Thread Rating:
  • 5 Vote(s) - 3 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Dördüncü Halîfe emîr-ül mü’minîn Esedillahi Gâlib Alî ibni Ebî Tâlibin “r.a.” Menkıbeleri 2. Bölüm
#1

Dördüncü Halîfe emîr-ül mü’minîn Esedillahi Gâlib Alî ibni Ebî Tâlibin “r.a.” Menkıbeleri 2. Bölüm

Otuzbirinci Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ”
rivâyet etmisdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem”, Fâtıma-tüz-zehrâ “radıyallahü anhâ” hazretlerini,
Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü anh” hazretlerine nikâh etdi. Fâtıma-
tüz-zehrâ dedi ki, yâ Resûlallah! Beni tezvîc etdin bir fakîr
kimseye ki, hiçbir nesnesi yokdur. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Yâ Fâtıma! Sen râzı olmaz
mısın ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri yer ehlinden
iki kimseyi seçdi. Biri babandır, biri zevcindir.)
Otuzikinci Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ
anhümâ” buyurdular ki, bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri bizim ile ikindi nemâzını kıldı. Sonra,
mubârek arkasını mihrâba dönüp, buyurdu: (Ey insanlar!
Ey muhâcir ve ensâr! Size Alî bin Ebî Tâlibin fazîletlerinden
haber vereyim mi?) Biz evet, analarımızı ve babalarımızı fedâ
ederiz, dedik. Buyurdu ki: (Benim habîbim Cebrâîl aleyhisselâm
beni mi’râca iletdigi gece, dördüncü gökde bir sahsı gördüm.
Bir taht üzerinde oturmus. Alî bin Ebî Tâlibin sahsı gibi.
Ben durdum ona bakdım. Cebrâîl aleyhisselâm bana ne sey seni
durdurdu, dedi. Dedim ki: Yâ habîbim Cebrâîl! Bu Alî bin
Ebî Tâlibdir ki, benden önce gelip, bu mekâna oturmusdur.
– 328 –
Cebrâîl dedi ki: Bu hazret-i Alî degildir. Velâkin, semâvâtın
melekleri hazret-i Alînin dîdârına ve ziyâretine mesgûl ve müstak
oldukları için, Allahü teâlâ hazret-i Alî sûretinde bir melek
halk etdi. Bu göklerin melekleri bu melek önüne gelip, bunu ziyâret
ederler. Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” hazretlerine
istiyâklarından dolayı, bu melek üzerine selâm verirler.
Var ona yakın ol. Üzerine selâm ver. Ben de yanına vardım.
Onu kucakladım. O da beni kucakladı. Ondan Alî bin Ebî Tâlibin
“radıyallahü teâlâ anh” kokusunu duydum.)
Otuzüçüncü Menâkıb: Hazret-i Câbir bin Abdüllah “radıyallahü
teâlâ anh” bildirmisdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinden, Alî bin Ebî Tâlibin dogumundan
soruldu. Buyurdu ki: Dogan evlâdın iyiliginden süâl ediniz.
Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, Alî “kerremallahü vecheh”
ile beni aynı nûrdan halk etdi. Her ikimiz bir nûrdanız.
Gökleri ref’ etmeden evvel ve yerleri bast etmezden evvel, bizi
halk etdi. Biz, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin huzûrunda
tesbîh ederdik. Yok olmadan bir neslden bir nesle intikâl etdik.
Tâ Abdülmuttalibe erisdik. Sonra ben, Abdüllaha intikâlden
sonra, Âminede vedî’a olundum. Hazret-i Alî, Ebû Tâlibe
intikâlden sonra, Fâtıma binti Esed katına vedî’a olundu. Allahü
Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bizi pâk ve tâhir vücûda getirdi.
Sonra hazret-i Alî Fâtıma binti Esedde karâr tutdu. Melekler
müjde verdiler. O zemân bir adam rü’yâsında gördü. Süâl
etdi, bu dogan kimdir. Dediler, o Alîdir. O vücûda geldigi
vakt, Mekke-i Mükerremede zelzele oldu. Putların hepsi yüz
üstü düsüp, ehl-i Mekkenin cümlesi korkup, dediler ki, bu gece
bir yeni hâdise zuhûr etdi. Onlar bu hâlde iken bir nidâ edici nidâ
etdi. Hâlbuki hiç kimseyi görmediler. Hazret-i Alî anası Fâtıma
binti Esedden dogdu. Gök onun nûru ile ısıklandı. Yıldızlar
ziyâde oldu. Kureysliler bundan bir acâiblik, hayret edicilik
gördüler. Nidâ olundu. (Müjdeler olsun size ki, bu gece, müsrikleri
kahr edici, münâfıklara gadab edici, âbidlerin süsü, Resûl-
i Rabbil’âlemînin mührü, imâm-ül Hüdâ, göklerin yıldızı,
karanlıkların lâmbası zuhûra geldi [bu gece dogdu]).
Otuzdördüncü Menâkıb: Hazret-i Aliyyül Mürtedâ “kerremallahü
vecheh ve radıyallahü anh” buyurdular ki: Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarında
– 329 –
oturmusdum. Elimi tutdu. Medîne-i Münevverenin sokaklarında
berâber dolasdık. Bir bostâna geldik. Dedim, yâ Resûlallah!
Ne iyi bostândır. Buyurdu ki: Yâ Alî! Senin için Cennetde bundan
iyi bostân vardır. Bir bostâna dahâ geldik. Yine dedim; yâ
Resûlallah! Ne güzel bostândır. Buyurdu ki: Senin için Cennetde
bundan iyi bostân vardır. Böylece yedi bostândan geçdik.
Hepsinde ben dedim, ne iyi bostândır. O “sallallahü aleyhi ve
sellem”, senin için Cennetde bundan iyi bostân vardır, buyurdu.
Yol tenhâlasdı. Beni kucakladı. Kendi aglamaga basladı. Beni
de aglatdı. Ben dedim, yâ Resûlallah! Ne sey sizi aglatdı. Buyurdu
ki: (Bir tâifenin kalblerinde bulunan ve sana âsikar etmedikleri
düsmanlıkları için aglarım.) Ben dedim ki; yâ Resûlallah!
Ben dînimde selâmetde olur muyum. Buyurdu ki; (Evet,
dîninde selâmetde olursun!)
Otuzbesinci Menâkıb: Abdüllah bin Ebî Leylâdan “radıyallahü
teâlâ anh” rivâyet olunmusdur. Alî “kerremallahü vecheh”
hazretleri ile giderdik. Gördük ki, yaz libâsını kısın, kıs libâsını
yazın giyerdi. Bu durumdan süâl etsin diye babama söyledim.
Babam da süâl etdi. Buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” Hayber günü haber göndererek, beni çagırdı.
Hâlbuki gözlerim agrıyordu. Gitdim, dedim, yâ Resûlallah!
Benim gözlerim agrıyor. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri agzının suyunu benim gözlerime sürüp,
buyurdular ki, (Yâ Rabbî! Soguk ve sıcagın te’sîrini ondan gider!)
O günden beri ne göz agrısı gördüm. Ve ne soguk, ne sıcak
te’sîri gördüm.
Otuzaltıncı Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” efendimiz hazretleri, (Yarın sancagı bir kimseye verecegim.
Allahü teâlâ onu sever. O da Allahü teâlâyı sever) buyurdu.
Bayragı hazret-i Alîye verdiler. Ve Hayberi feth etdi.
Bu bâbda ihtilâf vardır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem”, evvelâ Hayber hisârını feth etmesi için bayragı Ebû
Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine verdi. Hazret-
i Ebû Bekr Hayberi feth edemedi. Din âlimleri bu konuda
çesidli açıklamalarda bulundular. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü
teâlâ anh” gitdigi zemân müslimânlar az idi. Kâfirler çok idi.
Az müslimânlara çok kâfirler ile muhârebe etmek vâcib degildi.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” gitdigi zemân, müsli-
– 330 –
mânlar çok idi. Kâfirler az idi. Çok olan müslimânlara kâfirler
ile muhârebe etmek vâcib idi.
Süâl: Hayberin fethi Ebû Bekr-i Sıddîk hazretleri elinde olmadı.
Hazret-i Aliyyül Mürtedâ elinde oldu.
Cevâb: Ma’lûmdur ki, Resûl-i kibriyâ Muhammed Mustafâ
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri islâmın sultânı idi.
Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri vezîri idi.
Her feth sultân askeri ile olur. Sultânın askerinin fethi de sultânın
kalbinin kuvveti ile olur. Sultânın askeri ile fethin olmaması,
sultânın kalbinin za’îfligindendir. Sultânın vezîri sultânın
önünde hâzır olmalı ki, sultânın kalbi kuvvetli olsun. Sultânın
vezîri yanında olmazsa, sultânın kalbi za’îf olur. Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” bayragı alıp, gitdi. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek kalbleri
muzdarib olup, za’îf oldu. Mubârek kalblerinin za’îf olması sebebi
ile Hayberin fethi müyesser olmadı. Ebû Bekr “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri Resûlullahın yanında hâzır olup, bayragı
bırakdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
mubârek kalbleri mutma’în olup, kuvvetli oldu. Mubârek
kalblerinin kuvveti vâsıtası ile Hayberin fethi müyesser
oldu. O feth ki, Aliyyül Mürtedânın “radıyallahü teâlâ anh”
mubârek eli ile müyesser oldu. Hazret-i Server-i kâinâtın “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” kalb-i serîflerinin kuvveti ile hâsıl
oldu. Mubârek kalblerinin kuvveti ise, Ebû Bekr-i Sıddîk
hazretlerinin huzûrları ile hâsıl oldu.
Ikinci cevâb: Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinde
bulunan bir çok hasletler Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinde yok idi. Allahü teâlâ, kulluk etmek
ve vera’ ve hasyet, sıdk ve rahmet sıfatları ile Ebû Bekr-i
Sıddîk hazretlerini süsledi. Fesâhat ve belâgat ve mehâbet ve
mertlik ve secâ’at ve muhâberât sıfatı ile Aliyyül mürtedâ “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerini süsledi [zînetledi]. Böylece ta’n
edenlerin ta’nı ve bugz edenlerin bugzu ve hîle yapıp aldatanların
hîlesi ortadan kalksın. Emîr-ül mü’minîn Alî bin Ebî Tâlib
“radıyallahü teâlâ anh” Hayberi feth etdi. Hayberin kapısı dört
bin batman idi. Agacı ve demiri ve çivileri ile berâber; ba’zıları
dediler onbesbin batman idi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ
– 331 –
anh” Hayberi feth edince bu agır kapıyı kopardı. Sag eline Zülfikârı
alıp, bir vurusla kapıyı dagıtdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri bu hâli gördü, mu’ciz beyânları ile
Sâh-ı merdânı medh edip, (Alîden baska genç ve Zülfikârdan
baska kılınç yokdur!) buyurdu.
Otuzyedinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri, Mekke-i Mükerremeyi feth etdiler. Mekkede
yüzkırk put vardı. Yüzaltmıs put da Beyt-i serîfin çevresinde
vardı. Temâmı yüz üzerine düsdüler. [Parçalandılar.] Beyt-i serîfin
içinde büyük bir put var idi ki, tastan yapılmısdı. O kaldı.
