07-28-2020, 12:01 PM
MEŞHURLARIN SON SÖZLERİ - V
Ebû Lübâbe hazretleri, Eshâb-ı kirâm’ın meşhurlarındandır. En çok da kendini ağaca bağlaması olayı ile anılır. İkinci Akabe bîatında, Medine’den gelenler arasında Ebû Lübâbe de vardı. Peygamber efendimiz onlardan şu hususlarda bîat (söz) aldı:
“Allahü teâlâ’dan başka ilâh olmadığına, benim de Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet getirip, namazı kılacağınıza, zekât vereceğinize, neşeli ve neşesiz zamanlarınızda sözlerime itaat edeceğinize, emirlerime tamamen boyun eğeceğinize, darlıkta da varlıkta da muhtaclara yardımda bulunacağınıza, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaksızın, Allah yolunda, Allah için hak ve gerçeği söyleyeceğinize, iyiliği emredip, kötülükten alıkoyacağınıza bîat etmeli, bana kesin söz vermelisiniz. Şahsıma gelince; bana her yönden yardım edeceğinize, yanınıza vardığımda; kendinizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı koruduğunuz şeylerden, beni koruyacağınıza da söz vereceksiniz” buyurdu.
Bundan sonra Peygamber efendimiz onlara “Aranızdan, her hususta, kavimlerinin, benim yanımda temsilcisi olacak 12 kişi seçiniz Hz.Mûsa da İsrâiloğullarından 12 kişi almıştı.” buyurdu.
İşte bu oniki kişi arasında Ebû Lübâbe de vardı. Ebû Lübâbe Peygamber efendimizin bir çok gazâlarına katıldı. Bunların ilki olan Bedir gazâsında büyük kahramanlıklar gösterdi. Ebû Lübâbe Beni Kaynuka, Sevik ve hicretin beşinci yılında yapılan Hendek gazâlarına da katıldı.
Daha sonra Benî Kureyza gazâsına iştirak etti. Bu gazânın sebebi şu idi: Peygamber efendimizle Benî Kureyza Yahudileir arasında bir anlaşma vardı. Buna göre, Mekke müşrikleri ile yapılan Hendek Muharebesinde müslümanlarla beraber, Medine’yi müdafaa etmeleri gerekiyordu. Fakat bunlar, böyle bir şeye yanaşmadıkları gibi, harbin en nâzik bir zamanında müşriklerle işbirliği yaptılar.
Bununla da yetinmeyip, Medine üzerine baskınlar düzenlediler. Hendek muharebesinde, on bin kişilik müşrik ordusunun büyük zayiat vererek geri çekilmesi Kureyza Yahûdilerini hayâl
kırıklığına uğrattı. Sonra Medine’ye iki saatlik mesafede bulunan kalelerine çekildiler. Peygamber efendimizin üzerlerine yürümesinden çok korkuyorlardı. Nitikim korktukları başına geldi. Allahü tealanın emri üzerine, Resulullah bunların üzerine yürüdü. İşte bu yürüme esnasında yaptığı bir hatadan dolayı Ebu lübabe hazrtelerinin kendini ağaca bağlama hadisesi oldu. Ebu Lübabe hazretleri bu olay ile meşhur oldu. Bu hadiseyi de yarın anlatalım.
Kendini ağaca bağladı
Peygamber efendimiz, Hendek savaşından dönüp, evine geldi. Üzerindeki silâhı çıkardı. Öğle vakti idi. Yıkandıktan sonra, buhurlanmak için buhurdanlığını getirdi. Bu arada, atlas ile örtülü bir katır üzerinde ve başında sarık olduğu halde Cebrâil aleyhisselam, geldi. Sarığının ucu iki omuzunun arasında ve üzerinde zırhdan gömlek vardı.
Peygamber efendimize, kendisi ve diğer meleklerin silâhlarını çıkarmadıklarını, söyledi. Bundan sonra Hz. Cebrâil Resûlullah’a şöyle dedi: “Yâ Muhammed! Kalk onların üzerine yürü.” Peygamberimiz “Kimin üzerine yürüyeyim?” diye sorunca Cebrâil “İşte oraya” diyerek, eliyle Benî Kureyza tarafını gösterdi. Resûlullah “Eshâbım çok yoruldular. Birkaç gün dinlenmeleri nasıl olur” buyurunca, Cebrâil aleyhisselam “Yâ Muhammed! Allahü teâlâ, hemen Benî Kureyzâ kabîlesi üzerine yürümeni emir ediyor. Ben şimdi yanımdaki meleklere berâber, Kureyza Yahûdîlerinin kalelerine gidiyorum. Allahü teâlâ onları helâk edecektir” dedi.
Peygamber efendimiz , Hz. Cebrîl gidince, Hz. Bilâle “İşitip, itaat eden kişi, ikindi namazını Benî Kureyza yurdundan başka yerde kılmasın” diye seslenmesini emretti.
Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâm silahlandılar. Resûlullah efendimiz Hz.Cebrâilin izini takip ederek yola çıktılar. Benî Kurayza yahûdilerini olduğu yere geldiler. Kalelerinin çok yakınına kadar yaklaştılar. Benî Kureyza yahûdîleri iyice muhasara altına alındı. Muhasara son derece şiddetlenmişti. Yahûdiler, Peygamber efendimizden kendisiyle görüşmek üzere Ebû Lübâbe’yi istediler. Ebû Lübâbe’nin çoluk çocuğu ve malları Benî Kureyza yurdunda idi.
Peygamberimiz, Ebû Lübâbeyi onların yanına gönderdi. Ebû Lübâbe yanlarına varınca, onu karşıladılar. Kadınlar ve çocuklar ağlaşarak, kendilerine acındırmağa, çalışarak yardım bekliyorlardı. Yahûdiler, Ebû Lübâbe’ye “Muhasara bizi mahvetti. Muhammed (aleyhisselam) müsaade etse de buradan çıkıp, Şam’a veya Hayber’e gitsek bizim çarpışmağa gücümüz yok” “Ey Ebû Lübâbe, biz teslim olursak bize ne yapılacak” diye sordular. O da elini boğazına götürmek suretiyle kesileceklerini ifâde eden bir işaret yapmıştı. Ebû Lübâbe “Vallahi onların yanından da henüz ayrılmamıştım ki, bu hareketimle, Allah’a ve Resûlüne karşı iyi bir iş yapmadığımı anlamıştım.” dedi. Selâhiyetli olmadığı,gizli kalmas gereken bir şeyi söylemişti. Ama bir kerre ağzından çıkmıştı. Ebû Lübâbe bu duruma çok üzüldü, çok pişman oldu. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Kalenin arkasından bulduğu bir yolla, doğru Medine’ye gidip Mescid-i Nebeviye girdi. Kendisini direğe bağlattı.
“Allaha ve Resûlüne hâinlik etmeyin!”
Mescid-i Nebevi’de kendini direğe bağlatan Ebu Lübabe hazretleri, Allahü teâlâ hakiki bir tevbe nasib edip, tevbe edinceye kadar yerinden ayrılmıyacağını, böyle olmadan Resûlullah’ın yüzüne bakamıyacağını, yemin ederek, artık içinde Allah ve Resûlüne karşı hata işlediği bir memleketi görmek istemediğini söyledi.
Ebû Lübâbe’nin düştüğü bu hata ile ilgili olarakşu âyet-i kerîme nazil oldu. “Ey imân edenler! Allaha ve Resûlüne hâinlik etmeyin. Bile bile aranızdaki emânetlere de hainlik etmeyin.”
Ebû Lübâbe Resûlullah’ın zevce-i mutahharası Ümm-i Seleme’nin kapısı önündeki direğe kendisini bağlatmıştı. Hava bir hayli sıcaktı. Bir hafta hiçbir şey yemeyip, kulakları işitemiyecek hale geldi. Ebû Lübâbe bu durumları yaşarken, müslümanlar da onun, yahûdilerin kalesinden dönmesini bekliyorlardı.
Aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen Ebû Lübâbe dönmedi. Nihâyet durumdan haberdâr olunup, Resûlullaha arz edildi. Peygamber efendimiz “Eğer doğruca, yanıma gelseydi, bağışlanmasını Allahü teâlâdan dilerdim. Madem ki, o kendisini bağlatmış, artık Allahü teâlâ tevbesini kabul edinceye kadar onu bulunduğu yerde bırakırım” buyurdu.
Ebû Lübâbe bu şekilde direğe bağlı olarak altı gece kaldı. Ancak, her namaz vaktinde bağları çözülür, namazını kıldıktan sonra, yine direğe bağlanırdı.
Peygamber efendimiz Ümm-i Seleme’nin odasında idi. O sırada, Ebû Lübâbe’nin tevbesinin kabul olduğuna dair âyet-i kerîme nâzil oldu.Âyet-i kerîmede “Onlardan diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler ve (evvelce yapmış oldukları) iyi bir ameli sonradan yaptıkları başka bir kötü (nifak) ile karıştırdılar. Olur ki, Allah, onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah, Gafûr’dur (çok bağışlayıcı), Rahîm’dir” buyuruldu.
Ümm-i Seleme vâlidemiz, seher vakti Peygamber efendimiz’in güldüğünü işitti. “Niçin gülüyorsun Yâ Resûlallah!” diye sordu. O zaman, Ebû Lübâbe’nin tevbesinin kabûl olduğunu
buyurdular. Ümm-i Seleme müjdeliyeyim mi? Yâ Resûlallah!” diye sordu. “Olur! Müjdelemek istiyorsan, müjdele” buyurdu.
Bu haberi duyan herkes, iplerini çözüp salıvermek için Ebû Lübâbe’ye doğru koştular. Ebû Lübâbe bunu kabûl etmedi.” Vallahi! Resûlullah bizzat kendi eli ile beni bırakmadıkça buradan ayrılmam” dedi. Peygamber efendimiz namaza giderken, uğrayıp salıverdiler. Ebû Lübâbe direğe ince, sağlam bir iple bağlanmıştı. Onun için ip, onun iki kolunu kesmişti. Uzun zaman bu kesikler geçmedi. İz olarak kollarında kaldı.
“Sevindirin nefret ettirmeyiniz!”
Ebû Mûsel-Eş’arî hazretleri, güzel sesle Kur’an-ı kerim okurdu. Resûlullah mübârek hanımlarından Âişe-i Sıddıka ile bir gece bir yere gidiyorlardı. Ebû Mûsel-Eş’arî’nin evinin hizasına gelince durdular. O Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Okumasını bitirinceye kadar beklediler. Hz. Resûlullah, O’nu gündüz görünce akşamki hâdiseyi anlatıp, eshâbına “Buna muhakkak Davud’un güzel seslerinden bir ses verilmiş” buyurarak meth etti.
Ehl-i sünnet itikadındaki iki mezhep imamından biri olan Ebûl-Hasan-i Eş’arî hazretleri Eş’arî kavmindendir. Ebû Musa el-Eş’arî’nin amcası Ebû Âmir de, Resûlullah’ın kumandanlarındandı. Mekke-i mükerreme’nin fethinden sonraki Huneyn gazâsındaki Evtaş Mevkiindeki harbe amcasıyla katıldı.
Ebû Âmir İslâm Ordusu’nun Evtâş’taki birlik kumandanıydı, bu harbde yaralandı. Ebû Mûsel-Eş’arî amcasını yaralayanı öldürdü. Amcası, Resûlullah’a selâm, istiğfar etmesi vasiyetiyle, Onu mücahitlerin kumandanı tayin ettikten sonra şehâdet şerbetini içti.
Evtâşi’de zafer kazanan Ebû Mûsel-Eş’ari Resûlullah’ın yanına dönüp, durumu arz edip amcasının vasiyetini de söyledi. Bundan sonrası Ebû Mûsel-Eş’arî şöyle anlatır: (Bunun üzerine Resûlulah abdest suyu istedi ve abdest aldı. Sonra ellerini kaldırıp: “Allah’ım! Kulcağızın Ebû Âmir’i afv eyle! Diye duâ etti. Duâ ederkin” (ellerini o kadar kaldırmıştı ki) ben iki koltuğunun beyazlığını gördüm. Sonra Resûlullah: Allahım, kıyâmet gününde Ebû Âmir kulunu şu yarattığın insanlardan çoğunun üstünde âlî bir makamda kıl” niyazında bulundu.
Bunun üzerine “Yâ Resûlallah, benim için de mağfiret dile! diye duâ istedim. Resûlullah benim için de: Rabbim, Abdullah ibni Kays’ın günahını afv eyle! Kıyâmet gününde onu en yüksek ve güzel makama koy! diye duâ buyurdu.”
