11-25-2023, 03:03 PM
(This post was last modified: 11-26-2023, 08:37 PM by RasitTunca.)
Fıkıh Ansiklopedisi L Harfi İle Başlayanlar
LAFIZ
Kur`ân-ı Kerîm`de lafzın sözlük anlamı şöyle ifade edilir: "Hatırla ki insanın hem sağlında, hem solunda oturan onun amellerini tesbit etmekte olan iki de melek vardır. O bir söz atmaya dursun, mutlaka yanında hazır bir gözcü vardır" (Kâf, 50/17-18).
Kur`an ve Sünnet`ten hüküm çıkarma metotları ikiye ayrılır. 1. Mânevî metotlar: Bunlar kıyas, istihsan, maslahat ve zerâyi gibi sözlük niteliğinde olmayan delillerden hüküm çıkarma yollarıdır. 2. Lafzi metotlar. Âyet ve hadislerin lafızlarını, bunların delâlet ettiği umum, husus, mutlak, mukayyed, emir, nehiy gibi özelliklerini, lafızlardan anlaşılan şey, ibare ile midir, yoksa işaret yoluyla mıdır? Bütün bunlar lafzî hüküm çıkarma metotlarının esasını teşkil eder. Usûl bilginleri bu metotları "Lafza ilişkin Konular" başlığı altında incelemişlerdir.
Islâmî nasslar arapça olduğu için, âyet ve Hadislerden hüküm çıkarabilmek için, Arapçayı incelikleriyle bilmek gerekir. Bu, Kur`an ve sünneti sözlük bakımından anlamayı sağlar. Ancak Hz. Peygamber`in, Kur`an hükümlerini açıklamak için koymuş olduğu usûl ve nassların hükümlerini açıklayan Sünnet`in toplamını bilmek de, Kur`an lafızlarını şeriat çerçevesinde anlaşılır hale getirir.
Bu metot mantık ilminde de başvurulan bir yoldur. Nitekim Aristo, mantık ilmini tedvin ederken burhan ve şekillerine, burhanın doğru olması için lafızları tesbite önem vermiştir. Tasavvur, tasdik, tarif, had ve burhanın anlamı üzerinde durmuş, sonra kıyas ve şekillerini ele almıştır ki, bütün bunlar lafza ilişkin metotlardır. Çünkü maksatları tesbit, daima lafızları ve bunların delâlet sınırlarını tayıne bağlıdır.
Islâm hukuk usûlünün üzerinde durduğu lafza ilişkin kurallar, şu dört hususa yönelir:
1. Açıklık ve maksada delâlet kuvveti bakımından lafızlar, açık ve kapalı olmak üzere ikiye ayrılır.
Anlamı açık lafızlar; açık anlamlıdan en açık anlamlısına doğru zâhir, nass, müfesser ve muhkem çeşitlerine ayrılır. Zâhir, delâlet kuvveti bakımından en aşağı derecede olup, manasının anlaşılması için, dış bir karîneye ihtiyaç duyurmayacak şekilde bu mânaya açık olarak delâlet eden, fakat te`vil ve tahsis ihtimalıne açık bulunan ve kendisinden çıkarılan hüküm, sevk sebebi olmayan lafızlardır. "Allah alış-verişi helâl, ribayı ise haram kılmıştır" (el-Bakara, 2/275) âyetinin sevk sebebi faizle, alış-veriş arasında fark bulunduğunu belirtmektir. Yoksa, alış-verişin hükmünü bildirmek değildir. Çünkü alış-verişle ilgili hükümleri belirleyen başka âyet ve hadisler vardır.
Nass; anlamı açık olarak anlaşılan,kendisinden çıkarılan hüküm, sözün asıl sevk sebebini teşkil eden, bununla birlikte te`vil ve tahsis ihtimalıne de açık bulunan lâfızdır. Yukarıdaki âyette, alış-verişle ribanın farklı muameleler olduğunun bildirilmesi ve âyetin sevk sebebinin bu olması lâfzın nass oluşunun niteliklerindendir.
Müfesser; hükme açık bir şekilde delâlet eden, te`vil ve tahsis ihtimalıne kapalı bulunan lafızdır. Namaz, oruç, hac gibi mücmel lafızlar ilgili âyet ve hadislerle açıklığa kavuşturulunca "müfesser" hale gelir. Çünkü bu terimlerin sözlük anlamından, ibadetin yapılış şekillerini, bütününü anlamak mümkün olmaz.
Muhkem; hükme delâleti açık olan, te`vil, tahsis ve nesha ihtimalı bulunmayan lafızdır. Hz. Peygamberin,
"Cihâd kıyamete kadar devanı edecektir" (Ebu Dâvud, Cihâd, 33) hadisi bu niteliktedir (bk. Muhammed Ebû Zehra, Usulül-Fıkh, y.y., 1377/1958, s. 116 vd.; Zekiyüddin Şa`ban, Islâm Hukuk Ilminin Esasları, Terc, Ibrahim Kafi Dönmez, Ankara 1990, s.313 vd).
Anlamı kapalı olan lafızlar; hafi, müşkil, mücmel ve müteşabih olmak üzere dört tanedir.
Hafi; kapsamında bir çok fert bulunup da, dış bir engelden dolayı bu fertlerden bir bölümüne delâleti kapalı bulunan ve bu kapalılığı gidermek için inceleme ve ictihada ihtiyaç olan lafızdır. Meselâ; Kur`an`daki hırsızlık cezasının (el-Mâide, 5/38) yankesiciyi (tarrâr) ve kefen soyucuya (nebbâş)da kapsayıp kapsamadığı konusunda kapalılık vardır.
Müşkil; bizzat lafzında bulunan bir sebepten veya başka bir nassla çatışmasından dolayı anlamı kapalı olan bir ifadedir. Birden fazla anlamı bulunan müşterek lafızlar bu niteliktedir. Ayn sözcüğünün; göz, pınar ve casus vb. anlamlara gelmesi gibi.
Mücmel; sözün sahibi tarafından anlamı açıklanmaksızın ne kastedildiği anlaşılamayan sözcüktür. Namaz, oruç, hac sözcükleri böyledir.
Müteşâbih; anlamı kapalı olan, anlaşılması için akılca bir yol bulunamayan, Kitap ve Sünnet`te tefsirine rastlanılmayan ve anlamı Allah`a havâle edilen nasstır. Müteşâbih, ancak hüküm âyet ve hadisleri dışındaki nasslarda söz konusu olur. Bazı Kur`an sûrelerinin başında bulunan "Hâmîm", "Ayın, Sîn, Kâf" "Yâsîn" gibi harflerle, yüce Allah`a izafe edilen "el", "yüz", "göz" gibi sıfatlar bu niteliktedir (bk. el-Feth, 48/10; Hûd, 11/37; er-Rahmân, 55/27; el-Fecr, 89/22).
2. Lafızların delâlet yoldan: Bu delâlet yolları dört tanedir: a) Ibarenin delâleti; bu, lafızdan anlaşılan anlamdır. "Necis olan putlardan kaçının ve yalan sözlerden çekinin" (el-Hacc, 22/30) âyetinden, putlara tapmanın ve yalancı şahitlik yapmanın yasaklandığının açıkça anlaşılması bu niteliktedir. b) Nassın işareti; bu, lafzın ibareşinin dışında delâlet ettiği anlamdır. "Onların işleri, aralarında şûrâ (danışma) iledir" (eş-Şûrâ, 42/38) âyeti, işaret yoluyla Islâm devletinde üst otoriteyi kontrol edecek ve devlet işlerini düzenlemede ona katılacak bir topluluğu seçip iş başına getirmenin Islâm toplumuna yükletildiğine delâlet etmektedir. c) Nassın delâleti; nassın delâlet ettiği hüküm, başka bir olayı da öncelikle kapsamına alıyorsa buna nassın delâleti, delâlet-i evlâ, mefhûm-ı muvâfakat veya celî kıyas gibi adlar verilir. Meselâ "Ana-babaya öf bile deme" (el-Isrâ, 17/23) âyetine göre, "öf" bile demek haram olunca, onlara sövmek veya vurmak gibi daha ağır hakaret ve eziyet sayılan davranışlar öncelikle haram olur. d) Iktizanın delâleti; bu, lafzın kendi anlamı dışında başka bir anlamı ifade etmesi olup, bu anlam hesaba katılmazsa, maksat doğru olarak anlaşılmaz. Meselâ; "Ümmetimden yanılma, unutma ve zor karşısında yaptıkları şeyler affedilmiştir" (Ibn Mâce, Talâk, 16) hadisinde, yanılma meydana gelmişse, affedilen bu yanılmanın kendisi değil, doğurduğu günahtır (bk. es-Serahsi, Usûl, I, 237 vd.; Ebû Zehra, a.g.e., s. 139 vd., Zekiyüddin Şa`ban, a.g.e., s. 333-349).
3. Lafızların kapsamı, umum husus, mutlak ve mukayyed gibi delâlet sınırları ile ilgili şeyler de lafzî konulardandır. Tek vaz` ile tek bir anlam ifade etmek üzere konmuş bulunan ve belirli bir sayıyla sınırlı olmaksızın bu anlamın kendisinde gerçekleştiği bütün fertleri kapsayan lafza "âmm" veya "umum ifade eden lafız" denir. Kim Ramazan ayına yetişirse, onda oruç tutsun" (el-Bakara, 2/185) âyetindeki "kim (men)" şart isim, Ramazan ayına yetişen tüm yükümlülerin oruç tutması gerektiğini ifade eden âmm bir lafızdır. Tek anlama özgü kılınan lafza "hâss" veya "husus ifade eden lafız" denir. Meselâ; "Beş vesaktan (bir ton) az olan üründe zekât yoktur" (Buhârî, Zekât, 56; Müslim, Zekât, 1,3) hadisi beş vesaktan az olan toprak ürünlerini kapsamına almadığı için "hâss" bir sözcüktür.
Mutlak lafız, yalnız niteliğe delâlet eden lafız olup, teklik, çokluk gibi bir kayda bağlı olmayan sözcüktür. Mukayyed de bir kayda bağlanmış olan lafızdır. "Murdar, ölmüş hayvan eti, kan ve domuz eti... size haram kılındı" (el-Mâide, 5/3) âyetinde "kan" mutlak bir sözcük iken, başka bir âyette, haram kılınanın "akmış durumdaki kan" olduğunun belirtilmesi (el-En`âm, 6/145) bu lafzı mukayyed hale getirmektedir.
4. Teklif sıygaları: Emir ve nehiy bu sıyganın özelliklerini belirler. Emir; fiilin ileride yerine getirilmesi talebine delâlet eden sözcüktür. "Namazı kılınız, zekâtı veriniz" (el-Bakara, 2/43) âyetindeki emir sıygaları gibi, Nehiy ise; fiilin yapılmasını istemektir. Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin" (el-Bakara, 2/188) âyetindeki yasaklama gibi. Emir ve nehiy başka sıyga veya üsluplarla da ifade edilmiş olabilir. Anneler çocuklarını emzirirler" (el-Bakara, 2/185) âyetinde geniş zaman kipinin "emzirsinler" anlamında istek bildirmesi ile, Alış-verişi bırakın" (el-Cuma, 62/9) âyetindeki emir sıygasının gerçekte nehiy ifade etmesi buna örnek gösterilebilir.
Sonuç olarak, Islâm hukuk usûlünde lafzın nitelikleri ve ona ilişkin önemli kullanım alanları kısaca bunlardır. Âyet ve Hadislerden hüküm çıkarabilmek için lafızların bu özelliklerini bilmek gerekir. Diğer yandan terim niteliğindeki lafızları tanımak için Arap dilini ve inceliklerini iyi bilmenin yanında fıkıh usulü kaidelerini tanımak ve nasslar üzerinde uygulamak da gereklidır.
LÂHİK
Namaza imam ile beraber başladığı halde kendisine gaflet, uyku veya cemaatin çokluğundan dolayı bir zahmet arız olup veya abdesti bozan bir durum ile karşılaşıp da namazın tamamını veya bir kısmını imam ile kılamayan kimse.
Namazın başından sonuna kadar, aralıksız olarak imama uyan, bütün rek`atleri imam ile beraber kılan kimseye "müdrik", imama birinci rek`atın rükûundan sonra, imam selâm verinceye kadar, arada uyan kimseye de "mesbûk" adı verilir. Lâhik, imamla birlikte kılamadığı kısım için, imama uyan kimse gibidir. Bu yüzden kaçırdığı rek`atleri kaza ederken, Kur`ân-ı Kerim okumaz ve kendi başına kıldığı rek`atlerdeki yanılmasından dolayı "sehiv secdesi" yapması gerekmez. Çünkü imamın arkasında namaz kılan cemaat kendi yanılmasından dolayı sehiv secdesi yapmaz.
