Thread Rating:
  • 184 Vote(s) - 3.05 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Fıkıh Ansiklopedisi M Harfi İle Başlayanlar
#4
MESBÛK(İMAMA BİRİNCİ REKATTA YETİŞEMİYEN)

İmama birinci rekatte yetişemeyen ve daha sonraki rekatlerde ona uyan kimse. Namaza sonradan yetişen kimse birinci rekattan sonra ve son oturuşta imam selâm vermeden önce imama uyan kimse cemaatle kılınan namaza yetişmiş olur ve mesbûk hükümlerine tabi bulunur. Bu duruma göre mesbuk, iki rekatlı namazda ikinci rekât ve son oturuşta; dört rekâtlı namazda iki, üç ve dördüncü rekâtta veya son oturuşta üç rekâtlı namazda ise; iki ve üçüncü rekâtlarda veya son oturuşta imama uyan kimsedir.

Mesbûk hakkında aşağıdaki hükümler uygulanır:

Mesbûk, imama sesli okunan bir rekatta yetişmişse "Sübhaneke"yi okumaz, tekbir alıp, susar. İmam ile birlikte son oturuşta yalnız "et-Tehiyyât"ı okur, imam selâm verince kalkar, eûzû-besmeleden sonra, Fatiha ile bir miktar Kur`an okur ve geri kalan rek`atleri tamamlar. İmama rükûda veya secdelerde yetişirse; duruma bakar. Eğer "Sübhaneke"yi okuyunca, rükû veya secdeden bir bölümüne yetişebileceğine kanaat getirirse, bunu ayakta okur. Aksi halde imama uyar ve Sübhaneke`yi okumaz. İmama oturuşta yetişirse Sübhaneke`yi okumaz, başlangıç tekbiri alıp, oturur (el-Fetâvâl-Hindiyye, Beyrut 1400/1980, I, 90, 91).

Mesbûk, son oturuşta teşehhüd miktarı oturduktan sonra, aşağıdaki durumlarda imamın selâm vermesini beklemeksizin ayağa kalkabılir:

a) Mesbûkun, ayağındaki mestinin, mesih süresinin sona ermesinden korkması (bk. "mesh" mad.).

b) Özür sahibi olan mesbûkun, namaz vaktinin çıkmasından korkması (bk. "özür" mad.).

c) Cuma namazında, ikindi namazı vaktinin girmesinden korkması.

d) Bayram namazlarında, öğle vaktinin girmesinden veya sabah namazında güneşin doğmasından korkması.

e) Abdestinin bozulacağına kanaat getirirse, artık ne imamın selâmını ve ne de yanılma secdesini yapmasını beklemez.

f) Mesbûk, imamın selâmını beklerse, önünden insanların geçeceği kanaatine varırsa yine teşehhüdden sonra kalkabılir.

Bir sebep ve özür olmadığı halde teşehhüdden sonra kalkarsa, namaz geçerli olur. Fakat bu tahrimen mekruhtur. Teşehhüd miktarı oturmadan kalkarsa, caiz olmaz. Mesbûk, imamın selâmından önce, namazını tamamlasa ve selâmda imama uysa, mümkün ve caizdir (el-Fetâvâl-Hindiyye, I, 91).

Namazların özelliğine göre, imama birinci rekâtten sonra uyân kimselerin, eksik kalan rekâtları tamamlarken karşılaşması mümkün olan durumları şöylece ifade edebiliriz.

1) Sabah namazının ikinci rekâtında imama uyan kimse, tekbir alıp susar. Son oturuşta "et-Tehiyyâtü"yü okur, imam selâm verince ayağa kalkar ve imamla birlikte kılmadığı ilk rekâtı kılmaya başlar. Sübhaneke`den, Eûzü ile besmeleden sonra Fâtiha ile bir miktar daha Kur`an okur, rukû ve secdelerden sonra oturup et-Tehiyyât ile Salavatı ve Rabbenâ Âtinâ dualarını okuyarak selâm verir.

2) Mesbûk, akşam namazının son rekâtında imama uysa; Sübhâneke`yi okur, imamla beraber o rekâtı kılıp teşehhütte oturur, sonra kalkar, Sübhaneke ile Eûzü ve Besmele`yi ve Fâtiha ile bir miktar daha Kur`an okur, rükû ve secdelerden sonra oturur, yalnız et-Tehiyyât`ı okur, sonra Allahü Ekber diyerek ayağa kalkar, sadece Besmele ile Fatiha ve bir miktar daha Kur`an okuyarak rükûya ve secdelere varır, bundan sonra son kadeyi (oturuş) yaparak selâm ile namazdan çıkar. Bu halde üç defa teşehhütte bulunmuş olur. Bununla beraber mesbûk, ikinci rekatın sonunda teşehhütte yanlışlıkla oturmayacak olsa kendisine sehiv (yanılma) secdeleri gerekmez. Çünkü bu rekât, onun yönünden birinci rekât mesabesindedir.

3) Mesbûk, dört rekâtlı namazlardan birinin dördüncü rekâtında imama uysa, imam ile teşehhüde oturduktan sonra kalkar, Sübhaneke`yi, Eûzü ile Besmele`yi ve Fâtiha ile bir miktar daha Kur`an okur, rükû ve secdelerden sonra oturur, yalnız et-Tehiyyât`ı okur. Sonra kalkar, Besmele ile Fâtiha`yı ve bir miktar daha Kur`an okuyup rükûa, secdelere varır, oturmaksızın ayağa kalkar,sadece Besmele ve Fâtiha ile bir rekat daha kılarak son oturuşu yapar, et-Tehiyyât ile Salavat ve Rabbenâ Âtinâ dualarını okuyup selam verir.

4) Mesbûk, dört rekatlı namazların üçüncü rekatından itibaren imama uysa onunla beraber son oturuşta yalnız et-Tehiyyât`ı okur, sonra kalkar, Sübhaneke`yi ve Eûzü ile Besmele ve Fâtiha ile bir miktar daha Kur`ân okuyup rükûa ve secdelere varır, sonra kalkar, yalnız Besmele`yi ve Fâtiha ile bir miktar daha âyet okuyarak yine rükûa, secdelere varır, teşehhüde oturur, et-Tehiyyât ile Salevâtı ve Rabbenâ Âtinâ duası okuyarak selâm ile namazını bitirir.

5) Mesbûk, dört rekâtlı namazların ikinci rekâtında imama uyacak olsa, üç rekâtı imam ile beraber kılmış olur, teşehhütten sonra ayağa kalkar, Sübhaneke`yi ve Eûzü ile Besmele`yi ve Fâtiha ile bir miktar âyet okur, rükû ve secdeleri yapar, son kadeyi yaparak namazını selâm ile tamamlar.

6) İmama rükûda iken uyan kişi, o rükûun ait olduğu rekâta yetişmiş sayılır. Fakat imamı secde halinde bulan kimse, hemen secdeye varırsa da bu secdenin ait olduğu rekâtı kaçırmış sayılır. Binaenaleyh o rekâtı yukardaki tariflere uygun olarak kazâ etmesi gerekir.

7) Mesbûkun kazâ edeceği rekâtlarda başkasına uyması, başkasının da bu durumda mesbûka tabi olması caiz değildir. Mesbûk bu hususta tek başına namaz kılan sayılmaz. Fakat bir mesbûk, ne kadar rekât kazâ edeceğini unutup da kendisiyle beraber mesbûk bulunan bir şahsın ne kadar kazâ edeceğini mücerred olarak göz önüne alsa bununla namazının sıhhatine bir noksanlık gelmez.

