11-25-2023, 03:18 PM
MEŞRU BİR TİCARETTE ŞU ÖZELLİKLER BULUNMALIDIR:
1) Alan ve satanın rızası,
2) Karşılıklı iyi niyet ve dürüstlük,
3) Ticaretin, taraflardan birine veya başkalarına zarar vermemesi.
Ticarette bulunması gereken bu vasıfları Kur`an şöyle zikreder; "Ey îman edenler! birbirinizin mallarını haksızlıkla değil, karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle yeyin, (haram ile) nefsinizi mahvetmeyin. Allah şüphesiz size merhamet eder. Bunu, kim aşırı giderek haksızlıkla yaparsa onu ateşe sokacağız. Bu, Allah`a kolaydır. " (en-Nisâ, 4/29-30).
Alış-verişin rüknü:
Diğer akitlerde olduğu gibi icab ve kabuldür. Icab ve kabul, sözle yazı ile ve işaretle olur. Icab ve kabulde kullanılan ifadelerin kesinlik taşıması gerekir; satıcının bu malı sana sattım, verdim; alıcının da aldım, kabul ettim demesi gibi. Satıcının bu sözlerine îcab, alıcının sözüne de kabul denir.
Alış-verişlerde satış akdinin yazı ile tesbiti iyidir. Anlaşmazlık anında elde vesika olur. Icab ve kabul olunca alış-veriş kesinleşir tek taraflı cayma hakkı yoktur. Ancak alıcı veya satıcı pazarlık devam ederken alış-verişten cayabilirler. Alış-veriş, kabz yani malı teslim alma ile tamam olur. Böylece alıcı, mala; satıcı da paraya sahip olur.
MESRÛK (ÇALINTI MAL)
Az veya çok olsun başkasının malını gizlice çalmak anlamına gelen "sirkat" kökünden ism-i mef`ul. Çalınan veya çalınmış mal.
İslâm`da belirli miktarda malı, belirli yerden gizlice çalan kimseye had cezası öngörülmüştür (bk. el-Maide 5/38, "Hırsızlık" maddesi). Çalınan malda bazı özelliklerin bulunması gerekir. Bu özelliklerden ilki çalınan malın "mutlak mal olması", yani toplumda mal kabul edilen cinsten bir şey olması gerekir. Altın, gümüş, cevherler, bakır, demir gibi madenlerden yapılmış eşyalar mal kabul edilir.
Çalınan malın "mütekavvim mal" olması da şarttır. Aksi takdirde çalınan maldan dolayı had gerekmez. Buradan hareketle, şarap, çocuk vb. şeyleri çalan kişiye had lâzım gelmeyeceği belirtilmiştir. Çünkü şarab, müslümanlarca mütekavvim mal kabul edilmemiştir. Hür bir çocuk ise zaten mal kabul edilemez.
Had cezasını gerektiren çalıntı malın en az bir dinar (4 gr.lık altın para) veya on dirhem (28 gr. gümüş para) değerinde veya bu miktara denk değerde olması gerekir. Daha az miktardaki mal için hırsızlık cezası uygulanamaz.
Aynı şekilde çalınan mal, bir bekçi ile veya ev, dükkan, depo gibi bir yerde muhafaza edilmiş olmalıdır. Korumasız ve açıktan çalınan mal için (meselâ sokaktaki veya bekçisiz bir tarladaki malın çalınması halinde) had uygulanmaz. Bu itibarla bir hizmetçi hizmet ettiği ev veya dükkândan, bir şahıs misafir olduğu yerden mal çalsa yine had gerekmez. Fakat bir hizmetçinin, sahibi tarafından kilitlenen ve açmakla izinli olmadığı bir yerden mal çalması halinde had cezası uygulanır. Bunun gibi meradan çobansız hayvanları çalmak da haddi gerektirmez. Diğer yandan gündüz, kapısı açık bulunan bir eve girecek hırsızlık yapan kişiye de had gerekmez. Fakat geceleyin herkes evine çekildikten sonra, kapısı kapalı, ama kilitlenmemiş olan bir evden yapılacak olan hırsızlık da cezayı gerektirir.
Bir kimse kiraya verdiği evinden veya dükkanından, kiracısının malını çalacak olursa, o kişi hakkında da had uygulanır. Çünkü o ev veya dükkan kiracının elinde bulunduğu sürece koruma altında sayıldığı için, mal sahibinin izinsiz oraya girmeye hakkı yoktur.
Evlerin sathı da, korunmuş yer hükmünde olacağından, dam veya balkon gibi yerlerden bir malın gizlice çalınması halinde had gerekir.
Alınmaları veya çalınmaları halinde İslâm ülkesindeki halk tarafından hoşgörü ile karşılanan az miktardaki odun, ot, saman, av hayvanı, balık, kuş, tavuk, tuz, kamış, kömür... gibi çok kısmetli olmayan şeyleri çalmak da cezayı gerektirmez. Bu gibi şeyler fıkıh kaynaklarında "tâfih" denir (el-Mevsılî, el-İhtiyâr li Ta`lîli`l-Muhtâr, İstanbul 1980, IV. 107; İbn Âbidîn, a.g.e., IV. 91). Bu hükümden anlaşılan, insanların değer vermediği veya fazla rağbet etmediği şeylerin çalınması halinde söz konusu cezanın uygulanamamasıdır.
Ancak İslâm hukukçuları önemsiz sayılan eşyayı belirlerken kendi devirlerinde bulunan eşyayı örnek vermişlerdir. İnsanların mala verdikleri değer ve önem devirden devire değişebilir. Kısaca, "tâfih" (değersiz) mal" kavramını örfe ve devirlere göre değerlendirmek gerekir.
Had cezasını gerektiren (çalıntı malda aranacak diğer bir şart da, söz konusu malın çabuk bozulan cinsten bir şey olmamasıdır. Bu yüzden taze meyvalar, hurmalar, süt, et, henüz başağında bulunan arpa veya buğday tam olgunlaşmadıkları ve çabuk bozulma özelliği gösterdikleri için tam bir mal sayılmazlar. Dolayısıyla de çalınmaları halinde, had gerekmez (el-Mevsılî, a.g.e., IV. 107; İbn Abidîn, a.g.e., IV. 91). Buna karşılık kuru meyvalar, her türlü hububat, yağlar, kokular, bir yıl bozulmadan dayanabilme özelliğinde olan sirke ve pekmez gibi mallar, çabuk bozulmadıkları için bu hükme girmezler. Bu yüzden böyle bir malı çalan kimseye had lâzım gelir.
Bir hırsıza had uygulanabilmesi için, çalınan malda o hırsızın "mülkiyet hakkı veya mülkiyet şüphesi" bulunmaması gerekir. Meselâ; bir kimse, kendi çocuklarının malını çalsa; alacaklı borçlusunun malından, alacağının karşılığı olarak aynı cinsten mal alsa had cezası lâzım gelmez. Fakat bu kişi, borçlusunun başka cinsten malını çalsa, ona had uygulanır (el-Mevsılî, a.g.e., IV. 109).
İslam`da diğer had cezalarında olduğu gibi, hırsızlık haddinde de en küçük şüphede had düşmektedir. Ancak bir hırsızdan haddin düşmesi, onu diğer ceza uygulamalarından kurtarmaz. Her şeyden önce çalınan malın iadesi veya tazmini gerekir. Had cezası düşse bile çalınan mal, mal sahibine iade edilir. Hırsız, malı telef etmişse onu tazmin etmesi gerekir. Kendisi de hapis veya tazir cezasıyla cezalandırılır. Fakat mal hırsızın elinde telef olmuş, had de uygulanmış ise, artık bu mal hırsıza tazmin ettirilmez.
METÂF(TAVAF YAPARKEN DÖNÜLEN YER)
Dönme yeri, tavaf yaparken dönülen yer; Arapça tavaf kökünden yer ismi; Kâbe-i Muazzama`nın çevresinde, tavaf yaparken yedi defa dönülen alan.
Metaf`ın mahalli veya yeri, Kâbe`nin çevresidir. Çünkü Allah Teâlâ, "... ve eski ev (Kabe) yi tavaf etsinler" (el-Hacc, 22/29) âyetinde Kâbe`nin tavafını emretmektedir. Kâbe`nin tavafı demek; Kâbe`nin çevresinde dolaşmak demektir. Bu yüzden Mescid-i Haram`da yapılacak olan tavaf Kâbe`ye yakın veya uzak olsa da caiz olur. Ancak tavafın Mescid-i Haram dahilinde olması gerekir. Meselâ Zemzem kuyusunun bulunduğu yerin arkasından veya Mescid`in iç kısmında olmak şartıyla duvarlarına yakın bir yerden tavaf yapılsa bu da yeterli olur. İzdiham veya korku zamanlarında tavaf alanının geniş tutulması kolaylıklar sağlar.
Buna karşılık bir kişi Kâbe`yi tavaf ederken, Mecsid-i Haram`ın dışına çıksa ve kendisi ile Kâbe arasında mescidin duvarları bulunsa, bu tavaf câiz olmaz. Çünkü söz konusu duvarlar tavaf alanını sınırlamaktadır. Bu kişi Kâbe`nin çevresinde tavaf yapmamış sayılacağından, yaptığı tavaf caiz değildir. Zira o kişi, böyle bir durumda Kâbe`yi değil, Mescid-i Haram`ı tavaf etmiş demektir. Aksi takdirde, Mescidin duvarlarının dışının da Metaf sayılarak tavaf burada da mümkün olsaydı; Mekke`nin çevresinde, hattâ Harem-i Şerif`in dışında da Kâbe`yi tavaf etmek caiz olur, böylelikle bu sınır daha da genişleyerek bütün dünya tavaf alanına girebilirdi. Böyle bir tavaf da tavaf olamazdı. Halbuki ayet-i kerime bizzat Kâbe`nin tavaf edilmesini emretmektedir. Bu tavaf da ancak Metaf dahilinde olabilir.
Diğer yandan Kâbe`nin altın oluğunun bulunduğu kuzeyinde; Hanefi makamının önündeki yarı dairelik mermer duvarla çevrili olan ve adına
"Hatim" denilen yerin iç kısmı tavaf alanının dışında kabul edilir. Bu yüzden de tavafın Hatim`in dışından yapılması gerekir. Çünkü, altınoluk tarafında, kısa duvarla çevrili Hatim denilen küçük bir alanın, Kâbe`ye (Beyt) dahil olduğu hadisle sabittir.
Abdullah İbn Zübeyr (ö. 72/691). Hz. Aişe`nin (ö. 57/676) şöyle dediğini nakletmiştir: Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar yeni müslüman olup da küfür zamanına yakın olmasalardı, bir de bina yapımına yetecek kadar para bulunsaydı "Hıcır" dan beş zira miktarı bir yeri Kâbe ye ilâve ederdim. Ve insanların birinden girip diğerinden çıkacağı iki kapı yapardım" (Sahih-i Müslim, Matbaa-ı Âmire Tab`ı, IV, 98).
Yarım ay şeklindeki Hatim duvarının içinde kalan ve Hıcr-ı İsmail denen yer, Hz. İbrahim (a.s)`ın inşa ettiği asıl Kâbe`nin binasına dahilken, İslâm`ın çıkışından önce, Kureyş`in temelden itibaren yaptıkları bir tamir sırasında bu yer Kâbe duvarlarının dışında bırakılmıştır.
Esved b. Yezid (ö.75/694) yoluyla gelen bir rivayette Hz. Aişe şöyle demiştir: "Nebi (s.a.s)`e, Hıcr-ı, İsmail`in duvarının Beyt`ten olup olmadığını sordum: "Evet, duvar Beyt` tendir" buyurdu. "Kureyş için ne engel vardı ki, bu duvarı, yani Hıcr`ı, Beyt`in aslına ilâve etmediler" diye sordum. Şöyle cevap verdi: "Kureyşin bu Hıcr`ı, Kâbe ye ilâve etmeye bütçeleri yeterli olmadı. Bunun için Beyt`i daraltma yoluna gittiler" (Sahih-i Buhâri, Mısır(t.y), II, 146, 147.).