İmama uyan cemaatten birisinin, namaz içinde abdesti bozulsa, meselâ, burnu kanasa, saftan ayrılır, namaza aykırı bir şeyle uğraşmaksızın hemen abdest alır, tekrar cemaate dönerek yetiştiği yerden imama uyar. Mümkün ise önce kaçırdığı rek`âtleri veya rükünleri kaza eder, sonra imama tabi olarak onunla selâm verir. Bir kimse, birinci rek`atın kıyamında uyuyup da imam secdeye vardığı anda uyansa, hemen rükûa varır, sonra secdeye vararak imama tabi olur. Bir yere dayanmaksızın vuku bulan, uyku hali gerçek uyku sayılmadığı için abdeste ve dolayısıyla namaza zarar vermez.
Lâhik, imama yetişemeyeceğini anlarsa, hemen imama tabi olur, imam namazdan çıkınca kendisi kaçırmış olduğu rek`atleri veya rükünleri kaza eder. Ancak hükmen imamın arkasında namaz kılmakta olduğu kabul edilerek bir şey okumaksızın eksik kalan rek`atleri tamamlar.
İmama ikinci rek`atte uyan bir kimse (mesbûk) abdesti bozulduğu için, bir veya daha fazla rek`atı kaçırsa, imam selâm verdikten sonra kaza edeceği ilk rek`atte kırâatte bulunması gerekir.
İmam sehiv secdeleri yapsa, Lâhik namazını henüz tamamlamamış ise, onunla beraber bu secdeleri yapmaz. Önce namazı tamamlar, ondan sonra bu sehiv secdelerini yapar (İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, I, 277 vd.; ez-Zeylaî, Tebyînul-Hakaik, el-Emîriyye, III,137 vd.; İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr,Mısır, t.y., I, 500-560; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletuh, Dımaşk 1405/1980, II, 209, 210).
Korku namazında, namazı imama uyarak kılmaya başlayan ve iki rek`atlı namazda ilk rek`atı, üç veya dört rek`atlı namazda ise, ilk iki rek`atı imam ile beraber kılan birinci grup, ikinci secdeden veya birinci oturuşta "tahiyyât"tan sonra düşman cephesine gider, ikinci grup gelerek, imam ile geri kalan re`katleri kılar, yeniden düşman karşısına gider. İmam kendi başına selâm verir. Birinci grup, döner gelir, namazını kıraatsız olarak tamamlar, selâm verir.
İşte bu grup "lâhik" hükmündedir. İkinci grup namazlarını imamdan sonra kıraatle tamamlayıp düşman cephesine yeniden gider (bk. "Korku Namazı"). Bu ikinci grup ise "mesbûk" hükmünde olduğu için namazını kıraatla tamamlar.
Ancak her lâhikin yukarıda açıklandığı şekilde namazı tamamlaması güç olduğu için, lâhiklerin eksik kalan namazlarına yeniden başlamaları daha uygun görülmüştür.
LAHN (KUR`AN OKURKEN YAPILAN HATA)
Ezgili sesle Kur`ân-ı Kerim okurken yapılan hata. Bu hatalar harflerde, harekelerde veya harflerin sıfatlarında olabilir. Sahabe döneminden sonra sahih olan kıraatların karşısında şaz rivâyetler, ortaya çıkmıştır. Dalâlet ve ilhad erbabının türemesinden sonra şaz kıraatlar artmış ve çoğalmıştır. Bu hususta ileri giden bid`atçıların en meşhurları İbn Şenebuz (ö. 328/940) ve Ebû Bekr Attar (ö. 354/965)`dır. Bu şahıslar şaz kıraat ortaya çıkarmaya çalışan bid`atçıların sonuncularıdır. Şaz kıraatlar devri geçtikten sonra kıraatta lâhin yapılarak teganni ile okuma bid`atı ortaya çıkmıştır. Bu dönemdeki bid`atçılar çeşitli şekillerde lahin yapmışlardır. Bunlar da dört gruptur:
1. Ter`îd; soğuktan titrer gibi sesi titretmek. 2. Terkîs; sakinden harekeye zıplar gibi hızla atlayıp geçmek. 3. Tartîb; medleri uzatarak terennüm ve teganni etmek. 4. Tahzîn; sese ağlar gibi hazin bir edâ vermek.
İlk lâhin yapan Ubeydullah b. Ebî Bekre`dir. Hazin bir ses ile Kur`ân okuyarak, lâhin yapan bu şahıstan sonra torunu Abdullah b. Ömer b. Ubeydullah b. Ebî Bekre ondan bu tarz kıraatı öğrenmiştir. Ondan Ebâzî, Ebâzî`den de Sa`d b. Allâf bu kıraat tarzını öğrenmişlerdir. Sa`d b. Allâf, Harun Reşid`in ilgisini çekmiş ve onun yanında bulunarak onun hususi kâri`î olmuştur. Hatta "emirul mü`minin" kari`î olmuştur. Daha sonra Heyşem, Ebân ve İbn A`yen gibi kâriler ortaya çıkmış ve kıraatta lâhin yapmayı yaygınlaştırmışlardır. Sahâbî ve Tabiîn döneminde bu tür bir kıraat yoktur.
Lahn, lahn-i celî ve lahn-i hafi olmak üzere iki kısımdır. Lahn-i celî; açıktan belli olan hata anlamındadır. Gerek Kur`ân ve kıraat ilmi mütehassıslarının, gerekse Kur`ân okumayı bilen hemen herkesin farkedip anlayabileceği hatalı okuyuşlardır. Harflerin aslî sıfatları ve mahreçleri üzerinde, harekelerde ve sükûnlarda yapılan hatalar bunlardandır. Bu hatalar çoğu zaman namazı bozabilir. Lahn-i hafi; gizli hata anlamındadır. Kur`ân okunurken yalnız Kur`ân ve kıraat ilmi konusunda ehil olan kişilerin farkedebileceği hatalara lahn-i hafi denir. Tecvid kurallarına uyulmaması halinde meydana gelen hatalar bu çeşit hatalardandır. Lahn-i hafi namazı bozmaz.
LÂKAB(İSİM TAKMA)
Bir insanın adının benzerlerinden ayrılması için daha sonra ona verilen isim veya sıfat, çoğulu "elkâb``dır. Gerek yazı dilinde, gerekse konuşma dilinde karşıdaki şahsın rütbe ve ünvanı göz önüne alınarak söylenen sözler de lâkab kategorisi içine girer. Devletli, izzetli, saadetli gibi.
Lâkab kelimesi hem övgüyü, hem de yergiyi ifade etmek için kullanılır. Kur`ân-ı Kerim`de bu konuya açıklık getirilmekte, "Birbirinizi kötü lakablarla çağırmayınız" (el-Hucurat, 49/11) denilmektedir.
"Ne-be-ze" fiilinden türetilen "Tenâbezû" kötü lâkab takmak, kötü adla çağırmak anlamlarını ifade etmektedir. İnsanı, utanacağı bir adla veya unvanla çağırmanın yasaklanması da bu sebebledir.
Ayette zikredilen fiil çoğul olarak kullanılmakta ve bununla bütün müslümanlara hitabedilmektedir.
Müslümanlar arasında birliğin, beraberliğin, sevginin egemen olması için bu tür hareketle;den uzak kalmak gerekmektedir. İman eden bir müminin başka bir mümini kötü adla anması "fâsıklık" olarak nitelenmekte bu kötü fiili işledikten sonra pişman olmayan, tevbe etmeyen insan da zalim olarak zikredilmektedir (el-Hucurât, 49/11).
Müslümanlar hakkında övgü ve saygı ifade eden lâkablar yasaklanmamıştır. Bu tip isimler ve sıfatlar insanların birbirlerini sevmesine, saymasına sebep olur. İnsanların birbiriyle olan münasebetlerini iyi yönde etkiler.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.)`den rivayet edilen bir hadiste: "Müminin mümin kardeşi üzerindeki hakkından birisi de onu en çok sevdiği ismiyle çağırmasıdır" buyurulmaktadır. Bu hadisin ifadesine göre müslümanları sevdikleri adlarla çağırmak hem sünnettir, hem de örfe uygundur. İnsanları güzel buldukları adlarıyla çağırmakta bir sakınca yoktur. Hatta Hz. Ömer künyelerin yaşatılması fikrinde ısrar etmektedir.
İslâm tarihine göz attığımızda Hz. Ebu Bekir`in Sıddık; Hz. Ömer`in Fârûk; Hz. Osman`ın Zinnûreyn; Hamza`nın Esedullah; Hâlid b. Velid`in Seyfullah; Hz. Ali`nin Ebu Türab; Umeyr`in Ebu Hureyre adlarıyla anıldıklarını görürüz. Bu da Müslümanları bu tip adlarla çağırmanın teşvik edildiğini göstermektedir.
Peygamberimiz (s.a.s.), Medine`ye hicret ettiğinde Ensar`dan bazılarının iki, üç adla çağrıldıklarını gördü. Onlar, bu adlardan bazılarıyla çağırıldıkları zaman rahatsız oluyorlar, inciniyorlardı. İşte bu ayeti kerime hem bu konuya açıklık getirdi, hem de müslümanların sevmedikleri adlarla çağırılmalarını yasakladı.
Hz. Peygamber yeni müslüman olanları huzuruna kabul ettiğinde onların adlarını sorar; hoşuna gitmeyen, insanlar arasında hoş karşılanmayan, bir anlam ifade etmeyen bazı isimleri değiştirir, yerine daha güzel, daha uygun adlar verirdi.
LAKÎT(ATILMIŞ VEYA KAYBOLMUŞ ÇOCUĞUN BULUNMASI)
Atılmış ve kaybolmuş olup da bulunan çocuk hakkında kullanılan bir fıkıh ıstılahı.
Lakît lügatta yerden kaldırıp alınan şey anlamında kullanılır (Feyyûmî, el-Misbâhu`l-Münîr, Bulak 1316, II, 95). Fıkıh ıstılahında ise ailesi tarafından fakirlik korkusu, zina töhmetinden kurtulmak vb. sebeplerle sokağa atılmış veya kaybolmuş çocuğa verilen isimdir (Serahsî, el-Mebsüt, Kahire 1324-31, X, 209; Kâsânî, Bedâyiü`s Sanâyi, Kahire 1327-28/1910, VI, 197; İbnü`l-Hümâm, Fethul-Kadir, Kahire 1389/1970,VI, 110). Tariften anlaşıldığına göre lakît, doğumun peşinden sokağa atılmış çocuk veya mümeyyiz olmayan sabidir. Şafiiler gözetilmeye ihtiyaçları bulunduğundan Mümeyyiz sabî ve deliyi lakît kapsamına dahil etmektedirler (Şirbînî, Muğni`l-Muhtâc, Kahire 1379/195960, II, 418). Herhangi bir sebepten dolayı sokağa terkedilmiş çocuk ölüm tehlikesi içindedir. Böyle bir çocuğu alıp helâkini önlemek, bir insanlık vazifesi olduğu gibi, dinen de emredilen bir husustur. Çünkü canı muhafaza, İslâmın emrettiği hususlardandır. Ayrıca bir nefsi helâkten kurtaran ve ihyâ eden kişi Kurân-ı Kerim`de övülmüş ve onun bu hareketi bütün insanlığın ihyâsı olarak kabul edilmiştir (el-Maide, 5/32).
Terkedilmiş vaziyette bulunan çocuğun alınması Hanefilere göre mendûb ve müstehabtır. Kaldırılmadığı takdirde helâk olacağından korkulan çocuğun alınması farz-ı kifaye; görenden başkası bu çocuğu bilmiyorsa almak farz-ı ayndır. Diğer üç mezhebe göre bulunmuş çocuğu almak farz-ı kifaye, helâkinden korkuluyorsa farz-ı ayn`dır (Kâsânî, a.g.e., VI, 198; İbnü`l-Hümâm, a.g.e., VI, 110; İbn Kudâme, el-Kâfi, Beyrut 1402/1982, II, 363; İbn Rüşd, Bidâyetü`l-Müctehid, İstanbul 1985, II, 259; Şirbînî, a.g.e., II, 418; M. Şeltüt, el-Fetâvâ, Beyrut 1403/1983. s. 219; Mustafa Şelebi, Ahkâmul- Üsre, Beyrut 1397/1977, s. 709). Ancak lakît`i bulup alan kişi akıllı, bulûğa ermiş, hıfza muktedir ve ahlâkı düzgün olmalıdır. Hâkim, ahlâkı düzgün olmayan kişilerin kaldırdığı lakitleri onlardan alarak emîn birisine verir. Çünkü böyle bir kişi bulup aldığı lakîti maddeten helâkten kurtarsa bile onu manen helâk etmektedir (Serahsî, a.g.e., X, 217, 218; Kâsânî, a.g.e., VI, 197; el-Fetâval-Hindiyye, Bulak 1310, II. 287-288). Şafiîler ise lakîti alanın mükellef, hür, reşîd, müslüman, âdil, fısktan arî olmasını şart koşarlar. Sefih, fâsık, gayr-ı müslimlerin kaldırdıkları lakîtler ellerinden alınır (Şirbînî, a.g.e., II, 418). Lakîti yerden alıp kaldıranlar birden fazla olduğu takdirde kendisine hangisi daha faydalı ise ona teslim edilir. Bu konuda eşit iseler tercih hakkı hâkimindir. Hanbelî ve Şafiîlere göre ise aralarında kura çekilir (Serahsî, a.g.e., X, 217; Şirbini, a.g.e., II, 419; İbn Kudame, a.g.e., II, 366; Mustafa Şelebî, a.g.e., s. 709-710; M. Ebû Zehre, el-Ahvâlüş-Şahsıyye, Kahire, 401).
