-nı gözetmelidir.» «Eğer sakallı ise ilh...» sözüne gelince; bundan anlaşılıyor ki; Dürer´in gelecek kelâmında «tüysüz"ün hükmü., sakallı olan kişinin hükmü-nün hilâfınadır. Zira eğer sakalının olmaması hususunda özür sahibi ise. yani köse ise, onun hakkında daima fitneden korkulur. Çünkü bazı fâsıklar köseyi tüysüze tercih ederler. «Bunun tamamı Dürer´dedir ilh...» sözüne gelince; Dürer´de dedi ki: «Eğer kişi tüysüz, sakalsız ise anne ve babası onu seferden men etmeye yetkilidirler. İlimden maksatları ise; şer´î ilimler ve insanların hayatında yararlı olan ilimlerdir. Kelâm ve benzeri ilimler burada kastedilmemektedir.» Çünkü gelen rivayete göre İmam Şafiî şöyle demiştir: «Kulun Al-lah´ın huzuruna büyük günahlarla çıkması, Kelâm ilmiyle çıkmasından daha hayırlıdır.» Madem ki İmam-ı Şafiî zamanında mütedavil olan Kelâm İlminin hali bu olduğuna göre acaba felsefecilerin hezeyanlarıyla kar-makarışık ve onların asılsız sözleriyle kapalı bulunan Kelâm hakkında ne demeli » «Onu onda olan şeylerle gıybet değildir ilh...» sözüne gelince; böyle bir kimsenin sıfatlarını halk ondan sakınsın, onun orucuyla, namazıyla aldanmasın diye zikretmek gıybet olmaz. Çünkü Tabarânî, Beyhâkî ve Tirmizî şunu rivayet ettiler:«Siz fâcir bir kimseden söz etmenin gıybet olacağından çekinir misiniz Onu ondaki sıfatlarla ilan ediniz ki halk on-dan sakınsınlar.» «Yazı ile dahi olursa ilh...» sözü ile kişinin babasına yazılan yazı kas-tedilmektedir. Sultan da bu hususta baba gibidir. Eğer yazıyı yazan kişi, adaletle bilinen bir kişi ise Kifâyetu´n-Nehr´de de yer aldığına göre, «Bu yazıya sultan veya babanın buna itibar etmesi lazımdır. Buradan anla-şıldığına göre; hâkimin itham edilen kişiyi itham tesbit edilmemiş olsa bile tazir cezasına çarptırmak yetkisi vardır. Binaenaleyh hazır bulunan kişi tarafından herhangi bir kimse hakkında yazılan bir şeye binaen hukukullâh ile ilgili ise, onunla amel edilir.» Ta´zîr´den söz ederken bu konu geçti. «Bunun tamamı Dürer´dedir ilh...» sözüne gelince; Dürer bu sözü Hâniye´den naklediyor. Hâniye´nin ibaresi şudur: «İki eş arasında, sultan ile raiye ve asker arasında da hüküm böyledir. Emribilmaruf, onların on-dan imtina ettikleri bilinirse vacib olur.» «Onun günahı yoktur ilh...» sözüne gelince; en uygunu bu ibareyi hazfetmekti. Veya bir atıf vav´ını «o gıybet olmaz» cümlesinden önce ge-tirmek gerekirdi. Ta ki metin şerhe bağlanmış olsun. «O gıybet olmaz ilh...» sözüne gelince; çünkü bu söz gıybeti yapılana ulaştığı zaman üzülmez. Çünkü bu kişi onun adına şiddetle esef eden elde edemediği için üzülür. Fakat bu da kişinin ihtimam göstermesinde doğru olması şartına bağlıdır. Aksi takdirde kişi hem gıybetçi, hem mü-nafık, hem riyakâr, hem de nefsini tezikiye eden olur. Çünkü, müslüman kardeşine hakaret etmiş, gizlediğinin hilafını ortaya koymuş ve halka da, nefsi içinde başkası içinde bu işten hoşlanmadığını ilan etmiştir. Kendi-sinin açıkça gıybet etmiyorum deyip salah ehlinden olduğunu hissettir-mek istemiş, gıybeti konuya önem verdiği için yapıyorum intibaını vere-rek yapmıştır. Böylece çirkinliklerin çok çeşidini bir araya getirmiş olu-yor. Cenâb-ı Hâk´tan korunmayı talep ediyoruz. «O gıybet değil ilh...» sözüne gelince; Muhtâr´da şu hüküm yer al-maktadır: Gıybet ancak belli olanlar için bahis konusudur.» «Çünkü gıybet yapan, sözüyle bütün bunları kastetmemektedir.» sözünden anlaşıldığına göre; eğer bütün bunları kastederse, o zaman gıybet olur. Düşün. «Meçhul bir kimsenin gıybeti mubahtır ilh...» ibaresine gelince; bil-miş ol ki: Gıybet Kur´ân´ın nassıyla haramdır. Gıybet yapan bir kişi ölü kardeşinin etini yiyene benzetilmiştir. Çünkü kardeşin eti yabancının etin-den daha çirkindir. Ölünün eti de dirinin etinden daha çirkindir. Nasıl ki kişiye kardeşinin eti haram ise. onun namusuna dil uzatmak da haram-dır. Allah´ın Resulü buyurdu ki: «Müslümanın tamamı diğer bir müslümana haramdır. Kanı, malı ve namusu.» Hadisi Müslim ve başkaları riva-yet etmişlerdir. Binaenaleyh gıybet ancak zaruret anında ve bu metin ve şerhte gecen yerlerdeki gibi zaruret kaderi yapılabilir. Fakîh Ebû´l-Leys´in telifi olan Tenbihü´l-Gâfîlîn adlı eserinde şu hü-kümler yer almaktadır: «Gıybet dört türlüdür: A- Birinde gıybet küfür-dür. Şöyle ki adama: «gıybet etme» deniyor. O da «Bu gıybet değildir, der. Çünkü ben bu sözümde doğruyum» işte bu takdirde bu adam kesin delillerle haram olan bir şeyi helâl kabul ettiğinden dolayı, küfre kay-mıştır. B- Diğer bir şekilde gıybet münafıklıktır. Meselâ, tanıyan bir kimsenin yanında adamın ismini anmaksızın gıybetini yapıyor. İşte bu kişi gıybet etmiştir ve kendisini gıybet edici olmayarak göstermiştir. İşte bu nifaktır. C- Diğer bir şekle göre gıybet, haram bir masiyettir, gü-nahtır. O da muayyen bir kişinin gıybetini yapman ve bunun masiyet ol-duğunu bilmendir. Bu kişiye tövbe gerektir. D- Diğer bir şekliyle gıy-bet mubahtır. O da fâsıklığını ilân eden bir kişinin veya bidat sahibinin gıybetini yapmaktır. Eğer halk fâsıktan çekinsinler diye bir fâsıkın gıybe-tini yaparsa, bu gıybetten sevap alır; çünkü -bu münkeri nehyetmek kabilindendir.» Ben derim ki: Mubah olması, gelecek konuların bazılarında da olduğu gibi vacib olmasına ters düşmemektedir. «Çirkin bir şeyi açığa vuran ilh...» dan maksat, çirkini işlerken giz-lenmeyen, ona: «Sen şu çirkini yapıyorsun» denildiğinde hiç etkilenme-yen kişidir. İbni Şıhne Tebyînu´l-Mehârım adlı kitabında dedi ki: «Böyle bir kimseyi açıkça işlemekte olduğu günahları işliyor diye gıybet etmek caiz olur. Başka yönlerini söylemek caiz değildir. Allah´ın Resulü (Selât selâm onun üzerine olsun) buyurdu ki «Kim ki haya peçesini yüzünden atarsa, artık onun aleyhinde söylenen sözler gıybet olmaz.» Kişi haram-ları gizlice işliyorsa onun gıybeti caiz olmaz.» Ben derim ki: Halk arasında: «Namazı terkedenin gıybeti yoktur» diye şöhret bulan iddiaya gelince; eğer bundan maksat onun bu durumundan söz etmek ise, o da açıkça namaz kılmıyorsa bu söz doğrudur. Aksi takdirde doğru değildir. «Musaharat (yani dünürlük kurmak) için ilh...» En uygunu burada «Meşveret: yani istişare etmek» tabirini kullanmaktı. Nikâh meselesinde, yolculuk, şirket, komşuluk emaneti yanına bırakmak ve benzeri konular-da kişi emin midir değil midir diye istişare edecek olursa; bu konuda nasihat maksadıyla kişi hakkında bildiklerini söyleyebilir. «Halkı sakındırmak için kötü itikade sahip olanın ilh...» Yani bir bidat sahibi olup, bidatini gizler, anada sırada elde ettiği insanlara ifşa eder kimse ise; eğer bidatini açıkça işliyorsa o açıkça fâsıklık yapanın hükmüne dahil olur. Yani gıybeti yoktur. Düşün. En uygunu burada «tahzir» tabirini kullanmaktı. Ta ki itikadın kötülüğünden sakındırmayı ve metinde namaz kılıyor, oruç tutuyor, halka zarar veriyor şeklindeki ifa-deleri de kapsamış olsun. «Hakime zulm dolaylıyla şikâyet etmekte de (gıybet yoktur) ilh...» sözüne gelinse; «falan şu şeyle bana zulmetti» diyecektir ki, hâkim hak-kında adaletle hükmedebilsin. BİR EK : Bu beş meseleye altı mesele daha eklenir. O altı meselede ikisi me-tinde geçti. Birincisi, zalimi durduracak güçte olan bir kimseden yardım istemek, «ikincisi ihtimam vererek onu zikretmektir. Üçüncüsü, fetva is-temektir. Tebyînü´l-Mahârım´da dedi ki: «Müftüye; falan adam bana şöyle zulmetti ondan kurtuluş yolu nedir diyecektir. En sağlamı şudur: Kişi diyecektir ki: Babası veya oğlu veya halktan birisi kendisine şöyle şöyle zulmetmiş bir kimsenin hakkında ne dersin Fakat bu kadarını sarahaten söylemek mubahtır.» Çünkü müftü, onun tayin etmesiyle beraber, mübehem geçmesinde anlamayacağı şeyleri anlayabilir. Nitekim İbn Hacerde böyle söylemiştir. Müslim ve Buhârî´nin ittifakla rivayet ettiği bir hadis şu şekildedir: «Ebû Süfyân´ın hanımı Hind (Allah kendisinden razı olsun) Allah´ın Resulüne dedi ki: Ebû Süfyân cimri bir kişidir. Bana ve çocuğuma kâfi gelecek miktarı vermiyor. Ancak ondan bilmediği halde aldığım mal vardır. Al-lah´ın Resulü buyurdu: «Sana ve çocuklarına normal bir şekilde kâfi ge-leni al.» Dördüncüsü, bir köleyi satın almak isteyen kişiye o kölenin ayıbını söylemek ve açıklamak. Mesela, onun hırsız veya zâni olduğunu müşte-riye söyler. Eğer müşterinin satana kalp para verdiğini görürse; «Şun-lar karışık paralardır bundan sakın» diyebilir. Beşincisi; tarifi kasdetmektedir. Yani adam topal gibi, şaşı gibi bir lakapla bilinmekte ise, öyle diyebilir. Altıncısı; hadis râvilerden, şahitlerden, müelliflerden ceh edilmiş ya-ni zayıf sayılmış kişileri zayıf saymak. Bu caizdir; hatta Şeriatı korumak için vâcibtir. Böylece vacib olan gıybet yeri onbire çıkmış oldu. Onları şu şiirim-le derlemiş bulunuyorum: «İnsandan hoşuna gitmeyen bir şekilde sözetmek haramdır. Ancak on meselede ve bunlardan sonra bir meseleden helâldir: (1) Zalimin zulmünü söyle, (2) Şeririn şerrini, (3) Mecruhları ceh et, (4) Açıktan günah işleyeni belirt, (5) Meçhul bir kimseyi bilinen laka-bıyla belirt, (6) Kasden bir kimseye hile yapmayı ortaya koy, (7) tarif et, (8) Fetva istemem de böyledir, (9) yardım istemek de, (10) Men edicinin katında yardım istemek de böyledir. (11) Muannit -bir kimsenin zulmün-den de sakındır.» «Gıybet, fiile de olur ilh...» sözüne gelince; hareket gibi, işaret gi-bi göz kırpma ve ileride gelecek benzerleri gibi. «Tarizle de olabilir ilh...» Meselâ bir şahsın sözü geçiyorken: «Bizi şu ayıplardan kurtaran Allah´a hamdolsun» der. İşte bu, «sarih ola-rak» ifadesinin karşılığıdır. «Yazı ile de olabilir ilh...» Çünkü kalem iki dilden birisidir. Şir´at´te: «yazı» kelimesi yerinde «kinaye» kelimesi kullanılmıştır. «Hareketle de olabilir ilh...» Mesela, bir insan bir başkası yanında hayırla anılırken; O da «Onun iç yüzünü bilmiyorsunuz» kabilinden ba-şını sallarsa, gıybet olur. Düşün. «Remizle ilh...» Kamûs´ta remiz, dudaklarla, gözlerle, kaşlarla, ağız-la, dille veya elle işaret etmek demektir. «Gıybet ölü olsa dahi müslüman kardeşinin kulağına gittiği zaman hoşuna gitmeyen şeyle vasıflandırmanda ilh...» Zımmî bir kimse de müslümanın hükmündedir. Çünkü bizim lehimize ne varsa onun da lehinedir; aleyhimize ne varsa, onun da aleyhinedir. Musannifin «müstemin»; bahsinde; «bu kişi bir sene yanımızda kalıp kendisine cizye yüklendikten sonra eziyetten kaçınılır; müslüman gibi onun da gıybeti haram olur.» ifa-desi daha önceden geçmişti. Bu ibarenin zahirinden anlaşıldığına göre, harbî bir kâfirin gıybeti söz konusu olmaz. «Gaib olduğu halde ilh...» şeklindeki ibareye gelince; bu kayıt yani «gaiblik» kaydı, gıybet kelimesinin lügavî manasından alınmıştır. Zira ge-lecek hadiste ayrıca zikredilmemiştir. Zahire göre, eğer kişi müslüman kardeşinin hoşuna gitmeyeni yüzüne söylerse gıybet olmaz, ona küfür ve hakaret olur. Bu da öncelikle haramdır. Çünkü gıybetten daha fazla müslümanı rahatsız eder. Hele gıybet, gıybeti yapılanın kulağına gitmez-den önceki halinden daha şiddetlidir. Bu aynı zamanda Cenâb-ı Hâk´ın: «Nefislerinizi işaretle ayıplamayınız» buyruğunun iki tefsirinden biridir. Bazıları gıybeti tarif ederken şunu söylemiştir: «Gıybet kişide bulunan ayıpları arkasından söylemektir.» Bazıları da: «Onun yüzüne söylemek-tir» diye tarif etmişlerdir. «Ebû Hureyre´den gelen hadis ilh...» Müslüm Sahîh´in´de ve bir baş-ka grup da rivayet etmişledir. «Bu kişinin hoşuna gitmeyen ilh...» isterse bedenindeki, nesebinde-ki, ahlâkındaki, fiilindeki, sözündeki veya dinindeki bir eksiklik olsun. Hatta elbsesinde, evinde veya bineğinde olan bir eksiklik de gıybet olur. Nitekim bu Tebyînu´l-Meharim´de böyle yer almaktadır. T. dedi ki: «Dik-kat et, eğer akıllı olmayan çocuğun hakkında, akıllı olduğu takdirde ho-şuna gitmeyen bir şey söylerse ve o çocuk aynı anda o sözlerle eziyet duyacak akrabalarından bir kimse yok ise, bu gıybet olur mu olmaz mı » İbn Hacer´: «Çocuğun ve delinin gıybeti haram kesinlikle haramdır» de-miştir. «O zaman ona bühtan etmiş olursun ilh...» Yani büyük iftirada bu-lunmuş olursun. Zira bühtan sözü edildiğinde şiddetinden insanı hayrete düşüren bir bâtıldır. Şir´at Şerhin´de de hüküm böyle yer almaktadır. Ay-nı Şerhte şu hüküm de vardır: «Gıybeti dinleyen reddetmedikçe gıybetin günahından kurtulmaz. Eğer gıybet yapanın şerrinden korkarsa kalbiy-le inkârda bulunacaktır. Eğer kalkıp gitmeye gücü var ise veya konuşma ile konuyu değiştirebilecekse bunu yapmazsa yine günahkâr olur. İhya´ da da hüküm böyledir.» Varit olmuştur ki: «Gıybeti dinleyen gıybet yapanlardan birisidir» buyruğu ile; «Kim ki, gıyabında müslüman kardeşinin namusunu korur-sa, Allah´ın onu ateşten kurtarmasına hak kazanır.» buyruğu varit olmuş-tur. Bu son hadisi İmam Ahmed Hasen bir senedle ve bir başka ce-maat rivayet etmişlerdir. «Eğer gıybet daha gıybeti yapılanın kulağına varmazdan evvel ilh...» Bu ibare hadisin bir parçası değildir. Başlı başına bir sözdür. Alimlerden bazıları dedi ki: Gıybet eden adamın sözü, gıybeti yapı-lanın kulağına gitmezden önce tövbe ederse, gıybeti yapılandan helâl-lik dilemeksizin tövbesi faide verir. Eğer gıybet tövbeden sonra gıybeti yapılanın kulağına varırsa, bu. kişinin tövbesi iptal olmaz denildi. Belki Cenâb-ı Hâk ikisini de affeder. Birincisini tövbesinden ötürü, ikincisini de başına gelen meşakkatten ötürü affeder. Bazıları da: «Böyle bir kim-senin tövbesi askıdadır; eğer gıybeti yapılan gıybet kulağına gitmezden önce ölürse gıybetçinin tövbesi sıhhatlidir. Eğer gıybet ölümden önce kulağına varırsa gıybetçinin tövbesi sahih değildir. Bilakis kişi gidip gıy-betini yaptığı kimseden helâllik istemeli, bağış talebinde bulunmalıdır. Eğer kişi bir bühtanda bulunursa, kimlerin yanında konuşmuşsa onlara gidip nefsini yalanlaması da gerekir.» Bunun tamamı Tebyînu´l-Mehârim adlı kitapta yer almaktadır. «Aksi takdirde gidip ona gıybetinin hepsini açıklaması şarttır ilh...» Yani istiğfar ve tevbe ile birlikte ona konuşmalarını açıklayacak ve özür dileyecek ki, o da onu affetsin. Önce gıybeti yaptığı kişiyi mübalağalı bir şekilde övecektir. Kendisini ona sevdirmeye çalışacaktır. Ve onun kalbini hoşnut edinceye kadar buna devam edecektir. Eğer kalbi buna rağmen hoşnut olmazsa, onun o özür dilemesi ve sevgiyi oluşturmaya çalışması bir iyilik olur. Ahirette o iyilikle gıybetin kötülüğünü karşılar. Özür dilerken de ihlâslı olmalıdır. Ama aksi takdirde bu ikinci bir günah olur. Belki de hasmının onun ´boynunda ahirette ´bir alacak hakkı da kalmış olur. Çünkü eğer hasım, bilse ki bu gıybetçi adam özür dilemesi de sa-mimi değildir, ondan razı olmaz. Bu durumu İmam-ı Gazâlî ve başkaları söylediler. Yine Gazâlî şöyle dedi: «Eğer ortaklıktan çekilir veya ölürse, iş işten geçti demektir. Ve bu durum ancak çok haseneler yapmak sure-tiyle telâfi edilebilir. Ta ki kıymette bu haseneler o gıybete karşılık olarak alınsın. Gıybeti yapılana gıybeti tafsil etmesi de gerekir. Ancak eğer taf-sil etmek gıybeti yapılana zarar verirse, o zaman tafsilden vaz geçe-cektir. Mesela kişinin gizlemeye çalıştığı bir ayıbını söylemek olmaz. An-cak üstü kapalı olarak bu konularda ondan helâllik talebinde bulunur.» Molla Ali el-Karî Mişkât Şerhi´nde dedi ki: «Acaba: Ben senin gıy-betini yaptım, hakkını helâl et demek kâfi gelir mi Yoksa gıybette ne kullanılmış ise onu açıklaması mı lazımdır Alimlerimizden bazıları: Gıy-bet konusunda ancak kişinin gıybeti bitmesiyle gıybet affedilir. Eğer ona bildirmek fitneyi kabartacağı bilinirse o zaman onun için Allah´dan af talebinde bulunacaktır. Meçhul hakları ibra etmek, biz Hanefîlerin ka-tında caiz olması buna delildir. Gıybeti yapılanın gıybet yapanı ibra et-mesi müstahaptır.» El-Kınye´de şu hüküm yer almaktadır: «Özür için hasımların el sı-kışması helâllik dilemektir.» Nevevî´de der ki: Tahâvî´nin Fetâvâsı´nda şunu gördüm: «Gıybet konusunda pişmanlık ve istiğfar; gıybet, gıybeti yapılanın kulağına varmış olsa bile kâfidir. Varislerin helâl etmesine de itibar edilmez.» METİN Bir selâm vermek, hediye vermek, yardımda bulunmak, beraberce oturmak, beraberce konuşmak, latife yapmak, ihsanda bulunmak sure-tiyle dahi olsa sıla-i rahim vacibtir. Zaman zaman akrabalarını ziyaret edecek ki, sevgisi artsın. Hatta akrabalarını her cuma haftada bir defa veya ayda bir defa ziyaret edecektir. Onların ihtiyaçları varsa geri çevirmeyecektir. Çünkü ihtiyaçları geri çevirmek hadiste: Sıla-i Rahm´i kesmekten sayılmıştır: «Cenab-ı Hâk, sıla-i Rahim yapana yakın olur; kesen- den daha uzak olur.» Başka bir hadiste: «Sıla-i Rahim ömrü arttırır» denilmektedir. Bunun tamamı Dürer´dedir. Müslüman, zimmet ehline eğer onların yanında görülecek bir ihti-yacı varsa, selâm verir. Aksi takdirde selâm vermesi mekruhtur. Sahih de budur. Nitekim müslümanın zimmi ile müsafahası da mekruhtur. Sa-rihin nüshalarında böyledir. Metinlerin çoğunda da böyledir. Ancak me-tinlerde selâm verir lafzı varit olmuştur. Ben onu bu şekilde tevil ettim. Fakat metinin bazı nüshalarında selâm vermez ibaresi vardır. Bu en doğ-ru ve en güzelidir. Anla. Buhârî Sarihi Aynî: «İslâm´ın hangisi daha hayırlıdır » sorusuna karşı Cenab-ı Peygamber: «Yemek yedireceksin, tanıdığın ve tanımadı-ğın