8) Mesbûk, namazını yeniden kılmak niyetiyle tekbir alacak olsa önceki tekbir ile başlamış olduğu namazı bozmuş olur. Tek başına kılan ise böyle değildir, başka bir namaz kılmaya niyet etmedikçe aynı namaza yeniden başlamak niyetiyle alacağı tekbir, bu namazını bozmaz. Çünkü her iki namaz, tek başına kılana göre birbirinin aynıdır. Mesbûk ise kendi yönünden münferit (tek başına kılan); imama uyması bakımından da onun hakkında bu aynı durum yoktur.

9) Mesbûk, Ebû Hanîfe`ye göre de Kurban Bayramında teşrik tekbirlerini imam ile beraber alır, sonra ayağa kalkıp geri kalan rekâtları tamamlar. Halbuki Ebû Hanife`ye göre münferit, bu tekbirler ile mükellef (yükümlü) değildir. Binaenaleyh mesbûk, bu konuda münferit değil, muktedi (tabi olan, uyan) durumunda kabul edilmiştir.

10) Mesbûk, imam daha selâm vermeden tahiyyâtı okuyup bitirmiş olsa bir görüşe göre şahâdet kelimesini tekrar eder, bir görüşe göre de susar. Bu hususta sahîh olan, mesbûkun tahiyyâtı yavaş yavaş okumasıdır. Birinci oturuşta imamdan önce teşehhüdü bitirmiş olan bir muktedi (imama uyan kişi) de susar, teşehhüdde bulunmaz.

11) İmam yanlışlıkla beşinci rekâta kalktığı gibi mesbûk da kendisine tabi olarak ayağa kalksa, bakılır; eğer imam, dördüncü rekâtta oturmuş ise, mesbûkun namazı bu ayağa kalkışla bozulur; fakat imam, dördüncü rekâtta oturmamış ise, beşinci rekâtta secdeye varmadıkça mesbûkun namazı bozulmaz.

12) Bir mesbûk, aynı zamanda lâhik de olabilir, Şöyle ki: İmama sonradan uyan kişi, uyku veya abdestsizlik meydana gelmesi gibi bir sebeple rükünlerden veya rekâtlardan bir kaçını imam ile kılamayıp geçirse hem mesbûk, hem de lâhik * olmuş olur. Bu halde önce, ulaşamadığı için geçirdiği rekâtları okumayarak kazâ eder, sonra mümkün ise geri kalan namazda imama uyar, daha sonra da imama uymadan önceki bir veya birden fazla rekatı okuyarak kazâ eder. Önce bunları kaza edip, sonra namaz arasında geçirmiş olduğu rükünleri veya rekâtları kaza etmesi de câizdir. Fakat bu takdirde meşrû tertibi gözetmemiş olacağından günaha girmiş olur (bk. "Lâhik" mad.).

Sonuç olarak mesbuk ve lâhikle ilgili hükümlerin amacı, müslümanları cemaatle namaza teşvik etmek ve namaza vaktinde yetişemeyenlere veya namazın tümünü imamla birlikte kılamayanlara kolaylık sağlamaktadır. İslâm`da cemaatle namaza büyük önem verilmiş ve yalnız başına kılınacak bir farz namaza göre, cemaatle kılınacak böyle bir farz namaza yirmi yedi derece ecir olduğu haber verilmiştir (Mesbûk için bk. Molla Hüsrev, Durarul-Hukkâm, İstanbul 1307, I, 92 vd.; el-Fetâvâl-Hindiyye, Beyrut 1400/1980, I, 90 vd.; İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, Mısır 1389/1970, I, 377 vd.; Ö. Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1985, s. 186 vd.).

MESCİDLERDE TAKVİM SATIŞI:

Diyanet Gazetesi ve takvimlerinin satış ilânı hutbelerin yarı konusu haline geldi. Hutbeden herhangi bir şeyin satışını ilân etmek ve camide, ya da cami önünde bir şey satmak caiz midir?

Caiz değilse aldığımız takvim, ya da hocaların bundan aldıkları para haram mi olmuş olur?

Rasûlüllah Efendimiz (sav): "Küçük çocuklarınızı, delilerinizi, alış-verişınızi, sesinizi yükseltmeyi, hadlerinizi uygulamayı mescidlerinizden uzak tutun..."(Hindî, VN/670 (Hadisi Ibn Adıy, Taberanî rivayet etmişlerdir)) buyurmuştur. Yine: "Şu mescidler... Ancak Allah (cc)`i zikretmek, namaz kılmak ve Kur`ân okumak içindir".(Hindî, VN6661 (Hadisi, Ahrried b. Habel ve Müslim rivayet etmişlerdir.)) "Mescidde alım-satım yapan birisini görürseniz ona deyin ki, Allah ticaretine kazanç vermesin. Kaybettiği bir şeyi soran birisini görürseniz ona deyin ki, Allah onu sana geri getirmesin"(Zeylaî, Nasbur-Râye, N/493; Hindî, VN/666) buyurmuş ve "mescidlerde alış-veriş yapmayı, kayıp ilânını ve şiir okumayı... yasaklamıştır".(agk.)

Buna göre; her ne olursa olsun, mescidde alım-satımını yapmanın yasaklandığı anlaşılır. Ancak bu yasağın derecesi farklı anlaşılabilmiştir. Meselâ: Hanefi fıkıh kitaplarının muteberlerinden Halebî Kebir`de bu hadislere işaret edilerek bir yerde: "Mescid, içinde alış-veriş yapmaktan... korunmalıdır" denirken (Halebî Kebîr, 610), daha sonra bir yerde de, mescidde alış-veriş yapmanın haramlığına işaret edilir. (age. 614) Fetavay-i Hindiyye`de aynı ibare tekrarlanır.(I/110) Ama Ibn Abidin; mescid bir pazar havasına çevrilirse mekruh olur, diyecek kadar mes`eleyi hafif tutanların olduğunu söyler.(Ibn Abidîn, I/440-41)

Kısaca mescidde satış yapmak Hanefiler ve Malıkîlere göre (tahrimen) mekruhtur. Ama bu çirkin ve günah bir iş olmakla beraber, satana kazandığı, alana aldığı helâl olur. Çünkü bu bizatihi çirkin değil, başka çirkinliğe sebep olduğu için (ligayrıhi) çirkindir. Hanbelilere göre ise haramdır. Akid gerçekleşse dahi batıl olur.Mescidde itikâfta bulunan birisi ise ticaret gayesi ile yapmadığı, orada bulunabilmesi için muhtaç olduğu için yaptığı alış-verişlere mecbur olduğundan bunlar caizdir.(Vehbe, N/708) Durum bu olunca; hutbelerden, vaazlardan takvim, kitap ya da mecmua satış ilani yapmak, bunları satmak en azından mekruh derecesinde çirkin bir iştir, yapmamak ve yaptırmamak gerekir. Çünkü bunlar beraberlerinde başka çirkinlikleri de getirir. Şimdiden birçok mescidimizde bunlara ilave olarak kitap vb. şeyler de satılmaya başlanmıştır bile. Hatta bu cami içi tezgahlara islâm`a muhalif kitapların dahi girebilmesi çok ilginç bir olaydır. "Bir bid`at ihdas edene o bid`at sürdükçe günah yazılır."

Mescidlere bitişik olarak, ya da mescidlerin altında veya üstünde yapılan odaları mescidden sayılır mı? Abdestli olmayanların, ya da muayyen hallerinde kadınların bu tür odalara girmeleri caiz olur mu?

Bir yerin mescid olabilmesi için;1- Oranın özel mülkiyetten (sözle de olsa) çıkarılması (ifraz), 2- Halkın orada namaz kılmasına izin edilmesi gerekir. İfraz edilmesi de oraya müstakil bir kapı ayrılmasıyla olur. Böylece ifraz edilip, namaz kılmaya izin verildikten sonra artık orası mescid olmuş, kişinin mülkiyetinden çıkmış, satılamaz ve varis olunamaz hale gelmiş olur.

Mescidlerin üstü sonsuza kadar mescid sayılacağı için, artık mescidin üzerine ev yapılamaz. Mescidin üzerinde helâ ve cinsellik ihtiyacı gibi ihtiyaçlar giderilemez.