LAKÎT`IN İSLÂM HUKUKUNDA KENDİNE ÖZGÜ ÖZEL DURUMLARI VARDIR:
1. Hürriyeti: Lakît zahiri hale göre hür sayılır Çünkü insanda aslolan hürriyettir. İnsanlar hür olan Hz. Adem ile Hz. Havva`nın çocuklarıdırlar. Kölelik durumu ise arızîdir. Binâenaleyh hilâfına delil bulunmadıkça asl ile amel etmek gerekir. Kölelik iddiasında bulunulması halinde bunun delil ile isbâtı şartı vardır. Çünkü mücerred dava ile, sabit olan bir hak iptal edilemez (Serahsî, a.g.e., X, 209-210; Kâsânî, a.g.e., VI, 197-198; İbn Kudame, a.g.e., II, 363; M. Ebû Zehre, a.g.e., s. 401). Lakîtin delil ile köleliği isbat edilirse o zamana kadar yaptığı tasarrufları geçerlidir.
2. Dini: Hanefîlere göre bulunan çocuğun dini bulunduğu yere tabidir. İslâm ülkesinde bulunan çocuk müslüman, müslümanların bulunmadığı beldede bulunan çocuk ise gayr-ı müslim sayılır. Şafiî ve Hanbelîlere göre ise darul-İslâm`da bulunan her çocuk müslüman sayılır. Gayr-i müslimler tarafından işgal edilen beldede bulunan bir çocuk hilâfına delil olmadıkça orada bir müslüman bile bulunsa müslüman olduğuna hükmedilir. Gayr-i müslim beldesinde bulunan çocuk ise kâfirdir. Mâlikîlere göre ise müslümanların bölgesinde bulunan çocuk müslüman, zimmîlerin bölgesinde bulunan çocuk ise zimmî sayılır (Serahsî a.g.e., X, 214-215; Kâsânî, a.g.e., VI,198; Şirbînî, a.g.e., II, 422; İbn Kudame, a.g.e., II, 363; İbnü`l-Kayyîm el-; Cevziyye, Ahkâmu Ehli`z-Zimme, Beyrut 1983, II, 518).
3. Nesebi: Nesebi meçhuldür. Kim çocuğu olduğunu iddia ederse delil istenmeksizin istihsânen neseb ondan sabit olur. Çocuk ölü ise delil getirmek şarttır. İkiden fazla kişi lakîtin kendi çocuğu olduğunu iddia ederse İmam Azam`a göre lakîtin nesebi beş kişiye kadar her dava edenden sabit olur. Eşit durumdaki iki kişi neseb iddiasında bulunurlarsa, sonra iddia edenin şahit getirmesi istenir. Evli bir kadın çocuğun kendisinin olduğunu iddia ederse kocasının tasdiki veya ebe yahut bir erkekle iki kadının şehadeti gerekir (Kâsânî,.a.g.e, VI,198; İbnü`l-Hümâm, a.g.e., VI, 112; İbn Kudâme, a.g.e., II, 367; İbn Abidin, Reddül-Muhtar, Kahire 1386-89/1966-69, IV, 271-272; Mustafa Şelebî, a.g.e., s. 711).
4. Nafakası: Yiyecek, içecek, giyecek vb. ihtiyaçları kendisine ait özel malından veya umumî olarak lakîtlere tahsis edilmiş mallar bulunduğunda ihtiyaçlarının bu mallardan karşılanacağına dair fukaha arasında ittifak vardır. Özel malları, üzerinde bulunan paralar, elbiseler, kendisine hibe edilmiş mallar vb. dir. Umumî mallar ise lakîtlere tahsis edilmiş vakıflar, kendilerine vasiyette bulunulan mallardır. Böyle bir mal yoksa nafaka Beytü`l-mâl`dan karşılanır (Kâsânî, a.g.e., VI,198-199; Şirbini, a.g.e., II, 420; İbn Hazm el-Muhallâ, Kahire t.y., VIII, 276; M. Ebu Zehre, a.g.e., s. 401).
5. Malı: Üzerinde veya altında bulunan elbiseler, cebinde bulunan paralar, giyeceklerine bağlı olanlar veya elinde bulunanlar, üzerinde bulunduğu binek, yanına bırakılmış serîr, vb. bütün bunlar Lakîte aittir ve onun malıdır (Kâsânî, a.g.e., VI,198-199; İbn Abidin, a.g.e., IV, 274; İbn Kudame, II, 363).
6. Mirası: Nesebi meçhul olduğu için mirası Beytü`l-mâl`a kalır. Çünkü Beytü`l-mâl vârisi olmayanın vârisidir (İbn Abidin, a.g.e., VI, 270),
7. Başka Bir Yere Nakli: Bulunan çocuğun günlük hayat bakımından daha düşük seviyedeki bir yere nakli uygun değildir. Meselâ şehirden köye nakline engel olunur. Çünkü şehirlerde eğitim, öğretim, hayatın çeşitli nimetlerinden faydalanma daha fazladır. Ayrıca çocuğun bulunduğu yerde bırakılması, nesebinin, aileşinin ortaya çıkmasına vesile olabilir (İbn Kudame, a.g.e., II, 419-420; İbn Abidin, a.g.e., VI, 274).
8. Lakîte Velâyet: Nefsi ve malı üzerindeki Velâyet sultana aittir. Onun hıfzedilmesi, terbiyesi, malındaki tasarrufları, evliliği, eğitim-öğretimi yönetici tarafından idare edilir. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s): İslâm devletinin yöneticisi, velisi olmayanın velisidir" buyurmuştur (Ebu Davud Nikah, 19; Tirmizi, Nikâh, 15; İbn Mâce, Nikâh,15; Dârimî, Nikâh, 11; Müsned, I, 250; VI, 47, 66, 166, 260). Multakitin hakimin izni olmaksızın lakît üzerinde velâyet hakkı yoktur (İbn Abidin, a.g.e., IV, 274; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmî, Dımaşk 1405/1985, V, 765-766).
9. İşlediği Suçlar: Tazmini gerektiren bir fiil ika ettiğinde bunu devlet öder. Devlet diyeti ödemekle Âkıle`nin, mevlânın yerine geçer ve lakît başka birisini seçemez (Serahsî, a.g.e., X, 210; İbnü`l-Hümâm, a.g.e., VI, III).
10. Kendisine Karşı İşlenen Suçlar: Lakîte karşı diyeti gerektirecek bir suç işlendiğinde diyeti Beytü`l-mâl alır. Cinayet kısası gerektiren kasttan ibaret ise imam kısasla af arasında muhayyerdir (Serahsî, a.g.e., X, 218-2I9; Kâsânî, a.g.e., VI, 199).
Görüldüğü gibi lakît ile ilgili konularda onun lehine hükümler getirilmiştir (İslâm hukukunda lakît konusunda klasik eserler dışında bk. Abdülkerim Zeydan, Ahkâmü-lakît fi`ş-Şerî`ati`l-İslâmiyye, Mecmü`a Buhûs Fıkhiyye içinde Bağdad 1407/1986, s. 351-374; E. Pritsch -O. Spies, İslâm Hukukunda Kâsânî`ye Göre Bulunmuş Çocuk, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi I-II, Ankara 1955, s.13-15; Saffet Köse, İslâm Hukukunda Bulunmuş Mal ve Çocuk, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1988).
LÂNET-LANET ETMEK
Uzaklaştırma beddua, hakaret, sövüp sayma, azab, Allah`ın rahmetinden uzaklaşma, gazab etme, beddua etme, buğz etme, uzak durma, muhalefet etme.
Lânet, Kur`ân`da birçok kez ve tüm anlamlarında kullanılmıştır. Nitekim" ...Her ümmet (ateşe) girdikçe yoldaşına lânet etti..." (el-A`râf 7/38) âyetinde hakaret, sövüp sayma anlamında Israiloğullarından inkâr edenlere Davud ve Meryem oğlu Isa diliyle lânet edilmiştir... " (el-Maide 5/78),
"..Işte onlara hem Allah lânet eder, hem bütün lânet edebilenler lânet eder" (el-Bakara, 2/159) ayetlerinde beddua. Kalplerimiz perdelıdır dediler. Hayır, ama inkârlarından dolayı Allah onları lânetlemiştir" (el-Bakara, 2/88) âyetinde Allah`ın rahmetinden uzaklaştırma ve gazab etme anlamlarını dile getirmek üzere kullanılmıştır. Şeytan`a "mel`un" (lânetlenmiş) denilmesi de Allah`ın rahmetinden kovulması, gazabına uğraması nedeniyledir.
Bu tür kullanımlardan ayrı olarak Kur`an`ın iki yerinde iki karşılıklı lânetleşmeden söz edilir. Bunların ilkinde Hz. Peygamber (s.a.s)`e şöyle buyurulur: "Kim sana gelen ilimden sonra seninle tartışmaya kalkarsa de ki: Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra gönülden dua edelim, yalan söyleyenlere Allah`ın lânetini dileyelim" (Âl-i Imran, 3/61).Bu ayet uyarınca Hz. Peygamber (s.a.s), Hz. Isâ (a.s) hakkında kendisiyle tartışan Necran Hristiyanlarını lânetleşmeye çağırmıştı. Ancak, "mübahele olayı" olarak bilinen bu olayda Hristiyanlar lânetleşmeye yanaşmamışlardı.
Ikincisinde ise karı ile kocanın karşılıklı, ama lâneti kendilerine dileme biçiminde lânetleşmesi söz konusu edilir. Islâm hukukunda Lian* olarak adlandırılan bu olayda eşine zina isnat eden, ancak başka bir şahid getiremeyen kocanın doğruluğuna dört kez Allah`ı şahit tutması ve sonra da eğer yalan söylüyorsa Allah`ın kendisini lânetlemesini dilemesi öngörülür. Bu itham karşısında kadınında kocasının yalan söylediğine dört kez yemin etmesi ve arkasından da yalan söylüyorsa Allah`ın gazabına uğramayı dilemesi gerekir (en-Nur, 24/6-9). Karşılıklı yapılan bu yeminleşme ve lânetleşmeden sonra kadın zina cezasından kurtulur, ancak karı-koca arasında evlilik bağı kesin bir biçimde sona erer.
Hz. Peygamber (s.a.s)`de lânet kelimesini beddua, buğz, hakaret gibi anlamlarda kullanmıştır. Rivayetlerde Hz. Peygamber (s.a.s)`in Bi`r-i Maûne olayında şehid edilen müslümanlar nedeniyle Rıl, Zekvan, Lıhyan ve Usayya oğulları aleyhinde kırk sabah lânet okuyarak beddua ettiği bildirilir (Buhari, Cihad 17). Buna karşılık Hz. Peygamber (s.a.s), müslümanları rastgele lânet etmekten menetmiş, özellikle ashabının birbirine ve tabiat kuvvetlerine lânet etmelerini yasaklamıştır (Ebu Davud Edeb, 4908; Müslim, Birr, 80-87).
Islâm bilginleri arasında kimlere lânet edilip kimlere edilmeyeceği konusunda görüş ayrılığı vardır. Bilginlerin bir bölümü müslümanlara hiç bir şekilde lânet edilemeyeceği görüşündedir. Bilginlerin diğer bir bölümü ise fasık olan müslümanlara lânet edilebileceğini kabul ederler. Kâfirlere lânet edip edilemeyeceği de tartışma konusu olmuştur. Bazı bilginler, kâfirlere kayıtsız şartsız lânet edilebileceğini kabul ederken bazıları da bunun vacib olmadığını, onlara lânet edilebilmekle birlikte lânet etmemenin daha güzel ve yararlı olacağını savunmuşlardır (Fahruddin er-Razı, Tefsir-i Kebir Ter. III,188; Ibn Mace, Tercüme ve Şerh, X, 148).
LEBEN-İ FAHL(SÜT BABA)
Sözlükte leben, süt; fahl de erkek yani cinsel ilişkisi sonucu kadında süt meydana getiren kocadır. Leben-i fahl ise bir erkeğin yaklaşması sonucu kadında meydana gelen süt demektir. Buna göre küçük bir çocuk kendi annesinden başka bir kadının sütünü emecek olursa bu kadın onun süt annesi olur. Emdiği kadının bu sütü hangi erkeğin ilişkisi sonucu meydana gelmişse o erkek de bu çocuğun süt babasıdır. Başka bir deyişle süt emen çocuk hem kadın hem de erkeğin ortak süt çocuklarıdır. İki çocuğun aynı zamanda veya değişik zamanlarda emdikleri sütler bir erkekle bir kadından ise bunlar ana-baba bir süt kardeş olurlar. Eğer süt bir erkekten olmaz ve çocuklardan biri bu kadının ilk kocasından, diğeri ikinci kocasından meydana gelen sütü emmişse bunlar ana bir, baba ayrı süt kardeş olurlar.
