11-25-2023, 03:10 PM
MASADA YEMEK YEME
Masada yemek yeme, koltukta oturma ve benzeri mobilyalar kullanmanın hükmü nedir?
Övünme, kibir ve iftihar için olmadıkça mubahtır, sakıncası yoktur. Ancak Allah Rasûllü gibi sade yaşayıp yerde oturmak ve yerde yemek yemek müstehaptır ve bu gayeyle yapılırsa sevaptır, fazilettir. Ancak bazı mubahların zamanla ilgili olduğunu da bilmek gerekir. Bir yanda yiyecek ekmek, örtünecek yorgan, ısınacak kömür bulamayan fukara, okul harcına, yurduna, kitabına, pasosuna verecek para bulamayan ve Allah için okuyan talebe varken, göz zevkini tatmin ve gösteriş için lüks perdeler, mobilyalar.. almak, insanda olsa olsa, ancak zayıf ve cılız bir imanın olduğunu gösterir.
MASÂRİFÜZ-ZEKÂT(ZEKATIN VERİLECEĞİ YERLER)
Zekâtın verileceği yerler. Masarif, "masraf kelimesinin çoğuludur. Zekât verilecek yerler, Kur`an-ı Kerim`de sekiz sınıf olarak açıklanmıştır:
"Zekâtlar Allah`tan bir farz olarak fakirlere, miskinlere, onu toplayan memurlara, kalpleri müslümanlığa ısındırılacaklara (müellefe-i kulûb) verilir, kölelerin, borçluların, Allah yolunda olanların, yolda kalanların uğrunda sarfedilir Allah bilendir, hakimdir" (et-Tevbe, 9(60). Buna göre zekâtın verilmesi gereken yerlerden ilk ikisi "fakirler" ve "miskinler"dir. Zekâtın sarf yerleri arasında öncelikle bu iki sınıf insanın zikredilmiş olması, zekâtın farz oluşundaki hikmetin, özellikle fakirlik problemini ortadan kaldırmak olduğunu göstermektedir. Mezheb imamlarının ve âlimlerin büyük çoğunluğuna göre fakir; geliri ihtiyaçlarını karşılamayan veya nisap miktarından daha az malı bulunan kimsedir. Miskin ise; hiç bir geliri ve malı olmayan kimseye denir (el-Ceziri, el-Mezâhibü`l-Erbaa, I, 622 vd.).
şu beş sınıf zengine zekât verilebilir:
a) Allah yolunda savaşanlar;
b) Yolda kalan ve böylece kendi beldesindeki serveti ile o anda bağlantısı kesilen muhtaç kimse;
c) Zekât memurluğu görevini üstlenen;
d) Borçlu kimse;
e) Yoksul komşusuna verdiği zekâtın, kendisine hediye olarak geri döndüğü kimse.
Bu duruma göre, kendilerine zekât verilebilecek fakir ve miskinleri;
1- Malı ve kazancı olmayan kimseler, 2- Malı ve kazancı olup, bunlar kendisi ve ailesinin geçimine yetmeyen kimseler, 3- Geçimini yarı yarıya karşılayacak malı olup da geçim darlığı içinde bulunanlar, olmak üzere üç grupta toplayabiliriz (el-Fetâvâ`ı Hindiyye, Beyrut 1400/1980, I, 187).
Zekâtın verileceği yerlerden üçüncüsü olarak,devlet tarafından, zekâtı toplayıp dağıtmakla görevli olarak kurulan teşkilatın her kademesinde çalışan zekât memurlarının Kur`an-ı Kerim`de zikredilmiş olması ve Hz. Peygamberin de bu iş için gerektiği kadar memur kullanmış olması, zekâtı toplama ve dağıtma işinin, devletin görevleri arasında yer aldığını göstermektedir. Ayrıca, memurların aldığı pay ücret niteliğinde olduğu için, zengin olmaları,bunu almalarına engel değildir. Ücretlerinde asgarî geçim seviyesinden az olmaması gerekir. Öte yandan, görevlilerin hediye kabul etmemeleri ve zekâtını veren mükelleflere de iyi davranmaları gereklidir (el-Kâsâni, Bedâyiu`s-Sanâyi`, Beyrut 1400/1982, II, 44 el-Fetâvâ`ı Hindiyye, I, 188).
Zekât verilecek yerlerden dördüncüsü de müellefe-i kulûb yani kalbleri Islâma ısındırılmak istenen kimselerdir. Müellefe-i kulûba zekât verme hükmü, Resulullah (s.a.s)`in vefatından sonra, Hz. Ebû Bekir devrinde gündeme gelmiş ve daha önce bu sınıftan zekât alan bazı kimseler halife`ye gelerek haklarının devam etmesini istemişlerdir. Halife gerekli yazıyı hazırladıktan sonra, şûrâ üyesi olan Hz. Ömer`e göndermiştir. Ömer (r.a), bu sınıfa zekât vermenin sebeplerini dikkate alarak, şartların değiştiğini, Islâm Devletinin ve müslüman toplumun zayıf olduğu dönemde verilen bu payın, verilmesine artık gerek kalmadığını söyledi. Halife Ebû Bekir (r.a) de aynı görüşe katılınca, bu sınıfa zekat verme uygulaması durduruldu. Müellefe-i kulûba zekât vermenin illeti; dini güçlendirip yüce kılmaktır. O devirde belirtilen illetin ortadan kalkması, hükmün sona ermesi niteliğindedir. Uygulamanın Hz. Ebû Bekir devrinde durdurulduğunda şüphe yoktur. Ancak bu durdurma daha sonra aynı şartlar ve illet yeniden ortaya çıkarsa, bu sınıfa zekât verilmesine engel değildir. Müellefe-i kulûbun müşrik olmayan fakirlerine ise her zaman zekât verilebilir. Onlar ilk iki sınıf içinde değerlendirilebilir (bk. el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi, Beyrut 1402/1982, II, 44, 45;Ibn Âbidin, Reddü`l-Muhtâr, Istanbul 1984, II, 339 vd). Bazı fıkıh kaynaklarında, zekâtın verileceği yerler arasında müellefe-i kulûb zikredilmemiştir. Bunun sebebi, Hz. Ebû Bekir devrinde uygulamanın durdurulması olmalıdır. Diğer yandan, müellefe-i kulûba zekât verme hükmünün, Hz. Peygamber`in Muaz b. Cebel`e zekâtı Yemen halkının zenginlerinden alıp, fakirlerine vermesini bildirdiği hadisle yahut illetin ortadan kalkması sebebiyle neshedildiği de söylenmiştir (Ibn Âbidin, a.g.e., II, 342; Mehmed Zihni Nimet-i Islâm, Istanbul, t.y., s. 583).
Günümüzde, kalpleri Islâma ısındırılmak istenen kişilere, gerek Islâm`a verecekleri zararı önlemek ve gerekse imanlarını güçlendirmek için zekâtın verilmesi, Islâm`ın yayılmasına ve güçlenmesine yardımcı olabilir.
Zekâtın devlet eliyle alınması halinde, müellefe-i kulûbla ilgili kararı ülke ve belde şartlarına devlet takdir eder.
Kendilerine zekât verilmesi gereken diğer bir grup da kölelerdir. Islâm, köleliği getirmemiş; mevcut olan uygulamayı ıslah etmiş, kölelere ileri derecede insanî haklar tanımış ve giderek bu müesseseyi ortadan kaldırmak için bir takım tedbirler öngörmüştür. Işte bu tedbirlerden biride, zekât gelirlerinden, kölelerin hürriyete kavuşturulması için harcama yapılmasıdır. Her nevi köle, âyetin kapsamına girmektedir. Hanbelilere göre "köle" tâbirinin içine, henüz köle yapılmamış fakat yapılması mümkün olan müslüman esirler de girer. Dolayısıyla böyle müslüman esirleri kurtarmak için zekât gelirlerinden harcama yapmak caizdir. Öte yandan, bugün artık kölelik kalkmıştır. Fakat harpler devam etmektedir. Bu bakımdan müslüman esirleri esaretten kurtarmak için zekât gelirlerinden harcama yapmanın caiz olduğu görüşü ileri sürülmekte ve benimsenmektedir.
Zekâtın sarf yerlerinden altıncısı borçlulardır. Hanefîlere göre borçlu; borcu olan ve borcundan başka nisab miktarı mala sahip olmayan kimsedir. Imam Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel`e göre ise, borçlu; kendisi için veya toplum yararı için borçlanan kimse olmak üzere iki çeşittir. Her iki gruba da, ihtiyaçlarını karşılayacak veya uğramış oldukları zarar ve ziyanı telâfi edecek kadar zekât verilebilir. Başkaları adına borçlanan kimselerin aslında zengin olmaları, durumu değiştirmez. Nitekim Ashab-ı Kiramdan Kabısa b. Muhârık, böyle bir sebeple borçlanmış ve Rasûlüllah`a gelerek zekât fonundan talepte bulunmuştur. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Istemek ancak şu üç kimseye helâldir: 1- Başkasının bir işini namına angarya olarak yüklenen kimsenin verdiği kadar istemesi helâl olur, o miktarı alınca durur. (Zengin olduğu için daha fazla almaz). 2- Başına gelen bir felaket yüzünden servetini kaybeden kimse, işini yoluna koyacak ve geçimini sağlayacak kadar isteyebilir. Kendi kabilesinden aklı başında üç kişinin "filan yoksul düştü" diyebileceği kimse ihtiyacını giderecek kadar alabilir. Ey Kabîsa! Bunlardan başkasının istemesi caiz değildir. Alırsa haram yemiş olur" buyurmuştur (Müslim, Zekât, 109; Ebû Dâvûd, Zekât, 26; Nesâî, Zekât, 80, 86). Kur`an-ı Kerim`de yedinci sırada zekâtın Allah yolunda sarfedilmesi istenmiştir. "Allah yolunda" ifâdesi ise şöyle açıklanmıştır: "Farzları, nâfileleri ve her nevi hayırları yerine getirerek Allah`a yaklaşma, O`nun rızasına erme amacıyla yapılan her ihlâslı amel "Allah yolunda"dır. Ancak, bu ifade kayıtsız şartsız söylenince çoğu kere cihat anlaşılır" (Ibnü`l-Esir, en-Nihâye, II, 145,156). Dört mezhebe göre de, İslam`ın muhafazası ve tebliği için yapılan savaş (cihat), kesin olarak "Allah yolunda" ifadesine dahildir. Zekat bizzat cihada katılanlara verilir. Ancak, âmme hizmeti için yapılan cami, okul, köprü ve hastane gibi yerlere verilmez. Hanefîlere göre cihat edenin fakir olması da şarttır. Her ne kadar ayette geçen "Allah yolunda" ifadesinden, daha çok cihat anlamı çıkarılmışsa da; cihatın yalnızca askerî savaşa mahsus olmadığı, fikrî, terbiyevî, içtimaî, iktisadî ve siyasî çeşitlerinin de bulunduğu ileri sürülmüştür (el-Kardâvi, a.g.e., s. 655-669). Nitekim Hadislerde, zalim sultanın karşısında hakkı söylemeye de "cihat" denilmiştir (Ebu Dâvud, Melâhim,18; Nesâî, Bey`at, 38). Aynı şekilde "Müşriklere karşı mal, can ve dilinizle cihat edin" buyurulmuştur (Ebû Dâvud, Cihâd, 5, 38, Fiten, 13; Nesâi, Zekât, 49, Cihâd, 7; Ahmed b. Hanbel, Müsned,III, 13, 16). Ancak, cihatta hedefin mutlaka Islâmî olması da gereklidır. Bir defasında Hz. Peygamber`e "Cesaret olsun diye, yiğitlik olsun diye veya gösteriş için savaşan kimselerden hangisi Allah yolundadır" diye sorulduğunda O, Allah`ın isminin en yüce olması için savaşan insan, işte o Allah yolundadır" buyurmuştur (Buhârî, Ilim, 45, Cihâd, 15; Müslim, Imâre,149-151).
Bu durumda, gayesi İslamın hâkimiyet ve ihyası, Islâm yurdunun muhafazası ve kurtarılması, Islâm`a yönelen her türlü tehlikenin önlenmesi olan askerî, fikrî, siyasî, iktisadî mücadele ve faaliyetler Allah yolunda" ifadesinin kapsamına girer. Bu faaliyetler için zekât fonundan harcama yapılabilir (el-Kardâvi, a.g.e., s. 655-669).
Zekâtın sarf yerlerinden sonuncusu yolculardır. Islâm dini, rızık aramak, ilim tahsil etmek, Allah`ın yeryüzündeki yaratıklarını ibret gözüyle görmek, Allah yolunda cihad etmek ve İslam`ın beş temel esasından biri olan hacc ibadetini yerine getirmek gibi sebeplerle yolculuk yapılmasını teşvik etmiştir. Bu gibi meşru gayeler uğrunda seyahat edilmesini teşvik eden Islâm, parasızlık sebebiyle yolda kalmış kimselere bunlar kendi memleketlerinde zengin bile olsalar zekâttan pay ayrılmasını emretmiş; zekâtın dışındaki kaynaklardan da yolculara yardım edilmesini istemiştir (el-Isrâ, 17/26; er-Rûm, 30/38; en-Nisâ, 4/36, el-Enfâl,8/41; el-Haşr, 59/7).
Böyle bir uygulamayı Islâm`ın dışında herhangi bir sistemde bulmak mümkün değildir.
MA`SİYETE yardım ETMEK MA`SİYET OLDUĞUNA GÖRE ŞIRAYI FABRİKASINA SATMAK CAİZ MİDİR?
Şarabı yapan fabrika veya imalathane sahibi müslüman olduğu takdirde şırayı şarap yapmak üzere ona satmak dört mezhebe göre caiz değildir. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor: İyilik ve takva üzere yardımlaşınız. Günah ve haddi aşmak hususunda yardımlaşmayınız (K.Kerim, el-Maide suresi).
Ama müşteri müslüman olmazsa, İmam-ı A`zam`a göre ona satmak caizdir. Çünkü ma`siyet bizzat şıra ile kaim değildir, yani şıra bilfiil müskir değildir. Onun için ona satmakta beis yoktur. Türkiye`de şarap fabrikasının sahibi şahıs değil, dini esaslara dayanmıyan laik devlet olduğu için İmam-ı A`zam`a göre devlete satmakta beis yoktur. İmameyn ile diğer mezheplere göre alıcı müslüman bir kimsenin, müslüman olmasa da ona satmak haramdır (al-Durr al-Muhtar). Müftebih İmam-ı A`zam`ın görüşü değil, cumhurun görüşüdür. Yine müslüman bir kimsenin, müslüman olmayan bir kimse için ücret mukabilinde şarap taşıması veya domuzları otlatması, İmam-ı A`zam`a göre caizdir. İmameyne göre caiz değildir (al-Durr al Muhtar).
MÂSUMİYET (İSMET)
Suçsuz, günahsız, kabahatsiz, anlamına gelen bir terim. Masumiyet, suçsuzluk demektir. Ismet de bu anlamdadır.
Allah Teâlâ`nın peygamberlerine en büyük lütuflarından biri ismet (masumluk)tur. Ismet, peygamberlere mahsus bir sıfattır ki, bu ilâhî nimet ve ihsan sayesinde peygamberler her türlü günahları işlemekten değerlerini düşürecek fiillerden korunmuşlardır. Ismet, peygamberlerin irade, ihtiyar ve kudretlerini gidermez. Ihtiyar ve kudretleri baki kalmakla beraber, devamlı olarak günahtan kaçıp taatte olurlar.
Şia`ya göre, peygamberlerin, doğumlarından itibaren; Mutezilenin çoğunluğuna göre, bulûğ çağından itibaren; Mutezileden Ebul-Hüzeyl (v. 235/849) ve Ebu Ali el-Cübbâî (303/916) ite Ehl-i sünnet`in çoğunluğuna göre ise, peygamber olarak gönderildikten sonra masumiyetleri vaciptir.
Peygamberlerin masumiyetlerini dört yönde incelemek mümkündür:
1- Inançta Ismet: Islâm ümmetinin hepsine göre; peygamberler küfür, şirk, dalâlet ve bid`atlardan masumdurlar. Fakat Hariciler`in Ezârika kolu, peygamberlerin günah işlemelerini caiz görür. Halbuki, onlarca günah işlemek küfürdür. Bu fasit esaslarına binaen peygamberlerin kâfir olmalarını da caiz görmüş oluyorlar.
Peygamberlerin masumiyeti konusunda aşırı bir şekilde titizlik gösteren Şia, takiyyeten küfür izhar etmelerini caiz görür.
2- Tebliğde Ismet; Yine, Islâm ümmeti, peygamberlerin Allah`tan kullarına tebliğ ettikleri dinî hükümlerde yalan söylemekten ve tahrifatta bulunmaktan masum oldukları hususunda icma etmiştir. Ne kasten ve ne de yanılarak bunu yapmalarını caiz gören olmamıştır.
3- Dünya işleri ile ilgili fetvalarda masumiyetleri: Islâm ümmeti, peygamberlerin dünya işleri ile ilgili fetva ve içtihatlarında kasten hata etmelerinin caiz olmadığında icma etmiştir. Yanılarak hata etmelerini ise, bazı âlimler câiz görmüş, bazıları ise caiz görmemiştir.
