Thread Rating:
  • 11 Vote(s) - 2.91 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Akıl, Kalp, Vicdan, Marifetullah ve Muhabbetullah
#1
Dini-1 
   

Akıl, Kalp, Vicdan, Marifetullah ve Muhabbetullah

Kalp, maddî ve manevî olmak üzere iki manada kullanılır. Birincisine yürek, diğerine de gönül denilir. Maddî kalp, çam kozalağı şeklinde, kılcal damarlara kadar kan pompalayan ve insan hayatını devam ettiren bir organdır. Diğeri ise, şuur, vicdan, idrak ve muhabbet gibi manevî âlemlerin merkezi konumunda ve mekânı olmayan rabbanî bir duygudur. İşte insanın asıl kıymeti ve hakikati bu manevî kalp sayesinde anlaşılır ve bilinir.

Kalbe, beytullah ve arş-ı Samedani de denilmiştir. Bir cevher-i mücerret olan kalb, bütün âlemleri içine alacak kadar geniş olmasındandır ki, İslâm alimleri, “İnsan âlemleri içine alan bir nüsha-i kübradır.” demişlerdir.

Kalbe, İslâmiyet’in mahalli olması hasebiyle Sadr, Hakk’a muhabbetin menşei olması cihetiyle Şiğâf, Rü’yetullah’a mazhar olmasıyla Fuâd, dini bilmenin ve imanın mahalli olması noktasından Habbet-ül- kalp ve esma-i ilâhiyeye ayine olması bakımından da Mehcetü’l- kalp denilmiştir.

Kalp, imanın mahalli, marifet ve muhabbetin, sıfat ve esma-i ilâhiyenin tecelligâhı, bütün feyizlerin ma’kesi ve manevî duyguların merkezidir. Kudsî bir hadiste Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Ben yerlere ve göklere sığmadım, ancak mümin kulumun kalbine sığdım. (Yani onun ile bilindim.)”

Âyine-i samed olan kalp, beden ikliminde itaat olunan bir melik gibidir. Cenab-ı Hakkın marifet ve muhabbetine mazhar ve ayna olan bu kalbin değeri, bütün tasavvurların fevkindedir.

İnsanı Allah’a dost eden ve sevdiren muhabbettir. Eğer o kalp, iman, marifet, muhabbet ve fazilet gibi ulvî hakikatlere ayna olursa, diğer duygular da onun ile kıymet kazanır ve nurlanır. Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Vücutta bir parça vardır ki, o sağlam olursa bütün vücut sağlam olur. O bozuk olduğu zaman bütün vücut harap olur. Dikkat edin, işte o kalptir.”

Kalbin hayatı iman, marifetullah ve muhabbetullah; ölümü ise, küfür ve günahlarda ısrar iledir. Bediüzzaman Hazretleri bu tehlikeyi şöyle dikkat çeker:

“Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.”1

Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Allah’ın, göğsünü İslâm’a açtığı, böylece Rabbinden bir nur üzere bulunan kimse, kalbi imana kapalı kimse gibi midir? Allah’ın zikrine karşı kalpleri kaskatı olanların vay haline! İşte onlar açık bir sapıklık içindedirler.” 2

Bu ayet, nur-u iman ile kalbi genişleyen ve nuraniyete eren bir kimse ile, gaflet ve cehalet içinde kalan ve Allah’ı zikirden yüz çeviren ve böylece kalbi katılaşan kimsenin bir olmayacağını açıkça ifade etmektedir.

Evet, Allah zikredilince mü’minin kalbinde havf ve haşyet, O’na karşı tazim ve tebcil hissi tecelli eder; imanı artar, kalbi tenevvür eder, tasdikleri daha ziyade kuvvet bulur. Cenab-ı Hak bu hususu bir ayette şöyle ifade buyurur:

“ Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah zikredildiği zaman kalpleri ürperir, Onun ayetleri kendilerine okunduğu vakit (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler.” 3

Kalbin uyanık olması zikir ile meşgul olmak, gaflette olması da ondan uzak kalmaktır. Zira zikir gafleti izale eder. Demek ki, kalbi, haram nazardan, yalandan, gıybet, kin ve haset gibi ahlak-ı seyyieden muhafaza edip, onun ıslahına çalışmak ve onu marifetullah, muhabbetullah, ubudiyet ve zikir ile “kalbi selime” kavuşturmak, insanın en mühim ve hayati vazifelerinden biridir.