LEVH-İ MAHFUZ
Arapça`da korunmuş levha demektir. İslâm`da olmuş ve olacak her şeyin yazılmış olduğu manevî levhayı dile getirir. Olmuş ve olacak şeyler Allah`ın bilgisine bağlı olduğundan Levh-i Mahfuz doğrudan Allah`ın ilim sıfatı ile ilgilidir. Korunmuş (mahfuz) olarak nitelenmeşinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak olmasıdır. Kur`an`da Ümmü`l-Kitap (Kitapların Anası, Ana Kitap), Kitabun Hafîz (Koruyan Kitap), Kitabun Mübin (Apaçık Kitap), Kitabın Meknun (Saklanmış Kitap), İmamun Mubin (Apaçık İnen Kitap) ve sadece kitap olarak da anılır. İnsanların başlarına gelecek şeyleri de ihtiva ettiği için Kitabul-Kader (Kader Kitabı) da denir.
Levh-i Mahfuz adı Kur`an`da yalnız bir ayette geçer. Bu ayette Kur`an`ın Levh-i Mahfuz`da bulunduğu bildirilir (el-Buruc, 88/22), ancak hiçbir tanım getirilmez. Buna karşılık birçok ayette nitelikleri belirtilerek tanımlanır. Buna göre Levh-i Mahfuz içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (el-En`âm, 6/59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Kaf, 50/4), yeryüzüne ve insanlara gelecek tüm belaların yazılı bulunduğu (el-Hadid, 57/22) her şeyin sayılıp tesbit edildiği (Yasin, 36/12), gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (en-Neml, 27/75), temiz yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ve ana kitap`tır.
Bazı zayıf Hadislerde Levh-i Mahfuz`un yaratılışına ilişkin bilgiler vardır. İbn Abbas`tan rivayet edildiğine göre Allah Levh-i Mahfuz`u beyaz inciden, kenarlarını da kırmızı yakuttan yarattı, kalemi de, yazısı da nurdur. Aynı konuda Enes bin Mâlik`ten yapılan bir rivayete göre de Levh-i Mahfuz`un bir yüzü yakut bir yüzü yeşil zümrüt ve kalemi de nurdur. Allah buraya yaratacağı, rızıklandıracağı, yaşatacağı, öldüreceği, izzetlendireceği ve dilediği şeylerden yapacağı herşeyi o nurdan kalemle yazdırmıştır. Bu yazma işlemi her gün ve gece sürmektedir. İbn Abbas`tan gelen zayıf bir rivayete göre Allah Levh-i Mahfuz`a ilk olarak şu sözü yazdırmıştır:
"Muhakkak ki ben Allahım. Benden başka ilah yoktur. Rahmetim gazabımı geçmiştir. Kim ki Allah`tan başka ilâh olmadığına ve Muhammedin O`nun kulu ve resulü olduğuna şehadet ederse, ona cennet vardır" Yine İbn Abbas`tan gelen diğer bir rivayete göre ise Levh-i Mahfuz`a ilk olarak "Bismillahirrahmanirrahim, kazâma teslim olan ve hükmüme ram olan ve belâma da sabredeni kıyamet gününde sıddıklarla birlikte diriltirim" sözü yazılmıştır.
LİÂN(ZİNA SEBEBİYLE EVLİLİĞİ SONA ERDİRME)
Liân ve eş anlamlısı mulâane, La`n kökünden "La.a.ne"nin mastarı; Allah`ın rahmetinden kovulma ve uzaklaştırılma; kocanın karısını zina ile suçlaması ve bunu dört şahitle ispat edememesi halinde, hâkim önünde özel şekilde ve karşılıklı olarak yeminleşme anlamında bir İslâm hukuku terimi. Hanefî ve Hanbelilerin ortak tarifine göre, liân; koca tarafından yalan söylüyorsa Allah`ın lâneti kendi üzerine çekilerek, yeminlerle güçlendirilmiş şehadetlerdir. Kadın da, eğer yalan söylüyorsa, Allah`ın gazabını üzerine çeker. Bu yeminleşme koca için "kazf" cezası ve kadın için zina cezası yerine geçer, Liân, evliliği sona erdiren bir boşanma yoludur.
Liânı doğuran sebep şudur. Bir erkek yabancı bir kadına zina ithamında bulunursa, bunu dört şahitle ispat etmesi gerekir. Aksi halde zina iftirası yapmış sayılır ve kendisine seksen değnek dayak vurulur (en-Nûr, 24/4). Kazif cezası, önceleri, eşine zina isnadında bulunan ve bunu dört şahitle ispat edemeyen koca için de uygulanıyordu. Nitekim Ashab-ı kiramdan Hilâl b. Ümeyye (r.a), hanımına zina isnadında bulununca Resulüllah (s.a.s); dört şahitle bunu ispat etmesini, aksi halde zina iftirası cezası (kazif) uygulanacağını bildirdi. Bunu bir kaç defa daha tekrar etti. Hilâl b. Ümeyye şöyle dedi: "Ey Allah`ın Resulü; bizden birimiz karısını bir erkekle zina halinde görüyor; delil istiyorsunuz. Seni hak olarak gönderen Allah`a yemin ederim ki, ben doğru söylüyorum. Şuna inanıyorum ki, Allah, benim sırtımı bu dayaktan kurtaracak şeyi sana indirecektir" (Buhârî, Şehâdât, 21, Tefsîru Sûre 24/3, Talâk, 28; Müslim, Liân, II; Ebû Dâvud, Talâk, 27; Ahmet b. Hanbel, Müsned, I, 273, III, 142). Bu olay üzerine aşağıdaki "mulâane ayeti" indi.
"Hanımlarına zina isnat edip de, kendilerinden başka şahitleri olmayanların şahitliği, doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah`ı şahit tutup yemin etmesiyle olur. Beşinci defasında, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah`ın lânetinin kendi üzerine olmasını diler. Kadının da kocasının yalancılardan olduğuna dair, Allah`ı dört defa şahit tutup yemin etmesi, cezayı kendisinden kaldırır. Beşinci defasında; kocası doğru söyleyenlerden ise, Allah`ın gazabının kendi üzerine olmasını diler" (en-Nûr, 24/6-9).
Ayetin ilk uygulaması Hilâl ailesi üzerinde oldu. Hz. Peygamber, Hilâl`i çağırdı. Hilâl, doğru söylediğine dair, dört defa Allah`ı şahit tutup, beşincide, eğer yalan söylüyorsa, Allah`ın lânetinin kendi üzerine olmasını istedi. Sonra karısı getirtilerek, o da aynı şekilde yemin etti. Beşincide, eğer kocası doğru söylüyorsa, Allah`ın gazabının kendi üzerine olmasını diledi. Allah`ın elçisi sonra onların arasını ayırdı (eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, 1250 H, y.y., VI, 268). Liân ayetinin Uveymir el-Aclânî ve zina isnadında bulunduğu hanımı hakkında indiği de rivayet edilmiştir. Ayetin hükmünün, önce Hilâl ailesine ikinci olarak da Uveymir ailesine uygulandığı görüşü daha sağlam görünmektedir (eş-Şevkânî, a.g.e., VI, 268).
Liânın sebebi ikidir. Birincisi; bir erkeğin karısına, yabancı bir kadına isnat edildiği zaman zina cezası uygulamasını gerektiren zina isnadında bulunması. İkincisi; babanın henüz doğmamış olan veya doğmuş bulunan çocuğun nesebini reddetmesi.
Ebû Hanîfe`ye göre, çocuğun nesebini reddetmek, hemen doğumun arkasından veya normal olarak en geç bir hafta içinde olmalıdır. Koca, karısının doğurduğu çocuğun nesebini kabul etmemekle, ona zina isnadında bulunmuş olur ve mulâane yoluna gidilir. Bu süre geçtikten sonra, çocuğun nesebi, susma sebebiyle sabit olur. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed`e göre ise, nifas sonuna kadar, çocuğun nesebini reddetmek mümkündür (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi, Beyrut 1328/1910, III, ?39; İbnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, Kahire, t.y., III, 260 vd.; el-Meydânî, el-Lübâb, III, 79). Nifas müddeti doğumdan itibaren kırk gündür.
Liânın rüknü; yeminle birlikte Allah`ı şahit gösterme ve her iki eşin lâneti üzerine çekmesidir.
Liânın Şartları üçtür.
1. Eşler arasında evliliğin devam etmekte olması gerekir. Eşlerin daha önce cinsel temasta bulunmamış olması hükmü değiştirmez. Evli olmayanlar arasında veya yabancı bir kadına zina isnadında bulunulması halinde mulâane yoluna gidilemez. Bir erkek, yabancı bir kadına zina isnadında bulunduktan sonra onunla evlense, kendisine yalnız kazif cezası gerekir, Liân uygulanmaz.
2. Nikâh akdinin sahih olması gerekir. Meselâ, şahitsiz evlenen ve bu sebeple nikâhı fasit olan eşe mulâane uygulanmaz.
3. Kocanın şahitlik yapma ehliyetine sahip olması. Bu durum; eşlerin akıl, bâliğ ve müslüman olmasını ve kazif suçundan dolayı had cezasına çarptırılmamış bulunmasını gerektirir. Eşlerin âmâ veya fâsık olması sonucu etkilemez (el-Kâsânî, a.g.e., III, 24; İbnü`l-Hümâm, a.g.e, III, 259; el-Meydânî, a.g.e., III, 75,78; İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, Mısır, t.y., II, 805 vd.).
Çocuğun nesebini red edebilmek için bazı şartların bulunması gerekir:
1. Hâkimin eşler arasında tefrika (ayrılık) kararı vermesi. Çünkü ayrılığa hüküm verilmeden önce, nesebi red gerekmez.
2. Nesebin, Ebû Hanîfe`ye göre, en geç bir hafta içinde, Ebû Yusuf ve Muhammed`e göre nifas müddeti içinde reddedilmesi gerekir. Çoğunluğa göre, neseb reddinin en kısa sürede (fevrî) yapılması gereklidir.
3. Nesebin kabulü anlamına gelen bir işlemin yapılmaması gerekir.
4.Tefrik sırasında çocuğun hayatta olması şarttır (el-Kâsânî, a.g.e, III, 246-248; el-Meydânî, a.g.e; III, 79; İbn Âbidîn, a.g.e, II, 811).
Mulâane sırasında yeminden kaçınma veya liândan dönme halinde; Hanefîlere göre liândan kaçınan koca ise, yemin edinceye veya yalan söylediğini itiraf edinceye kadar hapsedilir. Hapis cezasının bir yarar sağlamayacağı belli olursa, kazif cezası uygulanır. Yeminden kaçınan kadınsa, mulâane yapması ve kocasını tasdik etmesi için hapsedilir. Kocasını doğrularsa serbest bırakılır. "Yemin etmesi, kadından azabı kaldırır" (en-Nûr, 24/8) ayetinde belirtildiği gibi Hanefiler dışındaki çoğunluk İslâm hukukçularına göre, liândan kaçınanlara zina cezası uygulanır. Çünkü liân, zina cezasının yerine geçmiştir.
Koca, hâkim önünde yapılan liân işleminden sonra, yemininden dönerse kendisine kazif cezası verilir (el-Kâsânî, a.g.e., III, 238; el-Meydânî, a.g.e., II, 808; İbn Âbidin a.g.e., II, 808).
Liânın hükümleri:
Eşin zinası sebebiyle hâkim önünde vuku bulan mulâane sonunda aşağıdaki sonuçlar ortaya çıkar.
1. Kocadan kazif veya tâzir cezası düşer. Kadın da zina cezasından kurtulur.
2. Mulâaneden sonra, eşlerin cinsel temasta bulunması haram olur. Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Mulâane yapanlar artık sonsuza kadar bir araya gelemez" (eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VI, 271).
3. Eşler, mulâane sonunda hâkim kararı ile birbirinden ayrılmış olurlar. Delil; Hz. Peygamber`in Hilâl b. Ümeyye ile eşini ayırmasıdır (eş-Şevkânî, a.g.e., VI, 274). Burada, hâkimin ayırma hükmü, Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed`e göre "bâin talâk * " niteliğindedir. Çünkü prensip olarak hâkim kararı ile gerçekleşen boşama bâin talâk sayılır. Koca, daha sonra, yalan söylediğini ikrar eder veya şahitlik yapma ehliyetini kaybederse karısı kendisine helâl, çoğunluk İslâm hukukçularına göre ise, Liân sonucu gerçekleşen ayrılık, süt hısımlığı yüzünden ayrılıkta olduğu gibi "nikâh akdini fesih" niteliğindedir; ebedî haramlığı gerektirir ve artık bu iki eşin yeniden evlenmesi mümkün olmaz.
4. Zina fiiline bağlı olarak doğan veya doğacak olan çocuğun nesebi baba yönünden reddedilmiş sayılır. Artık bu koca ile çocuk arasında miras ve nafaka hukuku cereyan etmez (bk. el-Kâsânî, a.g.e., III, 244-248; İbnü`l-Hümâm, a.g.e., III, 253 vd.; el-Meydânî, a.g.e., III, 77-78; İbnRuşd, Bidâyetü` l-Müctehid, Mısır, t.y., II, 120 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire, t.y., VII, 410-416; Abdurrahman es-Sabünî, Medâ Hürriyeti`z-Zevceyn fi`t-Talâk, Beyrut 1968, II, 896 vd.).