Resûlullah zamanında Zebid, Aden ve Yemen valiliklerinde bulundu. Resûlullah Muaz bin Cebel ile birlikte Yemen’e vali gönderirken ikisine şöyle buyurdu: “Yemen’e vardığınızda halka kolaylık gösteriniz ve güçlük göstermeyiniz! Sevindirin de nefret ettirmeyiniz. Muhabbet ediniz de ayrılmayınız.” Sıffîn Muharebesi’nden sonra, sulh için Hz. Ali’nin vekili oldu. Hz. Mu’âviye’nin hilâfeti zamanında vefât etti.
“Âdemoğlu iki dere dolu altını olsa... “
Ebû Musa el-Eş’arî, Kur’ân-ı kerîm’in bütün sûrelerini ezbere bilirdi. Hz. Ebû Bekir’in hilafetinde Kur’ân-ı kerîm’i toplayan heyetteydi.
Safvân bin Süleyman diyor ki; “Resûl-i Ekrem efendimiz zamanında Hz. Ömer ile Hz. Ali’den ve Muâz ile Ebû Mûsel-Eş’arî’den başkaları fetvâ vermezdi.” İslâm takvimini yazılarında ilk defa O kullandı. Hayâ sahibi olup çok edebliydi. Kendini, Kur’ân-ı kerîm’in Meryem sûresi seksendördüncü âyetindeki “Biz onların ecel günlerini sayıyoruz” (Bu muayyen bir müddettir) meâlindeki hâl üzerinde bulunurdu.
Her an son nefesini düşnürdü. Dünyaya hiç değer vermezdi. Her halinde ve davranışında Allahü teâlâdan çok korktuğunu ifade eder, son nefesi îmânla vermekten başka bir şey düşünmezdi.
Bu haline akrabaları “Kendine biraz acısan” diye tavsiyede bulunduklarında; “Atlar koştuğu vakit, son noktaya gelince nasıl bütün imkânlarını kullanırsa, ben de son noktaya geldiğimde bütün imkânlarımı kullanmak mecburiyetindeyim” buyururdu. Böyle yaşayıp bu hâl üzerine vefât etti. Hanımına “Azığını hazırla, Cehennemin üzerinden geçilecek bir vasıta yoktur” buyururdu.
Çok güzel Kur’ân-ı kerîm okuması, müfessir, müctehid olması ve Peygamberimizin iltifatlarına mazhar olması sebebiyle şöhreti vaazı çok kalabalık olurdu. Buyurdu ki: “Kur’ân-ı kerîme tazimle çok hürmet ediniz. Zirâ bu Kur’ân-ı kerîm sizin için ecîrdir. Kur’ân-ı kerîm onu Cennet bahçelerine götürecekir. Kim Kur’ân-ı kerîm’i kendine uydurursa (anladığı ve hesabın geldiği gibi kabullenmek, mânâ vermek) Cehennemin alt katlarına baş aşağı düşeceklerdir.”
“Âdemoğlu iki dere dolu altını olsa yine de tamam, yeter demez. Üçüncü bir dereye doldurmaya çalışır. Âdem oğlunun karnını birazcık topraktan başka bir şey doldurmaz.”
“İnsan, dünyalık için acele ederse âhiretten uzaklaşır.”
“İnsanların çoğu para kazanmak hırsıyla helâk oldular.”
“Kıyâmet günü güneş, insanların tepesinde olacak ve iyi ameller de gölge edecek.”
Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları: Kıyâmet günü, ibâdet ehli müminlerin, Allahü teâlânın cemâlini göreceği hususunda; Resûlullah’ın gökyüzündeki aya bakıp: “Şu ayı nasıl hiçbiriniz mahrum olmaksızın görüyorsanız, Rabbinizi de öyle göreceksiniz. Artık güneşin tulû’unda da, gurûbunda da evvelki namazların hiç birinden alıkonmamak elinizden gelirse (ona) çalışınız” rivâyetinde bulundu.
“Cennet hazinelerinden bir hazine”
Birgün Peygamberimiz Ebû Musa el-Eş’ari’ye “Cennet hazinelerinden bir hazineye seni irşad edeyim mi?” Evet Yâ Resûlallah irşâd buyurdu, demesi üzerine Resûlullah: “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” de diye buyurdu.
“Allahü teâlâ gece günah işleyene sabaha kadar gündüz günah işleyene de, tevbe etmesi için akşama kadar, mühlet verir. Güneş batıdan doğuncaya kadar böyle devam eder.”
“Dünyayı seven Âhiretine zarar verir, Âhiretini seven dünyasını zararlandırır. Bu böyle olunca, siz bâkiyi fâni üzerine tercih ediniz.”
“Her kim Allahın rızasını kazanmak için bir mescid binâ ederse, Allahü teâla da ona Cennet’te onun gibi bir ev binâ eder.”
“Mü’minler birbirini bağlayıp destekleyen bir binanın taşları gibidir.”
“Bana gelip benden soran ve bazı ihtiyaç dileğinde bulunanlar olur. Yanımda bulunan sizler de onlara yardımcı olun ki, ecir kazanasınız. Allahü teâlâ sevdiği şeyi, Peygamberlerin elinde kazâ eder.”
“Kırk gün helâl yiyenin kalbini Allahü teâlâ nurlandırır ve hikmet sözlerini kalbinden lisânına akıtır.” “Kişi sevdiği ile berâberdir.”“Kıyâmete yakın ilim kalkar, cehalet hertarafı kaplar ve öldürme olayları artar.”
Ev ziyâreti hususundaki Âdâb hakkında: “İzin talebi üç defadır. Birincide susar ve gelenin kim olduğunu öğrenmek için dinlenir, ikincide hazırlanır, üçüncüde de kabul veya reddeder.”
“Biriniz üç kere selâm verdikten sonra cevap alamazsa dönsün.” “Yaşlılara saygı göstermek, Allahü teâlâyı tazimdendir.” “Kötü arkadaş, demircilerin körükleri gibidir. Şayet üflediği ateş kıvılcımları seni yakmazsa, kokusu sana bulaşır.”
“Dirinin ağlamasıyla muhakkak ölü azâb olunur.”
Peygamber efendimiz ipeği sağına, altını soluna koydu ve “Bu ikisi ümmetimin kadınlarına helal, erkeklerine haramdır” buyurdu.
“Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız!”
Peygamberimiz , Mekke fethinde görüldüğü yerde öldürmelerini emir buyurdukları kimselerin içerisinde Hind binti Utbe de vardı. Hind binti Utbe, Kâ’be-i Muazzamanın örtüsü altına sığındı. Yanında bir çok kadınlar da vardı. Hepsi imân ettiklerini bildirdiler ve Resûlullah’a biât ettiler.
Peygamberimiz Mekke’de kendisine ezâ ve cefâ yapan kadınların başında gelen, Mübârek amcası Hz. Hamza’yı öldürten Hind binti Utbe’yi affetti ve öldürülmemesini emir buyurdular.
Hind; Mekke’nin fethedildiği gün, Kâ’be’deki bütün putlar yıkılmış, kırılmış ve dışarı atılmış olduğunu, Eshâb-ı kirâmın sabaha kadar namaz kıldıklarını görmüş, kalbinde imân nuru parlamış ve bunu kocası Ebû Süfyân’a söylemişdi.
Tanınmamak için kılık kıyâfet değiştirmiş, yüzünü örtmüştü. Resûlullah’a geldi. “Yâ Resûlallah el tutup sana biât edeyim mi?” diye sordu. Peygamberimiz, “Ben kadınlarla el tutuşmam. Benim yüz kadına hitap etmem, her bir kadına ayrı ayrı hitap etmem gibidir” buyurdular ve kadınların biâtı söz ile oldu
Burada Peygamberimiz, Hz. Ömer’e “Söyle o kadınlara Allah’a hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamak üzere Resûlullah’a biât edeceklerdir” buyurdu. Hind’in yanındaki kadınlar sustular. Onlar namına Hind konuştu ve Resûlullah’a: “Erkeklerden istemediğin bir teahhüdü, kadınlardan niçin istiyorsun. Ben iyice anladım ki, eğer Allah ile birlikte başka ilâh, tanrılar bulunsaydı, başımıza gelenlerdin bizleri korurdu” dedi
Peygamberimiz, Hind’e baktı ve Hz. Ömer’e, “Söyle onlara; hırsızlık da etmeyecekler” buyurdu. Hind, “Yâ Resûlallah, Ebû Süfyân cimri bir kimsedir. Ben ondan habersiz malından bir şeyler çalıyordum. Bu benim için helâl mi, değil mi bilmiyorum. Ebû Süfyân ne ban ne oğluma yetecek kadar bir şey vermiyor.” dedi. Peygamberimiz “Onun malından kendine ve oğluna yetecek kadar bir şey alabilirsin” buyurdu.
Bu sırada Ebû Süfyân, Hind’e “Senin şimdiye kadar çaldığın geçti gitti. Bundan sonrakiler de helâl olsun” dedi. Peygamberimiz güldü. Hind’i yanına çağırdı. “Demek sen Hind binti Utbe’sin?” buyurdu. Hind radıyallahü anha “Evet” dedi. “Allaha şükür olsun ki, kendisi için seçip beğendiği dînini üstün kıldı. Yâ Muhammed elbette ki bana rahmetin dokunacaktır. Şimdi ben Allah’a imân etmiş ve Onun Resûlünü tasdik etmiş bir kadınım” dedi.
Kadınların Resulullah ile sözleşmeleri
Müslüman olup yanında diğer kadınlarla beraber biat etmek üzere Resulullahın huzuruna giden Hind radıyallahü anha’ya, Peygamberimiz, “Hoş geldin” dedi. Hind, “Ya Resûlallah, vallâhi dün senin çadırındakiler kadar zillet ve hakarete uğramasını istediğim bir çadır halkı yoktu. Bu gün ise yeryüzünde senin çadırındakiler kadar izzet ve şeref içerisinde olmasını istediğim bir çadır halık (ev halkı) yoktur” dedi.
Peygamberimiz , “Öyledir vallahî, ben sizlere çocuklarınızdan, ana ve babalarınızdan daha sevgili olmadıkça imânınız kâmil olmaz” buyurdu.
Hind radıyallahü anha ve berâberindeki kadınlar zinâ etmeyeceklerine dair de biât ettiler. Hind, “Yâ Resûlallah hür kadın zinâ eder mi?” dedi. Resûlullah “Hayır vallahî, hür bir kadın zinâ edemez” dedikten sonra Ömer’e “Söyle onlara çocuklarını öldürmeyecekler” buyurdu.
Hind, “Küçük iken onları biz büyüttük yetiştirdik. Büyüyünce siz onları öldürdünüz. Bize, Bedir günü öldürmedik genç bıraktın mı ki, onları öldürelim dedi. Hind binti Utbe’nin Hanzala adlı bir oğlu Bedirde müşrik olduğu halde öldürülmüştü.
Hz. Ömer, “Sen bize Bedir günü öldürülmedik genç bırakmadın ki” sözüne çok güldü. Peygamberimiz ise gülümsedi. O gün kadınlar ve onların başı olarak Hind radıyallahü anha Resûlullaha iftira etmeyeceklerine ve Peygamberimizin her emrine itaat edeceklerine dair Resûlullah’a biât ettiler.
Kadınların, Resûlullah’a söz verdiklerini, biât ettiklerini bildiren Mümtehine sûresindeki âyet-i kerîme, Mekke şehrinin alındığı gün inmiştir. Kadınlarla yalnız söz ile olup, mübârek eli, kadınların ellerine dokunmadı. Kötü huylar, kadınlarda, erkeklerden daha çok olduğundan, kadınlarla sözleşirken, erkeklerden daha fazla şart, araya kondu. Allahü teâlânın emirlerini yapmış olmak için, bunlardan kaçınmak lâzım geldiğini bildirdi.
Bu biât ve bununla ilgili ahkâm; büyük İslâm âlimi, dînin bekçisi İmam-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî’nin mektûbâtının üçüncü cildi, kırkbirinci mektûbunda uzun yazılıdır. ( Bu mektubun tercümesi, Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabının üçüncü kısım ikinci maddesinde vardır. Bir müslümana lazım olan bütün bilgilerin içinde bulunduğu bu kıymetli kitap, Hakikat kitabevi (0212 523 45 56) temin edilebilir.)
“Allah sizin koyunlarınızı bereketlendirsin!”
Hind binti Utbe radıyallahü anha iman ile şereflendikten sonra Peygamberimiz Mekke’de, Etbah mahallesinde bulunurken iki küçük oğlağı kestirmiş kebab yapmış, Peygamberimizin azâdlı kölesi olan bir kadınla göndermişti. Hizmetçi kadın Peygamberimizin çadırına vardı. Selâm verdi içeri girmek için izin istedi, izin veriilnce içeri girdi. İçerde Peygamberimizin mübârek zecesi Ümmü Seleme ve Meymûne ve Abdülmuttalip oğullarından Peygamberimizin yakın akrabası olan kadınlar bulunuyordu.