4- Fiillerde Ismet; Peygamberlerin fiillerinde masum olup olmadıkları hakkında beş ayrı görüş vardır:
a) Haşviyye; peygamberlerin kasden büyük ve küçük günah işlemelerini caiz görür.
b) Mutezilenin çoğu; peygamberlerin kasden büyük günahlarla, nefret edilen küçük günahları işlemelerini caiz görmezler; ancak nefret edilmeyen küçük günahları caiz görürler.
c) Mutezile`den Ebu Ali el-Cubbaî (v. 303/916) peygamberlerin kasden büyük ve küçük günah işlemelerinin caiz olmadığını, ancak, te`vilde hata etmelerinin caiz olduğunu söyler.
d) Yine Mutezileden en-Nezzam (v. 231/845) ve ona tabi olan bazı âlimler ise; peygamberlerin kasden büyük ve küçük günah işlemelerini caiz görmediği gibi te`vilde hata etmelerini de caiz görmez. Sadece unutma ve yanılmalarını caiz görürler. Peygamberlerin itap olmalarının da günah işlemelerinden değil, unutma ve yanılma sebebiyle olduğunu söylerler.
e) Şia ise; peygamberlerin nübüvvetten önce ve sonra küfürden, büyük-küçük her türlü günahlardan, te`vilde hatadan, unutmak ve yanılmaktan masum olduklarını ileri sürer.
Peygamberler, hiç bir zaman kasden herhangi bir günah işlememişlerdir. Dünya işlerinde nadıren yanıldıkları olmuştur. Daha önce doğrusunu öğrettikleri bazı din işlerinde yanılmanın hükmünü öğretmek için Allah tarafından unutturuldukları olmuştur. Bu cümleden olarak Hz. Peygamber (s.a.s), bazı namazlarında yanılmıştır. Gayet zeki ve uyanık olan peygamberin namazda yanılmış olması, yanılmanın hükmünü açıklamak gibi bir hikmete dayalı olmalıdır.
Peygamberler melek değil beşerdirler. Bu sebeple zelleleri ve hataları olabilir. Zelleleri ise yüce makamlarına göredir. Nadıren yanılma ve hata etmelerinin hikmeti beşer olduklarının isbatı içindir. Tevbe ve istiğfarları ise; işledikleri günah için değil, ibadet için veya ümmetlerine öğretmek içindir.
Hz. Âdem`in yasak ağaçtan yemesi, yanılma neticesinde vuku bulmuştur. Hz. Musa`nın kıptiyi öldürmesi de hata eseri olmuştur. Peygamberlerden başka masum kimse yoktur. Çünkü Ismet, peygamberlere mahsus bir özelliktir.
Melekler de peygamberler gibi masumdurlar.
Allah (c.c) bize, müminlerin ayıplarını araştırmamamızı, örtmemizi emrediyor. O halde Allahın sevgili ve yüce elçileri olan peygamberlerin günahlarını araştırmak, günah işlediklerini iddia etmek doğru bir davranış olmayıp Islâm`da yasaklanmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.s)`e sonsuz bir güven duymak, O`na samimiyetle ve büyük bir sevgi ile bağlanmak, her şeyi ile onu örnek almak, kendi ayıplarımıza dönerek onları gidermeye çalışmak yegâne vazifemiz olmalıdır. Kurtuluş yolu budur.
MATEM
Ölen kimsenin veya kaybolan şeyin ardından üzülme ve ağlama, yaş, acı ve üzüntü.
Cahiliye devrinde kocası ölen kadın, bir yıl mağaramsı bir kulübeye kapatılır, kimseyle temas etmez, yıkanmaz, saçlarını taramaz, tırnaklarını kesmezdi. Hatta bu devir Araplar arasında, ölümünden sonra kendisi için bağıra çağıra, iyiliklerinin sayılarak ağlanmasını vasiyet edenler bile vardı. Böyle yas tutmayı Hz. Peygamber (s.a.s) yasaklamış, sadece ölenin hatırasına hürmeten yakın akraba için üç gün, koca için de dört ay on gün bir nevi yas tutmayı meşru kılmıştır. Bu konuyla ilgili olarak bir hadiste şöyle buyurulur: "Allah`a ve ahiret gününe iman eden bir kadının kocasından başka bir ölü için üç gün den fazla yas tutması helâl değildir. Ancak kadın, kocasının ölümü halinde dört ay on gün matemini sürdürür" (Tecrid i Sarih Tercemesi IV, 363).
Ölüm büyük bir olaydır. Böyle bir olaydan dolayı kişinin kederlenmesi, hüzünlenmesi normaldır. Hatta dinimiz, sessizce ağlamayı ve gözyaşı dökmeyi de makul görür. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s) de oğlu İbrahim`in vefatında bizzat gözlerinden yaşlar akıtarak ağlamış; kendisine ağlamayı yasaklamış olduğu hatırlatılınca da, bunun yasak olan ağlama şekli olmayıp gözyaşı dökmekle Allah`ın azap etmeyeceğini, ancak -mübarek dilini işaret edip- onunla azap edeceğini belirtmiş ve "Muhakkak ki ölü, ehlinin üzerine bağırıp çağırmayla azap duyar" buyurmuşlardı (Buhârî, Cenâiz,42, 43).
Yine Peygamberimiz bir cenazede kabrin kenarına oturmuş, gözyaşları toprağa damlayacak derecede ağlamış, kızı Rukiyye`nin vefatında, yanında sessizce ağlayan Fâtıma`nın gözyaşlarını kendi eliyle silmiş, onun bu şekilde ağlamasını yasaklamamış ve Hz. Ömer bir cenazede ağlayan kadına bağırınca Hz. Ömer`e "Bırak onu, ağlasın, muhakkak ki, göz yaşarır" buyurarak sessizce ağlayanın serbest bırakılması gereğine işaret buyurmuştur (İbn Mâce, Zühd 19, Cenâiz, 53).
İslâm`da ta`ziyenin, yani başsağlığı dilemenin süresinin üç gündür ve üçüncü günden sonra taziye hoş görülmemiştir.
Buna rağmen, Cahilî bir davranış biçimi olan matem, sonraki asırlarda önü alınamayan bir yayılma gösteren yerleşik bid`atlerden biri haline gelmiştir. Hz. Hüseyin`in 10 Muharrem 680 tarihinde Kerbela`da şehit edilişi Şiîlerce mezhebî bir alamet telâkki edilerek, her yıl düzenlenen matem merasimleriyle anılmaktadır. 10 Muharrem günü meydanları dolduran binlerce genç-yaşlı şiî, bir ağızdan "Ya Hüseyin" diye haykırarak gözyaşı dökerken, başlarını yumruklamakta ve bedenlerini zincirlerle dövmektedirler. Bu ve buna benzer davranış biçimlerinin Resulullah (s.a.s)`in ortaya koyduğu ve uyulmasını istediği prensiplerle alakasının olmadığı ortadadır. Yine günümüzde Resulullah (s.a.s)` ın yasakladığı ölüler için tutulan matemler, dövünerek ve bağırarak ağlamalar, diğer müslümanlar arasında da yer etmiş bulunmaktadır.
Ayrıca, çağdaş cahili ideoloji ve sistemlerin bir anlamda ilâhlaştırdıkları ölmüş kişiler için tuttukları matem türü vardır. Devlet düzeyinde gerçekleştirilen bu matem tutma organızeleri sırasında belirli bir müddet hareketsiz ve dimdik bir şekilde yas tutulur, sirenler çalınır ve bayraklar yarıya indirilir. Yine cenaze ve ölüm yıl dönümleri için düzenlenen matem merasimleri esnasında yas tutanlar, siyah renklere bürünürler. Bu davranışların anlamsızlığı ve İslam öncesi cahiliyet yaşamının çağdaş dünyaya yansımalarından biri oluşu, müslümanların bu tür davranışlara karşı duyarlı olmalarını gerektirmektedir. İslâm, ölümü mutlak anlamda üzücü bir olay görmediği ve Allah Teâlâ`nın herkes için takdir buyurduğu bir olay olarak telâkki ettiği için ölçüleri dışında; bir açıdan ölenlere tapınmaya kadar varan matem tutmalara izin vermemiştir.
MATUH(BUNAK BUNAMIŞ)
Bunak, bunamış. Ateh kökünden türemiş arapça bir isim; aklın olayları doğru bir şekilde anlayıp idrak etmesine engel olan bir hastalık. Buna dilimizde "bunaklık" veya "bunama" denir. Bu hastalık, çoğunlukla yaşlılarda görülür. Bunama ve akıl hastalığı İslâm hukukunda kişinin edâ ehliyetini etkileyen semavî arızalardandır. Bunama ile akıl hastalığı arasındaki fark; birincide sükunet ve durgunluk; akıl hastalığında ise heyecan ve taşkınlık hakimdir. Bazı İslâm hukukçuları, bunaklıkla akıl hastalığının aynı türden olduğunu, diğer bir deyişle, bunların aynı türün iki farklı mertebesi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Buna göre, aklından özürü bulunan bir kimse, eğer hiç bir şeyi düşünüp kavrayamayacak bir durumda ise ona "akıl hastası"; eğer bazı olaylara akıl erdirebiliyorsa; bazı sözleri akıl hastasının sözlerini andırmakla birlikte, bazı sözleri de normal insanların sözlerine benziyorsa "bunamış (matuh)" denilir. Buna karşılık bazı hukukçular bu iki hastalık arasında fark görürler. Bu görüşe göre bunak, gel-git akıllı kimsedir. Temyiz gücünü kaybettiği zaman akıl hastası hükmünde olur ve edâ ehliyetini tamamen kaybeder. Temyiz gücüne sahip olması durumunda, tıpkı mümeyyiz çocuk gibi "eksik ehliyetli" olur.
Diğer yandan, İslâm hukukçularının büyük bir bölümü biraz daha farklı bir yol izleyerek, bunamış kimsenin ancak mümeyyiz olabileceğini, temyiz gücünü yitirdiğinde ise akıl hastasından hiç bir farkı kalmayacağını ifade etmişlerdir (Ebû Zehra, el-Ahvâlu`ş-Şahsiyye, Kahire 1957, s. 445-446).
Bunak, Mecelle`de, "anlayış ve kavrayışı az, sözü karışık ve kendini iyi idare edemeyen" kişi olarak tarif edilmiş (Mecelle, mad. 945) ve matuh`un eda (fiil) ehliyeti açısından, mümeyyiz çocuk sayıldığı (Mecelle, mad. 978) ve tıpkı mecnun ve çocuk gibi zaten ehliyeti kısıtlı (mahcur) olduğu (Mecelle, mad. 957) ifade edilmiştir. Bu itibarla bunamış kişiye bir kanuni temsilci tayin edileceğinden o, başkasına veli olamaz.
Bu duruma göre, bunağın hukukî tasarrufları mümeyyiz küçükte olduğu gibi üç kısma ayrılır:
1) Matuh`un, hibeyi ve hediyeyi kabul etme gibi, kendisi hakkında sırf yarar olan ve zarara ihtimali bulunmayan tasarrufları. Bunlar, matuh`un kanunî temsilcisinin izin ve icazeti olmadan da geçerli olur.
2) Başkasına bir şey bağışlama gibi, kendisi hakkında sırf zarar olan tasarrufları. Bunlar matuh`un kanunî temsilcisinin icazetiyle bile geçerli olmaz. Bunağın boşaması da bu gruba girer (bk. Buhâri, Talâk, II/VI,169).
3) Yarara ve zarara ihtimali bulunan, alım-satım, kira gibi akitleri matuh`un bu türden akitlerinin işlerlik kazanıp hüküm ve sonuçlarını meydana getirebilmesi, kanunî temsilcisinin icazetine bağlıdır. Kanunî temsilci, icazet verip vermemekte serbest olup, icazet verirse akit muteber olur, vermezse batıl olur (Mecelle, mad. 967, 978).
Bulûğdan sonra ateh`in bütün hükümler konusunda mümeyyiz çocuk hükmünde olduğu, ateh`in söz ve fiillerin sıhhatine engel teşkil etmediği, fakat sorumluluk yüklenmeye (uhde) mani olduğu kabul edilmekle beraber; tazmin yükümlülüğü açısından, matuh`un, istihlak ettiği malları tazminle mükellef tutulması "uhde" kapsamı dışında tutulmuştur. Diğer bir ifadeyle, tazmin yükümlülüğü, failin kasd ve ihmalinden değil de zarara uğrayanın dokunulmazlığı ve korunması açısından gerekli olup cebren meşru kılındığı için, kişinin matuh olması, zayi ettiği başkasına ait malın dokunulmazlığını ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla matuh, fiilî tasarruflarından sorumludur (el-Habbâzî, Celaluddin Ebû Muhammed Ömer b. Muhammed (ö. 691/1292); el-Muğnî fi Usûli`l-Fıkh, Mekke 1983, s. 372).
Diğer yandan matuh`un namaz vb. gibi bedenî ibadetlerle yükümlü olup olmadığı tartışılmakla birlikte, İslâm hukukçularının çoğunluğu, matuh`tan şer`î hitabın kaldırıldığını, dolayısıyla onun tıpkı akıl hastası gibi, bedenî ibadetlerle yükümlü olmadığını belirtmişlerdir.
Matuh`un fiil ehliyeti kısıtlı olduğundan, suç işlediğinde, uygulanması failin kasd ve tecavüzüne bağlı olan kısas, el kesme, dayak gibi cezalar uygulanmasa da, hapis gibi tedbir amaçlı veya diyet gibi tazmin amaçlı cezalar uygulanabilir.
MEFKÛD(KAYBOLDUĞU HALDE SAĞ VEYA ÖLÜ OLDUĞU BİLİNMEYEN KİŞİ)
Mefkûd kendi hakkında sağ, başkaları hakkında ölü hükmündedir. Ölümüne hükmedilmedikçe malları mirasçılara intikal etmez. Daha önce yapmış olduğu icare (kira) akdi fesholunamaz. Vefatı hakikaten veya hakimin hükmüyle sabit olmadıkça karısı başkasıyla evlenemez (Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-31, XI, 34-35, 43).
Mefkûd başkasına vâris olamaz. Ancak onun hissesi sağ olabileceği gözönüne alınarak ihtiyaten bekletilir. Geldiğinde hissesi kendisine intikal eder. Aksi halde vârisler bu hisseye sahip olur. Kendisine yapılan vasiyete de sahip olabilmesi için sağ olarak dönmesi gerekir. Aksi halde vasiyet edilen şey mûsî (vasiyyet eden)nin vârislerine iade olunur (Serahsî, a.g.e., XI, 34-35; el-Fetâva`I, Hindiyye, Bulak 1315, II, 300).
Hâkimin mefkûd hakkında velâyeti caridir: Bu velâyet mefkûdun, mallarını korumaya yöneliktir. Bundan dolayı onun gayrımenkul veya menkul mallarının bozulma ihtimali bulunmadıkça hâkim satamaz. Eğer satarsa mefkûd döndüğünde bu malları müşteriden alabilir. Eğer mefkûdun borcu varsa borcu ödemek için akarını satabilir ve yine akarını tamir ettirebilir. Fakat hâkimin izni olmadan mefkûdun akarını meselâ hanesini mefkûdun vekili daha önce mefkud yetki vermiş bile olsa tamir edemez (Ö.N. Bilmen, Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1985, VII, 214-215).
Hâkim, mefkûdun mallarını muhafaza, başkalarının zimmetinde bulunan alacakları tahsil ve onun mallarında usulü dairesinde tasarrufta bulunması için güvenilir bir kişi tayin eder ki bu kişiye kayyim denir. Kayyim mefkûdun yakınlarından olabileceği gibi haricden de olabilir. Kayyim mefkûdun mallarını hıfzeder, ekinlerini, harmanlarını korur, borçlarından ikrar ettiklerini alır, kaybolabilecek durumdaki mallarını hâkimin emriyle satar. Kayyim mefkûdun lehine ve aleyhine olan davalarda hasm (taraf) olamaz. Mefkûdun daha önce muayyen bir hususta tayin etmiş olduğu vekili varsa o hususa kayyim müdahale edemez. Hatta mefkûdun işlerini yürütmek için tayin ettiği bir vekili varsa kayyim tayin edilemez. Çünkü müvekkilin kaybolmasıyla vekil azlolmaz. Vekil mevcut olunca da kayyime ihtiyaç kalmaz. Mefkûdun vârisleri hâkim tarafından tayin edilen kayyime muhalefet ederek malında tasarrufta bulunamazlar (Kâsânî, Bedayiu`s-Sanâyi, Kahire 1327-28/1910, VI, 196; el-Fetâva`l-Hindiyye, II, 299-300; Bilmen, a.g.e., VII, 215-217).
İmam Azam, İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed`e göre, hâkim mefkudun nafakasıyla yükümlü olduğu kişilere nafaka takdir edebilir. İmam Züfere göre ise takdir edemez. Ancak hâkimin nafaka takdir etmesi durumunda kendilerinden bir kefil alması güzel görülmüştür. Çünkü mefkûd karısını daha önce boşamış veya nafakaları peşin olarak karşılamış olabilir (Kâsânî, a.g.e., VI,196-197). Hâkim mefkûdun ancak nafaka cinsinden olan mallarından nafaka takdir edebilir. Bu mallar altın-gümüş, yenilen-giyilen gibi şeylerdir. Mefkûdun diğer menkul ve gayrımenkul malları satılarak nafakaya sarfedilemez. Ancak kaybolacağından korkulan mallar satılırsa paralarıyla nafaka ihtiyacı giderilebilir. Bunun yanında hâkim, mefkûdun alacaklılarının zimmetinde veya emanet verdiği kişinin elinde bulunan mallarından nafakayı karşılayabilir. Ancak mefkûddan nafaka almaya hak sahibi olanlar mefkûdun alacaklılarından nafaka dava edemezler. Mefkûdun alacaklı olduğu kişiler onun karısına veya usul ve furûuna hâkimin emri olmaksızın nafaka veremezler. Verirlerse bu, teberru mahiyetindedir. Mefkûd, döndüğünde, onlardan alacaklarını talep edebilir (Bilmen, a.g.e., VII, 218-219).
Mefkûdun sağ olarak dönmemesi hafinde ne kadar zaman geçtikten sonra ölümüne hükmedileceği konusunda ihtilâf vardır. Hasan b. Ziyad`a göre doğumundan itibaren 120 yıl, İmam Ebû Yusuf`a göre 100 yıl, Zahiru`r-rivâye`ye göre ise 90 yıl geçmesi durumunda mefkûdun öldüğüne hükmedilir. İmam Malik`e göre bu süre 4 yıldır. Hz. Ömer (r.a) dan da böyle bir görüş nakledilmiştir. Hanefi mezhebinde yaygın olan görüşe göre mefkûdun ölümüne hükmedilecek süre, yaşıtlarının hayattan gitmesidir.
Yaşıtları öldüğü halde dönmemiş olan mefkûdun ölümüne hükmedilir. Ancak tercih`e şayan olan görüş (muhtar) süre tayininin imama bırakılmasıdır (Serahsî, a.g.e., XI, 35-36; Kâsânî, a.g.e., V, 197; el-Fetâva`l-Hindiyye, II, 300). Mefkûd, savaş sırasında kaybolmuşsa mücahit ve esirlerin dönüşünden itibaren bir yıl geçtikten sonra hâkim karı ile kocanın nikâhını feshedebilir.
Artık mefkûdun vefatına hükmedildikten sonra malları vârislere intikal eder ve karısı da vefat iddeti bekler. İddeti bittikten sonra bir başkasıyla evlenebilir. Ölümüne hükmedilen mefkûd, malları taksim edildikten ve karısı evlendikten sonra sağ olarak gelirse vârişlerdeki mallarını alabilir. Fakat harcanmış olanları tazmin ettiremez ve karısını ikinci kocasından ayıramaz (el-Fetâva`l-Hindiyye, II, 300). Fakat kadın, hâkimden, ayrılma kararı almadan evlenip de sonradan eski kocası da ortaya çıkarsa, ikinci nikâh münfesih olur (Hukuk-ı Aile Kararnâmesi, mad. 128, 129; Kadri Paşa kodu, mad. 471, 481).
Mefkûdun malı ve aile fertleri üzerinde hâkimin yetkileri şöyle özetlenebilir:
1) Hâkim, kaybolan kişinin mallarını koruyacak güvenilir bir kimse tayin eder. Bu, mefkûdun mallarını, çocuk ve akıl hastasının malı üzerine tayin edilen kayyım gibi idare eder, gelirlerini toplar ve ona ait hakları korur.
2) Bozulacak malları satar ve parasını muhafaza eder. Çünkü satış, korumanın gereklerindendir.
3) Mefkûdun malından karısına, küçük erkek ve kız çocukları ile özürlü olup çalışmayan erkek ve kadın yoksul büyük çocuklarına nafaka verir. Mefkûdun malı olmaz; fakat başkalarının elinde nakit para, yiyecek ve giyecek kabılinden emanetler bulunursa bunlardan infak eder. Ancak mefkûdun malı yalnız ticaret eşyası veya gayrimenkul cinsinden olursa hâkim bunlara nafaka veremez. Çünkü bunlar satılmadıkça infak mümkün olmaz. Hâkimin ise gaibe ait ticaret malını ve gayrimenkulü satma yetkisi yoktur. Sadece baba kendi nafakası için gaib oğlunun ticaret mallarını izinsiz, gayri menkulünü ise hâkimin izni ile satabilir (el-Kâsânî, a.g.e., VI, 196; İbnü`l-Hümâm, a.g.e., IV, 440; İbn Âbidîn, Reddü`l-Muhtâr, III, 360; ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmî ve Edilletüh, V, 784, 785).
MEGAFONLA İMAMA UYMAK
Kadınlar camii`nin yakınındaki bir evden megafonla camideki imama uyabilirler mi?
İmama uymak demek, mümkün olan her konuda ona tâbi olmak demektir. Namaz kıldıkları yer de tâbi olunması gereken hususlardandır. Dolayısıyla; İmam bir binekte, cemaat ayrı bir binekte, imam bir gemide, cemaat ona bitişik olmayan başka bir binada olursa, cami dışında imamla cemaat arasında, araba geçecek kadar boş bir yol, büyük bir nehir bulunursa... Bu ve benzeri durumlarda cemaat imama mekân konusunda uymamış olduğundan, iktidâ (imama uyma) sâhîh olmaz, ama binalar birbirine bitişik olursa, arada duvar dahi bulunsa, imamın hareketlerini duyuyor ya da görebiliyorsa imama uyabilir. Mikrofon (megafon vs.) gibi araçlarla duymuş olsa da durum aynıdır. Yani itibar, ayrı mekânda olmaya ve imamın ne yaptığını bilmeyedir, arada engel olup olmamasına değildir. (48 Ibrahim el-Halebî, es-Serhu`I-kebîr 253-54; Mehmed Zihnî Efendi, Nimet-i Islâm 293-94; Vehbe ez-Zuhaylî, age. N/229-31) Bu konuda kadınla erkek arasında fark yoktur. Binalar ayrı olduktan sonra, yakın da olsa uyamazlar. Binalar bitişik olduktan ve imamın hangi rükünden hangisine geçtiği (intikalleri) bilindikten sonra uzakta da olsalar ve aralarında engel de bulunsa uyabilirler.
MEHİR
Evlenme sırasında kadına bu isimle ödenen meblağ; evlilikte kadının nikâh akdi veya cinsel temasla hak kazandığı mal veya meblağ anlamında bir fıkıh terimi. Kitap, Sünnet ve fıkıh literatüründe mehir kelimesi yerine, eş anlamda; "sadûk", "saduka","nıhle", "farîza", "ecr", "hıbâ", "ukr", "alâik", "tavl" ve "nikâh" kelimeleri de kullanılır.
İslâm Hristiyanlıkta olduğu gibi kadının erkeğe verilmek üzere para biriktirilmesini (drahoma) değil de; aksine, erkeklerin kadınlara rağbetinin bir sembolü olsun diye hediye kabilinden bir meblağın ona verilmesini emretmiştir. Mehir kadına değil, erkeğin üzerine vaciptir. Dâru`l-islâm`da bir kadınla cinsel temas, ya had cezasını gerektirir, ya da mehir hakkını doğurur. Bu, kadına saygının bir sonucudur.
Kur`an-ı Kerîm`de mehirden söz eden çeşitli ayetler vardır. Bazıları şunlardır: "Aldığınız kadınların mehirlerini yürekten isteyerek ve Allah`ın bir atiyyesi olarak verin " (en-Nisâ, 4/4). Çoğunluğa göre, burada hitap kocalaradır. Bazı bilginler hitabın velilere olduğu görüşündedir. Cahiliye devrinde mehri kızın velileri alır ve adına da "nihle" derlerdi. "...Haram olanlar dışındaki kadınlarla evlenmeniz, namuslu olarak ve zinaya sapmaksızın yaşamak ve mallarınızdan onlara mehir vermek şartıyla size helâl kılındı. Artık o kadınlardan hangisiyle yararlanmanız olmuşsa, ücretlerini belirlendiği şekliyle verin. Mehir miktarını belirledikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz miktar hakkında üzerinize bir vebal yoktur" (en-Nisâ, 4/24).
Abdullah b. Abbas (r.a) tan rivayet edildiğine göre, Hz. Ali, Hz. Fâtıma ile evlenirken Resulullah (s.a.s) kendisine; "O`na bir şey ver" dedi. Ali: "Bende bir şey yok"deyince de; "Hutamî zırhını verebilirsin" buyurdular.
Bir kadınla evlenmek isteyen bir sahabeye Allah`ın elçisi mehir vermesini bildirdi. Evinden de eli boş dönünce; "Demirden bir yüzük de olsa bak" deyip, yeniden eve gönderdi. Yine boş dönünce, ne miktar Kur`an-ı Kerîm bildiğini sordu ve sonunda şöyle buyurdu: "Haydi git, onu sana bildiğin Kur`an karşılığında verdim" (eş-Şevkânî, Neylü`l-Evtâr, VI, 170).
Bu konudaki ayet ve Hadislerden şu sonuca varılmıştır. Resulullah (s.a.s), mehirsiz hiç bir evliliğe ruhsat vermemiştir. Eğer mehir vacip olmasaydı, bunu göstermek için arada bir onu terkederdi.
Diğer yandan, sahabe devrinden bu yana islâm bilginleri mehir üzerinde icma etmişlerdir (bk. es-Serahsî, el-Mebsut, V, 62 vd.; el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi, II, 274-304; Ibnü`l-Hümâm, Fethul-Kadîr, II, 434 vd.; el-Cassâs, Ahkâmü`l-Kur`ân, III, 86 vd.; Ibn Rüşd, Bidâyetü`l-Müçtehid, II, 16 vd.; Ibn Âbidin, Reddü`l-Muhtâr, II, 329 vd.).
Aile yuvasıyla ilgili görevlerin en güzel şekilde yerine getirilmesi için eski çağlardan beri kadınla erkek arasında bir görev bölümü yapılmıştır. Erkek, evin dışındaki işlerle uğraşır ve gerektiğinde ağır işlerde çalışarak geçim için kazanç sağlar. Kadın da evin yönetimi, yemeğin hazırlanması, çocukların bakım ve terbiyesiyle uğraşır. Bu yüzden bütün malî yükümlülükler kadının değil, erkeğin görevidir. Mehir ve bütün kapsamıyla nafaka bu yükümlülükler arasındadır. Bu görev bölümü erkekle kadının yaratılışına ve ilâhî sünnete de uygundur. Erkek daha güçlü olduğu için çalışıp kazanmaya daha yatkındır. Kur`an`da şöyle buyurulur: "Erkekler, kadınlardan daha güçlü kuvvetlidirler. Yani ailenin reisidirler. Bunun sebebi şudur: Allah onlardan kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkek, mallarından evin geçimini sağlamaktadır" (en-Nisâ, 4/34).
Mehir, nikâh akdinin rükün veya şartlarından değildir. Bu yüzden mehirsiz akdedilecek nikâh geçerli olur ve kadın emsal mehire hak kazanır. Kur`an-ı Kerim`de şöyle buyurulur:
"Kendileriyle cinsel temasta bulunmadığınız veya kendilerine bir mehir tayin etmediğiniz kadınları boşamışsanız, bunda üzerinize bir sakınca yoktur" (el-Bakara, 2/236). Bu ayette, cinsel birleşmeden veya mehir tesbitinden önce kadını boşamanın geçerli olduğu belirtilmektedir. Boşama ancak sahih nikâhtan sonra mümkün olduğuna göre, ayet, akit sırasında mehrin konusulmasının ne bir rükün ve ne de bir şart olmadığına delâlet eder (el-Kâsânî, a.g.e., II, 274; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, Halebî tab`ı, II, 55, 60; Ibn Rüşd, a.g.e., II, 25).
Ukbe b. Âmir (r.a)`ın naklettiği şu hadis de yukarıdaki anlamı destekler. Hz. Peygamber bir adama: "Seni filanca kadınla evlendireyim mi?" demiş; erkeğin; "evet" demesi üzerine, kadına hitaben; "Seni filanca erkekle evlendirmeme razı oluyor musun?" diye sormuştu. Kadının da "evet" demesi üzerine, onları evlendirdi. Herhangi bir mehir belirlenmeksizin evlilik gerçekleşti. Bu erkek vefatı sırasında şöyle dedi: "Resulullah (s.a.s), beni filanca kadınla evlendirdi. Bir mehir konuşulmadı ve kadına bir şey de vermedim. Ona mehrim olarak Hayber`deki hissemi veriyorum". Kadın bu hisseyi almış ve yüz bin lira karşılığında satmıştır (ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-Islâmî ve Edilletuh, Dımaşk 1405/1985, VII, 254). Yalnız Malikîler mehri, nikâhın bir rüknü olarak kabul ederler.
Eşler mehirsiz olarak veya şarap, domuz eti gibi şer`an mal sayılmayan bir şeyi mehir yaparak evlenseler Malikîler dışında çoğunluğa göre akit geçerli olur.
Mehrin üst ve alt sınırı:
Mehrin en çok miktarı için bir sınır getirilmemiştir. Ayette; "Onlardan birisine yüklerle mehir vermiş olsanız bile, içinden bir şey almayınız" (en-Nisâ, 4/20) buyurulur. Hz. Ömer bunu 400 dirhemle sınırlamak istemiş, aksi halde fazlanın beytü`l-mâle gelir kaydedileceğini ilân etmişti. Hz. Ömer`in dayandığı delil; Hz. Peygamber`in eşi ve kızları için 480 dirhemden (12 okiye) daha fazla mehir verilmemesi idi. Hz. Ömer minberden indikten sonra Kureyşli bir kadın, yukarıdaki ayeti (en-Nisâ, 4/20) okuyarak, Allah`ın mehir için bir sınır getirmediğini, aksine, kadınları yükler doluşu mehre lâyık gördüğünü belirtti. Bunun üzerine yeniden minbere çıkarak, sözünü geri aldı ve şöyle dedi:
"Size, kadınlarınız için 400 dirhemden fazla mehir vermenizi yasaklamıştım. İsteyen, malından dilediği kadar verebilir" (eş-Şevkânî, Neylü`l-Evtâr, VI,168; Heysemî, Mecmau`z-Zevâid, Mısır, t.y., IV, 283 vd.).
Ebû Hanîfe`ye göre, mehrin en az miktarı on dirhem gümüş veya bunun karşılığıdır. Hz. Peygamber devrinde bu kadar para yaklaşık iki kurbanlık koyun bedelidir. Hırsızlıkta, had cezasının uygulanmasını gerektiren en az miktar. bir dinar altın para olup, mehirde buna kıyas yapılmıştır. Çünkü bir dinar altın para, on dirhem gümüş paraya satın alma gücünde eşit durumda idi. İmam Malik`e göre mehrin en az miktarı üç dirhemdir. Bu mezhep de kendi hırsızlık nisabını ölçü olarak almıştır. imam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel, en az miktar için bir sınır koymamışlardır. Delilleri; mehir ayetinde malın azına bir sınır konulmamasıdır (Buhârî, Nikâh, 34-51; es-Sabûnî, Tefsîru Âyâti`l-Ahkâm, Dımaşk 1397/1977, I, 453; ez-Zühayli, a.g.e., VII, 256; Ömer Nasuhî Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, Istanbul 1967, IV, 121-123; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s. 279, 280).
Mehrin konusu:
Satışı veya kullanılması yasak olmayan her şey mehir olarak verilebilir. Menkul ve gayrımenkul mallar, ziynet eşyası, hayvanlar, misli şeyler ve hatta menkul veya gayrı- menkul bir maldan yararlanma hakkı bunlar arasındadır. Ancak İslam`ın yasak ettiği şeyler, meselâ; alkollü içkiler, domuz, ölmüş hayvan etleri mehir olamaz. Bu gibi şeyler mehir yapıldığı takdirde, nikâh akdi mehirsiz yapılmış sayılır ve kadın emsal mehre hak kazanır (el-Kâsânî, a.g.e., II, 277 vd.; Ibn Âbidîn, a.g.e., Mısır, t.y., II, 252, 458-461; el-Cassâs, Ahkâmü`l-Kur`ân, II, 143).
Kur`an-ı Kerîmi veya helâl ve haramdan bazı dinî hükümleri öğretmenin mehir sayılıp sayılmaması fakihler arasında tartışılmıştır. İlk Hanefî müçtehidlerine göre, Kur`ân ve fıkıh öğretimi mehir yerine geçmez. Çünkü, helâl kılınan kadınları belirleyen ayetteki; "mallarınızla istemeniz." (en-Nisâ, 4/24) ifadesi buna engeldir. Kur`an öğretimi ve benzeri ameller taat niteliğinde olup, kişi bunları Allah`a yaklaşmak için yapar. Bu yüzden ilk üç Hanefî müçtehidine göre, bunun için iş akdi yapmak geçerli olmaz. Böyle bir durumda kadın emsal mehre hak kazanır. Çünkü bu, mal olarak karşılığı bulunmayan bir yararlanmadır.
Sonraki Hanefî fakihleri ise, Kur`ân-ı Kerîm öğretimi ve diğer dini hizmetlerin; şartların değişmesi ve geçim için insanların çok meşgul olması gibi sebeplerle olan ihtiyaç yüzünden, bir ücret karşılığında yapılabileceğine fetva verdiler. Delil; Hz. Peygamber`in bildiği Kur`ân-ı eşine öğretmesi karşılığında bir erkeği evlendirmesidir. İlk Hanefî müctehidleri, bu hadisi te`vil ederek, mehirsiz evlendirmenin Hz. Peygamber`e mahsus bir muamele olduğunu söylemişlerdir (eş-Şîrâzî, a.g.e., II, 59; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VI, 170; el-Askalânî, Bülûğu`l-Merâm, Terc. A. Davudoğlu, Istanbul 1967, III, 247 vd.; Bilmen, a.g.e., VI, 173-175).