LAFIZ
Kur`ân-ı Kerîm`de lafzın sözlük anlamı şöyle ifade edilir: "Hatırla ki insanın hem sağlında, hem solunda oturan onun amellerini tesbit etmekte olan iki de melek vardır. O bir söz atmaya dursun, mutlaka yanında hazır bir gözcü vardır" (Kâf, 50/17-18).
Kur`an ve Sünnet`ten hüküm çıkarma metotları ikiye ayrılır. 1. Mânevî metotlar: Bunlar kıyas, istihsan, maslahat ve zerâyi gibi sözlük niteliğinde olmayan delillerden hüküm çıkarma yollarıdır. 2. Lafzi metotlar. Âyet ve hadislerin lafızlarını, bunların delâlet ettiği umum, husus, mutlak, mukayyed, emir, nehiy gibi özelliklerini, lafızlardan anlaşılan şey, ibare ile midir, yoksa işaret yoluyla mıdır? Bütün bunlar lafzî hüküm çıkarma metotlarının esasını teşkil eder. Usûl bilginleri bu metotları "Lafza ilişkin Konular" başlığı altında incelemişlerdir.
Islâmî nasslar arapça olduğu için, âyet ve Hadislerden hüküm çıkarabilmek için, Arapçayı incelikleriyle bilmek gerekir. Bu, Kur`an ve sünneti sözlük bakımından anlamayı sağlar. Ancak Hz. Peygamber`in, Kur`an hükümlerini açıklamak için koymuş olduğu usûl ve nassların hükümlerini açıklayan Sünnet`in toplamını bilmek de, Kur`an lafızlarını şeriat çerçevesinde anlaşılır hale getirir.
Bu metot mantık ilminde de başvurulan bir yoldur. Nitekim Aristo, mantık ilmini tedvin ederken burhan ve şekillerine, burhanın doğru olması için lafızları tesbite önem vermiştir. Tasavvur, tasdik, tarif, had ve burhanın anlamı üzerinde durmuş, sonra kıyas ve şekillerini ele almıştır ki, bütün bunlar lafza ilişkin metotlardır. Çünkü maksatları tesbit, daima lafızları ve bunların delâlet sınırlarını tayıne bağlıdır.
Islâm hukuk usûlünün üzerinde durduğu lafza ilişkin kurallar, şu dört hususa yönelir:
1. Açıklık ve maksada delâlet kuvveti bakımından lafızlar, açık ve kapalı olmak üzere ikiye ayrılır.
Anlamı açık lafızlar; açık anlamlıdan en açık anlamlısına doğru zâhir, nass, müfesser ve muhkem çeşitlerine ayrılır. Zâhir, delâlet kuvveti bakımından en aşağı derecede olup, manasının anlaşılması için, dış bir karîneye ihtiyaç duyurmayacak şekilde bu mânaya açık olarak delâlet eden, fakat te`vil ve tahsis ihtimalıne açık bulunan ve kendisinden çıkarılan hüküm, sevk sebebi olmayan lafızlardır. "Allah alış-verişi helâl, ribayı ise haram kılmıştır" (el-Bakara, 2/275) âyetinin sevk sebebi faizle, alış-veriş arasında fark bulunduğunu belirtmektir. Yoksa, alış-verişin hükmünü bildirmek değildir. Çünkü alış-verişle ilgili hükümleri belirleyen başka âyet ve hadisler vardır.
Nass; anlamı açık olarak anlaşılan,kendisinden çıkarılan hüküm, sözün asıl sevk sebebini teşkil eden, bununla birlikte te`vil ve tahsis ihtimalıne de açık bulunan lâfızdır. Yukarıdaki âyette, alış-verişle ribanın farklı muameleler olduğunun bildirilmesi ve âyetin sevk sebebinin bu olması lâfzın nass oluşunun niteliklerindendir.
Müfesser; hükme açık bir şekilde delâlet eden, te`vil ve tahsis ihtimalıne kapalı bulunan lafızdır. Namaz, oruç, hac gibi mücmel lafızlar ilgili âyet ve hadislerle açıklığa kavuşturulunca "müfesser" hale gelir. Çünkü bu terimlerin sözlük anlamından, ibadetin yapılış şekillerini, bütününü anlamak mümkün olmaz.
Muhkem; hükme delâleti açık olan, te`vil, tahsis ve nesha ihtimalı bulunmayan lafızdır. Hz. Peygamberin,
"Cihâd kıyamete kadar devanı edecektir" (Ebu Dâvud, Cihâd, 33) hadisi bu niteliktedir (bk. Muhammed Ebû Zehra, Usulül-Fıkh, y.y., 1377/1958, s. 116 vd.; Zekiyüddin Şa`ban, Islâm Hukuk Ilminin Esasları, Terc, Ibrahim Kafi Dönmez, Ankara 1990, s.313 vd).
Anlamı kapalı olan lafızlar; hafi, müşkil, mücmel ve müteşabih olmak üzere dört tanedir.
Hafi; kapsamında bir çok fert bulunup da, dış bir engelden dolayı bu fertlerden bir bölümüne delâleti kapalı bulunan ve bu kapalılığı gidermek için inceleme ve ictihada ihtiyaç olan lafızdır. Meselâ; Kur`an`daki hırsızlık cezasının (el-Mâide, 5/38) yankesiciyi (tarrâr) ve kefen soyucuya (nebbâş)da kapsayıp kapsamadığı konusunda kapalılık vardır.
Müşkil; bizzat lafzında bulunan bir sebepten veya başka bir nassla çatışmasından dolayı anlamı kapalı olan bir ifadedir. Birden fazla anlamı bulunan müşterek lafızlar bu niteliktedir. Ayn sözcüğünün; göz, pınar ve casus vb. anlamlara gelmesi gibi.
Mücmel; sözün sahibi tarafından anlamı açıklanmaksızın ne kastedildiği anlaşılamayan sözcüktür. Namaz, oruç, hac sözcükleri böyledir.
Müteşâbih; anlamı kapalı olan, anlaşılması için akılca bir yol bulunamayan, Kitap ve Sünnet`te tefsirine rastlanılmayan ve anlamı Allah`a havâle edilen nasstır. Müteşâbih, ancak hüküm âyet ve hadisleri dışındaki nasslarda söz konusu olur. Bazı Kur`an sûrelerinin başında bulunan "Hâmîm", "Ayın, Sîn, Kâf" "Yâsîn" gibi harflerle, yüce Allah`a izafe edilen "el", "yüz", "göz" gibi sıfatlar bu niteliktedir (bk. el-Feth, 48/10; Hûd, 11/37; er-Rahmân, 55/27; el-Fecr, 89/22).
2. Lafızların delâlet yoldan: Bu delâlet yolları dört tanedir: a) Ibarenin delâleti; bu, lafızdan anlaşılan anlamdır. "Necis olan putlardan kaçının ve yalan sözlerden çekinin" (el-Hacc, 22/30) âyetinden, putlara tapmanın ve yalancı şahitlik yapmanın yasaklandığının açıkça anlaşılması bu niteliktedir. b) Nassın işareti; bu, lafzın ibareşinin dışında delâlet ettiği anlamdır. "Onların işleri, aralarında şûrâ (danışma) iledir" (eş-Şûrâ, 42/38) âyeti, işaret yoluyla Islâm devletinde üst otoriteyi kontrol edecek ve devlet işlerini düzenlemede ona katılacak bir topluluğu seçip iş başına getirmenin Islâm toplumuna yükletildiğine delâlet etmektedir. c) Nassın delâleti; nassın delâlet ettiği hüküm, başka bir olayı da öncelikle kapsamına alıyorsa buna nassın delâleti, delâlet-i evlâ, mefhûm-ı muvâfakat veya celî kıyas gibi adlar verilir. Meselâ "Ana-babaya öf bile deme" (el-Isrâ, 17/23) âyetine göre, "öf" bile demek haram olunca, onlara sövmek veya vurmak gibi daha ağır hakaret ve eziyet sayılan davranışlar öncelikle haram olur. d) Iktizanın delâleti; bu, lafzın kendi anlamı dışında başka bir anlamı ifade etmesi olup, bu anlam hesaba katılmazsa, maksat doğru olarak anlaşılmaz. Meselâ; "Ümmetimden yanılma, unutma ve zor karşısında yaptıkları şeyler affedilmiştir" (Ibn Mâce, Talâk, 16) hadisinde, yanılma meydana gelmişse, affedilen bu yanılmanın kendisi değil, doğurduğu günahtır (bk. es-Serahsi, Usûl, I, 237 vd.; Ebû Zehra, a.g.e., s. 139 vd., Zekiyüddin Şa`ban, a.g.e., s. 333-349).
3. Lafızların kapsamı, umum husus, mutlak ve mukayyed gibi delâlet sınırları ile ilgili şeyler de lafzî konulardandır. Tek vaz` ile tek bir anlam ifade etmek üzere konmuş bulunan ve belirli bir sayıyla sınırlı olmaksızın bu anlamın kendisinde gerçekleştiği bütün fertleri kapsayan lafza "âmm" veya "umum ifade eden lafız" denir. Kim Ramazan ayına yetişirse, onda oruç tutsun" (el-Bakara, 2/185) âyetindeki "kim (men)" şart isim, Ramazan ayına yetişen tüm yükümlülerin oruç tutması gerektiğini ifade eden âmm bir lafızdır. Tek anlama özgü kılınan lafza "hâss" veya "husus ifade eden lafız" denir. Meselâ; "Beş vesaktan (bir ton) az olan üründe zekât yoktur" (Buhârî, Zekât, 56; Müslim, Zekât, 1,3) hadisi beş vesaktan az olan toprak ürünlerini kapsamına almadığı için "hâss" bir sözcüktür.
Mutlak lafız, yalnız niteliğe delâlet eden lafız olup, teklik, çokluk gibi bir kayda bağlı olmayan sözcüktür. Mukayyed de bir kayda bağlanmış olan lafızdır. "Murdar, ölmüş hayvan eti, kan ve domuz eti... size haram kılındı" (el-Mâide, 5/3) âyetinde "kan" mutlak bir sözcük iken, başka bir âyette, haram kılınanın "akmış durumdaki kan" olduğunun belirtilmesi (el-En`âm, 6/145) bu lafzı mukayyed hale getirmektedir.
4. Teklif sıygaları: Emir ve nehiy bu sıyganın özelliklerini belirler. Emir; fiilin ileride yerine getirilmesi talebine delâlet eden sözcüktür. "Namazı kılınız, zekâtı veriniz" (el-Bakara, 2/43) âyetindeki emir sıygaları gibi, Nehiy ise; fiilin yapılmasını istemektir. Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin" (el-Bakara, 2/188) âyetindeki yasaklama gibi. Emir ve nehiy başka sıyga veya üsluplarla da ifade edilmiş olabilir. Anneler çocuklarını emzirirler" (el-Bakara, 2/185) âyetinde geniş zaman kipinin "emzirsinler" anlamında istek bildirmesi ile, Alış-verişi bırakın" (el-Cuma, 62/9) âyetindeki emir sıygasının gerçekte nehiy ifade etmesi buna örnek gösterilebilir.
Sonuç olarak, Islâm hukuk usûlünde lafzın nitelikleri ve ona ilişkin önemli kullanım alanları kısaca bunlardır. Âyet ve Hadislerden hüküm çıkarabilmek için lafızların bu özelliklerini bilmek gerekir. Diğer yandan terim niteliğindeki lafızları tanımak için Arap dilini ve inceliklerini iyi bilmenin yanında fıkıh usulü kaidelerini tanımak ve nasslar üzerinde uygulamak da gereklidır.
LÂHİK
Namaza imam ile beraber başladığı halde kendisine gaflet, uyku veya cemaatin çokluğundan dolayı bir zahmet arız olup veya abdesti bozan bir durum ile karşılaşıp da namazın tamamını veya bir kısmını imam ile kılamayan kimse.
Namazın başından sonuna kadar, aralıksız olarak imama uyan, bütün rek`atleri imam ile beraber kılan kimseye "müdrik", imama birinci rek`atın rükûundan sonra, imam selâm verinceye kadar, arada uyan kimseye de "mesbûk" adı verilir. Lâhik, imamla birlikte kılamadığı kısım için, imama uyan kimse gibidir. Bu yüzden kaçırdığı rek`atleri kaza ederken, Kur`ân-ı Kerim okumaz ve kendi başına kıldığı rek`atlerdeki yanılmasından dolayı "sehiv secdesi" yapması gerekmez. Çünkü imamın arkasında namaz kılan cemaat kendi yanılmasından dolayı sehiv secdesi yapmaz.
İmama uyan cemaatten birisinin, namaz içinde abdesti bozulsa, meselâ, burnu kanasa, saftan ayrılır, namaza aykırı bir şeyle uğraşmaksızın hemen abdest alır, tekrar cemaate dönerek yetiştiği yerden imama uyar. Mümkün ise önce kaçırdığı rek`âtleri veya rükünleri kaza eder, sonra imama tabi olarak onunla selâm verir. Bir kimse, birinci rek`atın kıyamında uyuyup da imam secdeye vardığı anda uyansa, hemen rükûa varır, sonra secdeye vararak imama tabi olur. Bir yere dayanmaksızın vuku bulan, uyku hali gerçek uyku sayılmadığı için abdeste ve dolayısıyla namaza zarar vermez.