Hizmetçi kadın Resûlullah’a : “Hanımım bu hediyyeyi size gönderdi: “Bu yıllarda koyunlarımız çok az kuzuluyor” dedi. Senden özür diledi, “Kuzu kebabı yapamadığı için” dedi. Peygamberimiz “Allah sizin koyunlarınızı bereketlendirsin ve kuzulayıcılarını artırsın” diye duâ buyurdu.
Hizmeti kadın Hind’in yanına döndü. Peygamberimizin duâsını bildirdi. Hind buna pek çok sevindi. Bir müddet sonra koyunlarının kuzulayıcı olanaları o kadar arttı ki ne yakın zamanda ne de ondan önce böylesi hiç görülmemişti. Hind radıyallahü anha: “Bu, Resûlullah’ın duâsı bereketiyle olmuştur. Allahü teâlâya hamd olsun ki, bizi İslâmiyyete hidâyet etti, kavuşturdu. Müslüman olmakla şereflendirdi” buyurdu.
Mekke’de umûmî putlardan başka, ayrıca her ailenin kendi evinde taptıkları husûsî putlaır da bulunurdu. Mekke feth olunduğu gün Peygamberimizin münâdisi: “Allaha imân eden kişi evinde kırmadık, yakmadık put bırakmasın. Putların parası da haramdır” diye herkese ilân etti.
Mekke’de bu ilân edildikten sonra yeni müslümanlar evlerindeki putları kırdılar. Hind binti Utbe de evindeki putu kırmış ayağıyla parçalarını vurup yuvarlamış ve “Biz senden dolayı ne kadar gurur ve aldanış içinde idik” demiştir.
Hind binti Utbe, müslüman olduktan sonra Peygamberimizin hayır duâsını almıştır. Hz. Ömer zamanındaki meşhur Yermük savaşına kocası Ebû Süfyân ile katılmış ve bizzat çarpışmıştır. Hind, gayet keskin görüşlü ve akıllı bir kadındı. Son derece cömertti. Hz. Ömer
zamanında 635, Muharrem ayında vefât etti. Zikrettiğimiz sözleri ve Peygamberimize altı hususta bî’atı hadîs kitaplarında geçmektedir.
Resulullahın sırdaşı; Hz.Huzeyfe
Huzeyfet’übnü Yemân hazretleri, Eshâb-ı kirâm arasında Peygamberimizin sırdaşı olması vasfı ile meşhurdur. Peygamberimiz Ona, Eshâb-ı kirâm arasına karışarak kendilerini gizleyen ve böylece fitne çıkarmak isteyen münafıkların kimler olduğunu tek tek bildirmiştir.
Bundan başka vuku bulacak hadiseleri de bildirmişti. Eshâb-ı kirâm arasında çok sevilir ve ayrı bir itibar gösterilirdi. Çünkü o, Resûlullah’ın verdiği sırlarla dolu idi. Resûlullah gizli kalması lâzım olan bir çok şeyi, Huzeyfet’übnü Yemân’a söyledi.
Buyurdu ki: “Resulullah efendimiz, âlemin yaratıldığı zamandan, yok alacağı güne kadar, olmuş ve olacak şeyleri bildirdi. Bunlardan bildirilmesi caiz olanları size bildirdim. Örtmesi lâzım olanları, sakladım bildirmedim.”
Peygamber efendimiz vefâtından sonra Hz. Ebû Bekir, Huzeyfe’yi ordu kumandanı olarak tayin etti. Umman’daki mürtedlerle (dinden dönenlerle) savaşmak üzere Umman’a gönderdi. Kendisine katılan İkrim’e komutasındaki ordu ile birlikte Umman halkını tekrar İslâma döndürdü. Bundan sonra Umman’da önce zekâtları toplamakla sonra da vâli olarak orada vazifelendirildi.
Hz. Ömer halifeliği sırasında Onu Umman’dan Medine-i Münevvere’ye çağırdı. Bir müddet müşavere (danışma) heyetinde bulundurdu. Sonra da Mezopatamya taraflarında yapılan savaşlara katıldı. Irak’ın ve İran’ın fethinde bulundu.
Nihâvend savaşında Nu’man bin Mukarrin şehid olunca, İslam sanağını Huzeyfe eline alarak Memedân, Rey ve Deynura’yı fethetmişdir. Cezire’nin fethinde bulunarak, Nusaybin Valiliği’ne tayin olundu. Selmân-ı Fârisî ile birlikte Kûfe şehrinin yerini seçip, orada şehir kurulmasını kararlaştırdı. Böylece Kûfe şehri kuruldu.
Huzeyfet’übnü Yemân emniyeti ile şöhret bulmuştur. Hatta Hz. Ömer yeni feth edilen memleketlere: “Huzeyfe ne isterse veriniz” diye emir buyurmuş olduğu halde, kendisi kendi yiyeceğinden ve atının yiyeceği yemden fazlasını almamıştır. Medayin şehrinde uzunmüddet valilik yaptı. Oranın halkı onun idaresinden son deerce memnun olup, kendisini çok sevmişlerdi. Döndüğü zaman, Hz. Ömer O’nun halini değiştirmediğini görerek boynuna sarılmış ve “Sen benim kardeşimsin, ben de senin kardeşinim” buyurmuştur.
Hz. Ömer halife iken Huzeyfet-übnü Yemân’ın bir cenâzenin namazını kılmadığını görerek, O’na niçin kılmadığını sordu. O da ölen kişinin münâfık olduğunu söylemiş ve bu sebeple cenaze namazını kılmadığını açıklamıştı. Bunun üzerine Hz. Ömer, memurları arasında münâfık bulunup bulunmadığını sormuş o da bir tan var demiş, fakat Hz. Ömer’in bütün ısrârına rağmen ismini söylememiştir. Sonra o münafık Hz. Ömer tarafından uzaklaştırılmıştır. Bunun üzerine Hz. Ömer Huzeyfe’nin gitmediği cenazeye gitmemiştir. Çünkü O’nun gitmemesini ölenin münâfık olduğuna işaret sayardı.
“Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?”
Birgün Hz. Ömer huzurunda bulunan bazı Eshâb-ı kirâma: “Resûlullah efendimiz’in fitne hakkında olan sözü hatırında olan var mı? diye sordu. İçlerinden Huzeyfe ey müminlerin emiri! Peygamberimizin bu konudaki sözü aynıyla benim hatırımdadır ki, “Kişi ailesinden, malından, çocuklarından ve komşusundan dolayı fitneye düçar olur. Böyle günahlara oruç tutmak, namaz kılmak ve iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek keffâret olur.” buyurdu, diye cevap verdi.
Hz. Ömer “Maksadım o değil, deniz gibi dalgalanacak fitneyi soruyorum” deyince, Huzeyfe: “Ey müminlerin emiri! Senin için endişelenecek bir şey yok. Senin zamanınla onun arasında bir kapalı kapı var.” diye cevap verdi.
Hz. Ömer “Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?” diye sorunca Huzeyfe “O kapı kırılacak diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer “Desene Ümmet-i Muhammed kıyâmete kadar bir araya gelemeyecek!” diyerek üzüntüsünü dile getirdi. Daha sonra Huzeyfe’ye o kapının ne olduğu sorulduğunda “O kapı Hz. Ömer idi” diye cevap vermiştir. Daha sonra Hz. Ömer şehid edilmiştir.
Huzeyfet’übnü Yemân Hz. Osman’ın halifeliği sırasında Azerbeycan ve Ermenistan taraflarının fethine gönderildi. Bu hizmetlerinin yanında mühim bir hizmetide Kur’ân-ı kerîm nüshalarının çoğaltılmasına sebeb olmasıdır. Çünkü o, Azerbeycan ve Ermenistan tarafına gittiğinde Kur’ân-ı kerîm’in değişik lehçelerle okunduğunu görerek, Kur’ân-ı kerîm’in Kureyş lehçesi üzerine çoğaltılmasını Hz. Osman’a teklif etti. Bunun üzerine Hz. Osman Kur’ân-ı kerîm nüshalarını çoğaltıp; belli merkezlere gönderdi. Hayatının çoğu savaşlarda geçen
Huzeyfet’übnü Yemân Hz. Osman şehid edildiğinde Medine’de bulunuyordu. Bu sırada yaşı oldukça ilerlemişti. Hz. Osman’ın şehid edilmesine çok üzüldü. Onun şehid edilmesinden kırk gün sonra vefât etti.
Huzeyfe ölüm döşeğinde yattığı vakit “Dost ânî bir baskınla geldi. Pişmanlık fayda vermez. Allahım fakirlik ve hastalıktan hakkımda hayırlı olanı bana ver. Ölüm hakkımda yaşamaktan hayırlı ise, sana ulaşıncaya kadar ölüm yolunu bana kolaylaştır.” diyerek duâ etmiştir.
Huzeyfet’übnü Yemân Peygamberimiz’den yüzden fazla hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ondan rivâyet edilen hadîs-i şerîfler Kütüb-i sitte adı verilen meşhur altı hadîs kitabında yer almıştır.
“Fitne zamanında bir kenara çekil; yalnız yaşa!”
Peygamberimizden bizzat işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları:
“Resûlullah’a ileride hasıl olacak fitnelerden sordum, çünkü bunların şerrine yakalanmaktan korkuyordum. “Yâ Resûlallah, biz, müslüman olmadan önce kötü kimselerdik. Allahü teâlâ, senin şerefli vücudun ile İslâm nimetini, iyiliklerini bizlere ihsan etti. Bu seadet günlerinden sonra yine kötü zaman gelecek mi” dedim. “Evet gelecek” buyurdu. Bu şerden sonra hayırlı günler yine gelir mi dedim. Yine “Evet gelir. Fakat o zaman bulanık olur” buyurdu. Bulanıklık ne demektir dedim. “Benim sünnetime uymıyan ve benim yolumu tutmayan kimselerdir. İbâdet de yaparlar. Günah da işlerler” buyurdu. Bu hayırlı zamandan sonra, yine şer olur mu dedim. “Evet Cehennemin kapılarına çağıranlar olacaktır. Onları dinleyenleri Cehenneme atacaklardır” buyurdu. Yâ Resûlullah! Onlar nasıl kimselerdir dedim. “Onlar da bizim gibi insanlardır. Bizim gibi konuşurlar” buyurdu. Onların zamanlarına yetişirsem, sığınacak iyi insan bulamazsam ne yapmamı emir edersiniz dedim.
“Bir kenara çekil. Aralarına hiç karışma ölünceye kadar yalnız yaşa!” buyurdu.
Bildirdiği diğer hadis-i şerifler şunlar:
“Benden sonra Hz. Ebû ekir ve Hz. Ömer’e uyunuz.” “Bütün iyilikler sadakadır.”
“Utanmazsan, istediğini yap.” “Nemmam (söz taşıyan) Cennete giremez
“Gümüş ve altın kaplardan bir şey içmeyiniz, ipekli elbise giymeyiniz.”
“Bir kimse, İslâm’da sünnet-i hasene yaparsa, bunun sevabına ve bunu yapanların sevablarına kavuşur. Bir kimse İslâm’da bir bid’at, (kötü) çığır açarsa, bunun günahı ve bunu yapanların günahları kendisine verilir.”
“İki arkadaşın, Allah katında en sevimlisi, arkadaşına karşı daha müşfik (şefkatli) davranandır.”
“Şehvet nazarı ile bakmak, şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim Allah korkusu ile, onu terk eder, yâni şehvet gözü ile bakmazsa, Allahü teâlâ ona öyle bir imân nasib eder ki, zekini kalbinde duyar.”
“İçinizdeki fenâları yola getirmeğe çalışmazsanız. Yani Emr-i Ma’rûf ve nehyi ani’l münker yapmazsanız Cenâb-ı Hak, başınıza öyle belâlar verir ki, bu belâlardan kurtulabilmek için artık iyilerinizin Allah’a yalvarması da fayda vermez.”
“İnsanlar öyle bir zaman yaşayacak ki..”
Huzeyfe şöyle anlatmıştır: “Resûl-i Ekrem ile namaz kılıyordum. “Bekara” sûresinden okumaya başlamıştı. Rahmet âyeti geldiği vakit allah’dan rahmet diler, azâb âyeti geldiği zaman Allahü teâlâ’ya sığınırdı. Tenzih âyeti geldiği vakit, Allahü teâlâ’yı tesbih ve takdis ederdi. Kur’ân-ı kerîmi bitirdiği zaman Resûlulah şöyle duâ okurdu:
“Allahım! Kur’ân-ı kerîm hürmetine bana rahmet eyle, Kur’ânı bana îmân, nûr, hidâyet ve rahmet kıl, Allahım Kur’ân-ı kerîmden unuttuğum oldu ise bana hatırlat, anlamadığım olduğu ise bana anlat, gece ve gündüzde Kur’ân okumayı bana nasib et, Kur’ân-ı kerîmi lehimde hüccet kıl. Ey âlemlerin Rabbi.”