kimselere selâm vereceksin» hadisi ile ilgili olarak şunları söyler: «Bu genel ifade Müslümanlara mahsustur. Bir müslüman birinci planda kâfire selâm vermez. Çünkü şu hadis vardır: «Yahudi ve Hıristiyanlara se-lâm vermek hususunda ilk başlayan siz olmayınız. Onlardan herhangi bi-risi ile yolda karşılaşırsanız onu yolun en dar kısmına sıkıştırın.» Hadis-1 Buhârî rivayet etmiştir. Fâsık bir kimse de başka bir delille bu genelden tahsis edilir, yani ayrılır. Kendisi hakkında şüphe olan bir kimse ise, asıl olan genellik üzere baki kalmasıdır; yani selâm verir. Ta ki özelliği sabit oluncaya kadar. Şu zikredilen hadis İslâm´ın başlangıcında idi ve arayı bulmak maslahatı içindi, sonra nehy vârid oldu. demek mümkün-dür.» Hıfzedilsin. Eğer bir Yahudi, Hıristiyan veya bir mecusî bir müslümana selâm verirse onu almakta herhangi bir beis yoktur. Lakin «Ve Aleyke»den baş-ka bir ifade kullanmayacaktır. Hâniye´de de hüküm böyle yer almıştır. Eğer bir zımmîye tebcil maksadıyla selâm verirse küfre girmiş olur. Çün-kü kâfiri tebcil ve tazim etmek küfürdür. Eğer bir mecusîye tebcil niye-tiyle: «ey üstâz» dese küfre girmiş olur. el-Eşbâh´da da hüküm böyle yer almaktadır. el-Eşbâh´da şu hüküm de vardır: «Eğer bir zımmîye Allah se-nin bekanı uzatsın» derse kalbinde «belki müslüman olur» diyorsa veya «zelil olarak haracı müslümanlara verir» diyorsa bu sözde bir beis yok-tur.» Dilencinin selâmını reddetmek vacib değildir. Çünkü o selâm için değildir. Hutbe okunduğu zaman selâm verenin selâmını almak da va-cib değildir. el-Eşbâh´da şu hüküm de yer alıyor: «Bir insanın evine gel-diğinde selâm vermezden önce içeri girmeye dair izin istemesi gerekir. Sonra girdiğinde evvelâ selâm verecek sonra konuşacaktır. Eğer bir hüküm hususunda ise evvela selâm verir, sonra konuşur. Eğer: «Ey Zeyd sana selâm olsun» derse başkası selâmı alsa, Zeyd´in boynunda selâmı almak görevi kalkmaz. Eğer: «Ey falan» dese veya muayyen bir kişiye işaret ederse, başka birisi selâmın cevabını verirse selâm alınmış olur. Cevap vermekte aksıran cevabını vermekte kişiye duyurmak vacibtir şarttır. Eğer kişi sağır ise iki dudağının kıpırdanmasını ona gösterecektir.» Ben derim ki: Mubteğâ´da: «Eğer aklı eren bir çocuk selâmı alırsa diğer-lerinin boynunda selâmın cevabı sakıt olur, demektir. Çünkü akıllı bir çocuk az da olursa farzı ikâme eden kimselerdendir. Çünkü onun kes-mesi helâldir. Bazıları çocuğun selâm almasıyla selâm alınmış olmaz, dediler.» El-Müctebâ´da şu hüküm yer almaktadır: «İhtiyar bir kadının cevap vermesiyle de selâmın cevabı diğerlerinden düşer. Genç bir kadının, ço-cuğun, delinin cevap vermesi cevabı iskat eder mi etmez mi konusunda iki görüş vardır.» Taciye´nin zahirinden, sakıt olmamasının tercih edil-diği anlaşılmaktadır. Tek kişiye dahi cemaat lafzıyla selâm verecektir. Selâmın cevabı da böyledir. Cevabı veren bir kişi «Ve berekâtuhu» kelimesinden fazla eklemeler yapmayacaktır. Selâmın cevabı ile aksıranın cevabını vermek fevridir, yani hemen olmalıdır. Yazılı Selâmın cevabını vermek de, selâmı almak gibidir. Eğer baş-kasına: Falan adama selâm söyle» dese ona selâmını söylemesi vacib olur. Fâsık kişiye selâm vermek eğer alemî bir fâsık ise mekruhtur. Aksi takdirde mekruh değildir. Yemek yiyen gibi hakikaten cevap vermekten aciz olana veya namaz kılan, okuyan gibi Şer´an âciz olan kimseye se-lâm vermek de mekruhtur. Eğer buna rağmen selâm verirse cevabı müs-tahak olmaz. Biz namazı ifsâd eden şeyler konusunda bunun mekruh oluşunu yir-mi küsur yerde söyledik. Ve dedik ki: Selâmın cevabı, «selâmun aleyküm» şeklinde vacib değildir. Eğer kişi bir eve girerse ve o evde hiç kimseyi görmezse: «Selâm bizim ve Allah´ın sâlih kullarının üzerine ol-sun» diyecektir. İZAH «Sıla-i rahim vaciptir ilh...» Kurtubî Tefshi´nde: Sıla-ı rahim vacib oluşunda ve onu kesmesinin haram olduğunda ümmetin icma ettiğini naklediyor. Çünkü bu hususta Kitab ve Sünnetten kesin deliller vardır. Tebyînu´l--Mehârîm´de dedi ki: «Sılası vâcib olanların kimliği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları demiştir ki: «O, muharrem olan her yakının akrabalığıdır.» Başkaları da: «İster muharrem olsun isterse olmasın bü-tün akrabalardır.» dediler.» İkinci görüş, metin ifadesinde mutlak zikredilmesinin zahirinden an-laşılmaktadır. Nevevî, Müslim Şerhi´nde şöyle der: «Bu en doğrusudur. Bunun doğruluğuna birçok hadislerle istidlal etti. Evet akrabaların dere-celeri değişik olur. Mesela anne ile baba diğer mühimlerin hepsinden daha öncedir, der. Diğer mahremler ise, diğer akrabalardan daha şehid-dirler. Hadislerde Tebyînu´l-Maharim´de beyan edildiğine göre bütün bunlara işaret vardır. «Bir selâmla dahi olursa ilh...» Tebyînu´l-Maharim´de şöyle der: «Eğer akrabaları başka yerde iseler, mektup göndermek suretiyle onlara sıla-i rahim yapacaktır. Eğer onlara gitmeye gücü yetiyorsa gitmek ef-daldir. Eğer anne ile babası varsa ve onlar gelmesini istiyorlarsa mektup kâfi değildir. Onun hizmetine muhtaç olurlarsa da durum böyledir. Ba-badan sonra büyük kardeş baba yerindedir. Dede de -ne kadar yukarı-ya giderse gitsin- baba yerindedir. Büyük kız kardeş de teyze de sıla-i rahim konusunda anne yerinde sayılırlar. Bazı görüşlere göre amca baba gibidir. Bunlardan başka diğer akrabalar ise, onlara mektup veya hide-ye göndermek kâfi gelir.» Bunun tamamı Tebyînu´l-Maharrim´dedir. Sonra, bilmiş ol ki sıla-i rahimden maksat, onlar sana sıla-ı rahim yaptıkları zaman sen de onlara karşılık yapacaksın demek değildir. Çün-kü bun karşılıklı iyilik denilmektedir. Asıl onlar sana sıla-ı rahim yap-masalar dahi onlara sıla-ı rahim yapacaksın. Zira Buhârî ve başka mu-haddisler şunu rivayet ettiler: «Karşılık veren kişi, Sıla-i rahim yapan de-ğildir. Sıla-i rahim, sen onun rahmini kestiğin halde yine de onu bitiş-tirmeye çalışan kimsenin yaptığıdır.» «Onları aralıklı ziyaret edecektir ilh...» İbaredeki «ğıbben» kelimesi bir şeyin neticesi demektir. Ziyaret konusunda bu kelime, haftada bir de-fa demektir. Şir´a´nın Şerhinde: «ğıbben» kelimesi, bir gün ziyaret et-mek bir gün ziyaretsiz bırakmak demektir. Bunda bir nevi zorluk oldu-ğundan dolayı müellif «ğıbben»in yorumunda en kolay kısmını seçti. Her hafta, veya her ay akrabalarını ziyaret edecektir. Nitekim bazı rivayet-lerde böyle rivayet olmuştur. «Sıla-ı rahim ömrü artırır ilh...» sözüne gelince; «rızkı artırır» riva-yeti de vardır. Zira Müslim ve Buharı şu rivayeti yaparlar: «Kim rızkının genişlemesini ve ecelinin tehir edilmesini istiyorsa sıla-i rahim yapsın.» Fakih Ebû´l-Leys Tenbihü´l Gafilin adlı kitabında dedi ki: «Ömrün ar-tışında ihtilâf vardır. Bazıları zahirinden anlaşıldığı gibi artar, dediler. Ba-zıları da artmaz, çünkü Cenâb-ı Hâk: «Onların ecelleri geldiğinde gecik-me olmaz» buyurmuştur. O zaman hadîsin manâsı ölümünden sonra da sevabı ona yazılır demektir. Bazıları da dediler ki: Eşyalar bazan Levh-ı Mahfuz´da şartlı olarak yazılır. Meselâ: «falan adam sıla-i rahim yapar-sa onun ömrü şu kadar senedir. Yapmazsa daha kısa şu kadar senedin», gibi. Umulur ki dua etmek, sadaka vermek, sıla-i rahim yapmak bu tür-den olsun. Binaenaleyh hadis âyete ters düşmez.» Şir´at´ın Şerhi´nde Meşârık Şerhi´nde nakledilerek dedi ki: «Veya de-nilir ki: Maksat, burada onun rızkına bereket verilir. Onun güzel anısı ondan sonraya kalır. Bu da tıpkı hayat gibidir. Yahutta şöyle denilir: Ha-disin başlangıcı Sıla-ı rahmi mübalağalı bir şekilde teşvik etmek sededindedir. Yani eğer rızkı genişleten ,eceli genişleten bir şey var ise, kesin-likle o da sıla-ı rahimdir.» Zahir, üçüncü görüştür. Çünkü Tenbîh´te Dahhâk´tan o Müzahim´ den yüce Allah´ın: «Allah dilediğini siler, dilediğini tesbit eder.» Âyetinin tefsirinde şunu rivayet eder: «Bir kişi sıla-i rahim yapar; ömründen de üç gün kalmışken; Cenab-ı Hâk onun ömrünü otuz seneye kadar artırır. Bir başka kişi sıla-ı rahmi keser, onun ömründen de otuz sene kalmış; Cenab-ı Hâk onun ecelini üç güne çevirir.» «Bunun tamamı Dürer´dedir ilh...» ibaresine gelince; Dürer´de dedi ki: «Her kabile ve her aşiret Hakkı yüceltmek hususunda başkalarına kar-şı yardımda bir tek el gibi olurlar.» Bunun da tamamı Şir´at ile Tebyînu´l-Mahârim´dedir. «Müslüman ehl-i zimmet üzerine selâm eder ilh...» sözüne gelince, dikkat et, acaba «sizin üzerinize selâm olsun» tabirini kullanmak caiz mi-dir. Eğer zımmî bir tane ise, zahire göre müslüman kişi bir tek zımmîye se-lâm verdiği zaman, müfret (tekil) kelimesini kullanacaktır. Çünkü onun se-lâmının cevabında kullanılan ifadeden bu böylece anlaşılır. Düşün. Fa-kat Şir´aî´de şu hüküm yer almaktadır: «Kişi zimmet ehline selâm verdiği zaman: «Selâm hidâyete tabi olanların üzerinde olsun» desin. Onla-ra mektup yazdığı zaman da böyle yazacaktır.» Hatta Tatarhâniye´de şu ifade yer alır: «İmam Muhammed dedi ki: Bir yahudiye veya bir Hıristiyana bir ihtiyaç için bir mektup yazarsan, onda «selâm hidâyede tabi olanların üzerinde olsun» diye yaz!» «Eğer ona bir ihtiyacı var ise ilh...» sözüne gelince; yani bundan anlaşılan, bir zimmîye ihtiyacı varsa, ona vardığında selâm verebilir. Tatarhâniye´de dedi ki: «Çünkü selâm vermenin zimmîye yasaklanması tazim etmek için olması halindedir. İhtiyaç için selâm verdiğine göre tazim söz konusu değildir.» «Doğrusu budur ilh...» sözüne gelince; anlaşılan; tafsilat olmaksızın selâm vermekte beis yoktur. Bu da Hâniye´de bazı meşayihlerden nakledi-lerek zikredilmiştir. «Nitekim müslümanın zimmi ile müsafaha etmesi de mekruhtur ilh!..» sözüne gelince; yani müslümanın herhangi bir ihtiyacı söz konusu de-ğilse. Çünkü Kınye´de: «Gaiplikten sonra dönüş yaptığında, eli sıkılmadığı takdirde rahatsız olacaksa hıristiyan komşusunun elini sıkmakta, müslüman için beis yoktur» denilmektedir. Düşün. Acaba hıristiyan zımmî, aksırdığı zaman Allah´a hamd ettiğinde müs-lüman onun cevabını verebilir mi Hamevî dedi ki: «Zahire göre vere-mez.» Lâkin ileride: «O elhamdülillah dediği zaman müslüman ona Allah sana hidayet etsin tabirini kullanacaktır» ifadesi gelecektir. «Metinlerin çoğu ilh...» sözüne gelince; bununla şerhsiz metinleri kast ediyor. «Metinler» diye çoğul ifade kullanması, şahıslar itibariyle-dir. Yoksa maksadı yalnızca «Tenvir metnidir. «Ve selâm lafzı ile verir ilh...» metin ve şerhinde de musannifin hat-tı ile bu şekildedir. «Ben onu böylece tevil ettim ilh...» İhtiyaca bağlı olmakla kayıtlan-dırdım. Böylelikle metnin doğru olanla uyumlu olmasını sağlamaya ça-lıştı. «Bazı nüshalarda selâm vermez tabiri vardır ve en güzeli de budur ilh...» ibaresine gelince; çünkü bu hususta aslî hüküm selâm vermemek-tir. Selâm verilmesinin caiz olması, ârizî bir ihtiyaçtan ileri geliyor. En sağlamlığı umulur ki şu noktadan ileri geliyor: Kişi hiç selâm vermezse hiç mahzura girmez. Fakat mutlak bir şekilde selâm verirse o zaman mahzura girebilir. Düşün. Hadiste İslâmın hangisi hayırlıdır ilh...» Yani hangi hasleti daha ha-yırlıdır, demektir. Hadisteki «selâm okuyacaksın» manâsını ifade eden «Tekra´u» kelimesi «ikrâ» kökünden değil de «Kur´ân» kökünden gelmektedir. T. «Yahudi ve Hıristiyanlara siz önce selâm vermeyiniz, hadisi dolayı-sıyla ilh...» ifadesine gelince: Nüshaların çoğunda şu fazlalık vardın «On-lardan herhangi birisine yolda rastlasanız onu yolun en darına sıkıştırı-nız.» Hadisi Buharı rivayet etmiştir. «Fasık bir kimse de bu hükmün dışında tutularak tahsis edilir ilh...» sözüne gelince; Yani alenen fâsıklık yapıyorsa. Aksi takdirde ona selâm vermekte kerahet yoktur. Nitekim bu daha sonra gelecektir. «Hakkında şüphe ettiği kimseye gelince ilh...» Eğer kimse müslü-man mıdır, değil midir diye şüphe ederse, aslolan umumu üzere bırak-malıdır. Yani müslümandır deyip selâm vermektir. Acaba salih midir, fâsık mıdır diye bir şüphe olursa, bu şüpheye itibar edilmez. Bilâkis müs-lümanlar hakkında daima hayırlı zan yapılır. T. «Umumu üzerinde bırakılır ilh...» sözüne gelince; çünkü Resul-ü Ek-rem (S.A.)´ın «Tanıdığın ve tanımadığın kimseye selâm et!»-buyruğundan anlaşılan budur. T. «Hadis ilh...» Umumu ifade eden-birinci hadis, zimmîyi de kapsar. «İnsanların kalplerini telif etmek maslahatını gözeterek ilh...» Dil ile onları kendisine meylettirmek onlara İslâm´a girmek maksadıyla ih-san etmek, demektir. «Sonra nehy vârid olmuştur ilh...» İkinci hadiste, demektir. Yani Al-lah İslâm´ı azîz kıldıktan sonra artık onlara maslahat için selâm vermek ihtiyacı kalmadı. «Selâmın cevabını vermekte beis yoktur ilh...» sözüne gelince; İnsa-nın zihnine ilk gelen selâm vermektir. T. Fakat Tatarhâniye´de şu hüküm yer almaktadır: Zımmîler selâm verdiklerinde onun cevabını vermek uy-gundur. İşte biz bu hükme yapışırız.» «Lakin «ve Aleyke» kelimesinden fazla bir şey söylemiyecektir ilh...» Çünkü o bazen ölüm manâsına gelen «sam» kelimesini selâm yerinde kullanılır. Nitekim yahudilerden biri Peygambere bu kelimeyi kullanmış-lardır. Resul-ü Ekrem de o yahudiye «ve aleyke: senin üzerine de olsun» demiştir ve böylece onun bedduasını onun üzerine reddetmiştir. Tatarhâniye´de İmam Muhammed´in şöyle dediği kaydedilmektedir: «Müslüman zımmîye senin de üzerine olsun» diyecek ve onunla selâmı kasdedecek. Çünkü Allah Resulü´ne ref edilen bir hadis vardır ki, şöyle buyurmuşlardır: «Onlar size selâm verdiklerinde onların selâmına cevap veriniz.» «Eğer tebcil maksadıyla zımmiye selâm verirse, küfre girer ilh...» Minâh´ta dedi ki: «Tebcil ile kaydetti. Çünkü o, tebcil niyetiyle değil de doğru olan hedeflerden birisinin tahakkuku için selâm verirse, küfür ol-madığı gibi bunda beis de yoktur.» «Eğer kalbiyle niyet ederse ilh...» Yani: «Bu adam belki müslümar olur» diye kalbiyle niyet edip selâm verirse kerahet ortadan kalkar. Ama hiç bir şey niyet etmezse kerahet vardır. Nitekim bu hüküm Muhît´te yer almaktadır. el-Birî de benzerlerinden alarak, «mekruh değildir» dedi. Fa-kat nas olduktan sonra nassa dönüşten başka hiçbir çıkar yol yoktur, Zahire göre «zımmi» ifadesi kayıt değildir. T. «Bir insanın evine vardığında, selâmdan önce izin istemesi vacib-tir ilh...» sözüne gelince: Fusûlu´l-Allâmî´de şu hüküm yer almaktadır: «Eğer aile efradının huzuruna girerse evvelâ selâm verecek, sonra ko-nuşacaktır. Eğer başkasının evine varırsa evvelâ girmek için üç defa izin isteyecektir. Ve her defasında: «Ey ev halkı selâm sizin üzerinize olsun; (ismini alarak) falan adam girsin mi » diyecek ve biraz duracak-tır. Yani her izin isteyişinden sonra yemek yiyen bir kişinin yemeğini bitireceği, abdest alan bir kişinin abdestini alacağı, dört rekât namaz kılan bir kişinin dört rekât namazı bitirinceye kadar duracaktır. Kendi-sine izin verildi mi girecektir. Aksi takdirde kin, buğuz, düşmanlık gütmeksizin dönüp gidecektir. Hane sahibi kendisini davet eden bir kim-seye izin istemek vacib değildir. Eğer hanenin içinden: «Kim o » diye çağrılırsa, «benim» demiyecek; çünkü bu bir cevap teşkil etmemekte-dir. Şöyle diyecektir: «Falan kişi girsin mi » diyecektir. Eğer kendisine: «Hayır» denilirse; hiçbir düşmanlık gütmeksizin dönüp gidecektir. .