Akrabalık İlişkileri Nasıl Olmalıdır?
Akrabalık ilişkileri nasıl olmalıdır? Akrabalık ilişkilerinde olması gereken değerler...
Akrabalık; “kan bağı”, “evlilik” yahut herhangi bir “süt emme” vesîlesiyle oluşan yakınlıktır. Anne-baba, çocuklar, nene-dede, torunlar, amca-dayı, hala-teyze, yeğenler ve bunlara nisbetle daha uzak olan akrabaların birbirlerine karşı hak ve sorumlulukları vardır. Akrabalık bağı ve akrabalar, güzel dînimizce aziz bilinen kadim değerlerimizdendir.
“Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.” (el-İsrâ, 70) âyetinde ifade buyrulduğu üzere, Yüce İslâm Dîni’nde insan “bizâtihî kıymetli” olduğu gibi, onunla alâkalı birçok mesele de husûsî bir kıymet taşır. Akrabalık da böyle üzerine titrenen bir husustur.
AKRABALARLA İLİŞKİLER
Sıla-i rahim, nikâh, velâdet, radâ (süt emme), talâk (boşanma), miras ve nafaka gibi akrabalıkla ilgili meseleler, hukukî ve ahlâkî birçok esas ve müeyyideye bağlanmıştır.
İnsan, dünyaya tek başına gelmez; başka bir ifadeyle tek başına doğmaz, büyümez ve yaşayamaz. Diğer insanlarla maddî ve mânevî birçok bağı vardır; olmalıdır. Zira o, ünsiyet eden ve ünsiyet edilen bir varlıktır. Duygu ve düşünce sahibidir. Kendini dünyaya ve insanlara kapatan bir insan, bir müddet sonra bu mânevî cendere içinde nefes alamaz hâle gelir. Kendi çevresine ördüğü bu ağ, bir müddet sonra onu âdeta “insanlıktan” çıkarır.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de insanlara şöyle hitap etmektedir:
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riâyetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (en-Nisâ, 1)
Hiç şüphesiz yakın ve uzak akrabalarımıza karşı çeşitli vazifelerimiz vardır. Bunların başında “sıla-i rahim” vazifesi gelir. Sıla-i rahim, akrabaları ziyaret etme, gönüllerini alma, bir ihtiyaçları varsa giderme, hasta ise ilgilenme, yani onlarla irtibat ve alâkayı koparmama, onları görüp gözetme demektir. Cenâb-ı Hak, bu vecîbeyi şöyle haber verir:
“Allâh’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, câriye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve dâimâ böbürlenip duran kimseyi sevmez.” (en-Nisâ, 36)
“O hâlde sen, akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allâh’ın rızâsını isteyenler için bu, en iyisidir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (er-Rûm, 38)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in de sıla-i rahmin ehemmiyeti ve fazîletine dâir pek çok hadîs-i şerîfi vardır:
“Nesebinizden sıla-i rahim yapacaklarınızı öğrenin. Zira sıla-i rahim, akrabalarda sevgi, malda bolluk, ömürde uzamadır.” (Tirmîzî, Birr, 49)
“Akrabasından iyilik gördüğü ölçüde onlara iyilikte bulunan, tam mânâsıyla onları koruyup gözetiyor sayılmaz. Asıl akrabalığın hakkını veren, akrabalıktan hiçbir hayır görmese de, onlara iyilikten vazgeçmeyendir.” (Buhârî, Edeb, 15)
İşte İslâm âlimleri, bu ve benzeri âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere bakarak, sıla-i rahmin “vâcip” olduğunu belirterek, terk etmenin ise günah sayılacağını söylemişlerdir.[1]
Akrabalara iyilik ve ihsânın en güzeli, onları hak ve hidayete dâvet etmek; emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker vazifesini îfâ etmektir. Onların hâl ve şânına göre, İslâm’a dâvet, tebliğ ve irşad bütün mü’minlerin vazifesidir.
Bu vazife ve mesûliyetlere rağmen günümüzde insanlarımızın yeterince İslâm’ı öğrenmemesi ve yaşamaması sebebiyle sıkı irtibat içinde bulunulan akrabalar arasında küskünlük, kırgınlık, kavga ve anlaşmazlıklar ortaya çıkabiliyor. Bazen miras vb. konulardaki haksızlıklar, bazen yalan, iftira, gıybet gibi zaaf ve günahlar, bazen de evlilik-boşanma aşamalarındaki tatsızlıklar, akrabaların arasının açılmasına sebep oluyor. Bazen yanlış anlama, sû-i zan, tecessüs (gizli hâlleri araştırma), vesvese ve nefsânî diğer sâikler de akrabalık bağlarının zedelenmesine yol açıyor.
Her ne sebeple olursa olsun, kırılan kalpleri tamir etmek, kopan bağları tekrar birbirine tutturmaya çalışmak, büyük bir fazîlettir. Kırgınlıklarda ilk samimi adımı atan, nefsinin gururunu kırarak ilk defa gönülden elini uzatan, Allah katında her zaman kazançlıdır. İsterse, muhâtabından beklediği karşılığı alamamış olsun.
Bu hususta Peygamber Efendimiz’in şu tavsiyesine cân u gönülden kulak verelim:
“Kin gütmeyin, birbirinize haset etmeyin, küsüp yüz çevirmeyin. Ey Allâh’ın kulları, kardeş olun! Bir müslümanın din kardeşiyle üç günden fazla dargın durması helâl değildir. Birbiriyle küsenler içinde en hayırlı olan, ilk defa selâm verip barışandır.” (Buhârî, Edeb, 62)
Akrabalar Arası Mahremiyet
Bu arada “mahrem” (kendisiyle evlenilmesi haram olanlar) ve “nâmahrem” (kendisiyle evlenilebilir yabancı kişiler) konularına da kısaca değinmekte fayda var.