Bildirdiği diğer iki hadis-i şerif ise şöyle:
“Her ümmetin taptığı bir buzağı, putu var. Benim ümmetimin putu ve tapdığı da altın ve gümüştür.(Para, mal,mülktür.)”
“Dünyayı ahiret üzerine tercih eden kimseyi Allahü teâlâ üç şeye mübtela kılar. Kalbinden hiç çıkmayan sıkıntı. Hiç kurtulamadığı fakirlik ve doymak bilmeyen hırs”
Huzeyfet’übnü Yemân buyurdu ki:
“Öyle bir zamanda bulunuyorsunuz ki, sizden biriniz bildiğinin onda dokuzu ile amel edip birini terk ederse helaka gider. Öyle bir zaman gelecek ki, o zaman bildiğinin yalnız onda biriyle amel eden kurtulacaktır. Çünkü o zaman, amel edenler çok azalacaktır.”
Bir kişi Huzeyfet’übnü Yemân’a “Ben nifaktan korkuyorum” deyince, Huzeyfe “Eğer münafık olsaydın nifaktan korkmazdın, çünkü münafık nifaktan emindir korkmaz.” buyurdu.
“Eğer gönüller manevî pisliklerden temiz olsaydı, Kur’ân-ı kerîmin zevkine doymazlardı.”
Huzeyfet’übnü Yemân’a sordular: “Hayatta olduğu halde ölü sayılan kişiler kimlerdir?” Huzeyfet’übnü Yemân “Gördüğü kötülüğe eli ve dili ile mani olmayan veya kalbi ile buğz etmeyen kimselerdir” buyurdu.
“İnsanlar öyle bir zaman yaşayacak ki; bir kişi için, ne kibar ve ne akıllı, diyecekler. Halbuki onun kalbinde zerre kadar imân izi olmayacaktır.”
Münafık kimdir denildiğinde “İslâmiyyetten bahsedip de onunla amel etmeyen, O’na uymayandır” buyurdu.
Meşhurların ölüm deşeğindeki sözleri
Hazreti Selmân-ı Farsî de ölüm döşeğine yattığı vakit ağladı. Sebebini soranlara, “Dünyadan ayrıldığım için ağlamıyorum. Peygamber Efendimiz: “Dünyadan ayrılırken sermayeniz bir yolcunun yol azığından fazla olmasın” demişti. İşte buna ağlıyorum” dedi. Hâlbuki öldüğü vakit hesab ettiler, bütün serveti on dirhem civarıda idi.
Meşhur Haccac da ölümü esnasında: “Allah’ım, insanlar diyorlar ki, “Sen beni mağiret etmezsin.” Sen beni mağfiret eyle” dedi. Bu söz, Ömer bin Abdülâziz’in hoşuna gitti ve ona gıbta etti. Bu sözü Hasan-ı Basrî’ye naklettikleri vakit: “Gerçekten Haccac böyle söyledi mi?” dedi. “Evet, söyledi” dediklerinde, o: “Öyle ise umulur ki Allahü teâlânın af ve merhametini kazanmıştır” dedi.
Muâviye bin Ebû Süfyan radıyallahü anh, ölüm döşeğine yattığı vakit: “Beni oturtun” dedi. Kendisini oturttular. Allahü teâlâyı tesbîh ederek andı ve ağlayarak: “Ey Muâviye, ihtiyarlayıp çöktün.Gençlik dallarının bol su aldığı ve yapraklarının henüz yemeşil olduğu zaman geçtig.” diyerek yüksek sesle ağlamağa başladı.
Sonra da şöyle dua etti: “Ey Rabbim, şu ihtiyar kuluna merhamet et. Allahım, kusurlarnı at, sürçmelerini bağışla. Senden başkasında ümidi olmıyana lûtfunla muâmele et!”
Ölüm hastalığında bâzı kimseler kendisini ziyâret etmişti. Onlara, Alahü teâlâya hamd ü senâ ettikten sonra: “Topyekun dünya, görüp tecrübe ettiğimizden başka bir şey değildi. Vallahi, iyi biliniz ki, onun yeşilliklerini neş’e içinde karşıladık, yaşayışımızdan zevk aldık. Dünya ise durmadan yavaş yavaş bu zevk ve neş’elerimizi bozdu. Nihâyet bir gün dünya bizi kocalttı ve terketti. Bizi elem ve kederlendirdi. Vah bu dünyaya, vay bu dünyaya” dedi.
Hastalığında verdiği bir hutbesinde: “Ey insanlar, ben, harman olmuş bir ekinim. Ben, benden önce size halifelik edenden daha iyi olmadığım gibi, benden sonra da size benden iyisi değil, benden kötüsü gelecektir. Ben öldüğüm vakit beni aklı başında bir adam yıkasın. Zîra akıllıların Allah katında bir değeri vardır. Beni güzel yıkasın ve âşikâre tekbir alsın” dedi.
Sonra dolaptaki bir bohçayı getirtti. İçinde Peygamber Efendimiz’e ait bir elbise, bir miktar saç ve tırnak kırıntıları vardı. “Bunları, ağız, burun, kulak ve gözümün üzerine koyun. Peygamber Efendimiz’in giydiği bu elbiseyi de kefenimin altından bana giydirin. Allahü teâlânın ana-baba hakkındaki emirlerine riâyet edin. Beni böylece mezarıma koyduğunuz vakit, Allah’ın rahmeti ile beni başbaşa bırakın” dedi. Ölüm döşeğinde iken, “Keşke ben zî Tuva’daki Kureyş’den bir ferd olsaydım ” dedi.
“Zehir içmeyenlere de garanti verme!”
Ömer bin Abdülâziz’in hanımı Fâtıma: “Ben Ömer’i, ölümü esnasında, “Allah’ım, kısa bir süre de olsa ölümümü adamlarımdan gizle” diye duâ ettiğini duydum. Bir ara kapuyu açarak kendi odama girdim. “Bu ahiret yurdunu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz. Sonuç Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.” (Kasas: 83) mealindeki âyetini okudu, sonra sesi kesildi. Ne bir hareket, ne de bir ses duymayınca, hemen hizmetçilerinden birini gönderdim. Adam: “Çoktan öldü” diye bağırdı.
Zehirlendiğinde doktor çağırdılar. Doktor:” Buna zehir verilmiş. Bunun için ben bunun hayatı hakkında te’minat veremem, dedi. Ömer bin Abdülâziz gözünü açarak, “ Bana değil, zehir verilmeyenlere ve yaşayacaklarına dair te’minat verme!” dedi. Doktor,” Zehir verildiğinin farkında mısın?” diye sordu. “Evet, mideme inince anladım” dedi. Doktor,”O hâlde hemen tedâviye başlayalım” dedi ise de, Ömer bunu reddederek,”Tedâvisi kulağımın ardında olsa da elimi kaldırıp onu almam. Rabbime ulaşmak benim için daha iyidir,” dedi. Ve birkaç gün sonra öldü.
Ölüm döşeğine yatınca ağlamağa başladı. Etrafındakiler, “Senin için ağlanacak ne var, Allahü teâlâ seninle nice sünnetleri ihyâ etmiştir. Adâletin ise son haddine yükselmiştir” dediler. O tekrar ağlayarak,” Değil mi ki Allahın huzurunda bütün bu milletin hesabını vermek için
durdurulacağım. Hepsi hakkında âdil adavranabilmekten emîn değilim, yaptığım kusurlar da ayrı. Elbette bunlara korkar ve ağlarım” diyerek yine ağladı ve az sonra öldü.
Ömer bin Abdülâziz ölümü yaklaştığı vakit, “Beni oturtun” dedi. Oturttular. O, “Ben o kimseyim ki bana emirlik verdin, ben kusur ettim. Beni nehyettin, ben ise isyân ettim” diye üç kere söyledi. Sonra da: “Lâ ilâhe illâllah, ibâdete lâyık ancak Allah’tır” dedi. Başını göklere çevirdi ve dikkatle baktı. Kendisine, “Ne bakıyorsun?” diye sorduklarında, o, “Ben öyle kimseleri görüyorum ki, onlar ne insan ne de cindir” dedi ve böylece ruhu bedeninden ayrıldı.
Hazreti Bilâli Habeşi ölürken karısı: “Vay başıma gelenler” diye ağlamağa başlayınca, Bilâl: “Hayır, ne mutlu bize ki, yârın dostlarımız Hz. Muhammed ve arkadaşlarına kavuşacağım” dedi.
Amir bin Abdülkays de ölüm anında ağladı ve: “Ağlamamın sebebi, boşa geçirdiğim günler ve gecelerdir"”dedi.
Hz. Fudayl de ölümü esnasında bayıldı. Sonra gözünü açınca: “Âh uzun yolculuk ve ah az azık” dedi.
“Allah müttakîlerin ibâdetini kabûl eder”
Halife Hârun Reşîd ölümü esnâsında bizzat kendi eliyle kefenini hâzırladı ve: “Malım bana fayda vermedi. Bütün saltanatım benden ayrılıp mahvoldu” (Hâkka: 28, 29) âyet-i celîle’lerini okudu.
Me’mun da ölümü esnâsında yaslanarak: “Ey mülkü, dâim olan Allah’ım, mülk ve memleketini ve hattâ her şeyini kaybeden kuluna merhamet et” dedi.
Mu’tasım da 44 yaşında ölürken: “Eğer ömrümün bu kadar kısa olduğunu bileydim hiçbir şey yapmazdım” demiştir.
Muntasır da ölümü esnasında sıkıntı içerisinde kıvranıyordu. Kendisine: “Bu o kadar önemli değil” dedilerinde, o: “Sıkıntım, dünya hayatının sona erip âhiret hayatının başlaması içindir” dedi.
Abdülmelik bin Mervan ölüm döşeğine yattığı vakit, elbise yıkayıcısının nasıl çamaşırı yıkayıp eli ile sıktığını görünce: “Keşke ben de çamaşır yıkayıcısı olsaydım da her günkü el emeğimle günlük nafakamı temîn etseydim ve dünya işlerine karışmasaydım” demiştir.
Abdülmelik bin Mervan’a: “Ey mü’minlerin emîri, kendini nasıl buluyorsun?” diye sorduklarında, Abdülmelik, Allahü teâlânın:“Andolsun ki sizi ilk def’a yarattığımız gibi, âhirette de yapayalnız, teker teker huzurumuza gelmişsinizdir. Size ihsân ettiğimiz şeyler, de sırtlarınızın arkasında bırakmışsınızdır” (En’am: 94) buyurduğu gibi buluyorum, dedi ve öldü.
Hz. Muaz ölümü esnasında: “Allah’ım, şimdiye kadar senden korkuyordum, fakat şimdi sana ümid besliyorum. Allah’ım, ben sular akıtıp ağaçlar sulamak ve bahçeler yetiştirmek için yaşamak istemediğimi, susuzluktan ciğerleri yananları sulamak, darda kalanlara genişlik göstermek, ulemâ sohbetine devam edip onların zikir halkalarına sıkıştırmak için yaşamak istiyorum” dedi. Ölüm sancıları şiddetleşip baygınlıklar geçirip ayıldıkça: “Allah’ım, beni ne kadar sıkıştırırsan sıkıştır. Bilirsin ki kalbim sana bağlıdır, seni sever” dedi.
Abdullah bin Mübârek ölümü esnasında gözünü açtı ve gülümseyerek,“Artık çalışanlar da bunun gibi çalışmalıdır” (Sâffât: 61) âyetini okudu.
Büyüklerden birisi ölümü esnasında ağlayıp, sebebini kendisinden sorduklarında, “Beni ağlatan Kur’ân-ı kerimdeki,“Allah ancak müttakîlerin ibâdetini kabûl eder” (5 – Mâide: 27) âyet-i celîlesidir” dedi.
Fakir olarak ölmeyi istedi!
İbnü’l-Münkedir ölürken ağladı. Sebebini soranlara, “Bilerek işlediğim bir büyük günah için ağlamıyorum. Ağlamamın asıl sebebi, önemsemiyerek yaptığım bir hatânın Allah katında büyük bir günah olmasından korkarak ağlıyorum” dedi.
İbnü’l-Mübârek de ölümü esnasında âzadlı kölesi olan Nasr’a “Başımı toprağa koy” dedi. Nasr ağladı. “Niçin ağlıyorsun?” deyince, “Senin iki varlığını, servetini ve şimdi de yoksul olarak ölümünü hâtırlayarak ağlıyorum” dedi. İbnü’l-Mübârek: “Ağlama, zîra ben Allahü teâlâdan zenginler gibi yaşamamı ve yoksullar gibi ölmemi istedim. Sonra sen, bana şehâdeti telkîn et ve ben başka bir söz konuşmadıkça da onu tekrar etme” dedi.