Kalb-i selim sahibine şeytan yanaşıp vesvese veremez. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur: “O gün ki, ne mal faide verir, ne de evlatlar. Ancak Allah’a selim bir kalp ile varan kimse müstesna.” 4

Kalbini şirk ve nifak gibi marazlardan selamete erdiren kimsenin malı ve evladı faydalı olur. Dünyada selâmet-i kalbe ve sağlam bir imana sahip olunmalıdır ki, ahirette de saadet ve selamete kavuşulsun.

Evet, kalbin rikkati Allah korkusu; sefası, müminler hakkında iyi düşünüp, onları Allah için sevmektir. Kalbin selabeti de din düşmanlarına karşı şiddetli ve izzetli olmak ve müminlere karşı da zillet içinde merhamet ve muhabbet göstermektir. Peygamber Efendimizin (asm.) sürekli okuduğu “Allah’ım! Senden seni sevmeyi, seni sevenleri sevmeyi, senin rıza ve muhabbetine kavuşturan amel-i salihi işlemeyi niyaz ederim.” duasını her mümin, kâmil imanı kazanmak için lisanından düşürmemelidir. Zira, insanın kalbi, Allah’ın ve Hazret-i Peygamberin (s.a.v) muhabbeti ile dolmazsa kemal-i imanı elde etmiş olamaz.

Evet, kalp, Allah’a dost olmanın, O’nu sevmenin ve O’nu zikretmenin şevk ve heyecanı ile mesrur olur. O cemalin didarına velev bir saniyecik olsun nail olmak, o kalp sahibi için cennetlere değişilmez bir makam-ı âlâdır.

Bir insan, kalp ve ruhunu, akıl ve hissiyatını kelime-i tevhid ile tenvir ederse, derece derece kemal-i imanı kazanır, Allah’ın feyzine, rızasına ve saadet-i ebediyeye mazhar olur.

Allah için olan muhabbetler hem lezzetli, hem daimi, hem kedersiz ve hem de sevaplı olur. İnsanı dünya ve âhiret saadetine mazhar eder. Eğer dünya zevkleri ve maşukaları, cazibeleri ile o kalbi kendisine çekmese, o kalp, muhabbet ve aşk-ı ilâhinin neşesiyle huzur bulur. Zira, o cemalin sonsuz cazibesi, sürur-u zevki ve O’nun muhabbeti, fani ve geçici olan dünyanın birkaç günlük zevkiyle mukayese edilmez. İnsanın kalbine yerleştirilen nihayetsiz muhabbet, nihayetsiz cemal ve kemal sahibi olan Cenab-ı Hakk’ı sevmesi için verilmiştir.

“İnsan, kâinatın en câmi' bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir.”5

Dünya, insanın arzu ve emellerini tatmin için kâfi değildir. Bunun içindir ki, dünyanın güzel manzaralarını kısa bir zamanda temaşa edip; onun zevk ve sürurlarını tatmak, ancak insanın iştihasını açar, fakat doyurup tatmin etmez.

“Ancak o ruhun arzularını ve meyillerini tatmin ve temin edecek, âlem-i âhirettir.” 6

İnsan, ebed için yaratıldığından onun kalbi, dünyanın fani lezzetleri ile asla tatmin olmaz; ancak ebedi alemde, ebedi nimetlerle tatmin olur. İnsan, ancak zevali mümkün olmayan Kâdir-i Zülcelal’e kalbini bağlayıp, O’na intisap etmekle saadete kavuşur. Böyle bir insan her şeye rağmen, ömrünü daima elemsiz ve kedersiz geçirir.

Saadet ve sürurla yaşamak isteyen bir kimse, kalbini asla fanî ve zevale mahkum olan şeylere bağlamaz. Zira, dünyada mükemmel bir saadet yoktur. Uzaktan sesini duysak bile kendisine kavuşmak mümkün değildir. Dünya ancak ızdırap, meşakkat ve musibetlerin mahallidir. Bediüzzamanın ifadesiyle; “Bir lezzet verse, bin elem takar çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.”

Dünyada fazilet ve marifetten başka hiçbir şey insanı tatmin ve mutlu edemez; onu saadete kavuşturamaz. Nitekim Cenab-ı Hak mealen şöyle buyurmaktadır: “İyi biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı zikretmekle (anmakla) huzur bulur.”7



Vicdan
, insanın kendi fiil ve hareketlerini tetkik ve muhakeme ederek, lehinde veya aleyhinde hüküm veren sadık bir hâkim ve gizli bir histir. Bediüzzaman Hazretleri de vicdanı şöyle tarif eder:

“Vicdan, fıtrat-ı zîşuurdur.” 8

Cenab-ı Hakkın insanların kalbine ihsan ettiği bir marifet nuru olan vicdan, hayrı kabul ve şerri reddeden, haksızlığı kabul etmeyen emin bir mürşittir. Saadet, istikamet, nefis muhasebesi, tedbir, insaf, merhamet ve adalet gibi ulvi hasletler vicdanın mümeyyiz vasıflarındandır.

Vicdanın en önemli ve en birinci özelliği, insana sonsuz aciz ve fakir olarak yaratıldığını her zaman hatırlatmasıdır. Böylece insanı, Halık’ını aramaya sevk eder. “Evet fıtrat ve vicdan akla bir penceredir. Tevhidin şuaını neşrederler.”9 İnsan, bütün düşmanlarına karşı onu koruyacak bir Kadir-i Mutlaka dayanır ve Ondan medet ister. Bütün ihtiyaçlarını yerine getirecek bir Ganiyyi Rahim’in dergahına iltica eder. Her vicdan sahibi bütün bu kainatı ve içindeki eşyayı ona hizmet ettiren bir zatın varlığını kabul eder. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder:

“ Akıl ta'til-i eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de; onu görür, onu düşünür, ona müteveccihtir.”10

“Vicdan, cezbesi ile Allah’ı tanır.”11

Ayrıca insanın uzun yaşama arzusu, ölmek istememesi de onun vicdanındaki beka arzusundan kaynaklanmaktadır. Zira, insanın vicdanında bekaya arzu ve ebediyete meyil ve iştiyak vardır. Bediüzzaman bu hakikati şöyle ifade eder:

“İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse "Ebed!.. ebed!" sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahluktur.” 12

Bundan dolayıdır ki, hiçbir insanın, vicdanından gelen “Necisin? Nereden geliyorsun? ve Nereye gidiyorsun?” gibi müthiş suallerin cevabını düşünmemesi ve onların cevabını bulmadan huzur ve rahata kavuşması mümkün değildir Bazı kimseler zaman zaman vicdanlarını rahatsız eden bu gibi suallerin cevabını düşünmeden işi halletmeye çalışırlar. Halbuki, inanma hissi insanın fıtratında ve vicdanında dercedilmiştir. Bazıları da bu fıtri hissi teslis inancı gibi batıl inanışlara saparak bulmaya çalışmışlardır. Bir kısmı da insana uluhiyet isnat etmiş, kimisi de kendileri gibi mahluk olan güneşe, ateşe, nehire, yıldızlara ve sığıra taparak dalalete sapmışlardır.

Halbuki Bediüzzaman Hazretleri insanın ancak Allah’a ve ahirete iman etmesiyle vicdanının tatmin olacağını şöyle ifade eder:

“Ey insan! Senin nokta-i istinadın ancak ve ancak Allah'a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdad ise ancak âhirete olan imandır. Binaenaleyh bu her iki noktadan haberi olmayan bir insanın kalbi, ruhu tevahhuş eder; vicdanı daima muazzeb olur. Lâkin birinci noktaya istinad ve ikincisinden de istimdad eden adam kalben ve ruhen pekçok zevk ve lezzetleri, ünsiyetleri hisseder ki; hem müteselli, hem vicdanı mutmain olur.”13

Hakkı kabul, haksızlıktan nefret etmek vicdanın şanındandır. Vicdan o kadar doğrudur ki, sahibini her zaman mahkum etmekten çekinmez. Bunun içindir ki, “Vicdan yalan söylemeyen bir muhbir-i sadıktır.” sözü darb-ı mesel olmuştur.

Vicdan, verdiği hükümlerde yanılmaz ve aldanmaz. Zira, vicdanın müsteşarı akıl ve ilimdir.

O, daima adalet ve insafı, ittifak ve ülfeti sever. Hasenattan hoşlanır, seyyiattan nefret eder. O, insanın akıl ve hakikate muhalif işlerinde, onu ölünceye kadar tazîb eder. Hayır ve hasenat yaptığı zaman ise, onu huzur ve saadete gark eder. Bu dünyada vicdanen rahat olmak kadar tatlı bir şey yoktur.

Haksızlık ve zulüm yapan bir insanın vicdan azabı çekmemesi mümkün değildir. İnsanın taşıdığı vicdanı, yaptığı zulüm ve kötülüklerden dolayı daima sahibini tazip eder. Öyle ise bir insan, bir fiili işlemeden önce çok iyi düşünmeli, eğer yapacağı iş, dünya ve ahiretine zararlı ise terk etmelidir. Hatta müftü o işin yapılmasına fetva verse bile, o kendi vicdanına danışmalı, eğer vicdanen rahat ediyorsa o işi yapmalıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) “Müftü (senin lehine) fetva verse de sen yine kalbine danış ( üç defa tekrar ederek).” buyurmaktadır. O halde tutum ve davranışlarımızda “Vicdanımıza soralım. Bakalım o ne hüküm veriyor. Halimizi ve efalimizi beğeniyorsa ne büyük şeref, ne büyük nimet! Beğenmiyor ise, kusurumuzu anlayıp ıslahına çalışalım. Onun halisane nasihatlerini can kulağıyla dinleyelim ki, saadet ve selamet ondadır.”

Bir Arif-i billâh da vicdana şöyle sesleniyor:

Ey Vicdan! Ey nur-u irfan! Seni hakkıyla kim tarif edebilir. Sen melekut âlemine mensup mücerret bir mana-yı muallasın. Letafet ve nezahette ancak ruh sana şerik olabilir. Ruh nasıl göze görünmezse, nasıl idraki mümkün değilse, nasıl latif ve şerif bir cevher-i nuranîyse sen de öylesin. Evet, her ikinizin mahiyeti de biz insanlara göre birer muammadır. Fakat mevcudiyetiniz faaliyetiniz ile bilinir.

Ey Vicdan! Ey Feyz-i Yezdan! Âlem senin ulvî şanına hayrandır. Hayır ve şerri, hak ve batılı gayet kat’i bir isabet, bir vukuf ve irfan ile tefrik ve temyiz ederek doğru yolu bize gösteren sensin. Hasenatımızı takdir, seyyiatımızdan dolayı bizi tevbih ve tazip eden, iyiliğimizi isteyen sensin. Kalbimizin serir-i saltanatında senin gibi bir hükümdar-ı adilin bulunması bizim için ne büyük bir saadettir!

Ey Vicdan! Ey Mürebbi-i insan! Beşeriyet her zaman senin irşadına muhtaçtır. Biz eminiz ki, dünyada beşeriyet bulundukça sen bu lütf-u irşadı esirgemeyeceksin. Şayan-ı teessürdür ki, her vakit emir ve irşadına muhalif hareketlerde bulunanlar da oluyor. Keşke onlar seni dinleselerdi de ebedi bir azap ile mahkum ve muazzep olmasalardı.”

Cenâb-ı Hakk’ın insana lütfu, keremi ve inayeti aşikârdır. Her hayır ve nimetin, saadet ve huzurun tükenmez menbaı yine O’nun ihsanıdır. Faraza Cenab-ı Hak, kullarından şükür istemese bile, insanın vicdanı, böyle rahmet ve kerem sahibi bir Zat’a karşı sonsuz hamd ve şükretmeyi emreder. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” sözü darb-ı mesel olmuştur. İnsana verilen kalp, ruh ve akıl gibi enfusî nimetler ile göz, kulak ve dil gibi afaki nimetlerin hatırı ve şükrü nasıl ödenir? Her insan vicdanen bilir ki, başta vücudu olmak üzere bütün bu nimetler hep Allah’tandır.

Bediüzzaman bu hakikati şöyle ifade eder:

“Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünki kendisinin eser-i san'atı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lakita olarak temellük de etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için yere atılmış da insan almış değildir. Ancak o vücud hâvi olduğu garib san'at, acib nakışların şehadetiyle, bir Sâni'-i Hakîm'in dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur. O vücudda yapılan binlerce tasarrufattan ancak bir tane insana aittir.

Ve keza esbab içerisinde en eşref, en kuvvetli bir ihtiyar sahibi insan iken, ef'al-i ihtiyariye namıyla kendisine mal zannettiği ef'alin ekl, şürb gibi en âdi bir fiilin husulünde, yüz cüz'ünden ancak bir cüz'ü insana aittir.”14

Şunu da belirtmek isterim ki, bir insanın sadece fen ilimlerinde terakki etmesi onun en ince sırlarına vakıf olması, dünyada mesleğinin zirvesine çıkması yeterli değildir. Akıllı insan, hem dünyaya, hem de ahirete ait işlerini beraberce yürütür. Dünya nimetlerinden faydalanmak için elinden geleni yapar, mesleğinde en ileri olduğu halde, ahiretini de dünya için asla ihmal etmez. “En bahtiyar odur ki, dünya için ahiretini unutmasın” hakikatina uygun yaşar. Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “(Onlar), nice erler ki, ne ticaret, ne de alışveriş kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymaz; Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden korkarlar.”15 İşte bu insanlar, erbabı hikmet nazarında bahtiyardırlar. Zira bunlar,“Allah’ın sana verdiği şeylerden ahiret yurdunuara. Dünyadan da nasibini unutma.”16 ayetinin manasına uygun olarak yaşarlar.

Evet, dünya ve ahirete ait emirleri düşünmeyen bir insan, yaratılış hikmetine uygun hareket etmemiş olur. Böyle insanlar, aklen, vicdanen ve hikmeten zemme müstehaktırlar. Zira, en şerefli ve en mükerrem insan, dünya ve ahiretini muvazene ile götürendir. Sadece dünyaya hasr-ı nazar eden ve ahireti hiç düşünmeyen insanın vicdanı onu daima huzursuz edecektir. Cenabı Hakk’ın sayısız nimetlerinden istifade edip, O’na ibadet ve şükür etmemek en büyük bir nankörlüktür.

“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassub, ikincisinde hile, şübhe tevellüd eder.”17

Sual: Bazı insanlar yaptıkları zulüm ve kötülüklerden dolayı neden vicdanen rahatsız olmuyorlar hatta lezzet alıyorlar?

Cevap: Bu sualin cevabına geçmeden Bediüzzaman Hazretleri’nin şu veciz sözlerine kulak verelim:

“Hiçbir fâsık yoktur ki, sâlih olmasını temenni etmesin ve âmirini ve reisini mütedeyyin görmek istemesin. İllâ ki, el'iyazü billah irtidad ile vicdanı tefessüh edip, yılan gibi zehirlemekten lezzet alsın.”18

Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, bazı insanlar fıtratlarındaki ulvî ve nezih his olan vicdanları ve kalplerindeki nur-u marifet söndüğünden dolayı yaptıkları zulüm ve cinayetlerden müteessir olmuyor, hatta gurur duyuyorlar. İşte bunlar ayetin ifadesiyle “hayvandan daha aşağı” bir derekededirler. Eğer bütün insanlar bozulmamış birer vicdana sahip olsalardı, insanlık âleminde işlenen bu zulüm ve cinayetler asla olmazdı. Yine Bediüzzaman’ın buyurduğu gibi; “ vicdan bu derece teellüme tahammül edemediğinden; o yolda giden, iki şeyden birisine mecbur olur. Ya insaniyetten tecerrüd edip nihayetsiz vahşeti iltizam ederek öyle bir kalbi taşıyacak ki, kendi selâmetiyle beraber umumun helâketi onu müteessir etmesin veyahud kalb ve aklın muktezasını ibtal etsin.”19



Ölmeden önce vicdan muhasebesi yapmak

İnsan, her gün kendini hesaba çekmeli ve âhiret için ne gönderdiğine bakmalıdır. Bunu yapmak aklın ve vicdanın gereğidir. İnsanın ebedi hayatını kazanması ve ebedi saadetlere nail olması, ancak bu fanî dünyada yapmış olduğu ibadetlerine, hayır ve hasenelerine bağlıdır.

Bir ayette mealen şöyle buyurulmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’ın azabına maruz kalmaktan korunun. Herkes yarın âhireti için ne gönderdiğine dikkat etsin.”20

Hazret-i Ömer de (ra.), “Hesaba çekilmeden evvel, kendinizi hesaba çekiniz.” buyurmuştur.

Dünyaya gelmiş ender dâhilerden ve hükemalardan biri olan Franklin, “Ben kendimi çok günahların içinde görüyorum. Onun için nefsimin arzularına uymayarak ve yaptıklarıma dikkat ederek, onu ıslaha çalışıyorum.”

“Defterimde hatalarımın azaldığını görmek beni vicdanen ve ruhen rahatlattı. Hayatım boyunca Cenab-ı Hakkın birçok lütuf ve ihsanlarına mazhar oldum.” “Nefsini tanıyan, Halık’ını tanır” hakikatini anladım.” demiştir.