Ancak üstünde ve altında ev ya da bodrum olan bir ara kat mescid yapılırsa İmameynin zarurete binaen verdikleri fetvaya göre orasıda mescid olur ve mescid hükmünü alır. Altı ve üstü de ne ise yine o şekilde kullanılmaya devam eder. (Merginâni, el-Hidâye NI/19; Fetavay-i Hindiye N/454, 457) Mescidin ihtiyaçları için yapılan bitişik odalara ya da mescidin bodrumuna gelince, buralar bidayette mescid olarak değil de cami ile ilgili çeşitli ihtiyaçlar, kültürel faaliyetler, ders ve sohbet yerleri olarak inşa edilmiş ve oralara ayrı kapılar yapılmış ise oralar; imama uyma bakımından mescid olmakla beraber, diğer konularda mescid sayılmazlar. Yani böyle bitişik yerlerdeki insanlar, saflar ayrılmış olsa dahi, camideki imama uyarak namaz kılabilirler. Diğer yönden böyle yerlere, abdestsiz, cünüp ya da abdestli olarak girmelerinde mahzur olmaz. (Bkz. Alauddin Abidin, el-Hediyye 285)

MESCİDLERİ SÜSLEME

Cami yapıyoruz diye halktan toplanılan paralar1a camilere çok pahalı tezyinat yapılıyor. Bunun bir mahzuru yok mudur?

Bir şeyin yapılıyor olması onun mahzuru olmadığını göstermez. Önce bunu söylemiş olalım. Ondan sonra: Ne hikmetse Islâm`da genellikle binaya ihtiyacı aşan tarzda ehemmiyet vermek, fazla yüksek binalar yapmak, elbisede olduğu gibi binada da gösteriş unsuruna kaçmak pek hoş karşılanmamış ve bunda hep fanilik inancına zıt bir görünüm aranmıştır. Bu hususta pek çok hadis-i şerif yanında bazı ayet-i kerimeler de vardır. Meselâ Şu`ara Suresi 128. ve 129. ayetlerinde, Peygamberleri yalanlayan geçmiş milletlere hitaben: "Her yüksek yerde bir alamet bina edip eğlenir misiniz? Ebedi kalacakmışsınız gibi muhkem köşkler, kaleler, mi edinirsiniz?" buyurulur ve onların bu tutumları kınanır. Mevdudî bu ayetleri açıklarken der ki: "... Bu bağlamda, mimaride israfın bir halk içinde rastgele ortaya çıkmayıp maddî amaçlar ve bencil kazançlar ugrunda servet yığma ve çılgınlığın sonucu olduğu belirtilmelidir. Bir millet bu noktaya geldiği zaman tüm sosyal sistemleri bozulur ve çöküntüye uğrar".(Mevdudî, Tefhim, IV/43) Nitekim en yakınımızdaki Osmanlı buna örnek teşkil edebilir. Diğer yönden Rasulüllah (sav)`in mescidi sade olduğu gibi, ta Selçukluların sonuna kadar tüm Islâm dünyasındaki mescidler de genellikle sade idiler. Selçuklunun "Ulu Cami" tipi bunun şahididir. Ama daha sonraları san`at Batıda başdöndürücü bir propoganda aracı haline gelince, resim ve heykel yasağıyla karşılaşan müslümanlar, hem estetik zevk, hem de san`atla üstünlük kurmaya çalışan Batı düşüncesine, aynı silâhla karşılık verme aracı olarak mimariye ve özellikle de cami mimarisine yöneldiler. Doğrusu bu yolla gereken cevabı da en güzeliyle verdiler. Mamafih bu da tartışılabilir ve İslam`ın üstünlüğünü ortaya koyacak gerçek dinamikler yitirildigi için mimariye muhtaç olundu, denebilir. Ama yine denilebilir ki, "kâsaneler bina etmek" lizatihi değil, sebep olacakları ahlâki bozulmadan ötürü (ligayrihi) yerilen bir şey olabilir. Dolayısı ile müslümanların kafa yapılarında hakimiyet kurmak isteyen kültürlere cevap teşkil etmesi halinde "ligayrihi kabîh" değil, "ligayrihi hasen" bir şekle dönüşür ve güzel sayılır. Sonra dikkat edilirse mimarisinin israf olup olmadığı tartışılabilecek camilerimizin daha çok görkemli olan tarafları, iç kısımları değil, genellikle dış görünüşleridir. Zaten camilerin süslenmesinin hoş karşılanmayışının fanilik duygusuna ve tevazua zıt oluşundan başka bir esas sebebi daha zikredilir ki, o da süslemelerin, namaz kılanların dikkatini çekmesi ve namazın huşuunu bozmasıdır. Fıkıh kitaplarımızda mes`eleye daha çok bu açıdan bakılmıştır. Kur`ân-ı Kerim`de mescidlerin sadece "imarından"(K. Tevbe 9/18) ve "tesisinden"(K. Tevbe 9/108) bahsedilir. Hadis-i şerifler süsleme konusunda daha detaylı bilgi verirler. "Benim tezyin edilmiş bir eve girmem olmaz."(Ebu Dâvûd, Et`ime 8; Ibn Mace, Et`ime 56; Müsned, V/221, 222) "Ben muhteşem mescidler yapmakla emrolunmadım".(Ebu Davud, Salât 12) Bu hadisi şerhederken Münavî der ki: Ibadethaneleri süslemek ehli kitabın işidir. Yahudiler ve Hiristiyanlar kitaplarını tahrif ettikten sonra mabetlerini süsleyip tezyin ettiler... Müslümanların bu konudaki hususu da itidal olmalıdır. Hz. Ömer onca maddî devlet gücüne rağmen mescidi değiştirmemiştir. Islâm`da mescidleri ilk tezyin eden Velid b. Abdülmelik`tir. Selefimizden çoğu insanlar fitne korkusundan ona bir şey diyememişlerdir". (Münavi, Feyzul-kaîr, V/426). Bu hadisle ilgili olarak Ebu Davûd`un nakline göre Ibn Abbâs: "Ama siz yine de Yahudi ve Hiristiyanlar gibi mescidleri süsleyeceksiniz." Yani ihlası terkedecek, onlara uyacak ve mescidleri övünme vesilesi yapacaksınız (Ebu Davûd, Salat 12) demiştir. Hatta Ebu Davud`un müteakip hadisi de bunu destekler: "Insanlar mescidler konusunda birbirleriyle övünmedikçe Kıyamet kopmaz"(agk.) Mescidleri süslemenin, dinin gereklerini yaşamadaki zayıflıktan kaynaklandığını gösteren bir hadis-i şerif de şudur: "Hangi milletin işi kötüleştiyse, onlar mescidlerini süslediler".(Ibn Mâce, Mesâcid 2)Fıkıhçılar elbette bir konuda hüküm vermek için mes`eleye naslar açısından da pozisyon açısından da çok yönlü bakarlar. Ibn Abidin: "Mescidi -mihrap duvarı hariç nakışlamakta beis yoktur (Yani yapılmasa daha iyi olur). Mihrap duvarını süslemek (tahrimen) mekruhtur, çünkü namaz kılanların dikkatini dağıtır. Süslenen yerlerinde de detaylı ve girift nakışlar yapmak yine (tahrimen) mekruhtur".(Ibn Abidin, I/442 (Amire)) Süslenebilecek kısımların badana ya da altın suyu ile bezenmesi mekruh değilse de bu camiye vakfedilen (cami yapılması için verilen) paralardan yapılamaz. Kişiler bunu ancak kendi hesaplarına yaptırabilirler (Hindiye, I/09) der.Böyle kişilere ses çıkarılmamasının sebebi de şudur: Mescid süslemek (temizleme ve güzelleştirmeyi buna karıştırmamak gerekir) için para ve zaman israfında bulunan insanlar zaten dindarlığı zayıf ve bu konuda bilgisi az insanlardır. Onları bundan da menetmek kendilerini mescidlerden bütün bütün koparacaktır. Binaenaleyh hiç olmazsa paralarını buralara harcasınlar, diye düşünülür. (Milnavî yukarıya aldığımız son hadis-i şerifi bu doğrultuda açıklar. bk. Feyzu`1-Kadîr, V/449; Konu hakkında ayrıca bk. M. C. el-Kâsimî, Islâhu`1-Mesacıd, (Cezair 1989) s. 96) Özetlersek:

l. Mescidlerin cemaatine, cemaati yetiştirmeye değil de mescidleri süslemeye özen göstermek dini gevşekligin belirtisidir.