Lâhik, imama yetişemeyeceğini anlarsa, hemen imama tabi olur, imam namazdan çıkınca kendisi kaçırmış olduğu rek`atleri veya rükünleri kaza eder. Ancak hükmen imamın arkasında namaz kılmakta olduğu kabul edilerek bir şey okumaksızın eksik kalan rek`atleri tamamlar.
İmama ikinci rek`atte uyan bir kimse (mesbûk) abdesti bozulduğu için, bir veya daha fazla rek`atı kaçırsa, imam selâm verdikten sonra kaza edeceği ilk rek`atte kırâatte bulunması gerekir.
İmam sehiv secdeleri yapsa, Lâhik namazını henüz tamamlamamış ise, onunla beraber bu secdeleri yapmaz. Önce namazı tamamlar, ondan sonra bu sehiv secdelerini yapar (İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, I, 277 vd.; ez-Zeylaî, Tebyînul-Hakaik, el-Emîriyye, III,137 vd.; İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr,Mısır, t.y., I, 500-560; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletuh, Dımaşk 1405/1980, II, 209, 210).
Korku namazında, namazı imama uyarak kılmaya başlayan ve iki rek`atlı namazda ilk rek`atı, üç veya dört rek`atlı namazda ise, ilk iki rek`atı imam ile beraber kılan birinci grup, ikinci secdeden veya birinci oturuşta "tahiyyât"tan sonra düşman cephesine gider, ikinci grup gelerek, imam ile geri kalan re`katleri kılar, yeniden düşman karşısına gider. İmam kendi başına selâm verir. Birinci grup, döner gelir, namazını kıraatsız olarak tamamlar, selâm verir.
İşte bu grup "lâhik" hükmündedir. İkinci grup namazlarını imamdan sonra kıraatle tamamlayıp düşman cephesine yeniden gider (bk. "Korku Namazı"). Bu ikinci grup ise "mesbûk" hükmünde olduğu için namazını kıraatla tamamlar.
Ancak her lâhikin yukarıda açıklandığı şekilde namazı tamamlaması güç olduğu için, lâhiklerin eksik kalan namazlarına yeniden başlamaları daha uygun görülmüştür.
LAHN (KUR`AN OKURKEN YAPILAN HATA)
Ezgili sesle Kur`ân-ı Kerim okurken yapılan hata. Bu hatalar harflerde, harekelerde veya harflerin sıfatlarında olabilir. Sahabe döneminden sonra sahih olan kıraatların karşısında şaz rivâyetler, ortaya çıkmıştır. Dalâlet ve ilhad erbabının türemesinden sonra şaz kıraatlar artmış ve çoğalmıştır. Bu hususta ileri giden bid`atçıların en meşhurları İbn Şenebuz (ö. 328/940) ve Ebû Bekr Attar (ö. 354/965)`dır. Bu şahıslar şaz kıraat ortaya çıkarmaya çalışan bid`atçıların sonuncularıdır. Şaz kıraatlar devri geçtikten sonra kıraatta lâhin yapılarak teganni ile okuma bid`atı ortaya çıkmıştır. Bu dönemdeki bid`atçılar çeşitli şekillerde lahin yapmışlardır. Bunlar da dört gruptur:
1. Ter`îd; soğuktan titrer gibi sesi titretmek. 2. Terkîs; sakinden harekeye zıplar gibi hızla atlayıp geçmek. 3. Tartîb; medleri uzatarak terennüm ve teganni etmek. 4. Tahzîn; sese ağlar gibi hazin bir edâ vermek.
İlk lâhin yapan Ubeydullah b. Ebî Bekre`dir. Hazin bir ses ile Kur`ân okuyarak, lâhin yapan bu şahıstan sonra torunu Abdullah b. Ömer b. Ubeydullah b. Ebî Bekre ondan bu tarz kıraatı öğrenmiştir. Ondan Ebâzî, Ebâzî`den de Sa`d b. Allâf bu kıraat tarzını öğrenmişlerdir. Sa`d b. Allâf, Harun Reşid`in ilgisini çekmiş ve onun yanında bulunarak onun hususi kâri`î olmuştur. Hatta "emirul mü`minin" kari`î olmuştur. Daha sonra Heyşem, Ebân ve İbn A`yen gibi kâriler ortaya çıkmış ve kıraatta lâhin yapmayı yaygınlaştırmışlardır. Sahâbî ve Tabiîn döneminde bu tür bir kıraat yoktur.
Lahn, lahn-i celî ve lahn-i hafi olmak üzere iki kısımdır. Lahn-i celî; açıktan belli olan hata anlamındadır. Gerek Kur`ân ve kıraat ilmi mütehassıslarının, gerekse Kur`ân okumayı bilen hemen herkesin farkedip anlayabileceği hatalı okuyuşlardır. Harflerin aslî sıfatları ve mahreçleri üzerinde, harekelerde ve sükûnlarda yapılan hatalar bunlardandır. Bu hatalar çoğu zaman namazı bozabilir. Lahn-i hafi; gizli hata anlamındadır. Kur`ân okunurken yalnız Kur`ân ve kıraat ilmi konusunda ehil olan kişilerin farkedebileceği hatalara lahn-i hafi denir. Tecvid kurallarına uyulmaması halinde meydana gelen hatalar bu çeşit hatalardandır. Lahn-i hafi namazı bozmaz.
LÂKAB(İSİM TAKMA)
Bir insanın adının benzerlerinden ayrılması için daha sonra ona verilen isim veya sıfat, çoğulu "elkâb``dır. Gerek yazı dilinde, gerekse konuşma dilinde karşıdaki şahsın rütbe ve ünvanı göz önüne alınarak söylenen sözler de lâkab kategorisi içine girer. Devletli, izzetli, saadetli gibi.
Lâkab kelimesi hem övgüyü, hem de yergiyi ifade etmek için kullanılır. Kur`ân-ı Kerim`de bu konuya açıklık getirilmekte, "Birbirinizi kötü lakablarla çağırmayınız" (el-Hucurat, 49/11) denilmektedir.
"Ne-be-ze" fiilinden türetilen "Tenâbezû" kötü lâkab takmak, kötü adla çağırmak anlamlarını ifade etmektedir. İnsanı, utanacağı bir adla veya unvanla çağırmanın yasaklanması da bu sebebledir.
Ayette zikredilen fiil çoğul olarak kullanılmakta ve bununla bütün müslümanlara hitabedilmektedir.
Müslümanlar arasında birliğin, beraberliğin, sevginin egemen olması için bu tür hareketle;den uzak kalmak gerekmektedir. İman eden bir müminin başka bir mümini kötü adla anması "fâsıklık" olarak nitelenmekte bu kötü fiili işledikten sonra pişman olmayan, tevbe etmeyen insan da zalim olarak zikredilmektedir (el-Hucurât, 49/11).
Müslümanlar hakkında övgü ve saygı ifade eden lâkablar yasaklanmamıştır. Bu tip isimler ve sıfatlar insanların birbirlerini sevmesine, saymasına sebep olur. İnsanların birbiriyle olan münasebetlerini iyi yönde etkiler.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.)`den rivayet edilen bir hadiste: "Müminin mümin kardeşi üzerindeki hakkından birisi de onu en çok sevdiği ismiyle çağırmasıdır" buyurulmaktadır. Bu hadisin ifadesine göre müslümanları sevdikleri adlarla çağırmak hem sünnettir, hem de örfe uygundur. İnsanları güzel buldukları adlarıyla çağırmakta bir sakınca yoktur. Hatta Hz. Ömer künyelerin yaşatılması fikrinde ısrar etmektedir.
İslâm tarihine göz attığımızda Hz. Ebu Bekir`in Sıddık; Hz. Ömer`in Fârûk; Hz. Osman`ın Zinnûreyn; Hamza`nın Esedullah; Hâlid b. Velid`in Seyfullah; Hz. Ali`nin Ebu Türab; Umeyr`in Ebu Hureyre adlarıyla anıldıklarını görürüz. Bu da Müslümanları bu tip adlarla çağırmanın teşvik edildiğini göstermektedir.
Peygamberimiz (s.a.s.), Medine`ye hicret ettiğinde Ensar`dan bazılarının iki, üç adla çağrıldıklarını gördü. Onlar, bu adlardan bazılarıyla çağırıldıkları zaman rahatsız oluyorlar, inciniyorlardı. İşte bu ayeti kerime hem bu konuya açıklık getirdi, hem de müslümanların sevmedikleri adlarla çağırılmalarını yasakladı.
Hz. Peygamber yeni müslüman olanları huzuruna kabul ettiğinde onların adlarını sorar; hoşuna gitmeyen, insanlar arasında hoş karşılanmayan, bir anlam ifade etmeyen bazı isimleri değiştirir, yerine daha güzel, daha uygun adlar verirdi.
LAKÎT(ATILMIŞ VEYA KAYBOLMUŞ ÇOCUĞUN BULUNMASI)
Atılmış ve kaybolmuş olup da bulunan çocuk hakkında kullanılan bir fıkıh ıstılahı.
Lakît lügatta yerden kaldırıp alınan şey anlamında kullanılır (Feyyûmî, el-Misbâhu`l-Münîr, Bulak 1316, II, 95). Fıkıh ıstılahında ise ailesi tarafından fakirlik korkusu, zina töhmetinden kurtulmak vb. sebeplerle sokağa atılmış veya kaybolmuş çocuğa verilen isimdir (Serahsî, el-Mebsüt, Kahire 1324-31, X, 209; Kâsânî, Bedâyiü`s Sanâyi, Kahire 1327-28/1910, VI, 197; İbnü`l-Hümâm, Fethul-Kadir, Kahire 1389/1970,VI, 110). Tariften anlaşıldığına göre lakît, doğumun peşinden sokağa atılmış çocuk veya mümeyyiz olmayan sabidir. Şafiiler gözetilmeye ihtiyaçları bulunduğundan Mümeyyiz sabî ve deliyi lakît kapsamına dahil etmektedirler (Şirbînî, Muğni`l-Muhtâc, Kahire 1379/195960, II, 418). Herhangi bir sebepten dolayı sokağa terkedilmiş çocuk ölüm tehlikesi içindedir. Böyle bir çocuğu alıp helâkini önlemek, bir insanlık vazifesi olduğu gibi, dinen de emredilen bir husustur. Çünkü canı muhafaza, İslâmın emrettiği hususlardandır. Ayrıca bir nefsi helâkten kurtaran ve ihyâ eden kişi Kurân-ı Kerim`de övülmüş ve onun bu hareketi bütün insanlığın ihyâsı olarak kabul edilmiştir (el-Maide, 5/32).
Terkedilmiş vaziyette bulunan çocuğun alınması Hanefilere göre mendûb ve müstehabtır. Kaldırılmadığı takdirde helâk olacağından korkulan çocuğun alınması farz-ı kifaye; görenden başkası bu çocuğu bilmiyorsa almak farz-ı ayndır. Diğer üç mezhebe göre bulunmuş çocuğu almak farz-ı kifaye, helâkinden korkuluyorsa farz-ı ayn`dır (Kâsânî, a.g.e., VI, 198; İbnü`l-Hümâm, a.g.e., VI, 110; İbn Kudâme, el-Kâfi, Beyrut 1402/1982, II, 363; İbn Rüşd, Bidâyetü`l-Müctehid, İstanbul 1985, II, 259; Şirbînî, a.g.e., II, 418; M. Şeltüt, el-Fetâvâ, Beyrut 1403/1983. s. 219; Mustafa Şelebi, Ahkâmul- Üsre, Beyrut 1397/1977, s. 709). Ancak lakît`i bulup alan kişi akıllı, bulûğa ermiş, hıfza muktedir ve ahlâkı düzgün olmalıdır. Hâkim, ahlâkı düzgün olmayan kişilerin kaldırdığı lakitleri onlardan alarak emîn birisine verir. Çünkü böyle bir kişi bulup aldığı lakîti maddeten helâkten kurtarsa bile onu manen helâk etmektedir (Serahsî, a.g.e., X, 217, 218; Kâsânî, a.g.e., VI, 197; el-Fetâval-Hindiyye, Bulak 1310, II. 287-288). Şafiîler ise lakîti alanın mükellef, hür, reşîd, müslüman, âdil, fısktan arî olmasını şart koşarlar. Sefih, fâsık, gayr-ı müslimlerin kaldırdıkları lakîtler ellerinden alınır (Şirbînî, a.g.e., II, 418). Lakîti yerden alıp kaldıranlar birden fazla olduğu takdirde kendisine hangisi daha faydalı ise ona teslim edilir. Bu konuda eşit iseler tercih hakkı hâkimindir. Hanbelî ve Şafiîlere göre ise aralarında kura çekilir (Serahsî, a.g.e., X, 217; Şirbini, a.g.e., II, 419; İbn Kudame, a.g.e., II, 366; Mustafa Şelebî, a.g.e., s. 709-710; M. Ebû Zehre, el-Ahvâlüş-Şahsıyye, Kahire, 401).