Kadınların kendisiyle evlenmesi ebediyyen haram olan erkekler, onların mahremidir. Bu şekilde arada mahremiyet olan, yani evlilik yasağı olan kişilerin yanında kadınların oturması-kalkması, kıyafeti, konuşması daha rahat olabilir. Mahremleri ile uzak yolculuklara güvenle çıkabilirler.
Cenâb-ı Hak, mahrem olan kimseleri âyet-i kerîmede şöyle sıralamıştır:
“Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt bacılarınız, eşlerinizin anaları, kendileriyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı. Eğer onlarla (nikâhlanıp da) henüz birleşmemişseniz kızlarını almanızda size bir mahzur yoktur. Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi birden almak da size haram kılındı; ancak geçen geçmiştir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (en-Nisâ, 23)
Âyet-i kerîmede belirtildiği üzere, kadın için “mahrem” olan nikâh düşmeyen kişiler; baba, dede, oğul, erkek kardeş, amca, dayı, erkek kardeşin oğulları, kız kardeşin oğulları iken, erkekler için mahremler ise; anne, kız, nine, kız kardeş, hala, teyze, erkek kardeşin kızları, kız kardeşin kızlarıdır. Kan bağından doğan bu akrabalarla evlilik yapılması ebediyyen haramdır. Bir cümleyle de olsa temas etmiş olalım; “Kan bağından dolayı birbirlerine haram olanlar, süt emmeden dolayı da haram olurlar.” (Buhârî, Nikâh, 20)
Yukarıda zikredilen âyet-i kerîmede, evlenilmesi yasak olan akrabalar sayılmış, bunların dışındaki akrabalara evlilik yasağı konulmamıştır. Başka bir ifadeyle kadının mahremi olmayan, “kendisine nikâh düşen/evlenebileceği” kimseler, akraba da olsalar, nâmahremleridir. Bunların yanında, dışarıdaki insanların arasına çıktığı gibi tesettürüne dikkat eder, onlarla beraberken oturmasına-kalkmasına, konuşma ve sohbetine büyük bir asâlet ve ciddiyetle ehemmiyet gösterir.
“Onlar benim akrabam, onların yanında da dışarıdaki gibi mi davranacağım!” duygu ve düşüncesiyle, İslâm’ın nezih ahlâkını bozacak söz ve davranışlarda bulunmak; telafisi imkânsız kayıp ve felâketlerin kapısını aralar. Günümüzde bunun pek çok acı misaline şâhit olmaktayız, maalesef...
Yakın Akraba ile Evlilik
“Ey Peygamber! Biz, şu kadınları Sana helâl kıldık, (…) Seninle beraber hicret eden amca kızlarını, hala kızlarını, dayı ve teyze kızlarını…” (el-Ahzâb, 50)
Bu âyet-i kerîmede de açıkça zikredildiği üzere, Cenâb-ı Hak, bizzat Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yakın akraba evliliğini mübah kılmıştır.
Tarihen de sâbit olduğu gibi, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kızı Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-’yı amcasının oğlu Hazret-i Ali -kerremallâhu vecheh- ile nikâhlamış; kendisi de halasının kızı Zeynep binti Cahş -radıyallâhu anhâ- Annemizle evlenmiştir. Bu da “kendisine nikâh düşen akrabalarla evliliğin” câiz olduğunu göstermektedir.
“Nâmahrem/kendisine nikâh düşen” akraba ile evlilik, dînimizce yasaklanmamışsa da içinde zaman zaman çeşitli mahzurlar barındırmaktadır. Bu tür evliliklerde yaşanan sıkıntılar, akrabaların birbirine düşmesine ve akrabalık bağlarının kopmasına yol açabilmektedir. Bazen akrabalardan gelen ortak genler, bazı genetik hastalıkları tetikleyebilmektedir. Ancak farklı ailelerden olan, birbirine tamamen yabancı kimselerde de bazı genetik hastalıklar bulunabilmektedir. Eğer bu durum, çok ciddî bir tehlike arz etseydi, Rabbimiz kullarına daha geniş sınırlamalar getirirdi.
Netice itibariyle akraba evliliğinin dînen bir mahzuru yoktur; haram ya da mekruh değildir, fakat erkeklerin akraba olmayan yabancı kadınlarla evliliği de teşvik edilmiştir. Çünkü bu durum, yeni kurulan âileden doğacak nesillerin, zihnen ve bedenen daha sağlam olmasına, yeni tanışan farklı âilelerin birbirleriyle kaynaşmasına ve toplumlar arası samimiyet ve sıcak ilişkilerin oluşmasına sebep teşkil eder. O hâlde, yıllardır aynı âile çevresinde yetişmiş insanların illâ da birbirleriyle evlenmesini tenkit etmek yanlıştır. Hoşlandığı, sevdiği ve dengi olan akrabasıyla evlenmek isteyen, ayıplanamaz.
Evliliğin insan hayatı üzerinde çok önemli tesirleri vardır. Dînî ölçülere dayanmayan veya onlara zıt olan beraberlikler, elbette toplumun çökmesine sebep olur. Kur’ân ve Sünnet’e uymayan birliktelikler, örf ve âdet çerçevesince mütâlaa edilip hoş görülemez. Zira bir müslümanın hayatı, Allâh’ın rızâsı hedeflenerek, tamamen Kur’ân ve Sünnet ekseninde olmalıdır.
Gizli Nikâhın Cevâzı Var mı?
Evlilik müessesine adım atacak kişiler, nefsânî hevâ ve hevesleri ile değil de âilelerinin fikirlerini alarak, gerekli kişilerle istişâreler yaparak en uygun eş adaylarını tercih etmelidirler. Evliliğin gönül hoşluğu ile devamı, istenen güzel ve hayırlı neticelerin elde edilmesi için dînî hüküm ve hassasiyetlere dikkat edilmesi son derece önemlidir.