Abdullah İbn Zübeyr`in Mekke emirliği sırasında Yezid`in Şam`dan gönderdiği bir ordu, mancınıkla atılan taş ve yağlı fitillerle Kâbe`yi tahrip etmişti. Bunun üzerine Abdullah İbn Zübeyr, istişâre ve istihârelerden sonra Kâbe`nin temellerini açarak, Hıcr-ı da dahil etmek suretiyle, yukarıdaki hadislere uygun bir yapı meydana getirdi. Ancak bu durum uzun sürmedi. Emevi hükümdarı Abdülmelik b. Mervan`ın 73 Hicri tarihinde Haccac`ın komutasında gönderdiği bir ordu, Kâbe`yi ikinci defa tahrip etti ve İbnü`z-Zübeyr şehit edildi. Kâbe yeniden, Hıcr kısmı dışarıda kalacak şekilde Hz. Peygamber devrindeki şekliyle inşa edildi. Bundan sonra da zaman zaman tamirler olmakla birlikte Kâbe`nin yapısında bir değişiklik olmadı.
Günümüzdeki devam eden şekli budur (ez-Zebîdi, Tecrid-i Sarih Tercemesi, 7. baskı, Ankara 1984, VI, 36-43).
Tavafın Hıcr mevkiinin dışından dolaşarak yapılması bu hadisler sebebiyle vâcip hükmündedir. Bu, terkedildiği takdirde, tavafın yenilenmesi veya bir kurban cezası gerekli olur (bk. el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, Beyrut 1394/1974, II, 131, 132; "Hacc",
METRÛK ARAZİ
Terkedilmiş, hal üzerine bırakılmış arazi. Toplum yararına terkedilmiş toprakları ifade eden bir Islam hukuku terimi. Osmanlı Devletinin arazî uygulamasında toplumun istifadesine bırakılan yerler iki kısma ayrılmıştır.
a) Bütün ülke halkının istifadesine arzedilmiş yerler: Umumî yollar, parklar, meydanlar, namazgahlar gibi.
b) Belli bir yerleşim merkezindeki halkın istifadesine ayrılmış yerler: Otlak, kışlak, baltalık gibi.
Herkesin menfaatine terkedilmiş (metruk arazi) topraklar ve yerlerde, özel mülkiyete konu olamaz. Bu topraklar tahsis edildikleri maksada hizmet eder. Bütün ülke halkının istifadesine bırakılmış yerlerin işgali, istifadeye engel olacak şekilde şahıslar tarafından kullanılması, zaptı gibi durumlarda her vatandaş müdahalenin engellenmesini dava edebilir. Köy ormanı, merası, kışlağı, yaylası gibi merkezlerdeki ahalinin istifadesine terkedilmiş yerlerden de yalnızca bu yerde oturanlar istifade edebileceklerdir (Kanunname-i Arazi, Madde 91 vd.).
Islâm Hukukunda toprak üzerinde Devlet Mülkiyeti, Kamu Mülkiyeti, Şahıs Mülkiyeti olmak üzere üç farklı mülkiyet hakkına yer verilmiş ve bu mülkiyetler meşrû görülmüştür.
Ayetler, hadisler, sahabe uygulamaları ve Islâm hukukçularının içtihadları incelendiği zaman, toprağa devlet ve kamu yanında gerçek kişilerin de sahip oldukları ve bunun meşrû sayıldığı ortaya çıkar. Araziler; malikin devlet veya gerçek kişi olması, intikal yolu ve imkânı dikkate alınarak taksim edilmiştir. Bu konuda en gelişmiş bir taksim 1274/1858 tarihli Arazi Kanununda (Kanunnâmi-ı arazi) yer almıştır.
Bu Kanunnameye göre arazi beş kısma ayrılmıştır:
1- Mülk arazi (arazi-i memlûke): Tam mülkiyeti sahiplerine ait arazi olup dört çeşittir:
a) Şehir, kasaba ve köylerin içindeki arsalar ile bu yerleşim merkezlerinin yakın civarında bulunan yarım dönüme kadar olan topraklar.
b) Mirî (devlete ait) araziden ayrılarak meşrû bir şekilde şahıslara temlik edilen arazi.
c) Öşür arazi (arazi-i üşriyye): Savaşılarak fethedildikten sonra beşte biri devlet (beytülmal) adına çıkarılıp geri kalanı, savaşa katılanlara, yahut diğer müslümanlara dağıtılan arazi ile fetihten önce ahalisi umumiyetle müslüman olup, fetihten sonra bunların ellerinde bırakılan arazidır.
d) Haraç arazi (arazi-i harâciyye): Bu arazi çeşidi de kendi içinde üç kısma ayrılmaktadır: 1- Savaşta fethedilen bir ülkenin, müslüman olmayan yerlileri elinde bırakılan toprakları. 2-Fethedilen ülkenin gayrı müslim yerli ahalisinin elinde bırakılmayıp, başka yerlerden getirilerek oraya yerleştirilen gayr-ı müslimlere temlik edilen arazi. 3- Savaş ile değil de sulh yoluyla Islâm ülkesine katılan ülke arazisi.
2- Devlet Arazisi (arazi-i mirîyye, arazi-i memleket): Bu da beş kısma ayrılır:
a) Fethedildiği zaman gayrı müslim sahiplerinin elinde bırakılmamış, başka gayrımüslimlere verilmemiş, müslümanlara dağıtılmamış olup devlet adına korunan, devlete mal edilen arazi.
b) Savaşla mı, barışla mı alındığı, nasıl verildiği bilinmeyen arazi.
c) Aslında mülk arazi iken zaman içinde malıkleri kalmamış ve halen kime ait olduğu bilinmeyen arazi.
d) Kökü (rekabesi) devlete ait olmak üzere yetkili makamın izni ile ihyâ edilen arazi.
e) Aslında mülk arazi iken sahipleri varissiz, vasiyyetsiz ve borçsuz olarak öldüğü için beytül-male intikal eden arazi.
3- Vakıf arazi (arazi-i mevkûfe). 4- Metruk arazi (Kamu yararına terk edilmiş) arazi. Bu da iki çeşit olup yukarıda açıklanmıştır (H. Karaman, M. Islâm Hukuku, III, 68-71).
Bir kimse umumun yolu üzerinde binalar kurmak veya ağaçlar dikmek gibi bir şey yapamaz; yapacak olursa bu ağaç ve binalar derhal kaldırılır (Mecelle, madde 1644). Sonuç olarak hiç kimse halkın yolunda tasarruf hakkına sahip olamaz; tasarruf eden olursa, alıkonur (Mecelle, madde 96). Halkın işlerinde özellikle hak sahibi olan hilâfet makamıdır. Bu nedenle halifenin izni ile halkın geçtiği yolda tasarruf edilebilir (Mecelle, madde 1217), (madde 926-927); (Arazi-i Kanunname-i Hümâyun şerhi, 309 vd.).
MEVÂT ARAZÎ
Ölü arazi. Mülkiyetinin iktisabı bakımından özellik arzeden toprak çeşitlerinden biri. Roma hukukundan beri hemen bütün hukuklar bu çeşit arazının yalnızca işgal ile yanî "mülkiyeti iktisab niyetiyle üzerinde zilyedlik tesis etmek suretiyle" hususi mülkiyet konusu olacağı hükmünü benimsemişlerdir.
İslâm hukuku toprağa herhangi bir eşya gibi bakmamış, gerek elde edilişine ve gerekse tasarrufuna bazı farklı hükümler getirmiştir.
Diğer sahipsiz (mübah) mallara mâlik olabilmek için, o şey üzerinde meşrû zilyedlik kurmak (ihraz) yeterli iken; toprağa mâlik olabilmek için, buna "ihyâ" şartı eklenmiştir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Henüz hiç kimsenin eline geçmemiş bulunan bir şeyi kim ilk önce ele geçirirse o şey, o kimsenin olur" (Ebû Dâvud, Imâre, 36, H.No: 3071).
Esmer b. Müderris bu hadisi naklettikten sonra şöyle demiştir: Hz. Peygamber bu sözü söyleyince herkes araziye dağılarak işgal etmek istedikleri toprak parçalarını adımlayıp işaretlemeye başladı.
Başka bir hadiste buna ihya unsuru eklenir. "Kim ölü bir toprağı ihyâ ederse, o toprak onundur. Haksız dökülen ter için bir hak yoktur" (Buhârî, Hars, 15; Ebû Dâvud, Imâre, 37; Tirmizî, Ahkâm, 38; Mâlik, Muvatta`, Akdiye, 26, 27).
Bu iki hadis bir arada değerlendirilince; sahipsiz bir araziyi ilk işgal eden onun üzerinde öncelik hakkına sahip olur. Burasını ihya edince de ona mâlik olur. Ancak bir araziyi çeviren kimse yıllarca ihya etmezse ne olur? Bu konuda boşluğu Hz. Ömer uygulamayla doldurmuştur. Salım b. Abdillah şöyle nakleder: Hz. Ömer devrinde arazi çevirip yıllarca ihya etmeden bekletenler vardı. Bunu gören Hz. Ömer; ikinci hadisi hatırlatarak çevirmenin yeterli olmadığını, hatta Ebû Yûsuf`un naklettiğine göre, Hz. Ömer minberde hitabederek; çevirenin araziyi üç yıl içinde ihya etmezse, bir hakkı kalmayacağını ilân etmiştir (Yahya b. Adem, el-Harâc, Nşr. A. M. Şakir, 1384, No: 286, 271, 280; Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Tahk. M.H. Hurrâs, Kahire 1395/1975, No: 7014; Ebû Yusuf, el-Harâc, Kahire 1396, s. 70, 71).
Mecelle, ölü arazılerin ihyasına bir bölüm ayırmış, (Madde 1270-1280) ihyanın mahiyet ve hükümlerini düzenlemiştir. Buna göre bir kimse, devlet yetkililerinin izni ile ölü araziden bir parçayı imar ve ihya etse ona malik olur. Bu izin malik olmak için değil de yalnızca faydalanmak (intifa) için olursa ihya mülkiyet kazandırmaz. İhya edenin böyle bir arazide yalnız yararlânma hakkısöz konusu olur (Madde 1272).
Araziye tohum ekmek, fidan dikmek, nadas haline getirmek, sulamak, sulama kanalı veya arkı yapmak, ihya sayılır (Madde 1275).
Mecelle`ye göre sel suyunun girmesini önleyecek kadar duvar çekmek, yahut etrafını yükseltmek, sınır koymak, ihya niteliğindedir ve mülkiyet iktisabı için yeterlidir (Mad. 1276). Mülkiyet iktisabı için yeterli olmayan sınır koyma ise, "arazinin etrafını taş, diken, kuru ağaç dalları ve benzeri ile çevirmek, arazının içini ayıklamak, dikenlerini yakmak, içinde kuyu kazmak, otunu biçip etrafa yığarak üzerine de sel suyunu önlemeyecek şekilde toprak koymaktır (Madde 1277-1278). Ihya, mülkiyet iktisabı için sebep teşkil ederken, sınır koymak yalnızca üç yıl için ihyaya öncelik hakkıverir. Bu süre içinde ihya etmeyen kişiden sınır koyduğu toprak alınıp başkasına verilebilir (Madde 1279).
Mecellede zikredilmemiş olmakla birlikte ölü arazi vasıtlarına uygun bataklıkların kurutulması ve benzeri yerleri ihya için değerlendirmek mümkündür.
Bunların dışında ihya niteliğinde iki toprak alanı daha söz konusu olabilir. Göl veya nehir yatakları ile, denizde dolgu yapılan yerler.
a) Göl veya nehir suyunun çekilmesi: Eskiden beri göl veya nehir bulunan yerde suların çekilmesi veya kesilmesi sonucu ekilebilir arazı meydana çıksa artırma yoluyla isteyene verilebilecektir. Bu gibi yerlere mîrî araziye ait hükümler uygulanır.
Öteden beri göl veya nehir olmayıp sahipli arazi iken su çıkan ve göl haline gelen yerin sonradan suyu çekilirse yine arazinin eski sahibine ait olacağı, maddede geçen "eskiden beri" kaydının gereğidir.