LAKÎT`IN İSLÂM HUKUKUNDA KENDİNE ÖZGÜ ÖZEL DURUMLARI VARDIR:
1. Hürriyeti: Lakît zahiri hale göre hür sayılır Çünkü insanda aslolan hürriyettir. İnsanlar hür olan Hz. Adem ile Hz. Havva`nın çocuklarıdırlar. Kölelik durumu ise arızîdir. Binâenaleyh hilâfına delil bulunmadıkça asl ile amel etmek gerekir. Kölelik iddiasında bulunulması halinde bunun delil ile isbâtı şartı vardır. Çünkü mücerred dava ile, sabit olan bir hak iptal edilemez (Serahsî, a.g.e., X, 209-210; Kâsânî, a.g.e., VI, 197-198; İbn Kudame, a.g.e., II, 363; M. Ebû Zehre, a.g.e., s. 401). Lakîtin delil ile köleliği isbat edilirse o zamana kadar yaptığı tasarrufları geçerlidir.
2. Dini: Hanefîlere göre bulunan çocuğun dini bulunduğu yere tabidir. İslâm ülkesinde bulunan çocuk müslüman, müslümanların bulunmadığı beldede bulunan çocuk ise gayr-ı müslim sayılır. Şafiî ve Hanbelîlere göre ise darul-İslâm`da bulunan her çocuk müslüman sayılır. Gayr-i müslimler tarafından işgal edilen beldede bulunan bir çocuk hilâfına delil olmadıkça orada bir müslüman bile bulunsa müslüman olduğuna hükmedilir. Gayr-i müslim beldesinde bulunan çocuk ise kâfirdir. Mâlikîlere göre ise müslümanların bölgesinde bulunan çocuk müslüman, zimmîlerin bölgesinde bulunan çocuk ise zimmî sayılır (Serahsî a.g.e., X, 214-215; Kâsânî, a.g.e., VI,198; Şirbînî, a.g.e., II, 422; İbn Kudame, a.g.e., II, 363; İbnü`l-Kayyîm el-; Cevziyye, Ahkâmu Ehli`z-Zimme, Beyrut 1983, II, 518).
3. Nesebi: Nesebi meçhuldür. Kim çocuğu olduğunu iddia ederse delil istenmeksizin istihsânen neseb ondan sabit olur. Çocuk ölü ise delil getirmek şarttır. İkiden fazla kişi lakîtin kendi çocuğu olduğunu iddia ederse İmam Azam`a göre lakîtin nesebi beş kişiye kadar her dava edenden sabit olur. Eşit durumdaki iki kişi neseb iddiasında bulunurlarsa, sonra iddia edenin şahit getirmesi istenir. Evli bir kadın çocuğun kendisinin olduğunu iddia ederse kocasının tasdiki veya ebe yahut bir erkekle iki kadının şehadeti gerekir (Kâsânî,.a.g.e, VI,198; İbnü`l-Hümâm, a.g.e., VI, 112; İbn Kudâme, a.g.e., II, 367; İbn Abidin, Reddül-Muhtar, Kahire 1386-89/1966-69, IV, 271-272; Mustafa Şelebî, a.g.e., s. 711).
4. Nafakası: Yiyecek, içecek, giyecek vb. ihtiyaçları kendisine ait özel malından veya umumî olarak lakîtlere tahsis edilmiş mallar bulunduğunda ihtiyaçlarının bu mallardan karşılanacağına dair fukaha arasında ittifak vardır. Özel malları, üzerinde bulunan paralar, elbiseler, kendisine hibe edilmiş mallar vb. dir. Umumî mallar ise lakîtlere tahsis edilmiş vakıflar, kendilerine vasiyette bulunulan mallardır. Böyle bir mal yoksa nafaka Beytü`l-mâl`dan karşılanır (Kâsânî, a.g.e., VI,198-199; Şirbini, a.g.e., II, 420; İbn Hazm el-Muhallâ, Kahire t.y., VIII, 276; M. Ebu Zehre, a.g.e., s. 401).
5. Malı: Üzerinde veya altında bulunan elbiseler, cebinde bulunan paralar, giyeceklerine bağlı olanlar veya elinde bulunanlar, üzerinde bulunduğu binek, yanına bırakılmış serîr, vb. bütün bunlar Lakîte aittir ve onun malıdır (Kâsânî, a.g.e., VI,198-199; İbn Abidin, a.g.e., IV, 274; İbn Kudame, II, 363).
6. Mirası: Nesebi meçhul olduğu için mirası Beytü`l-mâl`a kalır. Çünkü Beytü`l-mâl vârisi olmayanın vârisidir (İbn Abidin, a.g.e., VI, 270),
7. Başka Bir Yere Nakli: Bulunan çocuğun günlük hayat bakımından daha düşük seviyedeki bir yere nakli uygun değildir. Meselâ şehirden köye nakline engel olunur. Çünkü şehirlerde eğitim, öğretim, hayatın çeşitli nimetlerinden faydalanma daha fazladır. Ayrıca çocuğun bulunduğu yerde bırakılması, nesebinin, aileşinin ortaya çıkmasına vesile olabilir (İbn Kudame, a.g.e., II, 419-420; İbn Abidin, a.g.e., VI, 274).
8. Lakîte Velâyet: Nefsi ve malı üzerindeki Velâyet sultana aittir. Onun hıfzedilmesi, terbiyesi, malındaki tasarrufları, evliliği, eğitim-öğretimi yönetici tarafından idare edilir. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s): İslâm devletinin yöneticisi, velisi olmayanın velisidir" buyurmuştur (Ebu Davud Nikah, 19; Tirmizi, Nikâh, 15; İbn Mâce, Nikâh,15; Dârimî, Nikâh, 11; Müsned, I, 250; VI, 47, 66, 166, 260). Multakitin hakimin izni olmaksızın lakît üzerinde velâyet hakkı yoktur (İbn Abidin, a.g.e., IV, 274; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmî, Dımaşk 1405/1985, V, 765-766).
9. İşlediği Suçlar: Tazmini gerektiren bir fiil ika ettiğinde bunu devlet öder. Devlet diyeti ödemekle Âkıle`nin, mevlânın yerine geçer ve lakît başka birisini seçemez (Serahsî, a.g.e., X, 210; İbnü`l-Hümâm, a.g.e., VI, III).
10. Kendisine Karşı İşlenen Suçlar: Lakîte karşı diyeti gerektirecek bir suç işlendiğinde diyeti Beytü`l-mâl alır. Cinayet kısası gerektiren kasttan ibaret ise imam kısasla af arasında muhayyerdir (Serahsî, a.g.e., X, 218-2I9; Kâsânî, a.g.e., VI, 199).
Görüldüğü gibi lakît ile ilgili konularda onun lehine hükümler getirilmiştir (İslâm hukukunda lakît konusunda klasik eserler dışında bk. Abdülkerim Zeydan, Ahkâmü-lakît fi`ş-Şerî`ati`l-İslâmiyye, Mecmü`a Buhûs Fıkhiyye içinde Bağdad 1407/1986, s. 351-374; E. Pritsch -O. Spies, İslâm Hukukunda Kâsânî`ye Göre Bulunmuş Çocuk, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi I-II, Ankara 1955, s.13-15; Saffet Köse, İslâm Hukukunda Bulunmuş Mal ve Çocuk, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1988).
LÂNET-LANET ETMEK
Uzaklaştırma beddua, hakaret, sövüp sayma, azab, Allah`ın rahmetinden uzaklaşma, gazab etme, beddua etme, buğz etme, uzak durma, muhalefet etme.
Lânet, Kur`ân`da birçok kez ve tüm anlamlarında kullanılmıştır. Nitekim" ...Her ümmet (ateşe) girdikçe yoldaşına lânet etti..." (el-A`râf 7/38) âyetinde hakaret, sövüp sayma anlamında Israiloğullarından inkâr edenlere Davud ve Meryem oğlu Isa diliyle lânet edilmiştir... " (el-Maide 5/78),
"..Işte onlara hem Allah lânet eder, hem bütün lânet edebilenler lânet eder" (el-Bakara, 2/159) ayetlerinde beddua. Kalplerimiz perdelıdır dediler. Hayır, ama inkârlarından dolayı Allah onları lânetlemiştir" (el-Bakara, 2/88) âyetinde Allah`ın rahmetinden uzaklaştırma ve gazab etme anlamlarını dile getirmek üzere kullanılmıştır. Şeytan`a "mel`un" (lânetlenmiş) denilmesi de Allah`ın rahmetinden kovulması, gazabına uğraması nedeniyledir.
Bu tür kullanımlardan ayrı olarak Kur`an`ın iki yerinde iki karşılıklı lânetleşmeden söz edilir. Bunların ilkinde Hz. Peygamber (s.a.s)`e şöyle buyurulur: "Kim sana gelen ilimden sonra seninle tartışmaya kalkarsa de ki: Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra gönülden dua edelim, yalan söyleyenlere Allah`ın lânetini dileyelim" (Âl-i Imran, 3/61).Bu ayet uyarınca Hz. Peygamber (s.a.s), Hz. Isâ (a.s) hakkında kendisiyle tartışan Necran Hristiyanlarını lânetleşmeye çağırmıştı. Ancak, "mübahele olayı" olarak bilinen bu olayda Hristiyanlar lânetleşmeye yanaşmamışlardı.
Ikincisinde ise karı ile kocanın karşılıklı, ama lâneti kendilerine dileme biçiminde lânetleşmesi söz konusu edilir. Islâm hukukunda Lian* olarak adlandırılan bu olayda eşine zina isnat eden, ancak başka bir şahid getiremeyen kocanın doğruluğuna dört kez Allah`ı şahit tutması ve sonra da eğer yalan söylüyorsa Allah`ın kendisini lânetlemesini dilemesi öngörülür. Bu itham karşısında kadınında kocasının yalan söylediğine dört kez yemin etmesi ve arkasından da yalan söylüyorsa Allah`ın gazabına uğramayı dilemesi gerekir (en-Nur, 24/6-9). Karşılıklı yapılan bu yeminleşme ve lânetleşmeden sonra kadın zina cezasından kurtulur, ancak karı-koca arasında evlilik bağı kesin bir biçimde sona erer.
Hz. Peygamber (s.a.s)`de lânet kelimesini beddua, buğz, hakaret gibi anlamlarda kullanmıştır. Rivayetlerde Hz. Peygamber (s.a.s)`in Bi`r-i Maûne olayında şehid edilen müslümanlar nedeniyle Rıl, Zekvan, Lıhyan ve Usayya oğulları aleyhinde kırk sabah lânet okuyarak beddua ettiği bildirilir (Buhari, Cihad 17). Buna karşılık Hz. Peygamber (s.a.s), müslümanları rastgele lânet etmekten menetmiş, özellikle ashabının birbirine ve tabiat kuvvetlerine lânet etmelerini yasaklamıştır (Ebu Davud Edeb, 4908; Müslim, Birr, 80-87).
Islâm bilginleri arasında kimlere lânet edilip kimlere edilmeyeceği konusunda görüş ayrılığı vardır. Bilginlerin bir bölümü müslümanlara hiç bir şekilde lânet edilemeyeceği görüşündedir. Bilginlerin diğer bir bölümü ise fasık olan müslümanlara lânet edilebileceğini kabul ederler. Kâfirlere lânet edip edilemeyeceği de tartışma konusu olmuştur. Bazı bilginler, kâfirlere kayıtsız şartsız lânet edilebileceğini kabul ederken bazıları da bunun vacib olmadığını, onlara lânet edilebilmekle birlikte lânet etmemenin daha güzel ve yararlı olacağını savunmuşlardır (Fahruddin er-Razı, Tefsir-i Kebir Ter. III,188; Ibn Mace, Tercüme ve Şerh, X, 148).
LEBEN-İ FAHL(SÜT BABA)
Sözlükte leben, süt; fahl de erkek yani cinsel ilişkisi sonucu kadında süt meydana getiren kocadır. Leben-i fahl ise bir erkeğin yaklaşması sonucu kadında meydana gelen süt demektir. Buna göre küçük bir çocuk kendi annesinden başka bir kadının sütünü emecek olursa bu kadın onun süt annesi olur. Emdiği kadının bu sütü hangi erkeğin ilişkisi sonucu meydana gelmişse o erkek de bu çocuğun süt babasıdır. Başka bir deyişle süt emen çocuk hem kadın hem de erkeğin ortak süt çocuklarıdır. İki çocuğun aynı zamanda veya değişik zamanlarda emdikleri sütler bir erkekle bir kadından ise bunlar ana-baba bir süt kardeş olurlar. Eğer süt bir erkekten olmaz ve çocuklardan biri bu kadının ilk kocasından, diğeri ikinci kocasından meydana gelen sütü emmişse bunlar ana bir, baba ayrı süt kardeş olurlar.