Günümüzde nefsânî arzu, hevâ ve heveslerle başlanan evliliklerin pek çoğu, uzun ömürlü olmuyor ve ekseriyetle boşanmayla neticeleniyor. Bilindiği üzere, ülkemizde de son yıllarda boşanma oranlarında çok hızlı artış var. Bu şekilde ferdi ve toplumu sarsan olumsuz neticeler ile karşılaşmamak için, ilk adımı çok dikkatli atmak gerekir.
Yuva kurmanın ilk adımı nikâhtır. Nikâh yapılırken “şâhitlerin bulunması”, nikâhın sıhhat/geçerlilik şartlarındandır. Şâhitsiz nikâhın geçerliliği olmaz. Şâhitsiz yapılan nikâha, “gizli nikâh” denir. Nikâhın şâhitlerin huzûrunda yapılmasının sebebi, nikâhın duyurulması ve evlenecek çiftlerin, gayr-i meşrû münasebet içinde olmadıklarının topluma îlanıdır.
Evlilikte îcab ve kabulün (evlilik teklifini karşılıklı kabulün) ardından şâhitler huzurunda nikâh akdedilir. Düğün merasimini kutlamak ve yine topluma îlan etmek maksadıyla “velîme: düğün yemeği” verilir. Yani bu meşrû evlilik, katılan misafirlere ve topluma tekrar duyurulur.
Nikâhın duyurulmasında pek çok hikmet vardır. Gizli-kapaklı yapılan evlilikler, toplumda kabul görmez; türlü dedikodu ve zanlara sebep olur. İnsanlar böyle çiftler hakkında iyi şeyler düşünmezler, anne-babalar töhmet altında kalır ve rencide olurlar. Resmî veya dînî nikâhsız doğan çocuklarla ilgili sıkıntılı bir süreç başlar. Toplumun düzen ve selâmeti, sağlıklı nesiller yetişebilmesi, bilhassa kadının maddî-mânevî mağdur edilmemesi için, nikâhın düğün şeklinde bir merâsimle duyurulması şarttır. Bu, taraflardan birinin -varsa- önceki evliliklerinin de ortaya çıkmasına yol açar.
Aslında Hanefî mezhebine göre, bülûğ çağına gelmiş bir kızın ana-babasına sormadan, ebeveynlerinden habersiz yaptığı evlilik, yanlış olmakla birlikte geçerlidir, sahihtir. Fakat diğer üç mezhebe göre böyle bir evlilik sahih değildir. Zira diğer mezheplerde, nikâh akdi için “velînin izni” şartı vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Aranızdaki bekârları evlendirin!..” (en-Nûr, 32) buyrulmaktadır.
Bu âyet-i kerîmede “Evlensinler” denmemiş, “Evlendirin!” denmiştir. Bu sebeple, diğer mezhep imamları “velî şarttır” derler ve bu hususta pek çok delil ve misal ortaya koyarlar. Bu husustaki delillerden biri de şu hadîs-i şerîftir:
“Hangi kadın velîsinin izni olmaksızın nikâhlanırsa, onun nikâhı bâtıldır/geçersizdir.” (Ebû Dâvûd, Nikâh, 18-19; Tirmîzî, Nikâh, 14)
Hanefî mezhebinde, “velî izni” şart görülmemiştir, ama orada da şu kayıt vardır: Eğer anne-baba, damatlarının kızlarına denk olmadığını görürlerse, evliliği bozma hakları vardır. Zira evlilikte pek çok yönlü “küfüvv: denklik” esastır. Gençler hisleriyle hareket ettiklerinden, bazen en basit gerçekleri fark edemiyorlar. Sonra da birçok pişmanlık yaşanıyor. Başka bir ifadeyle Hanefîler, bu ehemmiyetli konuyu, sadece irâde hürriyeti açısından ele almamış, sonraki süreçte de evliliği takip etmişlerdir.
Netice olarak denilebilir ki, gençler evlenmek için aceleci davranmamalı; evliliği, duygulardan çok akıl ve mantık açısından mütâlaa etmeli ve anne-babasının bu konudaki görüş ve tecrübelerine îtimat etmelidirler. Zira anne-babalar, evlâtlarının en yakınlarıdır, onları başkalarından daha iyi tanırlar ve onların iyilik ve mutluluğunu herkesten daha çok isterler.
Evlilik çağına gelmiş evlâtlar, bazen farklı düşünseler de ebeveynleriyle istişâre etmeli, onların rızâsını ve duâlarını almaya çalışmalıdır. Böylece yeni yuva, sağlam temeller üzerine; gönül birlikteliği içinde kurulmalıdır. Anne-babalar da evlâtlarının fikirlerini hiç düşünüp taşınmadan, peşin peşin reddederek işi yokuşa sürmemeli; gördükleri hata ve eksiklikleri açık yüreklilik ve samimiyetle ifade etmelidirler. Münâsip bir dille ifade edilen gerekçeler, er geç muhataplarda tesirini gösterir. Bu anlayış ve mülayim üslup; anne-babadan evlâda yönelik olabileceği gibi, evlâttan anne-babaya karşı da olabilir. Art niyet olmadıkça mutlaka ortak bir yol bulunur.
Boşanma ve İddet Bekleme
Evlilikle iki dünya saâdeti umut edilir. Ancak dünyanın bir imtihan yeri olması hasebiyle, her zaman umulan gerçekleşmeyebilir. Yüce İslâm dîni, çeşitli durumları ve sıkıntıları hesaba katarak boşanmayı meşrû saymıştır. Boşanmanın hükmü eşlerin durumlarına göre, kimi zaman mübah, kimi zaman müstehab, hattâ bazen farz dahî olabilir. Mekruh ve haram boşanmalar da vardır. Ancak Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:
“Yüce Allâh’a göre helâlin en sevimsizi boşanmadır.” (Ebû Dâvûd, Talâk, 3) buyruğu da akılda bulundurulmalıdır.
Hâl böyle iken, halk arasında çokça yapılan bir hataya da burada yer vermek uygun olacaktır, kanaatindeyiz.
Eşlerin karşılıklı anlaşamaması veya aralarında sıkça cereyan eden, birbirlerini rahatsız kılan çok değişik başka mevzular olabilir. Böylesi hâllerde, şerefli Kur’ân’da belirtilen ölçülere göre adım adım çözüm odaklı bir tamir ve düzeltme vetiresi başlatılmalıdır. Aile içinde problemin kaynağına göre, hâl çareleri düşünülür. Evliliğin devamı için iki taraftan da maddî-mânevî birtakım fedakârlıklar yapması, tâviz vermesi beklenir.
Ancak bütün samimiyet ve gayretlerine rağmen kendi başına meseleyi çözemeyen çift, kendi âilelerinden birer hakemin gayretiyle problemi/problemleri masaya yatırır. (Bkz. en-Nisâ, 35) Bu durum, nisbeten aile sırlarının iki kişi dışında paylaşılmasına sebep olsa da, daha geniş mânâda yine “aile içinde” kalmasını sağlar. Erkek ve kadını yakından tanıyan, aklı başında aile hakemleri, duyguların daha az tesirinde kalarak, objektif birtakım çözüm yolları gösterebilir. Şüphesiz bu durum, ailevî mahremiyetin ulu orta dışarıya açılmasından daha uygun bir yoldur.
Eğer bu usûl de meseleyi çözmezse, ya erkek tek taraflı olarak boşama yoluna gider yahut mesele, mahkemeye intikâl eder. Erkeğin boşanması da bir lafızda, bir yer ve zamanda olmaz. Sünnete uygun şekli, üç ay gibi bir zamana yayılmış şekilde, ailesinden cinsî mânâda uzaklaşarak, temizlik zamanlarında üç ayrı hakkını kullanmasıdır. Şüphesiz bunun da insanın bedenî/fizyolojik ve rûhî/psikolojik durumlarını göz önünde bulunduran, hakkâniyeti gözeten, ilâhî bir şekil olduğu bârizdir. Böylece her iki tarafa, “Bakın, evliliğiniz bitiyor, emin misiniz? Bu hâlde yaşayabilecek misiniz?” diye düşünme müddeti verilmiş olur.
Kadınlar kocasıyla anlaşamaması durumunda, boşanma kararı alma düşüncesiyle, devrin yaşayan genel-geçer kurallarından hareketle, bavulunu toplayıp babasının evine çıkıp geliyor. Bu durum kabul edilemez, büyük bir hatadır. Çünkü kadın ve koca arasında boşanma ile ilgili bir durum varsa, kadının evini terk etmesi aslâ uygun değildir. Evliliğin; boşanma, ölüm veya nikâh akdinin mahkeme tarafından feshedilmesi durumunda kadının, kendi evinde, yani kocasının evinde beklemesi durumu söz konusudur ki, bunun ismi “iddet bekleme süreci”dir.
Bu süre, kocası vefât etmiş kadınlar için dört ay on gündür. Hâmile kadınlar için olan bekleme müddeti, çocuk doğana kadardır. Boşanan kadının iddeti, yani bekleme süreci, üç defa hayız görme sürecidir. Kadın bu iddet süreçlerini bitirmeden evini terk edemez. Kadının bu hükme uyması vâciptir.[2] Kadın, kendi isteğine uygun olarak gelişmeyen her durumda, öylece çantasını toplayıp evini terk edemez. Evlilik, sorumluluk isteyen bir müessesedir, keyfe kurban edilemez ve dahî hem âile içinde hem toplumda ağır bedelleri olur. Bu sebeple atılan her adım, istişâreli, bilerek, daha sonra olabileceklere katlanma şuuruyla düşünülerek atılmalıdır.
Böylesi menfî bir durum ile karşılaşılmış ise, yukarıda âlimlerin ittifakla belirttikleri iddet süreleri doldurulana kadar kadın, kocasının evinde ikâmet eder. Ola ki kocası veya kendisi boşanma fikrinden döner ve evlilikleri kurtulur.
Kadın, bu iddet süresi içerisinde, çok zarûrî bir durum olmadıkça, gece ve gündüz, yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için, dışarı çıkmaz.
İddet süresi beklemenin hikmetlerinden bazıları da şunlardır:
Kadının hâmile olup olmadığının anlaşılması, boşanan yahut kocası vefât eden kadının, bu süre içinde psikolojik olarak toparlanması... İki tarafın birbiriyle ilgili duygu ve düşüncelerinin değişmesi, evliliği devam ettirme konusunda tekrar karar verme ihtimalleri…
Ayrıca iddet bekleyen kadının yeme, içme, kıyafet ve barınma ihtiyaçları kocasının sorumluluğundadır.[3] İddetini tamamladıktan sonra kadın, ister baba evine döner, isterse yeni bir ev kurar.
Kadının iddet müddeti bitince, kadın dilediği kimseyle evlenebilir. Kadının akrabalarının -çok ciddî bir gerekçe yoksa- bunu engelleme hakları yoktur.
Eğer karı-koca, üç boşanma haklarını da kullanmışlarsa dînî olarak artık bir daha evlenemezler. Bu durumun istisnası olarak, kadının önceden bir anlaşma yapmaksızın başka bir kimseyle evlenmesi, evlilik hayatı sürmesi ve yine tabiî bir şekilde boşanması gerekir. Böyle bir evlilik ve boşanma sonrasında, kadın dilerse önceki kocasıyla tekrar evlenebilir. Aksi hâlde ömür boyu evlilikleri haramdır.
Bu meselenin tafsilâtı için fıkıh ve ilmihal kitaplarına bakılabilir.
Dipnotlar:
[1] İbn Âbidîn, 3/415. [2] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukûk-i İslâmiyye Kamusu, II, 394. [3] Bkz. et-Talak, 1, 6.