Aslında göller ve nehirler ortak mübah mallardan olduğu ve bu vasıf larıyla âmmenin hakkına konu oldukları için, suyunun tekrar gelmesi veya çıkması ihtimalı mevcut olursa, toprağın tasarruf için bir kimseye verilmesi câiz değildir.
b) Denizlerin doldurulması: Denizin doldurularak ekime elverişli arazi kazanılması daha zordur. Deniz doldurularak elde edilecek yerler ancak arsalar ve küçük bahçeler olabilir. Bu sebeple olmalıdır ki, K.A.132 maddesi denizden doldurulan yerleri mirî arazı değil, mülk arazi hükümlerine tabi kılmıştır. Buna göre bir kimse devletten izin alarak denizden bir yer doldursa, o yere mâlik olur. Burada doldurma işi ihya gibi kabul edildiğinden bedel de zikredilmemiştir. Yani dolduran kimse bir bedel ödemeksizin o yerin mülkiyetini iktisab etmiş olmaktadır. İzin almasına rağmen, üç yıl içinde doldurma işini yapmazsa, hakkını kaybeder ve aynı yer için bir başkasına izin verme imkânı doğar. Bu hükümde de sınır koymanın verdiği üç yıllık öncelik hakkı emsal alınmış olmalıdır. Denizin izinsiz doldurulması halinde, doldurulan yer, devlete ait olacağı için, devlet bu yeri, rayıç bedel üzerinden doldurana veya bir başkasına satabilecektir.
MEVHÛB(HİBE EDİLEN ŞEYLER)
Bağışlanan, hibe edilen şey. Ve.he.be kökünden ism-i mef`ûl. Hibe sözcüğü ise mastar olup"bağışlamak" anlamına gelir. Arapçada genel olarak; atiyye, nihle, sadaka ve hediye sözcükleri de "mevhûb" ile eş anlamda kullanılır.
İslâm hukuku açısından bir akit teşkil eden hibede bağışlayan kendisine bir şey bağışlanan ve bağışlanan mal, ana unsurları oluşturur. Bunlardan bağışlayana "vâhib"; kendisine bağış yapılana "mevhûbun leh" ve bağışın konusuna da "mevhûb" denilir (Mecelle Madde, 83; AbdulKadir Şener, İslâm Hukukunda Hibe, s.11).
İslâm hukukuna göre hibe akdinin geçerli olması için, bağışlanan şeyde şu şartların bulunması gerekir:
1) Bağışlanan şeyin bağış sırasında mevcut olması, Hanifî, Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve Zâhirîlere göre hibe konusu olan şeyin bağışlandığı sırada bağış yapacak olanın tasarrufu altında bulunması gerekir. Buna göre bir bağın meydana gelecek üzümünü veya bir hayvanın doğacak yavrusunu hibe etmek geçerli değildir. Çünkü mevcut olmayan bir şeyi satmak caiz olmadığı gibi, hibe etmek de geçerli olmaz. O şeyin meydana gelmeme rizikosu bulunduğu için akdi ifa imkansızlığı doğabilir. Böyle bir hibe yapılmışsa mal meydana geldiğinde yeni bir akit daha yapmak gerekli olur (Mecelle mad. 856; İbn Abidin, Reddül-Muhtar IV, 782).
2) Bağışlanan şeyin, bağışlayanın kendi malı olması, bağışlanan şeyin akit sırasında, bağışlayanın kendisine ait olması şarttır. Buna göre bir kimse kendisinde emanet olarak bulunan veya kiracı sıfatıyla zilyed olduğu, yahut ta âriyet alan sıfatıyla elinde bulunan şeyleri hibe edemez. Başkasına ait bir malı izinsiz olarak hibe etmek geçerli değildir. Fakat hibe ettikten sonra sahibi kabul ederse geçerli olur (Mecelle, mad.857).
Kişinin sahip olmadığı bir şeyi başkasına temlik etmesi muteber değildir. Ancak temsil yetkisi olmayan bir kimse (fuzuli)nin sahibine danışmadan bir malı başkasına Hibe etmesi halinde, bu aktin sıhhati, teberru ehliyetine sahip olan malikin kabulüne bağlıdır. Malın sahibi kabul ederse geçerli olur, aksi takdirde akit ortadan kalkar. Ancak bir baba velisi bulunduğu çocuğunun malını birine hibe etse, bu akit geçersiz olur. Çünkü babanın çocuğunun malında, onun aleyhine olacak bir tasarrufta bulunma yetkisi buna teberru ehliyetine sahip olmayan çocuğun icazet vermesi de imkânsızdır (el-Bundârî, Şerhu`l-Ukudi`l-Medeniyye, el-Hibe, Kahire 1973, s. 74).
Bağışlanan malın, mütekavvim mal niteliğinde olması gerekir. Alım-satımı veya yararlanılması şer`an mübah olan mala mütekavvim mal denir. Bu yüzden murdar olmuş bir hayvanın eti veya domuz ve benzeri şeyleri müslümanlar arasında hibe etmek geçerli olmaz (Abdurrahman el-Cezîri el-Fıkh Alal-Mezâhibil-Erbaa, III, 403). Çünkü bu gibi mallar, müslümanın elinde ekonomik bir değer taşımaz.
Osmanlı devrinin örfi hukukunda rakabesi devlete ait olan miri arazının alım-satımı, hibe ve vakfedilmesi caiz değildi (Abdulkadir Şener a.g.e., 34).
Bağışlanan mal, vakıf malı olmamalıdır. Çünkü vakıf malların ve vakfa bağlı hayratın ebediliği, ancak bu malların demirbaş olarak kalmasıyla sağlanabilir. Nitekim rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer`e Hayber gazvesinde iyi bir arazi düşünce o, Hz. Peygamber`e: "İstersen onun aslını vakfet, gelirini tasadduk et!" buyurmuştu. Hz. Ömer de bu talimata göre hareket ederek bu arazının satılmayacağını, hibe edilemeyeceğini, miras olarak da kimseye intikal etmeyeceğini şart koşmuştu (Buhâri, Vasaya, 22, Şurût, 19).
3) Bağışlananın, bilinen ve belirlenmiş bir mal olması,
İslâm hukukuna göre, herhangi bir çekişme veya anlaşmazlığa yol açmaması için hibe edilen şeyin muayyen ve malum olması gerekir. Buna göre, hibe eden tayin etmeksizin malından bir şeyi veya "şu iki atımdan birini sana hibe ettim," dese geçerli olmaz. Eğer "bu iki attan hangisini dilersen senin olsun" dese ve bağışlanan kimse hibe yapılan yerde atlardan birini belirlerse geçerli olur. Ancak hibe mahallinden ayrıldıktan sonraki, belirlemesi bir hüküm ifade etmez (Mecelle, mad. 855).
MEVLİDİN YERİ NEDİR? FARZ MI, SÜNNET Mİ? AÇIKLAR MISINIZ?
Mevlid ne farz, ne vacipne de sünnettir. Peygamber (sav)`in vefatından sonra ihdas edilmiştir. Ancak hangi tarihte ihdas edildiğine dair kesin bir vesikaya rastlanmamıştır. Sehavi`ye göre Peygamber (sav)`in irtihalinden üç asır sonra, İbn ül-Cevziye göre de yedinci asırsa Erbil Meliki al-Muzaffer Abu Sa`id tarafından ihdas edilmiştir.
Mevlid okutup, merasim yapmanın iyi olup olmadığı hakkında ihtilaf vardır.
Maliki ulemasından Şeyh Tac du-Din Ömer bin Ali al-Lahmi;mevlid okutmanın caiz olmadığını ve bid`at-ı seyyi`e olduğunu kaydediyor. İbn Hacer al-Askalanide, mevlid hakkında şöyle diyor: "Asr-ı Saadette ve selef-i salihin zamanında hiç kimse mevlid merasimi tertip etmemiştir. Hicretten üç asır sonra ihdas edilmiştir. Mevlid`in iyi tarafları vardır. İyi tarafları yapılırsa bid`at-ı hasenedir. Yoksa bid`at-ı seyyi`edir. Mevlid`in meşru`iyetine dair güclü bir vesika buldum: Buhari ile Müslim`de sabit olmuştur ki, Peygamber (sav), Medine`ye geldiğinde Yahudilerin aşure günü oruç tuttuklarını gördü, onlara oruç tutmalarının sebebini sorunca şöyle dediler: Bugün Allah`ın Fir`avnı denizde boğduğu ve Musa`yı kurtardığı bir gündür. Bunun için Allah`a şükür eder ve oruç tutarız. Bunun üzerine Peygamber (sav) buyurdu ki: "Biz Musa`ya daha yakınız. Bundan anlaşılıyor ki böyle bir günde Allah`a şükür etmek tam yerindedir. Mevlid merasiminin de Peygamber (sav)`in doğum günü olan Rebi`ul-Evvel`in onikinci gecesinde olması için dikkat etmek lazımdır. Başka zamanlarda mevlid okutup merasim tertip etmek ma`nasızdır.
Sonuç: Peygamberin doğduğu günde müslümanların bir araya gelip Peygamberin hayat ve ahlakını anlatan bir eseri dinlemeleri, ona salavat-ı şerife getirmeleri iyi bir bid`attır.
MEVLIT
Bazı kitaplarda iyi ve sevap yüklü olduğu, diğer bazı kitaplarda ise bid`at olduğu yazılı. Şu andaki uygulanış şekli ile mevlidin durumu nedir? Nasıl uygulanırsa Islâma göre daha güzel ve faydalı olur?
Mevlid, genellikle Resûlullah`ın doğum günü yıldönümlerinde belli makam ve tegannilerle okunan övgü, gazel ve kasîdelerdir. Övgüde haddi aşan sözler ihtiva etmedikten sonra, aslı itibari ile, Allah`ın (c.c.) övdügü bir zatı övme demek olacağında, güzeldir. Ka`b b. Züheyr meşhur "Bânet su`âd"m Resûlullah zamanında yazmış ve onu övmüştür, kendilerinden de iltifat görmüştür. Yine Bûsirî`nin meşhur "Bürde"si bu kabildendir. Nihayet bizde okunan ve en meşhur mevlid kasîdesi haline gelen Süleyman Çelebi`nin "Vesîletü`n-Necât"i da bunlardan biridir. Rasûlullah`i çok gerçekçi, içten ve güzel övmüştür. Birçok faydalı bilgiler, sufiyane nükteler ve öğütler içermektedir.
Ancak mevlid, sonraları resmî bir merasim halini almış ve Mısır`daki Şiî Fâtimiler devrinde, ilk defa bu özellikte uygulanmaya başlanmıştır. Hattâ onlar Hz. Ali, Fatıma ve devrin halifesi adına da mevlid okutur olmuşlardır. Mevlit, Osmanlılar`da da 4. Murad devrinden itibaren, teşrifatlarda resmen yer aldı. (170 iA. Mevlid md.) Böylece asıl gayesinden yavaş yavaş uzaklaşarak bid`atleşmeye ve bid`atler içermeye başladı. Derken bu bid`atlar, günümüzde olduğu gibi, doruk noktasına ulaştı. Buna göre mevlid, sorunuzda da değinildiği gibi güzel ve sevap bir uygulama da olabilir, bir bid`at ve günah olarak da icra edilebilir.
Güzel bir davranış olabilmesi için;
1. Dînî bir emir ve merasim görülmezse, yani dinimizde böyle bir ibadet şekli vardır gibi sakat bir kanaat beslenmezse.
2. Ölülere bir faydası olacağına inanılmazsa,
3. Kadın erkek bir yerde mevlit okutulmazsa
4. Mahremliğe dikkat edilirse, kadınlar yabancı erkeklere süslü ve kokulu halde gözükmezse,
5. İsraf ve benzeri haramlardan kaçınılırsa,
6. Mevlit toplantısı çeşit çeşit börek, çörek, pasta ve ev eşyaları ile bir gösteriş halini almaz, böylece fakirlerin gıpta damarlarını kabartıp onları hasetliğe zorlamaz sadelikte olursa,
7. Sırf Rasûlullah`i övme, tanıtma, mevlidin içerdiği öğütleri başkalarına duyurma, güzel tegannilerle gönülleri yumuşatma, onlara Rasûlüllah sevgisini aşılama, islâma ısındırma maksadıyla yapılırsa,
8. Bu vesile ile biraraya toplanıp gelenlere Kur`an , hâdîs ve ilmihal bilgileri aktarılirsa,
9. Mevlid, bu işi meslek haline getirmiş ve ücretle okuyan profesyonel artistlere değil de, okuduğu ile kendisi dahi etkilenen maneviyatlı kimselere okutulursa... güzel bir davranış haline getirilmiş olabilir. Ama yine de gerekli görülmez.