LEVH-İ MAHFUZ
Arapça`da korunmuş levha demektir. İslâm`da olmuş ve olacak her şeyin yazılmış olduğu manevî levhayı dile getirir. Olmuş ve olacak şeyler Allah`ın bilgisine bağlı olduğundan Levh-i Mahfuz doğrudan Allah`ın ilim sıfatı ile ilgilidir. Korunmuş (mahfuz) olarak nitelenmeşinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak olmasıdır. Kur`an`da Ümmü`l-Kitap (Kitapların Anası, Ana Kitap), Kitabun Hafîz (Koruyan Kitap), Kitabun Mübin (Apaçık Kitap), Kitabın Meknun (Saklanmış Kitap), İmamun Mubin (Apaçık İnen Kitap) ve sadece kitap olarak da anılır. İnsanların başlarına gelecek şeyleri de ihtiva ettiği için Kitabul-Kader (Kader Kitabı) da denir.
Levh-i Mahfuz adı Kur`an`da yalnız bir ayette geçer. Bu ayette Kur`an`ın Levh-i Mahfuz`da bulunduğu bildirilir (el-Buruc, 88/22), ancak hiçbir tanım getirilmez. Buna karşılık birçok ayette nitelikleri belirtilerek tanımlanır. Buna göre Levh-i Mahfuz içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (el-En`âm, 6/59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Kaf, 50/4), yeryüzüne ve insanlara gelecek tüm belaların yazılı bulunduğu (el-Hadid, 57/22) her şeyin sayılıp tesbit edildiği (Yasin, 36/12), gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (en-Neml, 27/75), temiz yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ve ana kitap`tır.
Bazı zayıf Hadislerde Levh-i Mahfuz`un yaratılışına ilişkin bilgiler vardır. İbn Abbas`tan rivayet edildiğine göre Allah Levh-i Mahfuz`u beyaz inciden, kenarlarını da kırmızı yakuttan yarattı, kalemi de, yazısı da nurdur. Aynı konuda Enes bin Mâlik`ten yapılan bir rivayete göre de Levh-i Mahfuz`un bir yüzü yakut bir yüzü yeşil zümrüt ve kalemi de nurdur. Allah buraya yaratacağı, rızıklandıracağı, yaşatacağı, öldüreceği, izzetlendireceği ve dilediği şeylerden yapacağı herşeyi o nurdan kalemle yazdırmıştır. Bu yazma işlemi her gün ve gece sürmektedir. İbn Abbas`tan gelen zayıf bir rivayete göre Allah Levh-i Mahfuz`a ilk olarak şu sözü yazdırmıştır:
"Muhakkak ki ben Allahım. Benden başka ilah yoktur. Rahmetim gazabımı geçmiştir. Kim ki Allah`tan başka ilâh olmadığına ve Muhammedin O`nun kulu ve resulü olduğuna şehadet ederse, ona cennet vardır" Yine İbn Abbas`tan gelen diğer bir rivayete göre ise Levh-i Mahfuz`a ilk olarak "Bismillahirrahmanirrahim, kazâma teslim olan ve hükmüme ram olan ve belâma da sabredeni kıyamet gününde sıddıklarla birlikte diriltirim" sözü yazılmıştır.
LİÂN(ZİNA SEBEBİYLE EVLİLİĞİ SONA ERDİRME)
Liân ve eş anlamlısı mulâane, La`n kökünden "La.a.ne"nin mastarı; Allah`ın rahmetinden kovulma ve uzaklaştırılma; kocanın karısını zina ile suçlaması ve bunu dört şahitle ispat edememesi halinde, hâkim önünde özel şekilde ve karşılıklı olarak yeminleşme anlamında bir İslâm hukuku terimi. Hanefî ve Hanbelilerin ortak tarifine göre, liân; koca tarafından yalan söylüyorsa Allah`ın lâneti kendi üzerine çekilerek, yeminlerle güçlendirilmiş şehadetlerdir. Kadın da, eğer yalan söylüyorsa, Allah`ın gazabını üzerine çeker. Bu yeminleşme koca için "kazf" cezası ve kadın için zina cezası yerine geçer, Liân, evliliği sona erdiren bir boşanma yoludur.
Liânı doğuran sebep şudur. Bir erkek yabancı bir kadına zina ithamında bulunursa, bunu dört şahitle ispat etmesi gerekir. Aksi halde zina iftirası yapmış sayılır ve kendisine seksen değnek dayak vurulur (en-Nûr, 24/4). Kazif cezası, önceleri, eşine zina isnadında bulunan ve bunu dört şahitle ispat edemeyen koca için de uygulanıyordu. Nitekim Ashab-ı kiramdan Hilâl b. Ümeyye (r.a), hanımına zina isnadında bulununca Resulüllah (s.a.s); dört şahitle bunu ispat etmesini, aksi halde zina iftirası cezası (kazif) uygulanacağını bildirdi. Bunu bir kaç defa daha tekrar etti. Hilâl b. Ümeyye şöyle dedi: "Ey Allah`ın Resulü; bizden birimiz karısını bir erkekle zina halinde görüyor; delil istiyorsunuz. Seni hak olarak gönderen Allah`a yemin ederim ki, ben doğru söylüyorum. Şuna inanıyorum ki, Allah, benim sırtımı bu dayaktan kurtaracak şeyi sana indirecektir" (Buhârî, Şehâdât, 21, Tefsîru Sûre 24/3, Talâk, 28; Müslim, Liân, II; Ebû Dâvud, Talâk, 27; Ahmet b. Hanbel, Müsned, I, 273, III, 142). Bu olay üzerine aşağıdaki "mulâane ayeti" indi.
"Hanımlarına zina isnat edip de, kendilerinden başka şahitleri olmayanların şahitliği, doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah`ı şahit tutup yemin etmesiyle olur. Beşinci defasında, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah`ın lânetinin kendi üzerine olmasını diler. Kadının da kocasının yalancılardan olduğuna dair, Allah`ı dört defa şahit tutup yemin etmesi, cezayı kendisinden kaldırır. Beşinci defasında; kocası doğru söyleyenlerden ise, Allah`ın gazabının kendi üzerine olmasını diler" (en-Nûr, 24/6-9).
Ayetin ilk uygulaması Hilâl ailesi üzerinde oldu. Hz. Peygamber, Hilâl`i çağırdı. Hilâl, doğru söylediğine dair, dört defa Allah`ı şahit tutup, beşincide, eğer yalan söylüyorsa, Allah`ın lânetinin kendi üzerine olmasını istedi. Sonra karısı getirtilerek, o da aynı şekilde yemin etti. Beşincide, eğer kocası doğru söylüyorsa, Allah`ın gazabının kendi üzerine olmasını diledi. Allah`ın elçisi sonra onların arasını ayırdı (eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, 1250 H, y.y., VI, 268). Liân ayetinin Uveymir el-Aclânî ve zina isnadında bulunduğu hanımı hakkında indiği de rivayet edilmiştir. Ayetin hükmünün, önce Hilâl ailesine ikinci olarak da Uveymir ailesine uygulandığı görüşü daha sağlam görünmektedir (eş-Şevkânî, a.g.e., VI, 268).
Liânın sebebi ikidir. Birincisi; bir erkeğin karısına, yabancı bir kadına isnat edildiği zaman zina cezası uygulamasını gerektiren zina isnadında bulunması. İkincisi; babanın henüz doğmamış olan veya doğmuş bulunan çocuğun nesebini reddetmesi.
Ebû Hanîfe`ye göre, çocuğun nesebini reddetmek, hemen doğumun arkasından veya normal olarak en geç bir hafta içinde olmalıdır. Koca, karısının doğurduğu çocuğun nesebini kabul etmemekle, ona zina isnadında bulunmuş olur ve mulâane yoluna gidilir. Bu süre geçtikten sonra, çocuğun nesebi, susma sebebiyle sabit olur. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed`e göre ise, nifas sonuna kadar, çocuğun nesebini reddetmek mümkündür (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi, Beyrut 1328/1910, III, ?39; İbnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, Kahire, t.y., III, 260 vd.; el-Meydânî, el-Lübâb, III, 79). Nifas müddeti doğumdan itibaren kırk gündür.
Liânın rüknü; yeminle birlikte Allah`ı şahit gösterme ve her iki eşin lâneti üzerine çekmesidir.
Liânın Şartları üçtür.
1. Eşler arasında evliliğin devam etmekte olması gerekir. Eşlerin daha önce cinsel temasta bulunmamış olması hükmü değiştirmez. Evli olmayanlar arasında veya yabancı bir kadına zina isnadında bulunulması halinde mulâane yoluna gidilemez. Bir erkek, yabancı bir kadına zina isnadında bulunduktan sonra onunla evlense, kendisine yalnız kazif cezası gerekir, Liân uygulanmaz.
2. Nikâh akdinin sahih olması gerekir. Meselâ, şahitsiz evlenen ve bu sebeple nikâhı fasit olan eşe mulâane uygulanmaz.
3. Kocanın şahitlik yapma ehliyetine sahip olması. Bu durum; eşlerin akıl, bâliğ ve müslüman olmasını ve kazif suçundan dolayı had cezasına çarptırılmamış bulunmasını gerektirir. Eşlerin âmâ veya fâsık olması sonucu etkilemez (el-Kâsânî, a.g.e., III, 24; İbnü`l-Hümâm, a.g.e, III, 259; el-Meydânî, a.g.e., III, 75,78; İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, Mısır, t.y., II, 805 vd.).
Çocuğun nesebini red edebilmek için bazı şartların bulunması gerekir:
1. Hâkimin eşler arasında tefrika (ayrılık) kararı vermesi. Çünkü ayrılığa hüküm verilmeden önce, nesebi red gerekmez.
2. Nesebin, Ebû Hanîfe`ye göre, en geç bir hafta içinde, Ebû Yusuf ve Muhammed`e göre nifas müddeti içinde reddedilmesi gerekir. Çoğunluğa göre, neseb reddinin en kısa sürede (fevrî) yapılması gereklidir.
3. Nesebin kabulü anlamına gelen bir işlemin yapılmaması gerekir.
4.Tefrik sırasında çocuğun hayatta olması şarttır (el-Kâsânî, a.g.e, III, 246-248; el-Meydânî, a.g.e; III, 79; İbn Âbidîn, a.g.e, II, 811).
Mulâane sırasında yeminden kaçınma veya liândan dönme halinde; Hanefîlere göre liândan kaçınan koca ise, yemin edinceye veya yalan söylediğini itiraf edinceye kadar hapsedilir. Hapis cezasının bir yarar sağlamayacağı belli olursa, kazif cezası uygulanır. Yeminden kaçınan kadınsa, mulâane yapması ve kocasını tasdik etmesi için hapsedilir. Kocasını doğrularsa serbest bırakılır. "Yemin etmesi, kadından azabı kaldırır" (en-Nûr, 24/8) ayetinde belirtildiği gibi Hanefiler dışındaki çoğunluk İslâm hukukçularına göre, liândan kaçınanlara zina cezası uygulanır. Çünkü liân, zina cezasının yerine geçmiştir.
Koca, hâkim önünde yapılan liân işleminden sonra, yemininden dönerse kendisine kazif cezası verilir (el-Kâsânî, a.g.e., III, 238; el-Meydânî, a.g.e., II, 808; İbn Âbidin a.g.e., II, 808).
Liânın hükümleri:
Eşin zinası sebebiyle hâkim önünde vuku bulan mulâane sonunda aşağıdaki sonuçlar ortaya çıkar.
1. Kocadan kazif veya tâzir cezası düşer. Kadın da zina cezasından kurtulur.
2. Mulâaneden sonra, eşlerin cinsel temasta bulunması haram olur. Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Mulâane yapanlar artık sonsuza kadar bir araya gelemez" (eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VI, 271).
3. Eşler, mulâane sonunda hâkim kararı ile birbirinden ayrılmış olurlar. Delil; Hz. Peygamber`in Hilâl b. Ümeyye ile eşini ayırmasıdır (eş-Şevkânî, a.g.e., VI, 274). Burada, hâkimin ayırma hükmü, Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed`e göre "bâin talâk * " niteliğindedir. Çünkü prensip olarak hâkim kararı ile gerçekleşen boşama bâin talâk sayılır. Koca, daha sonra, yalan söylediğini ikrar eder veya şahitlik yapma ehliyetini kaybederse karısı kendisine helâl, çoğunluk İslâm hukukçularına göre ise, Liân sonucu gerçekleşen ayrılık, süt hısımlığı yüzünden ayrılıkta olduğu gibi "nikâh akdini fesih" niteliğindedir; ebedî haramlığı gerektirir ve artık bu iki eşin yeniden evlenmesi mümkün olmaz.
4. Zina fiiline bağlı olarak doğan veya doğacak olan çocuğun nesebi baba yönünden reddedilmiş sayılır. Artık bu koca ile çocuk arasında miras ve nafaka hukuku cereyan etmez (bk. el-Kâsânî, a.g.e., III, 244-248; İbnü`l-Hümâm, a.g.e., III, 253 vd.; el-Meydânî, a.g.e., III, 77-78; İbnRuşd, Bidâyetü` l-Müctehid, Mısır, t.y., II, 120 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire, t.y., VII, 410-416; Abdurrahman es-Sabünî, Medâ Hürriyeti`z-Zevceyn fi`t-Talâk, Beyrut 1968, II, 896 vd.).
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca