Thread Rating:
  • 184 Vote(s) - 3.05 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Fıkıh Ansiklopedisi M Harfi İle Başlayanlar
#3
Dini-1 
MEHİR MESELELERİ

Mehir kadına bir değerin ifadesi ve kritik bir dönemdeki sosyal garantisi olarak verilen maldır. Mal ve paradan başka bir şeyle, Hanefi mezhebine göre mehir olmaz. Onlar Nisâ 24. âyetinden bunu anlamışlardır. En azı da on dirhemle sınırlandırılmıştır. Dolayısı ile boşama hakkını kadın mehir olarak değil ama ayrıca alabilir.Mehir kadının hakkı olduğu için, herkes gibi o da hakkından vazgeçebilir ve mehrini kocasına bağışlayabilir. Yani almak zorunda değildir.Mehir, duhulle, yani zifafla beraber farz olur. Koca, ondan önce vermek zorunda değildir.Mehire zaman belirtilmemişse, kadın mehrini almadan kendisini kocasına teslim etmeyebilir. Fakat mehrin bir kısmını ya da tamamını müeccel (vadeli) mehir olarak kararlaştırmışlarsa, kadının onu hemen alma hakkı yoktur.Düğünlerde yapılan altınlar bizim örfümüzde mehirdir ve kadının hakkıdır. Kadının evlenirken bilip bilmemesi; söyleyip söylememesi mehir hakkını düşürmez. Ancak o takdirde sadece "mehr-i misil" (Akrabasından dengi olan kadınların aldığı ortalama mehir) alabilir.Başlıkparası, kocaya gidecek kadının Babası ya da başka bir yakını tarafından alınan ve evlenecek kadına verilmeyen bir para ya da mal olup, kadının eşya gibi satılması anlamına geldiğinden; çirkin bir haramdır ve kadını aşağılamadır. Mehir ise bizzat kadının aldığı ve kocanın iznine bile gerek kalmaksızın istediği gibi harcayabileceği bir haktır, bir garanti unsurudur ve kadına değer vermenin ifadesidir.(bk. Mavsbilî, el-Ihtiyâr 448)


MEHİR TAKILARI

Erkek evlenirken hanımına verdiği takıları düğünden sonra alıyor, bozdurup tarla satın alıyor. Tarlayı da kendi üzerine tapuluyor. Karısı da, kendi takılarıyla alındığı gerekçesiyle onların yerine tarlanın tapusunu istiyor. Bu durumda şer`î çözüm ne olmalıdır?

Koca mehir olarak verdiği takıları karısından geri alırken, "Onlarla alacağımız tarla vs. senin olsun" diyerek almışsa, alınan akar karısınınolur. Bu konuda o, karısının vekili durumundadır. Böyle birşey söylenmeden almışsa karısından borç almış demektir. Ancak aldığını geri vermesi istenir.

MEHİR VE ALTIN

Bazı yörelerimizde düğünlerde altın alınmaktadır. Nikâh kıyılırken de belli bir miktar mehir konuşmaktadır. Bu durumda alınan altınlardan tesbit edilen mehir kadarı mı mehire sayılacaktır. Yoksa bu altınlar zaten kadının değil midir, onları onun kullanma hakkı yok mudur?

Mehir nikâhın gereği olarak kadının bir hakkıdır ve gayesi hem kadına değer vermek, onu hiçbir karşılık almadan kendisini erkeğe teslim eden basit bir varlık olma durumundan kurtarmak, hem de erkeğe göre zayıf olan kadın için ânî durumlarda bir kuvvet ve bir garanti olmak üzere farz kılınmıştır. Onun için mehir sembolik bir anlam ifâde etmez ve Hanefî mezhebine göre alt sınırı (tabani) vardır, ondan az olamaz. Mehir daha söz kesildiğinde, nisanda (muaccel) olabileceği gibi, nikâhtan sonraya da bırakabilir (müccel). Nişanda ya da sözce kız tarafındân istenen, şart koşulan altın cinsinden her şey örfen mehirdir ve kadının hakkıdır, istediği zaman istediği gibi kullanır. Babası veya velisi ne onları, ne de bir başka para (başlık) alabilir. Bu haramdır ve insanı bir mal gibi satmak anlamına gelir. Nikâhta mehir olarak sadece önceden yapılan altınlar sözkonusu edîlebilir. Ama kadın isterse ayrıca, ilâve mehir de alabilir. Evlendikten sonra da koca, mehir olarak verdiği bir şeye, karısının rızası olmadan karışamaz. Kadın mehrini istediği zaman meşru ölçülerle istediği gibi kullanır. Ancak isterse kocasına bağışlayabilir: Ama koca, kadının istediği mehir dışında ona bir takım hediyeler vermişse, onların kadının elinde verildikleri gibi duruyor olmaları halinde cayıp, hediyelerini isteyebilir. Ama bunu Rasûllullah Efendimiz "kustuğunu yalamaya" (Bu ve benzeri hadîsler için bk. el-Hindî XVI/638 vd.) benzetmiş ve çirkin olduğuna işaret etmiştir. Hediye konusunda kadın da aynı haklara sahiptir.

MEHİRDEN SÖZ EDİLMEZSE, NİKAH CAİZ OLUR MU?

Mehir kadının hakkıdır. Akidde ondan söz edilsin veya edilmesin nikah sahih olup mihrin kadına verilmesi gerekir. Çünkü Allah Teala, Kur`an-ı Kerim`de açıkça kadına sıdak verilmesini (mehir verilmesini) emretmektedir. Ancak akitte muayyen bir şey üzerinde anlaşma yapılıp zikredilmiş ise onu vermek gerekir. Zikredilmemiş ise mihri misil verilmesi icap eder. Yani kız kardeşi, halası ve amca kızı gibi soyları bir onların mehri ne kadar ise o kadar vermek lazımdır (el-Hidaye).

Mekruh ne demektir?
İsa Sevgili
İsa Sevgili
Kurucu



Namaz Zamanı

B2B Toptan Satış Pazaryeri

Kral Yolu
kralyolu.com
Gusül (boy) abdesti nasıl alınır?
Gusül abdesti yada boy abdesti nasıl alınır? Ayrıntılarıyla gusül abdestini öğrenin
Namaz nasıl kılınır?
Namaz nasıl kılınır? Namaz kılmayı öğrenmek hiç bu kadar kolay olmamıştı.
Abdest nasıl alınır?
Abdest nasıl alınır? Namaz kılmak için kadınlar ve erkekler nasıl abdest alırlar?
Amenerrasulü, okunuşu ve anlamı
Amenerrasulünün okunuşu ve anlamı. Bakara suresinin 285. ve 286. ayeti
Namazda şeytan ayartması
Şeytanın namazda insanların okudukları hakkında verdiği vesveseler
Çocuğunuz için namaz etkinlikleri
Çocuğunuzun namazı sevmesi için neler yapmalısınız? Örnek etkinlikler
Cenaze namazı nasıl kılınır? Cenaze namazı kılınışı
Cenaze namazı nasıl kılınır? Cenaze namazı kılınışı, Resimli ve Özet maddeler halinde anlatım

Allah Teâlâ ve Resûlü’nün, yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarz ve üslupla istediği fiile mekruh denir. Haramla mekruh arasında bazı ortak noktalar vardır. Her ikisi de yasaklanan ya da hoş karşılanmayan veya çirkin olan fiilleri ifade eder. Ancak haram ve mekruh kavramları Hanefîlerde, diğer mezheplere göre bazı farklılıklar gösterir.

Kelime anlamı; hoşlanılmayan, çirkin olan demektir. Terim olarak ise: Vâcipte olduğu gibi, Allah`ın ve O`nun elçisinin tam kesin olmayan sözleriyle, yapılmaması istenen, ya da yapılmaması tercih edilen şeylerdir. Allah`ın sözünün kesin olmaması, sırf anlaşılan mânâsının kesin olmaması demektir. Peygamberimizin sözünün kesin olmaması ise; hem mânâsının kesin olmaması, hem de Peygambere ait olmasının kesin olmaması demektir. Kuvvetli olan mekruh, harama yaklaştığı için ona "tahrîmen mekruh", kuvvetli olmayan da helâla yaklaştığı için ona da "tenzîhen mekruh" denir. Meselâ ikindiyi bile bile geciktirip tam güneş batarken kılmak "tahrîmen", sağ eliyle burnunu çekmek de "tenzîhen" mekruhtur. Genel bir kural olarak da: Vâcip olan bir işi yapmamak, tahrîmen mekruh olan bir şeyi yapmamak da vâciptir. Sünnet ve müstehapları yapmamak tenzîhen mekruh, tenzîhen mekruh olan şeyleri yapmamak da sünnet, ya da müstehaptır.

MELEKLER

Cenâb-ı Allah`ın bütün melekler içinde üstün kıldığı dört büyük melekler büyük Melekler denir..

Melek kelimesi Arapça`da "haberci" anlamına gelmektedir. Çoğulu "melâike" olarak gelmekte ise de, gerek Türkçe`de ve gerekse Arapça`da çoğul manasına "melek"` olarak da kullanılmaktadır.

Melekler, ruh gibi lâtîf, nûrânî, mahiyetleri Allah katında malum, varlıkları bizim dünyamıza ait olmayan fakat insanlarla ilgili bir takım görevleri bulunan varlıklardır. Akıl ve nutukları olup; şehvet ve gadap gibi beşerî ihtirasları, yemeleri, içmeleri yoktur. Evlenmek, doğmak ve doğurmaktan uzaktırlar. Çeşitli şekillere girebilirler. Allah`ın emrine asla isyan etmezler, yerde ve gökte bir takım vazifeler ile meşgul olurlar. Daima Yüce Allah`ı tesbih ve zikrederler. Meleklerin bu özellikleri için bakınız: (el-En`âm, 6/9,100; el-Hicr 15/8; el-Fâtır 35/1; el-Meâric 70/4)

Meleklerin sayısı ve her birinin hangi işlerle vazifeli oldukları bizce malûm değildir. Ancak bunlardan bir kısmı ve vazifeleri Kur`an-ı Kerîm`de ve Hz. Peygamber`in hadislerinde bildirilmiştir. Bu bilgilere göre"büyük melekler" olarak tanınan dört melek vardır ki, bunlar: Cebrâil, Azrail, İsrafil ve Mikâil`dir.

Cebrâil: Kur`an`da üç yerde "Cibrîl" olarak geçmekte (el-Bakara 2/97, 98; et-Tahrim 66/4) diğer bazı ayetlerde de kendisinden Rûhu`l-Kudüs ve Rûh olarak bahsedilmektedir. (el-Bakara 2/87, 253; el-Mâide 5/110).

Vazifesi, Allah`ın emir ve nehiylerini peygamberlerine bildirmektir. Bütün vahiy onun vasıtasıyla nazil olmuştur.

Cebrâil, bu görevi yerine getirirken peygamberimize çeşitli şekil ve suretlerde gelirdi. Birçok defa insan şeklinde bu görevini ifa ederdi. İnsan şekline girdiğinde daha ziyade Dıhye isimli sahabenin kılığında, bazan da normal bir bedevî olarak gelirdi ki, "Cibrîl hadisi" diye bilinen hadisin vukûunda Hz. Peygamber`e bu kılıkta gelmiştir.

Cebrâil bu gelişlerinin sadece iki defasında aslî suretinde görünmüştür. Bunlardan birisi (en-Necm, 53/6-7) ayetlerinin nuzûlünde, diğeri ise yine Necm suresinin 13. ve 14. ayetlerinin nuzûlü esnasındadır (Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX, 95).

Azrâil: Kur`an-ı Kerîm`de

"Melekü`l-mevt" ( = ölüm meleği) olarak geçmektedir. " Ey Muhammed de ki; size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz." (es-Secde, 32/11)

Allah`ın emri ve izni ile canlıların, ölecekleri zaman canlarını almakla vazifelidir.

İsrafil: Kur`an`da "İsrâfil" olarak ismi geçmemektedir. Ancak, kıyametin vukûu ile ilgili ayette "(İsrâfil tarafından birinci sefer) Sûr`a üflenince Allah`ın dilediği (melekler) müstesna göklerde olanlar ve yerde olanlar bayılırlar (ölürler). Sonra Sûr`a (ikinci defa) üflenince ölüler mezarlarından kalkıp bakınıp dururlar." (ez-Zümer 39/68) buyurulmakta, dolayısıyla isim olarak olmasa da bu meleğin vazifesi bu ayetle belirtilmektedir. Buradan kıyametin ve ahiret gününün yani yeniden dirilmenin başlangıcında bir Sûr`a üfürme olacağı anlaşılmaktadır ki, bu işle vazifeli melek İsrâfil (a.s.) dır. Bu görevinden dolayı İsrafil`e "Sûr meleği" ismi de verilmektedir.

Ayrıca İsrâfil`in, "Levh-i Mahfuz"* da yazılanları okumak ve ilgili meleğe haber vermekle de görevli olduğu bilinmektedir.

Mikâil: Kur`an-ı Kerîm`de bir yerde "Mikâil" olarak zikredilmektedir. (el-Bakara 2/98)

Mikâil`in görevi: yağmurun yağdırılması, rüzgârın estirilmesi ve mevsimlerin tanzimi gibi tabiat olaylarını Allah`ın emri ve izni ile vukua getirmektir.

Bu dört meleğin dışında, her insanın yanında bulunan ve daima onun küçük, büyük, gizli ve aşikâr yaptığı bütün işleri yazan melekler vardır ki, bunlara "Kirâmen kâtibîn"* denir. Ayrıca öldükten sonra kabırde sual sormakla vazifeli "Münker* ve Nekir"* melekleri de vardır.

Meleklere inanmak, müslümanlığın iman ve itikat esaslarındandır. İnanmayan, müslüman olamaz; inkâr eden de dinden çıkar. Zira, Kur`an-ı Kerîm`de meleklerin varlığından bahsedilmekte, bir kısmının ise bizzat isimleri geçmektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Her kim Allah`a ve meleklerine ve peygamberlerine ve Cibrîl`e ve Mikâil`e düşman olursa Allah da kâfirlere düşmandır" (el-Bakara 2/98). Ayrıca Kur`an`da Fâtır suresinin bir diğer adı da "Melâike suresi"dir.

Melekler, bilfiil vardır. Onları görememiş olmamız onların yokluğu yolunda bir delil teşkil etmez. Onların bizim tarafımızdan görülmemesi, farklı bir şekilde yaratılmış bulunmalarından, vücudlarının rûhânî ve nûrâni olmalarındandır. Bizim gözümüz ise onları görebilecek şekilde yaratılmamıştır. Nitekim kendi aklımızı ve ruhumuzu da göremiyoruz, fakat onların varlığına inanıyoruz.

MEMLEKETİMİZDE BOLCA BULUNAN SIĞIR VE DAVAR GİBİ EHLİ HAYVANLARIN NİSABI NE KADARDIR VE NİSABA BALİĞ OLDUĞU ZAMAN HANGİ ŞART İLE ZEKATLARI VERİLECEKTİR?

Memleketimizde bol miktarda bulunan sığır ve davar gibi ehli hayvanlar zekata tabidirler. Sığır`ın nisabı otuzdur. Yani otuz sığıra sahip olan kimse şartı yerinde olduğu takdirde zekatını vermekle mükelleftir. Otuz sığır için bir yaşını tamamlayıp iki yaşına tamamlayıp üçüncü yaşına girmiş bir dana verecektir. Davarın nisabı kırktır. Yani kırk davara sahib olan kimse şartı yerinde olursa zekatını vermekle mükelleftir. Kırka baliğ olursa bir davar verecektir. 121 olunca iki davar verecektir.

Sığır olsun davar olsun nisaba baliğ olursa Hanefi mezhebine göre altı aydan fazla mübah sayılan kır ve mer`alarda otlatıldıkları takdirde zekatı verilecektir. Şayet mübah mera bulunmaz veya mera bulunur fakat kafi gelmediği için altı ay ve daha fazla yem ile beslenirse zekata tabi değildir. Şafii mezhebine göre ise durum başkadır. Ve daha fazla çiftçinin lehinedir. Bu mezhebe göre; zekatın vacib olabilmesi için altı aydan fazla değil, sene boyunca mübah meralarda otlaması gerekir. Adı geçen hayvanlara yem verilmediği takdirde merada otlamakla yaşamaları mümkün değilse veya göze çarpacak şekilde zararlı bir hale düşerse zekatı farz olur. Bu mezhebe göre sığır ve davar gibi ehli hayvanlar sene boyunca mera ve kırlarda otluyor. Ancak mesela üç gün veya dört gün gibi bir zaman kar yağarsa veya merada ot bulunmazsa zekatın farziyeti söz konusu değildir.

MENİNİN PİS OLUŞU

Menî ve mezîden de idrar gibi sakınmak gerekir mi? Bunlar da kabir azabina sebep olmakta idrara benzerler mi?

(1) Menî ve mezîde, idrar gibi kaba pisliktirler; yıkanıp elbiseden ve, bedenden çıkarılmaları gerekir. Dolayısıyla bunların insanın üzerinde bulunmaları, ibadetin (namaz) sihhatine engeldir. İnsanın sahih namaz kılmayışı, sadece kabir azâbına değil, belki de cehennem azâbina da sebeptir. Ancak Resûlüllah Efendimiz özellikle "idrardan sakının, çünkü kabir azâbının çoğu ondandır" (17 Ibn Mâce, Tâhâret 26; Nesâî, sehv 88; Müsned N/326, 388, 389 VI/61) buyurmuş ama, meni için böyle söylememiştir (böyle söylediğini bilmiyoruz). Gerçi bunun hikmetlerinden biri de belki, insanın menîye göre çok sık idrar boşaltması ve idrarın, sert bir satha vurduğunda sıçrama özelliğinin olması, bu yüzden de ondan sakınabilmek için çok titizlik istemesidir. Menî de böyle olsa belki, menî için de böyle söylenecekti. Ama temizleme bakımından, menî ile idrar arasında fark bulunduğu da bir gerçektir. İdrar ancak yıkamakla temiz olur, menî ise kurumus olması şartıyla ovalanarak da temizlenebilir. Kadın menîsi ise ince olduğundan, bir görüşe göre onun da yıkanması gerekir. İmam-i Şâfiî`ye göre ise, menî zaten temizdir. (18 Bk. M. Zihnî Efendi Nimet-i Islâm 133 ,148) İmam-i A`zam`in Muhammed Bâkir`la aralarında geçen bir konuşmadan, ona göre de idrarın meniden pis olduğunu anlıyoruz. (19 Ebd Zehrâ, Mezhepler Tarihi (Terc. AbdülKadir Sener) 194)

MENKULLERİN VAKFI

Vakıfta devamlılık (te`bid) esas olduğu için, prensip olarak vakfın gayrı menkul kabilinden olması gerekir. Bu özelliğe sahip olmayan menkulleri vakfetmek caiz değilse de Hanefilere göre şu üç istisna saklı tutulmuştur:

1- Gayrı Menkule Tabi Olma:

Ebû Yusuf ve Imam Muhammed eş-Şeybânî`ye göre teâmül bulunmasa bile, menkul malların bir gayrı menkule bağlı ve tabi olarak vakfedilmesi mümkündür. Arsa ile birlikte binayı, arazi ile birlikte bazı hayvanları ve tarım âletlerini vakfetmek gibi (Ibnu`l-Humâm, a.g.e., V, 48; Ibn Âbidin, Reddü`l-Muhtâr, IV, 361). Mütemmim cüzler, yol, geçit, su içme, su alma hakkıgibi irtifak hakları da gayrı menkule bağlı olarak kendiliğinden vakfedilmiş sayılır. Mâlikîlere göre, intifa hakkıve sınırlı bazı aynî haklar bağımsız olarak da vakfedilebilir (el-Fetâvâ`l-Hindiyye, II, 363).

2- Hakkında Nass (Hadis) Bulunması:

Vakfın gayrı menkul olması prensibinin ikinci istisnası, vakfedilmesinin cevazı konusunda hadis bulunmasıdır. Silah, ve at gibi savaş âleti ve malzemelerini vakfetmek gibi. Nitekim Hâlid bin Velid (ö. 21/641) savaş silahını ve zırhını Allah yoluyla vakfetmiştir. Hz. Muhammed bunu tasvib etmişti (Buhârî, Cihâd, 89, Zekât, 49; Müslim, Zekât, 11). Hz. Hafsa`nın da Kur`ân vakfettiği nakledilir (es-Serahsî, Şerhu`s-Siyeri`l Kebîr, Mısır 1972, V, 2104). Ebû Yusuf, menkul vakfını bu hadislerle sınırlı tutarak, sadece savaş için at, deve ve silahların vakfedilebileceğini belirtmiştir. O`na göre, "kıyasa aykırı olarak sabit olan hüküm, başka bir hükme esas olamaz. Çünkü vakıfta gayrı menkul olma esas olduğu için, menkul vakfı temelde kıyasa aykırıdır" (Ibnü`l-Hümam, Fethu`l Kadir, Bulak,1316/1898, V, 49-50).

3- Teâmül Bulunması:

İmam Muhammed eş-Şeybânî`ye göre, hakkında nass (âyet-hadis) bulunmasa da, vakfedilmesi teâmül haline gelen menkullerin vakfı geçerlidir. Kitap, ev, balta, gelinlik, el-bise, mutfak eşyası, mushaf, bazı kitaplar, dinar, dirhem (nakit para) ve mislî (standart) menkuller bunlar arasında sayılabilir. Örf ve teâmül; toplumda, islâm`a aykırı olmayan bir işin çokça yapılmasıyla gerçekleşir. İmam Muhammed burada istisna` (eser sözleşmesi yapma) aktinde olduğu gibi "istihsan" deliline dayanarak kıyası terketmiştir. Bu duruma göre,bu beldede menkul bir malın vakfedilmesi örf ve âdet halini almışsa, bu çeşit menkullerin vakfı geçerli olacaktır (Serahsî, a.g.e., V, 2083-2087; Ibn Kudame, el-Muğni, V, 585).

Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında, "teâmül" kriteri esas alınarak, örfleşmiş bulununca menkullerin vakfı caiz görülmüş ve nakit para vakfı da menkul kapsamına alınmıştır. Hanefiler dışındaki üç mezhep, prensipte para vakfına karşı değildir. Ancak asıl, para vakfına cevaz veren ve vakfedilecek nakit paraların işletilme yöntemlerini belirleyen, Hanefî müctehidlerinden İmam Züfer`dir.

Maddî bir karşılık beklemeden başkalarına yardım etmek gibi ulvî ve fevkalâde bir düşüncenin mahsûlü olan vakıf müessesesi, yüzyıllardan beri islâm ülkelerinde büyük bir ehemmiyet kazanmış, sosyal ve ekonomik hayat üzerinde derin tesirler icra etmiş olan dinî ve hukukî bir müessesedir. İnsan fıtratında mevcud olan yardımlaşma hissi, şüphesiz ki insanlık tarihi kadar eskidir. Bu his, dinî emir ve hükümlerle birleşince daha bir kuvvet kazanır. İslâm ülkelerinde vakıfların, asırlarca büyük bir fonksiyonu icra etmesinin sebebini burada (dinî his) aramak lâzımdır. Çünkü "insanların en hayırlısı, insanlara faydalı olan; malın en hayırlısı, Allah yolunda harcanan (başka bir ifade ile vakfedilen), vakfın en hayırlısı da insanların en çok duydukları ihtiyacı karşılayandır" prensibinin mânasını çok iyi bilen Müslümanlar, bu yolda birbirleri ile âdeta yarışırcasına vakıf eserler kurmuşlardır.

İslâm âleminde vakıfların dinî bir mahiyet taşıması, onların devamlılığını sağlıyordu. Nitekim, dinî inanç ve düşünceşinin güçlü olduğu müesseseler olarak vakıflar, siyasî çalkantı ve idarî istikrarsızlıklar dışında kalıyorlardı. Bu sayede onlar, Müslüman toplum hayatında istikrar ve devamlılık sembolü olarak devam ediyorlardı. Nitekim, vakfedilen gayr-i menkuller, herhangi bir sebeple müsadere edilemeyeceği, kullanım sahası değiştirilemeyeceği ve vakfıyedeki esaslara aykırı davranmadıkça mütevellileri değiştirilemeyeceği için bu müesseseler, siyasî ve idarî müdahalelerin dışında kalıyorlardı.

İslâm dünyasında önemli bir müessese olarak vakıfların oynadığı rol, çok büyüktür. Bu bakımdan, onun kuruluşu ile ilgili hukukî kaide ve prensipler ortaya konmuştur. Buna göre vakıfların kuruluşu tescil, vasiyet ve fiille olmaktadır (Açıklamalar hakkında geniş bilgi için bk. Ziya Kazıcı, Vakıflar, Istanbul 1985, s. 37-38).

İslâmiyet, kuruluşundan itibaren ulvî ve insanî gayeleri hedef alan her müesseseyi geliştirmeye çalıştığı için vakıfları da faydalı görerek onları teşriî sahasına almıştır. Sadaka, Kurban ve Zekât gibi ictimaî müesseselerin gayesi de fakir ve yoksulları bu sıkıntılarından kurtarmak olduğundan, islâm`da önemli bir mevkiye sahip kurumlar olarak vaz` edilmişlerdir.

İslâm dünyasında, vakıfların geniş bir şekilde yer edip gelişmesinde Hz. Peygamber`in biraz önce bahs ettiğimiz hadisinden başka, bizzat kendisinin de vakıf yapması, önemli bir âmil olmuştur. Hz. Peygamber Medine`de kendisine ait bulunan hurma bahçesini vakf edip hâsılatını "havadıs-i dehr"e yani İslam`ın müdafaasını icab ettirecek hadise ve mübrem ihtiyaçlara tahsis etmiştir. Aynı şekilde Fedek hurmalığını da yolculara vakf ettiğini biliyoruz (Ömer Hilmi Efendi, Itifu`l Ahlaf 10; Ömer Nasuhi bilmen, Istılah, IV, 304). Kur`ân-ı Kerîm ile Hz. Peygamberin emir ve tatbikatları Müslümanlar için uyulması gereken bir vazife telakki edildiğinden bu konuda mü`minler arasında âdeta bir yarış sürüp gitmiştir.

Hz. Peygamber`in ashabı da O`nun yolunda yürüyerek çeşitli vakıflar kurmak suretiyle insanlığa hizmet ettiler. Nitekim Câbir (r.a) "Ben, Muhacir ve Ensar`dan mal ve kudret sahibi bir kimse bilmem ki vakıf ve tasaddukta bulunmuş olmasın" (Bilmen, a.g.e., IV, 304) diyerek bu durumu belirtmek ister. Bunun içindir ki, Müslüman şehir, kasaba ve köylerde sayısız vakıf vücuda getirilmiştir.

İslâmî yardımlaşma prensibinin bir sonucu olarak ortaya çıktığını gördüğümüz vakıflar, İslâm ülkelerinin tamamında sayılamayacak kadar çok ve önemli hizmetler ifa ediyorlardı. Hz. Peygamber ve halifelerinin kurdukları vakıflardan sonra, imkânı olan her Müslüman, böyle bir tesis kurmak için büyük bir gayretle çalışıyordu. Bu durum, sadece zengin Müslümanları değil, aynı zamanda devlet başkanlarını ve devletleri de harekete getiriyordu.

Emevîler zamanında vakıflar çok genişledi. Hatta bu dönemde ilk defa yeni yeni teşebbüslerde bulunuldu. Nitekim hicrî 88 senesinde Emevî halifesi Vefid b. Abdillmelik, Ümeyye Camii için ilk defa köy ve mezraları gelir getiren birer kaynak olarak vakfetti.

Emevîlerden sonraki Abbasî devletinde vakıflar daha bir gelişme gösterdi. Hatta bu devlette vakıflar o derece ehemmiyetli bir tesis haline geldi ki, bunlar için vakıflar nezareti adında bütün vakıfları kontrol eden ve onların bir sisteme bağlanmasını sağlayan teşkılatlar kuruldu (Ismail HakkıUzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkılatına Medhal, Ankara 1970, 10).

Abbasîler devrinde, islâm camiasının muhtelif siyasî parçalara ayrılması ve nihayet Büyük Selçuklu Devleti`nin kurulması ile Doğu Müslümanlarının Türk hakimiyeti altına girmesi vakıf müessesenin bir kat daha inkişafına sebep oldu. Selçuklu devletinin "Fatimî-Şiî" hareketine karşı takib atiği Sünnîlik siyaseti, devletin her tarafında yeniden birçok dinî müessesenin vücuda gelmesi ve bilhassa bir çok medresenin açılmasına sebep oldu. Büyük bir malî güce sahip olan Selçuklu sultanları, şehzadeleri ve devlet adamları ile ileri gelenler vakıf kurma bakımından birbirleri ile adeta yarışıyorlardı. Selçuklulardan sonra ortaya çıkan Harzemşahlar, Atabeğler, Eyyubîler, Mısır Memlukluları ile Anadolu Selçukluları sülaleleri hakim oldukları yerlerde malî güçleri oranında vakıflara önem verdiler.

İslâm dünyasında ayrı bir yeri bulunan Osmanlı devleti de vakıflara büyük bir önem verdi. Bu devlette, camiler, medreseler, türbeler, ribatlar, tekkeler, mektepler, köprüler, hastahaneler, sulama yol ve kanalları, kervansaraylar, imâretler vs. gibi bir çok dinî hayrî tesis hep vakıflar sâyesinde vücuda getirildi. Onlar diğer müessaelerde olduğu gibi vakıf konusunda da kendisinden önceki Müslüman devletleri örnek aldılar. Nitekim, Osmanlı devletinde, daha ilkbeyler zamanında başlayan devletin siyasî ve malî kudretinin inkişafına paralel olarak gelişip artan vakıfların, Osmanlılar dönemindeki ilk müessisi Orhan Gazİ olmuştur.

Orhan Gazi, İznik`te ilk Osmanlı medresesini kurarken, onun idaresi için, yeterince gelir getirecek gayrı menkul vakfetti. Bu medrese kısa bir müddet zarfında kudretli ilim ve devlet adamları yetişti. Sultan Orhan`ın yaptırdığı ilim ve hayır müesseleri bir hayli fazladır. Nitekim günümüzde Adapazarı şehrinde halen Orhan Bey Camii ve Kandıra`da Orhan Camii adı ile anılan camiiler ile yine Adapazarında medrese, Bursa`da bir cami, zaviye, misafirhane ve ziyâret inşa ederek bunlara vakıflar tahsis etti. Bu hayır eserlerin görevlileri olan müderris, imam, hafız, nakib, tabbah, hakim ve bevvab gibi kimseleri de tayın etti (Ali Himmet Berki "Vakıf kuran ilk Osmanlı Padışahı" Vakıflar Dergisi V, 127-128).

Orhan Gazi`den başlayarak Osmanlı padışahları, sultanları, vezirleri, emirleri, zengin tebaa, pek çok vakıf yaptılar. Konunun fazla uzamaması için bunlara temas etmiyoruz.

Vakıfların idaresi nâzır adı verilen görevlilerce yapılmaktaydı. Zaman içinde idare şekillerinde devlet ve imkanlara göre değişiklikler yapıldı. Kendi vakfı için ilk nâzır tayın eden bizzat Hz. Peygamberdir. Hicretin ilk iki asrında vakıflar "Vâkıf` tarafından tayın edilen mütevellilerce yönetilirdi. Nâzır, mütevellilerin kontrolcusu olarak, onların işlerinin tamamlanmasına nezâret ederdi. Bunların genel murakabesi de "emiru`l-mü`minîn" olan hafifeye aitti. Abbasiler döneminde bu işi halifeler yapıyordu. Yıldırım Bayezid, her vilayete "müfettiş-i ahkâmı`ş-şer`iyye" tayin ederek vakıf işlerini teftiş ettiriyordu. Osmanlılar döneminde özel şahıslar tarafından kurulan vakıflarla mütevelliler meşgul olmuş, bunlar kadılar vasıtasıyla teftiş ve murakabe edilmişlerdir. Her kadı, kendi mıntıkasındaki vakıfları emrindeki müfettişlerce teftiş ettirdiği gibi, bazan bizzat kendisi de bunları teftiş ederdi. Bununla beraber payıtaht kadısı (Istanbul kadısı), bütün vakıfları teftiş yetkisine sahipti (Daha geniş bilgi için bk. Kazıcı, Vakıflar, 7072).

Osmanlılar döneminde 1242 (m. 1826) yılında kurulan Evkaf Nezareti`nden önce vakıflar, vâkıflarının şartlarına göre idare ediliyor ve bunlar ayrı nezâretlerce murakabe ediliyorlardı. Bu nezâretler: Haremeyn, Vezir, Şeyhülislâm, Tophane ümerası ve Istanbul kadıları nezâreti idi. Osmanlıların sonuna kadar devam eden Evkaf Nezâreti, 3. 3. 1924 tarihinde çıkarılan 429 sayılı kanunla ilga edilerek Başkanlığa bağlı bir umum müdürlüğe havale edildi. Böylece Vakıflar Umum Müdürlüğü kurulmuş oldu. Cumhuriyetten sonra vakıf mevzuatında ilk mühim değişiklik 5. 6. 1935 tarih ve 2762 sayılı kanunla yapıldı. Bu değişikliklerle vakıf müessesesi kuruluş gayelerinin ve vakıf şartlarının tamamen dışına çıktı ve toplum için görmüş olduğu fonksiyonlar yok edildi.

İslâm dünyasında dinî, kültürel, askerî, sivil, iktisadî, ictimaî, su ve spor gibi sahalara varıncaya kadar hemen her sahada kurulmuş bulunan vakıflar büyük bir hizmet ifa etmişlerdi. Sırf Allah rızasını kazanmak için bu tesisleri kuran insanlara bugün de ihtiyacımız var.

Para Vakfı Ekonomik faaliyetlerin özü ve itici gücü kâr unsurudur. Üretim, dolaşım, paylaşım veya tüketim safhalarından herhangi birisinde kâra hak kazanabilmek için, islâm hukuku önce, yapılacak ticaret işinin meşrû olmasını ister. İkinci olarak da şu üç unsurdan en az birisinin bulunmasını şart koşar: Emek, sermaye ve tazmin etme riski. İslâm`da bu üçüncüsü "Vücûh Şirketi"nde ortaya çıkar. Bu da, iki veya daha çok kişinin sermayesiz, borç para kullanmak veya vadeli mal alıp satmak suretiyle elde edecekleri kân, borçların riskini üstlendikleri orana göre paylaşması esasına dayanır (es-Serahsî, a.g.e., XIII, 83, XXI,17,18, 20, 21, 24).

İslâm toplumlarında finans sorunu, islâm`ın çıkışından 24. yüzyıl başlarına kadar, karz-ı hasen dışında büyük ölçüde risk esasına ve kâr-zarar ortaklığı prensibine dayalı olarak çözümlenmiştir. Mudarebe (emekle sermayenin işbirliği yapılarak, aralarındaki anlaşmaya göre paylaşması ve zarar sermayenin katlanması yöntemi), Müşareke (sermaye ortaklığı, kârın paylaşılması anlaşmaya göre, zarara katlanma ise kural olarak sermaye oranlarına göre olan ortaklık), Sanâyi` (taahhüd işleri yapma), Ziraat Ortakçılığı (emek ve toprak sahibi ortaklığı ve kiralama (leasing) bunlar arasında sayılabilir. 13.cü yüzyıldan itibaren giderek büyüyen para vakıflar da önemli bir fınans kaynağı oluşturmuştur. Ancak vakıf paraların kullanımında temelde islâmî olmayan bazı uygulamaların da vuku bulduğunu ve bunu mütevellilerin işi bilmeyişine hamletmek gerektiğini belirtelim. Diğer yandan vakıfnâmelerde yer alan bazı hukuk terimlerinin, yanlış yorumlanmasının da bu uygulamalarda etkili olduğunu söylemek mümkündür.

MERHABA" VE "SELAM"

Yüce Mevlâ`mızın bizim üzerimize borç kıldığı selâmı kullanıyoruz, arkasından da "merhaba" diye bir kelime söylüyoruz. Bunun islâm`da bir yeri var mıdır? Yoksa kullanılması mahzurlu mudur?

Her milletin bir selâmlaşması vardır, islâm milletinin selâmlaşması da "Selâm" kelimesi ile olan selâmlaşmadır. Yani müslümanlar selâm verirken "selâmün aleyküm" derler. "Selâm" Allah`ın isimlerindendir. Sesli verilmesi ve sesli iade edilmesi gerekir (Kurtubî V/303). Elle, parmakla, ayakla selâmlaşma olmaz. Müslümânlar karşılaştıklarında ilk sözleri "Selâm" (selâmün aleyküm) olur. (Es-selâm kablel-kelâm). "Merhaba" ise bir selâmlama değil bir ağırlama terimidir", "yer genişliği" anlamını ifade eder. Bu itibarla gelen birisine "merhaba" denir. Yani; darlik çekmeyesin, geniş olasın, rahat edesin... demek olur. Bazan buna "ehlen" kelimesi de eklenir ve; yabancılik hissetmeyesin, ehlinin ve çoluk-çocuğunun yanındaki gibi rahat olasın, anlamına gelir (bk. Râgib, Müfredât,191; Ibnü`1-Esîr, en-Nihâye, N/207). Görüldüğü gibi bu anlamdaki bir kelimeyi, uzaktan gelenin selâm olarak söylemeşinin anlamı yoktur. Gelen, selâm verir. Bulunanlar selâmı "aynen, ya da daha güzeli ile" iade ederler (bk. K. Nisâ, (4) 86). Sonra da "merhaba", -ya da "merhaba, ehlen" derler. Bu, işaret ettiğimiz gibi onu ağırlamak ve ona iltifat olmuş olur. "Merhaba" terimi, bu anlamda Rasulüllah Efendimiz (sav) tarafından da çokça kullanılmıştır(Örnek olarak bk. Buharî, iman 40; Müslim, iman 24; Ebu Davud menasik 56). İslâm alimleri de bunlara dayanarak, gelenin selâmı alındıktan sonra ona "merhaba" demenin de müstehap olduğu hükmünü çıkarmışlardır (Ibn Hacer, agk.; Aynî, Umedetü`1-Kârî, I/355).

Anadolumuzun hemen her yerinde, sünnetten kaynaklanan bu güzel uygulama devam etmektedir. Bir gelenek olarak değil de, sünnette yer aldığını hesaba katarak söylenmesi halinde söyleyene sevap da kazandırır.

MESBÛK

Imama birinci rekatte yetişemeyen ve daha sonraki rekatlerde ona uyan kimse. Namaza sonradan yetişen kimse birinci rekattan sonra ve son oturuşta imam selâm vermeden önce imama uyan kimse cemaatle kılınan namaza yetişmiş olur ve mesbûk hükümlerine tabi bulunur. Bu duruma göre mesbuk, iki rekatlı namazda ikinci rekât ve son oturuşta; dört rekâtlı namazda iki, üç ve dördüncü rekâtta veya son oturuşta üç rekâtlı namazda ise; iki ve üçüncü rekâtlarda veya son oturuşta imama uyan kimsedir.

Mesbûk hakkında aşağıdaki hükümler uygulanır:

Mesbûk, imama sesli okunan bir rekatta yetişmişse "Sübhaneke"yi okumaz, tekbir alıp, susar. Imam ile birlikte son oturuşta yalnız "et-Tehiyyât"ı okur, imam selâm verince kalkar, eûzû-besmeleden sonra, Fatiha ile bir miktar Kur`an okur ve geri kalan rek`atleri tamamlar. Imama rükûda veya secdelerde yetişirse; duruma bakar. Eğer "Sübhaneke"yi okuyunca, rükû veya secdeden bir bölümüne yetişebileceğine kanaat getirirse, bunu ayakta okur. Aksi halde imama uyar ve Sübhaneke`yi okumaz. Imama oturuşta yetişirse Sübhaneke`yi okumaz, başlangıçtekbiri alıp, oturur (el-Fetâvâl-Hindiyye, Beyrut 1400/1980, I, 90, 91).

Mesbûk, son oturuşta teşehhüd miktarı oturduktan sonra, aşağıdaki durumlarda imamın selâm vermesini beklemeksizin ayağa kalkabılir:

a) Mesbûkun, ayağındaki mestinin, mesih süresinin sona ermesinden korkması (bk. "mesh" mad.).

b) Özür sahibi olan mesbûkun, namaz vaktinin çıkmasından korkması (bk. "özür" mad.).

c) Cuma namazında, ikindi namazı vaktinin girmesinden korkması.

d) Bayram namazlarında, öğle vaktinin girmesinden veya sabah namazında güneşin doğmasından korkması.

e) Abdestinin bozulacağına kanaat getirirse, artık ne imamın selâmını ve ne de yanılma secdesini yapmasını beklemez.

f) Mesbûk, imamın selâmını beklerse, önünden insanların geçeceği kanaatine varırsa yine teşehhüdden sonra kalkabılir.

Bir sebep ve özür olmadığı halde teşehhüdden sonra kalkarsa, namaz geçerli olur. Fakat bu tahrimen mekruhtur. Teşehhüd miktarı oturmadan kalkarsa, caiz olmaz. Mesbûk, imamın selâmından önce, namazını tamamlasa ve selâmda imama uysa, mümkün ve caizdir (el-Fetâvâl-Hindiyye, I, 91).

Namazların özelliğine göre, imama birinci rekâtten sonra uyân kimselerin, eksik kalan rekâtları tamamlarken karşılaşması mümkün olan durumları şöylece ifade edebiliriz.

1) Sabah namazının ikinci rekâtında imama uyan kimse, tekbir alıp susar. Son oturuşta "et-Tehiyyâtü"yü okur, imam selâm verince ayağa kalkar ve imamla birlikte kılmadığı ilk rekâtı kılmaya başlar. Sübhaneke`den, Eûzü ile besmeleden sonra Fâtiha ile bir miktar daha Kur`an okur, rukû ve secdelerden sonra oturup et-Tehiyyât ile Salavatı ve Rabbenâ Âtinâ dualarını okuyarak selâm verir.

2) Mesbûk, akşam namazının son rekâtında imama uysa; Sübhâneke`yi okur, imamla beraber o rekâtı kılıp teşehhütte oturur, sonra kalkar, Sübhaneke ile Eûzü ve Besmele`yi ve Fâtiha ile bir miktar daha Kur`an okur, rükû ve secdelerden sonra oturur, yalnız et-Tehiyyât`ı okur, sonra Allahü Ekber diyerek ayağa kalkar, sadece Besmele ile Fatiha ve bir miktar daha Kur`an okuyarak rükûya ve secdelere varır, bundan sonra son kadeyi (oturuş) yaparak selâm ile namazdan çıkar. Bu halde üç defa teşehhütte bulunmuş olur. Bununla beraber mesbûk, ikinci rekatın sonunda teşehhütte yanlışlıkla oturmayacak olsa kendisine sehiv (yanılma) secdeleri gerekmez. Çünkü bu rekât, onun yönünden birinci rekât mesabesindedir.

3) Mesbûk, dört rekâtlı namazlardan birinin dördüncü rekâtında imama uysa, imam ile teşehhüde oturduktan sonra kalkar, Sübhaneke`yi, Eûzü ile Besmele`yi ve Fâtiha ile bir miktar daha Kur`an okur, rükû ve secdelerden sonra oturur, yalnız et-Tehiyyât`ı okur. Sonra kalkar, Besmele ile Fâtiha`yı ve bir miktar daha Kur`an okuyup rükûa, secdelere varır, oturmaksızın ayağa kalkar,sadece Besmele ve Fâtiha ile bir rekat daha kılarak son oturuşu yapar, et-Tehiyyât ile Salavat ve Rabbenâ Âtinâ dualarını okuyup selam verir.

4) Mesbûk, dört rekatlı namazların üçüncü rekatından itibaren imama uysa onunla beraber son oturuşta yalnız et-Tehiyyât`ı okur, sonra kalkar, Sübhaneke`yi ve Eûzü ile Besmele ve Fâtiha ile bir miktar daha Kur`ân okuyup rükûa ve secdelere varır, sonra kalkar, yalnız Besmele`yi ve Fâtiha ile bir miktar daha âyet okuyarak yine rükûa, secdelere varır, teşehhüde oturur, et-Tehiyyât ile Salevâtı ve Rabbenâ Âtinâ duası okuyarak selâm ile namazını bitirir.

5) Mesbûk, dört rekâtlı namazların ikinci rekâtında imama uyacak olsa, üç rekâtı imam ile beraber kılmış olur, teşehhütten sonra ayağa kalkar, Sübhaneke`yi ve Eûzü ile Besmele`yi ve Fâtiha ile bir miktar âyet okur, rükû ve secdeleri yapar, son kadeyi yaparak namazını selâm ile tamamlar.

6) Imama rükûda iken uyan kişi, o rükûun ait olduğu rekâta yetişmiş sayılır. Fakat imamı secde halinde bulan kimse, hemen secdeye varırsa da bu secdenin ait olduğu rekâtı kaçırmış sayılır. Binaenaleyh o rekâtı yukardaki tariflere uygun olarak kazâ etmesi gerekir.

7) Mesbûkun kazâ edeceği rekâtlarda başkasına uyması, başkasının da bu durumda mesbûka tabi olması caiz değildir. Mesbûk bu hususta tek başına namaz kılan sayılmaz. Fakat bir mesbûk, ne kadar rekât kazâ edeceğini unutup da kendisiyle beraber mesbûk bulunan bir şahsın ne kadar kazâ edeceğini mücerred olarak göz önüne alsa bununla namazının sıhhatine bir noksanlık gelmez.

8) Mesbûk, namazını yeniden kılmak niyetiyle tekbir alacak olsa önceki tekbir ile başlamış olduğu namazı bozmuş olur. Tek başına kılan ise böyle değildir, başka bir namaz kılmaya niyet etmedikçe aynı namaza yeniden başlamak niyetiyle alacağı tekbir, bu namazını bozmaz. Çünkü her iki namaz, tek başına kılana göre birbirinin aynıdır. Mesbûk ise kendi yönünden münferit (tek başına kılan); imama uyması bakımından da onun hakkında bu aynı durum yoktur.

9) Mesbûk, Ebû Hanîfe`ye göre de Kurban Bayramında teşrik tekbirlerini imam ile beraber alır, sonra ayağa kalkıp geri kalan rekâtları tamamlar. Halbuki Ebû Hanife`ye göre münferit, bu tekbirler ile mükellef (yükümlü) değildir. Binaenaleyh mesbûk, bu konuda münferit değil, muktedi (tabi olan, uyan) durumunda kabul edilmiştir.

10) Mesbûk, imam daha selâm vermeden tahiyyâtı okuyup bitirmiş olsa bir görüşe göre şahâdet kelimesini tekrar eder, bir görüşe göre de susar. Bu hususta sahîh olan, mesbûkun tahiyyâtı yavaş yavaş okumasıdır. Birinci oturuşta imamdan önce teşehhüdü bitirmiş olan bir muktedi (imama uyan kişi) de susar, teşehhüdde bulunmaz.

11) Imam yanlışlıkla beşinci rekâta kalktığı gibi mesbûk da kendisine tabi olarak ayağa kalksa, bakılır; eğer imam, dördüncü rekâtta oturmuş ise, mesbûkun namazı bu ayağa kalkışla bozulur; fakat imam, dördüncü rekâtta oturmamış ise, beşinci rekâtta secdeye varmadıkça mesbûkun namazı bozulmaz.

12) Bir mesbûk, aynı zamanda lâhik de olabilir, Şöyle ki: Imama sonradan uyan kişi, uyku veya abdestsızlık meydana gelmesi gibi bir sebeple rükünlerden veya rekâtlardan bir kaçını imam ile kılamayıp geçirse hem mesbûk, hem de lâhik * olmuş olur. Bu halde önce, ulaşamadığı için geçirdiği rekâtları okumayarak kazâ eder, sonra mümkün ise geri kalan namazda imama uyar, daha sonra da imama uymadan önceki bir veya birden fazla rekatı okuyarak kazâ eder. Önce bunları kaza edip, sonra namaz arasında geçirmiş olduğu rükünleri veya rekâtları kaza etmesi de câizdir. Fakat bu takdirde meşrû tertibi gözetmemiş olacağından günaha girmiş olur (bk. "Lâhik" mad.).

Sonuç olarak mesbuk ve lâhikle ilgili hükümlerin amacı, müslümanları cemaatle namaza teşvik etmek ve namaza vaktinde yetişemeyenlere veya namazın tümünü imamla birlikte kılamayanlara kolaylık sağlamaktadır. Islâm`da cemaatle namaza büyük önem verilmiş ve yalnız başına kılınacak bir farz namaza göre, cemaatle kılınacak böyle bir farz namaza yirmi yedi derece ecir olduğu haber verilmiştir (Mesbûk için bk. Molla Hüsrev, Durarul-Hukkâm, Istanbul 1307, I, 92 vd.; el-Fetâvâl-Hindiyye, Beyrut 1400/1980, I, 90 vd.; Ibnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, Mısır 1389/1970, I, 377 vd.; Ö. Nasuhi Bilmen, Büyük Islâm Ilmihali, Istanbul 1985, s. 186 vd.).






Signing of RasitTunca

Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Messages In This Thread
RE: Fıkıh Ansiklopedisi M Harfi İle Başlayanlar - by RasitTunca - 11-25-2023, 03:12 PM

Forum Jump:


Users browsing this thread: 3 Guest(s)