2. Mescidde namaza duranların görebileceği yerleri süslemek, yaldızlamak ve çeşitli tablolar asmak mekruhtur.

3. Diğer kısımların süslenmemesi, ama temiz ve güzel tutulması süslenmesinden daha iyidir.

4. "Cami yapmak üzere" diye alınan paralar süslemelere harcanamaz. Mahzuru olmayacak süslemeleri kişiler ancak kendi ceplerinden yatırırlar, ya da parayı verene süslemede kullanılacağı söylenilerek alınır.

5. Cami için toplanan paraların, tezyinat yerine cemaata ve çocuklarına hakikatleri öğretmede kullanılması daha iyidir.

MESH

Silme, eli bir şey üzerine sürme; belirli süre içinde özel bir mest`in üzerine ıslak eli sürmek anlamında bir fıkıh terimi. Topuklarla birlikte ayakları örten, giyilen ayakkabıya "mest (huff)" denir. Abdestte mest üzerine meshetmek, ayakları yıkama yerine geçer. Deriden yapılan ve topukları örten özel yapılı mest; potin, çizme, aba, terlik ve kalın çorabı da kapsamına alır. Yani bunlarda mest hükmündedirler.

Mest üzerine meshin cevazı sünnetle sabittir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Mukîm, mestleri üzerine bir gün bir gece; yolcu ise üç gün üç gece mesheder" (Nesaî, Tahâre, 98; İbn Mâce, Tahâre, 86; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 213). Bu, meşhur bir hadis olup, içlerinde Hz. Ömer, Afi, Huzeyme b. Sâbit, Ebû Saîd el-Hudrî, Saffân b. Assâl, Avf b. Malik, İbn Abbas ve Hz. Âişe gibi ünlü sahabelerin bulunduğu kalabalık bir sahabe topluluğu tarafından nakledilmiştir. Hatta İmam Ebû Yusuf, mestlerin üzerine mesih haberinin, benzeriyle Kur`ân ayetini neshetmenin mümkün olacağı kuvvette bir hadis olduğunu belirtmiştir. Ashab-ı Kiram söz ve fiil olarak meshin caiz olduğunda ittifak etmiştir. İmam Malik meshi yalnız yolcu için caiz görmüştür. Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Bedir gazvesine katılmış yetmiş sahabeye yetiştim, hepsi de mest üzerine meshi caiz görüyordu" (el-Kasânî, Bedâyiu`s-Sanâyi, Beyrut 1402/1982, I, 7; İbn Abidin, Reddü`l-Muhtâr, İstanbul 1984, I, 260, 261).

Ayaklara meshin farz miktarı, her ayağın ön tarafına rastlayan mestin üzerindeki, elin küçük parmağı ile üç parmaklık yerdir. Bu kadar bir yere meshetmekle, farz yerine gelmiş olur.

Şafiîlere göre, mestlerin üzerine bir parmak bile olsa mesh yeterlidir. Hanbelîler mestlerin üstünün yarıdan fazlasına, Malikîler ise, mestlerin üstünün tamamına meshi gerekli görürler.

Mestlerin altına mesh edilmez. Yapılan mesihte parmakların açıkça bulunması, meshin ayak parmaklarının ucundan yukarıya doğru yapılması sünnete uygun bir meshdir. Ancak sünnete uygun düşmemekle birlikte, mestin üzerine su dökmek, mesti sünger gibi bir şeyle ıslatmak, mestin üzerine enine olarak mesh etmek veya meshe mestin koncundan başlamak da yeterli olur.

MESHİ BOZAN ŞEYLER:

1) Mesh süresinin dolması. Mukim için bir gün bir gece, yolcu için üç gün, üç gece geçtiği zaman kişi abdestsiz ise, abdest alır ve namazını kılar. Eğer süre dolduğu zaman, abdestli durumda ise, yalnız iki ayağını yıkaması yeterlidir.

2) Ayağından mestleri çıkarmak. Bu sırada, abdestli ise ayaklarını yıkaması yeterlidir. Mesih süresi başlamadan abdestli iken çıkarılan mesh ise abdesti etkilemez. Ayakkabıyı çıkarıp giymek gibi olur. Eğer mesh süresi içinde, abdestsiz bulunduğu sırada mestlerini çıkarırsa, tam abdest alması gerekir. Tek mestin veya ayağın çoğunun çıkması da abdesti bozar (el- Kâsânî, a.g.e., I, 12; el-Fetâvâ`l-Hindiyye, II, 34 vd.).

3) Mestlerdeki yırtık veya sökük, ayak parmaklarından en küçük üç parmak sığacak büyüklükte ise, mesh bozulur. Bu konuda iki mest ayrı ayrı değerlendirilir.

4) Gusül abdesti gerektiren durumlarda da mesh bozulur. Boy abdesti alındıktan sonra, mestler giyilir ve abdest bozulduğu andan itibaren yeni mesh süresi başlar.

Malikîlere göre, mesh için bir süre yoktur. Guslü gerektiren bir şey bulunmadıkça mest üzerine devamlı olarak mesh etmek mümkündür. Ancak cuma namazı kılacak kimseler için, her cuma günü mestlerini çıkarıp ayaklarını yıkaması menduptur (el-Kâsânî, a.g.e., I, 8,9).

Sonuç olarak, mest üzerine mesh, İslâm`ın müslümanlara getirdiği bir kolaylıktır, bir ruhsattır. Meshin caiz olduğunu kabul etmekle birlikte, abdestle ayaklarını yıkamayı tercih etmek azimet niteliğindedir ve daha fazla sevaba vesile olur. Mest özelliği bulanan çorap üzerine mesh de başka bir kolaylıktır. Özellikle soğuk iklimlerde yaşayan müslümanların giyecekleri kalın, keçeleşmiş, altını göstermeyen ve altına suyu da geçirmeyen çoraplar mest yerine kullanılabilir , çorapla ilgili hadislerin kritiği için bk. eş-Şevkânî, Neylü`l-Evtâr, Mısır, t.y., I, 213, 214).

Meshin cevazındaki şartlar şunlardır
İsa Sevgili
İsa Sevgili
Kurucu



Namaz Zamanı

B2B Toptan Satış Pazaryeri

Kral Yolu
kralyolu.com
Gusül (boy) abdesti nasıl alınır?
Gusül abdesti yada boy abdesti nasıl alınır? Ayrıntılarıyla gusül abdestini öğrenin
Namaz nasıl kılınır?
Namaz nasıl kılınır? Namaz kılmayı öğrenmek hiç bu kadar kolay olmamıştı.
Abdest nasıl alınır?
Abdest nasıl alınır? Namaz kılmak için kadınlar ve erkekler nasıl abdest alırlar?
Fatiha Suresi
Fatiha suresi, Fatiha suresinin anlamı, tefsiri, yazılışı ve okunuşu videolu anlatım
Amentü Duası
Amentü nedir? Amentü Duası Anlamı. Müminlerin imân esaslarını ifâde eder
Çocuğunuz için namaz etkinlikleri
Çocuğunuzun namazı sevmesi için neler yapmalısınız? Örnek etkinlikler
Cenaze namazı nasıl kılınır? Cenaze namazı kılınışı
Cenaze namazı nasıl kılınır? Cenaze namazı kılınışı, Özet maddeler halinde anlatım

MESHİN CEVAZINDAKI ŞARTLAR ŞUNLARDIR:

1) Mestler, ayağa abdest için ayaklar yıkandıktan sonra giyilmiş olmalıdır. Bir özürden dolayı çıplak ayak veya sargı üzerine meshedilmiş bulunması yıkama hükmünde olup, bundan sonra giyilmiş mestler üzerine de meshedilebilir.

2) Mestler, ayakları topuklarıyla birlikte her taraftan örtmüş bir halde bulunmalıdır. Topuklardan kısa mestler, potin, terlik ve benzerleri üzerine mesih yapılmaz.

3) Ayağa giyilmiş mestler ile, en az üç mil kadar (5 km. kadar) bir yol yürümek mümkün olmalıdır.

4) Mestlerin topuktan aşağı kısmında, ayağın küçük parmakları ile üç parmak miktarı kadar yırtık veya sökük bulunmamalıdır. Yırtık veya sökük konusunda her iki mest ayrı kabul edilir.

5) Mestler, bağsız olarak ayakta durabilecek derecede kalın olmalıdır.

6) Mestler dışarıdan aldığı suyu hemen içine çekerek ayağa ulaştıracak bir halden uzak bulunmalıdır.

7) Her ayağın ön tarafından en az küçük el parmağı kadar kısım mevcut olmalıdır. Bu yüzden bir veya iki ayağının ön tarafı bulunmayan kimse, mestlerine mesh edemez. Ancak bir ayağı tamamen bulunmayan kimse, diğer ayağına giydiği mestine mesh edebilir (el-Kâsânî, a.g.e., I, 7 vd.; İbn Âbidin, a.g.e., I, 261 vd.; el-Fetâvâ`l-Hindiyye, I, 32-34; Mehmed Zihni, Nimet-i İslâm, İstanbul, t.y.; s. 76; Ö. Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1985, s. 82 vd.).

Meshin Süresi:

Bir meshin süresi, mükim olan kimse için bir gün bir gece, yani yirmi dört saat; en az o sekiz saatlik yola giden yolcu için üç gün üç gecedir. Bu da yetmiş iki saat eder. Bu süreler Hadislerde belirlenmiştir (Nesai, Tahâre, 98; İbn Mâce, Tahâre, 86). Bir meshin süresi, mestin ayağa giyildiği andan itibaren değil, abdestinin bozulduğu andan itibaren başlar. Meselâ; sabah abdest alıp mestlerini giyen kimsenin. abdesti, öğle vakti saat on ikide bozulsa, mesh süresi saat on ikide başlamış olur.

Mukim iken yolcu olan kimse, yolculuk süresine tabi olur ve bu süreyi doldurur. Bunun aksine yolcu olan kimse bir gün bir gece meshettikten sonra mukim olsa, süresi bitmiş olur. Artık abdest alırken ayaklarını yıkaması gerekir. Yolculuğun helâl veya haram bir amaç için yapılmış olup olmaması meshi etkilemez. İmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel`e göre, mübah olmayan bir amaç için yapılan yolculukta mesh süresi yirmi dört saattır.

MESKEN

Fert veya ailenin yerleşip oturduğu, uzun süre kılmaya elverişli yer. Her canlı kendisini arındıracak, hayatını geçirebilecek bir yuva yapmak ihtiyacını duyar. Insanoğlunun kendisini ve neslini muhafaza edebilmesi ve hayatını sürdürebilmesi için yaptığı yuvaya da Arapçada "mesken", Türkçede buna "ev" denir.

Kur`ân-ı Kerim`de gerek geçmiş ümmetlerin barındıkları yerlerden ve gerekse ahirette müminlerin kalacakları yerden söz edilirken hep "mesken" ifadesi kullanılmıştır. (et-Tevbe, 9/24, 72; Ibrahim,14/37; en-Nahl,16/80; Tâha, 20/128; el-Kasas, 28/58; es-Secde, 32/26; es-Sebe; 34/15; el-Ahkâf, 46/25). Yine Süleyman (a.s)`in kıssasında sözü edilen karıncaların yuvası için de "mesken" tabiri kullanılmıştır (en-Neml 27/18).

Islâm`da kişilerin mesken sahibi olmasına büyük önem verilmiştir. Bu sebeple Hz. Peygamber: "Üç şey insanın saadetinden, üç şey de mutsuzluğundandır. Insana mutluluk veren üç şey: Iyi bir eş, geniş bir ev ve iyi bir binektir. Insanın mutsuzluğuna sebep olan üç şey ise: Kötü eş, kötü ev ve kötü binektir" buyurmuştur (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I,168; III, 407). Meskenin kötülüğünden maksat ise, "darlığı ve istifade edilen bölümlerinin azlığıdır" buyurulmuştur (Hâkim, el-Müstedrek, II, 162). Ayrıca bir evin kötü oluşu ve saadet yuvası olamayışının sebepleri arasında; komşuların kötülüğü, ezan duyulamayacak veya cemaatle namaza iştirak edilemeyecek kadar mescide uzak oluşu ve havasının kötü olması, güneş alamaması gibi hususlar da sayılmıştır (Ali Şafak, Islâm Hukuku Açısından Şehircilik ve Aile Meskeni Problemi, Ilâhiyat Fak. Dergisi, Erzurum 1982, s. 14). Yine Hz. Peygamber: "Eğer uğursuzluk denen bir şeyden söz edilecekse bu, şu üç Şeydedir: Ev, eş ve binek vasıtası" buyurmuştur (Buhâri, Cihad, 47; Müslim, Selâm,1 I8, 119; Tirmizi, Edeb, 58; Ibn Mâce, Nikâh, 55).

Işte bu önemine binaendir ki, Islâm`da ev yapımı teşvik edilmiş ve Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Her kim bize memur (vergi memuru) olursa evlensin, hizmetçisi yoksa hizmetçi tutsun ve evi yoksa ev edinsin" (Ebu Dâvud, Imâre, 10; Ibn Mâce, Ruhn, 24; Ahmed 6. Hanbel, Müsned, III, 467). Öte yandan ihtiyaç yokken ev veya arsa satımı da hoş karşılanmamıştır. Huzeyfe Ibnül- Yemâm, Resulullah (s.a.s)`ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Her kim bir ev satarda kıymeti ile bir benzerini satın almazsa o parada bir bereket yoktur" (Ibn Mâce, Rühûn, 24). Aynı şekilde ihtiyaç yokken yapılan her bina, insan için bir vebal sayılmış (Ebu Dâvud, Edeb, 160), bina yapımına aşırı düşkünlük ise, kıyamet alâmetlerinden sayılmıştır (Buhâri, Isti`zân, 53).

Islâm hukukunda kişiye tanınan temel hak ve hürriyetlerden biri de mesken hürriyetidir. Çünkü bir insanın hayatı, malı, namusu, şeref ve haysiyeti mesken ile muhafaza olunur. Öyleyse bunlar gibi, meskenler de taarruz ve tecavüzden masumdur. Meskenlere tecavüz, aynı zamanda hem hayata, hem namusa, hem hürriyete ve hem de mala tecavüzdür. Bunun içindir ki; bir kimsenin meskenine tecavüz etmek, yahut iznini almadan bulunduğu eve, oturduğu odaya girmek, yahut mesken içinde bulunan şeyleri öğrenmeye çalışmak, Islâm nazarında kötü bir hareket sayılıp şiddetle yasaklanmıştır.

Islâm dininde meskenlere giriş çıkışların belli esaslar dahilinde yapılması istenmiş ve şöyle buyurulmuştur: "Ey inananlar! Evlerinizden başka evlere, izin almadan, seslenip sahiplerine selam vermeden girmeyiniz..." (en-Nûr, 24/27-29). Görüldüğü gibi eve girerken izin isteme ve ev sahibine selâm verme, Kur`ân`ın emrettiği bir görgü kuralıdır. Hatta evden çıkarken bile izin istemek, inanmış olmanın gerektirdiği ince bir davranıştır (en-Nûr, 24/62). Özellikle şu üç vakitte -ev halkından olanların bile- mutlaka izin isteyerek evlere girmeleri gerektiği şöyle belirtilmiştir: "Ey inananlar! Ellerinizin altında olan köle ve cariyeler ve sizden henüz erginliğe ermemiş olanlar (çocuklar), üç vakitte odalarınıza girebilmek için izin istesinler: Sabah namazından önce, öğleden sonra elbiselerinizi çıkarıp yatacağınız vakit ve yatsı namazından sonra. Bunlar sizin üstünüzün açılabileceği üç vakittir. Bunların dışında hizmetçilerin ve çocukların, izin almadan içeri girmelerinden dolayı size ve onlara bir günah yoktur..." (en-Nur, 24/58). Bu üç vakitte, özel durumlarından dolayı, anne-babanın odasına köle ve çocukların izinsiz girmesi yasaklanmıştır. Bulûğ çağına ermiş çocuklar ise, her zaman izin isteyeceklerdir (en-Nr, 24/59). Eve girerken de mutlaka selam verilmesi istenmiş ve şöyle buyurulmuştur: "...Evlere girdığınız vakit Allah tarafından kutlu, güzel bir yaşama dileği olarak kendinize (kendinizden olan ev halkına) selâm verin..." (en-Nûr, 24/61). Hz. Peygamber de, Enes b. Malık`e şu tavsiyede bulunmuştur: "Yavrucuğum, ailenin yanına girdiğin zaman selâm ver. Bu, kendin ve ev halkı için berekettir" (Tirmizî, Isti`zân, IO).

Evlere izinsiz girilmesinin yasaklanması, özel hayatın korunması amacına yöneliktir. Binaenaleyh, evlere izinsiz ve habersiz girilmesi ile özel hayatın gizliliği ihlâl edilmiş olur. Uyulması istenen kurallardan birisi de, evlere kapılarından girilmesidir. Çünkü Kur`ân-ı Kerim`de: "Evlere arkalarından girmeniz iyi değildir... evlere kapılarından girin..." (el Bakara, 2/189) buyurulmuştur. Böylece cahiliyye devri âdetlerinden olan, eve arkadan veya pencereden girme alışkanlığı da kaldırılmıştır (Fahruddin er-Râzi, Mefâtîhu`l-Gayb, II, 144).

Verilen bilgilerden de anlaşılacağı gibi, başkasına ait olup hiç bir suretle giriş hakkı bulunmayan evlere girmek için mutlaka izin almak gerekir. Yoksa yapılan hareket meskene tecavüz sayılır. Hane halkının o kimseye karşı her türlü savunma hakkı doğar. Bu arada korku veya yanlışlıkla bir yakının yaralanması veya öldürülmesi muhtemeldir. Bu yüzden, girme hakkı bulunan evlere veya odalara bile girerken izin istemek veya kapıyı ya da zili çalmak hem edebe uygun, hem de bir tedbirdir. Izin isteme işi de üç defa yapılmalı, üçüncüde de izin verilmezse geri dönülmelidir (Buhâri, Isti`zân, 13). Izin isterken de önce selâm, sonra izin esasına riayet edilmelidir. Hz. Peygamber de, yanına gelen birine böyle yapmasını tavsiye etmiştir (Tirmizi, Isti`zân, 18). Aynı şekilde, kapıyı çalan kimseye "kim o" denildiği zaman, kimliğini açık bir şekilde belirtmelidir. Aksi halde ev sahibi zor durumda bırakılmış olabilir. Bir defasında Câbir (r.a.), Resulullah`ın kapısını çalmış, "kim o"diye sorduğunda Câbir (r.a.), "ben, ben" diye cevap vermiştir. Resulullah (s.a.s), onun bu şekilde cevap vermesinden hoşlanmamış ve kimliğini açık bir şekilde belirtmesi gerektiğine işaret etmiştir (Buhârî, Isti`zân, 17; Tirmizî, Isti`zân, 18).

Izin isterken uyulması gereken ahlâkî esaslardan biri de, evin içine bakılmamasıdır. Bunun sebebi, Islâm`da aile mahremiyetine son derece önem verilmiş olması ve gözün de haramdan korunmak istenmesidir. Izin istemedeki asıl amaç da budur. Ebû Zer (r.a), Resulullah (s.a.s)`ın konu ile ilgili olarak şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: Kim kendisine izin verilmeden bir perdeyi (kapıyı) aralar, evin içine bakar ve ev halkının mahrem yerlerini görürse, yapılması kendisine helâl olmayan bir şeyi yapmış olur. Şayet o, evin içerisine bakarken, evin erkeği karşılasa da onun gözlerini çıkarmış olsaydı ona karşı tavır almazdım. Şayet bir kimsenin gözü, perdesi örtülmemiş (veya kapısı kapatılmamış) bir eve takılır da evin içine bakarsa burada bakanın hatası yoktur, hata, kapısını kapatmadığı için ev sahibinindir" (Tirmizî, Zühd,16). Bu hadis, Resulullah (s.a.s)`ın konuya ne kadar önem verdiği göstermektedir. Ayrıca, böyle yapan kimselere karşı Allah Resulu`nun hiddetlendiği de bilinmektedir (Tirmizi, Isti`zân, 17).

Bilindiği gibi mesken - doğumundan ölümüne kadar- insan ömrünün önemli bir kısmının geçirildiği yerdir. Bir bakıma insanın huzur ve mutluluk yuvasıdır. Bunun içindir ki, meskenlerin Islâmî ölçülere uygun olarak yapılması tavsiye edilmiştir. Bundan maksat ise, tuvaletlerin kıbleye doğru olmaması, banyo ve mutfakların muhafazalı yerlere yapılması; evin; komşunun evini gölgeleyecek, ışık almasını engelleyecek şekilde yüksek yapılmaması, komşunun mahremini görecek şekilde pencereler konulmaması ve gösterişten uzak durup sadeliğe riayet edilmesi ve benzeri şeylerdir (Ebû Dâvud, Tahâret, 4; Buhârî, el-Edebü`l-Müfred, Kahire 1379, s.162).

Yine gece yatarken ocakta veya sobada ateş bırakılmaması, ışıkların söndürülmesi, evin kapılarının kapatılması, içinde yiyecek ve içecek gibi şeyler bulunan kapların üstünün örtülmesi de, tedbir niteliğindeki tavsiyeler arasındadır (bk. Buhârî, Isti`zân, 49, 50).

Verilen bilgilerden de anlaşılacağı gibi, her müslümanın, İslam`ın emirlerini yerine getirdikten sonra yapacağı en önemli işlerden birisi de iyi bir mesken, yani oturacak yer temin etmesidir. Kurtuluşun nasıl mümkün olacağını soran Ukbe b. Âmir`e, Hz. Peygamber: "Diline hâkim ol, evini genişlet ve hatalarına da ağla (tevbe et)" cevabını vermiştir (Tirmizî, Zühd, 60).

Buna göre Islâm hukuku, kişi ve toplumu yakından ilgilendiren mesken problemine dair önemli hükümler getirmiştir. Kişi ve toplumun mülkiyet hakkını kabul eden Islâm hukuku, bu iki hak arasında denge kurmaya çalışmış; iki hakkın karşı karşıya gelmesi halinde, toplumun hak ve menfaati ön plânda tutulmuştur. Aynı şekilde, mesken sahibi olmak ve bu meskende İslam`ın öngördüğü bir biçimde aile hayatı sürdürmek dînî hükümler gereğidir. Meskenin mutluluk yuvası olması da, ancak ideal ölçülere uygun bir biçimde yapılmasıyla mümkündür. Mesken yapımında iç ve dış mimaride- Islâmî emir ve yasaklara uyulmalıdır. Israfa kaçılmamalı ve sağlığa uygun bir tarzda yapılmalıdır. Komşu hukukuna riayet edici, çevre sağlığına zarar vermeyen bir yükseklik ve biçimde binalar yapılmalıdır (Ali Şafak, Islâm Hukuku Açısından Şehircilik ve Aile Meskeni Problemi, A. Ü. Ilâhiyat Fakültesi Dergisi, Erzurum, 1982, s.14-17)

MESNÛN

Sünnet olan, sünnet olmuş bulunan, âdet edilen şey; bilenmiş bıçak; üzerinden ömürler geçmiş olan, çirkin kokulu. Mesnûn, bir fıkıh terimi olarak farz ve vacip olmaksızın Resulullah (s.a.s) tarafından ibadet olmak üzere yapılan herhangi bir fiildir. Meselâ; kuşluk namazı, farzlara tabi olan ve "revâtip" denilen vakit sünnetleri, küsûf ve husûf (ay ve güneş tutulması) namazları, yağmur duası namazı, umre, muharrem orucu gibi ibadetler "mesnûn ibadet" niteliğindedir. Hz. Peygamber bunları yapmış, ancak farz olmadıklarını göstermek için bazen da terketmiştir (Mansûr Ali Nâsıf, et-Tâc, I, 330).

Mesnûn, Kur`ânî bir terim olarak üç ayette "çirkin kokulu, kokuşmuş, işlenebilir anlamında ve "min hamein mesnun" terkibi şeklinde "işlenebilir siyah kokmuş çamur" anlamında kullanılır (el-Hicr, 15/26, 28, 33).

"Mesnûn" bu haliyle insanoğlunun yaratılışında ilk merhaleyi ifade eden terimlerden birisidir. Müfessirler bu kelimeye, insanın yaratılışını ifade edişinden kavram olarak değişik, fakat nitelik bakımından birbiriyle ilgili anlamlar vermişlerdir. "Gerçekten biz insanı, kuru pişmemiş çamurdan; kokuşmuş bir balçık (mesnûn)tan yarattık" (el-Hicr, 15/26). Ayette, kuru pişmemiş çamur karşılığında "salsâl" kelimesi vardır ki bu, Rahman sûresi 14-15. ayetlerindeki "el-fahhâr"a uygun olarak, kurumuş, vurulduğu zaman ses veren, kuru pişmemiş çamur demektir. Işte "mesnûn" kelimesi, "hame" kelimesiyle birlikte bu kelimeden bedeldir. Imam Fahruddin er-Râzî, kelimenin şu anlamlara geldiğini ileri sürmektedir:

1- Ibnü`s-Sikkit`i Ebû Amr`den rivayetine göre: "mesnûn, değişken demektir" diyordu. Bunun açıklamasında Ebû`l-Heysem de; ARAPÇA denilir ki, şu değişti, o değişmiştir, demektir. Buna delil de ARAPÇA (el-Bakara, 2/259) ifadesidir ki "değişmedi" demektir."

Zeccâc ise; "Bu terim "Senen-i tarik" a, yani yol güzergâhına konulmuş şey demektir ki böyle olan bir şey değişir" der.

2- Mesnûn, hakk edilmiş, yani sürtülmüş, kazınmış veya bilenmiş demektir. Buna bağlı olarak bileğiye "misenn" ve sürtülürken ikisinin arasında çıkan kazıntıya "senen" denilir.

3- Ebû Ubeyde`ye göre "mesnûn" masbûb, yani dökülmüş demektir.

4- Sibeveyh "mesnûn"un bir şekil ve örneğe göre şekil verilmiş anlamına geldiğini söyler. Bu (ARAPÇA) deyiminden alınmıştır ki "yüzün özel bir şekli" demektir. Kâmus`ta bu mana ile ilgili olarak "beyzi yüzlü" manasına "mesnûnü`l-vech" denilir.

5- Ibni Abbas "mesnûn"un yaş çamura dendığını söyler (Fahruddin er-Râzî, Mefâtihırl-Gayb, XIX,180: Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur`an Dili, V 3056-3057).

6- "Mesnûn", mensûb anlamındadır ki; kendinden sonra gelenler kendisine nisbet edilir. Zürriyetinin Hz. Âdem`e nisbet edilip Âdemoğlu denmesi bu anlamı ile ilgilidir (Şihâbüddin Mahmûd el-Âlûsi, Rühu`l-Meâni, XIV, 34).

Gerek bu anlamlar gerek Kur`anın, ilk insanın yaratılışı ile ilgili ayetlerde geçen "topraktan" (Âl-i Imrân 3/59); "ateşle pişmiş gibi kuru çamurdan" (es-Saffât, 37/I1); "hakir bir suyun özünden" (es-Secde, 32/8); "karışık bir nutfeden" (el-Insan, 76/2) şeklindeki ifadeler birbirine zıt kavramları değil, Hz. Âdem`in yaratılışıyla ilgili çeşitli evreleri değişik kelimelerle ifade etmekten ibarettir. Zaten Cenab-ı Hak bunu, "Doğrusu biz insanı, halden hale geçirdiğimiz karışık bir nutfeden yarattık" (el-Insan, 76/2) şeklinde bildirmektedir. Kısaca Cenab-ı Hak, Hz. Âdem`i topraktan yaratmıştır. Önce bu toprağı çamur haline getirmiş, sonra da kiremit gibi kurutmuştur. Cenab-ı Hak, Hz. Âdem`i çamurdan insan şeklinde yarattı. Bu şekil kurudu. Ona bir rüzgâr esintisi dokundukça ondan ses (salsale) işitiliyordu. Bu sebeple Cenabı Hak âyet-i kerimede onun maddesinden bahsederken "salsâl" buyurmaktadır" (Mefâtîhul-Gayb, XIX, 179).

İlk insanın yaratılış devreleri dörde ayrılmaktadır:

1- Toprak devresi:Bu, yaratılışın (tekvin) temel devresidir. Çünkü Hz. Âdem`in yaratılışının ana maddesi topraktır. Cenabı Hakk`ın ilâhi iradesiyle Hz. Âdem`i yaratmayı istediğinde, yer yüzündeki her çeşit topraktan bir miktarı almalarını meleklere emretti. Işte bu alınan toprak çeşitleri Adem (a.s)`in yaratılışının temelini teşkil etti. Cenabı Hak buna şöyle işaret etmektedir: "O`nun âyetlerinden biri de, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz, (yer yüzüne) yayılan insanlar oluverdiniz" (er-Rûm, 30/20). Hadis-i şerifte de bu devre şöyle anlatılmaktadır: "Cenabı Hak Adem`i, yer yüzünün her tarafından aldığı bir avuç topraktan yarattı. Bunun için Ademoğulları, yeryüzü(nün renkleri ve tabiatları) kadar değişik şekillerde geldiler. Onlardan kimisi kırmızı derili, kimisi beyaz, kimisi siyah, kimisi bunların arasında bir renkte; kimisi yumuşak, kimisi sert tabiatlı; kimisi kötü, kimisi de iyi huylu geldi" (Tirmizî, Tefsîru Süretil-Bakara,1; Sünne, 16; Ahmed b. Hanbel, IV, 400).

2- Çamur devresi: Cenabı Hak meleklere bu toprağı suyla yoğurmalarını emredince, ortaya yapışkan bir çamur çıktı. Kur`an-ı Kerim`de bu safha şöyle belirtilir: Biz insanları (Âdemoğullarını) yapışkan bir çamurdan yarattık" (es-Saffât, 37/11) Hz. Âdem (a.s) uzun süre bu şekilde çamur halinde durdu ve kurudu. Işte bu Hicr sûresi, 26. ayetinde, "Gerçekten biz insanı, kuru pişmemiş çamurdan; kokuşmuş bir balçıktan (mesnûn) yarattık" buyurulduğu gibi, esmer kuru, şekil ve koku itibariyle değişken bir çamurdan yaratılışı ifade eder.