O putun agırlıgı Hayber kapısının agırlıgından çok idi. O putu
zincirler ve çiviler ile tavana ve dıvâra baglamıslar idi. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Kâ’be-i serîfe
geldi. Hazret-i Alîyi çagırdı ve buyurdu ki, (Yâ Alî! Benim
omuzum üzerine çık. Bu putun bendlerini yerinden kopar.) Alî
“radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Yâ Resûlallah! Ben kim olayım
ki, ayagımı mubârek omuzunun üzerine koyayım. Iste benim
vücûdum ve basım; yüzüm ve gözüm. Siz benim omuzum
üzerine basınız. Bu isi nasıl arzû ederseniz, öyle yapınız.) Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki:
(Yâ Alî! Sen benim gayret ve hamiyyet, nübüvvet ve risâlet yükümü
çekecek kuvvet ve tâkati bulamazsın. Eger ben gayret ve
hamiyyet ile ayagımı yedinci göke koysam, yedi kat gök ve yedi
kat yeri ayagımın altında mahv ederim.)
Nükte: Ey müslimânlar! Hadîs-i serîfler ile sâbit olmusdur
ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri hicret
gecesinde [magarada] Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerini bir mikdâr kendi omuzunda götürmüsdür.
Râfizîler Ebû Bekre “radıyallahü teâlâ anh” bugz ederler. Bu
söz, atesde mumun eridigi gibi, onların bugzlarını eritir. Sonra,
emr-i serîfleri ile, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek
omuzuna basıp, bir eli ile o putu bütün zincirleri ile, çivileri ve
bentleri ile o yerden ayırıp, atdı. Resûlullah hazretleri buyurdu
ki: (Yâ Alî! O isi ki emr etdik, mertce yapdın.) Alî “radıyallahü
anh” dedi ki, yâ Resûlallah! Ben öyle bir yerdeyim ki, eger emr
ederseniz felek [gök] içinden ayı ve günesi çekerim.
– 332 –
Otuzsekizinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri mi’râc gecesi Ars makâmında bir zemân
oturup, buyurmuslar ki, istedim ki na’lını ayagımdan çıkarayım.
Allahü teâlâ buyurdu ki, Benim Habîbim, ma’dem ki Arsı alâda
na’lın ile durmus. Sen ars makâmında öyle dur ki, Ars-ı mecîd
senin na’lının ile sereflensin. Pâdisâh-ı lem yezel ve lâ yezâl
[ya’nî Allahü teâlâ] Ars-ı azîmi Muhammed Mustafâ “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek na’lınları ile
zînetlesin. O serverin akrabâsı olan hazret-i Alîye, bir hâricînin
kalbinde bugz var ise, mumun ates üzerinde yok oldugu gibi o
hâricî mahv olmusdur.
Otuzdokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâyı “radıyallahü
teâlâ anhâ” hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh”
tezvîc etdiklerinde buyurdukları vasıyyetleri beyânındadır.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Yâ Alî! Gelini
kendi evine götürdügün zemân, çorabını ayagından çıkar.
Ayagını yıka. O suyu evin bütün köselerine saç. Böyle yapınca,
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri senin evinden yetmis dürlü
fakîrligi dısarı çıkarır. Yetmis dürlü bereketi evine dâhil eder.
Yetmis rahmeti sana nâzil kılar. O gelin ile ve onun bereketi
evin köselerine erisir. O gelin, delilikden ve diger hastalıklardan
emîn olur. Yâ Alî! Gelini ilk hafta, yogurt yimekden, ayran
yimekden, sirke ve eksi yimekden men’ et!) Hazret-i Alî “kerremallahü
vecheh”, Yâ Resûlallah! Neden ötürü bu seyleri vermemem
gerekdir, diye sordu. Buyurdu ki: (Ondan dolayı ki,
tursu ve yogurt ve ayran, rahmde evlâd olmasına mâni’ olur.
Evde bir hasır olması, dogurmayan kadından iyidir.) Hazret-i
Alî, dedi ki: Yâ Resûlallah! Sirkenin illeti nedir. Buyurdu ki:
(Sirke yiyen kadının hayzı zahmetli olur ve temizligi uzar. Kesenç
yimek, hayzı karında habs eder. Eger Hak Sübhânehü ve
teâlâ hazretleri bir evlâd verirse, dogumu zor olur. Ammâ eksi
elmâ yimek, hayz kanını keser. Onun ardından baska hastalık
zuhûr eder.) Sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî, ayın evvelinde, ortasında
ve sonunda ehline yakın olma ki, o hanımda ve o evlâdda cüzzam
ve dîvânelik [delilik] ve pislik olmasından korkulur. Yâ
Alî! Ehline asr [ikindi] nemâzından sonra yakın olma. Eger Al-
– 333 –
lahü tebâreke ve teâlâ bir evlâd nasîb ederse ahvel [sası] olur ve
seytân sası evlâda sevinir. Yâ Alî! Ehline yakınlık etdigin vakt
çok konusma ki, eger bir evlâd olursa, yiyici olur. Avret yerine
bakma. Sohbet esnâsında gözünü yumma. Evlâda körlük getirir.
Yâ Alî! Kendi ehline bir baska kadının sehveti ile yakın olma
ki, eger bir evlâd olur ise muhannes olur. Kadınlara benzemeye
çalısır. Yâ Alî! Cünüb oldugun zemân kat’i olarak
Kur’ân-ı azîm-üs-sânı okumayasın ki, korkulur ki, gökden bir
ates inip, seni yakar. Cünüb hâlde sohbet etme. Senin bir su kabın,
ehlinin bir su kabı olsun. Ayrı ayrı su kapları ile temizleniniz.
Eger bir su kabından ikiniz yıkansanız, sehvet sehvet üzerine
düser. Aranıza düsmanlık düser. Korkulur ki, talâk ve iftirâka
müncer olur. Yâ Alî! ikiniz de ayakda iken sohbet etmeyiniz
[yaklasmayınız], esekler böyle yapar. Eger çocuk olur ise, dösege
bevl eder. Yâ Alî! Ehlinle bayram geceleri bulusma! Eger
çocuk olur ise altı parmagı veyâ dört parmagı olur. Yâ Alî! Ehlinle
meyve agacı altında bulusma ki, eger çocuk olur ise kâtil
olur, kan dökücü olur. Halka zulm eder. Yâ Alî! Ay ısıgında ehline
yakın olma. Meger bir yerde örtünülmüs olasın. Eger bir
çocuk olursa, fakîrlikden ömür boyu kurtulamaz [emîn olmaz].
Yâ Alî! Ezân ile ikâmet arasında ehline yakın olma ki, eger bir
çocugunuz olur ise, kan dökmege hevesli olur. Yâ Alî! Hanımın
hâmile oldugu zemân abdestsiz ona yakın olma. Eger çocuk
olursa kör gönüllü ve bahîl elli olur.
Yâ Alî! Sa’bânın ortasında, Berât gecesi ehline yakın olma,
eger aranızda bir çocuk olursa, derisinde, tüylerinde ve yüzünde
kötü nisânlar olur. Yâ Alî! Hanımına bacısının [baldızının]
sehvetiyle yakınlık etme ki, eger bir çocuk olursa, hırsız olur ve
halkın felâketi onun eli ile olur. Yâ Alî! Ehline etrâfında dıvâr
olmıyan damda yakın olma ki, eger aranızda bir çocuk olursa,
münâfık ve mürâi, mübtedi’ [bid’at sâhibi] ve kumarbâz olur.
Yâ Alî! Sefere çıkacagın gece ehline yakın olma ki, eger bir çocuk
olursa, malını harâm yerlere harc edici olur. Sonra meâl-i
serîfi (Malını saçıp dagıtanlar, seytânın kardesleridir) âyet-i kerîmesini
okudular. [Isrâ sûresi 27.ci âyet-i kerîmesi.]
Yâ Alî! Üç günlük seferden geldigin gecesi ehline yakınlık
etme. Bir çocuk olursa zâlim olur. Yâ Alî! Pazartesi gecesi ehline
yakınlık edersen, aranızda bir çocuk olursa, hâfız-ı Kur’ân
– 334 –
olur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kısmetine râzı olur.
Yâ Alî! Salı gecesi ehline yakınlık edersen, çocuk hâsıl olursa,
mü’min olur ve iyi huylu olur. Rahîm gönüllü [yumusak kalbli],
cömert elli, yalandan, bühtândan ve gıybetden temizlenmis dilli
olur. Yâ Alî! Persembe gecesi ehline yakınlık et ki, eger çocuk
olur ise, hikmeti çok hakîm olur. Ve ilmi çok âlim olur ki,
ilmi ile âmil olur. Persembe günü ögleden evvel ehline yaklassan,
eger aranızda bir çocuk olursa, aslâ seytân ona ölene kadar
yaklasamaz. Dünyâda ve âhıretde selâmetde olur. Eger Cum’a
gecesi ehline yakınlık edersen, bir çocuk olur ise, Kâri-i Kur’ân
olur. Veyâ hatib olur. Veyâ Vâiz olur. Eger Cum’a günü hanımına
yakınlık edersen, bir çocuk olursa, âlim olur. Dindârlıgı
ile ma’rûf ve meshûr olur. Eger Cum’a gecesi isâ [yatsı] nemâzından
bir sâat sonra ehline yakınlık edersen, eger bir çocuk
olursa, ebdallar [velîler] cümlesinden olur. Yâ Alî! Ehline gecenin
evvel sâatinde yakınlık etme ki, eger bir çocuk olursa câdı
ve kâhin olur. Dünyâyı âhıret üzerine tercîh eder. Yâ Alî! Benim
vasıyyetlerimi ezberle ki, Allahü teâlânın izni ile sana fâide
versin.)
Kırkıncı Menâkıb: Diger vasıyyetleri açıklamakdadır.
Emîr-ül mü’minîn Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” rivâyet
buyurmuslardır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” beni huzûr-u serîflerine çagırdı. Buyurdular ki: Yâ Alî!
Sen bana Hârûn aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâma oldugu gibisin.
Fekat benden sonra Resûl gelmez. Sana vasıyyet ederim,
dinleyip, ezberlersen, sükr edenlerden olursun ve sehîd olursun.
Allahü teâlâ hazretleri seni kıyâmet gününde fakîh ve
âlim olarak diriltir.
Yâ Alî! Bil ki mü’minin üç alâmeti olur. Nemâz kılmak, oruc
tutmak ve sadaka vermek. Münâfıkın da üç alâmeti olur. Baskalarının
yanında nemâzın rükû’unu ve sücûdunu [secdesini]
tam yapar. Tenhâda hiçbir rüknü yerine getirmez. Medh etdikleri
zemân seve seve yapar. Allahü teâlâ hazretlerini açıkda çok
zikr eder. Yalnız kalınca Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerini
unutur.
Yâ Alî! Zâlimde de üç alâmet olur: Kendinden asagı olana
kahr eder [baskı yapar]. Kâdir oldugu [gücü yetdigi zemân]
– 335 –
halkın malını zor ile alır. Nereden yiyip, giyindigini hiç incelemez.
Yâ Alî! Kıskançlarda da üç alâmet olur: Herkesin huzûrunda,
karsısındakine yaltaklanır. Gıyâbında onu gıybet eder. Her
kime musîbet erisirse, sevinir. Yâ Alî! Münâfıkda da üç alâmet
olur: Söz söylese yalan söyler. Bir sey va’d etse, va’dinde durmaz.
Yanına emânet koysalar, hıyânet eyler. Yâ Alî! Tenbeller
içinde üç alâmet olur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin
tâ’atinde tenbellik eder. Kusûrlu amel eder. Ameli zâyi’ olur
[bosa gider]. Nemâzı te’hîr eder. Hattâ vaktini de geçirir.
Yâ Alî! Tevbe eden kimsede üç alâmet olur: Harâmlardan
perhîz eder [kaçınır]. Ilm ögrenmekde gayretli olur. Nasıl ki,
gögüsden [memeden] çıkan sütün geri girme ihtimâli olmadıgı
gibi, günâha bir dahâ geri dönmez. Yâ Alî! Akllı kimsede üç
alâmet olur. Dünyâyı hor, zelîl tutar. Cefâlar çeker. Kıtlık vaktinde
sabr eder.