İşte bu zat, insanın kendini bilmesi ve muhasebe etmesi için on üç tavsiyede bulunmaktadır.

Yazar: Mehmed Kırkıncı, 10-7-2010



Ruha Açılan Kapı: Kalp


“Bedende bir et parçası vardır. O parça iyi ve sağlam olursa bütün beden sağlam olur. Bu parça bozuk olursa beden bozuk olur. Biliniz ki, o et parçası kalptir.” (Hakîm Tirmizî, Nevâdiru’l-Usûl, II, 94)

İnsanın mahiyeti, madde ile mânânın birleştiği yer, akıl ve ruh, Allah’ın tecelli ettiği mahal ve ilâhî latife gibi bir çok anlama gelen kalp, başka dillerde tam olarak karşılıkları olmayan “gönül ve can” gibi kelimeleri de ifade eder. (Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara 1997, 422-423; Ferid Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, XIII. baskı, yay. haz: A. S. Güneyçal, Ankara 1996, 483)

Kelime anlamı, “dönmek, çevirmek” olan kalp, sürekli dönen ve tarayan bir radar gibidir. O hiçbir şeye sabitlenemez ve bağlanamaz; dolayısıyla sürekli kutsalı arar ve araştırır. “Lâ ilâhe illallah turnusol testi ile” kalp, var edilenlere tapılmayacağını ve kulluk edilmeyeceğini hatırlatarak tevhide işaret eder. (Robert Frager, Kalp, Nefs ve Ruh, çev: İbrahim Kapaklıkaya, II. baskı, İstanbul 2003, 48  )

Derin zeka ve irfanı içinde barındıran kalp, aynı zamanda marifetin de mekânı ve merkezidir. Sûfîler için varılmak istenen maksat; yumuşak, duyan, hisseden ve şefkat dolu bir kalp geliştirmek ve kalbin derin kavrayışını tekâmüle erdirmektir. Kalbin bu derin kavrayışı, aklın soyut zekasından daha sağlam köklere dayanan bir kavrayışı haber verir. Kalp gözü açıldığında, görünmeyen âlemin kapıları açılacak ve ötelerin ötesi temaşa edilecektir. Kalp kulağı açıldığında ise, sözlerin ötesinde gizlenen hakikatin derin sessizliği tüm varlığıyla hissedilecek ve duyulacaktır. (Frager, Kalp, Nefs ve Ruh, 28  )

Kutsalı Arayan Mabet

İlahî kıvılcım, ruh ve aşk kalpte mekân bulur. Nitekim kalp, kutsalı arayan kutsal bir mabet ve tapınaktır. Bunun için sûfîler, bu muhteşem mabedin mihmandarları olduklarından bütün insanlığa saygı, hürmet ve nezaketle muamele ederler ve karşılık verirler. Nitekim bu mukabele ile hâsıl olan ve aynı zamanda tasavvufun da özü olan sevginin mekânı da kalptir. (Frager, Kalp, Nefs ve Ruh, 28  )

Kutsal kıvılcımın mekânı olarak insanın içinde hâlkedilen mabet için kutsî bir hadiste Azîm olan Allah şöyle buyurur: “Bütün göklere ve yerlere sığmayan Ben, ihlaslı müminin kalbine sığarım”. (Hadisçiler, bu hadisin sıhhatini tasdik etmemişlerdir) İnsanın içindeki mabet yani kalp, yerkürenin en kutsal tapınak ve ibadetgâhlarından daha değerlidir. Bir insanın kalbini ve gönlünü kırmak ve incitmek, en büyük ibadet mahallerine zarar vermekten daha büyük hakkı ve sorumluluğu içinde barındırır. (Frager, Kalp, Nefs ve Ruh, 48  )

Bedenin Merkezi

İnsanın içindeki mabet olan kalp, aynı zamanda tüm duyguların sığınağı, merkezi ve makarrıdır. Tüm duyular ve algılanan şeyler önce kalbe ulaştırılır. Kalp de bunları anlaşılması için beyne iletir. Eğer kalbin duyu gücü olmasaydı, bu duyular hükümsüz olur, boşa giderdi. Bu, doğuştan kör olan birisinin nesneleri tasavvur etmesinin mümkün olmaması gibi bir hâli hatırlatır. Nitekim, “Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (Hac, 46) ayeti de buna işaret eder. (İhvânu’s-Safâ, Resâilu İhvâni’s-Safâ ve Hullâni’l-Vefâ, neş: Butros el-Bustânî, Dâru Sâdır, Beyrut, trz, I, 105-106; İhvân-ı Safâ, Risâletü Câmiati’l-Câmia, 358  ) Bu bağlamda filozoflar kriter olarak aklı öne çıkarırken, sûfîler daha çok keşf ve ilhama daha fazla önem vermişlerdir. Ancak bunu yaparken akla alternatif olarak keşfi öne çıkarmazlar. Onlar, akılda derinleşmekle akıl nurunun ötesine vararak elde edilen keşfi idrak ederler.