İzinle haneye girdiğinde evvelâ selâm verecek, sonra eğer dilerse konuşacak-tır. Eğer içinde hiç kimsenin olmadığı bir eve girerse: «Selâm bizim ve Allah´ın sâlih kullarının üzerine olsun» diyecektir. Çünkü melekler onun selâmının cevabını vereceklerdir. Eğer evin haricinde adama rastlarsa evvelâ selâm verecek, sonra konuşacaktır. Allah´ın Resulü buyurdular: «Selâm kelâmdan öncedir». Eğer selâmdan önce konuşulursa karşıdaki adam ona cevap vermez. Çünkü Allah´ın Resulü: «Kim ki selâmdan önce konuşursa ona cevap vermeyiniz» buyurmuştur. Cemaatin bulunduğu ye-re girildiğinde cemaate selâm verecektir. Onlardan ayrıldığı anda da se-lâm verip ayrılacaktır. Kim ki böyle yaparsa cemaatin kendisinden sonra işleyeceği hayırda onlara ortak olur. Cemaatle karşılaşır sonra onlar-dan ayrılırsa ve bu aynı günde birkaç defa tekrar ederse; aralarına bir ağaç veya duvar bile girse selâmını yenileyecektir. Çünkü selâm rah-meti gerektirir. Selâm ile İslâm ahdini yenilemeyi yani hiçbir mümine ne namusuna, ne malında dokunmayacaktır şeklindeki ahdi yenilemeyi ni-yet edecektir. Bir mümine selâm verdiği zaman onun üzerine o müminin namusu ve malı haram olur. Bir mescide girdiğinde bazı kimseler namaz kılıyorsa, bazıları da kılmıyorsa selâm verecektir. Eğer selâm vermezse sünneti terketmiş sayılmaz.» «Eğer ey falan dese veya muayyen bir kişiye işaret ederse selâmın cevabı düşer ilh...» Yani bu lafızla. Fakat Hâniye´nin ifadesi şöyledir: «Bir kişi bir kavmin içinde oturuyorken başka bir kişi gelerek ona selâm ve-rerek : «Ey filan adam selâm senin üzerine olsun» dese, bunlarin bir kıs-mı da o adamın yerine ona cevap verseler; kendisine selâm verilen ada-mın boynundan selâmın cevabı sakıt olur. Bazıları da demişlerdir ki : «Eğer ikisinin ismini, söylerse; meselâ: «Esselamü aleyke ya Zeyd» dese ve Zeyd´in yerine Amr ona cevap verirse; Zeyd´in cevap vermek görevi kalkmaz.» Eğer isim vermeden: «Selâm senin üzerine» dese ve bir ki-şiye işaret ederse, başka bir kişi selâmın cevabını verirse, işaret edilen kişiden selâmın cevabını vermek görevi düşer.» Hülâsa´da ve başka kitaplarda bu tafsilatı kesin olarak bildirmiştir. «Hepsinin boynundan selâmın cevabı kalkar ilh...» Çünkü selâm hepsinedir. Çünkü bir cemaate selâm kasdıyla bir tek kişiye hitap eder-cesine hitab edebilir. Hindiye. Tebyînu´l-Meharim adlı kitapta: «Eğer bir cemaatte selâm verir, o cemaat değil de başka bir cemaat ona cevap verse, o kendisine selâm verilen cemaatten selâma almak görevi kalkmaz.» T. «Selâmın cevabında karşıdaki adam duyurmak şarttır ilh...» Nite-kim selâm ve aksırmanın cevabının verilmesinde duyurma şartı aranır. Tatarhâniye. «Eğer sağır ise ona iki dudağının hareket ettiğini gösterecektir ilh...» Şır´anın Şerh´inde dedi ki: «Bilmiş ol ki, onlar dediler ki: Selâm vermek sünnettir. Onu işittirmek müstahabtır. Onun cevabı ise Farz-ı kifayedir. Onun cevabını karşıdaki adama duyurmak vacibtir. Eğer onun duyurmayacak şekilde cevap verirse, bu farzı kifaye selâm verilen kişiden selâm almak görevi sakıt olmaz. Hatta deniliyor ki: Selâm veren sağır ise se-lâmın cevabını veren kişiye dudaklarını kıpırdatmak ve ona bunu göster-mek görevi düşer. Öyle ki eğer o sağır olmasaydı işitebilecekti.» «Çünkü çocuğun kestiğinin helâl olması bunun delilidir ilh...» Kes-mekte besmele farz olmakla beraber çocuğun besmele çekmesi kâfi geldiğine göre; çocuk bazı farzları yerine getiren kimselerden olmuş olur. Yani bu işe ehil olur. Çocuklara selâm vermek hususunda ihtilâf edil-miştir. Bazılarına göre selâm verilmez, bazılarına göre selâm vermek da-ha efdaldir. Fa kırı: «Biz bu görüşü alırız dedi. Tatarhâniye. Kadına selâm vermek ve aksıran kadının «elhamdülillah» demesine cevap vermeye gelince; Nazar ve Kadının bedenine dokunma faslı´nda bununla ilgili sözler söylendi. «Tek kişiye cemaat lafzıyla selâm verilir ilh...» Çünkü her kişinin beraberinde iki de Hafaza Meleği vardır. Binaenaleyh her kişi üç kişi demektir. Tatarhâniye. «Selâmın cevabını veren: «Ve berakâtuhu» kelimesinden fazlasını eklemez ilh...» sözüne gelince; Tatarhâniye´de dedi ki: «Selâm veren için en efdali «Esselâmu aleyke ve rahmetullâhî ve berakâtuhu (selâm sizin üzerinizde olsun. Allah´ın rahmeti ve bereketi de sizin üzerinizde olsun)» demektir. Veberekâtühü´dan sonra birşey eklemek uygun değildir. Cevap veren de: «Ve aleykümüsselâm ve rahmetullahi ve berekâtühü» diyecektir.» Yani «vav»ı ekleyecektir. Eğer «vav» harfini söylemese de kâfi gelir. Eğer selâm veren kişi, «Selâmun aleyküm» veya «Esselâmu aleyküm» dese cevap veren bir kişiye bu iki surette de yani: «Selâmun aleyküm» veya «Esselâmu aleyküm» demek imkânı vardır. Fakat elif-lâm´lı yani «Esselâmu...» demesi daha uygundur. «Selâmın cevabı İle aksıranın cevabı fevridir ilh...» İbaresine gelin-ce; bu ibarenin zahirinden anlaşılıyor ki: Özür olmaksızın bu cevabı tahir etmek, tahrimen mekruhtur. Bilahere cevap vermekle günah kalkmaz. Ancak günah tövbe ile kalkar. T. Tebyînu´l-Mehârim adlı kitapta şu hüküm yer almaktadır: «Aksıranın cevabını vermek çoğunluğun görüşüne göre farz-ı kifâyedir. Şafiî´ye göre sünnettir. Zahirîlerin bazılarına göre farz-ı ayndır. Allah´ın Resulü Sallallahu Aleyhi vesselem buyurdular: «Cenab-ı Hâk aksırmayı sever fakat esnemeyi karih görür. Kişi aksırdığı zaman Allah´a hamdederse, dinleyen her müslümanın ona cevap vermesi görevi-dir.» Hadis-i Buhari rivayet etmiştir. Hadisdeki «Teşmît» kelimesi, hayır ve bereketle dua etmek demektir. Aksıran bir kimsenin böyle bir duaya müstahak olması, ancak Allah´a hamdetmesi takdirinde olur. Allah´a hamdetmezse duaya müstahak olmaz. Çünkü aksırmak Allah´dan gelen bir nimettir. Aksırdıktan sonra Allah´a hamdetmezse Allah´ın nimetinin şükrünü eda etmemiş oluyor. Nimete karşı nankörlük yapan bir kimse ise duaya müstahak olmaz. Aksırdıktan sonra: «Elhamdülillah» veya «Elhamdülillâhirabbilâlemîn» veya: «Elhamdülillah! âlâ küllî halin» demekle yükümlüdür. «Fakat aksırana dua eden kişinin ne diyeceği hususunun da ihtilâf etmişlerdir. Bazı kimselere göre: «Yerhamukellâh {Allah sana rahmet ey-lesin)» diyecektir. Diğer bazılarına göre: «Elhamdülillâhi taalâ (hamd yüce Allah´a mahsustur)» diyecektir. Aksıran kendisine dua eden kişiye (ikinci kez) şu cevabı verecektir: «Yehdikellâh (Allah sana hidayet etsin)» Eğer aksıran kâfir ise; buna ramen Allah´a hamdederse, onu dinleyen ve dua etmekle mükellef olan: «Allah sana hidâyet eylesin» manâsını ifade eden «Yehedîkaliâh» ibaresini söylecektir. Aksırmak tekrarlanırsa üç de-faya kadar ona hayırla dua eder. Üçü geçtikten sonra sükût eder. «Kadîhân dedi ki: «Üçten fazla aksırırsa, her defasında Allah´a hamdedecektir. Onun yanında bulunan da her defasında ona dua ederse gü-zel olur.» «Aksıranın kendisine dua edene: «Ğâfarallahu li veleküm (Allah be-ni de sizi de af eylesin)» veya: «Yehdîkumullâhu ve yuslihu bâlekûm (Al-lah size hidâyet eylesin ve sizin kalbinizi ıslâh eylesin.)» demesi uygun-dur. Bundan başkasını demiyecektir. Aksıran kişinin en uygunu hamdı yaparken sesli yapmasıdır. Ta ki yanında bulunan kişiye bunu duyur-sun, ki oda ona dua etsin. Eğer aksırana dua edene hazır olanlardan ba-zıları cevap verirse, bütün cemaatin yerine geçmiş olur. En faziletlisi cemaatten her birisinin ona dua etmesidir. Çünkü hadisin zahiri bunu gerektirir. Denildi ki: Bir kişi aksırdığında hamd ettiği işitilmese; Onun yanında bulunan «Eğer Allah´a hamd etmiş isen, Allah sana rahmet ey-lesin» diyecektir. Duvarın arkasından Allah´a hamdederse onu dinleyen herkese ona dua etmek vâcib olur.» Fusûlu´l-Allâmî de şu hüküm yer almaktadır: «Dinleyen bir kişinin aksırandan daha önce hamd getirmesi menduptur. Çünkü şu hadis var-dır: «Kim aksırandan daha önce Elhamdülillah dese o kimse şeves, leves ve allevus denilen hastalıklardan emin olur.» «Seves» baş ağrısı, «leves» karın ağrısı, «allevus» de diş ağrısı diye tefsir edilmiştir.» Teberanî Evsafında Hz. Ali´den merfû olarak ^u hadisi rivayet edi-yor: «Kimin yanında birisi aksırırsa aksırandan önce elhamdülillah dese böğründen herhangi bir şikâyet duymayacaktır.» İbn-i Asakir rivayet ediyor: «Kim aksırandan önce elhamdülillah dese, Allah onu böğür ağrısından korur. Ve dünyadan çıkıncaya kadar ondan herhangi bir kötülük görülmeyecektir.» el-Muğrib adlı lügat kitabında hadiste sözü geçen «seves» diş ağ-rısı, «leves» kulak ağrısı «allevus» ise bronşittir, denilmektedir. Şir´at´ta dedi ki: «Kişi aksırdığı zaman başını eğecektir. Yüzünü ka-patacaktır. Mümkün olduğu kadar sesini alçaltacaktır. Çünkü aksırmayı sesli yapmak ahmaklıktır. Hadiste şöyle buyurulmaktadır: «Konuşma anında aksırmak adaletli bir şahittir.» Aksıran insan «eb» veya «eşhab» demiyecektir. çünkü bu şeytanın ismidir.» «Selam yazılı mektubun selamına cevap vermek vacibtir ilh...» Çün-kü gaibten gelen mektup, hazır kişiden gelen hitap gibidir. Müctebâ. Halk bu işten gafil bulunmaktadırlar. T. Ben derim ki İlk zihne gelen şudur: Maksat, mektuptaki selâmın cevabını vermenin vacib olduğudur. Mektuba cevap vermek değildir. Lakin Suyûtî´nin el-Camiüssağîr´inde şu hüküm yer almaktadır: «Mektubun cevabını vermek tıpkı selâmın cevabını vermek gibi haktır.» Şari-hi el-Münâvî der ki «Bir kişi sana bir mektupta selâm yazarsa, o mektupta sana ulaşırsa lafızla veya mektupla o selamın cevabını vermen vacib olur. Şâfiîlerden bir grup bunu açıkça söylediler. Aynı zamanda bu, İbn-i Abbas´ın da görüşüdür.» Nevevî der ki: «Eğer bir şahısa başka bir şahıstan bir kağıtta selâm gelirse, onu derhal cevaplandırmak vacib olur. Selâmı tebliğ edene de Neseî´nin rivayet ettiğine göre cevaplandırmak müstahabtır. Mektubun cevabını vermek daha iyi olur. Eğer terkederse kin gütmeye sebep ola-bilir.» Bunun için şair şu şiiri söylemiştir: «Dost dostuna yazdığı zaman onun cevabını vermek ittifakla vacibtir. Çünkü kardeşler karşılaşmadıkları zaman mektuptan daha güzel bir ilişki olamaz.» «Falana selâm söyle dediği zaman gidip o selâmı söylemek vacib olur ilh...» sözüne gelince; çünkü bu emaneti sahibine vardırmak kabilindendir. Zahire göre bu vücub hükmü, selâmı götürenin razı olmasına bağlıdır. Düşün. Sonra Münâvî´nin Şerhin´de İbn-i Hacer´den nakledilerek şu ibareyi gördüm: Tahkik şu ki: Elci eğer «ben selâmı götürürüm» diye iltizâm et-miş ise, o zaman emanete benzemiş oluyor. Aksi takdirde vedia oluyor.» Yani onun boynunda gidip de tebliğ etmek vacib değildir. Nitekim ve-diada hüküm böyledir. Şurunbulâlî dedi: «Buna göre kendisine: Selâmını Resulullâh´ın hu-zuruna götür, diye emredenin selâmını tebliğ etmek gerekir.» Yine «Şu-runbulâlî dedi ki: «Selâmı getirene de cevap vermek müstahaptır. Senin de üzerine selâm olsun, onun da üzerinde selâm olsun, diyecektir. Bu-nun benzeri musannifin Tühfetu´l-Akrân adlı kitabında da vardır. İbn-i Abbas´tan bunun vacib olduğu rivayetini ayrıca ekler.» Lâkin Tatarhâniye´de dedi ki: «İmam Muhammed bir hadis rivayet etti. Buna göre «kim bir insana başkasının selâmını getirip tebliğ ederse, selâm alan önce tebliğ edene cevap vermek, sonra hazır olmayana cevap vermek zorundadır.» Bu ibarenin zahirinden, vacib olduğu hükmü anla-şılıyor. Düşün. «Eğer alenen fasık ise selâm vermesi mekruh olur ilh...» sözüne ge-lince; daha önce Aynî´den nakledilen ibarenin tahsîsi içindir. Fusûlu´l-Allamî´de şu hüküm yer alıyor: «Yalan söyleyen, durmadan alay eden, fuzulî ve manâsız konuşan yaşlıya, halka küfür edene, mah-rem olmayan kadınların yüzlerine bakana selâm verilmez. Alenen fısk iş-leyene, tagannîde bulunana ve güvercin uçurtana bunların tövbe ettik-leri bilinmedikçe selâm verilmez. Masiyet içinde bulunan bir kavme, satranç oynayanlara Ebû Hânife´ye göre onları meşgul etmek niyetiyle se-lâm verebilir. İmameyne göre bunlara selâm vermek mekruhtur. Çünkü bunlar selâma lâyık değildirler.» «Yemek yiyen kişi gibi ilh...» sözüne gelince; bu sözün zahirinden anlaşıldığına göre lokmayı ağzına koyduğu ve çiğnediği hale mahsustur. Lokmayı ağzına koymazdan evvel veya çiğnedikten sonra ona selâm ver-mek mekruh değildir. Çünkü o, selâmın cevabını vermekten aciz değil-dir. Bu hükmü Şâfiîler açıkça belirtmişlerdir. El-Küfderî´nin Vecîz adlı eserinde şu mesele yer almaktadır: «Yemek yiyen bir topluluğun yanın-dan geçen, eğer kendisi muhtaç ise ve onların da kendisini çağıracağını biliyorsa selâm verebilir. Aksi takdirde selâm vermeyecektir.» Buna gö-re; -sözü gecen durum dışında- yemek yiyene mutlaka selâm vermenin mekruh olması gerekir. T. «Eğer selâm verirse sevaba müstahak değildir ilh...» sözüne gelin-ce; ´derim ki: Bezzâziye´de şu hüküm yer almaktır: «Eğer tilâvet halinde selâm verirse, tercih edilen görüşe göre selâmın cevabını vermek vacib-tir. Ama hutbe, ezan ve fıkhı tekrar etmek halinde mesele değişir.» Eğer buna rağmen bu durumlarda selâm verirse günahkâr olur. Tatarhâniye. Tatarhâniye´de şu hüküm de yer almaktadır: «Sahih şudur ki, bu yer-lerde selâmın cevabı verilmez.» Karî (Kur´an okuyan) hususunda doğru hüküm hakkında ihtilâf var-dır. Ebû Yûsuf´a göre kıraati bitirdikten sonra, veya âyetin tamam olma-sında, cevap verecektir. İhtiyâr´da şu ifade vardır: «Kadı mescidin bir ke-narında hüküm vermek üzere oturduğunda, hasımlara selâm vermez. Ha-sımlar da Kadı´ya selâm vermezler. Çünkü kadı hüküm vermek için otur-muştur. Selâm ise ziyaretçilerin hediyesidir. Binaenaleyh kadı ne için oturmuşsa onunla meşgul olmalıdır. Eğer onlar selâm vermiş ise onların cevabını vermek kadı´ya vâcib değildir. Bu hükme binaen; talebelerine fıkıh, veya Kur´an öğretmek üzere oturmuş bir kimseye birisi girip de selâm verirse, o selâmın cevabını vermeyebilir. Çünkü o öğretmek için oturmuştur selâmın cevabını vermek kadı´ya vâcib değildir. Bu hükme binaen; talebelerine fıkıh, veya Kuran öğretmek üzere oturmuş bir kim-seye birisi girip de selâm verirse, o selâmın cevabını vermeyebilir. Çün-kü o öğretmek için oturmuştur selâmın cevabını vermek için değil.» «Mim´in cezmiyle ilh...» En uygunu mim´in sükûniyle demesiydi. T. dedi ki: «Es-selâmu Aleyküm» diyenin cevabının vâcib olmayışının sebebi; Arapça terkiple gelen Sünnete muhalefet etmiş olduğundandır. Sanki «elif-lâm» ile te´nin arasını cem edip: «Es-selâmu Aleyküm» diye-ne de cevab vermenin vâcib olmaması bunun gibidir. Musannıf mim cezmeli okunursa vâcib değildir,» dediğine göre; eğer elif-lâm´sız olarak kelimeyi tenvinli okursa «selâmun aleyküm» dese -nitekim meleklerinde Cennet Ehlin´e selâmları böyledir- o takdirde selâmın cevabı vâcib olur. Öyleyse onun iki sigası vardır. Ve bu daha önce Tatarhâniye´den naklettiğimizin zahiridir. Zahiriye adlı kitapta şunu gördüm: «Selâm lafzı bütün yerlerde «Es-Selamu aleyküm» veya tenvinle «Selâmun aleyküm»dür. Bu iki kelimeden başka câhillerin kullandıkları kelimeler selâm olmaz.» Şurunbulâlî Musafaha hakkındaki risalesinde dedi ki: «Aleykesselâm kelimesiyle söze başlarız. Aleykümüsselâm diye de selâm verilmez. Çünkü Ebû Dâvûd, Tirmizî ve başka hadis kitaplarında sahîh senetlerle Câbir bin Süleym (R.A.) dan şöyle rivayet edilmiştir: Ben Allah´ın resu-lüne vardım ve «Aleykesselâmu ya Resullah» dedim. Cenab-ı Peygam-ber: «Sakın aleykesselam deme. Çünkü aleykesselâm kelimesi ölülere verilen selâmdır.» Tirmizî: «bu hadis hasen sahîhtir» demiştir. Bundan anlaşılıyor ki: «Aleykesselâm» şeklinde selâm verenin cevabını iade et-mek vacib değildir. Çünkü Allah´.n Resulünün böyle selâma cevap ver-diği değil; bilâkis böyle dememekten menettiği hükmü vârid olmuştur. Bu, İmam Nevevî´nin zikrettiği üç ihtimalden birisidir. Bunun selâm ol-madığı tercih edilir. Aksi takdirde Cenab-ı Peygamber, evvelâ selâmın cevabını verecekti, sonra ona selâmı öğretecekti. Nitekim namazını iyi kılmayana gereken cevabını vermiş, sonra ona namazın nasıl kılınaca-ğını öğretmiştir. Eğer kişi bir «vav» ziyade ederek «ve aleykümüsselâm» şeklinde dese, yine cevaba müstahak olmaz. Çünkü bu sîga, selâm ver-meye elverişli değildir. Binaenaleyh Şafiî imamlarından el-Mittevelli´nin söylemiş olduğu gibi selâm olmaz.» Ben derim ki: Tatarhâniye´de Ebû Ca´fer´den rivayet edildi: Ebû Yûsuf´un bazı talebeleri, çarşıdan geçerken «Selamullahi Aleyküm» der-miş. Orta bu hususta soru soruldu. Dedi ki: «Selâm vermek esenlik di-lemektir. Ona cevap vermek farzdır. Onlar bana cevap vermeseler emri bil ma´rûf vacib olur. Selamullahu Aleyküm´e gelince bu duadır. Bunun cevabını vermek gerekmez. Bana da bir şey lazım gelmez. Bunun için ben bunu seçtim.» Ben derim ki: Bu daha önce geçenle beraber şunu ifade ediyor-. Se-lâmın cevabının vacib olması ancak. «Esselâmu aleyküm» veya «selâmun aleyküm» şeklinde başlanırsa olur. Daha önce dedik ki: Bu iki selâma karşılık cevap veren: «Selâmun aleyküm» veya «Esselâmu aleyküm» tar-zında cevap verebilir. Bunun ifade ettiği şudur: Başlangıca elverişli olan yani selâm vermeğe elverişli olan siğa cevaba da elverişli olur. Lakin başlangıçtaki ve cevaptaki siygaların hangisi daha üstündür, bunu daha önceden öğrenmiş bulunuyorsun. BİR EK: Tatarhâniye´de dedi ki: «Arkadan gelen kişi sana selâm verecektir. Yürüyen oturana, binen yürüyene, küçük büyüğe selâm verecektir. İki kişi karşı karşıya geldiklerinde hangisi daha önce selâm verirse, o daha üstündür. Eğer ikisi beraber selâm verirse her birisi arkadaşının selâ-mına yeniden cevap verecektir. Hasan dedi ki: Az çoğa selâm verecek-tir.» Yine Tatarhâniye´de şu hüküm yer almaktadır: «Selâm sünnettir. Ya-yanın yanında genel yolda veya çölde geçen bir biniciye emniyet telkin etmek için selâm vermesi farz olur.» el-Bezzâziye´de şu hüküm yer almaktadır: «Şehirden gelen köyden gelenle karşılaştığında selâm verecektir. Bazıları da köylü şehirden ge-lene selâm verecektir dediler.» Tebyînu´l-Mahârîm adlı kitap dedi ki: «Nevevî demiştir: Bu edep bir yolda rastlaştıkları zaman böyledir. Bir kişi oturanın yanına varırsa, va-ran her halükârda selâm verecektir. İsterse büyük, isterse küçük, ister az ister çok olsun. Tabarânî´de de böyledir.» T. dedi ki: «Kaideler buna uygun düşmektedirler. Hangisi ecir yönün-den daha efdaldir, konusunda ihtilâf edilmiştir. Bazıları cevabı veren da-ha efdaldir, bazıları selâm veren daha efdaldir der. Muhit.» Eğer kişi bir tek mecliste ikinci kez selâm verirse ikinci selâmın ce-vabını vermek vacib değildir. Tatarhâniye. Tatarhâniye´de şu rivayet yer almaktadır: «Amr bin Şuayb´ten o da babasından, o da Resulullah´dan rivayet ediyor: «Bir meclise vardığınızda, kavme selâm veriniz. Meclis´ten dönüş yaptığınızda yine onlara selâm vererek ayrılınız. Şüphesiz ki dönüş anındaki selâm birinci selâmdan da-ha faziletlidir.» «Eve girerse kimseyi görmezse selâm bizim ve Allah´ın sâlih kulları-nın üzerine olsun der ilh...» sözüne gelince; böylece beraberindeki me-leklere ve hazır bulunan cinlerden olan salihlere ve başkalara selâm et-miş oluyor. Fakihler dediler ki: Biz neyle mükellef isek, cinler de onunla mükelleftir. Onların bu dediklerine göre; Selâmın cevabını vermek cin-lere vacibtir. Ancak bu vacibin mesuliyetinden selâm verene duyurmak suretiyle çıkabilirler. Fakat ben bunun hükmünü görmedim. Bazen denildi ki: Onlar insanların gözlerinden gizlenmekle emrolundular. Çünkü onlar ve insanlar arasında ünsiyet ve mücaneset yoktur. Onun zahiren reddi, ilân kabilindendir. Düşün. T. Ben derim ki: Biz «Esselamu aleynâ ve âlâ ibadillâhi´s-sâlihin» sigasının, dinleyene cevap vermenin vacib olduğu sigalardan olduğunu teslim etmiyoruz. Çünkü burada bir hitap yoktur. Aksi takdirde bunu dinleyen insanlara da cevabı vacib olur. Bunun ise sarih bir nakle ihtiyacı vardır. Zahir böyle bir nakil olmadığıdır. Binaenaleyh cinler üzerinde öncelikle vacip olamaz. Bu sîga sadece teşehhütte olduğu gibi. mücerret dua için-dir. Daha önce geçtiği gibi, bazı Ebû Yûsuf´un talebelerinin ihtiyar ettiği sigada olduğu gibi. Düşün. METİN Camide dilenen bir kimseye sadaka vermek mekruhtur. Ancak dile-nen insanların omuzlarından atlamıyorsa o vakit sadaka verilir. Muhtar ve seçilmiş kavle göre böyledir. Nitekim İhtiyar´da ve Mevâhiburrahmân metninde böyledir. Çünkü Hazreti Ali namazda iken yüzüğünü sadaka vermiş ve Cenab-ı Hâk onu bu sadakasından dolayı «Rükû halinde olduk-ları halde zekâtı verirler» mealindeki âyetle övmüştür. Allah katında isimlerin en sevimlisi Abdullah ve Abdurrahmân´dır. Ali, Reşid gibi müşterek isimlerin verilmesi de caizdir. Ancak bizim hak-kımızda, Allah´ın hakkında irade edilenden başkası irâde edilir. Fakat bizim zamanımızda onun gayrısıyla isim vermek daha evlâdır. Çünkü avam bazan çağırma anında onu tasgir (küçültme) ederler. Sirâciye´de hüküm böyle yer almıştır. Sirâciye´de: «İsmi Muhammed olanın Ebûlkâsım künyesiyle künyelenmesinde beis yoktur. Çünkü Resul-ü Ekrem´in «Benim ismimle isim veriniz, fakat benim künyemle künyelenmeyiniz» hadisi nesh edilmiştir. Çünkü Hazreti Ali oğlu Muhammed Hanefiyye´ye Ebû´l-Kâsım künyesini vermişti. Kişinin babasını hanımın da kocasını ismiyle çağırması mekruhtur. Yine Sirâciye´de geçtiğine göre: camide konuşmak mekruhtur. Cena-ze arkasında, tuvalette, cima halinde de konuşmak mekruhtur. Ebû Leys şunu da ekledi: Bostanda Kur´an okunurken de konuşmak mekruhtur. Mülteka´da el-Muhtâr´a tabi olarak şu da eklendi: Öğüt esnasında sesi yükseltmek böyledir. Peki «vecd» adını verdikleri şarkı söylemek hak-kında zannın ne olabilir Arapça´nın diğer dillerden üstünlüğü vardır. Arapça cennet ehlinin dilidir. Onu öğrenen veya başkasına öğreten ecir alır. Hadiste: «Arapları üç hasletten dolayı seviniz. Çünkü ben Arab´ım, Kur´ân Arapçadır. Cen-net ehlinin dili de cennette Arapçadır.» Aynı eserde şunlar da yer alır: Kabirleri sıvamak muhtar kavle gö-re mekruh değildir. Bazıları mekruhtur dedi. Pezdevî dedi ki: Eseri kayıp olmasın ve hafife alınmasın diye yazıya ihtiyacı var ise, üzerine yazı da yazılır. Musannif bunu akrabalar için vasiyet konusunun sonunda zik-retmiştir. Biz de bunu cenazeler bahsinde daha önce zikrettik. Bir öfkeden veya bir mali sıkıntıdan dolayı ölümü temenni etmek mekruhtur. Ancak bir masiyete girmek korkusundan olursa o vakit mek-ruh değildir. Yani dinî bir endişe dolayısıyla değil de dünyevî bir endişe dolayısıyla ölümü temenni etmek mekruhtur. Çünkü hadiste: «Yerin altı sizin için üstünden daha hayırlıdır» buyurulmuştur. Hülâsa. Çocuğa inci takmakta bir beis yoktur. Baliğin durumu da böyledir. Vehbâniye Şerhin´de Münye´ye nisbet edilerek böyle denildi: «Tarsûsî, yakut, zümrüt gibi diğer taşları da inciye kıyas etmiştir. Ancak İbni Vehbân bu hususta Tarsusîyle münazaa etmiştir. Yani bunların kıyas edile-bilmesi için açık bir nakle ihtiyaç vardır, demiş; Cevhere´de, incinin ha-remliği kesinlikle kaydedilmiştir.» Ben derim ki: Musannif Münye´deki hükmü, İ. Azam´ın sözüne, el-Cevhere´deki sözü de İmameyn´in sözüne hamlederek; «Fakihler imameynin kavlini tercih etmişlerdir.» dedi. Binâenaleyh Kâfî´de şu yer al-maktadır: «İmameyn´in sözü bizim memleketin örfüne daha yakındır, onunla fetva verilir.» Sonra musannif dedi ki: «Buna binaen mezhepte erkekler için inci ve benzerinin kullanılması mutemed´e göre haramdır. Çünkü bunlar kadınların süs eşyalarındandır.» Çocuğun velisinin çocuğa halhal veya bilezik giydirmesi mekruhtur. Kızın ve erkek çocuğun kulağını delmekte -istihsânen- herhangi bir beis yoktur. Mütelkâ. Ben derim ki: Acaba burna takılan hızma caiz midir O hükmü gör-medim. Altından veya gümüşten yapılan bir kaleme yazmak veya altın ve gümüş hokkadan mürekkep alıp yazmak erkek içinde (dişi için) de mek-ruhtur. Sirâciye´de böyledir, dedi. Bundan sonra şöyle dedi: Silahı altın veya gümüş suyu ile kaplamakta beis yoktur. Atın sırtına vurulan eyerleri, ağızlarına vurulan gemleri ve kuyruklarına geçirilen kolonyaları Ebû Hânife´ye göre altın ve gümüşle süslemekte bir beis yoktur. Ama Ebû Yûsuf´a göre caiz olmaz. Zeyd´in bir cariyesi vardır. Bekir: «Zeyd beni bunu satmakta vekil kıldı» dedi. Bekir´in doğru söylediği zannı galip ise Amr için bunu vekilden satın almak da bununla cinsî ilişki kurmak da helâldir. Nitekim bu hüküm daha önce geçti. Eğer zamanın çoğuna göre Bekir yalan söylüyor-sa kabul etmez ve ondan cariyeyi de satın almaz. Eğer «bu başkasının malıdır» diye ona söylemezse o zaman onu satınalmakta herhangi bir beis yoktur. Tıpkı zifaf odasına kadınlar tarafından «Senin hanımındır» diye sokulan kadın ile cinsî ilişki kurmasının helâl olması gibi. «Kocam beni boşadı iddetim de bitti» veya «ben falanın cariyesi idim, beni azad etti» diyen bir kadının nikâh edilmesi eğer onun doğru söyle-diğine kanaat getirirse helâldir. Meselenin tamamı Hâniye´dedir. Ben derim ki: Özü şudur: Kadın kendisine muhtemel bir emri söy-lediği zaman eğer kadına güvenir veya kalbine kadının doğru söylediği vaki olursa, onunla evlenmekte bir beis yoktur. Eğer kabul edilemeye-cek bir emir söylerse ondan bunun açıklamasını istemedikçe onunla evlenemez. İZAH «Ancak halkın omuzlarından atlamıyorsa ilh...» Yani namaz kılanla-rın önünden geçmiyorsa birşeyler verilmesi caizdir. İhtiyâr´da dedi ki: «Eğer namaz kılanların önünden geçiyorsa halkın omuzlarından atlıyorsa ona vermek mekruhtur. Çünkü ona vermek, hal-kın eziyeti hususunda ona yardım etmek demektir. Hatta denildi ki: Di-lenciye camide verilen böyle bir kuruşun yetmiş kuruş kefareti olamaz.» T. dedi ki: «Camide dilenciye vermenin kefareti, çoğu kez halkın omuzlarından atlayıp eziyet vermesinden dolayıdır. Eğer camide saflar arasında bir aralık var ise, dilenci de oradan gidiyorsa, halkın omuzlarından atlamıyorsa ona sadaka vermekte kerahet yoktur. Nitekim bu mef-humundan böyle anlaşılır.» «Hz. Ali namazda olduğu halde vermiştir ilh...» Yani namazda ca-mide idi. Evet bu kayıt takdir edilirse delil tamam olur. Veya en üstünü olan namazda vermek caiz olduktan sonra, mescitte vermenin caiz ol-ması daha evlâ olur. T. «İsimlerin en sevimlisi ilh...» sözüne gelince; Bu, Müslüm, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve başka muhaddislerin İbn Ömer´den merfû olarak rivayet ettikleri bir hadisin lafzıdır. Münâvî der ki: «Abdullah mutlak bir şekilde en efdal isimdir. Hatta Abdurrahman´dan da efdaldir. Bu iki isimden son-ra isimlerin en efdali Muhammed´dir sonra Ahmed´dir sonra İbrahim´dir. Yine Münâvî başka bir yerde dedi ki: «Abdurrahman ile Abdullah´a onlar gibi alan isimler de ilhak edilmiştir. Abdurrahim ve Abdülmelik gi-bi. Bu iki isimle isimlenmenin efdal olması, kullukla isimlenmeyi irâde etmekten dolayıdır. Çünkü Araplar daha önce kişiye Abdüşems (güne-şin kulu), Abdüddar (evin kulu) şeklinde isim verirlerdi. Binaenaleyh bu hadis, Muhammed ve Ahmed isimleri, Allah katında bütün isimlerden da-ha sevimlidir, hükmüne muhalif düşmez. Çünkü Cenab-ı Hâk, Peygambe-ri için ancak katında en sevimli olan ismi seçmiştir. Bu doğrunun ta ken-disidir. Onu mutlak manâya hamletmek caiz değildir.» Varit olmuştur ki: «Bir kişiye Cenâb-ı Hâk bir erkek çocuk verir o da ona Muhammed ismini verirse, o kişi de onun çocuğu da cennette olurlar.» İbn-i Asâkir Ümâme´den merfu olarak rivayet etmiştir. Suyûtî de-di ki: «Bu hadis bir konuda vârid olan en uygun hadistir. Onun isnadı da Hasendir.» Sehâvî dedi ki: «Onların: «İsimlerin en hayırlısı kendisinden kulluk manâsı veya hamd manâsı anlaşılan isimdir» sözüne gelince; bunu bil-miyorum.» «Ali ismini vermek caizdir ilh...» sözüne gelince: Tatarhâniye´de Sıraciyden nakledilerek yer alan hüküm şöyledir: «Allahın Kitabı´nda bulu-nan el-AIi, er-, el kebir, el-Bedi gibi isimleri çocuğa vermek caizdir. «Bu-nun benzeri Minahta yine Siraciyeden nakledilerek varit olmuştur. Bunun zahirinden: Elif Lam´lı dahi olursa isim olarak çocuğa verilmenin caiz ol-duğu anlaşılır. «Fakat bizimle Allah arasında müşterek olan isimlerle isim verdir-memek zamanımızda daha evlâdır ilh...» sözüne gelince; Ebu´l-Eys dedi ki: «Acemlerin, yani arap olmayanların Abdurrahman ve Abdurrahim is-mini vermesi hoşuma gitmiyor. Çünkü onlar bu isimlerin ne demek ol-duklarını bilmiyorlar. Ayrıca bunları küçülterek kullanıyorlar.» Tatarhâniye. Bu durum bizim zamanımızda çokça yaygındır. Çünkü Abdurrahim Abdulkerim veya Abdulaziz isimli insana çağırarak mesela Rahayyim, Kureyyim, Uzeyyiz derler. Abdulkadir isimli insanı da Kuveydir şeklinde çağırırlar. Bunu kasten yaparsa kâfir olur. Münye´de şu hüküm yer almaktadır: «Kim Esmayı Husnadan birisine izafe edilen Abdulaziz ve benzeri isimlerin sonuna tasgir (küçültme) eda-tını eklerse ve bunu kasten yaparsa, kâfir olur. Eğer ne dediğini bilmi-yorsa, kasti de yapmamış ise küfrüne hüküm edilmez. Kendisinden bu sözü dinleyenin ona bunu öğretmesi vacibtir.» Bazıları da ismi Abdurrahman olana Rahmün derler. Türkmenler gi-bi bazıları da Muhammed´e Hamdo, Hasan´a Haso derler. Dikkat et, aca-ba onlar için bu iki ismi terketmek evlâdır denilebilir mi «Ben im künyemle künyelendirmeyiniz ilh...» sözüne gelince çünkü yahudiler Resul-ü Ekrem döneminde «Ya Ebelkâsım» diye bağırıyorlar, Cenab-ı Peygamber de dönüp onlara baktıklarında «Biz seni kastetmedik» derlerdi. T. «Bu hadis nesn edilmiştir ilh...» sözüne gelince; umulur kî nehyin Peygamber´in vefatıyla daha önceki yasağın illeti ortadan kalkmış ola- bileceği dolayısıyladır. Bir Ek: Cenab-ı Hâkk´ın ibadet lafzıyla kendisine nisbet etmediği Peygamberi´nin zikretmediği, müslümantarın kullanmadığı bir ismi evlâ-dına vermek hususunda çok söz edilmiştir. En uygunu böyle bir ismi çocuğa vermemektir. Rivayet ediliyor ki: Herhangi birinizin bir çocuğu dünyaya gelir ve ölürse, ona isim vermezden önce onu defn etmesin. Eğer erkek ise ona erkek ismini verecektir. Eğer dişi ise kız ismi verilecektir. Eğer erkeklik ve kadınlık durumu bilinmiyorsa hem erkekler için hem kadınlar için kul-lanılabilen bir isim verecektir. Eğer kişi küçük oğiuha Ebû Bekir künye-sini verirse ve bunu da bozarsa, bazıları böyle yapması mekruhtur, de-diler. Fakat fakîhlerin çoğunluğu bunu mekruh görmezler. Çünkü halk bununla tefe´ülü kastetmektedirler. Tatarhâniye. Allah´ın Resûiü çirkin ismi güz-el isimle değiştirirdi. Meselâ bir kişi adı Esram Resulullah´a geldi onu Zur´a ismini verdi. Adı Mudtacı olan başka bir kişi geldi Cenab-ı Peygamber ona el-Münba´is ismini verdi. Ömer´in Âsiye adında bir kızı vardı. Cenab-ı Peygamber onun ismini Ce-mile ile değiştirdi. Erkek çocuğa Yasar, Rebâh, Necâh Eflah, Bereke gibi isimler veril-mez. Çünkü bir´insanın: «Senin yanında Bereke(t) mi » demesine karşı "Hayır» demen uygun bir söz değildir. Diğer isimler de böyledir. Çocu-ğuna Hakîm, Ebu´l-Hakem, Ebû İsa, Abdü Filân tarzında isimler de ver-memelidir. Tezkiye manâsını ifade eden er-Reşîd, el-Emin gibi bir isim de ver-memelidir. Fusûlü´l-Allâmî´de nedeni şöyle açıklanır: Çünkü el-Hakem Al-lah´ın isimlerindendir. Binaenaleyh (baba anlamına gelen «eb» kelimesi-ni bu isme veya İsa ismine izafe etmek uygun değildir. Ben derim ki: Musannifin filân´ın kulu» diye de verilmez sözünden Abdünnebi isminin verilemeyeceği anlaşılır. Münâvî, Demîrî´den şöyle dedi-ğini naklediyor: «Abdünnebî ismini vermek teşrif niyetiyle olursa caizdir. Ekseri ulemâ bu ismin verilmesinin memnu olduğu görüşündedirler. Çün-kü burada gerçekten Peygambere kulluk anlaşılabilmesinden korkulur. Ni-tekim Abdüdâr adını vermek de caiz değildir.» «Tezkiye-yi nefis için olan isimler de olmaz.» sözünden anlaşıldığına göre Muhiyiddin Şemseddin gibi içinde yalan olmakla beraber tezkiye olan isimlerin verilmesi mubahtır. Mâliki âlimlerden bazıları bu tür isim-lerin memnu olduğu hususunda eser telif etmiş Kurtubî, Esma-yı Hüsnâ Şerhi´nde bunu açıkça belirtmiş ve bazıları da bir şiir yazarak şöyle de-miştir: «Dini görürüm şu kişi onun Fahr´i olmuş (adı: Fahreddin olanı kastediyor) şu kişi ona yardımcı olmuş (Nasîruddin ve benzeri isimleri kastediyor.) Allah´dan utanıyor artık din; lakapların bu denli çoğalmasın-dan. Halbuki bu adları taşıyanlar münkerâtın yaylasında eşek gibi otlu-yorlar. Dini. onlarla aziz olmaktan tenzih ediyorum ve biliyorum ki, böyle isimlerin insanlara verilmesinde büyük günâh vardır.» İmâm Nevevî´den nakledildiğine göre; kendisine Muhyiddîn lâkabı-nı veren kişilerden pek hoşlanmaz ve şöyle dermiş: «Beni Muhyiddin diye* çağıran kişiyi helâl etmem.» Arif billâh şeyh Sinan da Tebyînu´l-Mehârim adlı kitabında buna mey-letmekte ve isimleri böyle olanların başına kıyameti koparmakta, «bu Kur´ân-ı Kerîm´de yasaklanan tezkiye´ye yani nefsi övmeye giriyor» demektedir. Müderrisler için Türkçe «Efendi, Sultanım» ve benzeri kelimeler gibi kullanılmakta olan sözler yalandan sayılır. Bunları söyledikten sonra şu-nu ekler: «Eğer denilirse ki bunlar mecazdırlar, özel isimler gibi olmuş-lardır. Böylece tezkiye yani övme manâsını ifade etmekten çıkmıştır.» Cevap olarak deriz ki: «Bu sözlerinizi görülmekte olan durum reddet-mektedir. Zira bu adamların birisini esas ismiyle çağırdığınız zaman öz isimleriyle seslenenlere kırılırlar. Anlaşılıyor ki tezkiye manâsı bu keli-melerde halen vardır. Sahabelerin büyükleri ve başkaları özel isimleriyle çağırılıyorlar ve çağıranlara kızdıkları da nakledilmemiştir. Eğer özel ismiyle çağırmakta, ilim tezimini, ilim ehlinin yüceltilmesini terketmek söz konusu olsaydı, sahabeler kendilerini özel isimleriyle çağıranları bu iş- ten men edeceklerdi.» Özetle. Konuyu bu şekilde uzun uzadıya açıklamış bulunuyor. Oraya müra-caat uygun olur. «Kişinin babasını, karının da kocasını ismiyle çağırması mekruhtur ilh...» Bunun yerine tazimi ifade eden bir lâfız kullanmalıdır. Mesela «Efendim» ve benzeri. Babanın evladı, üzerinde, kocanın da hanımı üzerin-de hakkı büyüktür. Bu, tezkiyeden de olamaz. Çünkü tezkiye, çağırılan-la ilgilidir. Yani çağrılan kişi tezkiyeyi ifade eden bir kelime ile kendisini isimlendiriyor. Buna karşılık çağrılandan istenilen ve derece bakımından üstün olan kişiye karşılık edebini takınmak söz konusudur, burada. «Mescitte konuşmak mekruhtur ilh...» sözüne gelince; Hadiste varit olmuştur ki: «Mescitteki söz, ateşin odunları yediği gibi insan oğlunun hasenelerini yer bitirir.» Zahiriye ve başka kitaplarda: «Bu mescitte ko-nuşmak maksadıyla oturduğu zamana mahsustur.» İtikâf babında bu ko-nu geçti. Bunlar mescitte konuşulan helâl şeyler konusunda olması ha-lindedir. Haram konusunda değil. Çünkü konuşulan konu haram ise, gü-nah bakımından daha dehşetli ve korkunçtur. «Cenazenin arkasından konuşmak da mekruhtur ilh...» Yani sesini yükselterek konuşursa. Onun hakkında konuşma da müsabaka konusun-dan biraz öncesinde geçti. «Helada konuşmak da mekruhtur ilh...» Çünkü helada konuşmak Cenab-ı Hâkk´ın öfkesini gerektirir. «Cima halinde de konuşmak mekruhtur ilh...» Çünkü cima gizli ol-ması gereken bir haldir. Resul-i Ekrem de cima halinde edebî emretmiş-tir. T. Şir´a´da nakledildi ki: «Cima halinde çok konuşmamak sünnetten-dir. Çünkü çocuğun dilsiz olması bu halde çok konuşmaktan ileri geli-yor.» «Öğüt verirken de konuşmak mekruhtur ilh...» Yani sesini yüksel-terek konuşmak mekruhtur. Tatarhâniye´de dedi ki: «Burada vaizin vaaz ederken sesini yükseltmesi kasdedilmemektedir. Ancak burada vaaz edi-lirken, zikredilirken bazılarının «la ilahe illallah» veya Resulullahın ismi geçtiğinde selâvatı sesli getirmek suretiyle seslerini yükseltmeleri kas-tedilmektedir.» «Ya vecd diye isimlendirdikleri tağannî anında seslerini yükseltme-leri nasıldır ilh...» Yani tağannî anında sesini yükseltmek kastediliyor. Bu konuların tümü üzerinde daha önceden durmuş bulunuyoruz. «Arapları üç şeyden dolayı seviniz ilh...» Hadis cemaat siygasıyla birçok nüshalarda böyle vârid olmuştur. Camiu´s-Sağir ile diğer hadis kitaplarında olana da uygundur. Fakat bazı nüshalarda «ben severim» veya «sen arabı sev» anlamında okunabilecek şekilde sonu «vav»sız vâ-rid olmuştur. Cerrahî dedi ki: «Bu hadisin senedinde zayıflık vardır. Arap-lar/ sevmeye dair birçok hadis vârid olmuştur. Onların tümünü bir araya getirirsek, hadis hasen olur. Hatta bir grup bu hususta başlı başına telif-ler yazmışlardır. Bunlardan birisi Hafız el-İrakî´dir. Diğeri de bizim dos-tumuz el-Kâmil es-Seyid Mustafa el-Bekrî´dir. Bu hususta yirmi defterlik bir eser telif etmiştir.» Bu hadisten maksat Arapları Arap olduklarından dolayı sevmeye teş-viktir. Bazan iman ve faziletten dolayı arapların fazla sevilmesi gerekir. Bazen onların küfür ve nifaklarından meydana gelen arizî ve buğuzu ge-rektiren durumları da vardır. Bunun tamamı Münâvî´nin Şerh´inde yazılmıştır. «Cennet ehlinin dili de arapçadır ilh...» ibaresine gelince; Câmiu´s-Sağir´de «dil» yerine «kelâm» gelmiştir. Yani cennet Ehlinin Kelâmı Arap-çadır. «Dünya korkusundan dolayı ölümü temenni etmek mekruhtur ilh...» sözüne gelince; Hülâsa´da ibare şöyledir: «Bir kişi maişetinin darlığın-dan ötürü veya düşmanının öfkesinden dolayı ölümü temenni ederse bu, temenni mekruhtur. Çünkü Resûl-i Ekrem: «Sakın herhangi biriniz ba-şına gelen bir zarardan ötürü ölümü temenni etmesin» buyurmuştur. Eğer zamanının bozulmasından, günahların çokça ortaya çıkmasından ve ken-disi de günaha girmekten korktuğundan ötürü temenni ederse sakıncası yoktur. Çünkü Resul-ü Ekrem´den buna benzer bir rivayet gelmiştir. Bu-yurdular: «Yer yüzünün içi size yer yüzünün üstünden daha hayırlıdır.» Ben derim ki: Birinci hadis, Sahih-i Müslim´dedir: «Sakın herhangi bi-riniz kendisinin basına gelen bir zarardan dolayı ölümü temenni etmesin. Eğer illâ ölümü temenni etmesi gerekiyorsa şöyle desin: «Ey Rabbim, ha-yat ´benim için hayırlı olduğu müddetçe beni diri bırak; fakat benim için vefat hayırlı olduğu zaman da canımı al!» «İbni Vehbân Tarsusî´nin bu görüşünü tartışmıştır ilh...» ibaresine gelince aynı şekilde şöyle der: «Çünkü deliller bu gibi şeyleri takmanın cevazı konusunda tearuz etmektedirler.» Yani çarpışmaktadırlar. Fakat İbn-i Şıhne bu görüşünü şöyle red etmiştir: «Bu safsata bir sözdür; bu-nun herhangi bir delilini bilmiyoruz. O taşları çocuğa takmanın yasak olması hususunda bir şey varit olmamıştır.» Ben derim ki: Bazen deniliyor ki: «Cenab-ı Hâkk´ın«Oradan giyindiği-niz süs eşyasını çıkarıyorsunuz» âyetinin tefsirinde, «inci ve mercanı çı-karıyorsunuz» denilmektedir. Buna göre bu âyet, bunları kullanmanın ca-iz olduğuna delildir. Sunarın kullanılmasının caiz olduğuna şu ayet de delâlet eder: «Size yer yüzünde olanın tamamını halketti.» Yasak meselesine gelince, Kadınlara benzetme noktasından ileri ge-liyor. Çünkü bu inciler, yakutlar, zümrütler kadınların süs eşyalarıdır. Ebû Dâvûd, Nesaî ve İbni Mace ve Hâkim´in rivayet ettiği ve Hâkim´in aynı zamanda: Bu Müslim´in şartı üzere sahihtir, dediği bir hadis var-dır: «Allah´ın Resulü kadının elbisesini giyen erkeğe, erkeğin elbisesini giyen kadına lanet okumuştur.» Lâkin inci de öncelikle bunun kapsamına girmiş oluyor. Çünkü ka-dınların inci ile süslenmesi diğer taşlardan daha fazladır. Binaenaleyh yani taşlar arasında fark görmek buna uygun düşmez. Düşün. «Cevhere´de incinin erkek çocuk için kullanılmasının haram olduğu-nu kesin olarak belirtilmiştir ilh...» Sirâc´da da hüküm böyledir. Çünkü inci kadınların süs eşyasındandır. «Minye´de yer alan hükmü musannif Ebû Hânife´nin kavline hamlet-miştir ilh...» Bunu Zeylâî´nin sözünden alarak giyim konusunda zikretti. «Sonra; Cevhere´deki hükmü de İmameynin kavline hamletmiştir ilh.». Yani inci gerdanlık giymek süs takınmak demektir. Metin sahipleri Ey-man (Yeminler) kitabı´nda bunu kabul etmişlerdir. Eğer «Bir daha hiç bir süs eşyasını giymeyeceğim» diye yemin eder sonra da inci takarsa, ken-disine keffaret düşer. Çünkü örfe göre bunlar süs kabul edilmektedir. «Buna göre mezhepte incinin ve benzerinin giyilmesi erkekler için haram olur. Çünkü kadınların takılarındandır ilh...» Fakat derim ki: Buna binaen haramlığa itibar etmek tartışılır. Çünkü İmameynin kavlini tercih etmek, süs olması hususundaki görüşlerini tercih etmek oluyor. Ancak yeminlere örfe itibar edilir. Örfün bunu süs eşyası saymasına gelince; kişinin herhangi bir süs eşyasını giymeyeceğini yemin etmesinde kefaret olduğunu ifade eder. Erkekler için bunun giyilmesi haramdır, anlamına gelmez. Zira her süs eşyası erkekler için haram değildir. Çünkü erkek-ler için mesela yüzük takmak helâldir. Dört parmak kadar altın tellerle örülmüş elbiseyi giymek, altınla süslenmiş kılıcı ve kemeri taşımak da helâldir. Evet, haram olmanın, illeti görülen: bunlar kadınların süsündendir, bu nedenle burada kadınlara benzeme vardır bundan dolayı da ha-ramdır kullanılmasın. Nitekim biz bunu daha önce söyledik. Düşün. «Velinin çocuğa halhal denilen baldır bileziğini, veya kol bileziğini takması mekruhtur ilh...» sözüne gelince; Yani erkek çocuğa bunları ta-karsa mekruhtur. Çünkü bunlar kadınların süsündendirler. T. «Kızın ve tıflın (erkek çocuğun) kulağını delmekte beis yoktur ilh...» ifadesine gelince, zahire bakılırsa «tıfıl» kelimesinden erkek çocuk kasdedilmektedir. Oysa çocukların kulağınnı delinmesi küpeyi takmak için-dir. Küpe de kadınların süslerindendir. Erkekler için helâl değildir. Bütün kitaplarda genel olarak yer alan hüküm ve bizim de daha önce Tatarhâniye´den naklettiğimiz hüküm şudur: «Küçük kızların kulağını delmekte bir beis yoktur» el-Hâvi el-Kudsî´de şu ek de vardır: «Erkek çocukların kulaklarını delmek caiz değildir.» Öyle ise musannifin ibaresindeki: «ve´ttıflî» ibaresinin önündeki «vav»ının düşürülmesi uygun olurdu. «Ben bunu görmedim ilh...» sözüne gelince; derim ki: «Eğer bu şey, bazı memleketlerde olduğu gibi kadınların süs için kullandıklarından ise küpe için kulağı delmek gibi oluyor. T. Şâfiîler bunun caiz olduğunu açıkça belirtmiştir. Medenî. «Erkekler ve kadınlar için altın ve gümüşten yapılmış kalemlerle yaz-mak mekruhtur ilh...» ibaresine gelince; biz Hâniye´den bundan daha ge-nel olan hükmü naklettik. O da şudur: «Süs dışında kalan altın ve gü-müş kaplardan yemek, içmek, yağlanmak ve akitler hususunda kadınlar-da erkekler gibidirler.» «Zeyd´in bir cariyesi vardır ilh...» Amr da bu cariyenin Zeyd´e ait ol-duğunu biliyorsa veya Bekir bunu Amr´a söylemişse Amr bu cariyeyi Bekir´den satın alabilir. «Eğer zannının çoğu Bekr´in doğru söylediği noktada ise ilh...» Bu tafsilât Hidâye ve başka kitaplardan da anlaşıldığına göre; eğer bu du-rumu güvenilir bir kimse kendisine haber verirse bahis konusudur. Yu-karıda kabul etmesi şu nedenden ileri geliyor: Çünkü muamelelerde ha-ber verenin önceden geçtiği gibi adaleti lazım değildir. Çünkü bu konu-da ihtiyaç olduğundan; zannın çoğu, yakînin yerine geçer. «Satan onu bu başkasının malıdır diye haber vermezse ilh...» Yani satın alan da bunu bilmese dahi. Hidâye´de dedi ki: «Eğer daha öncesinin olduğunu biliyorsa, onun ikinciye intikal etmesini bilinceye kadar satın alamaz.» Zeylâî´de: «onu ikincinin birinciye vekil olduğunu bilinceye ka-dar satın alamaz» eki vardır. «Ondan o malı almakda beis yoktur ilh...» Fâsık dahi olursa. Çünkü elde bulundurmak mülkün delilidir. Zahir yani belirgin delil olduktan son-ra, zannın çoğuna itibar edilmez. Ancak onun benzeri bir insan böyle bir şeyi mülk edinemez ise, o zaman bundan kaçınması, satın almaması müstahaptır. Bununla beraber eğer satın alırsa Şer´î delili kabul ettiğin-den dolayı alış verişi sıhhatlidir. Eğer satıcı köle ise onu sonradan satın alamaz. Çünkü kölenin mülkü yoktur. Eğer satıcı köle ise sormadan sa-tın almaz. Çünkü kölenin mülkü olamaz. «Efendim bu konuda bana izin vermiştir» dese ve güvenilir biri ise, sözü kabul edilir. Aksi takdirde zan-nın en çoğuna itibar edilir. Eğer bu hususta herhangi bir görüşe vara-mıyor ise, mani olduğundan dolayı onu satın alamaz. Mutlaka delil la-zımdır. Hidâye veya başkası. «Bunun tamamı Haniye´dedir ilh...» sözüne gelince; Hidâye´de de bu kitabını Alış-Veriş faslında öyle olduğu yazılmaktadır. «Eğer kendisine müstenker bir iş söylerse onu istifsar etmedikçe ka-bul etmez ilh...» Meselâ, bir kişi evlendikten sonra, kadın: «Benim nikâ-hım fasid idi» yahut «Benim kocam islâmdan başka bir din üzeredir.» dese onun sözünü kabul etmek imkânı da, onunla evlenmek imkânı da yoktur. Çünkü o müstenker bir işi haber vermiştir. Üç talâkla boşanmış bir ca-riye birinci kocasına: «Ben senin için helâl oldum (hülle yaptım)» dediği zaman, birinci kocasına onunla evlenmek «ne şekil bana helâl oldu » diye istifsar etmedikçe helâl olmaz. Çünkü sadece ikinci kocanın nika-hıyla kadın birinci kocasına helâl olur mu, hususunda âlimler ihtilâf et-mişlerdir. Çünkü bazıları: «ikinci kocanın sadece nikâh etmesiyle birinci kocasına helâl olur.» demişlerdir. Umulur ki kadın da bu görüşe istina-den bu sözü söylemiştir. Onun için kadından onun istifsarı lazımdır. Bu meselenin tamamı Fetih´tedir. METİN FER´İ KONULAR : «Şâfiînin kavline gelince» diye yazarsa, Ebû Hanife´nin cevabını da yazmalıdır. Müftü «Bu kişi yemini kabul edilir.» diye yazdığı zaman, «hüküm ba-kımından tasdik edilmez» diye de yazmalıdır. Ta ki kadı onun yeminini bozmuş olduğuyla hükmetsin. Kur´ân´ı, ezanı güzel bir sesle tercî etmek, güzeldir. Eğer orada faz-ladan harf eklemezse. Eğer fazladan harf eklerse, hem okuyana hem de dinleyene kerahet vardır. Kişinin Kur´ân okuyana: «Güzel yaptın» de-mesi, eğer onun sükutu için ise güzel bir sözdür. Eğer «O kıraati güzelleştirdin» anlamında olursa kişinin küfründen korkulur. Hakkın zaferi için ilmi münazara etmek, ibâdettir. Fakat şu gelecek üç hasletten birisi için münazara etmek haramdır. 1 - Bir müslüman mağlup etmek, 2 - İlmini ortaya koymak, 3 - Dünya veya mal veya halkın katında makbul olmak için... Vaaz ve öğüt vermek için minberler üzerinde hatırlatmak yani öğüt vermek, nebiler ve mürsellerin Sünneti Seniyesidir. Riyaset için mal ve kabul için genel bir kabul için yapıyorsa yahudi ve hıristiyanların sapıklığındandır. Kur´ân´ı bilinen bir okuyuşla ve şaz okuyuşla bir defada okumak el-Havî el-Kudsî´de yer aldığına göre mekruhtur. Erkekler için saclarını ve sakallarını harpte değilse dahi kınalamak en sıhhatli görüşe göre müstahaptır. Fakat en sıhhatli görüş, Allah´ın Resulünün böyle birşey yapmadığı olur... Siyah ile boyamak mekruhtur. Bazıları da mekruh değildir dediler. Mecmau´l-Fetâvâ. Bütün bunlar Mu-sannifin Minâh´ından nakledilmiştir. Kendisinden yararlanmayan kitaplardan Allah´ın, meleklerin ve pey-gamberlerin ismi silinir gerisi yakılır. Akan bir suya olduğu gibi atılma-sında da beis yoktur. Veya defnedilir. Peygamberlerin cesetlerinin def-nedilmesinde olduğu gibi bu daha güzeldir. Mekruh olan kasasa gelince: kişinin kavme belirli ve bilinen asılları olmayan şeyleri söylemesi veyahut kendisinden hiçbir nasihat alınma-yan şeylerle halka vaaz etmesidir. Veya aslında eksiklik veya fazlalık yapmasıdır. Fakat latif ve ince ibarelerin süslenmesi için şerhin fayda-ları için fazlalıklar eksiklikler yaparsa bu güzeldir. Efdal olan, naibe (zaruret için toplanan vergi) hususunda mahalle-sinin sakinlerine ortak olmasıdır. Fakat bizim zamanımızda bu naibenin çoğu zulümdür. Binaenaleyh onu nefsinden uzaklaştırma imkânına sahip olan bir kimse, böyle yaparsa güzellik yapmış olur. Eğer verirse o vakit istemeyerek acizliğinden vermiş olsun. Hak sahibinin hakkının cinsinden başka malı almak yetkisi yoktur. Fakat İmam Şafiî haksızın malından hakkı kadar -ister cinsinden olsun ister olmasın- almayı caiz görmüştür. İmam Şafiî´nin bu görüşü daha geniştir. Bir öğretmen talebelerinden sergilerin parasını istese o parayı toplasa; bir kısmıyla sergi alıp bir kısmını da kendisine bıraksa; tasarrufta yetkisi vardır. Çünkü o paralar çocukların babalarından ona temlik edil-miştir. İZAH «Şâfiînin kavline gelince diye yazarsa ilh...» sözüne gelince; burada sözle sormak yazı gibidir. Diğer mezhep sahipleri de İmam Şafiî gibidir. «Ebû Hanîfe´nin cevabını yazması gerekir ilh...» Bu, fakihlerin: «Ki-şi mezhebinin doğru olduğunu, hatâ ihtimalinin bulunduğunu; başkasının mezhebinin ise hata olup doğru ihtimalinin bulunduğu» şeklinde inan-masından ileri geliyor. Bu hüküm: «Daha üstün varsa onun altındaki bir insanı taklit etmek caiz değildir.» kaidesine dayanır. Fakat hakikat şudur ki; böyle birşey caizdir. Bu inanç müctehit hakkındadır. (Yani müctehid kendisinin doğruyu bulduğunu, hata ihtimali • bulunduğuna, başka müctehidin hatalı olduğunu doğruyu bulmuş olmak ihtimalinin bu-lunduğuna, inanmalıdır). Tâbi mukallid için bu inanç gerekmez. Çünkü mukallid, feri meselelerde müctehidlerden herhangi birisini taklid etmek-le kurtulur. Mukallidin üzerinde tercih vacib değildir. Bunun benzeri, üstad Abdulgani en-Nablûsî´nin: Hülasâtu´l-Tahkîk fî Beyânı Hukmi´t-Taklîd adlı eserinde yer almaktadır. Müftü: «Bu kişi diniyle yemine verdirir dediği zaman» yani bunu ya-zarsa; meselâ, kendisinden yemin edip istisna yapan ve yeminini hiç kim-seye duyurmayan bir kişinin hali sorulursa, cevap olarak: Bu kişi kendi-siyle Rabbı arasında keffarete çarpılmaz.» diyecektir. Bu cevabın arkasın-da «Fakat, hüküm yönünden doğrulanmaz» diye yazılmalıdır. Çünkü ka-dıların çoğu bizim zamanımızda cahildirler. Çoğu kez hakim, «bu adam madem din yönünden tasdik edilmiştir; hüküm yönünden de tasdik edilir.» diye zannedecektir. «Kur´ân ve ezanı güzel sesle tercî etmek güzeldir ilh...» sözüne ge-lince; en uygunu tağannî sözünü kullanması idi. Çünkü «tercî» lügatta «tekrarlamak» demektir. Muğrib´de müellif dedi ki: «Ezandaki tercî de bundandır. Çünkü müezzin evvelâ şehadet kelimelerinin ikisini sesini al-çaltarak getirir. Sonra onları sesini yükselterek tekrarlar. Zahîre´de şu ifadeler vardır: «Eğer lahinler kelimeyi bozmuyorsa, tagannî yapılan harfleri meydana getiren uzatmaları, bir harf iki harf ola-cak hale getirmiyorsa; yalnızca sesin güzelleştirilmesi için yapılıyorsa ve kıraatin güzelleştirilmesi hedef edinilmiş ise; o zaman namazın fasid ol-ması gerekmez. Bu biz Hanefîler katında namazda da namazın haricin-de de müstahabtır. Eğer kelimeyi bozuyorsa, no azı ifsad eder; çünkü bu, yasaktır. Med´in ancak, med, havaî ve illetli < harflerde yapılması ca-izdir.» Kıraati ses ile güzelleştirmek hususunda birçok hadisler vârid olmuş-tur. O hadislerden birisi Hâkim ve başka muhaddislerin Câbir´den şu la-fızla rivayet ettikleri hadistir: «Kur´an-ı seslerinizle güzelleşiriniz. Çünkü güzel ses, Kur´â´nın güzelliğini arttırır.» «Eğer harf ilâve ederse ilh...» Yani eğer kelimenin manâsını değiş-tirecek tarzda ise mekruhtur, yani haramdır. «Ve böyle bir kimsenin hakkında küfürden korkulur ilh...» Çünkü böyle bir kimse haram olduğu üzerinde icmâ olunan bir haramı hasen kılmıştır. T. Umulur ki, bu kişi yüzde yüz kat´î şekilde kâfir olmaz. Çünkü onun bunu tahsîn etmesi Kur´ân´ın anlamını değiştirmekten dolayı değil, belki nağme ile okuyup bir çeşit neşe verdiğinden dolayıdır. Düşün. Bi-zim zamanımızda halk için haram tağannîde bulunan kişilere: «Allah mü-barek kılsın, Allah nefeslerini güzelleştirsin» demek de buna yakındır. Eğer tağannisinden dolayı ise, bu dinlemekle beraber ayrı bir masiyettir. İşte bu durumda küfre düşmekten korkulur. Bu noktaya dikkat kesilme-lidir. «Dünya veya mal veya insanların yanında kabul için yaparsa yahu-di ve hıristiyanların delâletinden olur ilh...» Havî el-Kudsî´nin ibaresi şöy-ledir: «Mal veya mal benzeri veya kabul benzeri bir iş için yaparsa» Minâh´da da ibare böyledir. «Şart kıraat ilh...» on kıraatin dışında kalan kıraattir. T. «Bir defa da okursa ilh...» Sadece şaz kıraat ile yetinmesinde ke-rahet vardır, demesi evlâ olurdu. Bunun namazda kâfi gelmeyeceğini ve namazı ifşa de de etmeyeceğini daha önce belirtmiş idik. T. «el-Hâvî el-Kudsî´de böyledir ilh...» ibaresi; yani «Kur´ân-ı tercih´le okumak» meselesinden buraya kadar geçen bütün ifadeler; Hâvî el-Kudsî´de vardır. «Saçlarını ve sakalını kınalaması müstahabtır ilh...» sözüne gelin-ce; erkeklerin ellerine, ayaklarına kına yakması mekruhtur. Çünkü kendisini kadınlara benzetmiş oluyor. «En sıhhatli görüş, odur ki Resul-ü Ekrem bu işi yapmamıştır ilh...» Çünkü Cenâb-ı Peygamber´in kınaya ihtiyacı olmamıştır. Zira vefat etti-ği zaman saçında ve sakalında yirmi taneden az beyaz kıl vardı. Hatta Buhari ve başka hadis kitaplarında olduğu gibi onyedi tüy vardı. Ebû Bekir Sıddık´ın hem kınayı hem de ketem denilen kınamsı maddeyi kul-landığı varid olmuştur. Medenî. «Siyah boya ile mekruhtur ilh...» Yani harpten başka anlarda. Zahî-re´de müellif dedi ki:«Taki düşmanın gözünde dona korkulu ve heybetli olsun diye harb için siyaha boyanmak ittifakla övülmüş bir harekettir. Eğer kadınlar için süslü görünmek için ise mekruhtur. Meşayih umumî olarak kanaattedirler. Bazıları da «Kerâhetsiz olarak caizdir» demişler-dir. Ebû Yûsuf´un şöyle söylediği rivayet ediliyor: «Nasıl kadının süslen-mesi hoşuma gidiyorsa, onun için benim de süslenmem onun hoşuna gi-der.» «Kendileriyle faydalanılmayan kitaplardan Allah, melekler ve pey-gamberler ismi silinir, yakılır ilh...» sözüne gelince bu meseleler buradan şiirlerin geleceği noktaya kadar hepsi el-Müctebâ´dan alınmıştır. Nitekim ileride Müctebâ´ya nisbet edilecektir. «Peygamberde olduğu gibi ilh...» İbaresine gelince; Nüshaların çoğun-da böyledir. Fakat bazılarında el-Eşbâh´da olduğu gibidir. Ancak Müctebâ´nın ibaresi «Defnetmek, Peygamberler ve veliler öldükleri zaman olduğu gibi, burada da daha güzeldir. Bütün kitaplar çürüdüklerinde ken-dilerinden artık yararlanılamaz hale geldiklerinde de hüküm böyledir.» Yani onları defnetmek kitapların tazmini helâldar etmek değildir. Çünkü insanların en üstünleri olan Peygamberler