Mehrin çeşitleri
Mehir genel olarak mehr-i müsemma ve mehr-i misil olmak üzere ikiye ayrılır. Mehr-i müsemma da muaccel ve müeccel diye kendi içinde ikiye ayrılır.
1. Mehr-i müsemma:
Bu, nikâh akdi sırasında veya daha sonra eşlerin karşılıklı rıza ile belirledikleri mehirdir: "Eğer siz, onları kendilerine temas etmeden önce boşar, fakat daha önce onlara bir mehir tayın etmiş bulunursanız, bu tayın ettiğiniz mehrin yarısı onlarındır" (el-Bakara, 2/237). Mehr-i müsemma da peşin verilip verilmeme durumuna göre ikiye ayrılır:
a) Mehr-i muaccel:
Eşlerin miktarını belirledikleri mehir, nikâh akdi sırasında ödenebileceği gibi, sonraki bir tarihte de ödenebilir. İşte akit sırasında peşin olarak ödenen mehre "mehr-i muaccel (peşin mehir)" denir. Eşler, mehrin miktarını belirlemekle birlikte, ödeme şeklini tesbit etmemişlerse, peşin ödenecek miktar örfe göre belirlenir. Örf, tamamının peşin veya ileride ödenmesi yahut bir bölümünün, örneğin üçte birinin veya yarısının peşin, geri kalanının sonradan verilmesi şeklinde meydana gelmişse buna göre hareket edilir. Çünkü mehrin ödeme şekli üzerindeki örf, aksi kararlaştırılmadıkça eşler arasında şart koşulmuş gibidir. Hadiste; "Müslümanların güzel gördüğü şeyler Allah nezdinde de güzeldir" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 379) buyurulmuştur.
Bazı fakihler, zifaftan önce kadına mehrin bir kısmını vermeyi müstehap görürler. Bu konuda, Hz. Ali`nin, Fâtıma (r.anhâ) ile evlenirken zifaftan önce mehir olarak zırhını vermesi uygulamasına dayanırlar. Bu evlilik Medine`de, Hicret`in ikinci yılında vuku bulmuş ve mehrin ödenmesi konusunda Medîne örfüne uyulmuştur (M. Muhyiddîn Abdülhamîd, el-Ahvâluş-Şahsiyye, s. 140, 141).
Bugün Mısır`da geçerli olan örfe göre, genel olarak, mehrin üçte ikisi peşin alınır. Fas`ta ise mehrin yarısı peşin ödenir (Halil Cin, Islâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Ankara 1974, s. 218).
b) Mehr-i müeccel:
Mehrin tamamını peşin olarak değil de, evlenmenin sona ermesi, beş yıl, on yıl sonunda veya kocanın ölümü halinde ödenmesi kararlaştırılabilir. İşte bu şekilde, ödenmesi belirli bir vadeye bağlanmış olan mehir "mehr-i müeccel (vadeli mehir)" adını alır. Bu durumda kadın, belirlenen vade gelmeden önce mehri isteyemez. Miktarı belirlendiği halde, ödeme şekli belirlenmemiş olan ve bu konuda örf de bulunmayan durumlarda, mehir; boşanma veya eşlerden birisinin ölümü halinde peşine dönüşür. Boşamanın kesin (bâin) veya cayılabilir (ric`î) olması arasında bir fark yoktur. Ancak, ric`î boşama halinde mehir, iddetin sonunda peşin mehre dönüşür (Mehmed Zihni, Nimet-i Islâm, Istanbul 1976, s. 641 vd.).
2) Mehr-i misil:
Kadının emsaline göre takdir edilen mehir. Kadın, şu durumlarda mehr-i misle hak kazanır:
a) Nikâh akdinde mehrin zikredilmemiş olması halinde mehr-i misil gerekir. Mehrin zikredilmemesi, akdin fesatını gerektirmez. Çünkü nikâh, evlenecek olan çiftlerin icab-kabûlüyle tamam olur. Mehir ise nikâhın rüknü değildir ve bundan dolayı nikâh akdinin inikat ve sıhhati, mehrin zikredilmesine bağlı değildir. Mehir zikredilmediği halde koca vefat ederse karısı mehr-i mislini terikeden alır, kadın vefat ederse vârisleri kocadan mehri misli alırlar.
b) Mehrin, tayın edilmiş olmakla birlikte mehir hakkında bilgisizliğin fazla olması (el-Cehâletü`l-fahişe) veya gayr-ı mütekavvim bir mal olarak tayın edilmesi halinde mehrî misil gerekir. Mehrin ev, araba, hayvan, elbise vb. şekilde mutlak olarak zikredilmesi halinde fâhiş cehaletten sözedilir ve bu durumda mehr-i misil gerekir. Çünkü bu cins isimler farklı vasıf larda ve değerlerde olabileceğinden anlaşmazlık ve çekişmeye götürür. Meselâ, mutlak olarak ev denildiğinde evin müstakil, büyük veya küçük olması, manzarası vb. gibi problemleri beraberinde getirebilir. Bunun yanında şeriatın domuz, içki gibi mütekavvim mal kabul etmediği şeylerin mehir olarak tayını halinde bunlar geçersizdir ve mehr-i misil tahakkuk eder.
c) Taraflar arasında mehr-i ortadan kaldırma konusunda bir anlaşma varsa yine mehr-i misil gerekir. Mehir şâriin nikâh akdinde uyulmasını emrettiği hükümdür. Bundan dolayı tarafların mehri kaldırma yetkisi yoktur. Eğer akde bitişik bir şartla onu kaldırmaya teşebbüs ederlerse bu şart fâsiddir. Bu durumda akit sahih ve şart geçersiz olur. Bunun en önemli misâlini şigar evliliği oluşturmaktadır. Şigar evliliği iki kadının mehir zikredilmeksizin birbirine karşılık olmak üzere iki erkekle evlendirilmesidir. Burada nikâh akdi geçerli fakat şart geçersizdir ve mehir zikredilmediğinden mehr-i misil gerekir. Şigar evliliği Ahmed b. Hanbel, İmam Mâlik ve Imam Şafiî`ye göre fâsiddir (Kâsânî, Bedâyîus-Sanayı, Kahire 1327-28/1910, II, 282-283; Molla Hüsrev, Dürerü`l-Hukkâm Şerhu Gureril-Ahkâm, Istanbul 1979, I, 342; el-Fetâva`l-Hindiyye, Bulak 1315, I, 309-311; M. Ebû Zehre, el-Ahvâluş-şahsiyye, Kahire 1368/1948, s. 182-183; Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, Istanbul 1985, II, 6, 119-120, 140-142).
d) Mehrin zikredilip zikredilmediği konusunda karı-koca arasında ihtilâf ortaya çıkarsa Mehr-i misil gerekir. Ancak hangisi delil getirirse kabul olunur. Delil getiremezlerse mehir zikredilmedi (münkir) diyenden yemin istenir. Yeminden kaçınırsa (nükul), mehrin zikredildiğini söyleyenin davası sabit olur. Yemin ederse mehr-i misil gerekir (Molla Hüsrev, a.g.e., I, 347).
Mehr-i Mislin takdiri: Mehr-i misli tayın için evlenecek olan kadının babası kabîlesinden; yaş, güzellik, mal, şehir, takvâ, akıl, dine bağlılık, bekâret, iffet, ilim, edeb, güzel ahlâk, çocuk sahibi olma gibi çeşitli vasıf larda benzeri olan kadınların mehirleri dikkate alınır. Bu benzerlik iki tarafın yani mehri tayın olunacak kadın ile denk ve benzeri kadınların akit sırasında sahip oldukları vasıflar itibariyle araştırılır. Bu vasıf ların akitten sonra artması veya eksilmesi emsalliğin meydana gelmesine zarar vermez. Eğer babası tarafında benzeri bulunmazsa babasının kabîlesine denk olan kabîleden emsali kadınların mehri takdir edilir. Kadının bu durumlarda benzeri bulunmadığı takdirde Mehr-i misil iki adil erkek veya bir erkek iki kadının şahadetiyle sabit olur. Eğer adil şahid bulunamazsa söz yeminle beraber kocaya aittir. Koca mehr-i misli tayınden kaçınırsa mehrin miktarını tayın için hâkime başvurabilir. Bu hükümler, ihtilâf ortaya çıkması halindedir. Eğer mihir konusunda ittifak hasıl olursa kabul olunur (el-Kâsânî, a.g.e.,II, 287; M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 183-184; Bilmen, a.g.e., II, 119).
Mehrin Sahibi:
Mehir, evlenecek olan kadının hakkıdır. Babası veya dedesi mehri kadın adına alabilir, fakat ona sahip olamaz. Ancak kadın razı olmazsa, velisine yapılacak mehir ödemesi geçerli değildir. Kadın; küçük, akıl hastası veya bunamış olursa, bu takdirde mehir malî velâyeti haiz olan veliye verilir.
Ahmed b. Hanbel, baba için, mehir yanında bir meblağ alma hakkını tanımış ve delil olarak da, Hz. Şuayb`ın kızıyla evlenmek için Hz. Musa`nın sekizyıl çobanlık yapmasını delil göstermiştir. Kur`ân-ı Kerîm`de şöyle buyurulur: "Şuayb (a.s), Musa ya dedi ki; bu iki kızımdan birini - sen bana sekizyıl işçilik yapman şartıyla- sana nikâhlamak istiyorum. Eğer işçiliğini on yıla tamamlarsan o da kendinden" (el-Kasas, 28/27). Bu ayet-i kerîme, karşılığında ücret alınabilen yararlanmanın mehir olabileceğine delâlet eder. Diğer mezheplere göre, burada başlık parasından çok, babanın kızı adına almış olduğu mehir söz konusu olabilir. Nitekim, Hz. Musa`nın orada evlendirilmesi, mal-mülk sahibi olarak yeniden Mısır`a dönmesi bunu gösterir. Ebû Hanîfe ve diğer bazı fakîhlere göre, kızın babasının evlenecek erkekten mehir dışında bir şey alması caiz değildir. 1917 tarihli Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesinde şu hükümler yer alır: "Mehir, evlenen kadının hakkıolup, onunla çeyiz yapmağa zorlanamaz. Bir kızı evlendirmek veya teslim etmek için ana-baba veya diğer hısımlarının, kocadan akçe veya benzeri şeyleri almaları memnûdur" (Hukuk-ı Aile Kararnamesi, madde, 89, 90).
Kadının, mehrin tamamına hak kazandığı haller:
Kadın; sahih halvet, zifaf veya ölüm halinde mehrin tamamına hak kazanır;
a) Sahih halvet:
Sahih bir akitle evli bulunan eşlerin, kimsenin göremeyeceği ve istekleri dışında kimsenin giremeyeceği kapalı veya kapalı sayılan bir yerde yalnız kalmalarıdır. Halvete engel olan durumların da bulunmaması gerekir. Eşlerin yanında üçüncü bir kişinin bulunması, karı-kocada cinsel birleşmeye engel halin olması, küçüklük, ay hali, hastalık, farz oruçlu olmak, farz veya nafile hac için ihramda bulunmak gibi.
Sahih halvet iki durumda zifaf olmuş gibi sonuç doğurur. Bu halvetten sonra kadın boşanırsa kadın tam mehre hak kazanır. Çünkü kadın evlenme ümidiyle nikâhlı olarak kapalı bir yerde bulunduğu için daha sonra boşanma olursa, yeniden evlenmede nikâhtan önceki şartlarla eş bulamayabilir. Halvetten sonra boşanan kadın iddet bekler. Dolayısıyla da iddet nafakası, halvetten sonra en az altı ay sonra doğacak çocuğun nesebinin sabit olması gibi haklardan yararlanır.
b) Zifaf: Burada evliliğin mûteber olma şartı da aranmaz. Zifaf ve sahih halvette mehrin tamamının gerekliğinin delili şu ayettir: "O kadınlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız bile, içinden bir şey almayın" (en-Nisâ, 4/20).
Zifaf sahih evlilikte olmuşsa kadın mehrin tamamına hak kazanır. Tesbit edilen mehir yoksa mehr-i misil alır. Zifaf fasit evlilikte olmuşsa, kadın mehr-i misil ile mehr-i müsemmadan hangisi daha az ise ona hak kazanır. Daha önceden mehir tesbit edilmemişse, mehr-i misil alır.
Fasit nikâhta halvet, zifaf hükmünde değildir (el-Kâsânî, a.g.e., II, 335; "Halvet" maddesi).
c) Eşlerden birinin ölümü:
Kadın vefat ederse, mirasçıları, mehri mirastaki paylarına göre bölüşürler. Kocası da dörtte bir veya ikide bir mirasçı olacağı için mehri o ölçüde eksik verir. Koca vefat ederse, kadın, terikeden mehir miktarını ayrıca alır(Ibn Rüşd, a.g.e., II, 20).
Mehrin yarısının ödeneceği haller:
Sahih evlilik, zifaf veya sahih halvetten önce kocanın fiiliyle sona ermişse, kadın mehr-i müsemmanın yarısını alabilir. Mehrin tamamı peşin olarak verilmişse, kadın bunun yarısını kocasına iade etmek zorunda bulunur. Delil şu ayettir: "Eğer siz onları kendilerine temas etmeden önce boşar, fakat daha önce mehir tesbit etmiş olursanız, o halde tayin ettiğiniz o mehrin yarısı onlarındır" (el-Bakara, 2/237).
Bu ayet hükmüne göre, kadının yarı mehir almasının şartları şunlardır: a) Mehir daha önceden tesbit edilmiş olacak. b) Koca, karısını zifaftan önce boşamış olacak. c) Kadın mehir hakkından vazgeçmemiş bulunacak.
Burada evlilik boşama ile sona erebileceği gibi fesih, ile Lian, kocanın iktidarsızlığı, islâm dinini terketmesi, karısı müslüman olduğu halde kendisinin islâm`a girmekten kaçınması, karının usul ve fürûuna hürmet-i müsaharayı gerektiren bir fiil işlemesi halleriyle de sona erebilir. Bütün bu durumlarda evliliğin sona ermesi kocanın fiili ile olmuş bulunur ve kadın yarı mehre hak kazanır. Yeter ki bu ayrılık cinsel birleşmeden önce vuku bulsun. Bu çeşit ayrılıkta kadına iddet gerekmez (el-Kâsânî, a.g.e., II, 296 vd.; Ibnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, II, 438-439).
Yukarıdaki durumlarda evlilik yine zifaftan önce ve kocanın fiiliyle olur, fakat verilecek mehir miktarı belirlenmemiş olursa kadına muta denen bir teselli hediyesi vermek gerekir. (bk. el-Bakara, 2/236). Muta; kocanın; mal, elbise veya yiyecek olarak boşanmış hanımına verdiği şeylere denir. Ayette mutanın miktarı belirlenmemiş ve bu husus içtihada bırakılmıştır. Ebû Hanîfe`ye göre, mutanın en azı bir elbise, baş örtüsü ve bir yorgan olup, mehr-i mislin yarısından çok olamaz (es-Serahsî, el-Mebsût, V, 82, 83; es-Sabûnî, a.g.e., I, 379-380; M. Zihni, a.g.e., s. 441 vd.).
Kadına mehir vermenin gerekmediği durumlar:
İki durumda kadına mehir vermek gerekmez.
a) Evlenme akdi fasit olur (bk. "Nikâh" mad.) ve koca karısını zifaftan önce boşarsa, erkeğin mehir veya mut`a vermesi gerekmez. Buna evliliğin karşılıklı rıza ile veya hâkimin hükmü sona ermesi sonucu değiştirmez.
b) Evlilik akdi sahih olur, fakat, gerçek veya hükmî (sahih halvet sûretiyle) zifaftan önce kadının fiiliyle ayrılık vuku bulursa, kadın yine birşey alamaz. Kadının küçük evlendirilmesi halinde bulûğ muhayyerliği hakkını kullanması, irtidat etmesi veya kocası islâm`a giren ve ehl-i kitap olmayan kadının, müslüman olmaktan kaçınması hallerinde evlilik akdi kadın tarafından veya kadın sebebiyle sona ermiş sayılır. Kadının, kocasının usul veya fürûundan birisiyle hurmet-i müsaharayı gerektiren bir fiil işlemesi, meselâ zina etmesi veya bunlardan birisiyle sevişmesi halinde de evlilik kadın tarafından sona erdirilmiş sayılır (el-Kâsânî, a.g.e., II, 336, 337).
Sonuç olarak mehir evlilik hayatı süresince kadın için bir yedek akçe niteliğindedir. Kadının aniden kocasını kaybetmesi veya boşanmaları hâlinde, kocasının evinde kalması zorlaşabileceği için, kendisine yeni bir hayat programı hazırlayıncaya kadar mehir ona bir destek olur. En az mehir miktarının iki tane kurbanlık koyun parası kadar olduğu, üst sınırının ise dört yüz dirhemin de üstünde olabileceği, Hz. Peygamber devrinde, yaklaşık beş dirheme bir kurbanlık koyun alındığı dikkate alınırsa, böyle bir gerçek mehrin, önemli bir yedek akçe teşkil edeceği açıktır.