Aynı zamanda bunun kuruluğu; "Insanı ateşte pişmiş gibi kuru çamurdan yarattı"(er-Rahman, 55/14) âyetinde ifade edildiği gibi dokunulsa ses verecek bir kurulukta idi.

3- Oluş (tekvin) devresi: Ruhsuz insan şeklının verilmesi devresidir. Müfessirlerin ifadesine göre kırk yıl böyle şekil verilmiş olduğu halde, ruhsuz olarak bekledi. Cenabı Hak buna şu şekilde işaret etmektedir: "Insanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?" (Insan, 76/1).

Hz. Âdem yaratılışında çok uzun boylu idi. Soyundan gelenler devamlı kısaldı. Resulullah (s.a.s) bunu şöyle bildirmektedir: Allah Âdemi kendi suretinde yarattı. Onun uzunluğu altmış arşındı... Cennete giren her kişi Âdem`in suretinde ve altmış arşın uzunluğunda olacaktır. Ama Âdem`den sonra soyundan gelenler şimdiye kadar boyları kısalmakta devam ederek gelmişlerdir" (Buhârî, Isti`zân,1; Müslim, Cennet, 28).

4- Ruh üfürülmesi (ruh verilmesi) devresi: Ilâhi irade çamurdan yaratılmış bu varlığı düzgün bir beşer şekline (Meryem,19/17) getirmek işiten, konuşan, gören bir insan yapmak istedi ve ona ilâhi rahmetinden ruh verdi. Bu şekilde o üstün bir yaratılışa, en güzel bir şekle, en kamil bir kılığa büründü. Bu insanın son devresidir. Kur`an-ı Kerim`de bu, şöyle bildirilir: "Onu düzenleyip (Insan şekline koyduğum) ve ona ruhumdan üflediğim zaman (ey melekler) hemen ona secdeye kapanın" (el-Hicr, 15/29).

Ancak bu secde ubudiyet secdesi değil, selâmlama ve saygı gösterme ifadesiydi. Meleklerin hepsi bu emre uyup secde ettiler, Hz. Âdeme saygılarını sundular. Iblis ise buna yanaşmadı, secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı (el-Hicr 15/30-31).

Hz. Âdemin olgun bir insan haline gelişi bir takım devrelerden geçerek olmuştu. Soyundan gelenler de yine bir takım devrelerden geçerler (Hak Dini Kur`an Dili, V, 3057).

Resulullah (s.a.s) buna şöyle işaret buyurur: "Sizin her birinizin yaratılması şöyledir: Anne ve babanın maddeleri, kırk gün annenin karnında toplanır. Sonra o maddeler, o kadar zaman içinde (yani kırk gün) katıbir kan pıhtısı halini alır. Sonra yine o kadar zaman içinde bir çiğnem et olur. Sonra (dördüncü devrede) Allah bir melek gönderir de, tekâmül eden o bir çiğnem ete, şu dört kelimeyi yazması emrolunur: "Onun işini, rızkını, ecelini, şaki (kötü) yahut said (iyi) olduğunu yaz!" denilir. Sonra ona ruh üflenir" (Buhârî, Bed`ül-Halk, 6; Müslim, Kader, 1; Ebû Davûd, Sünne, 16).

MEŞRÛ

Şeriata uygun, şeriatca yasaklanmayan davranış. Islam hukukunda farz, vacib, sünnet, müstahab ve mübah olarak tanımlanan davranışları belirtir. Şerî, helal, caiz kelimeleri de meşru ile aynı anlamı karşılar. Gayrı meşru deyimi ise meşru olmayanı, Islam şeriatında haram ve mekruh olan davranışları dile getirir.

Toplum halinde yaşayan insanlar, belli kurallara uymak zorundadırlar. Bu kurallardan bazıları emredici bazıları da yasaklayıcı niteliktedir. Toplum düzeninin sağlanması,haksızlıkların önüne geçilmesi için uyulması zaruri olan bu kurallara hukuk kuralları denir. Bu kurallara uymayanlara müeyyide (yaptırım) uygulanarak, uymaları sağlanır. Işte kanunlarla yasaklanmamış olan, başka bir ifadeyle, kurallara uygun olan davranış ve fiillere kanuna uygun anlamında meşru fiiller denir.

Hukuk sistemleri, ilâhi hukuk sistemi ve beşeri hukuk sistemi olmak üzere ikiye ayrılır. Islâm şeriatı, ilâhi bir hukuk sistemidir. Bu sisteme göre Meşruluğun kaynağı (şari) Allah ve Resulu`dur. Başka bir deyişle şeriat koyma, insan ve toplum hayatını düzenleyecek kanun ve kurallar getirme yetkisine yalnızca Allah ve Resulu sahiptir. Bu nedenle meşruiyetin sınırları Islâm şeriatınca belirlenir. Şeriatca yapılması istenilen, teşvik edilen ya da yasaklanmayan davranış ve fiiller meşrudur. Şeriatın yasakladığı ya da yapılmasını hoş görmediği davranışlar da gayrı meşrudur. Bir Müslüman, bu konuda seçim hakkına da sahip değildir.

Beşeri hukuk sistemleri de insan ve toplum hayatını düzenleyen, yasaklar getiren kanun ve kurallar koyarak insanların bunlara göre davranmalarını ister. Fakat bu sistemler kanun koyucu olarak Allah`ı değil, belli bir insan ya da kurumu tanırlar. Böyle bir hukuk sisteminin yürürlükte olduğu toplumlarda Islâmi anlamda bir meşruiyetten söz edilemez. Çünkü Islâm açısından, her şeyden önce, sistemin kendisi özü bakımından, gayrı meşrudur. Bu nedenle böyle bir sistemde meşru sayılan bir davranış, gerçekte gayrı meşru olabilir. Sözgelimi beşeri hukuk sistemlerinde zina yapmak, içki içmek, faiz alıp vermek meşru (yasal) davranışlardır. Oysa bunlar Islâm şeriatınca kesin biçimde yasaklanmıştır ve bu nedenle de gayrı meşrudur.

Islâm`a göre bir fiilin meşru olup olmadığı Islâm Hukukunun kaynakları (Edille-i Şer`iyye) dediğimiz Kitap, Sünnet, Icma` ve Kıyasla bilinir. Meşru olup olmadığı hakkında bu kaynaklarda açık bir hüküm yoksa, fayda-zarar (maslahat) ve zaruret gibi hususlar gözönünde tutularak içtihad yapılır.

Islâmda haram olduğu kesin olarak bildirilmiş şeyler vardır. Bunların dışındakiler genellikle mübah (meşru) kapsamına girer. Meşru olup olmadığı açık olarak bilinemeyen (şüpheli) şeylerin terkedilmesi, takva açısından tavsiye edilmiştir (bk. Riyâzus-Sâlihin, s. 419). Ayrıca Hadislerde bir şeyin meşru olup olmadığını ayırmak için bazı ölçüler verilmiştir. Buna göre kalbi rahatsız eden ve insanların bilmesi istenmeyen şey, kalbin şüpheye düştüğü şey gayrı-meşru (ism:günüh); kalbin huzur duyduğu, şüpheye düşmediği şey meşru`dur (birr : iyilik) (et-Terğib ve`t-Terhib, 3/215-216).





Signing of RasitTunca

Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Messages In This Thread
RE: Fıkıh Ansiklopedisi M Harfi İle Başlayanlar - by RasitTunca - 11-25-2023, 03:16 PM

Forum Jump:


Users browsing this thread: 2 Guest(s)