İnsanın şekle büründüğü bedeni, doğumundan sonra gelişme kaydettiğinde, beyin tıpkı bir krallık gibi diğer azâların itaat ettiği bir yönetici veya bir şehir gibi faaliyetlerini sürdürür. (Resâil, I, 29; er-Risâletü’l-Câmia, 124, 129-130) Ancak insanın en soylu organı kalp, vücudun merkezidir. (Resâil, III, 394) Kalp sadece ruhî idrak sürecinde bir merkez değildir, aynı zamanda fizyolojik nefes alma süresinde de en büyük rolü oynar. Hava boğazdan, temizlenmek için akciğere girer; daha sonra ısısını gidermek için kalbe girer. Oradan atar damarlara ve vücudun bütün parçalarına ulaşır. Hava, dönüşünde tekrar kalbe, oradan akciğerlere girer. Oradan da vücudun ısısını taşı(Zeker) boğazdan dışarı çıkar. Çoğu Müslüman yazara göre kalp, sadece hayat veren nefes alma etkinliğinde değil, aynı zamanda zeka gibi o da vasıtasız ve merkezîdir. Böylece kalp ile idrak ve hayat ritimleri arasında, aklî meleke ile beyin arasındaki dolaylı ilişkiden daha yakın bir ilişki vardır. (Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm Kozmoloji Öğretilerine Giriş, 116)

Yönetici Organ

İslâm filozoflarında kalbin donanımı için selim bir akıl, derin tefekkür temel ölçüt iken, sûfîlerde tefekkürün yanında bir o kadar murakabe, mücahede ve riyazet de önemlidir. (Bayram Ali Çetinkaya, Sayıların Gizemi ve Tasavvufun Dinamikleri -İhvân-ı Safâ Modeli-, İstanbul 2008, 133)

Tefekkür, murakabe ve riyazetle kemâlata erişen kalp, yönetici organ olarak diğer bütün organların kendisine boyun eğdiği ve hizmet ettiği merkezî bir fonksiyon icra eder. Mesane böbreğe, böbrek karaciğere, karaciğer de kalbe hizmet eder. Diğer organların durumu da benzer özellikler taşır. (Fârâbî, el-Medinetü’l-Fâzıla (İdeal Devlet), açıklamalı çev: Ahmet Arslan, II. baskı, Ankara 1997, 76)

Bütün uzuvların kendisine itaat ettiği kalbin çok sayıda askeri olduğu gibi, bir o kadar düşmanı da çoktur. Bu şuna benzer; insanoğlunun bedeni bir şehir gibi düzenlenmiştir. Onun organları, parmakları, o şehrin sanat erbabıdır. Şehrin padişahı kalp, veziri ise akıldır. Ülkenin koruması ve inkişâfı için padişahın tebaasına ihtiyacı olduğu şekliyle, gönül padişahının da benzer ihtiyaçları söz konusudur. Ancak bu sayede beden ülkesi imar olur ve ordusu galip gelir. (Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, çev: Ali Arslan, İstanbul 2004, 36)

Beden ülkesinin hükümdarı olan kalp, meleklerin sahip olduğu cevher türünden bir özelliğe maliktir. Ona bahşedilmiş güçler vardır. Maddî dünyadan bazı şeyler, onun emri altındadır. Nitekim herkesin özel âlemi, kendi vücududur. Beden ise, kalbin (ruhun) buyruğuyla hareket eder. Kalp emir verince, parmaklar harekete geçer. Kalpte kızgınlık belirince, bedende terleme ortaya çıkar. “Bu da meleklerin tasarrufu ile yağmurun yağmasına benzer. Kalpte şehvet belirince, bir yel hâsıl olup şehvet âletine yönelir ve ona kuvvet verir. Yemek yeme düşüncesi meydana gelince, dilin altındaki kuvvet hizmet için ayağa kalkar ve tükürük çıkarmaya başlar, yemeğin boğazdan kolay geçmesi için ıslatır. Çünkü kuru yemeğin boğazdan geçmesi zor olur.” (Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, 48  )

Manevî Kalp ve Fizikî Kalp

Manevî kalp, fizikî kalp gibi bir vazifeye sahiptir. Fizikî kalp, insan bedeninde merkezî bir konumdadır. Manevî kalp ise nefis/alt benlik ile ruh arasında bir yerde mekân bulur. Fizikî kalp, bedeni düzenler ve yönetir; manevî kalp ise ruhu idare eder. Fizikî kalp, taze oksijenli kanı vücuttaki her bir organ ve her bir hücreye göndermekle bedeni besler. Bununla birlikte damarlar kanalıyla kirli kanı toplar. Manevî kalpte hikmet ve nur saçarak ruhu beslerken, kişiliği de reziletlerden arındırır ve erdemlerle bezer. Kalbin bir cephesi maneviyat âlemine, diğer cephesi ise nefsin/alt benlik ve menfî vasıflarımıza yöneliktir.

Fizikî kalp yaralandığında, hastalık kaçınılmazdır; eğer ileri derecede hasar görmüşse ölümden başka seçenek hâli ortada kalmaz. Kalp, nefsin/alt benliğin olumsuz özellikleriyle boyanırsa, ruhen marazlı hâle düşer. Şayet kalp, nefsin hakimiyeti altına rıza gösterirse, manevî hayat son bulur. (Frager, Kalp, Nefs ve Ruh, 46-47)

Her organın idarî merkezi kalptir. Her organın hissedeceği şeyleri vardır, ondan başkasını hissedemez. Mesela görme duyusu göz bakmayla ilişkilidir; işitme duyusu kulak duymayla ilişkilidir; koklama duyusu burun koklamayla ilişkilidir. Tatma duyusu ağız tatmayla ilişkilidir. Bütün bu organlar hissettiklerini kalbe ulaştırır. Buradan da kalp duyusu ortaya çıkar. Kalp duyusunun gücü, diğer organlardan aldığını idrak etmesi için akla iletmesinde görülür. Eğer kalp duyusunun gücü bulunmasaydı, diğer organlar işlevsiz hâle gelirdi. Kör olarak dünyaya gelen insan, gökyüzünü ve onun hangi yönde olduğunu tasavvur etmekten yoksundur. Nitekim Her Şeyi Gören/Basar, şöyle buyurmaktadır:‘...Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.’ (Resail, III, 105-106)

Âlim ve Ârif Olan Kalp

Vücuttaki kalp, insan şeklinde şekillenmiş, suretlenmiş ve yaratılmıştır. Onun için var edilenlerin bedeninde en şerefli organ olmuştur. Zirâ, kalbin görme duyusu göremeyeceği şeyleri gören bir basireti; sesleri idrak edip idrak ettiklerini işitme duyusuna ileten kulakları/alıcıları; aşığın maşukunu sorma ve onun yanında bulunmayı arzulaması gibi, kaybettiği mahsusata bir özlem duyan dokunma duyusu bulunmaktadır. (Resâil, III, 106)

Şu halde ruhanî latif bir varlık olarak kalbin, cismanî kalbe ilişkisi söz konusudur. Ancak insanın hakikati ruhanî kalptir. İnsanda anlayan, âlim ve ârif olan bu kalptir. Hitap edilen, cezalandırılan, azarlanan ve aranan kalp yine bu kalptir. (Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Din, çev: Ahmed Serdaroğlu, İstanbul 1975, III, 9)

Batılı insan için “kalp sahibi”, derinden hisseden ve kavrayan kişidir. Sûfîlikte ise kalp, çok daha zengin ve karmaşıktır. Çünkü kalp, insanın sadrında mekân bulmuş ilahî bir mabettir. Kalp, Rahman tarafından içimizdeki “kıvılcımın” membaı olarak tasarlanmıştır. Bundan dolayı kalbi temizlemek ve onu açmak, Allah’ın huzuru için onu bir tapınak olmaya hak eder hâle getirmekle mümkündür. (Robert Frager, Kalp, Nefs ve Ruh, çev: İbrahim Kapaklıkaya, II. baskı, İstanbul 2003, 63)

Not:: Bu yazı, Diyanet Avrupa Aylık Dergi Şubat 2009 sayısında yayınlanmıştır.

Doç. Dr. Bayram Ali Çetinkaya
Cumhuriyet Üniv. İlahiyat Fak





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)