Bunlara riayet edilmezse, çirkin bir bid`at ve insanları dinden uzaklaştıran bir kandırmaca ve bir günah vesilesi olmuş olur. Günümüzdeki uygulanış biçimi de genellikle böyledir.
MEVRÛS
Mirasçı olma anlamına gelen, irs ve verâset kökünden ism-i mef`ul; ölen kimsenin geride bıraktığı mal. Buna miras veya terike de denir. Miras bırakana "mûris", mirası almaya hak kazanana "vâris", mirasın hak sahiplerine bölüştürülmesini inceleyen ilme de "ferâiz" denir.
Mevrûs anlamında terike ve tirke; terketmek, bırakmak anlamındaki terk kökünden isimdir. Bir terim olarak terike; mûrisin geride bıraktığı ve mirasçılarına intikal eden şeyleri ifade eder. Hanefîlere göre, terikenin kapsamına giren mal ve haklar şunlardır: a) Menkul ve gayrı menkuller, b) Mûrisin alacakları ile lehine tahakkuk etmiş bulunan diyet ve tazminat bedelleri gibi mâlî haklar, c) Mûrise ait rehin ve satılıp da bedeli ödenmemiş bulunan mallar, d) Irtifak hakkı gibi mala bağlı olan haklar. Geçme, su alma ve sulama, su geçirme gibi haklar bunlar arasında sayılabilir.
Şu haklar terikeye girmez: a) Faydalanma hakkı. Meselâ; kira akdi yalnız mülk üzerinde yararlanma hakkıverdiği için, mûrisin ölümüyle, yaptığı kira akdi sona erer. Mirasçıların kira akdini yenilemeleri veya gayrı menkulû boşaltmaları gerekir. Ancak kiracıya ek süre verilmesini gerektiren durumlar bundan müstesnadır (bk. "Icâre" maddesi), b) Velâyet, vekâlet, hıdâne, vazife, hilâfet gibi şahsa bağlı haklar terike dışında olup, bunlar miras yoluyla geçmez. c) Malî ve şahsî haklar birlikte bulunursa şahsî hak gâlip ise, bu terikeye girmez. Muhayyerlik ve şûf`a hakkı gibi.
Şafiî, Malıkî ve Hanbelî`lere göre, mal, yararlanma ve benzeri hakların, tümü mirasa girer. Yalnız şahsa bağlı haklar bundan müstesnadır (el-Fetâvâ`l-Hindiyye, Bulak 1310, VI, 447 vd.; Ibn Rüşd, Bidâyetü`l-Müctehid, Mısır, ty., II, 310 vd.; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuki Islâmiyye ve Istılâhâtı Fıkhiyye Kâmusu, Istanbul, ty., V, 209 vd.; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s. 427, 428).
Islâm`da mirasın intikali Kitap, Sünnet ve Icmâ delillerine dayanır.
Kur`ân-ı Kerim`de mirasla ilgili âyetler iki sahifeyi geçmez. Doğrudan mirasla ilgili âyetler, en-Nisâ Sûresi 11, 12 ve 176. âyetlerdir. el-Enfâl Sûresinin 75. âyeti ile, en-Nisâ Sûresinin 7. âyetleri uzak hısımların haklarını genel ifadeler halinde bildirir (Âyetlerin tefsir ve açıklaması için bk. El-Cassâs, Ahkâmü`l-Kur`ân; Ibnü`l Arabî, Ahkâmu`l-Kur`ân; Ibn Kesîr, Tefsîru Kur`ânı`l-Azîm ve Elmalılı, Hak Dini Kur`an Dili tefsirleri ilgili bölümleri.)
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Feraiz, (miras) ilmini öğreniniz ve bunu insanlara öğretiniz. Çünkü ferâiz, ilmin yarısıdır" (Tirmizi, Ferâiz. 2; Ibn Mâce, ferâiz, 1; Buhârî Ferâiz. 2). kur`an-ı Kerîm`de kısaca açıklanan miras hükümleri sünnetle genişletilmiş ve miras hukuku müesseseleşmiştir (Hadisler için bk. eş-Şevkânî, Neymlül-Evtâr, VI, 57-72).
Bir kimsenin ölümüyle geride bıraktığı malına dört şey gerekir:
1) Techiz ve tekfin masrafları; ölen kimsenin geride bıraktığı mirastan önce kefenlerine ve gömülme masrafları karşılanır. Bunlar israf ve kısıntı yapılmaksızın dinî ölçülere göre yerine getirilir. Techiz ve tekfin, hayattaki tesettürün devamı niteliğinde olduğu için, diğer haklardan önde gelir. Miras malı, bu maşarfları karşılamazsa, mürisin nafakası kimin üzerine gerekli ise, bu masraflar ona ait olur. Hiç kimsesi yoksa, beytü`l mal tarafından karşılanır (Mevsılî, el-Ihtiyâr, Istanbul 1980, V, 85; Bilmen, a.g.e. V, 213-215).
2) Ölenin malından borçları ödenir. Techiz ve tekfin masrafı çıkarıldıktan sonra mûrisin borçlarını ödeme ikinci sırada yer alır(bk. en-Nisâ, 4/11). Ayette vasiyetin borçlardan önce zikredilmesi dikkatıçekmek içindir. Çünkü mirasçıları vasiyetin infazı, borçları ödemekten daha ağır gelir. Islâm hukukunda borçlar ikiye ayrılır:
a) Allah hakkıolan borçlar: Zekât, keffâret, adak gibi Allah`u Teâlâ`nın emri ile sabit olan borçlar Hanefîlere göre ölüm hâlinde dünya hukuku bakımından düşer. Çünkü bunlar niyetle veya birisine vekâlet vererek yerine getireceği borçlardır. Halbuki ölen kimse ne niyet edebilir ve ne de vekâlet verecek durumda değildir. Ancak bunlar, mûrisin vasiyet etmesi hâlinde terikenin üçte birinden ödenir.
Çoğunluk Islâm hukukçularına göre ise, bu çeşit zekât, keffâret ve adak gibi borçların terikeden ödenmesi gerekir. Çünkü bunlar ölenin borçları olup, niyete bağlı değildir ve nimetin külfeti kabılindendir.
b) Kul borçları: Ölen kimsenin gerçek veya tüzel kişilere olan borçlarının tamamı terikeden ödenir. Miras varlığı, borçları karşılamazsa, borçlar oranlarına göre ödenir. Terikenin karşılamadığı kısım, dünya hukuku bakımından, düşer. Mirasçıları bu borçları ödemeye zorlanamaz.
Şâfiîlere göre, Allah hakkıolan borçlar önce ödenir. Çünkü Allah`ın alacağı ödenmeye daha lâyıktır (Buhârî, Savm, 42; el-Cürcânî, Şerhu`s Sirâcivyye, Istanbul, t.y., s. 3, 4).
3) Vasiyetlerin yerine getirilmesi: Vasiyet; ölümden sonra geçerli olmak üzere malını başka bir kimseye bağışlamak suretiyle temlik etmektir.
Kur`an-ı Kerîm`de, mirasla ilgili âyetlerin içinde; ".. yapılan vasiyetin ifası ve borcun ödenmesinden sonra..." ifadeleri birkaç defa tekrarlanır (en-Nisâ, 4/11,12). Ibn Ömer (r.a)`den rivayete göre, Allah elçisi şöyle buyurmuştur: "Vasiyet etmek istediği bir şeyi olup da, vasiyeti başucunda yazılı olmadan iki gece geçirmek müslüman için uygun değildir" (Buhârî, Vasaya, 1; Müslim, Vasaya, 1,4). Diğer yandan Allah Rasûlü, vâris lehine mûrisin yapacağı vasiyeti yasaklamıştır (Ibnü`l-Hümâm, Fethul-Kadîr, VIII,.115 vd.).
Vasiyetin hükmü şu kısımlara ayrılır:
a) Üzerinde emanet gibi şer`î bir hak olan kimse; bunun zâyi olacağından korkarsa, o hakkın ödenmesini vasiyet etmesi vacipolur.
b) Zekât, oruç fidyesi, hacc, keffâret gibi ibadet olan şeyleri vasiyet etmek müstehap olur.
c) Fısk ve fücûr, ahlâksızlık ve kötülüklere dalmış kimselere vasiyetle mal bırakmak mekrûhtur.
d) Akraba ve dostlara vasiyet mübahtır (el-Askalânî, Bulûgu`l-Merâm, Terc. ve Şerh, A. Davudoğlu, III, 216).
Murisin vasiyeti, ancak cenaze masrafları ve borçları dışında kalan mirasın üçte biri üzerinde geçerlidir. Üçte biri aşan kısmı mirasçıların kabulüne bağlıdır. Kabul ederlerse, vasiyet tüm mal üzerinde cereyan eder. Kabul etmezlerse üçte biri aşan kısım hükümsüz olur. Hanefi ve Hanbelîlere göre mirasçı yoksa, mûris bütün malını vasiyetle başkasına bırakabılir. Mâlikî ve Zâhirilere göre, üçte biri geçen vasiyet baştan hükümsüzdür (el-Kâsânî, el-Bedâyi`, VII, 307; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s. 428 vd.).
4) Mirasçıların hakkı: Techiz ve tekfin masrafları, borçlar ve vasiyet edilen kısım düşüldükten sonra, geride kalan terike mirasçılara taksim edilir. Mûris, hiçbir vârısını mirastan düşüremeyeceği gibi, vâris de mirası reddedemez. Mirasçı olmanın sebepleri; hısımlık, nikâh akdi ve efendi ile köle arasındaki velâ ilişkisinden ibarettir. Diğer yandan mirasçı olma engelinin bulunmaması da gereklidır. Miras engelleri; mûrısını öldürme, mûrisle mirasçı arasındaki din veya tebealık farkı ile kölelik halleridir.
Vasiyet ve borçların bulunması mirasın taksimine engel değildir. Çünkü vasiyet terikenin üçte birinden yerine getirilir. Sonradan ortaya çıkabilecek borçlar ise, her mirasçıya düşen hisse nisbetinde ödenebilir.
Mirasçıların hisseleri Kitap, Sünnet ve Icmâ hükümleri uyarırıca bölüştürülür (bk. "Ferâiz", "Asabe" ve "Zevil-Erhâm" maddeleri).
Mirasın taksimi iki şekilde olur: a) Rızaen taksim: Mirasçıların hepsi âkıl ve bâliğ olunca, kendi aralarında anlasarak mirası taksim etmeleri mümkündür. Ferâize göre taksim şeklini kendileri bilmiyorlarsa, bir ilim ehlinden sormaları gerekir. Diğer yandan mirasçılar anlasarak ve helallaşarak içlerinden birisine veya daha çoğuna normal hissesinden fazla veya az hisse verebilirler. Ya da bazı mirasçılar, kendi özel mülkleri sebebiyle zengin oldukları için miras almayıp, kendi haklarını diğer varislere bırakabılirler. Karşılıklı rıza bulununca bunda Islâmî bir sakınca bulunmaz. Ancak bu takdirde Islâm miras hukukunda esasları belirlenen "sulh ve tehâruc"e göre işlem yapılır.
b) Kazâen taksim: Bazı durumlarda mirasın taksiminin mahkeme yoluyla taksimi gerekebilir. Mirasçıların haklarını korumak için buna ihtiyaç olur. Mirasçılar arasında küçük veya akıl hastası varsa, mirasçılardan birisi gâipse, vârislerin hepsi âkıl ve bâliğ olduğu halde, içlerinden birisi başvurduğu takdirde hâkim Ferâiz hükümlerine göre taksim yapar (Ayrıntı için bk. Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 432 vd.; el-Mevsilî, el-Ihtiyar, V, 86; el-Merginâni, el-Hidâye, IV, 236; Ali Himmet Berki, Islâm Hukukunda Feraiz ve Intikal, Ankara 1965).
1) Alan ve satanın rızası,
2) Karşılıklı iyi niyet ve dürüstlük,
3) Ticaretin, taraflardan birine veya başkalarına zarar vermemesi.
Ticarette bulunması gereken bu vasıfları Kur`an şöyle zikreder; "Ey îman edenler! birbirinizin mallarını haksızlıkla değil, karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle yeyin, (haram ile) nefsinizi mahvetmeyin. Allah şüphesiz size merhamet eder. Bunu, kim aşırı giderek haksızlıkla yaparsa onu ateşe sokacağız. Bu, Allah`a kolaydır. " (en-Nisâ, 4/29-30).
Alış-verişin rüknü:
Diğer akitlerde olduğu gibi icab ve kabuldür. Icab ve kabul, sözle yazı ile ve işaretle olur. Icab ve kabulde kullanılan ifadelerin kesinlik taşıması gerekir; satıcının bu malı sana sattım, verdim; alıcının da aldım, kabul ettim demesi gibi. Satıcının bu sözlerine îcab, alıcının sözüne de kabul denir.
Alış-verişlerde satış akdinin yazı ile tesbiti iyidir. Anlaşmazlık anında elde vesika olur. Icab ve kabul olunca alış-veriş kesinleşir tek taraflı cayma hakkı yoktur. Ancak alıcı veya satıcı pazarlık devam ederken alış-verişten cayabilirler. Alış-veriş, kabz yani malı teslim alma ile tamam olur. Böylece alıcı, mala; satıcı da paraya sahip olur.
MESRÛK (ÇALINTI MAL)
Az veya çok olsun başkasının malını gizlice çalmak anlamına gelen "sirkat" kökünden ism-i mef`ul. Çalınan veya çalınmış mal.
İslâm`da belirli miktarda malı, belirli yerden gizlice çalan kimseye had cezası öngörülmüştür (bk. el-Maide 5/38, "Hırsızlık" maddesi). Çalınan malda bazı özelliklerin bulunması gerekir. Bu özelliklerden ilki çalınan malın "mutlak mal olması", yani toplumda mal kabul edilen cinsten bir şey olması gerekir. Altın, gümüş, cevherler, bakır, demir gibi madenlerden yapılmış eşyalar mal kabul edilir.
Çalınan malın "mütekavvim mal" olması da şarttır. Aksi takdirde çalınan maldan dolayı had gerekmez. Buradan hareketle, şarap, çocuk vb. şeyleri çalan kişiye had lâzım gelmeyeceği belirtilmiştir. Çünkü şarab, müslümanlarca mütekavvim mal kabul edilmemiştir. Hür bir çocuk ise zaten mal kabul edilemez.
Had cezasını gerektiren çalıntı malın en az bir dinar (4 gr.lık altın para) veya on dirhem (28 gr. gümüş para) değerinde veya bu miktara denk değerde olması gerekir. Daha az miktardaki mal için hırsızlık cezası uygulanamaz.
Aynı şekilde çalınan mal, bir bekçi ile veya ev, dükkan, depo gibi bir yerde muhafaza edilmiş olmalıdır. Korumasız ve açıktan çalınan mal için (meselâ sokaktaki veya bekçisiz bir tarladaki malın çalınması halinde) had uygulanmaz. Bu itibarla bir hizmetçi hizmet ettiği ev veya dükkândan, bir şahıs misafir olduğu yerden mal çalsa yine had gerekmez. Fakat bir hizmetçinin, sahibi tarafından kilitlenen ve açmakla izinli olmadığı bir yerden mal çalması halinde had cezası uygulanır. Bunun gibi meradan çobansız hayvanları çalmak da haddi gerektirmez. Diğer yandan gündüz, kapısı açık bulunan bir eve girecek hırsızlık yapan kişiye de had gerekmez. Fakat geceleyin herkes evine çekildikten sonra, kapısı kapalı, ama kilitlenmemiş olan bir evden yapılacak olan hırsızlık da cezayı gerektirir.
Bir kimse kiraya verdiği evinden veya dükkanından, kiracısının malını çalacak olursa, o kişi hakkında da had uygulanır. Çünkü o ev veya dükkan kiracının elinde bulunduğu sürece koruma altında sayıldığı için, mal sahibinin izinsiz oraya girmeye hakkı yoktur.
Evlerin sathı da, korunmuş yer hükmünde olacağından, dam veya balkon gibi yerlerden bir malın gizlice çalınması halinde had gerekir.
Alınmaları veya çalınmaları halinde İslâm ülkesindeki halk tarafından hoşgörü ile karşılanan az miktardaki odun, ot, saman, av hayvanı, balık, kuş, tavuk, tuz, kamış, kömür... gibi çok kısmetli olmayan şeyleri çalmak da cezayı gerektirmez. Bu gibi şeyler fıkıh kaynaklarında "tâfih" denir (el-Mevsılî, el-İhtiyâr li Ta`lîli`l-Muhtâr, İstanbul 1980, IV. 107; İbn Âbidîn, a.g.e., IV. 91). Bu hükümden anlaşılan, insanların değer vermediği veya fazla rağbet etmediği şeylerin çalınması halinde söz konusu cezanın uygulanamamasıdır.
Ancak İslâm hukukçuları önemsiz sayılan eşyayı belirlerken kendi devirlerinde bulunan eşyayı örnek vermişlerdir. İnsanların mala verdikleri değer ve önem devirden devire değişebilir. Kısaca, "tâfih" (değersiz) mal" kavramını örfe ve devirlere göre değerlendirmek gerekir.
Had cezasını gerektiren (çalıntı malda aranacak diğer bir şart da, söz konusu malın çabuk bozulan cinsten bir şey olmamasıdır. Bu yüzden taze meyvalar, hurmalar, süt, et, henüz başağında bulunan arpa veya buğday tam olgunlaşmadıkları ve çabuk bozulma özelliği gösterdikleri için tam bir mal sayılmazlar. Dolayısıyla de çalınmaları halinde, had gerekmez (el-Mevsılî, a.g.e., IV. 107; İbn Abidîn, a.g.e., IV. 91). Buna karşılık kuru meyvalar, her türlü hububat, yağlar, kokular, bir yıl bozulmadan dayanabilme özelliğinde olan sirke ve pekmez gibi mallar, çabuk bozulmadıkları için bu hükme girmezler. Bu yüzden böyle bir malı çalan kimseye had lâzım gelir.
Bir hırsıza had uygulanabilmesi için, çalınan malda o hırsızın "mülkiyet hakkı veya mülkiyet şüphesi" bulunmaması gerekir. Meselâ; bir kimse, kendi çocuklarının malını çalsa; alacaklı borçlusunun malından, alacağının karşılığı olarak aynı cinsten mal alsa had cezası lâzım gelmez. Fakat bu kişi, borçlusunun başka cinsten malını çalsa, ona had uygulanır (el-Mevsılî, a.g.e., IV. 109).
İslam`da diğer had cezalarında olduğu gibi, hırsızlık haddinde de en küçük şüphede had düşmektedir. Ancak bir hırsızdan haddin düşmesi, onu diğer ceza uygulamalarından kurtarmaz. Her şeyden önce çalınan malın iadesi veya tazmini gerekir. Had cezası düşse bile çalınan mal, mal sahibine iade edilir. Hırsız, malı telef etmişse onu tazmin etmesi gerekir. Kendisi de hapis veya tazir cezasıyla cezalandırılır. Fakat mal hırsızın elinde telef olmuş, had de uygulanmış ise, artık bu mal hırsıza tazmin ettirilmez.
METÂF(TAVAF YAPARKEN DÖNÜLEN YER)
Dönme yeri, tavaf yaparken dönülen yer; Arapça tavaf kökünden yer ismi; Kâbe-i Muazzama`nın çevresinde, tavaf yaparken yedi defa dönülen alan.
Metaf`ın mahalli veya yeri, Kâbe`nin çevresidir. Çünkü Allah Teâlâ, "... ve eski ev (Kabe) yi tavaf etsinler" (el-Hacc, 22/29) âyetinde Kâbe`nin tavafını emretmektedir. Kâbe`nin tavafı demek; Kâbe`nin çevresinde dolaşmak demektir. Bu yüzden Mescid-i Haram`da yapılacak olan tavaf Kâbe`ye yakın veya uzak olsa da caiz olur. Ancak tavafın Mescid-i Haram dahilinde olması gerekir. Meselâ Zemzem kuyusunun bulunduğu yerin arkasından veya Mescid`in iç kısmında olmak şartıyla duvarlarına yakın bir yerden tavaf yapılsa bu da yeterli olur. İzdiham veya korku zamanlarında tavaf alanının geniş tutulması kolaylıklar sağlar.
Buna karşılık bir kişi Kâbe`yi tavaf ederken, Mecsid-i Haram`ın dışına çıksa ve kendisi ile Kâbe arasında mescidin duvarları bulunsa, bu tavaf câiz olmaz. Çünkü söz konusu duvarlar tavaf alanını sınırlamaktadır. Bu kişi Kâbe`nin çevresinde tavaf yapmamış sayılacağından, yaptığı tavaf caiz değildir. Zira o kişi, böyle bir durumda Kâbe`yi değil, Mescid-i Haram`ı tavaf etmiş demektir. Aksi takdirde, Mescidin duvarlarının dışının da Metaf sayılarak tavaf burada da mümkün olsaydı; Mekke`nin çevresinde, hattâ Harem-i Şerif`in dışında da Kâbe`yi tavaf etmek caiz olur, böylelikle bu sınır daha da genişleyerek bütün dünya tavaf alanına girebilirdi. Böyle bir tavaf da tavaf olamazdı. Halbuki ayet-i kerime bizzat Kâbe`nin tavaf edilmesini emretmektedir. Bu tavaf da ancak Metaf dahilinde olabilir.
Diğer yandan Kâbe`nin altın oluğunun bulunduğu kuzeyinde; Hanefi makamının önündeki yarı dairelik mermer duvarla çevrili olan ve adına
"Hatim" denilen yerin iç kısmı tavaf alanının dışında kabul edilir. Bu yüzden de tavafın Hatim`in dışından yapılması gerekir. Çünkü, altınoluk tarafında, kısa duvarla çevrili Hatim denilen küçük bir alanın, Kâbe`ye (Beyt) dahil olduğu hadisle sabittir.
Abdullah İbn Zübeyr (ö. 72/691). Hz. Aişe`nin (ö. 57/676) şöyle dediğini nakletmiştir: Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar yeni müslüman olup da küfür zamanına yakın olmasalardı, bir de bina yapımına yetecek kadar para bulunsaydı "Hıcır" dan beş zira miktarı bir yeri Kâbe ye ilâve ederdim. Ve insanların birinden girip diğerinden çıkacağı iki kapı yapardım" (Sahih-i Müslim, Matbaa-ı Âmire Tab`ı, IV, 98).
Yarım ay şeklindeki Hatim duvarının içinde kalan ve Hıcr-ı İsmail denen yer, Hz. İbrahim (a.s)`ın inşa ettiği asıl Kâbe`nin binasına dahilken, İslâm`ın çıkışından önce, Kureyş`in temelden itibaren yaptıkları bir tamir sırasında bu yer Kâbe duvarlarının dışında bırakılmıştır.
Esved b. Yezid (ö.75/694) yoluyla gelen bir rivayette Hz. Aişe şöyle demiştir: "Nebi (s.a.s)`e, Hıcr-ı, İsmail`in duvarının Beyt`ten olup olmadığını sordum: "Evet, duvar Beyt` tendir" buyurdu. "Kureyş için ne engel vardı ki, bu duvarı, yani Hıcr`ı, Beyt`in aslına ilâve etmediler" diye sordum. Şöyle cevap verdi: "Kureyşin bu Hıcr`ı, Kâbe ye ilâve etmeye bütçeleri yeterli olmadı. Bunun için Beyt`i daraltma yoluna gittiler" (Sahih-i Buhâri, Mısır(t.y), II, 146, 147.).
Abdullah İbn Zübeyr`in Mekke emirliği sırasında Yezid`in Şam`dan gönderdiği bir ordu, mancınıkla atılan taş ve yağlı fitillerle Kâbe`yi tahrip etmişti. Bunun üzerine Abdullah İbn Zübeyr, istişâre ve istihârelerden sonra Kâbe`nin temellerini açarak, Hıcr-ı da dahil etmek suretiyle, yukarıdaki hadislere uygun bir yapı meydana getirdi. Ancak bu durum uzun sürmedi. Emevi hükümdarı Abdülmelik b. Mervan`ın 73 Hicri tarihinde Haccac`ın komutasında gönderdiği bir ordu, Kâbe`yi ikinci defa tahrip etti ve İbnü`z-Zübeyr şehit edildi. Kâbe yeniden, Hıcr kısmı dışarıda kalacak şekilde Hz. Peygamber devrindeki şekliyle inşa edildi. Bundan sonra da zaman zaman tamirler olmakla birlikte Kâbe`nin yapısında bir değişiklik olmadı.
Günümüzdeki devam eden şekli budur (ez-Zebîdi, Tecrid-i Sarih Tercemesi, 7. baskı, Ankara 1984, VI, 36-43).
Tavafın Hıcr mevkiinin dışından dolaşarak yapılması bu hadisler sebebiyle vâcip hükmündedir. Bu, terkedildiği takdirde, tavafın yenilenmesi veya bir kurban cezası gerekli olur (bk. el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, Beyrut 1394/1974, II, 131, 132; "Hacc",
METRÛK ARAZİ
Terkedilmiş, hal üzerine bırakılmış arazi. Toplum yararına terkedilmiş toprakları ifade eden bir Islam hukuku terimi. Osmanlı Devletinin arazî uygulamasında toplumun istifadesine bırakılan yerler iki kısma ayrılmıştır.
a) Bütün ülke halkının istifadesine arzedilmiş yerler: Umumî yollar, parklar, meydanlar, namazgahlar gibi.
b) Belli bir yerleşim merkezindeki halkın istifadesine ayrılmış yerler: Otlak, kışlak, baltalık gibi.
Herkesin menfaatine terkedilmiş (metruk arazi) topraklar ve yerlerde, özel mülkiyete konu olamaz. Bu topraklar tahsis edildikleri maksada hizmet eder. Bütün ülke halkının istifadesine bırakılmış yerlerin işgali, istifadeye engel olacak şekilde şahıslar tarafından kullanılması, zaptı gibi durumlarda her vatandaş müdahalenin engellenmesini dava edebilir. Köy ormanı, merası, kışlağı, yaylası gibi merkezlerdeki ahalinin istifadesine terkedilmiş yerlerden de yalnızca bu yerde oturanlar istifade edebileceklerdir (Kanunname-i Arazi, Madde 91 vd.).
Islâm Hukukunda toprak üzerinde Devlet Mülkiyeti, Kamu Mülkiyeti, Şahıs Mülkiyeti olmak üzere üç farklı mülkiyet hakkına yer verilmiş ve bu mülkiyetler meşrû görülmüştür.
Ayetler, hadisler, sahabe uygulamaları ve Islâm hukukçularının içtihadları incelendiği zaman, toprağa devlet ve kamu yanında gerçek kişilerin de sahip oldukları ve bunun meşrû sayıldığı ortaya çıkar. Araziler; malikin devlet veya gerçek kişi olması, intikal yolu ve imkânı dikkate alınarak taksim edilmiştir. Bu konuda en gelişmiş bir taksim 1274/1858 tarihli Arazi Kanununda (Kanunnâmi-ı arazi) yer almıştır.
Bu Kanunnameye göre arazi beş kısma ayrılmıştır:
1- Mülk arazi (arazi-i memlûke): Tam mülkiyeti sahiplerine ait arazi olup dört çeşittir:
a) Şehir, kasaba ve köylerin içindeki arsalar ile bu yerleşim merkezlerinin yakın civarında bulunan yarım dönüme kadar olan topraklar.
b) Mirî (devlete ait) araziden ayrılarak meşrû bir şekilde şahıslara temlik edilen arazi.
c) Öşür arazi (arazi-i üşriyye): Savaşılarak fethedildikten sonra beşte biri devlet (beytülmal) adına çıkarılıp geri kalanı, savaşa katılanlara, yahut diğer müslümanlara dağıtılan arazi ile fetihten önce ahalisi umumiyetle müslüman olup, fetihten sonra bunların ellerinde bırakılan arazidır.
d) Haraç arazi (arazi-i harâciyye): Bu arazi çeşidi de kendi içinde üç kısma ayrılmaktadır: 1- Savaşta fethedilen bir ülkenin, müslüman olmayan yerlileri elinde bırakılan toprakları. 2-Fethedilen ülkenin gayrı müslim yerli ahalisinin elinde bırakılmayıp, başka yerlerden getirilerek oraya yerleştirilen gayr-ı müslimlere temlik edilen arazi. 3- Savaş ile değil de sulh yoluyla Islâm ülkesine katılan ülke arazisi.
2- Devlet Arazisi (arazi-i mirîyye, arazi-i memleket): Bu da beş kısma ayrılır:
a) Fethedildiği zaman gayrı müslim sahiplerinin elinde bırakılmamış, başka gayrımüslimlere verilmemiş, müslümanlara dağıtılmamış olup devlet adına korunan, devlete mal edilen arazi.
b) Savaşla mı, barışla mı alındığı, nasıl verildiği bilinmeyen arazi.
c) Aslında mülk arazi iken zaman içinde malıkleri kalmamış ve halen kime ait olduğu bilinmeyen arazi.
d) Kökü (rekabesi) devlete ait olmak üzere yetkili makamın izni ile ihyâ edilen arazi.
e) Aslında mülk arazi iken sahipleri varissiz, vasiyyetsiz ve borçsuz olarak öldüğü için beytül-male intikal eden arazi.
3- Vakıf arazi (arazi-i mevkûfe). 4- Metruk arazi (Kamu yararına terk edilmiş) arazi. Bu da iki çeşit olup yukarıda açıklanmıştır (H. Karaman, M. Islâm Hukuku, III, 68-71).
Bir kimse umumun yolu üzerinde binalar kurmak veya ağaçlar dikmek gibi bir şey yapamaz; yapacak olursa bu ağaç ve binalar derhal kaldırılır (Mecelle, madde 1644). Sonuç olarak hiç kimse halkın yolunda tasarruf hakkına sahip olamaz; tasarruf eden olursa, alıkonur (Mecelle, madde 96). Halkın işlerinde özellikle hak sahibi olan hilâfet makamıdır. Bu nedenle halifenin izni ile halkın geçtiği yolda tasarruf edilebilir (Mecelle, madde 1217), (madde 926-927); (Arazi-i Kanunname-i Hümâyun şerhi, 309 vd.).
MEVÂT ARAZÎ
Ölü arazi. Mülkiyetinin iktisabı bakımından özellik arzeden toprak çeşitlerinden biri. Roma hukukundan beri hemen bütün hukuklar bu çeşit arazının yalnızca işgal ile yanî "mülkiyeti iktisab niyetiyle üzerinde zilyedlik tesis etmek suretiyle" hususi mülkiyet konusu olacağı hükmünü benimsemişlerdir.
İslâm hukuku toprağa herhangi bir eşya gibi bakmamış, gerek elde edilişine ve gerekse tasarrufuna bazı farklı hükümler getirmiştir.
Diğer sahipsiz (mübah) mallara mâlik olabilmek için, o şey üzerinde meşrû zilyedlik kurmak (ihraz) yeterli iken; toprağa mâlik olabilmek için, buna "ihyâ" şartı eklenmiştir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Henüz hiç kimsenin eline geçmemiş bulunan bir şeyi kim ilk önce ele geçirirse o şey, o kimsenin olur" (Ebû Dâvud, Imâre, 36, H.No: 3071).
Esmer b. Müderris bu hadisi naklettikten sonra şöyle demiştir: Hz. Peygamber bu sözü söyleyince herkes araziye dağılarak işgal etmek istedikleri toprak parçalarını adımlayıp işaretlemeye başladı.
Başka bir hadiste buna ihya unsuru eklenir. "Kim ölü bir toprağı ihyâ ederse, o toprak onundur. Haksız dökülen ter için bir hak yoktur" (Buhârî, Hars, 15; Ebû Dâvud, Imâre, 37; Tirmizî, Ahkâm, 38; Mâlik, Muvatta`, Akdiye, 26, 27).
Bu iki hadis bir arada değerlendirilince; sahipsiz bir araziyi ilk işgal eden onun üzerinde öncelik hakkına sahip olur. Burasını ihya edince de ona mâlik olur. Ancak bir araziyi çeviren kimse yıllarca ihya etmezse ne olur? Bu konuda boşluğu Hz. Ömer uygulamayla doldurmuştur. Salım b. Abdillah şöyle nakleder: Hz. Ömer devrinde arazi çevirip yıllarca ihya etmeden bekletenler vardı. Bunu gören Hz. Ömer; ikinci hadisi hatırlatarak çevirmenin yeterli olmadığını, hatta Ebû Yûsuf`un naklettiğine göre, Hz. Ömer minberde hitabederek; çevirenin araziyi üç yıl içinde ihya etmezse, bir hakkı kalmayacağını ilân etmiştir (Yahya b. Adem, el-Harâc, Nşr. A. M. Şakir, 1384, No: 286, 271, 280; Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Tahk. M.H. Hurrâs, Kahire 1395/1975, No: 7014; Ebû Yusuf, el-Harâc, Kahire 1396, s. 70, 71).
Mecelle, ölü arazılerin ihyasına bir bölüm ayırmış, (Madde 1270-1280) ihyanın mahiyet ve hükümlerini düzenlemiştir. Buna göre bir kimse, devlet yetkililerinin izni ile ölü araziden bir parçayı imar ve ihya etse ona malik olur. Bu izin malik olmak için değil de yalnızca faydalanmak (intifa) için olursa ihya mülkiyet kazandırmaz. İhya edenin böyle bir arazide yalnız yararlânma hakkısöz konusu olur (Madde 1272).
Araziye tohum ekmek, fidan dikmek, nadas haline getirmek, sulamak, sulama kanalı veya arkı yapmak, ihya sayılır (Madde 1275).
Mecelle`ye göre sel suyunun girmesini önleyecek kadar duvar çekmek, yahut etrafını yükseltmek, sınır koymak, ihya niteliğindedir ve mülkiyet iktisabı için yeterlidir (Mad. 1276). Mülkiyet iktisabı için yeterli olmayan sınır koyma ise, "arazinin etrafını taş, diken, kuru ağaç dalları ve benzeri ile çevirmek, arazının içini ayıklamak, dikenlerini yakmak, içinde kuyu kazmak, otunu biçip etrafa yığarak üzerine de sel suyunu önlemeyecek şekilde toprak koymaktır (Madde 1277-1278). Ihya, mülkiyet iktisabı için sebep teşkil ederken, sınır koymak yalnızca üç yıl için ihyaya öncelik hakkıverir. Bu süre içinde ihya etmeyen kişiden sınır koyduğu toprak alınıp başkasına verilebilir (Madde 1279).
Mecellede zikredilmemiş olmakla birlikte ölü arazi vasıtlarına uygun bataklıkların kurutulması ve benzeri yerleri ihya için değerlendirmek mümkündür.
Bunların dışında ihya niteliğinde iki toprak alanı daha söz konusu olabilir. Göl veya nehir yatakları ile, denizde dolgu yapılan yerler.
a) Göl veya nehir suyunun çekilmesi: Eskiden beri göl veya nehir bulunan yerde suların çekilmesi veya kesilmesi sonucu ekilebilir arazı meydana çıksa artırma yoluyla isteyene verilebilecektir. Bu gibi yerlere mîrî araziye ait hükümler uygulanır.
Öteden beri göl veya nehir olmayıp sahipli arazi iken su çıkan ve göl haline gelen yerin sonradan suyu çekilirse yine arazinin eski sahibine ait olacağı, maddede geçen "eskiden beri" kaydının gereğidir.