defnedilirler. Zahîre´de şu hüküm yer almaktadır: «Mushaf, yırtılır ve artık okun-ması mümkün olmayacak hale gelirse, ateşle yakılmaz. İmam Muhammed buna işaret etti ve biz bu hükmü alıyoruz. Ama onu defnetmek mekruh değildir. Uygunu onu tâhir bir parça beze sarmaktır. Ona laht de yapı-lır. Çünkü eğer yer ortadan yarılarak koyulursa, o vakit toprak üzerine yıkılır. Onun üzerine toprak atmak ise bir nevi hakarettir. Ancak üzerine bir tavan gibi bir şey yaparsa, hakaret söz konusu olmaz. Dilerse onu bir abdestsizin eli, toz ve herhangi pislik varamayacaktır. Bunu temiz bir yere koyar. Allah´ın Kelâmını tazim etmek için yapmalıdır.» «Mekruh olan kasas da belli aslı olmayan şeyleri halka söylemek ilh...» sözlerine gelince; asi kendiliğinden sabit olmayan bir şeyi artır-mak veya eksiltmek. Kelâmın aslını bazı şeyleri kendiliğinden artırıyor ki, bunlar sabit değildir veya menkul ve sabit olan bir şeyin anlamını değiştiriyorsa; demektir. «Nâibe´yi defetmek imkânı var ise güzel olur ilh...» sözüne gelince; bu sözü mutlak şekilde nakletti ve böylece naibesini başkasının boy-nuna atacak ise; atacağı şekli de kapsamış olur. Oysa Kınye´de şu hü-küm yer almaktadır: «Bir cemaatin üzerine haksız bir vergi bir (cibâye) konulsa bazıları hissesini diğerlerine yükletmemek şartıyla onu nefsin-den def etmeye kadirse, defetsin. Eğer hissesini diğerlerinin boynuna at-mak suretiyle kendini kurtarıyorsa evlâ olan onu nefsinden atmamasıdır.» Müellif Allah rahmet eylesin dedi ki: «Burada bir işkâl vardır. Çünkü bu kişinin bu vergiyi vermesi zâlimi zulmünde desteklemektir. Sonra Serâh-sî zikrediyor ki: «Cerîr ile oğlu halkla beraber vergiyi vermeye iştirak etmişlerdir. Bunu kendi nefsinden uzaklaştırdıktan´sonra yapmıştır Son-ra şöyle dedi: «İşte bu, o zamanda idi. Çünkü o zamanın vegisi, taate bir yardım idi. Bizim zamanımızdaki vergilerin çoğu zulüm tarikiyle olur. Binaenaleyh onu nefsinden def etme imkânına sahip olan herkes için bu defetmesi daha hayırlıdır.» «İmam Şafiî caizdir ilh...» sözüne gelince; Hacr Kitabı´nda daha ön-ce söyledik ki: «Bunu almamak onların zamanına mahsus bir şey idi. Bugün ise fetva almanın caiz olması şeklindedir.» «İmam Şafiî´nin görüşü daha geniştir ilh...» sözüne gelince; çünkü bu kişinin hakkını almasının tek yolu olmuştur. Böylece kişinin hakkı, su-retten gasıpta itlafta olduğu gibi malî olmak durumuna geçmiş oluyor. Müçtebâ. Müctebâ´da şu hüküm de yer almakta: «Kişi borçlusuna ait dinar-ları bulsa ve kendisinin alacağı ise dirhemler olsa, o altınları alabilir. Çünkü semeniyette (yani para birimi olmakta) cinsleri birdir.» «Çünkü çocukların babaları o parayı öğretmene temlik etmişlerdir ilh...» Bunun böyle olmasının delili de şudur: Onlar parasının satın alı-nan maldan geri kalanını kendilerine geri vereceğini düşünmezler ve bu-nunla beraber çoğu kez bilirler ki aldığı para fazla gelecektir. Hülâsa adet muhakkemdir. Anla. METİN Cariyesinin gözü önünde nikâhlı hanımıyla ilişki kurmasında beis yoktur. Fakat bunun aksi olmaz. Kıymetsiz bir eşyayı yerde bulsa onunla yararlanmakta bir beis yok-tur. Eğer eşya kıymetli ise. bulan da zengin ise onu sadaka verecektir. İçinde mushaf olan bir evde cinsî ilişki kurmakta bir beis yoktur. Çünkü bu genel bir durum olmuştur. Müslüman bir kadın eyer üzerine binmez. Çünkü bu hususta hadis vardır. Bunu oyalanmak için yaparsa bu böyledir. Eğer harb, hac, dinî veya dünyevî bir maksatla binmek mecburiyetinde ise binmesinde herhangi bir beis yoktur. Kur´ân tagannî ile okusa fakat elhanıyla Arapça ilminde sahih olan ölçülerin çıkmasa güzeldir. Fecrin doğuşundan güneşin doğuşuna kadar Allah´ı zikretmek, Kur´ân okumaktan evlâdır. Güneş doğduğu veya battığı zaman Kur´ân okumak müstahabtır. Namazın akabinde imâmın Âyete´l-Kürsî´yi ve el-Bakara Sûresi´nin sonu olan ayetleri okumasında bir beis yoktur; fakat bunu sessiz oku-ması daha üstündür. Namazdan sonra sesli olarak mühim şeyler için Fatiha okumak bi-dattir. Üstadımız dedi ki: Lâkin Fatiha okumak âdet ve konu ile ilgili eserler dolayısıyla müstahsendir. Rüşvet malı almakla, kişinin mülküne geçmez. Dilinden yana korktuğu takdirde rüşvet vermesinde bir beis yoktur. Çünkü Allah´ın Resulü şairlere dilinden korktuğu kimselere mal veriyor-du. Müellefe-i Kulub´a zekâtlardan pay verilmesi bunun ve benzerlerinin delili olarak yeter. Bir mahallenin halkı o mahallenin imamına mal toplarlarsa güzel-dir. Tuz, mera, su ve madenler gibi her mubah şey için para almak ha-ramdandır. Gazi bir kimsenin gaza için, şair bir kimsenin şiiri için, meseleci bir kimsenin hikayecilerin para alması da böyledir. Çünkü Cenâb-ı Hâk: «İn-sanlardan bazıları vardır ki oyalayıcı sözü satın alırlar ve satarlar.» diye buyurmaktadır. Melâhî sahipleri, kumandan, kâhin, kumarcı, dövme yapan kadının -ki bunun dallan daha fazladır- aldıkları da böyledir. Kişiye «ey habîs» veya benzeri bir söz denilirse; kişi için aynı keli-meyle ve haddi gerektirmeyen bütün küfürlere cevap vermek caizdir. Fakat bununla beraber cevabı vermezse daha efsaldir. Nafile oruç tutan bir kişinin, «sen oruçlu musun » diye sorulduğun-da «bir bakayım» demesi mekruhtur. Çünkü bu nifak veya ahmaklıktır. İZAH «Nikâhlı karısıyla cariyesinin gözü önünde ilişki kurabilir ilh...» sö-züne gelince: Müctebâ sahibi bunu Meşâyihten birisinden nakletmiştir. Hindiye´de yapılan nakle göre böyle bir cinsi ilişki İmam Muhammed´e göre mekruhtur. «Eğer zenginse yerde bulduğu kıymetli şeyi sadaka verir ilh...» Ya-ni bunu eğer tarife gerek ver ise, tarif ettikten sonra sadaka verir. «İçinde mushaf bulunan bir evde cinsi ilişki kurmakta bir beis yok-tur ilh...» Kınye´de: «Eğer Kur´ân örtülü ise» kaydı vardır. Eğer Kınye´de-ki bu kayıt «evleviyet durumu gösterir dersek» o vakit iki söz arasındaki terslik kalkar. T. «Bir müslüman kadın eğere binmemelidir. Çünkü hadis vardır ilh...» sözüne gelince. O hadis şudur: «Cenab-ı Hâk eğerler üzerindeki ferçlere lanet etmiştir.» Zahire. Fakat el-Medenî, Ebû (:::)´den «Bu hadisin aslı olmadığını» nak-letmiştir. Bu lafızda varid olmamıştır demek istiyor. Aksi takdirde hadi-sin manâsı sabittir. Zira Buhârî´de ve başka kitaplarda şu vardır: «Allah1 in Resulü kendilerini kadınlara benzeten erkeklere ve kendini erkeklere benzeten kadınlara lanet etmiştir» diye vârid olmuştur. Taberânî´nin ri-vayet ettiği hadisle şöyle denilmektedir: «Bir kadın boynuna yay astığı halde Resulullah´ın yanından geçti. Manzarayı gören Peygamber buyurdular: «Allah kadınlardan kendisini erkeklere, erkeklerden de kendisini kadınlara benzetene lanet etmiştir.» «Eğer harb ihtiyacı için binerse beis yoktur ilh...» sözüne gelince: Böyle binen bir kadında başka bir şart aranır: Tesettüre uyacaktır, zev-ci veya mahremiyle beraber olacaktır. «Veya bir dinî maksat için binebilir ilh...» ibaresinden maksat: yani sıla-ı rahîm yapmak için bir sefere çıkmak gibi. T. «Kur´ân ile tagannî edip ilh...» Bu hüküm daha önce geçen hükümün tekrarıdır. «Doğarken ve batarken Kur´ân okumak müstahabtır ilh...» sözüne gelince; Müctebâ´da da birinci mesele böyle zikredildi. Sonra bunu ba-zı meşayihlere namzederek zikretti. Zâhîri´ye göre bunların ikisi de fark-lı iki görüştür. Zira birincisi kıraatin değil zikrin müstahab olmasını ifa-de eder. Bu da namaz Kitabında geçendir. Kınye´de sadece: «Resul-ü Ekrem´e selâvat getirmek, dua etmek, teşbih okumak namazın kendile-rinde yasak kılınan vakitlerde Kur´ân okumaktan daha üstündür» hükmü nakledilmiştir. «İmam için namazdan sonra Ayete´l-Kürsî ve el-Bakara´nın sonun-daki âyetleri okumakta beis yoktur.» sözüne gelince; bu meselede muktediler de imam gibidir. «Namazdan sonra ilh...» maksat sabah namazından sonradır. Kın-ye´de dedi ki: «Bir imam her sabah cemaatiyle beraber Ayete´l-Kürsryi el-Bakara Sûresi´nin sonunu, Şehidallahu ve benzerini açıkça okumayı adet edinmişse; okuyuşunda herhangi bir beis yoktur. Fakat gizlice oku-ması daha üstündür.» Namaz bahsinde şu geçti: Ayete´l-Kürsî´yi, muavvîzeteyni (kul euzu birabbil felâk, Kuleuzu birabbin nas) okumak teşbihleri okumak müsta-habtır. «Sünnetin ise ilh...» (Allahümme entesselâm müntesselâm» diyecek kadardan fazla sünnet tehiri mekruhtur. «Bizim hocamız: Âdet ve eserler dolayısıyla Fâtiha´yı okumak müstahsandır dedi ilh» sözüne gelince; Hocası Müctebâ sahibinin şeyhi el-Bedî´dir. İmam Celâleddin: «Eğer namazdan sonra sünnet var ise, Fatiha´nın okunması mekruhtur. Aksi takdirde mekruh değildir.» T. Hindiye´den. «Rüşvet kabzetmekle mülk olamaz ilh...» Rüşveti veren parasını tek-rar alabilir. Müctebâ´da bu hükümden sonra şu zikredildi: «Eğer rüşveti müşteşi (rüşvet alan) istemeksizin verirse; hakim hükmü onu geri alamaz şeklindedir. Rüşvet alana rüşveti geri vermek vacibtir. Âlim bir kişiye şefaat etsin veya zulmü def etsin diye kendisine hediye verildiği tak-dirde, o hediye de rüşvettir.» Bunu söyledikten sonra şöyle dedi: «Alim bir kişi için sultanın yanında şefaatte bulundu ve onun işini tamamladı ve bundan sonra hediyesini kabul etmesinde beis yoktur. Bundan önce ise eğer kendisi istemişse haramdır. Eğer kendi isteği olmaksızın adam kendisine vermiş ise ihtilaflıdır. Bizim meşayihimiz kendiliğinden adam kendisine hediyeyi vermiş ise beis yoktur derler. Talebelerden hediye kabul etmekte meşayihin ihtilâfı vardır.» T. «Dini için korkarsa rüşvet verebilir ilh...» ifadesine gelince; Mücte-bâ´nın ibaresi şöyledir: «Kimden korkarsa ona verebilir.» Müctebâ´da şu hüküm de yer alır: «Zulmü nefsinden malından defetmek, bir hakkını tah-sil etmek için zalim bir sultana malı vermek de caizdir. Rüşvet değildir.. Yani verenin hakkında rüşvet değildir, alanın hakkında yine de rüşvet-; tir.» Müctebâ. «Resulullah sairlere veriyordu ilh...» Hattâbî, el-Ğârîb´de İkrime´den mürsel olarak ifâde ediyor: «Bir şair Allah´ın Resulüne geldi. Cenab-ı Peygamber: Ey Bilâl onun dilini kes; dedi. Bilâl ona kırk dirhem verdi.» «Mahalle halkı imam için toplansa ilh...» sözüne gelince, yani yiye-cek maddeleri veya para türünden birşeyler toplarsa güzeldir. T. «Güzeldir ilh...» Eğer bunu işlerlerse güzel bir iş işlemiş olurlar. Buna Hülâsa´da da geçtiği gibi ücret denilmez. Zahire göre bu hüküm, mutakaddimlerin taraflarındandır. Çünkü mütekaddimler İmamet ve baş-ka taatlar için ücret almayı men etmişlerdir. Böylelikle bunun ccıkca ifade edilmesinin sonuç ortaya çıksın. Aksi takdirde ihsana ihsanla kar-şılık vermek herkes için istenen bir şeydir. Düşün. «Her mubaha karşı alınan da suht´tur ilh...» yani haramdan ve ha-bis kazançlardandır demek oluyor. Kayınpederin, kızı dolayısıyla -rızasıyla dahi olsa- damattan aldığı başlık da suht´tandır, yani haramdır. Hatta kayınpederin isteği üzerine başlık verilmiş ise, damad o başlığı kayınpederden geri alabilir Müctebâ. «Gazinin gaza karşılığında aldığı da ilh...» Yani belde halkından cebren aldığı da gaziye haramdır. Fakat veren için haram değildir. T. «Şairin şiir için aldığı da ilh...» Haramdır. Çünkü ona verilen, adeten daha öncede geçtiği gibi, dilini kesmek için verilir. Eğer şair şerrinden emin olunan bir kimse ise. zahire göre ona verilen onun için helâldir. Çün-kü Cenâb-ı Peygamber Bürde´sini kendisini meşhur kasidesiyle överken Kâ´be´ vermiştir. Düşün. «Maskaralık için, hikâyecilik için de ilh...» alınan haramdır. Müctebâ´nın ibaresi şöyledir: «Halkı güldürene verilen ve halkla alay eden ve-ya halka Resulullâh´ın harblerini, ashabının harblerini anlatan, hele Rüstem İsfandiyar ve benzerleri gibi acemlerin hikâyelerini anlatanın aldık-ları da haramdır.» (Âyette geçen) « Leh ve´l-Hadîs» (oyalayıcı söz) ilh...» ibaresinden maksat, insanı mühim .meseleden meşgul edip alıkoyan şeylerdir. Aslı astarı olmayan sözler itibar edilmeyen hurafeler, güldürücü şeyler ve fuzulî konuşmalar gibi, Âyetteki «lehve´l-hadîs» Nadr b. el-Hars b. Kelde hakkında nazil oldu. Nadr ticaret maksadıyla Hîre´ye gider, orada Acem-lerin ´haberlerini satın alır ve gelip o haberleri kureyşiilere aktarırdı. Ve diyordu ki «Muhammed, Ad ve Semûd´un haberlerini size anlatıyor Ben de Rüstem´in, Kisrâların haberlerini size söylüyorum.» Kureyşliler onun konuşmasından memnun kalırlar, daha güzel gö-rürler ve Kur´ân-ı dinlemeyi terkederlerdi. Cenab-ı Hâk onun hakkında bu âyeti nazil etti. T. Metinde geçmekte olan «el-Meâzif» oyalayıcı şeyler demektir. «Kâhin»den maksat burada müneccimdir. Aksi takdirde Muğrib´te yer alan şudur: «Dilciler dediler ki: Kehânet araplarda Peygamberlikten önce va-rolan bir şeydi.» Rivayet ediliyor ki: «Şeytanlar melekleri dinlemek üzere göklere baş vururlardı. Oradan aldıklarını getirip kahinlere aktarırlardı. Kâhinler is-tediklerini ona ekleyerek söylerlerdi. Kâfirler de bu sözleri kabul edeler-di. Cenab-ı Peygamber, Peygamber olarak gönderildikten sonra gökler korundu ve kehânet de bâtıl oldu.» «Onun dalları pek çoktur ilh...» ibaresine gelince, o dallardan birisi de Müctebâ´da olduğu gibi; «muganniye kadının tagannisine karşılık, matemci kadının matemine karşılık, dişleri güzellik maksadıyla törpüle-yenin bu işine karşılık, nikâh için çöpçatanlık yapan kadının çöpçatan-lığına karşılık birbirlerine kişilerin arasını bulanın bu işine karşılık aldık-ları ve içkinin ve sarhoşluğun parası, tekeyi keçilere salıvermesinin pa-rası, meyte her hayvanın derilerinin parası, tabaklanmadan önce her yır-tıcı hayvan derisinin parası zina eden kadının ücreti, eğer şart koşmuş ise kan aldıranın ücreti haramdır.» Fakat Mevahib isimli eserde şu ifade yer alır: «Ağıtçılara şart edi-len malı almak haramdır. Fakat şart edilmeyen malı almak haram değil-dir.» Davulcunun, zurnacının da durumu böyledir. Nitekim biz bunu daha önce Hindiye´den naklederek söyledik. «Haddi gerektirecek küfürleri müstesna, küfredene aynı küfürlerle cevap vermesi caizdir ilh...» Çünkü Cenâb-ı Hâk: «Zulme uğradıktan sonra intikam alanlar aleyhine herhangi bir yol yoktur.» buyurmuştur. «Onu terketmekse daha efdaldir ilh...» sözüne gelince: Cenab-ı Hak: «Kim affeder ve ıslâh ederse onun ecri Allah´ın üzerinedir» buyurmuş-tur. «Nafile oruç tutan bir kişiye «Oruçlu musun » diye sorulduğunda «Bakayım» demesi mekruhtur. Çünkü bu söz ya nifak veya ahmahlıktır» sözüne gelince; yani münafıkların amelindendir. Çünkü adam amelini gizlediğini izar etmek için bu sözü söylüyor. T. «Veya ahmaklıktan ilh...» Yani cehaletten bu sözü söylüyor. Eğer oruçlu ise en uygunu onun «Ben oruçluyum» demektir. Çünkü oruca ri-ya girmez. Bu aşağıdaki Hadis-i Kudsî´nin hamledildiği manâlardan bi-risidir: «Oruç benim içindir. Onun mükâfatını ben veririm». T. METİN Kişinin çocukları ve az bir malı varsa nafile vasiyet etmeyecektir. Kim riya için namaz kılar ve sadaka verirse, o namazdan dolayınca ceza görür, ne sevap alır. Bazıları bunun farzlar hakkında böyle olduğu-nu söyler. Fakat ez-Zâhidî, bu durum «nafileleri de kapsamaktadır» dedi. Çünkü fukahâ: Riya farzlara girmez demişlerdir. Erkeğin kadınlar gibi ip eğirmesi mekruhtur. Kadına erkeğin artığı, erkeğe de kadının artığı mekruhtur. Namazı terkettiğinden ötürü -en zahir kavle göre- hatununu döve-bilir. Kişiye tacir olan hanımını boşamak vâcib değildir. İZAH Nuru´l-Ayn adlı kitap, Mecmau´l-Fetâvâ adlı kitaptan naklederek dedi ki: «Eğer varisler küçük ise, vasiyeti terk etmek, vasiyet etmekten efdaldir. Varisler baliğ ve fakir iseler, mirasın üçte ikisi de onları ihtiyaçtan kurtarmıyorsa yine vasiyet etmeyi bırakmak vasiyet etmekten ev-lâdır. Eğer varisler zengin iseler veya mirasın üçte ikisi onlara yeterli geliyorsa bu takdirde vasiyet etmek, vasiyet etmemekten evlâdır. Zenginlik Ebû Hânife´den gelen rivayete göre, mirastan başka her miras-çıya dörtbin dirhem düşerse oluşur. İmam Fadlî´den gelen rivayete gö-re ise on bin dirhem düşerse zenginlik oluşur. «Kimki riya için namaz kılar ve sadaka verirse o namazla cezaya da çarptırılmaz sevapta gelmez.» Bilmiş ol ki, Allah için ibadeti ihlâslı kılmak vacibtir. İbadette riya yapmak ise icmâ´ ile haramdır. Riya da o ibadetle Allah´ın veçhinden baş-kasını kasdetmektir. Çünkü riya hakkında kesin naslar vardır. Peygamber riya´yı «küçük şirk» diye isimlendirmiştir. Zeylâî açıkça şunu ifade eder: «Namaz kılan kişi namazdaki ihlâs niyetine muhtaçtır.» Miraç da şu hü-küm yer almaktadır: «Biz ibadet yapmakla emrolunduk. Emredilen ihlas olmaksızın ibadetten söz edilmez. İhlâs ise bütün fiillerin .Allah´ın rıza-sı için kılmasıdır. O da ancak niyetle olur.» Büyük âlim Aynî, Buharı Şerhi´nde şöyle diyor: «Taatte ihlâs demek, riyayı terketmek demektir. Onun kaynağı kalbtir.» Bu niyet, amelin sıhhati için değil, sevabın tahsili içindir. Çünkü amelin sıhhati şartlara ve rükünlere bağlıdır. Namazın sıhhati için olan niyet ise, kalbiyle hangi namazı kıldığını bilmekliğidir. Muhtârâtu´n Nevazil adlı eserde der ki: «Sevaba gelince, o kişinin azimetinin sıhhatli oluşuna bağlıdır; Bu da ihlâstır. Çünkü pis bir su ile abdest alan ve namaz kılıncaya kadar da bu durumu bilmeyen kişinin namazı kâfi gelmez. Çünkü hükmen şartı yoktur. Fakat bu kişi azimeti sıhhatli olduğundan, taksiratı bulunmadığından ötürü sevabını alır.» Buna göre: Sevab İ!e sıhhat arasında telazum yoktur, yani bunlar birbirine bağlı değildir. Önceden zikrolunduğu gibi, sevap olduğu halde sıhhat olmayabilir. Bazen aksi de olur. Nitekim niyetsiz bir abdest sa-hihtir, fakat sevabı yoktur. Eğer riya için namaz kılarsa da hüküm böy-ledir. Fakat riya bazen ibâdetin aslında olur, bazan da ibadetin vasfın-da olur. Birinci riya tam ve sevabı aslından yakan ve yok eden riyadır. Meselâ halkın hatırı için namaz kılmak ve halk olmasa namaz kılmamak gibi. Eğer bu namazın ortasında kişiye arız olursa onun bir hükmü yok-tur. Çünkü halk, için namaz kılmamıştır. Bilakis namazı halisen Allah için idi, riyanın arız olduğu kısmı ise o halis olan namazın bir parçasıdır. Evet, eğer bu riya arız olduktan sonra namazı daha güzel yapmaya kal-kışırsa, bu sefer ikinci kısma da dönüş yapmış oluyor. Böylece güzelleş-tirmenin sevabı (riya için olduğundan) düşer. Rükûunu ibâdet için değil de, gelenin yetişmesi için uzatan bir kişinin hakkında imâmdan rivayet edilen bunun delilidir. Zira imam dedi ki: «Bunun için korkunç bir emirden korkuyorum, yani şirk-i hafiden korkuyorum.» Nitekim bazı muhakkikler de böyle söylemişlerdir. Tatarhâniye´de dedi ki: «Eğer halisen lilallah namaza başlarsa, son-ra kalbine riya girerse o başlama noktası üzerindedir. Riya, eğer halk yok ise namaz kılmayacaktır, eğer halkla beraber ise namaz kılacaktır, demektir. Eğer halk ile beraber ise namazı daha güzel, tek başına ise başka şekilde kılıyorsa, bu takdirde namazın aslının sevabı vardır, fakat güzelliğin sevabı yoktur. Oruca riya girmez. Yenâbî adlı kitapta İbrahim bin Yûsuf dedi ki: «Eğer riya için namaz kılarsa onun ecri yoktur günahı vardır. Bazıları dediler ki: «Ne ecri vardır ne de günahı. Namaz kılmamış gibidir.» «Umulur ki oruca riya girmez. Çünkü oruç görülmemektedir. Zira o özel bir imsaktir. Bunda bir fiil yoktur. Evet, onu haber vermekte, ondan konuşmakta bazen riya girebilir.» Düşün. «Bunun için el-Vâkıât adlı kitapta Resulullah´ın «Oruç benim içindir, ben onu mükâfatlandırırım» hadisi delil gösterilmiştir. Cenab-ı Hak bu-rada gayrın ortaklığını yok saydı. Bu diğer ibadetler hakkında zikredilmemiştir.» Sonra bilmiş ol ki; Ücretle Kur´ân tilâveti ve benzen işler riyadandır. Çünkü bu tilâvetten Allah´ın vechinden başkası irade edilmiştir ki, o da maldır. Bunun için demişlerdir ki: «Böyle bir okuyuşta okuyucuya da hiç-bir sevap yoktur. Ölüye de yoktur. Parayı alan da veren de günahkâr olur-lar.» Ve yine dediler ki: «Kim ki hac ile ticareti niyet ederse, eğer ticaret niyeti galip veya hac niyetine eşit ise, onun hiçbir sevabı yoktur.» Zahî-re´de şu hüküm yer almaktadır: «Cumayı kılmak ve şehirdeki başka ihti-yaçlarını görmek için giderse, eğer maksadının çoğu cumayı kılmak ise cumaya gitmenin sevabını alır. Eğer maksadının çoğu, şehirdeki ihtiyaç-ları görmek için ise, bir sevabı yoktur.» Eğer ikisinin de niyeti eşit ise, ikisi de düşer. Nitekim daha önceki hükümden bu bilindi. İmam Gazali de başka Şafiî alimleri de bu tafsilatı tercih etmişlerdir. Şâfiîlerden el-İz bin Abdüsselâm, «Mutlaka sevap yoktur» görüşünü tercih etmiştir. «Bu namazdan ne sevap alır ne ceza görür ilh...» sözüne gelince; bu söz el-Yenâbî´de bazı âlimlerden nakledilenin manâsı budur. Bundan maksat, riyâ´dan ötürü ceza görmez demek değildir. Çünkü riya haram-dır ve büyük günahlardandır. Kişi onunla günahkâr olur. Daha önce İb-"rahim bin Yûsuf´un: «Onun ecri yok, günahı vardır» sözü bu anlama ham-ledilir. Maksat ancak şudur: Bu namazdan dolayı, namazı terkedenin ce-zası gibi ceza görmez. Çünkü o namaz sahihtir. Farzı iskat eder. Nitekim daha önce de bunu söyledik. Bezzâziye´de dedi ki: «Farz namazlarında riya yoktur.» Yani vacibin sakıt olması hususunda Eşbâh´da dedi ki: «Bu ifade etti ki, riya ile be-raber farzların eda edilmesi sahihdir vacibi iskât eder.» Hidâye´nin müellifi Muhtârâtu´n-Nevâzil adlı eserinde şu hüküm yer alır: «Riya ve gösteriş için namazı kıldığı zaman, hükmen namazı caiz olur. Çünkü şartlar ve rükünler vardır. Fakat kişi sevaba müstahak olmaz.» Yani «katmerleşen sevaba müstahak olmaz» demektir. «Zahîre´de dedi ki: «Fakih Ebulleys en-Nevâzil´de dedi ki: «Bizim hocalarımızdan bazıları dedi ki: «Riya farzların herhangi bir şeyine gir-mez. İşte bu, müstakim olan görüşün ta kendisidir. Riya sevabın aslını gidermez. Ancak sevabın katmerleşmesini (katlanmasını) giderir.» Bu ibarede, «sevab azimetin sıhhatine bağlıdır» diye önceden kay-dettiğimiz hükme muhalefet vardır. Ancak bu şekilde yorumlanırsa aykı-rılık ortadan kalkar. Veya buradaki hüküm, oradaki «sevabın aslından maksat, bu namazla farzın sakıt olmasıdır. Ondan ötürü ikab yoktur. Yani terkedenin cezası gibi bir ceza yoktur demektir» diye anlaşılırsa aykırılık kalmaz. Bunun dahi farzlara tahsis etmenin faidesi ortaya çıkmış oluyor. Düşünülsün. «Zahidi bunu nafileleri kapsayacak şekilde umumî kılmıştır ilh...» ya-ni bunu nafile ibadetlerinin bütün çeşitlerini sadece kapsayıcı kılmıştır; farzları değil. Maksat ibareden insanın zihnine ilk geldiği gibi hem nafileleri hem farzları kapsayıcı şekilde kılmıştır demek değildir. Eğer bu mana kastedilir desek, ondan sonraki ta´lil yani neden sıhhatli olamaz. Demek ki en belirgini şöyle demesi idi: «Zahidi bunu nafile ibadetlere tahsis et-miştir.» Zâhidî´nin Müctebâ´daki ibaresi şöyledir: «Lâkin Vâkıâtta şu ifade edildi ki: Riya farzlara girmez; böylece nafileler burada tayin olundular.» Sonra bilmiş ol ki, Zâhidî´nin zikrettiği, daha önceki hükme ters düşmemektedir. Çünkü daha önceki hükümden maksat, bizim de takrir ettiğimiz gibi, namaz sahîhdir vacibi iskat eder; riya onun bâtıl olmasına neden olmaz. Ancak onun sevabını yok eder. Zâhidî´nin nafileleri tah-sis etmesinin manâsı, görüldüğü gibi şudur: Riya nafilelerin sevabını temelinden yakar. Sanki o nafileleri kılmamış gibi olur. Binaenaleyh öğretenin sünnetini meselâ halk için riyakârlık olarak kıldığında; eğer halk olmasaydı kılmayacak idiyse «bu adam bu sünneti kılmıştır» denilemez. Binaenaleyh bu adam bu sünneti terkeden hükmünde olur. Ama farz öyle değildir. Çünkü o farzı terkedenin hükmünde değildir; ki farzı terkedenin cezasına çarptırılsın. İkisinin arasındaki fark şudur: Nafileler-den maksat sevaptır ve farzları tekmil etmek içindir. Farzlardaki eksik-likleri kapatmaktır. İşte bu benim kusurlu anlayışıma göre böyledir. Al-lah hakikati daha iyi bilir. «Kişinin kadınlar gibi ipleri eğirmesi mekruhtur ilh...» hükmü şura-dan ileri geliyor: Burada kadınlara benzemek bahis konusu olur. Oysa Resul-u Ekrem kadınlara kendilerini benzeten erkekler ile erkeklere ben-zeten kadınlara lanet etmiştir. Nitekim bunu daha önce söyledik. «Erkeğin artığı kadına, kadının artığı erkeğe mekruhtur ilh...» sözü-ne gelince; bu mesele Taharet kitabının «Artıklar» bahsinde geçti. Bu-nun nedeni Minâh´ta da zikredildiğine göre; kişi ecnebi bir kadının bir parçasını kullanmış oluyor; ki o da kadının suya karışmış tükürüğüdür. Bunun tam aksi kadının erkeğin artığını içerse bu da caiz değildir». Bu mesele üzerinde daha önce durduk; Oraya müracaat edin. er-Remlî de-di ki: «Burada hanımından ve mahreminden başkasının artığını içmek kaydını koymak gerektir.» «Namazı terk ettiğinden dolayı hanımını dövebilir, ilh...» İbaresine ge-lince; eğer hanımı süslenmeyi terkederse, cenabetten yıkanmayı terkederse de döver. Evden çıkması, yatağına gelmemezlik yaptığı için de hanımını dövebilir. Bunun tamamı Ta´zir bahsinde geçti. Genel kaide burada şudur: «Haddi olmayan her günah için koca hanımını, efendi cariyesini taziri caiz olur.» Çocuğun velisinin on yaşındaki çocuğa namaz kılmadığından döv-mek yetkisi vardır. Koca da bu hususta veliye ilhak edilmiştir. Baba çocu-ğunu Kur´ân öğrenmesine ve ilime zorlayabilir. Çocuğunu hangi konu-larda dövebiliyorsa. aynı konuda velisi bulunduğu yetim çocuğu da dö-vebilir. «Zahir görüşe göre böyledir ilh...» Kenz ve Mülteka´da bu fetva esas alındı. Bir rivayete göre babanın, kocanın bu yetkisi yoktur. Musannif Tazîr bahsinde Dürer´e tâbi olarak bu hükmü kabul etmiştir. Facir bir hanımını boşamak kocaya vacib değildir.» ibaresine gelince; Öyle bir hanıma da facir olan kocasını terketmek vaoib değildir. Ancak ikisi de Allah´ın hududunu yerine getirmemekten korkarlarsa, o zaman ayrılma-larında bir beis yoktur. Müctebâ. Fücur zina ve diğer günahları kapsa-maktadır. Dokunan hiç kimsenin elini geri çevirmeyen kadının kocası: «Ben onu seviyorum» dediğinden dolayı Allah´ın Resulü Ona: «Ondan faydalan» dedi. METİN Sahih fetvaya göre, içmek için hazırlanmış havuzcuklardan abdest almak caiz değildir. Hem ondan hem onun içinden abdesti almak mem-nudur. Oradan suyu alıp aile efradına götürmek ise eğer izin verilmiş ise caizdir. Aksi takdirde caiz değildir. Bir hakkını diriltmek için, zulmü nefsinden def etmek için yalan söylemek mubahtır. Yalan söylemekten maksat, tariz etmektir. Çünkü yalanın ta kendisi ise, haramdır. Dedi ki: Doğrusu budur. Çünkü Çenâb-ı Hâk: «Yalancılar kahrolsunlar» buyurmuştur. Bütün bu ibareleri Müctebâ´ dan aldık. İZAH «İçmek için hazırlanmış havuzcuklardan abdest almak caiz değildir ilh...» sözüne gelince; bu su kişinin teyemmüm etmesine de mani ola-maz. Yani bu su yokmuş gibi kabul edilir. Ancak havuzdaki su çok ise, onun çokluğuyla bu su hem içmek hem de abdest almak için buraya kon-muştur diye istidlal edilir. Bahr, el-Muhît ve başka kitaplardan. «Sahihte hüküm böyledir ilh...» dedi. İbnu´l-Fâdıl´dan rivayet edili-yor ki: İçmek için hazırlanan havuzcuklardan abdest almak caizdir. Ab-dest için konulan sudan içmek mubah değildir. Bahr. «Onlardan ve onların içinde abdest almak memnudur ilh...» ibaresi-ne gelince; bu ibareyi eğer o havuzun içinde abdest alırsa caizdir veh-mini bertaraf etmek için getirmiştir. Çünkü onun içinde abdest almak, suyu zayi etmemektir. Fakat müellif, «içinde olsa dahi» ibaresini kullan-saydı kâfi gelirdi; böyle bir uzun ibareye ihtiyaç ohnazdı. T. «Hakkının ihyası için yalan mubahtır ilh...» Sözüne gelince; şufa-dar olan bir kişinin geceleyin ortağının hakkını sattığını haber alıp sa-bahladığında hakimin huzuruna varıp ben «şimdi bildim» demesi gibi. Küçük bir kız geceleyin baliğ oluyor ve kocadan nefsini ihtiyar ederek: «Şu anda kan gördüm» demesi de böyledir. Bilmiş ol ki; yalan bazan mubah oluyor, bazan da yâcib oluyor. Ara-da küllî kaide Tebyînu´l-Mehârim ve başka kitaplarda geçtiği şekilde şöyledir: «İstenen herhangi güzel bir maksada hem doğrulukla hem de yalanla varılabiliyorsa o konuda yalan söylemek haramdır.» Eğer sadece yalanla ona varılabilirse eğer o maksad mubah bir şey ise orada yalan söylemek mubah olur. Eğer elde edilmesi vacib ise yalan da vacib olur. Mesela, bir zalimden gizlenen bir masumu görse, o zâlimde onu öldürmek veya eziyet etmek istiyor: Burada yalan söyleyip de onu görmediği-ni söylemesi vacibtir. Eğer almayı istediği bir emaneti ona soracak olursa, inkâr etmesi vacib olur. Harb, araları bulmak, cinayete maruz kalanın kalbini meylet-tirmek ancak yalanla mümkün alabiliyorsa, orada da yalan mubahtır. Eğer bir sultan kendisinden gizli olarak vaki olan zina veya içki gibi fahiş bir hareketi kendisinden sorarsa, o: «Ben işlemedim» diyebilir. Çün-kü onu izhar etmek ikinci bir çirkinliktir. Yani kişi için kardeşinin sırrını inkar etmek de vardır. Ve bunu yalandan gelen mefsedeti, doğruluk üze-rine terettüb eden mefsedetie karşılaştırmaktır. Eğer doğruluğun mefsedeti bundan daha şiddetli ise bu takdirde yalan söyleme yetkisine sahib olur. Eğer aksi ise veya şüpheye girerse yalan söylemek haram olur. Eğer ken-di nefsiyle ilgili ise mustahab olan yalan söylememektir. Eğer başkasıyla ilgili ise başkasının hakkı için müsamaha etmek caiz değildir. Hazm yani en kuvvetlisi mubah olduğu yerde onu terketmektir. Âdet edilen mübalağa şeyler yalandan değildir. Meselâ: «Sana bin defa geldim» demek gibi. Çünkü kişinin burada maksadı, bin defa gelmek değil de mübalağayı karşısındakine anlatmaktır. Eğer kişi bir tek defa gelmiş ise ve bu ibareyi kullanmışsa yalan söylemiş olur. Mübalağanın caiz olduğuna sahih hadis delâlet eder: «Ebu Cehm´e gelince, o bastonunu hiç omuzundan indirmiyor.» İbn-i Hacer el-Mekkî (El-Heytemî) dedi ki: «İstisna edilenlerden birisi de şiirdeki yalandır. Onu mübalağaya hamletmek mümkün değil ise yalan kabul edilir. Ve şair der ki: «Ben gece-gündüz seni çağırıyorum; Hiç bir mecliste sana şükret-mekten boş kalmıyorum.» Çünkü yalancı, yolanı doğru gösterir ve onu teşvik eder. Şairin ga-yesi şiirinde doğruyu söylemek değildir. Ancak bu bir sanattır. Râfiî ve Nevevî bunu Kaffâl ve Saydalânî´den naklettikten sonra «Bu, son derecede güzeldir.» dediler.» «Dedi ki ilh...» ibaresinde diyen El-Müctebâ´nın sahibidir. İfadesi şöy-ledir: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: «Her yalan kesinlikle yazılmaktadır. Ancak üç yalan yazılmaz: Erke-ğin kadına karşı veya çocuğuna karşı söylediği yalan! Kişinin, iki kişinin arasını bulmak için söylediği yalan! Harbte söylenen yalan. Çünkü harb aldatmacadır.» Et-Tahâvî ve başkaları dediler ki: «Bu, ta´rizler üzerine hamledilmektedir.» (Yani dolaylı yollardan bu yalanı söyleyecektir.) Yalanın kendisi ise haramdır.» Ben derim ki: Tahavî ile başkasının bu sözü hakkın tâ kendisidir. Zira Cenab-ı Hak «Yalan söyleyenler kahrolsunlar.» buyurmuştur ve Allah´ın Resulü de «Yalan fücurla beraberdir. Onların ikisi de ateştedir» buyur-muştur. Bununla beraber yalanın tâ kendisi kurtuluş ve bir maksadı tahsil etmek için ille çıkar yol olarak tayin de edilmemiştir. Ben derim ki: Hz. Ali, İmrân bin Husayn ve başka sahabelerden riva-yet edilen de bunu teyid etmektedir: «Şüphesiz tarizlerde yalandan kur-tuluş yolu vardır.» Bu, hasen bir hadistir. Merfu hadis hükmündedir. Ni-tekim El-Çerrahî bunu böyle zikretmiştir. Tariz de yemeğe çağrılan kişinin «ben yedim» demesi gibidir. Mak-sadı «dün yedim»dir. Ve bir de Hz. İbrahim Halîl´in kıssasında olduğu gibidir. O zaman hadisteki üç istisna «üç yerde yalanın benzeri vardır» anlamına gelir. İhtiyaçtan dolayı tarizin mubah olduğu bir yerde, ihtiyaç yoksa mubah olmaz. Çünkü tariz yalanı vehmettirir. Herne kadar tarizin nefsinde yalan yoksa da. Gazali, El-İhyâ´da dedi ki: «Evet, tarizler hakiki bir garez konusunda mubahtır. Mesela başka-sının kalbini mizah ile hoşnut etmek gibi hakiki bir garez söz konusu ise mubahtır. Resulullah´ın «Cennete ihtiyar girmez» sözü ile «Senin kocanın gözünde beyaz vardı» sözü ve «Seni devenin evladına bindireceğiz» sözü ve bunlara benzer olanlar gibi.» METİN El-Vehbâniye isimli kitobda şöyle dedi: (Şiirdir) Sulh için veya bir zalimi defetmek için yalan söylemek caizdir. Hoş tutulmak istenenlere ve savaşta, yalan helaldir ki, muzaffer olsunlar. Hamamda avret mahallini hizmetçiye oğdurmak mekruhtur. Kim ki nevre denilen ilâcı avret tüylerini almak için kullanırsa fakihler «Kullana-bilir» demişlerdir. Daima camii şeriften geçen bir kimse fâsık olur. Fakat camii şerifte çocuklara ders okutanlar ne fâsık, ne de günahkârdır. Kim ki bir şahsı tazim etmek için ayağa kalkarsa caizdir. Ehl-i ilim olmayan bir kişi hakkında bunu yaparsa bazıları «caiz» olduğunu söy-lediler. Ölünün naklini bazıları mutlak olarak caiz görmüşler. Bazıları da: «İki milden uzak bir yere götürülürse mahzurlu» olduğunu söylediler. Zevce semizliyebilir, fakat doyduktan sonra yemek yememek şartıyla. Kadının kocasının sevgisini celbetmek için okutması mahzurludur. Hamlini düşürmek için ilaç içmek de mekruhtur. Özürden dolayı ço-cuk suretlenmemiş ise içebilir. Eğer kadın çocuğu düşürürse düşükte gurre (yani 500 dirhemlik ga-ramet) vardır. Bu, çocuğun annesinin akrabalarından alınacak babasına verilecektir. Aşure gününde erkeklerin sürme kullanması mekruhtur. Ancak karış-tırılarak pişirilen mutad çorbada beis yoktur. Ve insan ecir de alır bun-dan. Bazıları «Sürme hakkında seçkin söz caiz olmasıdır. Çünkü Resulullah´ın fiili vardır ve bu taklîd edilmiştir» derler. Başkasının kölelerini izniyle dövmesi caizdir. Fakat hür insanların dö-vülmesi caiz değildir. Baba evlâdına emreder. Kur´ân´ı okumaktansa dinlemek daha sevabtır. Fakîhler «Çocuğun sevabı ancak çocuğa gider» demişlerdir. Zikrin diğer kısımlarını okumak nafile namaz kılmaktan daha evlâdır. İlim dersleri ise daha öncelikli ve daha efdaldir. Fakîhler «dersin sona erdiğini ilan etmek için Allahualem ve benzeri ibareleri kullanmak mekruhtur» dediler. İZAH Şairin «Yalan caizdir ilh...» sözünden maksad, el-Bezzâziye´den nak-lederek İbn Şahne´nin sarihi dedi ki: «Burada katıksız yalan kastedilmi-yor, tarizler kastediliyor.» «Hoş tutulmak istenenlere de yalan söyleyebilir ilh...» Ta ki onunla vahşet ve husumetten sakınsın. Sarih. Tıpkı «Sen benim katımda kumaa´nden daha hayırlısın» deyip, «bazı cihetlerden ondan daha hayırlısın» demeyi kastetmek gibi. «Sana şunu vereceğim» deyip «eğer Allah takdir etmişse» şartını da kastetmek gibi. «Hamamda hizmetçiye oğdurmak ilh...» Yani izarın, peştemalin üze-rinde keseletmek mekruhtur. Çünkü bunu şehvet için yapıyor olabilir. Bu da eğer zaruret yoksa hüküm böyledir. Aksi takdirde yani zaruret varsa keseletmekte bir beis yoktur. Ama en seçkin görüş onu terketmektir. Velev peştemal kalınca bir şeyse dahi, terkedilmesi evlâdır. Peştemalin altına, cahillerin yaptığı gibi kese vurdurmak ise haramdır. Şarih. «Fakihler hamamda nevre denilen ilaç için «kullanılabilir» demişlerdir ilh...» Yani nevre ile kendi kendini sıvayabilir. Fakat bunu hizmetçiye yap-tıramaz. Eğer bunu yaparken cunüb ise mekruh olur. Şârih. «Daima camii yol yapıp buradan geçen kişi fâsık olur ilh...» Eğer bu-nu yapmakla tanınan biri ise sahiciliği kabul edilmez. T. Bu işe müptelâ olan bir kişinin bu zorluktan kurtulma çaresi, camie girdiğinde itikâfa niyet edecektir. Camide yürürken adımlarını atarken geçen süre, itikat için kâfidir. Şurunbulâlî. «Camide çocukları okutan da fasık olur ilh...» El-Kunye´de yer alan hükme göre, camide çocuk okutan günahkâr olur, fakat fâsık olmaz. Hiç kimse fâsık olduğunu söylememiştir. Mümkündür ki Vehbânî´nin bu şiiri kişi ısrarla camiden geçerse fâsık olur, kaidesine binaen gelmiştir. Bunu sarih ifade etti. Ben derim ki: Belki Tatarhâniye´de, El-Uyun´dan nakledilerek şu hü-küm yer almaktadır: «Eğer muallim ve hattat, ücretle talim ediyor ve hat yazıyorlarsa orada oturmaları mekruhtur. Ancak zaruret için oturabilirler.» El Hulâsa´da şu hüküm yer almaktadır: «Çocukları camide okutmakta beis yoktur». İt-kani El-Kunye sahibi Resululah´ın «Camilerden çocuk ve delilerinizi uzaklaştırınız.» hadisiyle istidlal etmiştir. «Kim ki bir kişiyi tazim için ayağa kalkarsa caizdir ilh...» Bunu alış-veriş faslının hemen önünde gerekli açıklamalarla zikrettik. Oraya müra-caat edilsin. Yani ilmi olmayan bir kişi için de bazıları caizdir demişlerdir. El-Kunye´de dedi ki: «Denilmiştir ki, kişi bir âlimin huzurunda, onu tazim etmek için ayağa kalkar. Ama alim olmayan kişilere ayağa kalkması caiz değildir.» İşte bu mesele, yani alimin, huzurunda ayağa kalkmak meselesi, onun gelmesi için onu tazim ederek kalkmak meselesinden başka bir mesele-dir. Bu farka dikkat et. Ş. «Ölünün naklini bazıları mutlak şekilde caiz görmüştür ilh...» Yani mesafe ister uzun, ister kısa olsun. Burada definden önceki zaman kas-tedilmektedir. Çünkü şair definden sonrası hakkında: «Bunda hilaf var-dır» diyerek Tarsûsî´nin görüşünü reddetmiştir. Sarih «Onun zikrettiği hi-lafa, biz âlimlerin kelâmında vakıf olmadık» der. Zahire göre Tarsûsî´nin söylediği doğrudur.» Çünkü definden sonraki işleme ihtilâftan söz edilmemiştir. «Bazıları iki mile en uzak bir yere götürmekte mahzur vardır ilh...» demişlerdir. El-Bezzâziye «ölüyü bir beldeden diğer bir beldeye definden önce nakletmek mekruh değildir, definden sonra ise haramdır» dedi. Es-Serahsi dedi ki: «Definden önce de mekruhtur. Ancak bir veya iki millik bir mesafeye götürülebilir. Hz. Musa ile Hz. Yûsuf´un (Allarım selatü selamı onlarla Peygamberimizin üzerine olsun) nakline gelince, bu, daha önceki bir şeria-ta göredir ve o şeriat neshedilmiştir. Ayrıca onların vasiyetine riayet edil-miştir. Peygamberin vasiyetine riayet etmek de gereklidir. Hz. Yûsuf ce-sedinin naklini vasiyet etmiştir.» «Kedin semizlenmek için işlemlerde bulunabilir, ilh...» El-Haniye´de diyor ki: «Bir kadın, fetît ve benzerlerini semizlensin diye yerse; Ebu´l-Mutî´ dedi ki; «Eğer doyduktan fazla yememiş ise, bu işlemde herhangi bir beis yoktur.» Et-Tarsûsî evli hanım hususunda «Böyle bir işlem yap-masının kendisi için mendûb olması uygundur ve aynen ecir de alır.» dedi. Sarih dedi ki, «Onun mencup oluşunu bırak, bunun mutlak şekilde mubah olduğunun söylenmesi de hoşuma gitmez.» Umulur ki Tarsusî´nin bu yorumu kocası, karısının şişmanlığını sevdiği zamana hamledilsin, ya-ni koca böyle bir şeyi sevmiyorsa böyle bir işleminin günah olması uy-gundur.» «Kadının kocasının sevgisini celbetmek için okutması mahzurludur, ilh...» El-Hâniye dedi ki: «Bir kadın vardır. Kocası kendisinden buğzettikten sonra kendisini sevsin diye istiâze âyetleri yapıyor. El-Camiussağîr´de zikredildiği gibi; Böyle yapması helâl değil, haramdır.» İbn Vehbân Tevcîh´inde zikretti ki: «Kadının böyle yapması bir çeşit sihirbazlıktır. Sihir ise haramdır.» T. Bunun muktezası, onun yapmış olduğu muska sadece âyetlerin yazıl-masından ibaret değil de; âyetlerden başka bir şeyler de orada yazılır veya okunursa, sihir hükmünde olur. Zeylaî dedi ki: «İbn Mesuttan (R.A.) rivayet ediliyor ki; Allah´ın Resû-lü´nden şöyle dediğini işitti: Şüphesiz ki rukye (yani efsun) temaim (yani nazar boncuklan), tivele (yani üzerine sihir veya efsun okunan ip veya kâğıt) şirktir.» Hadisi Ebû Dâvûd ve İbni Mace rivayet etmişlerdir. Hadisin metninde geçmekte olan TİVELE-sihrin bir cinsidir. El-Esmaî dedi ki: «O karıyı kocasına şirin göstermektir.» Urve bin Mâlik´ten rivayet ediliyor. Buyurdular: «Biz cahiliye döneminde efsun yaptırıyorduk. Dedik ki: - Ey Allahın Resulü, bizim şu yaptığımız efsunu nasıl görüyorsun Buyurdular: - Onu, yani efsunlarınızı bana getirip gösteriniz. Efsunda şirk olma-dıkça hiç bir beis yoktur.» Hadisi Müslim ve Ebû Dâvûd rivayet etti.» Bu ibarenin tamamı oradadır. Oradan bunların bir kısmını Nazar {bak-mak) faslından biraz önce naklettik ve böylece İbn Şahne´nin, taviz´i si-hirden bir çeşit sihir kabul etmek fikri bertaraf edildi. «Kadının rahmindeki çocuğu düşürmek için ilâç içmesi mekruhtur ilh...» Yani çocuk suretlenmezden önce mutlak olarak mekruhtur. Suretlendikten sonra da El-Hâniye´de seçilen fetvaya binaen mekruhtur. Nite-kim bunu İstibrâ konusundan az önce zikrettik ve dedi ki: «Ancak bu ço-cuğu düşüren kadın katil günahı kadar günah kazanmaz.» «Özürden dolayı böyle bir düşürme caizdir ilh...» Meselâ, çocuğuna süt vermektedir. Gebeliği ortaya çıkınca, sütü kesilince veya çocuğun ba-basının da ücretle bir dadıya çocuğu vermek gücü yoksa, çocuğun helak olmasından kurkulursa; fakihler dediler ki «Bu takdirde kadının ay hali olmak için ilaç kullanması mubah olur. Rahimdeki çocuk et çiğnemesi veya kan pıhtısı olduğu müddetçe ve onun herhangi bir azası halkedilmedikçe bu böyledir. Onu da 120 günle takdir etmişlerdir. Yani 120 günden önce olursa bu caiz demektir. Çünkü rahimdeki kan pıhtısı daha insan değildir ve diğer taraftan insanın korunması söz konusudur.» Haniye, «Suret oluşmamış ise ilh...» sözüne gelince; bu söz «özürden ötürü» caiz olmanın kaydıdır. Yani eğer suret oluşmamışsa, özürden ötürü düşür-me yapabilir. El-Kunye´de denildiği gibi, çocuğun tüyleri bitmiş veya par-makları, veya ayağı veya benzeri bir azası oluşmuş ise, suret oluşmuş de-mektir. «Eğer ölü düşük yaparsa ilh...» yani eğer çeşitli hareketler yapmak suretiyle ve ilaç içerek kasten çocuğunu düşürmüşse. öyle bir kadının da durumu, şiirde denildiği gibidir. Eğer çocuk, diri olarak düşerse, sonra ölürse kadının, eğer akilesi yani yakın akrabaları varsa onun diyetini üç sene içinde vermesi gerekir. Aksi takdirde kadının malından verilecektir. Ve kadın üzerinde keffâret de vardır ve o çocuğun mirasından kadın hiçbir şey de elde edemez. Ş. «Sıkt´ında yeni düşükte ğurre vardır ilh...» Ğurre beşyüz dirhemdir. Bir sene zarfında alınır. Tarsûsî «Ğurre yoktur» demiştir. Fakat sarihin de zikrettiği gibi bu onun bir vehmidir. Yani Tarsûsî hakikata varamamıştır. «Ğurre çocuğun babasına verilir ilh...» sözüne gelince, onun yerine en iyisi, en uygunu «çocuğun vârisine verilir» demektir. T. «Bu ğurre annenin âkilesinden alınır ilh...» Eğer akilesi yoksa bir se-ne zarfında onun malından tahsil edilecektir. Ş. «İhzar edilir ilh...» cümlesi ğurrenin sıfatıdır. Yani «ihzar edilen ğurre verilecektir» demektir. «Aşure gününde göze sürme çekmek mekruhtur ilh...» Aşure günü muharrem ayının onuncu günüdür. Bilmiş ol ki, sürme mutlak olarak Resulullah´ın sünnetidir. Sürmenin aşure günü sünnet olmasına gelince, ba-zıları böyle demişlerdir. Ancak aşure günü sürme kullanmak şianın alameti olduğundan dolayı onu terketmek vacibtir. Bazıları dediler ki: «Aşure gününde sürme kullanmak mekruhtur. Çünkü Yezid ile İbn-i Ziyad Hz. Hü-seyin´in kanıyla sürmelenmişlerdir.» Bazıları ise «Hz. Hüseyin kanıyla de-ğil, sürme ile sürmelenmişlerdir» diyor. «Ta ki gözleri Hz. Hüseyin´in katliyle aydınlansın.» İbareyi Ş. den bilmana naklettik. «Aşure gününde çorba yapmakta bir beis olmadığı gibi bunda ecir de vardır ilh...» El-Kunye´de, El-Veberî´den nakledildi kî: «Aşure çorbası hakkında kuvvetli bir eser varid olmamıştır. Fakat o çorbayı yapmakta bir beis de yoktur. Yapan kişi belki sevap da alır.» Sarih dedi ki: «Benim hıfzımda kalan, insan çocuklarına genişlik ya-parsa sevap alır. Bu genişlik de hadisteki şu sözle mendup sayılmıştır: - Kim ki aşure gününde çocuklarına genişlik yaparsa Allah o senenin diğer günlerinde ona genişlik verir.» «Halk bu hadisten esinlenerek o çeşitli donelerden meydana gelen çorba yapmak suretiyle genişlik yapmışlardır. O genişlik bunu da kapsar.» Bazı alimlerin güzel kelamlarını gördüm ki onun hulasası şudur: «Kişi sadece bir çeşitle genişlik yapmakla yetinmeyecektir. Yiyecek giyecek ve diğer konularda da bunu genelleştirecektir. Aşure günü, bayram ve diğer günler gibi genişlik yapmaya dair şer´î bir delil bulunmayan diğer mev-simlerden daha fazla buna müstahaktır.» Bazıları sürme hususunda; «Seçkin hüküm onun caiz olmasıdır, çünkü Resulullah´ın fiili vardır ve bu kabul edilmiştir.» dedi. Et-Tecnîs ve El-Mezîd´de: «Aşure gününde sürme kullanmakta beis yok, seçkin görüş de bu-dur.» denildi. Çünkü Allah´ın Resulü (s.a.v.) ne Ümmü Seleme tarafından aşure gününde sürme çekildi. El-Hâniye´de denildi ki: «Sürme sünnettir» Ve bu sünnet hakkında şöyle denildi: «Kim ki aşure günü sürmeyi gözlerine çekerse senenin diğer günlerinde gözleri ağırmaz.» Sarih dedi ki: «Bu hadis Allah Resulünden sıhhatli olarak gelmiş değildir.» Ben derim ki: Aşure günündeki genişlik hakkında zaif senedlerle ha-disler varid olmuştur. Bazılarının sahih olduğu beyan edilmiştir. Bu çokluk sayesinde hadis «hadis-i hasen» mertebesine çıkmış oluyor. İbn Cevzi bu hadisi mevzuattan saymış ve şunları eklemiştir: «Kim ki aşure günü gözü-ne sürme çekerse gözü ağırmaz.» hadisine gelince, Hafız İbn Hacer, El-Leâli adlı kitabında «Bu hadis münkerdir» dedi. Aşura gününde göze çeki-len sürme hakkında sıhhatli bir eser yoktur. Bu bid´attir. İbnu´l-Cevzî bu hadisi «mevzuat´ta nakletmiştir. Hâkim de: «Bu hususta herhangi bir eser varid olmadı, bu bir bidattir. Hz. Hüseyin´i öldürenler bunu icad etmişler-dir.» dedi. İbn Receb «sürme fazileti hakkında varid olan her hadis, kına ve yıkanma hakkındaki her hadis mevzudur, sıhhatli- değildir.» diyor. Bunun tamamı El-Cerrahi´nin «Kesfu´I-Hafâ ve´l İlbâs» adlı kitabındadır. Bununla kerahet görüşü kuvvet bulmuş olur. Allah hakikati daha iyi bilir. Genişlik yapana genişlik verilmesi deneme ile sabit olmuştur. Bunu El-Münâvî, Câbir ve İbn-i Uyeyne´den rivayet etmiştir. «Köle sahibinin emriyle başkasına ait köleyi dövebilir ilh...» Yani sahibi köleyi ne kadar dövebiliyorsa izin alan da o kadar dövebilir. Ancak işlediği cürümler hesabiyle hadde baliğ olmamış ise bu emri yerine getirir. Ş. Eğer köleye bir had lazım gelirse, ancak hakimin izniyle ona had tat-bik edebilir. «Baba emreder ilh...» cümlesi bir hal cümlesidir. Yani hür bir kişinin evladını babasının emriyle dövmesi caiz olmaz. Öğretmen ise, talebesini dövebilir. Çünkü babanın vekili olarak çocuğu maslahat için döver. Öğ-retmen de, çocuğun babasının ta´lim meslahatı için çocuğu kendisine mülk edinmekten ötürü, mülk hükmüyle onu dövebilir. Et-Tarsûsî bunu «yaralayıcı âlet olmaksızın dövebilir» diye kayıtlan-dırdı. Ve «bu üç darbeden daha fazla olmayacaktır.» dedi. Fakat Nâzım,«bunun herhangi bir nedeni olmadığı» gerekçesiyle Tarsusî´nin görüşünü reddetmiştir. Tarsusî´nin görüşü bir nakle muhtaçtır. Fakat sarih Tarsusî´-nin görüşünü kabullendi. Eş-Şurunbulâlî dedi ki: «Namaz kitabında «çocuk odunla değil de elle dövülebilir» şeklinde nakil vardır. «Bu dövme ise üç darbeden fazla olma-yacaktır» denilmektedir.» Sarihi Nâzım´dan naklederek dedî ki: «Hür kişilerden hakimi de istisna etmek uygundur. Çünkü hakim, kişiye, «oğlunu döv» diye emrederse kişi için oğlunu dövmek caiz olur. Hatta hakimin sözünü kabul etmemek caiz değildir.» Şurunbulâlî bunu hakimin adil olmasıyla, o vurmayı gerektiren hüc-ceti görmekle kayıtlamış ve demiştir ki: «Şu anda, yani bizim zamanımızda sadece hakimin emrine güvenil-mez.» «Kur´ân-ı okumaktansa dinlemek daha sevabtır İlh...» Bu şiirde Kur´ân kelimesi «Kur´an» şeklinde okunmuştur. Zarureti şiiriyeden dolayı hem-zenin harekesi daha önceki harfe nakledilmiştir. Ş. Şurunbulâlî diyor ki: «Şairin bulup söylediği doğru değildir. Belki «Ku-ran diye okumak Abdullah bin Kuseyr´in kıraatidir. Nitekim Nâzım da bu-nun şerhinde böyle söylemiştir.» Binaenaleyh Kur´ân kelimesinin «Kuran» diye okunması şiirin zarure-tinden ileri gelmemektedir, belki bu bir lügattir. «Dinlemenin okumaktan daha cevab olması ilh...» dinlemenin vacib oluşundandır. Okumak ise mendubtur. «Tıflın (çocuğun) sevabı tıfla aittir.» Çünkü Cenabı Hak: «Gerçek şu ki: İnsanoğlu için ancak sa´yı vardır.» Yani kendisi ne yapmışsa o vardır. Bu görüş hemen hemen bütün meşayihimizin görüşüdür. Bazıları da dedi-ler ki: «Kişi, çocuğunun ilmiyle öldükten sonra yararlanır.» Çünkü Enes İbn Mâlik´ten rivayet ediliyor ki, buyurdular: «Kişinin kendisine Kur´an ve ilim öğrettiği bir evladını geride bırak-ması ölümünden sonra faydalanacağı şeyler arasındadır. Onun ecrinden hiç bir şey eksilmeksizin onun benzeri babasınadır.» Ustrüşenî´nin Camiu´s-Siğâr´ından Resulullah´ın: «Âdemoğlu öldükten sonra ameli kesilir. Ancak üç şey-de devem eder: Sadakai cariyeden, yararlı bir ilim bırakmaktan, şalin ve kendisine dua edecek bir evlat yetiştirmiş olmaktan.» Hamevî. El-Eşbâh´ta şu hüküm yer almaktadır. «Çocuğun ibadeti sıhhatlidir. O ibadetin sevabında ihtilâf vardır. Mutemede göre o sevab çocuk içindir. Çocuğun muallimi için de öğretmek sevabı vardır. Ve çocuğun bütün ha-senatı da böyledir.» Ben derim ki: Bu ibarenin zahirinden anlaşılıyor ki, çocuğun ibadeti-nin sevabı o çocuğun pederine aittir denilmiştir. Binaenaleyh mutemed görüş ile «insan çocuğunun ilminden yararlanır» hükmü arasında bir ters-lik yoktur. Bununla beraber kişinin çocuğu onun say´ının bir parçasıdır. Çükü onun kazancının en hayırlısı çocuğudur. Nitekim bu böyle varid ol-muştur. Fakat bu baliğ çocuğu kapsamaktadır. İhtilaflı olan ise. ancak küçük çocuklarla ilgilidir. Bu bizim mutemed görüşün karşılığı şudur ki. «sevab sadece babayadır» ve daha önce geçen «iki hüküm arasında ters-lik yoktur.» sözümüzü teyid etmektedir. Düşün. «Zikr´in geri kalanını okuyup müzakere etmen nafile namazdan daha evladır ilh...» Yani boş olduğun zaman Kur´ân´ın diğer kısımlarını öğren-men nafile namazdan daha evladır. Munyetu´l-Müftî adlı kitaba konunun sebebi şu şekilde açıklanmıştır: «Kur´ân´ın hıfzı bütün ümmetin boynunda farz-ı kifâyedir. Nafile namaz ise mendubtur.» T. «İlmin dersi daha evlâ ve efdaldir. ilh...» Yani senin boynuna farz olan ilmi öğrenmen nafile namazdan da, Kur´ân´ın diğer kısımlarını öğren-menden de daha evla ve efdaldir. Munyetu´l-Müftî´de dedi ki: «Çünkü Kur´ân´ın tamamını öğrenmek farz-ı kifâyedir. Gerekli olan ilmi öğrenmek ise -fıtraten gereklidir- farz-ı ayndır. Farz-ı aynla iştigal etmek farzı kifayeyi izhar etmekten daha evlâdır.» Bu ibare ifade eder ki; Kur´ân´ın geri kalan kısmını öğrenmek fıkıh ilminden ihtiyaçtan daha fazla olanı öğrenmekten daha evladır. T. Fakat bu görüşte nazar vardır. Çünkü Kur´ân´ın geri kalan kısmı ile fıkhın zaruri ihtiyaçtan fazla olan kısmı eşittir. Her ikisi de farz-ı kifayedir. Belki biz daha önce El-Hizâne adlı kitabtan gıybet bahsinin hemen önce naklettik ki: «Fıkhın tamamı gereklidir.» Oraya müracaat et. Bunun ifade ettiği mana şudur: Fıkıh iliminin öğrenilmesi daha üstündür. Düşün. Sonra bunun Şurunbulâli´nin şerhinde tasrih edildiğini gördüm: «Sanki bunun nedeni bunun yararının insanı aşıp diğer müslümanlara da dokun-masına bağlanmış gibi geldi bana.» Düşün. «Dersin hitamında, sözün bittiğini ilan etmek için «Alluhualem» ve benzeri kelimeleri kullanmak mekruhtur ilh...» Yani dersin sona erdiğini bildirmek için «vesallalahu ala Muhammedin», «Allaualem» denilmesi mekruhtur. Eğer dersin sonunu ilan için değilse bu kelimelerin kullanıl-masında kerahet yoktur. Çünkü bu kelimeler zikirdir ve onlara teslim ol-maktır. Ama dersin sonucunu ilan etmek için kullanmak ise böyle değil-dir. Çünkü bunu ilan aleti olarak kullanmış oluyor. Birisi içeri girdiğinde kendisine yer hazırlansın ve onu tazim etsinler diye -oturanlara geldiğini bildirmek için- «Yâ Allah» kelimesini kullanmak da bunun benzeridir. Bekçi «Lailaheülallah» ve benzerlerini ev veya hizmet sahibine uyanık olduğunu bildirmek maksadıyla sesli kullanırsa, eğer maksadı bu kelimelerle zikir değilse, kerahet işlemiş olur. Ama kendisinde iki kasıt varsa, yani hem zikir yapar, hem de uyanık olduğunu hissettirmek için söylerse hangisi galibse o itibara alınır. Nitekim bunun benzerlerinde de galib olan itibara alınmıştır. |