Kaynak: Nurten Selma Çevikoğlu, Altınoluk Dergisi, Sayı: 466-467-468
İslam ve İhsan
Akrabalık ilişkileri nasıl olmalıdır? Akrabalık ilişkilerinde olması gereken değerler...
Akrabalık; “kan bağı”, “evlilik” yahut herhangi bir “süt emme” vesîlesiyle oluşan yakınlıktır. Anne-baba, çocuklar, nene-dede, torunlar, amca-dayı, hala-teyze, yeğenler ve bunlara nisbetle daha uzak olan akrabaların birbirlerine karşı hak ve sorumlulukları vardır. Akrabalık bağı ve akrabalar, güzel dînimizce aziz bilinen kadim değerlerimizdendir.
“Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.” (el-İsrâ, 70) âyetinde ifade buyrulduğu üzere, Yüce İslâm Dîni’nde insan “bizâtihî kıymetli” olduğu gibi, onunla alâkalı birçok mesele de husûsî bir kıymet taşır. Akrabalık da böyle üzerine titrenen bir husustur.
AKRABALARLA İLİŞKİLER
Sıla-i rahim, nikâh, velâdet, radâ (süt emme), talâk (boşanma), miras ve nafaka gibi akrabalıkla ilgili meseleler, hukukî ve ahlâkî birçok esas ve müeyyideye bağlanmıştır.
İnsan, dünyaya tek başına gelmez; başka bir ifadeyle tek başına doğmaz, büyümez ve yaşayamaz. Diğer insanlarla maddî ve mânevî birçok bağı vardır; olmalıdır. Zira o, ünsiyet eden ve ünsiyet edilen bir varlıktır. Duygu ve düşünce sahibidir. Kendini dünyaya ve insanlara kapatan bir insan, bir müddet sonra bu mânevî cendere içinde nefes alamaz hâle gelir. Kendi çevresine ördüğü bu ağ, bir müddet sonra onu âdeta “insanlıktan” çıkarır.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de insanlara şöyle hitap etmektedir:
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riâyetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (en-Nisâ, 1)
Hiç şüphesiz yakın ve uzak akrabalarımıza karşı çeşitli vazifelerimiz vardır. Bunların başında “sıla-i rahim” vazifesi gelir. Sıla-i rahim, akrabaları ziyaret etme, gönüllerini alma, bir ihtiyaçları varsa giderme, hasta ise ilgilenme, yani onlarla irtibat ve alâkayı koparmama, onları görüp gözetme demektir. Cenâb-ı Hak, bu vecîbeyi şöyle haber verir:
“Allâh’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, câriye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve dâimâ böbürlenip duran kimseyi sevmez.” (en-Nisâ, 36)
“O hâlde sen, akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allâh’ın rızâsını isteyenler için bu, en iyisidir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (er-Rûm, 38)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in de sıla-i rahmin ehemmiyeti ve fazîletine dâir pek çok hadîs-i şerîfi vardır:
“Nesebinizden sıla-i rahim yapacaklarınızı öğrenin. Zira sıla-i rahim, akrabalarda sevgi, malda bolluk, ömürde uzamadır.” (Tirmîzî, Birr, 49)
“Akrabasından iyilik gördüğü ölçüde onlara iyilikte bulunan, tam mânâsıyla onları koruyup gözetiyor sayılmaz. Asıl akrabalığın hakkını veren, akrabalıktan hiçbir hayır görmese de, onlara iyilikten vazgeçmeyendir.” (Buhârî, Edeb, 15)
İşte İslâm âlimleri, bu ve benzeri âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere bakarak, sıla-i rahmin “vâcip” olduğunu belirterek, terk etmenin ise günah sayılacağını söylemişlerdir.[1]
Akrabalara iyilik ve ihsânın en güzeli, onları hak ve hidayete dâvet etmek; emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker vazifesini îfâ etmektir. Onların hâl ve şânına göre, İslâm’a dâvet, tebliğ ve irşad bütün mü’minlerin vazifesidir.
Bu vazife ve mesûliyetlere rağmen günümüzde insanlarımızın yeterince İslâm’ı öğrenmemesi ve yaşamaması sebebiyle sıkı irtibat içinde bulunulan akrabalar arasında küskünlük, kırgınlık, kavga ve anlaşmazlıklar ortaya çıkabiliyor. Bazen miras vb. konulardaki haksızlıklar, bazen yalan, iftira, gıybet gibi zaaf ve günahlar, bazen de evlilik-boşanma aşamalarındaki tatsızlıklar, akrabaların arasının açılmasına sebep oluyor. Bazen yanlış anlama, sû-i zan, tecessüs (gizli hâlleri araştırma), vesvese ve nefsânî diğer sâikler de akrabalık bağlarının zedelenmesine yol açıyor.
Her ne sebeple olursa olsun, kırılan kalpleri tamir etmek, kopan bağları tekrar birbirine tutturmaya çalışmak, büyük bir fazîlettir. Kırgınlıklarda ilk samimi adımı atan, nefsinin gururunu kırarak ilk defa gönülden elini uzatan, Allah katında her zaman kazançlıdır. İsterse, muhâtabından beklediği karşılığı alamamış olsun.
Bu hususta Peygamber Efendimiz’in şu tavsiyesine cân u gönülden kulak verelim:
“Kin gütmeyin, birbirinize haset etmeyin, küsüp yüz çevirmeyin. Ey Allâh’ın kulları, kardeş olun! Bir müslümanın din kardeşiyle üç günden fazla dargın durması helâl değildir. Birbiriyle küsenler içinde en hayırlı olan, ilk defa selâm verip barışandır.” (Buhârî, Edeb, 62)
Akrabalar Arası Mahremiyet
Bu arada “mahrem” (kendisiyle evlenilmesi haram olanlar) ve “nâmahrem” (kendisiyle evlenilebilir yabancı kişiler) konularına da kısaca değinmekte fayda var.
Kadınların kendisiyle evlenmesi ebediyyen haram olan erkekler, onların mahremidir. Bu şekilde arada mahremiyet olan, yani evlilik yasağı olan kişilerin yanında kadınların oturması-kalkması, kıyafeti, konuşması daha rahat olabilir. Mahremleri ile uzak yolculuklara güvenle çıkabilirler.
Cenâb-ı Hak, mahrem olan kimseleri âyet-i kerîmede şöyle sıralamıştır:
“Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt bacılarınız, eşlerinizin anaları, kendileriyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı. Eğer onlarla (nikâhlanıp da) henüz birleşmemişseniz kızlarını almanızda size bir mahzur yoktur. Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi birden almak da size haram kılındı; ancak geçen geçmiştir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (en-Nisâ, 23)
Âyet-i kerîmede belirtildiği üzere, kadın için “mahrem” olan nikâh düşmeyen kişiler; baba, dede, oğul, erkek kardeş, amca, dayı, erkek kardeşin oğulları, kız kardeşin oğulları iken, erkekler için mahremler ise; anne, kız, nine, kız kardeş, hala, teyze, erkek kardeşin kızları, kız kardeşin kızlarıdır. Kan bağından doğan bu akrabalarla evlilik yapılması ebediyyen haramdır. Bir cümleyle de olsa temas etmiş olalım; “Kan bağından dolayı birbirlerine haram olanlar, süt emmeden dolayı da haram olurlar.” (Buhârî, Nikâh, 20)
Yukarıda zikredilen âyet-i kerîmede, evlenilmesi yasak olan akrabalar sayılmış, bunların dışındaki akrabalara evlilik yasağı konulmamıştır. Başka bir ifadeyle kadının mahremi olmayan, “kendisine nikâh düşen/evlenebileceği” kimseler, akraba da olsalar, nâmahremleridir. Bunların yanında, dışarıdaki insanların arasına çıktığı gibi tesettürüne dikkat eder, onlarla beraberken oturmasına-kalkmasına, konuşma ve sohbetine büyük bir asâlet ve ciddiyetle ehemmiyet gösterir.
“Onlar benim akrabam, onların yanında da dışarıdaki gibi mi davranacağım!” duygu ve düşüncesiyle, İslâm’ın nezih ahlâkını bozacak söz ve davranışlarda bulunmak; telafisi imkânsız kayıp ve felâketlerin kapısını aralar. Günümüzde bunun pek çok acı misaline şâhit olmaktayız, maalesef...
Yakın Akraba ile Evlilik
“Ey Peygamber! Biz, şu kadınları Sana helâl kıldık, (…) Seninle beraber hicret eden amca kızlarını, hala kızlarını, dayı ve teyze kızlarını…” (el-Ahzâb, 50)
Bu âyet-i kerîmede de açıkça zikredildiği üzere, Cenâb-ı Hak, bizzat Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yakın akraba evliliğini mübah kılmıştır.
Tarihen de sâbit olduğu gibi, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kızı Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-’yı amcasının oğlu Hazret-i Ali -kerremallâhu vecheh- ile nikâhlamış; kendisi de halasının kızı Zeynep binti Cahş -radıyallâhu anhâ- Annemizle evlenmiştir. Bu da “kendisine nikâh düşen akrabalarla evliliğin” câiz olduğunu göstermektedir.
“Nâmahrem/kendisine nikâh düşen” akraba ile evlilik, dînimizce yasaklanmamışsa da içinde zaman zaman çeşitli mahzurlar barındırmaktadır. Bu tür evliliklerde yaşanan sıkıntılar, akrabaların birbirine düşmesine ve akrabalık bağlarının kopmasına yol açabilmektedir. Bazen akrabalardan gelen ortak genler, bazı genetik hastalıkları tetikleyebilmektedir. Ancak farklı ailelerden olan, birbirine tamamen yabancı kimselerde de bazı genetik hastalıklar bulunabilmektedir. Eğer bu durum, çok ciddî bir tehlike arz etseydi, Rabbimiz kullarına daha geniş sınırlamalar getirirdi.
Netice itibariyle akraba evliliğinin dînen bir mahzuru yoktur; haram ya da mekruh değildir, fakat erkeklerin akraba olmayan yabancı kadınlarla evliliği de teşvik edilmiştir. Çünkü bu durum, yeni kurulan âileden doğacak nesillerin, zihnen ve bedenen daha sağlam olmasına, yeni tanışan farklı âilelerin birbirleriyle kaynaşmasına ve toplumlar arası samimiyet ve sıcak ilişkilerin oluşmasına sebep teşkil eder. O hâlde, yıllardır aynı âile çevresinde yetişmiş insanların illâ da birbirleriyle evlenmesini tenkit etmek yanlıştır. Hoşlandığı, sevdiği ve dengi olan akrabasıyla evlenmek isteyen, ayıplanamaz.
Evliliğin insan hayatı üzerinde çok önemli tesirleri vardır. Dînî ölçülere dayanmayan veya onlara zıt olan beraberlikler, elbette toplumun çökmesine sebep olur. Kur’ân ve Sünnet’e uymayan birliktelikler, örf ve âdet çerçevesince mütâlaa edilip hoş görülemez. Zira bir müslümanın hayatı, Allâh’ın rızâsı hedeflenerek, tamamen Kur’ân ve Sünnet ekseninde olmalıdır.
Gizli Nikâhın Cevâzı Var mı?
Evlilik müessesine adım atacak kişiler, nefsânî hevâ ve hevesleri ile değil de âilelerinin fikirlerini alarak, gerekli kişilerle istişâreler yaparak en uygun eş adaylarını tercih etmelidirler. Evliliğin gönül hoşluğu ile devamı, istenen güzel ve hayırlı neticelerin elde edilmesi için dînî hüküm ve hassasiyetlere dikkat edilmesi son derece önemlidir.
Günümüzde nefsânî arzu, hevâ ve heveslerle başlanan evliliklerin pek çoğu, uzun ömürlü olmuyor ve ekseriyetle boşanmayla neticeleniyor. Bilindiği üzere, ülkemizde de son yıllarda boşanma oranlarında çok hızlı artış var. Bu şekilde ferdi ve toplumu sarsan olumsuz neticeler ile karşılaşmamak için, ilk adımı çok dikkatli atmak gerekir.
Yuva kurmanın ilk adımı nikâhtır. Nikâh yapılırken “şâhitlerin bulunması”, nikâhın sıhhat/geçerlilik şartlarındandır. Şâhitsiz nikâhın geçerliliği olmaz. Şâhitsiz yapılan nikâha, “gizli nikâh” denir. Nikâhın şâhitlerin huzûrunda yapılmasının sebebi, nikâhın duyurulması ve evlenecek çiftlerin, gayr-i meşrû münasebet içinde olmadıklarının topluma îlanıdır.
Evlilikte îcab ve kabulün (evlilik teklifini karşılıklı kabulün) ardından şâhitler huzurunda nikâh akdedilir. Düğün merasimini kutlamak ve yine topluma îlan etmek maksadıyla “velîme: düğün yemeği” verilir. Yani bu meşrû evlilik, katılan misafirlere ve topluma tekrar duyurulur.
Nikâhın duyurulmasında pek çok hikmet vardır. Gizli-kapaklı yapılan evlilikler, toplumda kabul görmez; türlü dedikodu ve zanlara sebep olur. İnsanlar böyle çiftler hakkında iyi şeyler düşünmezler, anne-babalar töhmet altında kalır ve rencide olurlar. Resmî veya dînî nikâhsız doğan çocuklarla ilgili sıkıntılı bir süreç başlar. Toplumun düzen ve selâmeti, sağlıklı nesiller yetişebilmesi, bilhassa kadının maddî-mânevî mağdur edilmemesi için, nikâhın düğün şeklinde bir merâsimle duyurulması şarttır. Bu, taraflardan birinin -varsa- önceki evliliklerinin de ortaya çıkmasına yol açar.
Aslında Hanefî mezhebine göre, bülûğ çağına gelmiş bir kızın ana-babasına sormadan, ebeveynlerinden habersiz yaptığı evlilik, yanlış olmakla birlikte geçerlidir, sahihtir. Fakat diğer üç mezhebe göre böyle bir evlilik sahih değildir. Zira diğer mezheplerde, nikâh akdi için “velînin izni” şartı vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Aranızdaki bekârları evlendirin!..” (en-Nûr, 32) buyrulmaktadır.
Bu âyet-i kerîmede “Evlensinler” denmemiş, “Evlendirin!” denmiştir. Bu sebeple, diğer mezhep imamları “velî şarttır” derler ve bu hususta pek çok delil ve misal ortaya koyarlar. Bu husustaki delillerden biri de şu hadîs-i şerîftir:
“Hangi kadın velîsinin izni olmaksızın nikâhlanırsa, onun nikâhı bâtıldır/geçersizdir.” (Ebû Dâvûd, Nikâh, 18-19; Tirmîzî, Nikâh, 14)
Hanefî mezhebinde, “velî izni” şart görülmemiştir, ama orada da şu kayıt vardır: Eğer anne-baba, damatlarının kızlarına denk olmadığını görürlerse, evliliği bozma hakları vardır. Zira evlilikte pek çok yönlü “küfüvv: denklik” esastır. Gençler hisleriyle hareket ettiklerinden, bazen en basit gerçekleri fark edemiyorlar. Sonra da birçok pişmanlık yaşanıyor. Başka bir ifadeyle Hanefîler, bu ehemmiyetli konuyu, sadece irâde hürriyeti açısından ele almamış, sonraki süreçte de evliliği takip etmişlerdir.
Netice olarak denilebilir ki, gençler evlenmek için aceleci davranmamalı; evliliği, duygulardan çok akıl ve mantık açısından mütâlaa etmeli ve anne-babasının bu konudaki görüş ve tecrübelerine îtimat etmelidirler. Zira anne-babalar, evlâtlarının en yakınlarıdır, onları başkalarından daha iyi tanırlar ve onların iyilik ve mutluluğunu herkesten daha çok isterler.
Evlilik çağına gelmiş evlâtlar, bazen farklı düşünseler de ebeveynleriyle istişâre etmeli, onların rızâsını ve duâlarını almaya çalışmalıdır. Böylece yeni yuva, sağlam temeller üzerine; gönül birlikteliği içinde kurulmalıdır. Anne-babalar da evlâtlarının fikirlerini hiç düşünüp taşınmadan, peşin peşin reddederek işi yokuşa sürmemeli; gördükleri hata ve eksiklikleri açık yüreklilik ve samimiyetle ifade etmelidirler. Münâsip bir dille ifade edilen gerekçeler, er geç muhataplarda tesirini gösterir. Bu anlayış ve mülayim üslup; anne-babadan evlâda yönelik olabileceği gibi, evlâttan anne-babaya karşı da olabilir. Art niyet olmadıkça mutlaka ortak bir yol bulunur.
Boşanma ve İddet Bekleme
Evlilikle iki dünya saâdeti umut edilir. Ancak dünyanın bir imtihan yeri olması hasebiyle, her zaman umulan gerçekleşmeyebilir. Yüce İslâm dîni, çeşitli durumları ve sıkıntıları hesaba katarak boşanmayı meşrû saymıştır. Boşanmanın hükmü eşlerin durumlarına göre, kimi zaman mübah, kimi zaman müstehab, hattâ bazen farz dahî olabilir. Mekruh ve haram boşanmalar da vardır. Ancak Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:
“Yüce Allâh’a göre helâlin en sevimsizi boşanmadır.” (Ebû Dâvûd, Talâk, 3) buyruğu da akılda bulundurulmalıdır.
Hâl böyle iken, halk arasında çokça yapılan bir hataya da burada yer vermek uygun olacaktır, kanaatindeyiz.