Cerirî diyor ki: “Son nefesinde Cüneydi Bağdadi’nin yanında bulunuyordum. Cum’a günü idi. Kur’ân-ı azîmi okuyordu ve hatmetmişti. Ben de kendisine: “Bu durumda da mı okuyorsunuz?” dedim. O da: “Bu işe benden daha ihtiyaç sahibi olan kimdir. İşte defterim dürülmektedir, hiç olmazsa hatim ile dürülsün” dedi.
Rüveym diyor ki: “Ebû Saîd el-Harraz’ın ölümü ânında yanında bulunoyrdum. O ise: “Âriflerin gönüllerinin Allah’ı zikre olan iştiyâkı ve gizli münâcât hâlindeki hâtırlamaları, ölüm ve
ümid dolu şerbet bardaklarını onların üzerlerine serpti de şükredip az ile kanâat eden veya doyan gibi dünyadan yüz çevirdiler. Onların maksad ve üzüntüleri bir askerî karargâha, orduya katılmaktır ki, orada parlak yıldızlar gibi Allah’ın dostları vardır. Cisimleri yeryüzünde O’nun sevgisi ile ölüp giderken ruhları perdeler arasında yükseklere doğru seyreder. Onlar ancak habiblerinin civarında istirahata çekildiler. Zorluk ve zahmette aksaklık göstermezler” dedi.
Cüneydi Bağdadi de, Ebû Saîd el-Harraz’ın ölüm ânında vecde çok geldiğini söylediklerine, onun ruhunun hevesle uçması şaşılacak bir şey değildir” dedi.Ölümü ânında zâtın birisine: “Allah de” dediklerinde, “Siz ne vakte kadar Allah diyeceksiniz? Hâlbuki ben Allah aşkı ile yanıyorum” dedi.
Yine zâtın birisi diyor ki: “Memşadi’d-Dînûrî’nin yanında bulunuyordum. Fakirin biri geldi selâm verdi ve: “Burada insanın ölebileceği temiz bir yer bulunur mu?” diye sordu. Ordakiler kendisine yer gösterdiler. Ayrıca orada göze suyu da vardı. Fakir abdestini tazeledi. Bir miktar namaz kıldı, sonra da gösterilen yere giderek yattı, ayaklarını uzattı ve öldü.
Ebû’l-abbâs ed-Dînûrî bir meclisde konuşuyordu. Kadının biri sözlerinden vecde gelerek haykırdı. Bunun üzerine Ebû’l-Abbâs kendisine: “zamanın geldi öl” dedi. Kadın kalktı kapuya doğru yürüdü ve çıkarken Ebû’l-abbâs’a döndü: “Sözünü tutuyor ve ölüyorum” diyerek yattı ve öldü.
“O’nu unutmadım ki hâtırlayayım”
Hazreti Şiblî’nin hizmetçisi Câfer bin Nusayr’a, “Şiblî son deminde ne gördü?” dediklerinde, dedi ki: “Şiblî son deminde, “Birisinin bende bir dirhem hakkı vardı, onun için binlerce dirhem verdim. Hâlâ korkum odur” dedi ve sonra bana, kendisine abdest aldırmamı söyledi. Ben de abdestini aldırdım. Yalnız sakallarını hilâllemeyi, aralarına su vermeyi unuttum. Dili tutulmuştu. Elimi tuttu ve sakallarının arasına soktu. Sakallarını hilâlledim ve böyel öldü. Yâni son nefesinde bile abdestin edeblerinedn hiç birini terketmediğini söyledi.
Ölüm döşeğinde yatan Bişr bin El-Hâris’e: “Ölüm ağır geldiği için hayatı mı seviyorsun?” diye soranlara, “Allah’a gitmek kolay değildir” dedi. Son deminde Cüneydi Bağdadi’ye “Lâ ilâhe illâllah” demesi telkin edildiği vakit, “Ben O’nu unutmadım ki hâtırlayayım” demiştir.
Sâlih bin Mismar’a: “Oğlunu ve aileni birine vasiyyet etmiyor musun?” dediklerinde, “Onları Allah’tan başkasına emânet etmekle Allah’tan hayâ ederim” demiştir.
Ebû Süleyman ed-Dârânî de ölüm döşeğine yattığı vakit ziyâretine gelenler ona: “Sana müjdeler olsun ki, mağfireti çok, merhameti bol olan Allah’a gidiyorsun” dediler. O da: “Öyle diyecek yerde, iğneden ipliğe her şey’in hesâbını görüp kusurlarından dolayı seni azab edecek olan bir Allah’ın huzuruna gidiyorsun desenize?” demiştir.
Ebû Bekir el-Vâsıtî de hastalandığı vakit, “Bize vasıyyette bulun” diyenlere, “Allahü teâlânın sizden istediği hakkına, riâyet edin” dedi. Yine birisi ölüm döşeğine yattığında ailesi ağlamağa başladı. Onun ağladığını gören kocası sebebini sorunca, kadın, “Senin için ağlıyorum” dedi. Adam, “Sen kendin için ağla, zîra ben kırk yıl bugün için ağladım” demiştir.
Cüneydi Bağdadi diyor: “Ölüm hastalığında Sıriyyü’s-Sakatî’yi ziyârete gittim ve: “Nasılsın?” diye kendisinden sordum. O da: “Bendeki hastalıktan tabibe nasıl şikâyet edeyim? Zîra bana gelen, ondan geldi” dedi. Bunun üzerine yelpaze ile kendisini biraz serinlendirmek istedim. O da: “Ciğerleri yanan bir adam yelpazeden ne anlar” diyerek yine şu meâldeki şiirleri söyledi:
“Kalb yanıyor, gözün yaşları akıyor, sıkıntılar toplandı sabırlar ayrıldı.”
“Gönül varlığı heves ve arzûları, kendini huzursuz eden adamın istikârı olabilir mi?”
“Ey Rabbim, enim için kurtuluş yolu olan bir şey varsa da, bir nefesim dahi kalmışsa, onu bana ihsân eyle.”
“Cömerde karşı yumuşaklık gösteririm”
Şiblî hazretleri ölümü ânında adamlarından bâzıları yanına girerek ona şehâdet kelimesini telkîn ettiklerinde, şu meâlde konuştu:
“Bir beyt ki içinde sen varsın, artık oranın ışığa ihtiyacı yoktur.”
“İnsanlar hüccet ve delilleri ile geldikleri vakit, bizim hüccetimiz sensin.”
“Senden yardım istediğim vakit, Allah bana yardım etsin.”
Ebûl’l-Abbâs bin Atâ, Cüneydi Bağdadi’nin yanına girdi. Hazret can çekişiyordu. Ona selâm verdi. Selâmını geç aldı ve: “Beni mâzur gör, virdim ile meşgul idim” dedi. Sonra kıbleye dönerek tekbir aldı ve öldü.
Ölüm döşeğinde yatan Kettânî’ye: “Ne gibi amelin var?” diye sorduklarında, “ölümüm yakın olmasa size amelimden bahsetmezdim. Ama mâdemki ölmek üzereyim, söyleyeyim. Tam kırk yıl kalbimin kapısını bekledim. Ne zaman Allah’tan başka bir şey kalbime girmek istedi ise onu hemen kovdum” demiştir.
Mu’temir diyor ki: “Hıkem bin Abdülmelik’in ölüm esnasında yanında bulunanlardan biri idim. “Allah’ım, bu şöyle böyle, iyi bir insan idi. Sen bunun ölüm acısını kolaylaştır” diye duâ ettim. Bir müddet sonar ayıldı ve: “O duâyı yapan kim?” diye sordu. Ben de: “O duâyı ben yaptım” dedim. Bunun üzerine dedi ki: “Azrâil bana, “Ben her cömerde karşı rıfk ile davranırım” dedi ve sonra da öldü.
Yûsuf bin El-Esbât ölüm döşeğinde yattığı vakit, Huzeyfe ziyâretine gitti ve onu fazla ıztırap içinde gördü. “Şimdi feryâd ü figan zamanı mı dır?” deyince, Yûsuf, “Ne yapayım, vallahi yapmış olduğum amelleri sıdk u ihlâs ile yapıp yapmadığımı bilemiyorum, ona ağlarım” dedi. Huzeyfe: “şu sâlih adama bakın, amelindeki ihlâsından korkuyor” dedi.
Ahmed Megazilî diyor: “Suffa adamlarından ihtiyar bir malûlün ziyaretine gittim, ölüm döşeğinde idi. Allahü teâlâya hitâben: “Bana dilediğin gibi muamele etmeye muktedirsin, bana rıfk ile muâmele et yâ Rab” diyordu.
Ölümü esnâsında Şeyh’in biri Memşâdü’d-Dînûrî’nin yanına gitti ve: “Allah sana iyi muâmelede bulunsun” diye duâ etti. Bunun üzerine Memşad gülümseyerek: “Otuz yıl önce Cennet bütün varlığı ile bana arzedildi ve fakat ben ona iltifat etmedim” dedi. Yine Rüveyme ölümü esnasında kendisine şehâdeti telkîn ettikleri vakit, “Zâten ben ondan başkasını söyleyemem” dedi.
“Size müjdeler olsun, üzülmeyiniz”
Tâbiîn’in yani Eshab-ı kiramı görenlerin meşhurlarındandır. Müslüman olmadan önce, yahûdi âlimlerinin ileri gelenlerindendi. Resûlullah Efendimizin zamanına yetişti. Ancak müslüman olma nimetine kavuşamadı. Hz. Ömer zamanında müslüman oldu. Kıymetli söyleri meşhurdur. Bunlarından bazıları şunlardır:
“Allahü teâlâ, mü’min kulunu sevdiği zaman, Cennette onun derecesini yükseltmek için, dünyayı ondan uzaklaştırır. Kâfir kuluna gazab ettiği zaman, onu dünyada rahat kılıp, sevindirir. Böylece onu Cehennemin aşağı deercelerine düşürür."
“Fakir kimseler, ihtiyaçları için Allahü teâlâya yalvardıklarında, onlara: (Size müjdeler olsun, üzülmeyiniz. Çünkü siz zenginlerden üstünsünüz. Kıyâmet günü Cennete onlardan önce, sizler gireceksiniz.)”
“Peygamberler bir şeye muhtaç oldukları ve bir belâya uğardıkları zaman, sıkıntısız oldukları zamankinden daha sevinçli ve rahat olurlardı.”
“Kim zenginlere ve mal sahiblerine boyun eğerse, dîni de boyun eğer, böylece dînine zarar gelir.”
“Dünyadan ancak Allahü teâlânın takdir ettiği kadar ele geçer. Ancak kulun sebeplere yapışıp, çalışması gerekir. Böyle yaparsa, emre uymuş olur.”
“Allahü teâlânın korkusundan gözyaşı döken kimseyi Cehennem ateşi yakmaz.”
“Allahü teâlâya yemin ederim ki, Allahü teâlânın korkusundan gözyaşlarımın yanaklarıma akmasını, altından bir dağı sadaka olarak vermekten, daha çok severim.”
“Evlerinizi Allahü teâlâyı anmak suretiyle nurlandırınız. Evlerinizi onda namaz kılarak, nasiplendiriniz. Allahü teâlâya yemin ederim ki, böyle yapanlar gök ehli arasında tanınırlar. Gök ehli, “Falan oğlu falan evini, Allahü teâlâyı anarak süslüyor” derler.”
“Sükût iyi bir huydur. Çünkü, verâ (şüphelilerden kaçınma) ve günahların azlığına güzel bir vesile (çâre, yol)’dir.”
“Allahü teâlâ, yersiz güleni; bir ideâli, maksadı olmadan yola çıkanı sevmez.”
“Hikmetli söz, müslümanın kaybolmuş malı gibidir.”
“İdarecinin iyi olmasıyla halk da iyi, kötü olmasıyla, onlar da kötü olurlar.”
“Allahü teâlâya yemin ederim ki...”
Ka’b’ül-Ahbâr’ın veciz sözleri:
“Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizden biri doğuda, Cehennem ateşi de batıda olsa, sonra Cehennem ateşinin sıcaklığına asla dayanamazdı. Ey insanlar! Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak daha kolaydır. Bu yüzden Allahü teâlâya itâat ediniz. Bu ateşe düşmeyiniz. Çünkü dayanamazsınız.”
“Cehennemde dört köprü vardır: Birincisinde, akrabası ile münasebeti kesenler, ikincisinde, üzerinde borç bulunanlar, üçüncüsünde taşkınılk ve azgınlık yapanlar. Dördüncüsünde, zulüm edenler oturur.”