Aslında göller ve nehirler ortak mübah mallardan olduğu ve bu vasıf larıyla âmmenin hakkına konu oldukları için, suyunun tekrar gelmesi veya çıkması ihtimalı mevcut olursa, toprağın tasarruf için bir kimseye verilmesi câiz değildir.
b) Denizlerin doldurulması: Denizin doldurularak ekime elverişli arazi kazanılması daha zordur. Deniz doldurularak elde edilecek yerler ancak arsalar ve küçük bahçeler olabilir. Bu sebeple olmalıdır ki, K.A.132 maddesi denizden doldurulan yerleri mirî arazı değil, mülk arazi hükümlerine tabi kılmıştır. Buna göre bir kimse devletten izin alarak denizden bir yer doldursa, o yere mâlik olur. Burada doldurma işi ihya gibi kabul edildiğinden bedel de zikredilmemiştir. Yani dolduran kimse bir bedel ödemeksizin o yerin mülkiyetini iktisab etmiş olmaktadır. İzin almasına rağmen, üç yıl içinde doldurma işini yapmazsa, hakkını kaybeder ve aynı yer için bir başkasına izin verme imkânı doğar. Bu hükümde de sınır koymanın verdiği üç yıllık öncelik hakkı emsal alınmış olmalıdır. Denizin izinsiz doldurulması halinde, doldurulan yer, devlete ait olacağı için, devlet bu yeri, rayıç bedel üzerinden doldurana veya bir başkasına satabilecektir.
MEVHÛB(HİBE EDİLEN ŞEYLER)
Bağışlanan, hibe edilen şey. Ve.he.be kökünden ism-i mef`ûl. Hibe sözcüğü ise mastar olup"bağışlamak" anlamına gelir. Arapçada genel olarak; atiyye, nihle, sadaka ve hediye sözcükleri de "mevhûb" ile eş anlamda kullanılır.
İslâm hukuku açısından bir akit teşkil eden hibede bağışlayan kendisine bir şey bağışlanan ve bağışlanan mal, ana unsurları oluşturur. Bunlardan bağışlayana "vâhib"; kendisine bağış yapılana "mevhûbun leh" ve bağışın konusuna da "mevhûb" denilir (Mecelle Madde, 83; AbdulKadir Şener, İslâm Hukukunda Hibe, s.11).
İslâm hukukuna göre hibe akdinin geçerli olması için, bağışlanan şeyde şu şartların bulunması gerekir:
1) Bağışlanan şeyin bağış sırasında mevcut olması, Hanifî, Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve Zâhirîlere göre hibe konusu olan şeyin bağışlandığı sırada bağış yapacak olanın tasarrufu altında bulunması gerekir. Buna göre bir bağın meydana gelecek üzümünü veya bir hayvanın doğacak yavrusunu hibe etmek geçerli değildir. Çünkü mevcut olmayan bir şeyi satmak caiz olmadığı gibi, hibe etmek de geçerli olmaz. O şeyin meydana gelmeme rizikosu bulunduğu için akdi ifa imkansızlığı doğabilir. Böyle bir hibe yapılmışsa mal meydana geldiğinde yeni bir akit daha yapmak gerekli olur (Mecelle mad. 856; İbn Abidin, Reddül-Muhtar IV, 782).
2) Bağışlanan şeyin, bağışlayanın kendi malı olması, bağışlanan şeyin akit sırasında, bağışlayanın kendisine ait olması şarttır. Buna göre bir kimse kendisinde emanet olarak bulunan veya kiracı sıfatıyla zilyed olduğu, yahut ta âriyet alan sıfatıyla elinde bulunan şeyleri hibe edemez. Başkasına ait bir malı izinsiz olarak hibe etmek geçerli değildir. Fakat hibe ettikten sonra sahibi kabul ederse geçerli olur (Mecelle, mad.857).
Kişinin sahip olmadığı bir şeyi başkasına temlik etmesi muteber değildir. Ancak temsil yetkisi olmayan bir kimse (fuzuli)nin sahibine danışmadan bir malı başkasına Hibe etmesi halinde, bu aktin sıhhati, teberru ehliyetine sahip olan malikin kabulüne bağlıdır. Malın sahibi kabul ederse geçerli olur, aksi takdirde akit ortadan kalkar. Ancak bir baba velisi bulunduğu çocuğunun malını birine hibe etse, bu akit geçersiz olur. Çünkü babanın çocuğunun malında, onun aleyhine olacak bir tasarrufta bulunma yetkisi buna teberru ehliyetine sahip olmayan çocuğun icazet vermesi de imkânsızdır (el-Bundârî, Şerhu`l-Ukudi`l-Medeniyye, el-Hibe, Kahire 1973, s. 74).
Bağışlanan malın, mütekavvim mal niteliğinde olması gerekir. Alım-satımı veya yararlanılması şer`an mübah olan mala mütekavvim mal denir. Bu yüzden murdar olmuş bir hayvanın eti veya domuz ve benzeri şeyleri müslümanlar arasında hibe etmek geçerli olmaz (Abdurrahman el-Cezîri el-Fıkh Alal-Mezâhibil-Erbaa, III, 403). Çünkü bu gibi mallar, müslümanın elinde ekonomik bir değer taşımaz.
Osmanlı devrinin örfi hukukunda rakabesi devlete ait olan miri arazının alım-satımı, hibe ve vakfedilmesi caiz değildi (Abdulkadir Şener a.g.e., 34).
Bağışlanan mal, vakıf malı olmamalıdır. Çünkü vakıf malların ve vakfa bağlı hayratın ebediliği, ancak bu malların demirbaş olarak kalmasıyla sağlanabilir. Nitekim rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer`e Hayber gazvesinde iyi bir arazi düşünce o, Hz. Peygamber`e: "İstersen onun aslını vakfet, gelirini tasadduk et!" buyurmuştu. Hz. Ömer de bu talimata göre hareket ederek bu arazının satılmayacağını, hibe edilemeyeceğini, miras olarak da kimseye intikal etmeyeceğini şart koşmuştu (Buhâri, Vasaya, 22, Şurût, 19).
3) Bağışlananın, bilinen ve belirlenmiş bir mal olması,
İslâm hukukuna göre, herhangi bir çekişme veya anlaşmazlığa yol açmaması için hibe edilen şeyin muayyen ve malum olması gerekir. Buna göre, hibe eden tayin etmeksizin malından bir şeyi veya "şu iki atımdan birini sana hibe ettim," dese geçerli olmaz. Eğer "bu iki attan hangisini dilersen senin olsun" dese ve bağışlanan kimse hibe yapılan yerde atlardan birini belirlerse geçerli olur. Ancak hibe mahallinden ayrıldıktan sonraki, belirlemesi bir hüküm ifade etmez (Mecelle, mad. 855).
MEVLİDİN YERİ NEDİR? FARZ MI, SÜNNET Mİ? AÇIKLAR MISINIZ?
Mevlid ne farz, ne vacipne de sünnettir. Peygamber (sav)`in vefatından sonra ihdas edilmiştir. Ancak hangi tarihte ihdas edildiğine dair kesin bir vesikaya rastlanmamıştır. Sehavi`ye göre Peygamber (sav)`in irtihalinden üç asır sonra, İbn ül-Cevziye göre de yedinci asırsa Erbil Meliki al-Muzaffer Abu Sa`id tarafından ihdas edilmiştir.
Mevlid okutup, merasim yapmanın iyi olup olmadığı hakkında ihtilaf vardır.
Maliki ulemasından Şeyh Tac du-Din Ömer bin Ali al-Lahmi;mevlid okutmanın caiz olmadığını ve bid`at-ı seyyi`e olduğunu kaydediyor. İbn Hacer al-Askalanide, mevlid hakkında şöyle diyor: "Asr-ı Saadette ve selef-i salihin zamanında hiç kimse mevlid merasimi tertip etmemiştir. Hicretten üç asır sonra ihdas edilmiştir. Mevlid`in iyi tarafları vardır. İyi tarafları yapılırsa bid`at-ı hasenedir. Yoksa bid`at-ı seyyi`edir. Mevlid`in meşru`iyetine dair güclü bir vesika buldum: Buhari ile Müslim`de sabit olmuştur ki, Peygamber (sav), Medine`ye geldiğinde Yahudilerin aşure günü oruç tuttuklarını gördü, onlara oruç tutmalarının sebebini sorunca şöyle dediler: Bugün Allah`ın Fir`avnı denizde boğduğu ve Musa`yı kurtardığı bir gündür. Bunun için Allah`a şükür eder ve oruç tutarız. Bunun üzerine Peygamber (sav) buyurdu ki: "Biz Musa`ya daha yakınız. Bundan anlaşılıyor ki böyle bir günde Allah`a şükür etmek tam yerindedir. Mevlid merasiminin de Peygamber (sav)`in doğum günü olan Rebi`ul-Evvel`in onikinci gecesinde olması için dikkat etmek lazımdır. Başka zamanlarda mevlid okutup merasim tertip etmek ma`nasızdır.
Sonuç: Peygamberin doğduğu günde müslümanların bir araya gelip Peygamberin hayat ve ahlakını anlatan bir eseri dinlemeleri, ona salavat-ı şerife getirmeleri iyi bir bid`attır.
MEVLIT
Bazı kitaplarda iyi ve sevap yüklü olduğu, diğer bazı kitaplarda ise bid`at olduğu yazılı. Şu andaki uygulanış şekli ile mevlidin durumu nedir? Nasıl uygulanırsa Islâma göre daha güzel ve faydalı olur?
Mevlid, genellikle Resûlullah`ın doğum günü yıldönümlerinde belli makam ve tegannilerle okunan övgü, gazel ve kasîdelerdir. Övgüde haddi aşan sözler ihtiva etmedikten sonra, aslı itibari ile, Allah`ın (c.c.) övdügü bir zatı övme demek olacağında, güzeldir. Ka`b b. Züheyr meşhur "Bânet su`âd"m Resûlullah zamanında yazmış ve onu övmüştür, kendilerinden de iltifat görmüştür. Yine Bûsirî`nin meşhur "Bürde"si bu kabildendir. Nihayet bizde okunan ve en meşhur mevlid kasîdesi haline gelen Süleyman Çelebi`nin "Vesîletü`n-Necât"i da bunlardan biridir. Rasûlullah`i çok gerçekçi, içten ve güzel övmüştür. Birçok faydalı bilgiler, sufiyane nükteler ve öğütler içermektedir.
Ancak mevlid, sonraları resmî bir merasim halini almış ve Mısır`daki Şiî Fâtimiler devrinde, ilk defa bu özellikte uygulanmaya başlanmıştır. Hattâ onlar Hz. Ali, Fatıma ve devrin halifesi adına da mevlid okutur olmuşlardır. Mevlit, Osmanlılar`da da 4. Murad devrinden itibaren, teşrifatlarda resmen yer aldı. (170 iA. Mevlid md.) Böylece asıl gayesinden yavaş yavaş uzaklaşarak bid`atleşmeye ve bid`atler içermeye başladı. Derken bu bid`atlar, günümüzde olduğu gibi, doruk noktasına ulaştı. Buna göre mevlid, sorunuzda da değinildiği gibi güzel ve sevap bir uygulama da olabilir, bir bid`at ve günah olarak da icra edilebilir.
Güzel bir davranış olabilmesi için;
1. Dînî bir emir ve merasim görülmezse, yani dinimizde böyle bir ibadet şekli vardır gibi sakat bir kanaat beslenmezse.
2. Ölülere bir faydası olacağına inanılmazsa,
3. Kadın erkek bir yerde mevlit okutulmazsa
4. Mahremliğe dikkat edilirse, kadınlar yabancı erkeklere süslü ve kokulu halde gözükmezse,
5. İsraf ve benzeri haramlardan kaçınılırsa,
6. Mevlit toplantısı çeşit çeşit börek, çörek, pasta ve ev eşyaları ile bir gösteriş halini almaz, böylece fakirlerin gıpta damarlarını kabartıp onları hasetliğe zorlamaz sadelikte olursa,
7. Sırf Rasûlullah`i övme, tanıtma, mevlidin içerdiği öğütleri başkalarına duyurma, güzel tegannilerle gönülleri yumuşatma, onlara Rasûlüllah sevgisini aşılama, islâma ısındırma maksadıyla yapılırsa,
8. Bu vesile ile biraraya toplanıp gelenlere Kur`an , hâdîs ve ilmihal bilgileri aktarılirsa,
9. Mevlid, bu işi meslek haline getirmiş ve ücretle okuyan profesyonel artistlere değil de, okuduğu ile kendisi dahi etkilenen maneviyatlı kimselere okutulursa... güzel bir davranış haline getirilmiş olabilir. Ama yine de gerekli görülmez.