Eşlerin karşılıklı anlaşamaması veya aralarında sıkça cereyan eden, birbirlerini rahatsız kılan çok değişik başka mevzular olabilir. Böylesi hâllerde, şerefli Kur’ân’da belirtilen ölçülere göre adım adım çözüm odaklı bir tamir ve düzeltme vetiresi başlatılmalıdır. Aile içinde problemin kaynağına göre, hâl çareleri düşünülür. Evliliğin devamı için iki taraftan da maddî-mânevî birtakım fedakârlıklar yapması, tâviz vermesi beklenir.
Ancak bütün samimiyet ve gayretlerine rağmen kendi başına meseleyi çözemeyen çift, kendi âilelerinden birer hakemin gayretiyle problemi/problemleri masaya yatırır. (Bkz. en-Nisâ, 35) Bu durum, nisbeten aile sırlarının iki kişi dışında paylaşılmasına sebep olsa da, daha geniş mânâda yine “aile içinde” kalmasını sağlar. Erkek ve kadını yakından tanıyan, aklı başında aile hakemleri, duyguların daha az tesirinde kalarak, objektif birtakım çözüm yolları gösterebilir. Şüphesiz bu durum, ailevî mahremiyetin ulu orta dışarıya açılmasından daha uygun bir yoldur.
Eğer bu usûl de meseleyi çözmezse, ya erkek tek taraflı olarak boşama yoluna gider yahut mesele, mahkemeye intikâl eder. Erkeğin boşanması da bir lafızda, bir yer ve zamanda olmaz. Sünnete uygun şekli, üç ay gibi bir zamana yayılmış şekilde, ailesinden cinsî mânâda uzaklaşarak, temizlik zamanlarında üç ayrı hakkını kullanmasıdır. Şüphesiz bunun da insanın bedenî/fizyolojik ve rûhî/psikolojik durumlarını göz önünde bulunduran, hakkâniyeti gözeten, ilâhî bir şekil olduğu bârizdir. Böylece her iki tarafa, “Bakın, evliliğiniz bitiyor, emin misiniz? Bu hâlde yaşayabilecek misiniz?” diye düşünme müddeti verilmiş olur.
Kadınlar kocasıyla anlaşamaması durumunda, boşanma kararı alma düşüncesiyle, devrin yaşayan genel-geçer kurallarından hareketle, bavulunu toplayıp babasının evine çıkıp geliyor. Bu durum kabul edilemez, büyük bir hatadır. Çünkü kadın ve koca arasında boşanma ile ilgili bir durum varsa, kadının evini terk etmesi aslâ uygun değildir. Evliliğin; boşanma, ölüm veya nikâh akdinin mahkeme tarafından feshedilmesi durumunda kadının, kendi evinde, yani kocasının evinde beklemesi durumu söz konusudur ki, bunun ismi “iddet bekleme süreci”dir.
Bu süre, kocası vefât etmiş kadınlar için dört ay on gündür. Hâmile kadınlar için olan bekleme müddeti, çocuk doğana kadardır. Boşanan kadının iddeti, yani bekleme süreci, üç defa hayız görme sürecidir. Kadın bu iddet süreçlerini bitirmeden evini terk edemez. Kadının bu hükme uyması vâciptir.[2] Kadın, kendi isteğine uygun olarak gelişmeyen her durumda, öylece çantasını toplayıp evini terk edemez. Evlilik, sorumluluk isteyen bir müessesedir, keyfe kurban edilemez ve dahî hem âile içinde hem toplumda ağır bedelleri olur. Bu sebeple atılan her adım, istişâreli, bilerek, daha sonra olabileceklere katlanma şuuruyla düşünülerek atılmalıdır.
Böylesi menfî bir durum ile karşılaşılmış ise, yukarıda âlimlerin ittifakla belirttikleri iddet süreleri doldurulana kadar kadın, kocasının evinde ikâmet eder. Ola ki kocası veya kendisi boşanma fikrinden döner ve evlilikleri kurtulur.
Kadın, bu iddet süresi içerisinde, çok zarûrî bir durum olmadıkça, gece ve gündüz, yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için, dışarı çıkmaz.
İddet süresi beklemenin hikmetlerinden bazıları da şunlardır:
Kadının hâmile olup olmadığının anlaşılması, boşanan yahut kocası vefât eden kadının, bu süre içinde psikolojik olarak toparlanması... İki tarafın birbiriyle ilgili duygu ve düşüncelerinin değişmesi, evliliği devam ettirme konusunda tekrar karar verme ihtimalleri…
Ayrıca iddet bekleyen kadının yeme, içme, kıyafet ve barınma ihtiyaçları kocasının sorumluluğundadır.[3] İddetini tamamladıktan sonra kadın, ister baba evine döner, isterse yeni bir ev kurar.
Kadının iddet müddeti bitince, kadın dilediği kimseyle evlenebilir. Kadının akrabalarının -çok ciddî bir gerekçe yoksa- bunu engelleme hakları yoktur.
Eğer karı-koca, üç boşanma haklarını da kullanmışlarsa dînî olarak artık bir daha evlenemezler. Bu durumun istisnası olarak, kadının önceden bir anlaşma yapmaksızın başka bir kimseyle evlenmesi, evlilik hayatı sürmesi ve yine tabiî bir şekilde boşanması gerekir. Böyle bir evlilik ve boşanma sonrasında, kadın dilerse önceki kocasıyla tekrar evlenebilir. Aksi hâlde ömür boyu evlilikleri haramdır.
Bu meselenin tafsilâtı için fıkıh ve ilmihal kitaplarına bakılabilir.
Dipnotlar:
[1] İbn Âbidîn, 3/415. [2] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukûk-i İslâmiyye Kamusu, II, 394. [3] Bkz. et-Talak, 1, 6.
Kaynak: Nurten Selma Çevikoğlu, Altınoluk Dergisi, Sayı: 466-467-468
İslam ve İhsan