“Kim, âhiret şerefine kavuşmak isterse, Allahü teâlânın büyüklüğünü ve kudretini tefekkür etsin (düşünsün.) Böyle yaparsa, âlim olur. Günlük rızkına râzı olursa başkasına ihtiyaç duymaz. Hatalarını hatırlayıp, düşündüğü zaman, çok ağlasın, Cehennem denizlerini söndürür.”
“Allahü teâlaya yemin ederim ki, şu kiri giderdiği gibi, beş vakit namaz da günahları giderir.”
“Ne mutlu evlerini mescid yapanlara. Mescidler, takvâ sâhiblerinin (haramlardan, günahlardan sakınanların) evleridir. Allahü teâlâ, namazını, orucunu ve zekâtını gizleyen kulları ile, meleklerine övünür.”
“Eğer sizden biriniz, iki rekat nafile namazın sevabını bilse idi, onu dağlardan daha büyük görürdü. Farz namazlara gelince, artık onun sevâbını ifade etmek (açıklamak) mümkün değildir.”
Lokman Hakîm, oğluna şöyle nasihâtta bulundu: “Ey Oğul! Namazını kıl! Çünkü, namazın dindeki durumu, bir binanın direği gibidir. Eğer direkler düzgün ve sağlam olursa o evden faide görülür. Yoksa o evin faydası olmaz. Güzel edebe de çok sarıl.
Ey oğul, Allahü teâlânın sana verdiği şeylerden tasadduk et (hayra ver.) O zaman Allahü teâlâ sana lütuf ve bağışını arttırır. Sana gazap etmez. Fakir komşuna, yoksa, köleye, esire, korkana merhâmet et. Yetime yakın ol ve onun başını okşa. Çünkü sen, Allahü teâlânın kullarına acırsan, Allahü teâlâ da sana acır Melekler, gökten, sizin gökteki yıldızlara baktığınız gibi, gece namaz kılanlara bakarlar.”
“Âhir zamanda öyle âlimler gelecek ki...”
Ka’b’ül-Ahbâr’ın veciz sözleri:
“Âhir zamanda öyle âlimler gelecek ki, herkesi zühde (şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk etmek) davet edecekler. Fakat kendileri zühdden uzak olacaklar, insanları korkutacaklar, fakat kendilerinde korkudan hiçbir iz bulunmayacak, insanların makam mevkii sahiplerinden uzak kalmalarını isteyecekler, fakat kendileri onlardan ayrılmayacaklar, sözleri ile dünyayı kötüleyecekler, fakat zenginlere yaklaşacaklar, yoksul ve fakirlerden uzak kalacaklar. Bildiklerine aykırı hareket edecekler. Böyle âlimler, kötü ve Allahü teâlânın sevmediği âlimlerdir.”
Biri gelip, Ka’b’ül-Ahbâr hazretlerine “İlâcı, tedavisi olmayan hastalık nedir?” diye sordu. Cevabında “ölümdür” buyurdu.
“Ölümü gerçekten tanımış bir kimseye, dünya belâ ve musibetleri, dert ve sıkıntıları çok hafif gelir.”
“Cennette ağlayan bir adam bulunur. Ona niçin ağlıyorsun denir. O şöyle cevap verir: Ben Allahü teâlânın yolunda öldürüldüm. Şehidlik o kadar güzel ki, tekrar dünyaya döndürülüp, üç defa daha şehid olmayı arzu ediyorum. Fakat daha fazla şehid olamadığım için ağlıyorum.”
“Bir takım kimseler vardır ki, Allahü teâlâ, meleklerine onları örnek ve numûne gösterir. Onlar: Allahü teâlânın rızasına uygun yaşayan, nafile namazlarını gizleyen, nafile orucunu gizli tutan, sadakayı gizli veren, gizlenmesi gereken her gizli ameli gizleyenlerdir.”
“Âlim mü’min, şeytana karşı daha sert ve güçlüdür.”
“Cahil kimseler, ilimle birbirlerine karşı öğünürler. Onların ilimden nasibi sadece övünmeleridir.”
“Kuşlar ve yerde bulunan canlılar, Cum’a günü buluşurlar, birbirlerine selâm vererek bugün iyi gündür derler.”
“Uyuyacağın zaman sağ tarafa ve kıbleye dönmüş olarak, yatılır. Çünkü, uyku bir çeşit ölümdür.”
“İlim meclisinde bulunmanın sevabı çoktur. İnsanlar buralarda bulunmanın değerini bilmiyorlar. Eğer böyle toplantılardaki sevabı bilmiş olsalardı, oraya girmek için birbirlerini öldürmeğe kalkışırlardı. Herkes işini gücünü bırakıp oraya koşardı.”
“Hanımının eziyet ve sıkıntı vermesine sabreden kimseye, Allahü teâlâ, Hz. Eyyûb’a verilen sevabtan verir.”
“İnsanlardan gelen sıkıntılara sabretmiyen, onlara karşılık vermeyi terketmiyen kimse sabırlı sayılmaz.”
Cenab-ı Hakkın sevdiği dört kişiden biri
Peygamber efendimiz, kumandanlarından olan Hz.Mikdâd bin Esved’i çok severdi. Peygamberimiz onun hakkında şöyle buyurdu: “Allah bana Eshâbımdan dört kişiyi özellikle sevdiğini bildirip, benim de onları sevmemi emir buyurdu ki bunlar: Ali, Mikdâd, Selman ve Ebû Zer’dir.”
Mikdâd bin Esved, Eshâb-ı kirâmdan olmayan müslümanlardan birinin kendisine hayıflanarak sizlere “Ne mutlu sizin gözlerinize! Resûlullah’ın zamanında yaşadınız! O’nu görmekle şereflendiniz!” şeklinde konuşması üzerine O’na şunları söylemiştir:
“Sizleri bunu istemeye sevk eden nedir? O devirde yaşasaydınız, Resûlullaha karşı tavrınız ne olacağını bililyor musunuz? Allah’a yemin ederim ki, Resûlullah kendisine uymayan ve tasdik etmeyen pek çok kavimle karşılaşmıştı. Halbuki Allahü teâlânın sizi bu devirde yaratması sebebiyle Resûlullahın size getirdiklerini tasdik ederek, yalnız Allah’ı biliyor ve ona iman ediyorsunuz. Sizin sıkıntılarınızı başkaları çekti. İnsanların azgınlıkları sebebiyle Peygamberler gönderilmiştir. Resûlullah ise insanların puta tapmaktan başka hiçbir şey tanımadıkları cahiliyet ve vahşet devrinin en korkuncunda gönderilmişlerdir. O Kur’ân-ı kerîmi getirdi, onunla hakkı ve bâtılı birbirinden ayırdı.O kadar ki; bir kimse, kalbine imân yerleştikten sonra imân etmeyen babasının, çocuğunun veya kardeşinin küfürde olduğunu görüyor ve karşı duruyordu. Dostunun Cehenneme gitmesine katiyyen sevinmezdi ve iman etmesini arzular, bunun için çırpınır. Cehennemden kurtulmasını isterdi.
Bu hususta Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Furkân sûresi 74’üncü âyet-i kerîmesinde şöyle duâ etmeyi emretti: “Ey yüce Rabbimiz! Hanımlarımızdan ve çocuklarımızdan gözlerimizi aydın edecek, bizi sevindirecek olanları bahşet.”
Hz. Mikdâd bin esved, gittiği yerlerde insanlara Kur’ân-ı kerîmi öğretmiş ve hadîs rivâyetinde bulunmuştur. Onun Peygamber efendimizden rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır:
“Kıyamet günü güneş insanlara bir mızrak mesafe kalıncaya kadar yaklaştırılır.”
“İnsanlar kıyamet gününde günahlarına göre tere batacaklardır. Ter kiminin topuğuna kadar, kiminin dizlerine, kiminin beline kadar, bazısının da ağzına kadar yükselir.”
Kimseyi incitmez, herkese iyilik ederdi
Hz. Mikdâd bin Esved, çok sade bir hayat yaşar, herkes O’na imrenirdi. Eshab-ı kirâmdan. Abdullah bin Amr ve Abdullah bin Mes’ûd bunlardandı. Kimseyi incitmez, herkese iyiliği, emirleri ve yasakları öğretirdi. Resûlullahın sünnetinden ayrılmazdı. En büyük arzusu ve emeli buydu.
Her müşkülünü hemen gelip Resûlullaha sorardı. Birgün, Resûlullaha gelip: “Yâ Resûlallah! Kâfirlerden birine rast gelecek ve onunla döğüşecek olursam, kâfir bana hücûm ederek, kılıcı ile bir kolumu kestikten sonra bir ağacın arkasına geçerek Kelime-i şehâdet getirerek “Ben Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed aleyhisselâmın da O’nun kulu ve Peygamberi olduğuna inandım” diyecek olursa, O’nu öldürmek benim için câiz midir?” diye sormuştu.
Peygamberimiz de cevap vererek: “Hayır, öldürme!” dediler. Hz. Mikdâd tekrar sordu: “Fakat o adam benim kolumu kesmiş, ondan sonra da Kelime-i şehâdet getirmişti. Böyle olduğu halde onu öldürmeyeyim mi?” Resûlullah efendimiz ona tekrar şu cevabı verdi: “Onu öldürme! Onu Kelime-i şehâdet getirdikten ve böylece müslüman olduktan sonar öldürecek olursan, Onun şehâdetten evvelki haline dönersin, O da senin öldürmeden evvelki haline döner!”
Resûlullah efendimiz, Hz. Mikdâd bin Esved’i çok severdi. Onu kendi amcasının kızı Hz. Dıbâa ile evlendirmiştir. O, hayatının bir kısmını Resûlullah efendimiz ile birlikte geçirmiştir. Bu hususta rivayet ettiği bir hadîs-i şerîf, Onun bu halini tasvir etmektedir.
(... Kur’ân-ı kerîme sarılınız! Çünkü o şefaat eden ve şefaati kabul edilendir. Kendisine uymayanların yenilmeyen hasmıdır. Kim Kur’ân-ı kerîmi rehber edinirse Kur’ân onu Cennete götürür. Kim de Kur’ân’a sırt çevirirse, Cehenneme gider. Kur’ân, en hayırlı yolu gösterir. Emirleri açık ve kesindir. Boş sözler değildir... Ma’nâları çok derindi. Güzellikleri sayılamaz. Âlimler ona doymazlar. Oh akikate ulaşmak için Allah’ın sağlam ipidir. Dosdoğru yoldur. Cinlerin Kur’ân’ı duydukları zaman hayretten “Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’ân dinledik ve hemen inandık ve artık Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız” dedikleri hakikattir...)
“Bu hâl cenâb-ı Hakkın rahmetidir!”
Mikdâd bin Esved hazretleri anlatır: “Bir gün iki arkadaşımla birlikte, yorgunluk ve açlıktan gözlerimiz kararmış, kulaklarımız sağırlaşmıştı. Eshâb-ı kirâmdan bir kaçına müracaat ettik. Fakat kendilerinde ikram edecek bir şeyleri bulunmadığı için bizi kabul edemediler. Biz de kalkıp, Resûlullaha gittik. Bizi alarak hâne-i seâdetine (mübârek evine) götürdü. Resûl-i ekrem bize bakarak: “Bunları sağınız da aranızda taksim ediniz!” buyurdu.
Biz hergün bu keçileri sağar, keçilerin sütünü aramızda taksim eder, kendi payımızı içer, Peygamberimizin hissesini de saklardık. Resûlullah efendimiz, geceleyin gelir, uyuyanları uyandırmayacak bir şekilde uyanık olanlara selam verir, namaz kıldığımız yerde namazını kılar ve ondan sonra da sütünü alıp içerdi.
Bir gece Resûlullah için ayırdığımız hisseyi içtim. Fakat sütü içtikten sonra, akım başıma geldi. Gözüme uyku girmiyordu. İki arkadaşım kendi paylarını içip uyumuşlardı. Derken Resûlullah çıkageldi. Her geceki gibi selâm verdi. Namazını kıldı. Sonra süt kabının kapağını açtığında içinin boş olduğunu gördü. Sonra, “Yâ Rabbi! Beni doyuranları, sen de doyur! Bana içirenleri, sen de susuzluktan kandır!” diye duâ etti.
Hemen kalkıp yeni sağdığımız keçilerin yanına gittim. Baktığımda, bütün keçilerin memeleri sütle doluydu. Hemen döndüm, süt kabını aldım. Sütü, Resûlullah’a getirerek uzattım: Bana,“Ey Mikdâd! Siz, bu gece sütünüzü içmediniz mi?” buyurdu. Ben: “İçiniz, Yâ Resûlullah!” dedim.Resûlullah efendimiz bana bakarak: “Ne oldun, ey Mikdâd?” dedi. Ben de, bütün olanları anlattım. Bana cevap vererek: “Bu hâl cenâb-ı Hakkın rahmetidir. Madem ki, Allahü teâlânın bu rahmetine nâil olduk! Niçin uyuyan arkadaşlarımızı uyandırmak için bana haber vermedin? Onlar da hisselerini alırlardı.” buyurdu.
Bir gün Hz. Mikdâd bin Esved, halife Hz. Osmanın yanında bulunuyordu. Onun yanına birkaç kişi gelerek, Hz. Osman’ı yüzüne karşı methetmeye, övmeye başladılar. Hz. Mikdâd, bunların sözlerini dinlerken yerden bir avuç toprak alarak onların yüzüne savurdu. Ona niçin böyle yaptığıın sordukları zaman, şu ceabı vermişti: Resûlullah efendimiz buyurdular ki: “İnsanı yüzüne karşı övenler türediği zaman, onların yüzünü toprakla bulayınız!”
Hz. Mikdâd bin Esved, herkesin hakkında son derece ihtiyatlı konuşurdu. Ancak işlerinin neticesine bakarak hüküm verirdi. Bu hususta kendisi şöyle bildiriyor: “Ben, bir adamın sonunu görmeden onun hakkında iyi veya fena bir şey söylemem! Çünkü buna dair Resûlullah’dan bir şey sorulmuştu da, şu cevabı vermişti: “İnsan kalbi kadar değişen bir şey yoktur!”
“Mazlumun ahını almaktan kork!”
Muaz bin Cebel hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyükleirnden, helâl ve haram ilmini en iyi bilenlerdendi. İkinci Akabe bîatında, kendi canlarını ve mallarını korudukları gibi Peygamberimize yardım ederek İlâmiyete hizmet edeceklerine söz verip, müslüman olan yetmiş Medineli’den birisi de Muaz bin Cebel’dir.
Onsekiz yaşında iken müslüman oldu. Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâm Mekke’den Medine’ye hicret ettiklerinde bütün malları ve mülkleri Mekke’de kalmıştı. Peygamberimizin emirleriyle Medine’de bulunan müslümanlar, Mekke’den hicret eden müslümanlarla kardeşlik kurarak evlerini, mallarını ve eşyalarını paylaştılar. Muaz bin Cebel de, Abdullah bin Mes’ud ve Ca’fer-i Tayyar ile kardeşlik kurmuştu.
Peygamber efendimiz müslüman beldelerine vali ve zekât tahsil memurları gönderdiği sıralarda, bir gün sabah namazından sonra Eshâb-ı kirama dönerek:
“İçinizden hanginiz Yemen’e gider?” buyurdu. Hz. Ebû Bekir: “Ben giderim yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz bir müddet sonra, “Hanginiz Yemen’e gider?” buyurdu. Bu sefer Hz. Ömer “Ben giderim Yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz biraz sonra tekrar: “İçinizden Yemen’e kim gider?” buyurdu. Muaz bin Cebel ayağa kalkıp, “Yâ Resûlallah! Ben giderim” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz “Ey Muaz! Bu vazife senindir.” buyurdu.
Bütün malını, cihâd için Allah yolunda harcayan Muaz bin Cebel, Yemen’de valilik yapmak, halka İslâmiyeti anlatmak, Kur’ân-ı kerîmi öğretmek ve Yemen ülkesinde tolanan zekât mallarını vazifelilerden teslim almak ve onların arasındaki ihtilafları çözüp hükme bağlamak üzere Yemen’e gitmek için hazırlandı. Yola çıkmadan önce Peygamberimiz O’na şöyle buyurdu:
“Sen ehl-i kitaptan (yahudilerden ve hıristiyanlardan) olan bir kavimle karşılaşacaksın. Onların yanına varınca önce, onları Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammedin “aleyhisselam” Allahın Resûlü olduğunu tasdike (inanmaya) davet et. Eğer bunu kabul ederlerse onlara, Alah’ın beş vakit namaz farz kıldığını haber ver. Bunu da yaptıkları takdirde, Allah’ın zenginlerin fakirlere zekât vermesini emrettiğini bildir. Bunu da kabul ederlerse zekât alırken sakın mallarının (sadece) en iyilerini seçme! Mazlumun ahını almaktan kork. Çünkü Allah mazlumun duâsını (ahını) hemen kabul eder.”
“Belki beni bir daha göremezsin!”
Muaz bin Cebel hazretleri, Yemen’e gitmek üzere yola çıkınca Peygamberimiz yanında bir miktar yürüdü ve vedâlaşırken “Yâ Muaz, sen belki bu seneden sonra beni bir daha
göremezsin. Belki dönüşünde burada benim mescidime ve kabrime ziyarete gelirsin” buyurdu.
Bunu işiten Muaz bin Cebel hüzünle gözyaşı dökmeye başlayınca, Peygamberimiz, “Ağlama, Yâ Muaz!.. Bana yakın olanlar, (tam bağlı olanlar) nerede olursa olsunlar, Allah’a hakkıyla kulluk edenledir.” buyurdu ve sonra da şöyle sordu: “Sana bir dâvâ getirilip insanlara rasında hüküm verirken ne ile hüküm vereceksin?” Hz. Muaz bin Cebel: “Allah’ın kitabı (Kur’ân-ı kerîm) ile hüküm veririm” dedi. “Ya O’nda açıkça bulamazsan?” buyurunca, “Peygamberin sünneti ile hüküm ederim” dedi. “Ya onda da açıkça bulamazsan” buyurunca, “İçtihad ederek, anladığımla hükmederim” dedi.
Peygamberimiz Muaz bin Cebel’in bu cevabından dolayı çok memnun kolarak mübârek elini O’nun göğsüne koyup: “Elhamdülillah! Allahü teâlâ, Resûlünün elçisini, Resûlullah’ın rızasına uygun eyledi.” Buyurdu. Sonra Hz. Muaz bin Cebel’e şöyle duâ etti: “Cenâb-ı Hak seni her taraftan gelecek musibetlerden muhafaza buyursun, insanların ve cinlerin şerrini senden uzaklaştırsın” ve “Senin sebebinle Allahü teâlânın bir kişiyi hidayete erdirmesi senin için dünyadan hayırlıdır.” buyurdu.
Hz. Muaz bin Cebel, Yemen’de uzun müddet kaldı. Kendisine verilen vazifeyi yerine getirdi. Peygamberimizin vefatını da orada iken haber aldı. Daha sonra Yemen’deki hizmetini tamamlayıp, Medine’ye dönen Muaz bin Cebel , Hz. Ebû Bekir’in halifeliği sırasında Medine’de kaldığı müddetçe Hz. Ebû Bekir onu seçtiği müşavere (danışma) heyetine aldı. Bu sırada Suriye taraflarına da giderek hem oralarda yapılan savaşlara katıldı, hem de insanlara din bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmi öğretti.
Hz. Ömer’in halifeliği sırasında Kilâboğulları beldesine zekât memuru olarak, sonra da Suriye taraflarında din bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmi öğretmekle vazifelendirildi. Filistin bölgesinde bu vazifesinde iken burada çıkan tâûn (vebâ) hastalığı salgınına yakalanarak otuzsekiz (38) yaşında iken vefât etti.
Çok cömerti, az ve hikmetli konuşurdu
Hz. Muaz bin Cebel’in fazîleti, üstünlüğü çoktur. Onu Resûlullah Efendimiz bir çok hadîs-i şerîflerinde methetmiş, övmüştür:
“Muaz bin Cebel , ümmetimin âlimlerindendir ve çok yüksektir.”
“İnsanlar arasında, Allahü teâlânın helâl ve haram ettiklerini en iyi bilen Muâz bin Cebel’dir.”
“Kur’ân-ı kerîmi şu dört kimseden alınız (öğreniniz): Muaz bin Cebel , Ubey bin Kâ’b, Abdullah bin Mes’ud ve Sâlim Mevlâ Huzeyfe.”
“Muaz kıyamette ümmetimin âlimlerinin bir adım önlerinde mahşer yerine gelecektir.”
Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik diyor ki: “Kur’ân-ı kerîmi şu dört kimse toplamıştır: Ubey bin Kâ’b, Muaz bin Cebel , Zeyd bin Sâbit ve Ebû Zeyd. Bunların dördü de Ensardandır.
Hz. Ömer’e: “Bize kimi halife bırakıyorsun?” denildiğinde buyurdu ki: “Şâyet Muaz bin Cebel sağ olsaydı, onu halife bırakırdım ve Rabbime kavuştuğumda, Rabbim bana: “Muhammed aleyhisselâmın ümmetine kimi halife bıraktın?” deyince: “Senin kulun ve Resûlün olan Muhammed aleyhisselâmın “Muaz, kıyamet günü, âlimlerin önünde, tek başına bir cemaattır” buyurduğu kimseyi bıraktım, derdim.”
Abdullah bin Mes’ud buyurdu ki: “Muaz bin Cebel, Allah’a ve Resûlüne itaat eden, doğru yolda bulunan bir cemaat gibiydi. Biz O’nu İbrahim aleyhisselâma benzetirdik. Çünkü O, insanlara hayrı, iyiliği öğretir. Allah’a ve Resulüne de itâat ederdi.”
Eîzullah bin Abdullah şöyle anlatıyor: “Bir gün Humus’ta mescide girmiştim. Baktım ki, orada, Resûlullah’ın 30 kadar Sahâbisi vardı. Hadîs-i şerîfleri mütâlea ediyorlardı. Aralarında genç ve yakışıklı olan birisi vardı ve çok az konuşuyordu. Fakat diğerlerinin, bir hadîs-i şerîf üzerinde şüphe ve tereddütleri olduğu zaman, hemen ona sorarlardı. O da, bunlara cevap verirdi. Onun cevabı üzerinde hepis kanaat getirir ve onda ittifak ederlerdi. Hiç birisi Oan itirazda bulunmazdı. Ben de çok merak ettim ve (Sen kimsin, ey Allah’ın kulu?) diye suâl ettim. Bana buyurdu ki:(Ben Muâz bin Cebel’im!)
Muâz bin Cebel, çok ilim sahibi olup, Eshâb-ı kirâmın sevdiği ve müşkil meselelerini sordukları kıymetli bir zât idi. Çok cömert olup, az konuşur ve hikmetli söylerdi.
Dili korumak en makbul amel
Eshab-ı kiramın büyüklerinden Muâz bin Cebel’i, Muhammed bin Ka’b şöyle anlatır: Ben Muâz bin Cebel’i gördüm. Genç ve etine dolgun aykışıklı bir kimseydi. Kerem sahibi olup, çok
cömertti. Bir kimse, ondan bir şey isteyip de, yok dediği olmazdı. Elinden geldiği kadar temin edip, ona verirdi.
O, malının tamanını fakirlere sadaka olarak dağıtır, kendisi borçlu olarak yaşardı. Hatta bir kerresinde böyle yaptığını Resûlullah efendimiz haber almıştı. Muâz bin Cebel’in alacaklılarını çağırıp, ona kolaylık göstermelerini ve borçlarının bir kısmını kendisine hediye etmelerini söyledi, hemen hepsi yahûdi olan alacaklıları, bu müsamahayı göstermediler.
Sonra, Resûlullah efendimiz, Muâz bin Cebel’i huzuruna çağırıp, durumu ona bildirdi. Bunun üzerine Muâz bin Cebel , gidip elindeki bütün gayrimenkullerini sattı. Paralarını alıp, Resûlullah’ın huzuruna geldi. Alacaklılar da, oradaydı. Borçlarının hepsini ödedi. Ondan sonra elinde hiçbir malı ve mülkü kalmadı.
Muâz bin Cebel , Peygamebrimizden pek çok hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Hz. Muâz şöyle anlatıyor:
Bir gün Resûl-i Ekrem bir hayvana binmişti. Ben de arkasında bulunuyordum. Bana “Ey Muâz” diye seslendiler. Ben de: “Emredin, Yâ Resûlallah!” dedim. Üç kere ismimi söyledikten sonra: “Cenâb-ı Hakkın kulları üzerinde olan hakkı nedir biliyor musunuz?” buyurdu. “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” dedim.
Bunun üzerine: “Cenâb-ı Hakkın kulları üzerindeki hakkı, onların kendisine ibadet etmeleri ve başka hiçbir varlığı ona şirk (ortak) koşmamalarıdır.” buyurup tekrar sorarak:
“Kullar bu vazifelerini yerine getirirlerse, Allah’dan bekledikleri hakları (Allahü teâlânın onlara vadettiği) nedir, bilir misin?” buyurdular. Ben yine “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” deyince: “Bu takdirde kulların Allahü zerindeki hakkı (Onlara vadettiği) nimet, O’nun kullarına azap etmemesidir...”
Hz. Muâz, Resûl-i Ekrem’e, “Hangi amel daha makbuldür?” diye sordu. Resûl-i Ekrem mübarek dilini ağızndan çıkarıp elini dilinin üzerine koyarak dilini göstermiş ve “Bunu koruman en makbul bir ameldir” buyurmuştur.