Masada yemek yeme, koltukta oturma ve benzeri mobilyalar kullanmanın hükmü nedir?
Övünme, kibir ve iftihar için olmadıkça mubahtır, sakıncası yoktur. Ancak Allah Rasûllü gibi sade yaşayıp yerde oturmak ve yerde yemek yemek müstehaptır ve bu gayeyle yapılırsa sevaptır, fazilettir. Ancak bazı mubahların zamanla ilgili olduğunu da bilmek gerekir. Bir yanda yiyecek ekmek, örtünecek yorgan, ısınacak kömür bulamayan fukara, okul harcına, yurduna, kitabına, pasosuna verecek para bulamayan ve Allah için okuyan talebe varken, göz zevkini tatmin ve gösteriş için lüks perdeler, mobilyalar.. almak, insanda olsa olsa, ancak zayıf ve cılız bir imanın olduğunu gösterir.
MASÂRİFÜZ-ZEKÂT(ZEKATIN VERİLECEĞİ YERLER)
Zekâtın verileceği yerler. Masarif, "masraf kelimesinin çoğuludur. Zekât verilecek yerler, Kur`an-ı Kerim`de sekiz sınıf olarak açıklanmıştır:
"Zekâtlar Allah`tan bir farz olarak fakirlere, miskinlere, onu toplayan memurlara, kalpleri müslümanlığa ısındırılacaklara (müellefe-i kulûb) verilir, kölelerin, borçluların, Allah yolunda olanların, yolda kalanların uğrunda sarfedilir Allah bilendir, hakimdir" (et-Tevbe, 9(60). Buna göre zekâtın verilmesi gereken yerlerden ilk ikisi "fakirler" ve "miskinler"dir. Zekâtın sarf yerleri arasında öncelikle bu iki sınıf insanın zikredilmiş olması, zekâtın farz oluşundaki hikmetin, özellikle fakirlik problemini ortadan kaldırmak olduğunu göstermektedir. Mezheb imamlarının ve âlimlerin büyük çoğunluğuna göre fakir; geliri ihtiyaçlarını karşılamayan veya nisap miktarından daha az malı bulunan kimsedir. Miskin ise; hiç bir geliri ve malı olmayan kimseye denir (el-Ceziri, el-Mezâhibü`l-Erbaa, I, 622 vd.).
şu beş sınıf zengine zekât verilebilir:
a) Allah yolunda savaşanlar;
b) Yolda kalan ve böylece kendi beldesindeki serveti ile o anda bağlantısı kesilen muhtaç kimse;
c) Zekât memurluğu görevini üstlenen;
d) Borçlu kimse;
e) Yoksul komşusuna verdiği zekâtın, kendisine hediye olarak geri döndüğü kimse.
Bu duruma göre, kendilerine zekât verilebilecek fakir ve miskinleri;
1- Malı ve kazancı olmayan kimseler, 2- Malı ve kazancı olup, bunlar kendisi ve ailesinin geçimine yetmeyen kimseler, 3- Geçimini yarı yarıya karşılayacak malı olup da geçim darlığı içinde bulunanlar, olmak üzere üç grupta toplayabiliriz (el-Fetâvâ`ı Hindiyye, Beyrut 1400/1980, I, 187).
Zekâtın verileceği yerlerden üçüncüsü olarak,devlet tarafından, zekâtı toplayıp dağıtmakla görevli olarak kurulan teşkilatın her kademesinde çalışan zekât memurlarının Kur`an-ı Kerim`de zikredilmiş olması ve Hz. Peygamberin de bu iş için gerektiği kadar memur kullanmış olması, zekâtı toplama ve dağıtma işinin, devletin görevleri arasında yer aldığını göstermektedir. Ayrıca, memurların aldığı pay ücret niteliğinde olduğu için, zengin olmaları,bunu almalarına engel değildir. Ücretlerinde asgarî geçim seviyesinden az olmaması gerekir. Öte yandan, görevlilerin hediye kabul etmemeleri ve zekâtını veren mükelleflere de iyi davranmaları gereklidir (el-Kâsâni, Bedâyiu`s-Sanâyi`, Beyrut 1400/1982, II, 44 el-Fetâvâ`ı Hindiyye, I, 188).
Zekât verilecek yerlerden dördüncüsü de müellefe-i kulûb yani kalbleri Islâma ısındırılmak istenen kimselerdir. Müellefe-i kulûba zekât verme hükmü, Resulullah (s.a.s)`in vefatından sonra, Hz. Ebû Bekir devrinde gündeme gelmiş ve daha önce bu sınıftan zekât alan bazı kimseler halife`ye gelerek haklarının devam etmesini istemişlerdir. Halife gerekli yazıyı hazırladıktan sonra, şûrâ üyesi olan Hz. Ömer`e göndermiştir. Ömer (r.a), bu sınıfa zekât vermenin sebeplerini dikkate alarak, şartların değiştiğini, Islâm Devletinin ve müslüman toplumun zayıf olduğu dönemde verilen bu payın, verilmesine artık gerek kalmadığını söyledi. Halife Ebû Bekir (r.a) de aynı görüşe katılınca, bu sınıfa zekat verme uygulaması durduruldu. Müellefe-i kulûba zekât vermenin illeti; dini güçlendirip yüce kılmaktır. O devirde belirtilen illetin ortadan kalkması, hükmün sona ermesi niteliğindedir. Uygulamanın Hz. Ebû Bekir devrinde durdurulduğunda şüphe yoktur. Ancak bu durdurma daha sonra aynı şartlar ve illet yeniden ortaya çıkarsa, bu sınıfa zekât verilmesine engel değildir. Müellefe-i kulûbun müşrik olmayan fakirlerine ise her zaman zekât verilebilir. Onlar ilk iki sınıf içinde değerlendirilebilir (bk. el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi, Beyrut 1402/1982, II, 44, 45;Ibn Âbidin, Reddü`l-Muhtâr, Istanbul 1984, II, 339 vd). Bazı fıkıh kaynaklarında, zekâtın verileceği yerler arasında müellefe-i kulûb zikredilmemiştir. Bunun sebebi, Hz. Ebû Bekir devrinde uygulamanın durdurulması olmalıdır. Diğer yandan, müellefe-i kulûba zekât verme hükmünün, Hz. Peygamber`in Muaz b. Cebel`e zekâtı Yemen halkının zenginlerinden alıp, fakirlerine vermesini bildirdiği hadisle yahut illetin ortadan kalkması sebebiyle neshedildiği de söylenmiştir (Ibn Âbidin, a.g.e., II, 342; Mehmed Zihni Nimet-i Islâm, Istanbul, t.y., s. 583).
Günümüzde, kalpleri Islâma ısındırılmak istenen kişilere, gerek Islâm`a verecekleri zararı önlemek ve gerekse imanlarını güçlendirmek için zekâtın verilmesi, Islâm`ın yayılmasına ve güçlenmesine yardımcı olabilir.
Zekâtın devlet eliyle alınması halinde, müellefe-i kulûbla ilgili kararı ülke ve belde şartlarına devlet takdir eder.
Kendilerine zekât verilmesi gereken diğer bir grup da kölelerdir. Islâm, köleliği getirmemiş; mevcut olan uygulamayı ıslah etmiş, kölelere ileri derecede insanî haklar tanımış ve giderek bu müesseseyi ortadan kaldırmak için bir takım tedbirler öngörmüştür. Işte bu tedbirlerden biride, zekât gelirlerinden, kölelerin hürriyete kavuşturulması için harcama yapılmasıdır. Her nevi köle, âyetin kapsamına girmektedir. Hanbelilere göre "köle" tâbirinin içine, henüz köle yapılmamış fakat yapılması mümkün olan müslüman esirler de girer. Dolayısıyla böyle müslüman esirleri kurtarmak için zekât gelirlerinden harcama yapmak caizdir. Öte yandan, bugün artık kölelik kalkmıştır. Fakat harpler devam etmektedir. Bu bakımdan müslüman esirleri esaretten kurtarmak için zekât gelirlerinden harcama yapmanın caiz olduğu görüşü ileri sürülmekte ve benimsenmektedir.
Zekâtın sarf yerlerinden altıncısı borçlulardır. Hanefîlere göre borçlu; borcu olan ve borcundan başka nisab miktarı mala sahip olmayan kimsedir. Imam Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel`e göre ise, borçlu; kendisi için veya toplum yararı için borçlanan kimse olmak üzere iki çeşittir. Her iki gruba da, ihtiyaçlarını karşılayacak veya uğramış oldukları zarar ve ziyanı telâfi edecek kadar zekât verilebilir. Başkaları adına borçlanan kimselerin aslında zengin olmaları, durumu değiştirmez. Nitekim Ashab-ı Kiramdan Kabısa b. Muhârık, böyle bir sebeple borçlanmış ve Rasûlüllah`a gelerek zekât fonundan talepte bulunmuştur. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Istemek ancak şu üç kimseye helâldir: 1- Başkasının bir işini namına angarya olarak yüklenen kimsenin verdiği kadar istemesi helâl olur, o miktarı alınca durur. (Zengin olduğu için daha fazla almaz). 2- Başına gelen bir felaket yüzünden servetini kaybeden kimse, işini yoluna koyacak ve geçimini sağlayacak kadar isteyebilir. Kendi kabilesinden aklı başında üç kişinin "filan yoksul düştü" diyebileceği kimse ihtiyacını giderecek kadar alabilir. Ey Kabîsa! Bunlardan başkasının istemesi caiz değildir. Alırsa haram yemiş olur" buyurmuştur (Müslim, Zekât, 109; Ebû Dâvûd, Zekât, 26; Nesâî, Zekât, 80, 86). Kur`an-ı Kerim`de yedinci sırada zekâtın Allah yolunda sarfedilmesi istenmiştir. "Allah yolunda" ifâdesi ise şöyle açıklanmıştır: "Farzları, nâfileleri ve her nevi hayırları yerine getirerek Allah`a yaklaşma, O`nun rızasına erme amacıyla yapılan her ihlâslı amel "Allah yolunda"dır. Ancak, bu ifade kayıtsız şartsız söylenince çoğu kere cihat anlaşılır" (Ibnü`l-Esir, en-Nihâye, II, 145,156). Dört mezhebe göre de, İslam`ın muhafazası ve tebliği için yapılan savaş (cihat), kesin olarak "Allah yolunda" ifadesine dahildir. Zekat bizzat cihada katılanlara verilir. Ancak, âmme hizmeti için yapılan cami, okul, köprü ve hastane gibi yerlere verilmez. Hanefîlere göre cihat edenin fakir olması da şarttır. Her ne kadar ayette geçen "Allah yolunda" ifadesinden, daha çok cihat anlamı çıkarılmışsa da; cihatın yalnızca askerî savaşa mahsus olmadığı, fikrî, terbiyevî, içtimaî, iktisadî ve siyasî çeşitlerinin de bulunduğu ileri sürülmüştür (el-Kardâvi, a.g.e., s. 655-669). Nitekim Hadislerde, zalim sultanın karşısında hakkı söylemeye de "cihat" denilmiştir (Ebu Dâvud, Melâhim,18; Nesâî, Bey`at, 38). Aynı şekilde "Müşriklere karşı mal, can ve dilinizle cihat edin" buyurulmuştur (Ebû Dâvud, Cihâd, 5, 38, Fiten, 13; Nesâi, Zekât, 49, Cihâd, 7; Ahmed b. Hanbel, Müsned,III, 13, 16). Ancak, cihatta hedefin mutlaka Islâmî olması da gereklidır. Bir defasında Hz. Peygamber`e "Cesaret olsun diye, yiğitlik olsun diye veya gösteriş için savaşan kimselerden hangisi Allah yolundadır" diye sorulduğunda O, Allah`ın isminin en yüce olması için savaşan insan, işte o Allah yolundadır" buyurmuştur (Buhârî, Ilim, 45, Cihâd, 15; Müslim, Imâre,149-151).
Bu durumda, gayesi İslamın hâkimiyet ve ihyası, Islâm yurdunun muhafazası ve kurtarılması, Islâm`a yönelen her türlü tehlikenin önlenmesi olan askerî, fikrî, siyasî, iktisadî mücadele ve faaliyetler Allah yolunda" ifadesinin kapsamına girer. Bu faaliyetler için zekât fonundan harcama yapılabilir (el-Kardâvi, a.g.e., s. 655-669).
Zekâtın sarf yerlerinden sonuncusu yolculardır. Islâm dini, rızık aramak, ilim tahsil etmek, Allah`ın yeryüzündeki yaratıklarını ibret gözüyle görmek, Allah yolunda cihad etmek ve İslam`ın beş temel esasından biri olan hacc ibadetini yerine getirmek gibi sebeplerle yolculuk yapılmasını teşvik etmiştir. Bu gibi meşru gayeler uğrunda seyahat edilmesini teşvik eden Islâm, parasızlık sebebiyle yolda kalmış kimselere bunlar kendi memleketlerinde zengin bile olsalar zekâttan pay ayrılmasını emretmiş; zekâtın dışındaki kaynaklardan da yolculara yardım edilmesini istemiştir (el-Isrâ, 17/26; er-Rûm, 30/38; en-Nisâ, 4/36, el-Enfâl,8/41; el-Haşr, 59/7).
Böyle bir uygulamayı Islâm`ın dışında herhangi bir sistemde bulmak mümkün değildir.
MA`SİYETE yardım ETMEK MA`SİYET OLDUĞUNA GÖRE ŞIRAYI FABRİKASINA SATMAK CAİZ MİDİR?
Şarabı yapan fabrika veya imalathane sahibi müslüman olduğu takdirde şırayı şarap yapmak üzere ona satmak dört mezhebe göre caiz değildir. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor: İyilik ve takva üzere yardımlaşınız. Günah ve haddi aşmak hususunda yardımlaşmayınız (K.Kerim, el-Maide suresi).
Ama müşteri müslüman olmazsa, İmam-ı A`zam`a göre ona satmak caizdir. Çünkü ma`siyet bizzat şıra ile kaim değildir, yani şıra bilfiil müskir değildir. Onun için ona satmakta beis yoktur. Türkiye`de şarap fabrikasının sahibi şahıs değil, dini esaslara dayanmıyan laik devlet olduğu için İmam-ı A`zam`a göre devlete satmakta beis yoktur. İmameyn ile diğer mezheplere göre alıcı müslüman bir kimsenin, müslüman olmasa da ona satmak haramdır (al-Durr al-Muhtar). Müftebih İmam-ı A`zam`ın görüşü değil, cumhurun görüşüdür. Yine müslüman bir kimsenin, müslüman olmayan bir kimse için ücret mukabilinde şarap taşıması veya domuzları otlatması, İmam-ı A`zam`a göre caizdir. İmameyne göre caiz değildir (al-Durr al Muhtar).
MÂSUMİYET (İSMET)
Suçsuz, günahsız, kabahatsiz, anlamına gelen bir terim. Masumiyet, suçsuzluk demektir. Ismet de bu anlamdadır.
Allah Teâlâ`nın peygamberlerine en büyük lütuflarından biri ismet (masumluk)tur. Ismet, peygamberlere mahsus bir sıfattır ki, bu ilâhî nimet ve ihsan sayesinde peygamberler her türlü günahları işlemekten değerlerini düşürecek fiillerden korunmuşlardır. Ismet, peygamberlerin irade, ihtiyar ve kudretlerini gidermez. Ihtiyar ve kudretleri baki kalmakla beraber, devamlı olarak günahtan kaçıp taatte olurlar.
Şia`ya göre, peygamberlerin, doğumlarından itibaren; Mutezilenin çoğunluğuna göre, bulûğ çağından itibaren; Mutezileden Ebul-Hüzeyl (v. 235/849) ve Ebu Ali el-Cübbâî (303/916) ite Ehl-i sünnet`in çoğunluğuna göre ise, peygamber olarak gönderildikten sonra masumiyetleri vaciptir.
Peygamberlerin masumiyetlerini dört yönde incelemek mümkündür:
1- Inançta Ismet: Islâm ümmetinin hepsine göre; peygamberler küfür, şirk, dalâlet ve bid`atlardan masumdurlar. Fakat Hariciler`in Ezârika kolu, peygamberlerin günah işlemelerini caiz görür. Halbuki, onlarca günah işlemek küfürdür. Bu fasit esaslarına binaen peygamberlerin kâfir olmalarını da caiz görmüş oluyorlar.
Peygamberlerin masumiyeti konusunda aşırı bir şekilde titizlik gösteren Şia, takiyyeten küfür izhar etmelerini caiz görür.
2- Tebliğde Ismet; Yine, Islâm ümmeti, peygamberlerin Allah`tan kullarına tebliğ ettikleri dinî hükümlerde yalan söylemekten ve tahrifatta bulunmaktan masum oldukları hususunda icma etmiştir. Ne kasten ve ne de yanılarak bunu yapmalarını caiz gören olmamıştır.
3- Dünya işleri ile ilgili fetvalarda masumiyetleri: Islâm ümmeti, peygamberlerin dünya işleri ile ilgili fetva ve içtihatlarında kasten hata etmelerinin caiz olmadığında icma etmiştir. Yanılarak hata etmelerini ise, bazı âlimler câiz görmüş, bazıları ise caiz görmemiştir.
4- Fiillerde Ismet; Peygamberlerin fiillerinde masum olup olmadıkları hakkında beş ayrı görüş vardır:
a) Haşviyye; peygamberlerin kasden büyük ve küçük günah işlemelerini caiz görür.
b) Mutezilenin çoğu; peygamberlerin kasden büyük günahlarla, nefret edilen küçük günahları işlemelerini caiz görmezler; ancak nefret edilmeyen küçük günahları caiz görürler.
c) Mutezile`den Ebu Ali el-Cubbaî (v. 303/916) peygamberlerin kasden büyük ve küçük günah işlemelerinin caiz olmadığını, ancak, te`vilde hata etmelerinin caiz olduğunu söyler.
d) Yine Mutezileden en-Nezzam (v. 231/845) ve ona tabi olan bazı âlimler ise; peygamberlerin kasden büyük ve küçük günah işlemelerini caiz görmediği gibi te`vilde hata etmelerini de caiz görmez. Sadece unutma ve yanılmalarını caiz görürler. Peygamberlerin itap olmalarının da günah işlemelerinden değil, unutma ve yanılma sebebiyle olduğunu söylerler.
e) Şia ise; peygamberlerin nübüvvetten önce ve sonra küfürden, büyük-küçük her türlü günahlardan, te`vilde hatadan, unutmak ve yanılmaktan masum olduklarını ileri sürer.
Peygamberler, hiç bir zaman kasden herhangi bir günah işlememişlerdir. Dünya işlerinde nadıren yanıldıkları olmuştur. Daha önce doğrusunu öğrettikleri bazı din işlerinde yanılmanın hükmünü öğretmek için Allah tarafından unutturuldukları olmuştur. Bu cümleden olarak Hz. Peygamber (s.a.s), bazı namazlarında yanılmıştır. Gayet zeki ve uyanık olan peygamberin namazda yanılmış olması, yanılmanın hükmünü açıklamak gibi bir hikmete dayalı olmalıdır.
Peygamberler melek değil beşerdirler. Bu sebeple zelleleri ve hataları olabilir. Zelleleri ise yüce makamlarına göredir. Nadıren yanılma ve hata etmelerinin hikmeti beşer olduklarının isbatı içindir. Tevbe ve istiğfarları ise; işledikleri günah için değil, ibadet için veya ümmetlerine öğretmek içindir.
Hz. Âdem`in yasak ağaçtan yemesi, yanılma neticesinde vuku bulmuştur. Hz. Musa`nın kıptiyi öldürmesi de hata eseri olmuştur. Peygamberlerden başka masum kimse yoktur. Çünkü Ismet, peygamberlere mahsus bir özelliktir.
Melekler de peygamberler gibi masumdurlar.
Allah (c.c) bize, müminlerin ayıplarını araştırmamamızı, örtmemizi emrediyor. O halde Allahın sevgili ve yüce elçileri olan peygamberlerin günahlarını araştırmak, günah işlediklerini iddia etmek doğru bir davranış olmayıp Islâm`da yasaklanmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.s)`e sonsuz bir güven duymak, O`na samimiyetle ve büyük bir sevgi ile bağlanmak, her şeyi ile onu örnek almak, kendi ayıplarımıza dönerek onları gidermeye çalışmak yegâne vazifemiz olmalıdır. Kurtuluş yolu budur.
MATEM
Ölen kimsenin veya kaybolan şeyin ardından üzülme ve ağlama, yaş, acı ve üzüntü.
Cahiliye devrinde kocası ölen kadın, bir yıl mağaramsı bir kulübeye kapatılır, kimseyle temas etmez, yıkanmaz, saçlarını taramaz, tırnaklarını kesmezdi. Hatta bu devir Araplar arasında, ölümünden sonra kendisi için bağıra çağıra, iyiliklerinin sayılarak ağlanmasını vasiyet edenler bile vardı. Böyle yas tutmayı Hz. Peygamber (s.a.s) yasaklamış, sadece ölenin hatırasına hürmeten yakın akraba için üç gün, koca için de dört ay on gün bir nevi yas tutmayı meşru kılmıştır. Bu konuyla ilgili olarak bir hadiste şöyle buyurulur: "Allah`a ve ahiret gününe iman eden bir kadının kocasından başka bir ölü için üç gün den fazla yas tutması helâl değildir. Ancak kadın, kocasının ölümü halinde dört ay on gün matemini sürdürür" (Tecrid i Sarih Tercemesi IV, 363).
Ölüm büyük bir olaydır. Böyle bir olaydan dolayı kişinin kederlenmesi, hüzünlenmesi normaldır. Hatta dinimiz, sessizce ağlamayı ve gözyaşı dökmeyi de makul görür. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s) de oğlu İbrahim`in vefatında bizzat gözlerinden yaşlar akıtarak ağlamış; kendisine ağlamayı yasaklamış olduğu hatırlatılınca da, bunun yasak olan ağlama şekli olmayıp gözyaşı dökmekle Allah`ın azap etmeyeceğini, ancak -mübarek dilini işaret edip- onunla azap edeceğini belirtmiş ve "Muhakkak ki ölü, ehlinin üzerine bağırıp çağırmayla azap duyar" buyurmuşlardı (Buhârî, Cenâiz,42, 43).
Yine Peygamberimiz bir cenazede kabrin kenarına oturmuş, gözyaşları toprağa damlayacak derecede ağlamış, kızı Rukiyye`nin vefatında, yanında sessizce ağlayan Fâtıma`nın gözyaşlarını kendi eliyle silmiş, onun bu şekilde ağlamasını yasaklamamış ve Hz. Ömer bir cenazede ağlayan kadına bağırınca Hz. Ömer`e "Bırak onu, ağlasın, muhakkak ki, göz yaşarır" buyurarak sessizce ağlayanın serbest bırakılması gereğine işaret buyurmuştur (İbn Mâce, Zühd 19, Cenâiz, 53).
İslâm`da ta`ziyenin, yani başsağlığı dilemenin süresinin üç gündür ve üçüncü günden sonra taziye hoş görülmemiştir.
Buna rağmen, Cahilî bir davranış biçimi olan matem, sonraki asırlarda önü alınamayan bir yayılma gösteren yerleşik bid`atlerden biri haline gelmiştir. Hz. Hüseyin`in 10 Muharrem 680 tarihinde Kerbela`da şehit edilişi Şiîlerce mezhebî bir alamet telâkki edilerek, her yıl düzenlenen matem merasimleriyle anılmaktadır. 10 Muharrem günü meydanları dolduran binlerce genç-yaşlı şiî, bir ağızdan "Ya Hüseyin" diye haykırarak gözyaşı dökerken, başlarını yumruklamakta ve bedenlerini zincirlerle dövmektedirler. Bu ve buna benzer davranış biçimlerinin Resulullah (s.a.s)`in ortaya koyduğu ve uyulmasını istediği prensiplerle alakasının olmadığı ortadadır. Yine günümüzde Resulullah (s.a.s)` ın yasakladığı ölüler için tutulan matemler, dövünerek ve bağırarak ağlamalar, diğer müslümanlar arasında da yer etmiş bulunmaktadır.
Ayrıca, çağdaş cahili ideoloji ve sistemlerin bir anlamda ilâhlaştırdıkları ölmüş kişiler için tuttukları matem türü vardır. Devlet düzeyinde gerçekleştirilen bu matem tutma organızeleri sırasında belirli bir müddet hareketsiz ve dimdik bir şekilde yas tutulur, sirenler çalınır ve bayraklar yarıya indirilir. Yine cenaze ve ölüm yıl dönümleri için düzenlenen matem merasimleri esnasında yas tutanlar, siyah renklere bürünürler. Bu davranışların anlamsızlığı ve İslam öncesi cahiliyet yaşamının çağdaş dünyaya yansımalarından biri oluşu, müslümanların bu tür davranışlara karşı duyarlı olmalarını gerektirmektedir. İslâm, ölümü mutlak anlamda üzücü bir olay görmediği ve Allah Teâlâ`nın herkes için takdir buyurduğu bir olay olarak telâkki ettiği için ölçüleri dışında; bir açıdan ölenlere tapınmaya kadar varan matem tutmalara izin vermemiştir.
MATUH(BUNAK BUNAMIŞ)
Bunak, bunamış. Ateh kökünden türemiş arapça bir isim; aklın olayları doğru bir şekilde anlayıp idrak etmesine engel olan bir hastalık. Buna dilimizde "bunaklık" veya "bunama" denir. Bu hastalık, çoğunlukla yaşlılarda görülür. Bunama ve akıl hastalığı İslâm hukukunda kişinin edâ ehliyetini etkileyen semavî arızalardandır. Bunama ile akıl hastalığı arasındaki fark; birincide sükunet ve durgunluk; akıl hastalığında ise heyecan ve taşkınlık hakimdir. Bazı İslâm hukukçuları, bunaklıkla akıl hastalığının aynı türden olduğunu, diğer bir deyişle, bunların aynı türün iki farklı mertebesi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Buna göre, aklından özürü bulunan bir kimse, eğer hiç bir şeyi düşünüp kavrayamayacak bir durumda ise ona "akıl hastası"; eğer bazı olaylara akıl erdirebiliyorsa; bazı sözleri akıl hastasının sözlerini andırmakla birlikte, bazı sözleri de normal insanların sözlerine benziyorsa "bunamış (matuh)" denilir. Buna karşılık bazı hukukçular bu iki hastalık arasında fark görürler. Bu görüşe göre bunak, gel-git akıllı kimsedir. Temyiz gücünü kaybettiği zaman akıl hastası hükmünde olur ve edâ ehliyetini tamamen kaybeder. Temyiz gücüne sahip olması durumunda, tıpkı mümeyyiz çocuk gibi "eksik ehliyetli" olur.
Diğer yandan, İslâm hukukçularının büyük bir bölümü biraz daha farklı bir yol izleyerek, bunamış kimsenin ancak mümeyyiz olabileceğini, temyiz gücünü yitirdiğinde ise akıl hastasından hiç bir farkı kalmayacağını ifade etmişlerdir (Ebû Zehra, el-Ahvâlu`ş-Şahsiyye, Kahire 1957, s. 445-446).
Bunak, Mecelle`de, "anlayış ve kavrayışı az, sözü karışık ve kendini iyi idare edemeyen" kişi olarak tarif edilmiş (Mecelle, mad. 945) ve matuh`un eda (fiil) ehliyeti açısından, mümeyyiz çocuk sayıldığı (Mecelle, mad. 978) ve tıpkı mecnun ve çocuk gibi zaten ehliyeti kısıtlı (mahcur) olduğu (Mecelle, mad. 957) ifade edilmiştir. Bu itibarla bunamış kişiye bir kanuni temsilci tayin edileceğinden o, başkasına veli olamaz.
Bu duruma göre, bunağın hukukî tasarrufları mümeyyiz küçükte olduğu gibi üç kısma ayrılır:
1) Matuh`un, hibeyi ve hediyeyi kabul etme gibi, kendisi hakkında sırf yarar olan ve zarara ihtimali bulunmayan tasarrufları. Bunlar, matuh`un kanunî temsilcisinin izin ve icazeti olmadan da geçerli olur.
2) Başkasına bir şey bağışlama gibi, kendisi hakkında sırf zarar olan tasarrufları. Bunlar matuh`un kanunî temsilcisinin icazetiyle bile geçerli olmaz. Bunağın boşaması da bu gruba girer (bk. Buhâri, Talâk, II/VI,169).
3) Yarara ve zarara ihtimali bulunan, alım-satım, kira gibi akitleri matuh`un bu türden akitlerinin işlerlik kazanıp hüküm ve sonuçlarını meydana getirebilmesi, kanunî temsilcisinin icazetine bağlıdır. Kanunî temsilci, icazet verip vermemekte serbest olup, icazet verirse akit muteber olur, vermezse batıl olur (Mecelle, mad. 967, 978).
Bulûğdan sonra ateh`in bütün hükümler konusunda mümeyyiz çocuk hükmünde olduğu, ateh`in söz ve fiillerin sıhhatine engel teşkil etmediği, fakat sorumluluk yüklenmeye (uhde) mani olduğu kabul edilmekle beraber; tazmin yükümlülüğü açısından, matuh`un, istihlak ettiği malları tazminle mükellef tutulması "uhde" kapsamı dışında tutulmuştur. Diğer bir ifadeyle, tazmin yükümlülüğü, failin kasd ve ihmalinden değil de zarara uğrayanın dokunulmazlığı ve korunması açısından gerekli olup cebren meşru kılındığı için, kişinin matuh olması, zayi ettiği başkasına ait malın dokunulmazlığını ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla matuh, fiilî tasarruflarından sorumludur (el-Habbâzî, Celaluddin Ebû Muhammed Ömer b. Muhammed (ö. 691/1292); el-Muğnî fi Usûli`l-Fıkh, Mekke 1983, s. 372).
Diğer yandan matuh`un namaz vb. gibi bedenî ibadetlerle yükümlü olup olmadığı tartışılmakla birlikte, İslâm hukukçularının çoğunluğu, matuh`tan şer`î hitabın kaldırıldığını, dolayısıyla onun tıpkı akıl hastası gibi, bedenî ibadetlerle yükümlü olmadığını belirtmişlerdir.
Matuh`un fiil ehliyeti kısıtlı olduğundan, suç işlediğinde, uygulanması failin kasd ve tecavüzüne bağlı olan kısas, el kesme, dayak gibi cezalar uygulanmasa da, hapis gibi tedbir amaçlı veya diyet gibi tazmin amaçlı cezalar uygulanabilir.
MEFKÛD(KAYBOLDUĞU HALDE SAĞ VEYA ÖLÜ OLDUĞU BİLİNMEYEN KİŞİ)
Mefkûd kendi hakkında sağ, başkaları hakkında ölü hükmündedir. Ölümüne hükmedilmedikçe malları mirasçılara intikal etmez. Daha önce yapmış olduğu icare (kira) akdi fesholunamaz. Vefatı hakikaten veya hakimin hükmüyle sabit olmadıkça karısı başkasıyla evlenemez (Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-31, XI, 34-35, 43).
Mefkûd başkasına vâris olamaz. Ancak onun hissesi sağ olabileceği gözönüne alınarak ihtiyaten bekletilir. Geldiğinde hissesi kendisine intikal eder. Aksi halde vârisler bu hisseye sahip olur. Kendisine yapılan vasiyete de sahip olabilmesi için sağ olarak dönmesi gerekir. Aksi halde vasiyet edilen şey mûsî (vasiyyet eden)nin vârislerine iade olunur (Serahsî, a.g.e., XI, 34-35; el-Fetâva`I, Hindiyye, Bulak 1315, II, 300).
Hâkimin mefkûd hakkında velâyeti caridir: Bu velâyet mefkûdun, mallarını korumaya yöneliktir. Bundan dolayı onun gayrımenkul veya menkul mallarının bozulma ihtimali bulunmadıkça hâkim satamaz. Eğer satarsa mefkûd döndüğünde bu malları müşteriden alabilir. Eğer mefkûdun borcu varsa borcu ödemek için akarını satabilir ve yine akarını tamir ettirebilir. Fakat hâkimin izni olmadan mefkûdun akarını meselâ hanesini mefkûdun vekili daha önce mefkud yetki vermiş bile olsa tamir edemez (Ö.N. Bilmen, Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1985, VII, 214-215).
Hâkim, mefkûdun mallarını muhafaza, başkalarının zimmetinde bulunan alacakları tahsil ve onun mallarında usulü dairesinde tasarrufta bulunması için güvenilir bir kişi tayin eder ki bu kişiye kayyim denir. Kayyim mefkûdun yakınlarından olabileceği gibi haricden de olabilir. Kayyim mefkûdun mallarını hıfzeder, ekinlerini, harmanlarını korur, borçlarından ikrar ettiklerini alır, kaybolabilecek durumdaki mallarını hâkimin emriyle satar. Kayyim mefkûdun lehine ve aleyhine olan davalarda hasm (taraf) olamaz. Mefkûdun daha önce muayyen bir hususta tayin etmiş olduğu vekili varsa o hususa kayyim müdahale edemez. Hatta mefkûdun işlerini yürütmek için tayin ettiği bir vekili varsa kayyim tayin edilemez. Çünkü müvekkilin kaybolmasıyla vekil azlolmaz. Vekil mevcut olunca da kayyime ihtiyaç kalmaz. Mefkûdun vârisleri hâkim tarafından tayin edilen kayyime muhalefet ederek malında tasarrufta bulunamazlar (Kâsânî, Bedayiu`s-Sanâyi, Kahire 1327-28/1910, VI, 196; el-Fetâva`l-Hindiyye, II, 299-300; Bilmen, a.g.e., VII, 215-217).
İmam Azam, İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed`e göre, hâkim mefkudun nafakasıyla yükümlü olduğu kişilere nafaka takdir edebilir. İmam Züfere göre ise takdir edemez. Ancak hâkimin nafaka takdir etmesi durumunda kendilerinden bir kefil alması güzel görülmüştür. Çünkü mefkûd karısını daha önce boşamış veya nafakaları peşin olarak karşılamış olabilir (Kâsânî, a.g.e., VI,196-197). Hâkim mefkûdun ancak nafaka cinsinden olan mallarından nafaka takdir edebilir. Bu mallar altın-gümüş, yenilen-giyilen gibi şeylerdir. Mefkûdun diğer menkul ve gayrımenkul malları satılarak nafakaya sarfedilemez. Ancak kaybolacağından korkulan mallar satılırsa paralarıyla nafaka ihtiyacı giderilebilir. Bunun yanında hâkim, mefkûdun alacaklılarının zimmetinde veya emanet verdiği kişinin elinde bulunan mallarından nafakayı karşılayabilir. Ancak mefkûddan nafaka almaya hak sahibi olanlar mefkûdun alacaklılarından nafaka dava edemezler. Mefkûdun alacaklı olduğu kişiler onun karısına veya usul ve furûuna hâkimin emri olmaksızın nafaka veremezler. Verirlerse bu, teberru mahiyetindedir. Mefkûd, döndüğünde, onlardan alacaklarını talep edebilir (Bilmen, a.g.e., VII, 218-219).
Mefkûdun sağ olarak dönmemesi hafinde ne kadar zaman geçtikten sonra ölümüne hükmedileceği konusunda ihtilâf vardır. Hasan b. Ziyad`a göre doğumundan itibaren 120 yıl, İmam Ebû Yusuf`a göre 100 yıl, Zahiru`r-rivâye`ye göre ise 90 yıl geçmesi durumunda mefkûdun öldüğüne hükmedilir. İmam Malik`e göre bu süre 4 yıldır. Hz. Ömer (r.a) dan da böyle bir görüş nakledilmiştir. Hanefi mezhebinde yaygın olan görüşe göre mefkûdun ölümüne hükmedilecek süre, yaşıtlarının hayattan gitmesidir.
Yaşıtları öldüğü halde dönmemiş olan mefkûdun ölümüne hükmedilir. Ancak tercih`e şayan olan görüş (muhtar) süre tayininin imama bırakılmasıdır (Serahsî, a.g.e., XI, 35-36; Kâsânî, a.g.e., V, 197; el-Fetâva`l-Hindiyye, II, 300). Mefkûd, savaş sırasında kaybolmuşsa mücahit ve esirlerin dönüşünden itibaren bir yıl geçtikten sonra hâkim karı ile kocanın nikâhını feshedebilir.
Artık mefkûdun vefatına hükmedildikten sonra malları vârislere intikal eder ve karısı da vefat iddeti bekler. İddeti bittikten sonra bir başkasıyla evlenebilir. Ölümüne hükmedilen mefkûd, malları taksim edildikten ve karısı evlendikten sonra sağ olarak gelirse vârişlerdeki mallarını alabilir. Fakat harcanmış olanları tazmin ettiremez ve karısını ikinci kocasından ayıramaz (el-Fetâva`l-Hindiyye, II, 300). Fakat kadın, hâkimden, ayrılma kararı almadan evlenip de sonradan eski kocası da ortaya çıkarsa, ikinci nikâh münfesih olur (Hukuk-ı Aile Kararnâmesi, mad. 128, 129; Kadri Paşa kodu, mad. 471, 481).
Mefkûdun malı ve aile fertleri üzerinde hâkimin yetkileri şöyle özetlenebilir:
1) Hâkim, kaybolan kişinin mallarını koruyacak güvenilir bir kimse tayin eder. Bu, mefkûdun mallarını, çocuk ve akıl hastasının malı üzerine tayin edilen kayyım gibi idare eder, gelirlerini toplar ve ona ait hakları korur.
2) Bozulacak malları satar ve parasını muhafaza eder. Çünkü satış, korumanın gereklerindendir.
3) Mefkûdun malından karısına, küçük erkek ve kız çocukları ile özürlü olup çalışmayan erkek ve kadın yoksul büyük çocuklarına nafaka verir. Mefkûdun malı olmaz; fakat başkalarının elinde nakit para, yiyecek ve giyecek kabılinden emanetler bulunursa bunlardan infak eder. Ancak mefkûdun malı yalnız ticaret eşyası veya gayrimenkul cinsinden olursa hâkim bunlara nafaka veremez. Çünkü bunlar satılmadıkça infak mümkün olmaz. Hâkimin ise gaibe ait ticaret malını ve gayrimenkulü satma yetkisi yoktur. Sadece baba kendi nafakası için gaib oğlunun ticaret mallarını izinsiz, gayri menkulünü ise hâkimin izni ile satabilir (el-Kâsânî, a.g.e., VI, 196; İbnü`l-Hümâm, a.g.e., IV, 440; İbn Âbidîn, Reddü`l-Muhtâr, III, 360; ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmî ve Edilletüh, V, 784, 785).
MEGAFONLA İMAMA UYMAK
Kadınlar camii`nin yakınındaki bir evden megafonla camideki imama uyabilirler mi?
İmama uymak demek, mümkün olan her konuda ona tâbi olmak demektir. Namaz kıldıkları yer de tâbi olunması gereken hususlardandır. Dolayısıyla; İmam bir binekte, cemaat ayrı bir binekte, imam bir gemide, cemaat ona bitişik olmayan başka bir binada olursa, cami dışında imamla cemaat arasında, araba geçecek kadar boş bir yol, büyük bir nehir bulunursa... Bu ve benzeri durumlarda cemaat imama mekân konusunda uymamış olduğundan, iktidâ (imama uyma) sâhîh olmaz, ama binalar birbirine bitişik olursa, arada duvar dahi bulunsa, imamın hareketlerini duyuyor ya da görebiliyorsa imama uyabilir. Mikrofon (megafon vs.) gibi araçlarla duymuş olsa da durum aynıdır. Yani itibar, ayrı mekânda olmaya ve imamın ne yaptığını bilmeyedir, arada engel olup olmamasına değildir. (48 Ibrahim el-Halebî, es-Serhu`I-kebîr 253-54; Mehmed Zihnî Efendi, Nimet-i Islâm 293-94; Vehbe ez-Zuhaylî, age. N/229-31) Bu konuda kadınla erkek arasında fark yoktur. Binalar ayrı olduktan sonra, yakın da olsa uyamazlar. Binalar bitişik olduktan ve imamın hangi rükünden hangisine geçtiği (intikalleri) bilindikten sonra uzakta da olsalar ve aralarında engel de bulunsa uyabilirler.
MEHİR
Evlenme sırasında kadına bu isimle ödenen meblağ; evlilikte kadının nikâh akdi veya cinsel temasla hak kazandığı mal veya meblağ anlamında bir fıkıh terimi. Kitap, Sünnet ve fıkıh literatüründe mehir kelimesi yerine, eş anlamda; "sadûk", "saduka","nıhle", "farîza", "ecr", "hıbâ", "ukr", "alâik", "tavl" ve "nikâh" kelimeleri de kullanılır.
İslâm Hristiyanlıkta olduğu gibi kadının erkeğe verilmek üzere para biriktirilmesini (drahoma) değil de; aksine, erkeklerin kadınlara rağbetinin bir sembolü olsun diye hediye kabilinden bir meblağın ona verilmesini emretmiştir. Mehir kadına değil, erkeğin üzerine vaciptir. Dâru`l-islâm`da bir kadınla cinsel temas, ya had cezasını gerektirir, ya da mehir hakkını doğurur. Bu, kadına saygının bir sonucudur.
Kur`an-ı Kerîm`de mehirden söz eden çeşitli ayetler vardır. Bazıları şunlardır: "Aldığınız kadınların mehirlerini yürekten isteyerek ve Allah`ın bir atiyyesi olarak verin " (en-Nisâ, 4/4). Çoğunluğa göre, burada hitap kocalaradır. Bazı bilginler hitabın velilere olduğu görüşündedir. Cahiliye devrinde mehri kızın velileri alır ve adına da "nihle" derlerdi. "...Haram olanlar dışındaki kadınlarla evlenmeniz, namuslu olarak ve zinaya sapmaksızın yaşamak ve mallarınızdan onlara mehir vermek şartıyla size helâl kılındı. Artık o kadınlardan hangisiyle yararlanmanız olmuşsa, ücretlerini belirlendiği şekliyle verin. Mehir miktarını belirledikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz miktar hakkında üzerinize bir vebal yoktur" (en-Nisâ, 4/24).
Abdullah b. Abbas (r.a) tan rivayet edildiğine göre, Hz. Ali, Hz. Fâtıma ile evlenirken Resulullah (s.a.s) kendisine; "O`na bir şey ver" dedi. Ali: "Bende bir şey yok"deyince de; "Hutamî zırhını verebilirsin" buyurdular.
Bir kadınla evlenmek isteyen bir sahabeye Allah`ın elçisi mehir vermesini bildirdi. Evinden de eli boş dönünce; "Demirden bir yüzük de olsa bak" deyip, yeniden eve gönderdi. Yine boş dönünce, ne miktar Kur`an-ı Kerîm bildiğini sordu ve sonunda şöyle buyurdu: "Haydi git, onu sana bildiğin Kur`an karşılığında verdim" (eş-Şevkânî, Neylü`l-Evtâr, VI, 170).
Bu konudaki ayet ve Hadislerden şu sonuca varılmıştır. Resulullah (s.a.s), mehirsiz hiç bir evliliğe ruhsat vermemiştir. Eğer mehir vacip olmasaydı, bunu göstermek için arada bir onu terkederdi.
Diğer yandan, sahabe devrinden bu yana islâm bilginleri mehir üzerinde icma etmişlerdir (bk. es-Serahsî, el-Mebsut, V, 62 vd.; el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi, II, 274-304; Ibnü`l-Hümâm, Fethul-Kadîr, II, 434 vd.; el-Cassâs, Ahkâmü`l-Kur`ân, III, 86 vd.; Ibn Rüşd, Bidâyetü`l-Müçtehid, II, 16 vd.; Ibn Âbidin, Reddü`l-Muhtâr, II, 329 vd.).
Aile yuvasıyla ilgili görevlerin en güzel şekilde yerine getirilmesi için eski çağlardan beri kadınla erkek arasında bir görev bölümü yapılmıştır. Erkek, evin dışındaki işlerle uğraşır ve gerektiğinde ağır işlerde çalışarak geçim için kazanç sağlar. Kadın da evin yönetimi, yemeğin hazırlanması, çocukların bakım ve terbiyesiyle uğraşır. Bu yüzden bütün malî yükümlülükler kadının değil, erkeğin görevidir. Mehir ve bütün kapsamıyla nafaka bu yükümlülükler arasındadır. Bu görev bölümü erkekle kadının yaratılışına ve ilâhî sünnete de uygundur. Erkek daha güçlü olduğu için çalışıp kazanmaya daha yatkındır. Kur`an`da şöyle buyurulur: "Erkekler, kadınlardan daha güçlü kuvvetlidirler. Yani ailenin reisidirler. Bunun sebebi şudur: Allah onlardan kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkek, mallarından evin geçimini sağlamaktadır" (en-Nisâ, 4/34).
Mehir, nikâh akdinin rükün veya şartlarından değildir. Bu yüzden mehirsiz akdedilecek nikâh geçerli olur ve kadın emsal mehire hak kazanır. Kur`an-ı Kerim`de şöyle buyurulur:
"Kendileriyle cinsel temasta bulunmadığınız veya kendilerine bir mehir tayin etmediğiniz kadınları boşamışsanız, bunda üzerinize bir sakınca yoktur" (el-Bakara, 2/236). Bu ayette, cinsel birleşmeden veya mehir tesbitinden önce kadını boşamanın geçerli olduğu belirtilmektedir. Boşama ancak sahih nikâhtan sonra mümkün olduğuna göre, ayet, akit sırasında mehrin konusulmasının ne bir rükün ve ne de bir şart olmadığına delâlet eder (el-Kâsânî, a.g.e., II, 274; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, Halebî tab`ı, II, 55, 60; Ibn Rüşd, a.g.e., II, 25).
Ukbe b. Âmir (r.a)`ın naklettiği şu hadis de yukarıdaki anlamı destekler. Hz. Peygamber bir adama: "Seni filanca kadınla evlendireyim mi?" demiş; erkeğin; "evet" demesi üzerine, kadına hitaben; "Seni filanca erkekle evlendirmeme razı oluyor musun?" diye sormuştu. Kadının da "evet" demesi üzerine, onları evlendirdi. Herhangi bir mehir belirlenmeksizin evlilik gerçekleşti. Bu erkek vefatı sırasında şöyle dedi: "Resulullah (s.a.s), beni filanca kadınla evlendirdi. Bir mehir konuşulmadı ve kadına bir şey de vermedim. Ona mehrim olarak Hayber`deki hissemi veriyorum". Kadın bu hisseyi almış ve yüz bin lira karşılığında satmıştır (ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-Islâmî ve Edilletuh, Dımaşk 1405/1985, VII, 254). Yalnız Malikîler mehri, nikâhın bir rüknü olarak kabul ederler.
Eşler mehirsiz olarak veya şarap, domuz eti gibi şer`an mal sayılmayan bir şeyi mehir yaparak evlenseler Malikîler dışında çoğunluğa göre akit geçerli olur.
Mehrin üst ve alt sınırı:
Mehrin en çok miktarı için bir sınır getirilmemiştir. Ayette; "Onlardan birisine yüklerle mehir vermiş olsanız bile, içinden bir şey almayınız" (en-Nisâ, 4/20) buyurulur. Hz. Ömer bunu 400 dirhemle sınırlamak istemiş, aksi halde fazlanın beytü`l-mâle gelir kaydedileceğini ilân etmişti. Hz. Ömer`in dayandığı delil; Hz. Peygamber`in eşi ve kızları için 480 dirhemden (12 okiye) daha fazla mehir verilmemesi idi. Hz. Ömer minberden indikten sonra Kureyşli bir kadın, yukarıdaki ayeti (en-Nisâ, 4/20) okuyarak, Allah`ın mehir için bir sınır getirmediğini, aksine, kadınları yükler doluşu mehre lâyık gördüğünü belirtti. Bunun üzerine yeniden minbere çıkarak, sözünü geri aldı ve şöyle dedi:
"Size, kadınlarınız için 400 dirhemden fazla mehir vermenizi yasaklamıştım. İsteyen, malından dilediği kadar verebilir" (eş-Şevkânî, Neylü`l-Evtâr, VI,168; Heysemî, Mecmau`z-Zevâid, Mısır, t.y., IV, 283 vd.).
Ebû Hanîfe`ye göre, mehrin en az miktarı on dirhem gümüş veya bunun karşılığıdır. Hz. Peygamber devrinde bu kadar para yaklaşık iki kurbanlık koyun bedelidir. Hırsızlıkta, had cezasının uygulanmasını gerektiren en az miktar. bir dinar altın para olup, mehirde buna kıyas yapılmıştır. Çünkü bir dinar altın para, on dirhem gümüş paraya satın alma gücünde eşit durumda idi. İmam Malik`e göre mehrin en az miktarı üç dirhemdir. Bu mezhep de kendi hırsızlık nisabını ölçü olarak almıştır. imam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel, en az miktar için bir sınır koymamışlardır. Delilleri; mehir ayetinde malın azına bir sınır konulmamasıdır (Buhârî, Nikâh, 34-51; es-Sabûnî, Tefsîru Âyâti`l-Ahkâm, Dımaşk 1397/1977, I, 453; ez-Zühayli, a.g.e., VII, 256; Ömer Nasuhî Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, Istanbul 1967, IV, 121-123; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s. 279, 280).
Mehrin konusu:
Satışı veya kullanılması yasak olmayan her şey mehir olarak verilebilir. Menkul ve gayrımenkul mallar, ziynet eşyası, hayvanlar, misli şeyler ve hatta menkul veya gayrı- menkul bir maldan yararlanma hakkı bunlar arasındadır. Ancak İslam`ın yasak ettiği şeyler, meselâ; alkollü içkiler, domuz, ölmüş hayvan etleri mehir olamaz. Bu gibi şeyler mehir yapıldığı takdirde, nikâh akdi mehirsiz yapılmış sayılır ve kadın emsal mehre hak kazanır (el-Kâsânî, a.g.e., II, 277 vd.; Ibn Âbidîn, a.g.e., Mısır, t.y., II, 252, 458-461; el-Cassâs, Ahkâmü`l-Kur`ân, II, 143).
Kur`an-ı Kerîmi veya helâl ve haramdan bazı dinî hükümleri öğretmenin mehir sayılıp sayılmaması fakihler arasında tartışılmıştır. İlk Hanefî müçtehidlerine göre, Kur`ân ve fıkıh öğretimi mehir yerine geçmez. Çünkü, helâl kılınan kadınları belirleyen ayetteki; "mallarınızla istemeniz." (en-Nisâ, 4/24) ifadesi buna engeldir. Kur`an öğretimi ve benzeri ameller taat niteliğinde olup, kişi bunları Allah`a yaklaşmak için yapar. Bu yüzden ilk üç Hanefî müçtehidine göre, bunun için iş akdi yapmak geçerli olmaz. Böyle bir durumda kadın emsal mehre hak kazanır. Çünkü bu, mal olarak karşılığı bulunmayan bir yararlanmadır.
Sonraki Hanefî fakihleri ise, Kur`ân-ı Kerîm öğretimi ve diğer dini hizmetlerin; şartların değişmesi ve geçim için insanların çok meşgul olması gibi sebeplerle olan ihtiyaç yüzünden, bir ücret karşılığında yapılabileceğine fetva verdiler. Delil; Hz. Peygamber`in bildiği Kur`ân-ı eşine öğretmesi karşılığında bir erkeği evlendirmesidir. İlk Hanefî müctehidleri, bu hadisi te`vil ederek, mehirsiz evlendirmenin Hz. Peygamber`e mahsus bir muamele olduğunu söylemişlerdir (eş-Şîrâzî, a.g.e., II, 59; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VI, 170; el-Askalânî, Bülûğu`l-Merâm, Terc. A. Davudoğlu, Istanbul 1967, III, 247 vd.; Bilmen, a.g.e., VI, 173-175).
Mehrin çeşitleri
Mehir genel olarak mehr-i müsemma ve mehr-i misil olmak üzere ikiye ayrılır. Mehr-i müsemma da muaccel ve müeccel diye kendi içinde ikiye ayrılır.
1. Mehr-i müsemma:
Bu, nikâh akdi sırasında veya daha sonra eşlerin karşılıklı rıza ile belirledikleri mehirdir: "Eğer siz, onları kendilerine temas etmeden önce boşar, fakat daha önce onlara bir mehir tayın etmiş bulunursanız, bu tayın ettiğiniz mehrin yarısı onlarındır" (el-Bakara, 2/237). Mehr-i müsemma da peşin verilip verilmeme durumuna göre ikiye ayrılır:
a) Mehr-i muaccel:
Eşlerin miktarını belirledikleri mehir, nikâh akdi sırasında ödenebileceği gibi, sonraki bir tarihte de ödenebilir. İşte akit sırasında peşin olarak ödenen mehre "mehr-i muaccel (peşin mehir)" denir. Eşler, mehrin miktarını belirlemekle birlikte, ödeme şeklini tesbit etmemişlerse, peşin ödenecek miktar örfe göre belirlenir. Örf, tamamının peşin veya ileride ödenmesi yahut bir bölümünün, örneğin üçte birinin veya yarısının peşin, geri kalanının sonradan verilmesi şeklinde meydana gelmişse buna göre hareket edilir. Çünkü mehrin ödeme şekli üzerindeki örf, aksi kararlaştırılmadıkça eşler arasında şart koşulmuş gibidir. Hadiste; "Müslümanların güzel gördüğü şeyler Allah nezdinde de güzeldir" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 379) buyurulmuştur.
Bazı fakihler, zifaftan önce kadına mehrin bir kısmını vermeyi müstehap görürler. Bu konuda, Hz. Ali`nin, Fâtıma (r.anhâ) ile evlenirken zifaftan önce mehir olarak zırhını vermesi uygulamasına dayanırlar. Bu evlilik Medine`de, Hicret`in ikinci yılında vuku bulmuş ve mehrin ödenmesi konusunda Medîne örfüne uyulmuştur (M. Muhyiddîn Abdülhamîd, el-Ahvâluş-Şahsiyye, s. 140, 141).
Bugün Mısır`da geçerli olan örfe göre, genel olarak, mehrin üçte ikisi peşin alınır. Fas`ta ise mehrin yarısı peşin ödenir (Halil Cin, Islâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Ankara 1974, s. 218).
b) Mehr-i müeccel:
Mehrin tamamını peşin olarak değil de, evlenmenin sona ermesi, beş yıl, on yıl sonunda veya kocanın ölümü halinde ödenmesi kararlaştırılabilir. İşte bu şekilde, ödenmesi belirli bir vadeye bağlanmış olan mehir "mehr-i müeccel (vadeli mehir)" adını alır. Bu durumda kadın, belirlenen vade gelmeden önce mehri isteyemez. Miktarı belirlendiği halde, ödeme şekli belirlenmemiş olan ve bu konuda örf de bulunmayan durumlarda, mehir; boşanma veya eşlerden birisinin ölümü halinde peşine dönüşür. Boşamanın kesin (bâin) veya cayılabilir (ric`î) olması arasında bir fark yoktur. Ancak, ric`î boşama halinde mehir, iddetin sonunda peşin mehre dönüşür (Mehmed Zihni, Nimet-i Islâm, Istanbul 1976, s. 641 vd.).
2) Mehr-i misil:
Kadının emsaline göre takdir edilen mehir. Kadın, şu durumlarda mehr-i misle hak kazanır:
a) Nikâh akdinde mehrin zikredilmemiş olması halinde mehr-i misil gerekir. Mehrin zikredilmemesi, akdin fesatını gerektirmez. Çünkü nikâh, evlenecek olan çiftlerin icab-kabûlüyle tamam olur. Mehir ise nikâhın rüknü değildir ve bundan dolayı nikâh akdinin inikat ve sıhhati, mehrin zikredilmesine bağlı değildir. Mehir zikredilmediği halde koca vefat ederse karısı mehr-i mislini terikeden alır, kadın vefat ederse vârisleri kocadan mehri misli alırlar.
b) Mehrin, tayın edilmiş olmakla birlikte mehir hakkında bilgisizliğin fazla olması (el-Cehâletü`l-fahişe) veya gayr-ı mütekavvim bir mal olarak tayın edilmesi halinde mehrî misil gerekir. Mehrin ev, araba, hayvan, elbise vb. şekilde mutlak olarak zikredilmesi halinde fâhiş cehaletten sözedilir ve bu durumda mehr-i misil gerekir. Çünkü bu cins isimler farklı vasıf larda ve değerlerde olabileceğinden anlaşmazlık ve çekişmeye götürür. Meselâ, mutlak olarak ev denildiğinde evin müstakil, büyük veya küçük olması, manzarası vb. gibi problemleri beraberinde getirebilir. Bunun yanında şeriatın domuz, içki gibi mütekavvim mal kabul etmediği şeylerin mehir olarak tayını halinde bunlar geçersizdir ve mehr-i misil tahakkuk eder.
c) Taraflar arasında mehr-i ortadan kaldırma konusunda bir anlaşma varsa yine mehr-i misil gerekir. Mehir şâriin nikâh akdinde uyulmasını emrettiği hükümdür. Bundan dolayı tarafların mehri kaldırma yetkisi yoktur. Eğer akde bitişik bir şartla onu kaldırmaya teşebbüs ederlerse bu şart fâsiddir. Bu durumda akit sahih ve şart geçersiz olur. Bunun en önemli misâlini şigar evliliği oluşturmaktadır. Şigar evliliği iki kadının mehir zikredilmeksizin birbirine karşılık olmak üzere iki erkekle evlendirilmesidir. Burada nikâh akdi geçerli fakat şart geçersizdir ve mehir zikredilmediğinden mehr-i misil gerekir. Şigar evliliği Ahmed b. Hanbel, İmam Mâlik ve Imam Şafiî`ye göre fâsiddir (Kâsânî, Bedâyîus-Sanayı, Kahire 1327-28/1910, II, 282-283; Molla Hüsrev, Dürerü`l-Hukkâm Şerhu Gureril-Ahkâm, Istanbul 1979, I, 342; el-Fetâva`l-Hindiyye, Bulak 1315, I, 309-311; M. Ebû Zehre, el-Ahvâluş-şahsiyye, Kahire 1368/1948, s. 182-183; Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, Istanbul 1985, II, 6, 119-120, 140-142).
d) Mehrin zikredilip zikredilmediği konusunda karı-koca arasında ihtilâf ortaya çıkarsa Mehr-i misil gerekir. Ancak hangisi delil getirirse kabul olunur. Delil getiremezlerse mehir zikredilmedi (münkir) diyenden yemin istenir. Yeminden kaçınırsa (nükul), mehrin zikredildiğini söyleyenin davası sabit olur. Yemin ederse mehr-i misil gerekir (Molla Hüsrev, a.g.e., I, 347).
Mehr-i Mislin takdiri: Mehr-i misli tayın için evlenecek olan kadının babası kabîlesinden; yaş, güzellik, mal, şehir, takvâ, akıl, dine bağlılık, bekâret, iffet, ilim, edeb, güzel ahlâk, çocuk sahibi olma gibi çeşitli vasıf larda benzeri olan kadınların mehirleri dikkate alınır. Bu benzerlik iki tarafın yani mehri tayın olunacak kadın ile denk ve benzeri kadınların akit sırasında sahip oldukları vasıflar itibariyle araştırılır. Bu vasıf ların akitten sonra artması veya eksilmesi emsalliğin meydana gelmesine zarar vermez. Eğer babası tarafında benzeri bulunmazsa babasının kabîlesine denk olan kabîleden emsali kadınların mehri takdir edilir. Kadının bu durumlarda benzeri bulunmadığı takdirde Mehr-i misil iki adil erkek veya bir erkek iki kadının şahadetiyle sabit olur. Eğer adil şahid bulunamazsa söz yeminle beraber kocaya aittir. Koca mehr-i misli tayınden kaçınırsa mehrin miktarını tayın için hâkime başvurabilir. Bu hükümler, ihtilâf ortaya çıkması halindedir. Eğer mihir konusunda ittifak hasıl olursa kabul olunur (el-Kâsânî, a.g.e.,II, 287; M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 183-184; Bilmen, a.g.e., II, 119).
Mehrin Sahibi:
Mehir, evlenecek olan kadının hakkıdır. Babası veya dedesi mehri kadın adına alabilir, fakat ona sahip olamaz. Ancak kadın razı olmazsa, velisine yapılacak mehir ödemesi geçerli değildir. Kadın; küçük, akıl hastası veya bunamış olursa, bu takdirde mehir malî velâyeti haiz olan veliye verilir.
Ahmed b. Hanbel, baba için, mehir yanında bir meblağ alma hakkını tanımış ve delil olarak da, Hz. Şuayb`ın kızıyla evlenmek için Hz. Musa`nın sekizyıl çobanlık yapmasını delil göstermiştir. Kur`ân-ı Kerîm`de şöyle buyurulur: "Şuayb (a.s), Musa ya dedi ki; bu iki kızımdan birini - sen bana sekizyıl işçilik yapman şartıyla- sana nikâhlamak istiyorum. Eğer işçiliğini on yıla tamamlarsan o da kendinden" (el-Kasas, 28/27). Bu ayet-i kerîme, karşılığında ücret alınabilen yararlanmanın mehir olabileceğine delâlet eder. Diğer mezheplere göre, burada başlık parasından çok, babanın kızı adına almış olduğu mehir söz konusu olabilir. Nitekim, Hz. Musa`nın orada evlendirilmesi, mal-mülk sahibi olarak yeniden Mısır`a dönmesi bunu gösterir. Ebû Hanîfe ve diğer bazı fakîhlere göre, kızın babasının evlenecek erkekten mehir dışında bir şey alması caiz değildir. 1917 tarihli Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesinde şu hükümler yer alır: "Mehir, evlenen kadının hakkıolup, onunla çeyiz yapmağa zorlanamaz. Bir kızı evlendirmek veya teslim etmek için ana-baba veya diğer hısımlarının, kocadan akçe veya benzeri şeyleri almaları memnûdur" (Hukuk-ı Aile Kararnamesi, madde, 89, 90).
Kadının, mehrin tamamına hak kazandığı haller:
Kadın; sahih halvet, zifaf veya ölüm halinde mehrin tamamına hak kazanır;
a) Sahih halvet:
Sahih bir akitle evli bulunan eşlerin, kimsenin göremeyeceği ve istekleri dışında kimsenin giremeyeceği kapalı veya kapalı sayılan bir yerde yalnız kalmalarıdır. Halvete engel olan durumların da bulunmaması gerekir. Eşlerin yanında üçüncü bir kişinin bulunması, karı-kocada cinsel birleşmeye engel halin olması, küçüklük, ay hali, hastalık, farz oruçlu olmak, farz veya nafile hac için ihramda bulunmak gibi.
Sahih halvet iki durumda zifaf olmuş gibi sonuç doğurur. Bu halvetten sonra kadın boşanırsa kadın tam mehre hak kazanır. Çünkü kadın evlenme ümidiyle nikâhlı olarak kapalı bir yerde bulunduğu için daha sonra boşanma olursa, yeniden evlenmede nikâhtan önceki şartlarla eş bulamayabilir. Halvetten sonra boşanan kadın iddet bekler. Dolayısıyla da iddet nafakası, halvetten sonra en az altı ay sonra doğacak çocuğun nesebinin sabit olması gibi haklardan yararlanır.
b) Zifaf: Burada evliliğin mûteber olma şartı da aranmaz. Zifaf ve sahih halvette mehrin tamamının gerekliğinin delili şu ayettir: "O kadınlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız bile, içinden bir şey almayın" (en-Nisâ, 4/20).
Zifaf sahih evlilikte olmuşsa kadın mehrin tamamına hak kazanır. Tesbit edilen mehir yoksa mehr-i misil alır. Zifaf fasit evlilikte olmuşsa, kadın mehr-i misil ile mehr-i müsemmadan hangisi daha az ise ona hak kazanır. Daha önceden mehir tesbit edilmemişse, mehr-i misil alır.
Fasit nikâhta halvet, zifaf hükmünde değildir (el-Kâsânî, a.g.e., II, 335; "Halvet" maddesi).
c) Eşlerden birinin ölümü:
Kadın vefat ederse, mirasçıları, mehri mirastaki paylarına göre bölüşürler. Kocası da dörtte bir veya ikide bir mirasçı olacağı için mehri o ölçüde eksik verir. Koca vefat ederse, kadın, terikeden mehir miktarını ayrıca alır(Ibn Rüşd, a.g.e., II, 20).
Mehrin yarısının ödeneceği haller:
Sahih evlilik, zifaf veya sahih halvetten önce kocanın fiiliyle sona ermişse, kadın mehr-i müsemmanın yarısını alabilir. Mehrin tamamı peşin olarak verilmişse, kadın bunun yarısını kocasına iade etmek zorunda bulunur. Delil şu ayettir: "Eğer siz onları kendilerine temas etmeden önce boşar, fakat daha önce mehir tesbit etmiş olursanız, o halde tayin ettiğiniz o mehrin yarısı onlarındır" (el-Bakara, 2/237).
Bu ayet hükmüne göre, kadının yarı mehir almasının şartları şunlardır: a) Mehir daha önceden tesbit edilmiş olacak. b) Koca, karısını zifaftan önce boşamış olacak. c) Kadın mehir hakkından vazgeçmemiş bulunacak.
Burada evlilik boşama ile sona erebileceği gibi fesih, ile Lian, kocanın iktidarsızlığı, islâm dinini terketmesi, karısı müslüman olduğu halde kendisinin islâm`a girmekten kaçınması, karının usul ve fürûuna hürmet-i müsaharayı gerektiren bir fiil işlemesi halleriyle de sona erebilir. Bütün bu durumlarda evliliğin sona ermesi kocanın fiili ile olmuş bulunur ve kadın yarı mehre hak kazanır. Yeter ki bu ayrılık cinsel birleşmeden önce vuku bulsun. Bu çeşit ayrılıkta kadına iddet gerekmez (el-Kâsânî, a.g.e., II, 296 vd.; Ibnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, II, 438-439).
Yukarıdaki durumlarda evlilik yine zifaftan önce ve kocanın fiiliyle olur, fakat verilecek mehir miktarı belirlenmemiş olursa kadına muta denen bir teselli hediyesi vermek gerekir. (bk. el-Bakara, 2/236). Muta; kocanın; mal, elbise veya yiyecek olarak boşanmış hanımına verdiği şeylere denir. Ayette mutanın miktarı belirlenmemiş ve bu husus içtihada bırakılmıştır. Ebû Hanîfe`ye göre, mutanın en azı bir elbise, baş örtüsü ve bir yorgan olup, mehr-i mislin yarısından çok olamaz (es-Serahsî, el-Mebsût, V, 82, 83; es-Sabûnî, a.g.e., I, 379-380; M. Zihni, a.g.e., s. 441 vd.).
Kadına mehir vermenin gerekmediği durumlar:
İki durumda kadına mehir vermek gerekmez.
a) Evlenme akdi fasit olur (bk. "Nikâh" mad.) ve koca karısını zifaftan önce boşarsa, erkeğin mehir veya mut`a vermesi gerekmez. Buna evliliğin karşılıklı rıza ile veya hâkimin hükmü sona ermesi sonucu değiştirmez.
b) Evlilik akdi sahih olur, fakat, gerçek veya hükmî (sahih halvet sûretiyle) zifaftan önce kadının fiiliyle ayrılık vuku bulursa, kadın yine birşey alamaz. Kadının küçük evlendirilmesi halinde bulûğ muhayyerliği hakkını kullanması, irtidat etmesi veya kocası islâm`a giren ve ehl-i kitap olmayan kadının, müslüman olmaktan kaçınması hallerinde evlilik akdi kadın tarafından veya kadın sebebiyle sona ermiş sayılır. Kadının, kocasının usul veya fürûundan birisiyle hurmet-i müsaharayı gerektiren bir fiil işlemesi, meselâ zina etmesi veya bunlardan birisiyle sevişmesi halinde de evlilik kadın tarafından sona erdirilmiş sayılır (el-Kâsânî, a.g.e., II, 336, 337).
Sonuç olarak mehir evlilik hayatı süresince kadın için bir yedek akçe niteliğindedir. Kadının aniden kocasını kaybetmesi veya boşanmaları hâlinde, kocasının evinde kalması zorlaşabileceği için, kendisine yeni bir hayat programı hazırlayıncaya kadar mehir ona bir destek olur. En az mehir miktarının iki tane kurbanlık koyun parası kadar olduğu, üst sınırının ise dört yüz dirhemin de üstünde olabileceği, Hz. Peygamber devrinde, yaklaşık beş dirheme bir kurbanlık koyun alındığı dikkate alınırsa, böyle bir gerçek mehrin, önemli bir yedek akçe teşkil edeceği açıktır.