Yâ Alî! Sabr edende de üç alâmet olur: Kendini ziyâret etmiyenleri
kendisi ziyâret eder. Onu mahrûm edenlere bagısda
bulunur. Kendine zulm edenlere karsı durmaz; karsı koymaz.
Yâ Alî! Ahmak olanın üç nisânı vardır: Allahü teâlâ hazretlerinin
farzlarında tenbellik eder. Abes sözleri çok söyler. Allahü
teâlâ hazretlerinin mahlûklarına eziyyet eder.
Yâ Alî! Iyi bahtlı olanın üç nisânı vardır: Halâl yir. Kendi
sehrindeki ilm meclisinde hâzır olur. Bes vakt nemâzı imâm ile
kılar.
Yâ Alî! Bedbaht olanda üç nisân vardır: Harâm yir. Ulemâdan
uzak olur. Nemâzını özrsüz yalnız kılar.
Yâ Alî! Iyi isleri olanın üç alâmeti vardır: Allahü teâlâya tâatde
acele eder. Harâm etdiklerinden sakınır. Kendine kötülük
eden kimseye iyilik eder.
Yâ Alî! Kötü amelli olanın üç alâmeti vardır: Allahü teâlâ ve
tekaddes hazretlerinin emrlerini yapmakda tenbellik eder [gevsek
davranır]. Herkese ziyânı dokunur. Kendisine iyilik edene,
kötülük eder.
– 336 –
Yâ Alî! Sâlih olan kulun üç alâmeti vardır: Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretleri ile iyi amel islemek için sulh eder. Kendi dînini
ilmi ile kuvvetlendirir. Kendisine ne begenir ise, halka da
onu begenir.
Yâ Alî! Perhîzkâr olanın [sakınan, müttekî olanın] üç nisânı
vardır: Kötüler ile berâber olmakdan kaçınır [sakınır]. Harâma
düsmek korkusundan halâlden sakınır ve yalandan kaçınır.
Yâ Alî! Günâhkârların da üç alâmeti vardır: Islerinde yanılır
ve hatâ eder. Lehv ve la’b ile [oyun ve çalgı ile] mesgûl olur.
Unutkan olur. Yâ Alî! Kara gönüllü olan kimsenin üç nisânı
olur: Za’îflere acımaz. Az nesneye kanâ’at etmez. Va’z ve nasîhat
ona fâide vermez.
Yâ Alî! Sâdık olanın üç nisânı vardır: Ibâdet etmesini gizler.
Mübtelâ oldugu musîbeti gizler.
Yâ Alî! Fâsıkda üç nisân vardır: Fitne ve fesâdı sever. Halka
hastalık ve musîbet ister. Iyi amelden kaçar.
Yâ Alî! Süflî olanın üç nisânı vardır: Akrabâsını azarlar.
Komsularına eziyyet eder. Günâh islemeyi sever. Yâ Alî! Allahü
teâlânın red etdigi kimsenin üç alâmeti vardır: Yalanı çok
söyler. Yalan yere çok yemîn eder. Halka sıkıntı verir, hâcetini
halk üzerine yükler.
Yâ Alî! Âbid olanın üç nisânı vardır: Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretlerinin ta’zîminden kendi nefsini zelîl tutar, Sehvetlerini
terk eder. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin rızâsı
için huzûrunda çok durmagı âdet eder.
Yâ Alî! Muhlis olanın üç nisânı vardır: Kâdir olursa [gücü
yeterse] afv eder. Malının zekâtını verir. Sadaka vermegi sever.
Yâ Alî! Bahîlde üç nisân vardır: Açlıkdan korkar. Birsey isteyenden
korkar. Kendine iyilik eden kimseye, içindekinin hilâfına
[aksine] dili ile hayr söyler.
Yâ Alî! Yüreksiz olanın üç nisânı vardır: Korkak olur. Gönlü
[kalbi] katı olur. Havf edici olur. Yâ Alî! Sâbir [sabr edici]
olanın üç nisânı vardır: Tâat etmege sabr eder. Mâ’siyyeti terk
etmege sabr eder. Allahü teâlâ hazretlerinin ahkâmına sabr
eder.
– 337 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:22
Yâ Alî! Senin dostun olanın üç alâmeti vardır: Malını sana
fedâ eder. Nefsini sana fedâ eder. Senin sırrını gizli tutar.
Yâ Alî! Fâcir olanın üç nisânı vardır: Yemîn etmekle ögünür.
Hanımları aldatır. Çok bühtân eder.
Yâ Alî! Kâfirin üç nisânı vardır: Allahü teâlânın dîninde sek
[sübhe] eder. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin dostlarını
düsman tutar. Rabbine tâat ve ibâdetden gâfil olur.
Yâ Alî! Rahmetden uzak kılınmıs kulların üç nisânı vardır:
Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes hazretlerinin mekrinden
emîn olur. Rahmetinden ümîdsiz olur. Allahü teâlânın Resûlüne
muhâlefeti kendine âdet eder.
Yâ Alî! Afv edilmis kulun üç nisânı vardır: Allahü Sübhânehü
ve teâlâ hazretlerinin azâbından korkucu olur. Mekrinden
çekinir. Sırf Allah için yapılmıyan va’z ve nasîhatden çekinir.
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ dergâhında halkın iyisi
odur ki, herkese menfa’ati olur. Halkın kötüsü odur ki, gönlü
[kalbi] kinli olur. Gammaz ve kötü amelli olur.
Yâ Alî! Halkın en iyisi, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri
indinde o kimsedir ki, ömrü uzun olur ve ameli iyi olur.
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin indinde en
kötü ve Onun bugz etdigi kimse o kimsedir ki, halk onu hayrlı
zan eder. Onda hiç hayr olmaz. Zâhiri salâh ile süslü, bâtını günâh
ile doludur. Bundan dahâ kötüsü o kimsedir ki, ondan sakınmak
için kendine ikrâm olunur. Bundan dahâ kötüsü zenginlere
ikrâm eder. Fakîrleri hor ve zelîl tutar. Zenginlere çesidli,
renkli ni’metler ile cömertlik eder. Fakîrlere bir parça ekmek
vermez. Bundan dahâ beteri o kimsedir ki, yalnız basına
yiyip, bir kimseye, bir nesne vermez. Bundan da beteri o kimsedir
ki, bir müslimân kardesine dostluk izhâr eder. Sonra onu
helâk eder.
Yâ Alî! Kerâmet, günâhlardan geçmekdir [günâhları terk
etmekdir].
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden korkmanın
aslı, Allahü teâlânın harâm etdigi herseyden sakınmakdır.
– 338 –
Yâ Alî! Dogru söyleyici kimsenin alâmeti, dogru söylemek
âdeti olur. Kızgınlık ânında ve rızâ vaktinde ve hâcet vaktinde
[ihtiyâc ânında] de dogru söyler.
Yâ Alî! Bes sey gönlü öldürür. Çok yimek. Çok uyumak.
Çok konusmak. Çok gülmek. Rızk için çok endîse etmek. Harâm
yimek îmânı za’îfletir, kalbi karartır.
Yâ Alî! Bes sey kalbi katı eder, karartır: Kalb çok kararırsa,
Allahü teâlâ korusun, kâfir olur. Bunlar günâhı bilmez, günâh
isler. Tok oldugu hâlde yemek yimek. Zulm ile mal toplamak.
Nemâzı te’hîr etmek. Sol eli ile yimek ve içmek.
Yâ Alî! Bes sey unutkanlık hâsıl eder: Fâre artıgı yimek.
Kıbleye karsı bevl etmek. Durur hâldeki suya bevl etmek. Kül
üzerine bevl etmek. Harâm ile geçinmek.
Yâ Alî! Bes nesne [sey] gönlü [kalbi] parlatır, münevver
eder: Sûre-i ihlâsı çok okumak. Az yimek. Ilm meclisine hâzır
olmak. Az pismis ekmek yimek. Gece nemâzı kılmak.
Yâ Alî! Bes sey gönlü rûsen eder, aydınlatır, karanlıgını giderir:
Ilm meclisinde oturmak. Elini yetîm basına sürmek. Seher
vaktinde çok istigfâr etmek. Çok yimegi terk etmek. Çok
oruc tutmak.
Yâ Alî! Bes nesne gözün nûrunu artdırır: Kâ’be-i mu’azzamaya
bakmak. Mushaf-ı serîfe bakmak. Anne-babasının yüzüne
bakmak. Âlimin yüzüne bakmak. Akar suya bakmak.
Yâ Alî! Bes nesne kisiyi kocaltır [çökdürür]. Borcu çok olmak.
Çok gamı olmak. Kadının nefesi erkege erismek. Çok koku
sürünmek. Çok balgam gelmek.
Yâ Alî! Cennet kapısında gördüm; yazılmıs. Her kim hevâsına
muhâlefet ederse, Cennet onun yeri olur. Cehennem der
ki: Yâ Rabbî! Beni neden dolayı yaratdın. Allahü teâlâ celle sânühü
buyurdu: (Her bahîl ve mütekebbir için) [Cimri ve kibrli
için]. Cehennem dedi, ben onlar içinim.
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin rızâsı anne ve
babanın rızâsındadır. Gadabı onların gadabındadır. Yâ Alî! Kâ-
– 339 –
fir de olsa, komsuna ikrâm eyle. Kâfir de olsa müsâfire ikrâm
eyle. Anaya-babaya kâfir de olsalar ikrâm eyle. Dilenciyi kâfir
de olsa red etme.
Yâ Alî! Her kim sübheliden yir, dîni örtülü olur. Gönlü siyâh
olur. Her kim harâm yir ise gönlü [kalbi] ölür ve dîni köhne
olur. Yakîni za’îf olur. Düâsı perdelenir. Ibâdeti az olur.
Yâ Alî! Mücrim olan kul düâ etse, Allahü teâlâ celle sânühü
onun helâkını, istedigi seyde verir ve meleklere emr eder ki, verin
istedigi nesneyi ki, onun helâkı ondadır. Sesini kesin.
Yâ Alî! Allahü teâlâ kullarından bir kula gadab edecek ise,
ona harâm mal nasîb eder. Gadabı çok olunca, bir seytânı onun
üzerine musallat eder ki, onu dünyâda mesgûl eder. Dünyâ isleri
kolaylasır. Dinden uzaklasır. Sonra o kul der ki, Allahü teâlâ
gafûrürrahîmdir.
Yâ Alî! Allahü Sübhânehü ve teâlâ bir kulu sever, o kulun
düâsını gecikdirir [te’hîr eder]. Melekler derler, yâ Rabbî bu
mü’min kulun düâsını kabûl eyle. Allahü teâlâ ve tekaddes buyurur
ki, (Bırakın benim kulumu. Siz onun üzerine benden dahâ
çok mu acıyorsunuz. Ben onun düâsını tedarruan severim.
Ve ben alîm ve habîrim.)
Yâ Alî! Bir kisinin ölüm ânında, a’zâları birbirine selâm verir.
Der, esselâmü aleyke. Ben öldüm. Sen de ölsen gerek. Böylece
ak tüy kara tüyüne der; ben öldüm; ya’nî agardım. Sen de
ölürsün.
Yâ Alî! Sâd olup, kahkaha ile gülme ki, Allahü teâlâ ve tekaddes
böyle olanları sevmez. Dâimâ hüznlü ol ki, Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretleri hüznlü olan kimseleri sever.
Yâ Alî! Her yeni gün olunca, o yeni gün, ey insan oglu ben
senin yeni gününüm. Ben senin üzerine sâhidim. Bak, ne istersin.
Her gece olunca, gece de böyle söyler. Gündüz ile ve gece
ile sohbeti iyi yap.