Bunlara riayet edilmezse, çirkin bir bid`at ve insanları dinden uzaklaştıran bir kandırmaca ve bir günah vesilesi olmuş olur. Günümüzdeki uygulanış biçimi de genellikle böyledir.
MEVRÛS
Mirasçı olma anlamına gelen, irs ve verâset kökünden ism-i mef`ul; ölen kimsenin geride bıraktığı mal. Buna miras veya terike de denir. Miras bırakana "mûris", mirası almaya hak kazanana "vâris", mirasın hak sahiplerine bölüştürülmesini inceleyen ilme de "ferâiz" denir.
Mevrûs anlamında terike ve tirke; terketmek, bırakmak anlamındaki terk kökünden isimdir. Bir terim olarak terike; mûrisin geride bıraktığı ve mirasçılarına intikal eden şeyleri ifade eder. Hanefîlere göre, terikenin kapsamına giren mal ve haklar şunlardır: a) Menkul ve gayrı menkuller, b) Mûrisin alacakları ile lehine tahakkuk etmiş bulunan diyet ve tazminat bedelleri gibi mâlî haklar, c) Mûrise ait rehin ve satılıp da bedeli ödenmemiş bulunan mallar, d) Irtifak hakkı gibi mala bağlı olan haklar. Geçme, su alma ve sulama, su geçirme gibi haklar bunlar arasında sayılabilir.
Şu haklar terikeye girmez: a) Faydalanma hakkı. Meselâ; kira akdi yalnız mülk üzerinde yararlanma hakkıverdiği için, mûrisin ölümüyle, yaptığı kira akdi sona erer. Mirasçıların kira akdini yenilemeleri veya gayrı menkulû boşaltmaları gerekir. Ancak kiracıya ek süre verilmesini gerektiren durumlar bundan müstesnadır (bk. "Icâre" maddesi), b) Velâyet, vekâlet, hıdâne, vazife, hilâfet gibi şahsa bağlı haklar terike dışında olup, bunlar miras yoluyla geçmez. c) Malî ve şahsî haklar birlikte bulunursa şahsî hak gâlip ise, bu terikeye girmez. Muhayyerlik ve şûf`a hakkı gibi.
Şafiî, Malıkî ve Hanbelî`lere göre, mal, yararlanma ve benzeri hakların, tümü mirasa girer. Yalnız şahsa bağlı haklar bundan müstesnadır (el-Fetâvâ`l-Hindiyye, Bulak 1310, VI, 447 vd.; Ibn Rüşd, Bidâyetü`l-Müctehid, Mısır, ty., II, 310 vd.; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuki Islâmiyye ve Istılâhâtı Fıkhiyye Kâmusu, Istanbul, ty., V, 209 vd.; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s. 427, 428).
Islâm`da mirasın intikali Kitap, Sünnet ve Icmâ delillerine dayanır.
Kur`ân-ı Kerim`de mirasla ilgili âyetler iki sahifeyi geçmez. Doğrudan mirasla ilgili âyetler, en-Nisâ Sûresi 11, 12 ve 176. âyetlerdir. el-Enfâl Sûresinin 75. âyeti ile, en-Nisâ Sûresinin 7. âyetleri uzak hısımların haklarını genel ifadeler halinde bildirir (Âyetlerin tefsir ve açıklaması için bk. El-Cassâs, Ahkâmü`l-Kur`ân; Ibnü`l Arabî, Ahkâmu`l-Kur`ân; Ibn Kesîr, Tefsîru Kur`ânı`l-Azîm ve Elmalılı, Hak Dini Kur`an Dili tefsirleri ilgili bölümleri.)
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Feraiz, (miras) ilmini öğreniniz ve bunu insanlara öğretiniz. Çünkü ferâiz, ilmin yarısıdır" (Tirmizi, Ferâiz. 2; Ibn Mâce, ferâiz, 1; Buhârî Ferâiz. 2). kur`an-ı Kerîm`de kısaca açıklanan miras hükümleri sünnetle genişletilmiş ve miras hukuku müesseseleşmiştir (Hadisler için bk. eş-Şevkânî, Neymlül-Evtâr, VI, 57-72).
Bir kimsenin ölümüyle geride bıraktığı malına dört şey gerekir:
1) Techiz ve tekfin masrafları; ölen kimsenin geride bıraktığı mirastan önce kefenlerine ve gömülme masrafları karşılanır. Bunlar israf ve kısıntı yapılmaksızın dinî ölçülere göre yerine getirilir. Techiz ve tekfin, hayattaki tesettürün devamı niteliğinde olduğu için, diğer haklardan önde gelir. Miras malı, bu maşarfları karşılamazsa, mürisin nafakası kimin üzerine gerekli ise, bu masraflar ona ait olur. Hiç kimsesi yoksa, beytü`l mal tarafından karşılanır (Mevsılî, el-Ihtiyâr, Istanbul 1980, V, 85; Bilmen, a.g.e. V, 213-215).
2) Ölenin malından borçları ödenir. Techiz ve tekfin masrafı çıkarıldıktan sonra mûrisin borçlarını ödeme ikinci sırada yer alır(bk. en-Nisâ, 4/11). Ayette vasiyetin borçlardan önce zikredilmesi dikkatıçekmek içindir. Çünkü mirasçıları vasiyetin infazı, borçları ödemekten daha ağır gelir. Islâm hukukunda borçlar ikiye ayrılır:
a) Allah hakkıolan borçlar: Zekât, keffâret, adak gibi Allah`u Teâlâ`nın emri ile sabit olan borçlar Hanefîlere göre ölüm hâlinde dünya hukuku bakımından düşer. Çünkü bunlar niyetle veya birisine vekâlet vererek yerine getireceği borçlardır. Halbuki ölen kimse ne niyet edebilir ve ne de vekâlet verecek durumda değildir. Ancak bunlar, mûrisin vasiyet etmesi hâlinde terikenin üçte birinden ödenir.
Çoğunluk Islâm hukukçularına göre ise, bu çeşit zekât, keffâret ve adak gibi borçların terikeden ödenmesi gerekir. Çünkü bunlar ölenin borçları olup, niyete bağlı değildir ve nimetin külfeti kabılindendir.
b) Kul borçları: Ölen kimsenin gerçek veya tüzel kişilere olan borçlarının tamamı terikeden ödenir. Miras varlığı, borçları karşılamazsa, borçlar oranlarına göre ödenir. Terikenin karşılamadığı kısım, dünya hukuku bakımından, düşer. Mirasçıları bu borçları ödemeye zorlanamaz.
Şâfiîlere göre, Allah hakkıolan borçlar önce ödenir. Çünkü Allah`ın alacağı ödenmeye daha lâyıktır (Buhârî, Savm, 42; el-Cürcânî, Şerhu`s Sirâcivyye, Istanbul, t.y., s. 3, 4).
3) Vasiyetlerin yerine getirilmesi: Vasiyet; ölümden sonra geçerli olmak üzere malını başka bir kimseye bağışlamak suretiyle temlik etmektir.
Kur`an-ı Kerîm`de, mirasla ilgili âyetlerin içinde; ".. yapılan vasiyetin ifası ve borcun ödenmesinden sonra..." ifadeleri birkaç defa tekrarlanır (en-Nisâ, 4/11,12). Ibn Ömer (r.a)`den rivayete göre, Allah elçisi şöyle buyurmuştur: "Vasiyet etmek istediği bir şeyi olup da, vasiyeti başucunda yazılı olmadan iki gece geçirmek müslüman için uygun değildir" (Buhârî, Vasaya, 1; Müslim, Vasaya, 1,4). Diğer yandan Allah Rasûlü, vâris lehine mûrisin yapacağı vasiyeti yasaklamıştır (Ibnü`l-Hümâm, Fethul-Kadîr, VIII,.115 vd.).
Vasiyetin hükmü şu kısımlara ayrılır:
a) Üzerinde emanet gibi şer`î bir hak olan kimse; bunun zâyi olacağından korkarsa, o hakkın ödenmesini vasiyet etmesi vacipolur.
b) Zekât, oruç fidyesi, hacc, keffâret gibi ibadet olan şeyleri vasiyet etmek müstehap olur.
c) Fısk ve fücûr, ahlâksızlık ve kötülüklere dalmış kimselere vasiyetle mal bırakmak mekrûhtur.
d) Akraba ve dostlara vasiyet mübahtır (el-Askalânî, Bulûgu`l-Merâm, Terc. ve Şerh, A. Davudoğlu, III, 216).
Murisin vasiyeti, ancak cenaze masrafları ve borçları dışında kalan mirasın üçte biri üzerinde geçerlidir. Üçte biri aşan kısmı mirasçıların kabulüne bağlıdır. Kabul ederlerse, vasiyet tüm mal üzerinde cereyan eder. Kabul etmezlerse üçte biri aşan kısım hükümsüz olur. Hanefi ve Hanbelîlere göre mirasçı yoksa, mûris bütün malını vasiyetle başkasına bırakabılir. Mâlikî ve Zâhirilere göre, üçte biri geçen vasiyet baştan hükümsüzdür (el-Kâsânî, el-Bedâyi`, VII, 307; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s. 428 vd.).
4) Mirasçıların hakkı: Techiz ve tekfin masrafları, borçlar ve vasiyet edilen kısım düşüldükten sonra, geride kalan terike mirasçılara taksim edilir. Mûris, hiçbir vârısını mirastan düşüremeyeceği gibi, vâris de mirası reddedemez. Mirasçı olmanın sebepleri; hısımlık, nikâh akdi ve efendi ile köle arasındaki velâ ilişkisinden ibarettir. Diğer yandan mirasçı olma engelinin bulunmaması da gereklidır. Miras engelleri; mûrısını öldürme, mûrisle mirasçı arasındaki din veya tebealık farkı ile kölelik halleridir.
Vasiyet ve borçların bulunması mirasın taksimine engel değildir. Çünkü vasiyet terikenin üçte birinden yerine getirilir. Sonradan ortaya çıkabilecek borçlar ise, her mirasçıya düşen hisse nisbetinde ödenebilir.
Mirasçıların hisseleri Kitap, Sünnet ve Icmâ hükümleri uyarırıca bölüştürülür (bk. "Ferâiz", "Asabe" ve "Zevil-Erhâm" maddeleri).
Mirasın taksimi iki şekilde olur: a) Rızaen taksim: Mirasçıların hepsi âkıl ve bâliğ olunca, kendi aralarında anlasarak mirası taksim etmeleri mümkündür. Ferâize göre taksim şeklini kendileri bilmiyorlarsa, bir ilim ehlinden sormaları gerekir. Diğer yandan mirasçılar anlasarak ve helallaşarak içlerinden birisine veya daha çoğuna normal hissesinden fazla veya az hisse verebilirler. Ya da bazı mirasçılar, kendi özel mülkleri sebebiyle zengin oldukları için miras almayıp, kendi haklarını diğer varislere bırakabılirler. Karşılıklı rıza bulununca bunda Islâmî bir sakınca bulunmaz. Ancak bu takdirde Islâm miras hukukunda esasları belirlenen "sulh ve tehâruc"e göre işlem yapılır.
b) Kazâen taksim: Bazı durumlarda mirasın taksiminin mahkeme yoluyla taksimi gerekebilir. Mirasçıların haklarını korumak için buna ihtiyaç olur. Mirasçılar arasında küçük veya akıl hastası varsa, mirasçılardan birisi gâipse, vârislerin hepsi âkıl ve bâliğ olduğu halde, içlerinden birisi başvurduğu takdirde hâkim Ferâiz hükümlerine göre taksim yapar (Ayrıntı için bk. Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 432 vd.; el-Mevsilî, el-Ihtiyar, V, 86; el-Merginâni, el-Hidâye, IV, 236; Ali Himmet Berki, Islâm Hukukunda Feraiz ve Intikal, Ankara 1965).