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin fadlından halâli
taleb et ki, halâl taleb etmek mü’minler üzerine farzdır.
Yâ Alî! Abdest aldıkdan sonra Innâenzelnâ [Kadr] sûresini
– 340 –
okumakdan geri kalmıyasın. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri
herbir abdestde sana ellibin senelik abdest sevâbı verir.
Yâ Alî! Her kim ayaklarını yıkadıkdan sonra, bana salevât
verse, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, onun bütün üzüntülerini
giderir, ferâhlandırır, düâları müstecâb olur.
Yâ Alî! Tehâretlenince, yeniden su al ve önüne sür ve sonra,
(Sübhâneke Allahümme ve bi hamdike eshedü en lâ ilâhe illâ
ente vahdeke lâ serîke leke estagfiruke ve etübü ileyke.) oku.
Sonra yüzünü bir tarafına çevir ve söyle söyle: (Ve eshedü enne
Muhammeden abdüke ve Resûlüke). Her kim böyle yaparsa,
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri onun günâhlarını az veyâ
çok olsun, afv eder.
Yâ Alî! Her kim Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerini fecr
tulû’ etmezden evvel ve gün dogmazdan evvel zikr ederse, Allahü
teâlâ, onun Cehennemde azâb olunmasına râzı olmaz.
Onun günâhları yedi kat gökdeki yıldızlar adedince olur ise de
azâb etmezler. Yâ Alî! Sabâh nemâzını cemâ’at ile kılasın. Günes
dogup, yükselinceye kadar yerinde otur. Sonra iki rek’at
nemâz kıl ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, sana bir hac
ve ömre sevâbı verir. Köle azâd etmek sevâbı ve bin dinâr fîsebîlillah
sadaka etmisce sevâb verir.
Yâ Alî! Hazarda ve seferde Duhâ nemâzına devâm et ki, kıyâmet
günü oldugu zemân, bir nidâ edici Cennetin serefeleri
üzerinden nidâ eder ki, nerededir o kimseler ki, duhâ nemâzını
kılarlar idi. Duhâ kapısından varıp, selâmetle ve emân ile Cennete
girsinler. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri Duhâ nemâzını
emr etmedigi hiçbir Peygamber göndermedi [ya’nî her Peygambere
emr etmisdir].
Yâ Alî! Her kim Cum’a günü gusl ederse, Allahü tebâreke
ve teâlâ onun günâhlarını afv eder. Bu Cum’adan gelecek
Cum’aya kadar pürnûr olur. Kabrde ve mîzânda agırlık olur.
Yâ Alî! Kulların sevgilisi, Allahü teâlâ hazretlerine o kuldur ki,
secdede, (Yâ Rabbî! Ben nefsime zulm etdim. Beni afv et! Zîrâ
günâhları ancak sen afv edersin.) der. Yâ Alî! Serâb içen ile
dostluk etme. O mel’ûndur. Zekât vermiyen kimse ile arkadaslık
etme. O Allahü teâlânın düsmanıdır. Fâiz yiyen ile arkadas-
– 341 –
lık etme ki, o Allahü teâlâ hazretleri ile muhârebe eder.
Kur’ân-ı kerîmde bu bildirilmisdir. [Bekara sûresi 279.cu âyet-i
kerîmesinde meâlen]; (Eger fâizi terk etmezseniz, Allaha ve
Peygambere karsı harbe girmis olursunuz...) buyurulmusdur.
Yâ Alî! Düâ ederken veyâ Kur’ân-ı azîm-üs-sân tilâvet
ederken sesini çok yükseltme. Çünki, nemâz kılanların nemâzlarını
fesâda verirsin. Yâ Alî! Nemâz vakti gelince nemâzını
kıl. Çünki seytân seni mesgûl eder. Bir hayrlı ise niyyet etdigin
zemân, hemen o isi yap. Çünki, seytân seni o hayrlı isden men’
eder.
Yâ Alî! Her kim ücret ile bir isçi tutar; ücretini temâm vermezse,
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri onun tâatlarını mahv
eder. Ben onun kıyâmet gününde hasmı olurum.
Yâ Alî! Cebrâîl aleyhisselâm, âdem oglu olup da, yedi is isleseydim,
diye temennî etmisdir. Bes vakt nemâzı cemâ’at ile
kılsaydım. Âlimler ile otursaydım. Hastaları sorsaydım. Cenâze
nemâzını kılsaydım. Su dagıtsaydım. Dargın olan iki kimseyi
barıstırsaydım. Yetîmlere sefkat etseydim. Yâ Alî! Sen de bunun
üzerine hırslı ol.
Yâ Alî! Yetîm agladıgı zemân Ars-ı mecid titrer. Allahü
Sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyurur ki, yâ Cebrâîl, bu yetîmi
aglatanın yerini Cehennemde bul! Ben de onu aglatayım. Her
kim ki onu sevindirir ve güldürür. Onun Cennetde yerini genis
et ki, ben onu sevindireyim ve güldüreyim.
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, Âdem oglunun
bedeninde dilden iyi birsey halk etmemisdir. Onun ile Cennete
girer. Ve onun ile Cehenneme girer. Onu zindâna koy ki, yırtıcı
hayvân gibidir.
Yâ Alî! Eyyâm-ı beyd orucuna devâm et ki, ayın onüçüncü,
ondördüncü, onbesinci günleridir. Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretleri bu günlerde oruc tutanların yüzlerini beyâz eder. O
sene temâmen oruc tutmus gibi olur.
Yâ Alî! Her kim ilmsiz ibâdet ederse, zararı fâidesinden çok
olur. Onun misâli o a’mâ gibi olur ki, bir sahrâya delîlsiz gider.
O kadar dolasır ki, kendini dikenlik arasında bulur.
– 342 –
Yâ Alî! Her kim her gün yirmibes kerre (Estagfirullahe lî ve
li vâlideyye veli-cemî’il mü’minîne vel mü’minât vel müslimîne
vel müslimâti innehû mu’cîbüt de’avât) derse, Allahü tebâreke
ve teâlâ o kimseyi kendi dostlarından yazar.
Yâ Alî! Her kim her gün on kerre (Lâ ilâhe illallahü kable
külli ehadin ve lâ ilâhe illallahü ba’de külli ehadin ve lâ ilâhe illallahü
yebka rabbünâ ve yefnâ ve yemûtü küllü ehadin) derse,
göklerde hiçbir melek kalmaz; illâ ona bin kerre istigfâr ederler.
Yâ Alî! Her kim hergün yirmibir kerre (Allahümme bârik lî
fil-mevti ve fî mâ ba’det mevti) derse, Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretlerinin ona dünyâda verdiği ni’metleri hesâbsızdır.
Yâ Alî! Her gün on kerre (Elhamdülillah kable külli ehadin
ve elhamdülillahi ba’de külli ehadin velhamdülillah yebka rabbünâ
yefnâ küllü ehadin velhamdülillahi alâ külli hâlin) derse,
Allahü teâlâ ve azze ve celle o kimseyi büyük günâhı olsa da afv
eder.
Yâ Alî! Her kim benim üzerime her bir gün ve her bir gecede
yüz kerre salevât getirse, ona sefâ’at etmek, büyük günâhı
olsa da, bana vâcib olur. Bu cümlede bütün müslimânlara nasîhat
vardır.
Yâ Alî! Gece nemâzı kıl! Bir koyun sagacak mikdârı zemân
kadar da olsa, gecede iki rek’at nemâz gündüzleri bin rek’at nemâzdan
fazîletlidir. Geceleri nemâz kılanların yüzleri, gündüzün
bütün insanların yüzlerinden güzel olur.
Yâ Alî! Hiçbir müslimâna la’net etme. Hiçbir hayvana la’net
etme. La’net sana geri döner. Yâ Alî! Her kim Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretlerinin ni’metlerine sükr ederse, belâlarına sabr
ederse, günâhlarına istigfâr ederse, hangi kapıdan isterse Cennete
girer.
Yâ Alî! Çok uyumak gönlü öldürür. Pismânlıgı, unutkanlıgı
artdırır. Çok gülmek gönlü [kalbi] öldürür. Vakârı giderir. Çok
günâh islemek kalbi, gönlü siyâhlasdırır. Pismânlık verir.
Yâ Alî! Her kim dünyâyı ihtiyâcı kadar taleb ederse, Sırat
üzerinden simsek gibi geçer. Allahü teâlâ ve tekaddes ondan
– 343 –
râzı olur. Her kim dünyâyı isteyip ve harâmlardan çok mal toplarsa,
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine mülâki oldugunda,
Allahü teâlâ hazretlerini gadablı bulur.
Yâ Alî! Her kim bir müslimâna, temiz düsünce ve hulûs-i
kalb ile yiyecek verirse, Allahü teâlâ o kimseye bin hasene [sevâb]
verir, bin günâhını afv eder.
Yâ Alî! Mazlûmun inkisârından [kalbinin kırılmasından] sakın
ki, Allahü teâlâ onun beddüâsını, kâfir de olsa kabûl eder.
Yâ Alî! Borcu az et, râhat olursun. Borç din harâblıgıdır.
Gündüz zelîl, hakîrdir. Gece gam ve gussalıdır.
Yâ Alî! Her kim Cum’a gecesi Sûre-i Bekarayı okur ise, o
kimse yedinci gökden, yedinci yere kadar pürnûr olur. Her kim
sûre-i Duhânı okur ise, isledigi ve isliyecegi günâhları afv eder.
Yâ Alî! Her kim Vessemâ’i vet Târik sûresini yatdıgı vaktde
okur ise, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri ona, gökde olan
yıldızlar adedince hasene [sevâb] verir.
Yâ Alî! Uyumak istedigin zemân istigfâr söyle. (Sübhânallahi
velhamdülillahi ve lâ ilâhe illallahü vallahü ekber ve lâ havle
ve lâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm.) oku ve (Kul hüvallahü
ehad) sûresini çok oku ki, o Kur’ân-ı azîmin ısıgıdır. Senin üzerine
okumak vazîfe olsun Âyet-el kürsîyi ki, bir harfinde bin bereket
ve bin rahmet vardır. Her kim Sûre-i Mülkü yatacagı vakt
okuyup, (Allahümme a’sımnî bil islâmi kâimen ve a’sımnî bil islâmi,
râkıden ve lâ tüsemmitnî adüvven ve lâ hâsiden, Allahümme
innî e’ûzü bike min serri nefsî ve min serri külli dâbbetin ente
âhızün binâsiyetiha ve es’elüke minel hayri küllihî.) der ise,
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri cin ve ins serrinden ve her
yaratılmısın serrinden onu muhâfaza eder. Yâ Alî! Sûre-i Hasrı
oku. Dünyâ ve âhıret serrinden muhâfaza eder.
Yâ Alî! Zeytin yagını yi ve kendini onunla yagla. Sana bir
üzüntü erisir ise, (Sübhâneke rabbî lâ ilâhe illâ ente aleyke tevekkeltü
ve ente rabbül arsil azîm) oku. O düâyı oku ki, Cebrâîl
aleyhisselâm bana ta’lîm etmisdir: (Allahümme innî es’elüke
afve vel âfiyete fiddîni veddünyâ vel âhırete).
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerini, gam ve gussa
– 344 –
vaktinde zikr et ve (Yâ hayyü yâ kayyümü yâ lâ ilâhe illâ ente
rahmetike estegîsü fagfirli ve eslihlî se’nî ve ferric hemmî) söyle.
Yâ Alî! Yemege tuz ile basla. Sonunda da tuz ile bitir. Tuz,
ölüm hâric, yetmis derde devâdır. Yemeklere çörek otu koy. O
da ölüm hâric, her derde devâdır.
Yâ Alî! Yeni ayı görünce tehlîl ve tekbîr getir ve (Lâ ilâhe
illallahü vallahü ekber ve a’zîm ve ekdar ve e’ûzü mimmâ ehâfü
ve ühâzirû) oku.
Yâ Alî! Bir kimseden bir hâcet isteyecegin zemân Âyet-el
kürsî oku; sag ayagını ileri koy. Yâ Alî! Yedi kimse benim ümmetimden
Cennete girerler: 1– Tevbe eden yigit [genç]. 2– Sadakayı
gizli veren kimse. 3– Harâmı terk eden ve Duhâ nemâzını
kılan kimse. 4– Malının gitmesine râzı olup, imâm ile bir vakt
nemâzının gitmesine râzı olmayan kimse. 5– Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretlerinin havfından [korkusundan] gözleri yas ile dolan
kimse. 6– Ulemâ-ilhak ile oturan kimse. 7– Bir mü’mine muhabbet
eden ve Allahü teâlâ için ikrâm eden kimse.
Yâ Alî! Bir kimsenin üzerinden, ülemâ meclisinde oturmadan
kırk gün geçse, onun gönlü [kalbi] kararır. Büyük günâh isler.
Zîrâ ilm gönlü diri tutar. Ilmsiz ibâdet olmaz.
Yâ Alî! Her kimin vera’ı olmasa, günâh islemekden men’ olmaz.
Ona, yerin altı, yerin üzerinden iyidir. Ya’nî îmânın yeri
belli olmadıgından, kabrde durması dahâ iyidir.
Yâ Alî! Bir nesneyi pisirmek istersen, iyi pisir. Yidigin vakt
çok çigne. Yagmur yagarken düâ et. Kâfirler ile ceng oldugu
vakt, Kur’ân-ı azîm-üs-sân kırâet olundugu vakt ve farz nemâzından
sonra düâ et.
Yâ Alî! Cehennemde demirden bir degirmen vardır. O,
Kur’ân-ı kerîmi okudukları ve âlim oldukları hâlde mücrim
olanların basını ögütür. Yâ Alî! Hak ile hükm et ki, her cevr
edici hâkim için, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin huzûrunda
azâbdan bir zincir olur ki, uzunlugu yetmis arsındır. Eger
ondan bir arsınını, bir yüksek dagın basına koysalar, temâmı yanıp,
kül olur.
– 345 –
Yâ Alî! Yakın zemânda benim ümmetimden râfizîler çıkar.
Her kim benim Eshâbıma çirkin söylerse, seb’ ederse [kötüler
ise], onun boynunu vur ki, bu ümmetin yehûdîsidir.
Yâ Alî! Her kim bir a’mânın elini tutarsa, Allahü teâlâ onun
yüzbin günâhını afv eder. Sol elini sag elin ile tut.
Yâ Alî! Allahü tebâreke ve teâlâ bir kimseye bir sâlihâ ve
mutî’a hanım verip, onun gönlünü hos tutması ve imâm ile nemâz
kılması ve komsuları kendinden râzı olması, Allahü teâlânın
ona ikrâmındandır. Yâ Alî! Melekler istigfâr ederler o kimseye
ki, onun evinde bal olur, zeytin olur ve çörek otu olur. Içinde
sûret [canlı resmi] olan, serâb olan, köpek olan, ana-babaya
âsî olunan ve hiç müsâfir gelmiyen eve [rahmet] melekleri hiç
girmezler. Sefere veyâ cenge giderken Sûre-i Yasîni oku. On
kerre innâ enzelnâ [Kadr] sûresini oku, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri düsmanların serrinden emîn eder.
Yâ Alî! Bir zâlimden korkar isen, (Yâ ilâhe, Cebrâîle ve Isrâfîle
ve Mikâîle ve Azrâîle ve yâ ilâhe Ibrâhîme ve Ismâîle ve
Ishaka ve münzelit Tevrâti vel Incîli vez Zebûri vel Fürkân,
Kün lî, câren min fülanibni Fülân, min kezâ ve kezâ) söyle. Sefer
edecegin zemân, (Yâ erda Âmentü birabbî ve rabbiki Allahüllezî
lâ ilâhe illâhüvellezî halakanî ve halekaki e’ûzü billâhi
min serri ki ve min serri mâ yedübbü aleyki. Ve min serri külli
üsûdin ve esedin. Ve min serri vâlidin ve mâ veledin) söyle.
Yâ Alî! Sana bir katılık erisdigi zemân, (Allahümme innî
es’elüke bi hakkı Muhammedin ve âli Muhammedin illâ necîtenî)
söyle.
Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” dedi ki, yâ Resûlallah!
Senin âlin kimdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdular ki, her takî ve nakî [harâmlardan sakınan
temiz müslimânlar] benim âlimdir. Bir köye sunu demeyince de
girme: (Allahümme innî es’elüke hayreha ve hayra men bihâ ve
e’ûzü bike min serrihâ ve serri men bihâ).
Ta’âmı üç parmagın ile yi ki, seytân iki parmagı ile yir. Hiç
kimsenin yüzüne tokat vurma. Hayvanın dahî yüzüne vurma.
Rü’yânı meger dostun da olsa, söyleme.
– 346 –
Yâ Alî! Benim vasıyyetimi hıfz et. Nasıl ki ben Cebrâîl aleyhisselâmdan,
O Rabbül âlemînden sübhânehü ve teâlâ hıfz etdi.
Yâ Alî! Sana bu vasıyyetde evvelin ve âhırin ilmini verdim.
Her kim ki bunun ile amel eylerse, dünyâda ve âhıretde selâmet
üzere olur.
Kırkbirinci Menâkıb: Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin
fazîletleri hakkında bildirilen menkıbedir. Gazâlardan birinde
alınan ganîmeti, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri, Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
hazretleri arasında taksim edip, herbir gâziye bir pay
verdiler. Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerine iki pay verdiler.
Islâm askeri arasında, kendi dâmâdı ve amcaogluna meyl
edip, iki pay verdi diye konusmalar oldu. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri onların bu sözlerini isitip, minbere
çıkdı. Hamd ve salevâtdan sonra, buyurdular ki, yâ islâm
askeri. Hiç bildiniz mi ki, bu küffâr askerini kim susdurdu. Kim
vurdu ki, düsman behâdırlarının yürekleri titredi. O nâranın
heybetinden, canları bedenlerinde kurudu. O kim idi. Dediler
ki, yâ Resûlallah! Gördük bir merd ki, yesil sarık basında. Ablak
ata binmis ve yüzünü sarmıs. Her nâra vurusunda, dag titredi.
Hamle ederdi; yer debrenirdi. Kılınç çekerdi, havada simsek
çakardı. Darbe vurdugunda, havayı buhâr kaplardı. Kılınç vuranı
görmez idik. Ammâ düsmanın bas, el ve ayagını görürdük.
Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular
ki, (O Cebrâîl aleyhisselâm idi ki, bu cengi yapdı ve
kâfirleri yerle bir etdi ve geri döndü ve dedi ki: (Yâ Muhammed!
Benim hissemi Alî bin Ebî Tâlibe ver.) Iki hissenin birisi
kendi nasîbidir. Ve birisi Cebrâîlindir. Ta’n etmeyiniz ki, bir
kimseye iki hisse vermem ve kimseye meyl etmem.)
Kırkikinci Menâkıb: Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Yâ Alî! Müjde olsun ki, sana
kıyâmet gününde, Allahü Sübhânehü ve teâlâ Cennet hazînedârına
emr eyler. Her kim Cennete girerse, yâ Alî, senden sened
almayınca, hazret-i Rıdvân Cennete koymaz. Yâ Alî, sen
de kimden râzı isen, sened verirsin, Cennete girer. Kimden ki
râzı degil isen, sened vermezsin, Cennete giremez.)
Hattâ bir gün yolda giderken, hazret-i Alî, hazret-i Ebû
– 347 –
Bekr “radıyallahü teâlâ anhümâ” ile bulusdular. Hazret-i Ebû
Bekr, hazret-i Alîye latîfe yolu ile buyurdular ki: Yâ Alî! Senden
sened olmayınca Cennete girilmez. O zemânda bana sened
verir misin. Hazret-i Alî buyurdular ki, gerçek buyurursun. Lâkin,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden
isitdim; yâ Sıddîk! Hazretinize danısmayınca bir ferde sened
vermem. O takdîrce, cenâbınız bizim üzerimize nâzır gibi
olursunuz. Bizim senedimize ne ihtiyâcınız olur. Belki biz size
mürâce’at ederiz, deyip, birbiriyle latîfe eyleyip, muhabbet ile,
herbiri yollarına müteveccih oldular.
Kırküçüncü Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin gazâlarından bir gazâda kâfirler ile karsılasıldı.
Kâfir askerlerinden bir kâfir, meydâna at sürüp, er diledi.
Her kim karsısına vardı ise, sehîd etdi. Mü’minlerden meydâna
çıkanı sehîd etdigi için, artık meydâna kimse çıkmadı. O
kâfir de, kimse meydâna çıkmadıgı için, magrûr olup, ileri at
sürüp, islâm askerine karsı, yüksek ses ile bagırıp, dedi ki: Yâ
Muhammed! Bana er gönder, dögüselim, ne durursun, senin
yanında bu denli cihângir behâdırlar vardır. Niçin göndermezsin.
Çünki onlar meydâna gelmege korkarlar. (Hâsâ, Eshâb-ı
güzîn ondan korkmazlardı. Lâkin hikmeti ne idi.) Dedi, bârî
amcan oglu Alîyi gönder. Gelsin, erlik nice olur, göstereyim.
Hemen sâh-ı merdân, sîr-i yezdân Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü
teâlâ anh” kâfirin sesini isitdi. Durdugu yerde arslanlar gibi
kükredi. Eshâbdan birisini Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerinin huzûr-u serîflerine gönderdi. O kâfirin
bulundugu meydâna girmege izn taleb etdi. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki, (Var Alîyi
benim yanıma getir.) O Eshâb da varıp, hazret-i Alîyi getirdi.
Huzûr-u serîflerine geldikde buyurdu ki: (Yâ Alî! O kâfirle
ceng etmek ister misin!) Hazret-i Alî dedi ki: Yâ Habîb-i rabbil’âlemîn!
Senin dînin ugruna cânım fedâdır. Ümmîd ederim
ki, icâzet verip, himmet buyurasınız ki, varıp, o kâfirin serrini
müslimânların üzerinden def’ edeyim. Hazret-i Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, hazret-i Alînin “radıyallahü
teâlâ anh” eline yapısıp, buyurdu ki; (Yâ Alî! Seni, yerleri ve
gökleri yaratan Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ısmarladım.)
Bunu isiten Alî “radıyallahü anh”, yaydan ok çıkar gibi,
– 348 –
o kâfire karsı at sürüp, yüksek sesle nâra atıp, haykırdı ki, kıyâmet
kopdu sandılar. Kâfirler sonbehâr yapragı gibi titreyip,
yere düsdülür. Nice nice kâfirlerin ödü patlayıp, cânı Cehenneme
gitdi. O kâfir de meydân ortasında, kurulup dururken, hazret-
i Alî “radıyallahü teâlâ anh” yetisip, karsısına geldikde, dedi
ki, yâ mel’ûn! Îmâna gel! Yoksa sen bilirsin. O kâfir de ceng
istedi. Aralarında birkaç hamle geçdikden sonra, yine islâma
da’vet eyledi. Gördü ki, kâbiliyyet yokdur. Bir darbe ile atından
yere düsürüp ve gögsünün üzerine çıkıp, kılıncını bogazı
üzerine koydu. Yine dîne da’vet eyledi. O kâfir gördü ki, hiç
kurtulus yokdur. Agız dolusu pis tükrügünü Alînin “radıyallahü
teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” mubârek yüzlerine bosaltdı.
Tükrük yüzüne gelince üzerinden kalkıp, kılıncını kınına
koydu. O kâfir de ayaga kalkıp, dedi ki, yâ Alî! Evvelden
sen beni ve ben seni bilmez iken, bana emân vermeyip, beni
helâk etmek ister iken, ben cânımın acısından böyle is isledim.
Dahâ çok gadab edip, beni helâk etmen lâzım ve vâcib iken,
üzerimden kalkıp, kılıncı kınına koymakdan maksadın nedir,
bana bildir, dedi. Sâh-ı merdân Aliyyül mürtedâ “radıyallahü
teâlâ anh” buyurdu ki, sana o mühleti vermeyip, helâk etmek
istemem dîn-i islâm gayretine ve Allahü teâlâ ve tekaddes askına
idi. Sonra sen böyle edince, nefsime güç geldi. Korkdum
ki, seni katl edersem, nefsimin arzûsu ile etmis olurum. O sebeble
seni elimden bırakdım. O kâfir dedi ki, bu hâlis niyyet ve
bu fütüvvet sizde vardır. Dîniniz hak dindir. Bana îmânı telkîn
eyle. Îmâna geleyim. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” ona
kelime-i sehâdet telkîn edip, müslimân oldu. O gün o pehlivânın
îmâna gelmesi ile yetmis behâdır pehlivân îmâna geldi. O
pehlivân hazret-i Alînin mubârek ayaklarına bas koyup, hizmet-
i serîflerinden ayrılmadı.
Kırkdördüncü Menâkıb: Bir gün sabâh nemâzı vaktinde,
hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” mescide giderken, yolda
bir ihtiyâra rast geldi. Ihtiyârın ak sakalına hurmet edip, önüne
geçmeyip, âheste âheste ardınca giderdi. Mescid kapısına vardıkda
ihtiyâr içeri girmeyip, gitdi. Hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anh” anladı ki hıristiyân imis. Mescidde Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini rükû’da buldu. Günesin
dogma zemânı yaklasmıs idi. Cemâ’ate uyup, nemâzı kıl-
– 349 –
dılar. Nemâzdan sonra, Sahâbe-i kirâm “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” hazretleri, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerinden sordular ki: Yâ Resûlallah! Birinci
rükû’da âdet-i serîfinizden ziyâde durdunuz. O kadar ki, günesin
dogması yaklasdı. Lutf edip, sebebini beyân ediniz. O Server-
i Enbiyâ hazretleri buyurdular ki, (Âdet mikdârı rükû’ tesbîhini
edâ etdikden sonra, Semi’allahülimen hamideh deyip, kıyâma
kalkmak istedigimde, Cebrâîl aleyhisselâm sidret-ül
müntehâdan sür’atle gelip, kanadı ile arkamı basıp, bası ile basımı
tutup, kalkmama engel oldu. Bundan baska, hikmetinin ne
oldugunu ben de bilmiyorum) buyurdular. Allahü Sübhânehü
ve teâlâ azze sânühü hazretleri hazret-i Cebrâîle emr eyledi ki,
var Habîbime, sebebini bildir. Eshâbına bu sırrı açıklasın. O sâat
hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm Habîbullahın huzûruna gelip,
haber verdi ve dedi ki: yâ Resûlallah! Mubârek basınızı rükû’dan
kaldırmak istediginiz zemân, Allahü teâlâ bana emr etdi
ki, var Habîbimin arkasını tut; rükû’dan kalkmasın ki, benim
kulum Alî, yolda, bir ak sakallı ihtiyârın, sakalına hurmet edip,
âheste yürümekle, cemâ’at sevâbından mahrûm kalıyor. Kalmasın,
Habîbime erissin. Iftitâh tekbîrinin sevâbına nâil olsun.
Ben de geldim, Sultânımı rükû’da tutdum ve Alî geldi. Hak
Sübhânehü ve teâlâ hazretleri beni sizi rükû’da tutmaga gönderdigi
zemân kardesim Isrâfîli de günesi tutmaga gönderdi ki,
çabuk dogmasın ve hazret-i Alî size erisinceye kadar eglesin.
Iste hikmeti budur. Sonra, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri bu haberi Eshâb-ı kirâm hazretlerine nakl
buyurdular. Hepsi vâkıf oldular ki, hazret-i Alînin “radıyallahü
teâlâ anh” Rabbil’âlemîn dergâhında hürmeti ve izzeti ne mertebe
imis ve yaslılara hürmet etmek fazîletine de bundan hissedâr
oldular. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hakkında, sî’î ve râfizî
ve Ca’ferî ve Ismâîlî gibi fırak-ı dâllenin bildirdigi pek-çok uydurma
menkıbeler de vardır. [(Hak Sözün Vesîkaları) ve (Eshâb-
ı Kirâm) kitâblarını okuyunuz!]
Kırkbesinci Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
gazâya gitmisdi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, feth müyesser
edip, çesidli ganîmetler ile, yüz akı ile, sag ve sâlim döndü.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile
bulusdukda, huzûr-ı serîflerine gazâ malından bir kese altın ge-
– 350 –
tirdi. Server-i âlem o altınları, taksîm etdi. Hazret-i Alîye ancak,
o altınlardan üç dâne verdi. Insanlık îcâbı, hazret-i Alînin
hâtırlarına, Sultân-ı kâinât benim ne mertebe ihtiyâcım oldugunu
bilir, diye biraz üzüntü hâsıl oldu. O hüzün ile se’âdethânelerine
geldi. Gece rü’yâda gördü ki, kıyâmet kopmus. Bütün
herkesi arasat meydânında hesâb için habs etmisler. Hazret-i
Alîye “kerremallahü vecheh”, yâ Alî! Sen de üç altının hesâbını
ver, dediler. Öyle bir harâret ve ızdırâb kapladı ki, beyni kaynardı.
Bu ızdırâbdan sıkılıp, birkaç adım döseginden dısarı atladı.
Suçunu bilip, tevbe ve istigfâra mecbûr oldu. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin âsitâne-i
se’âdetlerine [evlerine] varıp, ayaklarına yüz sürdükde, Fahr-i
âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Aliyyül mürtedâ
“kerremallahü vecheh” hazretlerini bu hâl ile gördükde,
tebessüm edip, buyurdu ki, yâ Alî! Üç altının hesâbını vermekde,
bu seklde zahmet çekdin. Dahâ ziyâde olsa idi, hâlin nice
olurdu. Hazret-i Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh”, elbette
bu menkıbede anlatılandan dahâ yüksekdir.
Kırkaltıncı Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinin zemân-ı serîflerinden önce, Arabistâna
bir pehlivân gelmisdi. Anter adlı bir dilâver, gürbüz pehlivân
idi. Fahr-i âlemin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zemân-ı serîflerine
gelinceye kadar böyle bir pehlivân gelmemisdi. Ibrâhîm
aleyhisselâmın dîni üzerine idi. Bedi’üzzemân, Kâsım,
Âlemsâh gibi ogulları vardı. Bu kıssayı hazret-i Hamza “radıyallahü
anh” hazretlerine isnâd ederler. Ya’nî bunlar hazret-i
Hamzanın ogullarıdır, derler. Nihâyet Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmusdur ki, (Medh edecekseniz,
benim amcam Hamzayı medh ediniz!). Kıssa kitâblarını te’lîf
edenler, bu hadîs-i serîfi sened olarak alıp, Antere, hazret-i
Hamzadır “radıyallahü teâlâ anh”, dediler. Gâyet kuvvetli, behâdır
pehlivân idi. Zemân-ı serîflerinde, hazret-i Hamzanın
karsısına çıkacak bir pehlivân yok idi. Allahü Sübhânehü ve
teâlâ hazretleri bir al at vermisdi. Adına Eskâr derlerdi. O asrda
ondan güzel at yok idi. O, zemânın sâhib kırânı idi. Hazret-i
Hamza hazret-i Ibrâhîm aleyhisselâmın dîni üzerine idi. Hazret-
i Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimizin
amcası idi. Gâyet riâyet edip, severdi. Resûl-i ekrem “sallallahü
– 351 –
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri de hazret-i Hamzayı severdi.
Vahy nâzil oldukda, dîn-i islâm ile müserref oldular. Dâimâ Eskâr
adındaki atına binerdi. Mubârek arkasını [sırtını] kimse yere
getirememis idi. Hattâ ilk önce Muhammed Mustafâ “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin emr-i serîfi ile kan döken
hazret-i Hamza olmusdur. Uhud gazâsında sehîd olmusdur.
Server-i kâinât aleyhi ekmelüttehiyyât, Ona (Reîs-üs sühedâ)
diye zikr etmisdir. Menkıbelerinin nihâyeti yokdur.
Sözümüze dönelim: Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrlarında Anterin erligini ve
dilâverligini, boyunu-posunu ve yapdıgı gazâları anlatdılar.
Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” orada
hâzır idi. Anterin evsâfını, kulagı ile isitince, Antere âsık oldu.
Kalbinden geçirdi ki, ne olaydı Anteri, silâhı ve atı ile görüp,
konusaydım. Sultân-ı kevneyn ve Resûl-i sakaleyn “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, nübüvvet nûru ile, kalbinden
geçeni bilip, buyurdular ki, (Yâ Alî! Anteri görmek istersen, falan
dereye var. Yâ Anter, bana gel diye, çagır!) Hazret-i Alî
“radıyallahü teâlâ anh” o dereye varıp, seslendi, yâ Anter, beri
gel. O dereden ve etrâfında olan daglardan ve düzlüklerden,
birçok, hesâbsız sesler geldi ki, lebbeyk, lebbeyk [buyur] yâ Alî,
hangimizi istersin, diyorlardı. Sasırdı. Ne yapacagını bilemedi.
Gaybdan bir ses geldi ki, yâ Alî! Birçok Anter dünyâya gelip,
toprak içinde yatarlar. Onu anası ve babası ismi ile çagır. Tekrâr
hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” filan oglu Anter deyip,
çagırdıkda, Anter bütün silâhlarını kusanmıs olarak, Allahü
teâlâ hazretlerinin emri ile, hazret-i Alînin huzûr-ı serîflerine
gelip, selâm verdi. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” esedullah
iken, erlikde ve behâdırlakda esi ve benzeri yok iken, Anterin
boy, pos, heybet ve selâbetini müsâhede etdikde, kalb-i serîflerine
bir korku geldi. Kâdir-i mutlak olan Allahü teâlâyı tenzîh
ve takdîs, tekbîr ve tesbîh etdi.
Kırkyedinci Menâkıb: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdular ki, (Ben ilmin sehriyim. Alî kapısıdır.)
Hâricîler bu hadîs-i serîf için, Alî “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerine hased etdiler. Hattâ hâricîlerin büyüklerinden on
kimse, dediler, biz hazret-i Alîden “kerremallahü vecheh” hepimiz
bir mes’eleyi ayrı ayrı soralım. Eger herbirimize ayrı ayrı
– 352 –
cevâb verirse, biliriz, âlimdir, ve fâdıldır. O on kisi hazret-i Alînin
“radıyallahü teâlâ anh” huzûr-u serîflerine varıp, birisi sordu:
Yâ Alî! Ilm mi efdaldir, mal mı efdaldir. Hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anh” se’âdetle buyurdular ki, ilm efdaldir. Bunlar
dediler ki: Ne delîl ile söylersin. Hazret-i Alî buyurdu ki, ilm
Enbiyâdan mîrâsdır. Mal Kârûndan ve Fir’avndan ve Hâmândan
mîrâsdır. Bir baskası [ikincisi] süâl etdi ki; ilm mi efdaldir,
mal mı. Hazret-i Alî cevâb buyurdu ki: Ilm maldan efdaldir. Zîrâ
ilm, sâhibini saklar. Malı, sâhibi saklar. Biri de [üçüncüsü],
onlar gibi sordu: Hazret-i Alî cevâb verdi ki, ilm efdaldir. Zîrâ,
mal sâhibinin düsmanı çokdur. Ilm sâhibinin dostu çokdur. Biri
de [dördüncü] aynı seklde süâl etdi. Hazret-i Alî cevâb verdi.
Ilm efdaldir. Zîrâ malı tasarruf etseler eksilir. Ilmi tasarruf etseler
artar [ziyâde olur]. Birisi [besinci]de aynı seklde süâl etdi.
Alî “radıyallahü anh” cevâb buyurdu ki,mal sâhibi cimri diye
çagrılır. Ilm sâhibi büyük ismler ile çagrılır. Biri [altıncısı] da,
aynı seklde sordu. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” cevâb
buyurdu ki: Mal harâmîden hıfz olunur. Ilm harâmîden hıfz
olunmaz. Biri de [yedincisi] aynı seklde sordu. Hazret-i Alî
se’âdetle cevâb buyurdu ki: Mal çok durmakla zâyi’ olur. Ilm
her ne kadar durur ise de zâyi’ olmaz. Biri de [sekizinci] aynı
seklde süâl etdi. Cevâb buyurdular ki: Mal kalbe kasâvet verir.
Ilm kalbi nûrlandırır. Biri de [dokuzuncu] aynı seklde süâl etdi.
Cevâbında buyurdular ki: Mal sâhibi, mal sebebi ile tanrılık
da’vâsında bulunur. Ilm sâhibi böyle etmez. Biri dahî [onuncu]
aynı seklde süâl etdi. Cevâbında se’âdetle buyurdu ki: Mal, sebeb-
i kasâvetdir [kalbi katılasdırır]. Ilm, sebeb-i rahmetdir.
Bundan sonra, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki,
eger bunlar benden, devâmlı süâl etseler, ben bunlara hayâtda
oldugum müddetçe devâmlı cevâb verirdim. O on hâricî gelip,
hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh” mutî’ oldular. (Miskât-ül
envâr)dan alınmısdır.
Kırksekizinci Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
buyurdu ki, hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
beni Yemene kâdî olarak gönderdi. Halk arasında dînin
hükmleri ile hükm edecekdim. Dedim: Yâ Resûlallah! Ben
âlim degilim. Kazâ ahkâmını bilmem. Mubârek elini gögsüme
koyup, buyurdu ki: (Yâ Rabbî! Kalbine hidâyet, diline dogru-
– 353 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:23
luk ver!) Ondan sonra bana, iki kisi arasında hükm vermekde
sübhe hâsıl olmadı. Hattâ hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
buyurmusdur ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri bana buyurdu ki: Yâ Alî! Benim deveme binip, Yemene
git. Falan tepeye vardıgında, ki o tepe Yemene yakındır.
Tepe üzerine çıkdıgın vakt, görürsün ki, halk seni, karsılamaga
gelirler. O zemân: (Ey taslar, ey agaçlar! Allahın Resûlü size selâm
ediyor, diye söyle) buyurdu. Hazret-i Alî oraya varıp, selâmı
teblîg etdiginde, yeryüzünde bir hos galgale [ugultu, gürültü]
meydâna geldi ki, (essalâtü vesselâmü alâ Resûlillah!) diye
agaçlar ve taslar cevâb verdi. Halk bunu isitdiler ve cümlesi
îmân getirdiler.
Kırkdokuzuncu Menâkıb: Zimâhserî, (Rebî’ul ebrâr) adlı
kitâbında Ümm-i Ma’bedin kız kardesi oglu Henûdun Ümm-i
Ma’bedden rivâyet etdigini bildiriyor. Fahr-i âlem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir gece benim çadırımda istirâhat
edip, uyuyordu. Uyandı ve su istedi. Mubârek ellerini yıkadı
ve mazmaza eyledi. O suyu, çadırın bir tarafında bulunan
bir diken dibine dökdü. Sabâh oldu. Gördük ki, o yerden bir
agaç yetismis. Büyük, büyük yemisler vermisdi. Kokusu anber
kokusu gibi, tadı seker gibi idi. Aç kimse yise doyar, susuz kimse
yise kanardı. Hasta yise sıhhat bulurdu. Gamlı kimse yise,
mesrûr olurdu. Yapragını yiyen her koyun ve deve bol mikdârda
süt verirdi. Biz o agacın adına (Secere-i Mubâreke) koymusduk.
Etrâfdan hastalara sifâ için, meyvesinden almaya gelirlerdi.
Bir gün seher vaktinde gördüm ki meyveleri dökülmüs, yaprakları
küçük olmus. Çok üzüldüm. Feryâd etdim. O sırada Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin vefât
haberi geldi. O vak’adan otuz sene geçdi. Bir gün yine sabâh
vaktinde dısarı çıkdım. Bakdım ki, o agaç kökünden dallarına
kadar her tarafı diken olup, yemisleri de dökülmüs. Sonra Aliyyül
mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin sehâdeti ve
bu dünyâdan öbür âleme göçüsü haberi geldi. Artık yemis
[meyve] vermedi. Ammâ yapraklarından fâidelenirdik. Bir gün
yine gördüm. Özünden hâsıl olan kan akar, yaprakları da solmus.
Üzüntülü ve gamlı olup, oturduk. Sonra imâm-ı Hüseyn
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin sehâdet haberini getirdi-
– 354 –
ler. Ondan sonra o agaç, dibinden kuruyup, belirsiz oldu. (Sevâhid-
ün nübüvve)den alınmısdır.
Ellinci Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ”
rivâyet buyurmusdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri, Hudeybiye gününde Mekke-i Mükerremeye
dogru yola çıkdılar. Müslimânlar susadılar ve hiçbir yerde
su bulunmadı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
Cuhfede konakladı. Buyurdu ki; (Müslimânlardan bir cemâ’at
ile falan kuyuya varıp, su kaplarını [tulumları] o kuyudan doldurup,
bize getiren kimseye, Allahü teâlânın onu Cennetine
koyması için kefîl olacagım.) Bir kisi kalkdı, dedi ki: Yâ Resûlallah!
Ben giderim. Onu sakalardan [suculardan] bir cemâ’at
ile gönderdi. Seleme-tebni Ekvâ “radıyallahü teâlâ anh” der ki:
Ben de onlar ile berâber idim. O kuyuya yakın geldik. O yerde
agaçlar var idi. O agaçlardan ses isitdik. Hareketler gördük.
Atessiz dumânlar meydâna geldi. Bizim üzerimize çok korku
verdi. O agaçlardan öteye geçmege kâdir olamadık. Geri dönüp,
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna
geldik. Durumu arz eyledik. Buyurdular ki, (Onlar cinnîlerden
bir cemâ’at idi. Sizi korkutdular. Eger siz, korkmadan [emr edilen
gibi] gitseydiniz, hiç zararları erismezdi.) Bir kisi dahî onu
isitdi. Yerinden kalkdı. Ben gideyim yâ Resûlallah, dedi. O da
sucular ile gitdi. Bunlara da o hâl vâki’ oldu. Dönüp, Resûlullahın
huzûruna geldiler. Yine buyurdular ki: (Eger siz emr eyledigim
gibi gitseydiniz, hiçbir zarar size erismez idi.) Bu esnâda
gece oldu. Eshâb-ı kirâm çok susadılar. Resûlullah hazretleri,
Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini çagırtdı ve buyurdu ki:
(Yâ Alî! Bu sakalar [sucular] cemâ’ati ile, sen var, o kuyudan su
al, getir.) Seleme-tebni Ekvâ “radıyallahü teâlâ anh” der ki, dısarıya
çıkdık. Tulumları arkamıza aldık. Kılınçlarımızı ellerimize
aldık. Hazret-i Alî önümüzce yürürdü. O mekâna varınca, ki
o sesler ve o hareketler açıga çıkdı. Biz de korkduk. Kendi kendimize
dedik ki, hazret-i Alî de o iki kisi gibi geri dönse gerekdir.
Alî “radıyallahü teâlâ anh” yüzünü bizden yana dönüp, buyurdu
ki, benim ardımca yürüyünüz. Gördüklerinizden korkmayınız,
onlardan ziyân erismez. Sonra o agaçların ortasına girdik.
Hiç ates yok iken, büyük atesler çıkmaga basladı. Kesilmis
baslar ortaya çıkdı. Korkulu sesler çıkarırlar ki, aklları durdura-
– 355 –
cak seklde idi. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” o
baslar üzerinden yürüdü ve bize dedi ki, ardımca geliniz. Saga
ve sola bakmayınız. Hiç korkmayınız. Biz de onun ardınca vardık.
Kuyuya erisdik. Bir kovamız vardı. Berâ’ bin Mâlik bir iki
kova su çekdi. Kovanın ipi kopdu. Kova suya düsdü. Kuyunun
dibinden gülme ve kahkahâ sesi geldi. Alî “radıyallahü teâlâ
anh” buyurdu ki: Kim askerlerden bir kova getirecek. Hepsi
dediler, hiç kimsenin tâkati yokdur ki, o agaçlardan geçebilsin.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” beline bir ip baglayıp, kuyuya
indi. Gülme ve kahkahâ sesleri dahâ çok artdı. Sonra kuyunun
ortasına vardı. Mubârek ayagı kaydı ve düsdü. Kuyudan
galgala sesleri geldi. Bogazlanan bir kimsenin bagırdıgı seklde
sesler geldi. Sonra emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” seslendi:
Allahü ekber, Allahü ekber, ben Allahın kulu ve Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kardesiyim. Tulumları
asagı salınız. O tulumların temâmını doldurdu. Agızlarını
bagladı. Bir-bir yukarı çıkardı. Ondan sonra kendisi iki tulum,
biz birer tulum götürdük. Sonra agaçların yanına geldik. Önceki
gördügümüz nesnelerin hiçbiri yok idi. O agaçlardan geçmege
az kaldıkda, hâtıfdan bir heybetli ses isitdik: Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve hazret-i Alînin menkıbelerinden
söyler idi. Resûlullahın huzûr-ı serîflerine geldik. Alî
“radıyallahü teâlâ anh” kıssayı temâmen anlatdı. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (O
duydugunuz ses Abdüllah adındaki cinnînin sesi idi. Safâ dagında
sanem [put]ların seytânı olan Mes’ırı öldürdü.) (Sevâhid-ün
nübüvve)den alınmısdır.
Ellibirinci Menâkıb: (Hilâfetleri beyânındadır.) Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinin vak’asından sonra, o gün Sahâbe-
i kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” istediler ki,
Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri ile bî’at etsinler. Mugîre
tebni Sûbe dedi ki, sabr edelim. Bakalım hazret-i Osmânın kanını
taleb eden kim olur. O gün bî’at te’hîr edildi. Ertesi gün,
Mugîre, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” huzûr-ı serîfine
vardı. Dedi ki, dünkü tedbîr bî’atında duraklamak hatâdır.
Sür’at kazandırmak lâzımdır. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü
teâlâ anhümâ” hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” dedi
ki, Mugîre dünkü sözünden vaz geçdi. Hicretin otuzbesinci se-
– 356 –
nesinin Zilhicce ayının dokuzuncu gününde hilâfet hazret-i Alî
üzerine mukarrer oldu [ona bî’at edildi]. Talha “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerinden bî’at taleb etdiler. Talha da bî’at etdi.
Hazret-i Alî hilâfet makâmına oturdu. Ona nasîhat etdiler ki,
hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” âmillerini, husûsân
Mu’âviyeyi “radıyallahü teâlâ anh” azl etmemesini söylediler.
Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Ben, karsı
koyanları yardımcı edinmeyi üsûl edinmedim. [Mu’âviyeyi “radıyallahü
anh” azl etdi. Yerine Abdüllah ibni Abbâsı ta’yîn etdi.
Abdüllah kabûl etmedi. (Onu azl etme. Orada eski vâlîdir.
Fitneye sebeb olur) dedi. Bir sene sonra yine azl etdi.]) Bu sebeble
fitne zuhûra geldi. Etrâfındakiler serkeslige basladılar.
Mu’âviye ve Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ anhüm” ve sâirleri
hazret-i Osmânın kanını taleb etdiler. Ma’lûm ola ki, bu sekl
hâlleri nakl etmekden nehy olunmusuzdur. Bir müslimâna Eshâb-
ı kirâm arasındaki çekismeleri ve muhârebeleri tafsilâtlı
olarak nakl etmek halâl olmaz. Sahâbe-i güzîn zikr olundugu
mahalde müslimân olana lâzım olan “rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” demekdir. Sâir emrlerini Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine
tefvîz etmekdir. [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbı, 120.ci sahîfesinde;
Talhanın ve Zübeyrin “radıyallahü anhümâ”, hazret-i
Alîye “radıyallahü anh” ilk bî’at edenler oldugu yazılıdır.]
Elliikinci Menâkıb: (Sevâhid-ün nübüvve)de nakl edilmisdir:
Abdüllah rivâyet eyler ki, Ibrâhîm bin Sâlim Mahzûmî Medîne-
i Münevverede vâlî iken, her Cum’a, halkı minber ayagına
toplardı. Kendi minbere çıkıp, Aliyyül mürtedâ “radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerine dil uzatır, kötülerdi. Bir Cum’a minber
ayagında bana uyku galebe geldi. Rü’yâmda gördüm ki, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mubârek
kabrleri açılıp, kâfurdan elbiseler ile çıkıp, geldi. Bana hitâb
edip, buyurdu ki, yâ Abdüllah! Seni bu habîsin kelimeleri üzmez
mi. Dedim ki, Evet üzer yâ Resûlallah! Ammâ ne çâre, hâkimin
hükmüne itâ’at ediyorum. Buyurdu: Yâ Abdüllah! Allahü
teâlâ ona ne yapacak, bak, gör. Gözlerimi açıp, bakdıgımda,
gördüm ki, minberden düsüp, helâk oldu [öldü].
Elliüçüncü Menâkıb: Hazret-i Molla Câmî “kuddise sirruhussâmî”
(Sevâhid-ün nübüvve)de rivâyet etmisdir. Aliyyül
Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, bir mubârek gün-
– 357 –
de, sabâh nemâzını cemâ’at ile kılıp, evrâd-ı serîflerini okuyup,
hamdele, tasliye ve düâdan sonra, mubârek arkalarını mihrâba
döndürdü. Eshâb ve sâir ahbâb yerli-yerinde sâkin oldukdan
sonra, hazret-i Alî cevher ve inciler saçan güzel sözler söyleyip,
buyurdular ki, ba’zı seyler vardır ki, gençlere söylenmeyip, o
isle alâkalı olan kisilere söylenir. O meclisde hâzır olan tâze yigitler
kendi rızâları ile mescidden dısarı çıkıp, gitdiler. Sonra
Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri Eshâbdan
birisine buyurdu ki, Kûfenin falan mahallesinde ve falan sokagında,
falan mescidin yanında bir kapı vardır. Git o kapıya vur.
Içeriden bir erkek ile bir kadın çıkacakdır. Ikisini de alıp, benim
huzûruma getir. Onlara sözüm vardır. Sonra o sahs emre
itâat edip, gitdi. Araya araya hazret-i Alînin buyurdugu alâmetler
ile o kapıyı bulup, vurdukda, içeriden bir erkek ile bir
kadın çıkdı. Onlara dedi ki, Emîr-ül mü’minîn sizin ikinizi de
ister. Onlar da, gelen emri kabûl edip, o kimse ile berâber Aliyyül
mürtedânın huzûrlarına varıp, se’âdethânelerine yüzlerini
sürdüler. Hazret-i Alî teveccüh edip, kadına dedi ki, sana bir
süâlim vardır. Kat’iyyen inkâr etmeyip, dogrusunu söyliyesin.
Kadın da dedi ki, yâ imâm! Ben basımdan ne geçmisse söylerim.
Hâsâ ki senden saklayıp, inkâr eylemem. Hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anh” kadını, yakınına getirip, buyurdu ki, yâ
âdem evlâdı! Çocuklugunda bir amcan vefât etdi. Bir oglunu
baban evinize getirdi ki, kimsesi yokdur; bir öksüzdür. Evimizde
oglumuz gibi olsun, her hizmeti görsün diye. O ümmîd ile
amcan oglunu yanına alıp, besledi. Büyüyüp, yigit oldukdan
sonra, bir gün seni hanımlıga istedi. Baban huzûrsuz olup, sen
benim evimde büyüyesin. Kızım ile rızân ile kardes olasın. Allahü
teâlâdan revâ degildir, dedi. O ânda amcan oglunu kendi
hânesinden uzaklasdırdı. Bir yerde gezerken fırsat bulup, seni
tutdu. Zorla tasarruf etdi ve hâmile oldun. Herkesden sakladın.
Düsürmege çâre bulamadın. Bu sırrı Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretleri biliyordu. Bir de vâliden biliyordu. Müddet temâm
olup, bir gece gizlice bir oglan dogurdun. Annen ile bir
bez parçasına sarıp, onu katl de edemeyip, bir yüksek yere
koydunuz. Birkaç adım gitdiniz ki,bir köpek o çocugu koklamaga
basladı. Annen bu köpegi görünce, eline bir tas alıp, o
köpege atdı. Allahü teâlânın hikmeti, o atılan tas, o çocugun alnına
dokundu. Eyvâh kendi elimiz ile bu bîçâre çocugu katl et-
– 358 –
dik deyip, yanına vardıkda, baksa ki, çocugun alnında bir mikdâr
yara eseri, alnı kanamıs. Bir bez ile yara üzerini bagladı. O
kimsesiz bîçâre çocugu, annen ile orada bırakıp, evinize gitdiniz.
Bunu Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden baska kimse
bilmez. Siz oradan gitdiginiz gibi, o yoldan bir kervân gelip,
geçerken, orada bir çocuk sesi duydular. Ona dogru vardılar ki,
bir küçük bîçâre çocugu sarıp koymuslar. Feryâd ile aglayıp,
yatar. O kervân sâhibi de o çocugun ne oldugunu sormayıp, zâhirde
bir çocukdur. Eger terbiye olunup, ömrü olur ise bir dilâver
yigit olur diye, alıp, gitdi. Vilâyetine götürdü. Bir nice
müddet terbiye edip, kemâle erisdi. Sonra efendisi olan bezirgân
ile hacca gitdi. Takdîr-i Rabbânî o bezirgân eceli gelip,
Mekke-i mükerremede vefât etdi. Defn etdikden sonra, bu yigit
efendisi vefât etdiginden, üzüntüden kurtulmak düsüncesi
ile seyâhate çıkdı. Dolasıp, yolu Kûfe sehrine ugradı. Vilâyetin
esrâfı arasına karısdı [Onlar ile tanısdı]. Onsuz olmazlar idi.
Netîcede bu sehrde kalmak, bu sehrde yerlesmek istedi. Sonra
esrâfın herbiri bir tarafa çekdiler. Hâsıl-ı kelâm, seni bu [müsâfir
gelen] gence nikâh etdiler. Bu gece zifâfa koydular. Yâ kadın!
Sakın yalan söyleme; dedigimiz gibi olmadı mı. Gerçekden
yâ Alî, buyurdugunuz gibidir ve dogrudur. Yâ Halîfe-i Resûlallah!
Bu hâllere, benim bu sırrıma, Allahü Sübhânehü ve
teâlâ ve tekaddes hazretlerinden gayri ve annemden baska ve
hazretinizden gayri, bu âna gelinceye kadar kimse vâkıf degildir.
Ondan sonra hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh ve kerremallahü
vecheh” buyurdu ki; ey kadın! Bu [erkek], senin yola
bırakdıgın oglundur. O yigide de, aç alnını diyerek, isâret buyurdu.
O da alnını açdıkda, tas yeri henüz gitmemis. Açıkca
göründü. Kadın hemen o yara izini gördü. Dedi, yâ Alî! Dogru
söyledin. Bütün sözlerin dogrudur. Ondan sonra, hazret-i
Alî “radıyallahü anh” o yigide sordu ki, bu gecenin içinde olan
ceng ve cidâlin [kavga ve münâkasanın] sebebi ne idi. Allahü
teâlânın izni ile bize ma’lûm olmusdur. Lâkin bu meclisde hâzır
olanların da ma’lûmları olsun. Onun için söyle. O yigit dedi
ki, yâ Alî! Allahü teâlâ bilir. Ne zemân ki bu hâtuna el uzatsam,
o sırada üzerime bir hınzır yavrusu hamle ederdi ki, aklım
basımdan giderdi.Hemen elimi çekerdim. O görünen hınzır
kaybolurdu. Belki hayâldir diye, tekrâr elimi kaldırıp, kadına
elimi uzatmak istedigim zemân, yine o hınzır açıga çıkıp, üzeri-
– 359 –
me hücûm ederdi. Elimi çekince kaybolurdu. Kadın ise huzûrsuz
olup, derdi ki, niçin cefâ edersin. Benimle alay mı edersin.
Elini kâh uzatır, kâh çekersin. Sâir erkekler gibi elimi alıp, erkek
ile kadın mu’âmelesi etmezsin. Sabâha kadar bu kadın ile
ceng ve cidâlimiz bu idi. Hazret-i Aliyyül mürtedâ “radıyallahü
teâlâ anh” buyurdu ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri,
kemâl-i lütfundan ve gayretinden ana-ogul ile cimâ olmaga revâ
görmedigi için, böyle hâl vâki’ oldu. Bunun emsâli ahvâl Alî
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden zuhûra gelmesi çok olmusdur.
Zîrâ bu seklde kemâlât ve makâmât ve kerâmetlerine
nihâyet yokdur.
Ellidördüncü Menâkıb: Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”
bir gün Fırat nehri kenârında seyr ederken bogulmus bir kimse
gördü. O meyyitin yanına varıp, bakdıkda, gördü ki, serçe parmagında
Yemen tasından yüzük var. Hayret edip, meyyit yanında
hâzır olan cemâ’ate süâl etdi ki, bu meyyitin vefâtına sebeb
ne oldu. Allahü teâlânın emri ki, sultânımız suya gark olmusdur.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki,
Yemen tası tasıyanın suda bogulmaması gerek idi. Bunun hikmeti
nedir, diye hayret deryâsına dalıp, tefekküre vardılar. Allahü
Sübhânehü ve teâlâ celle celâlühü lutfundan ve ihsânından,
hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” bu ızdırâbının geçmesi
ve bu elemden kurtulması için, o meyyitin parmagında
olan yüzük tasına dil verip, hazret-i Alîye dedi ki: Yâ Alî! Yemen
tasında buyurdugunuz o hassâ vardır. Lâkin ben Yemenî
degilim. Hind diyârının bir tasıyım. Bende o hassâ yokdur. Hazret-
i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bunu isitmekle sâd olup, Allahü
Sübhânehü ve teâlâ ve tekaddes hazretlerine sükrler eyledi.
Hâzır olan cemâ’ate buyurdu ki, suda bogulmakdan kurtulmak
hâssası Allahü teâlânın inâyeti ile Yemenî tasa mahsûsdur. Baska
taslarda yokdur. O zemândan beri Yemenî tas i’tibâr bulup,
parmakda yüzük kılındı. Bu hikâye bir arabî menâkıbdan nakl
olundu.





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)