Muâz bin Cebel’in bildirdiği bir hadîs-i şerîf şudur:“Allah’ım! Kötü insanları (facirleri) bana ikrâm ettirme ki, kalbim onlara meyletmesin.”
“Doğru konuş, sözünde dur!”
Resulullah Efendimiz, Muâz bin Cebel’e bir nasihatında buyurdu ki: “Ey Muâz! Sana Allah’dan korkmayı, O’na sığınmayı, doğru konuşmayı, verdiğin sözde durmayı, herkese selâm vermeyi, güzel amel ve işlerde bulunmayı, öksüze merhamet etmeyi, tatlı sözlü olmayı, Kur’ân-ı kerîmi okuyup anlamayı, ahireti sevmeyi, ahiret hesabının korkusunu taşımayı ve herkese şefkat kanatlarını germeği tavsiye eder; hikmet sahiplerine kötü söz söylemekten, doğruyu yalanlamaktan, günahkâra itâatten, âdil hükümdara isyandan ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan seni nehyederim, (sakındırırım.) Her yerde Allahü teâlâyı zikretmeyi ve her günahın peşinden tövbe etmeyi tavsiye ederim. Gizli günah işlediğin zaman gizli, âşikâre günah işlediğin zaman âşikâre tövbe edersin.”
Hz. Muâz, Peygamberimizden tekrar nasihât istediğinde: “Allah’ı görür gibi ibâdet et ve kendini ölmüş gibi bil! İstersen bütün bunları içine lan daha mühimini bildireyim: Dilini tut?” buyurdu.
Ebû İdris el-Havlânî, Hz. Muâz bin Cebel’e: “Seni allah için seviyorum” dediğinde, Muâz bin Cebel: “Sana müjdeler olsun! Ben Resûl-i Ekrem’in şöyle buyurduğunu işittim: “Kıyamet günü arşın etrafında, bir takım insanlar için kürsüler kurulacaktır. Bunların yüzleri ayın ondördü gibi parlayacaktır. İnsanlar feryad ederekn onlar korkmazlar. Korku ve kederleri olmayan kimseler, Allah’ın gerçek dostlarıdır” buyurdu. Peygamberimize bunların kim olduğu sorulunca: “Onlar Allah için birbirlerini seven kimselerdir.” Buyurdu.
Peygamberimiz Hz. Muâz’a: “Yâ Muâz! Ben seni severim. Bunun için her namazdan sonra şu duâyı terk etme! Buyurdu ve duâyı okudu: “Allahümme e’ınnî alâ zikrike ve şükrike ve husni ibadetike.” Yâni, “Allahım! Ancak seni anmak, sana şükretmek ve güzelce ibadet etmek için bana yardım et.”
“Ey Allah’ım! Seni sevmeyi ve seni seveni sevmeyi ve senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi sevmeyi bana nasib et ve senin sevgini (sıcak ve harâketli günde) soğuk suyu sevmekten bana daha sevimli kıl!”
“Kardeşinizi gıybet etmeyiniz”
Muâz bin Cebel hazretleri şöyle anlatır: Bir gün Resûlullah’ın huzurunda bir adamın çok aciz bir kimse olduğunu söylediler. Resûlullah Efendimiz: “Kardeşinizi gıybet etmeyiniz” buyurdu. Onlar: “O, dediğimiz gibidir” dediler. Bunun üzerine Resûlullah: “Öyle olmasa o
zaman iftira etmiş olursunuz” buyurdular. Rivayet ettiği diğer hadis-i şeriflerden bazıları da şunlar:
“Allahü teâlâ kıyamet günü mü’minlere: “Bana kavuşmayı sever miydiniz?” diye sorar. Onlar da: “Severiz, Yâ Rabbi!” derler.
Allahü teâlâ: “Niçin seversiniz?” diye sorar. Onlar da: “Af ve mağfiretini ummak için!” derler. Cenâb-ı Hak da: “Ben de size af ve mağfireti, kendime borç edindim buyurur.”
“Her insanın dört gözü vardır. Bunların ikisi başındadır. Bunlarla dünya işlerini görür. Diğer ikisi de kalbindedir. Bunlarla da ahiret işlerini görür.”
“Bir kimse, deve üstünde düşmanlar dövüşürse, Cennet ona vacip olur. Bir kimse, içinden doğru olarak şehit olmayı ister, sonra ölürse veya öldürülürse, onun için şehit sevâbı vardır. Bir kimse, Allah yolunda yaralanırsa veya bir zahmet görürse, kıyâmet günü zafir ernkli ve misk kokulu olarak gelir.”
“Üç şey var ki, onlar dünyada bir yabancı gibidir: Zâlimin elinde Kur’ân-ı kerîm, kötü insanlar arasında iyi bir kimse, bir evde durup okunmayan Mushaf.”
“İnsan, kıyâmet günü şu dört şeyden sorulmadıkça, hiçbir yere adım atamaz:
1- Ömrünü nerede tükettiği,
2- Gençliğini nerede harcadığı,
3- İlmi ile ne gibi amel işlediği,
4- Malını nereden kazanıp nereye harcadığı.”
“Muhtekir, (karaborsacılık yapan) ne fenâ bir kuldur! Allahü teâlâ fiyatları ucuzlatırsa adamın keyfi kaçar, yükseltirse o zaman ferahlar.”
“Bid’at sahibine hürmet etmek için yürüyen kimse, İslâm’ı yıkmağa yardım etmiştir.”
“Her kim kırk gün ümmetimin nafakası üzerinde karaborsacılık eder de, sonra da bu kazancını sadaka olarak dağıtırsa, onun bu sadakası kabul edilmez.”
İlim talep edeni bulur!
Ebû Lübâbe hazretleri, Eshâb-ı kirâm’ın meşhurlarındandır. En çok da kendini ağaca bağlaması olayı ile anılır. İkinci Akabe bîatında, Medine’den gelenler arasında Ebû Lübâbe de vardı. Peygamber efendimiz onlardan şu hususlarda bîat (söz) aldı:
“Allahü teâlâ’dan başka ilâh olmadığına, benim de Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet getirip, namazı kılacağınıza, zekât vereceğinize, neşeli ve neşesiz zamanlarınızda sözlerime itaat edeceğinize, emirlerime tamamen boyun eğeceğinize, darlıkta da varlıkta da muhtaclara yardımda bulunacağınıza, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaksızın, Allah yolunda, Allah için hak ve gerçeği söyleyeceğinize, iyiliği emredip, kötülükten alıkoyacağınıza bîat etmeli, bana kesin söz vermelisiniz. Şahsıma gelince; bana her yönden yardım edeceğinize, yanınıza vardığımda; kendinizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı koruduğunuz şeylerden, beni koruyacağınıza da söz vereceksiniz” buyurdu.
Bundan sonra Peygamber efendimiz onlara “Aranızdan, her hususta, kavimlerinin, benim yanımda temsilcisi olacak 12 kişi seçiniz Hz.Mûsa da İsrâiloğullarından 12 kişi almıştı.” buyurdu.
İşte bu oniki kişi arasında Ebû Lübâbe de vardı. Ebû Lübâbe Peygamber efendimizin bir çok gazâlarına katıldı. Bunların ilki olan Bedir gazâsında büyük kahramanlıklar gösterdi. Ebû Lübâbe Beni Kaynuka, Sevik ve hicretin beşinci yılında yapılan Hendek gazâlarına da katıldı.
Daha sonra Benî Kureyza gazâsına iştirak etti. Bu gazânın sebebi şu idi: Peygamber efendimizle Benî Kureyza Yahudileir arasında bir anlaşma vardı. Buna göre, Mekke müşrikleri ile yapılan Hendek Muharebesinde müslümanlarla beraber, Medine’yi müdafaa etmeleri gerekiyordu. Fakat bunlar, böyle bir şeye yanaşmadıkları gibi, harbin en nâzik bir zamanında müşriklerle işbirliği yaptılar.
Bununla da yetinmeyip, Medine üzerine baskınlar düzenlediler. Hendek muharebesinde, on bin kişilik müşrik ordusunun büyük zayiat vererek geri çekilmesi Kureyza Yahûdilerini hayâl
kırıklığına uğrattı. Sonra Medine’ye iki saatlik mesafede bulunan kalelerine çekildiler. Peygamber efendimizin üzerlerine yürümesinden çok korkuyorlardı. Nitikim korktukları başına geldi. Allahü tealanın emri üzerine, Resulullah bunların üzerine yürüdü. İşte bu yürüme esnasında yaptığı bir hatadan dolayı Ebu lübabe hazrtelerinin kendini ağaca bağlama hadisesi oldu. Ebu Lübabe hazretleri bu olay ile meşhur oldu. Bu hadiseyi de yarın anlatalım.
Kendini ağaca bağladı
Peygamber efendimiz, Hendek savaşından dönüp, evine geldi. Üzerindeki silâhı çıkardı. Öğle vakti idi. Yıkandıktan sonra, buhurlanmak için buhurdanlığını getirdi. Bu arada, atlas ile örtülü bir katır üzerinde ve başında sarık olduğu halde Cebrâil aleyhisselam, geldi. Sarığının ucu iki omuzunun arasında ve üzerinde zırhdan gömlek vardı.
Peygamber efendimize, kendisi ve diğer meleklerin silâhlarını çıkarmadıklarını, söyledi. Bundan sonra Hz. Cebrâil Resûlullah’a şöyle dedi: “Yâ Muhammed! Kalk onların üzerine yürü.” Peygamberimiz “Kimin üzerine yürüyeyim?” diye sorunca Cebrâil “İşte oraya” diyerek, eliyle Benî Kureyza tarafını gösterdi. Resûlullah “Eshâbım çok yoruldular. Birkaç gün dinlenmeleri nasıl olur” buyurunca, Cebrâil aleyhisselam “Yâ Muhammed! Allahü teâlâ, hemen Benî Kureyzâ kabîlesi üzerine yürümeni emir ediyor. Ben şimdi yanımdaki meleklere berâber, Kureyza Yahûdîlerinin kalelerine gidiyorum. Allahü teâlâ onları helâk edecektir” dedi.
Peygamber efendimiz , Hz. Cebrîl gidince, Hz. Bilâle “İşitip, itaat eden kişi, ikindi namazını Benî Kureyza yurdundan başka yerde kılmasın” diye seslenmesini emretti.
Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâm silahlandılar. Resûlullah efendimiz Hz.Cebrâilin izini takip ederek yola çıktılar. Benî Kurayza yahûdilerini olduğu yere geldiler. Kalelerinin çok yakınına kadar yaklaştılar. Benî Kureyza yahûdîleri iyice muhasara altına alındı. Muhasara son derece şiddetlenmişti. Yahûdiler, Peygamber efendimizden kendisiyle görüşmek üzere Ebû Lübâbe’yi istediler. Ebû Lübâbe’nin çoluk çocuğu ve malları Benî Kureyza yurdunda idi.
Peygamberimiz, Ebû Lübâbeyi onların yanına gönderdi. Ebû Lübâbe yanlarına varınca, onu karşıladılar. Kadınlar ve çocuklar ağlaşarak, kendilerine acındırmağa, çalışarak yardım bekliyorlardı. Yahûdiler, Ebû Lübâbe’ye “Muhasara bizi mahvetti. Muhammed (aleyhisselam) müsaade etse de buradan çıkıp, Şam’a veya Hayber’e gitsek bizim çarpışmağa gücümüz yok” “Ey Ebû Lübâbe, biz teslim olursak bize ne yapılacak” diye sordular. O da elini boğazına götürmek suretiyle kesileceklerini ifâde eden bir işaret yapmıştı. Ebû Lübâbe “Vallahi onların yanından da henüz ayrılmamıştım ki, bu hareketimle, Allah’a ve Resûlüne karşı iyi bir iş yapmadığımı anlamıştım.” dedi. Selâhiyetli olmadığı,gizli kalmas gereken bir şeyi söylemişti. Ama bir kerre ağzından çıkmıştı. Ebû Lübâbe bu duruma çok üzüldü, çok pişman oldu. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Kalenin arkasından bulduğu bir yolla, doğru Medine’ye gidip Mescid-i Nebeviye girdi. Kendisini direğe bağlattı.
“Allaha ve Resûlüne hâinlik etmeyin!”
Mescid-i Nebevi’de kendini direğe bağlatan Ebu Lübabe hazretleri, Allahü teâlâ hakiki bir tevbe nasib edip, tevbe edinceye kadar yerinden ayrılmıyacağını, böyle olmadan Resûlullah’ın yüzüne bakamıyacağını, yemin ederek, artık içinde Allah ve Resûlüne karşı hata işlediği bir memleketi görmek istemediğini söyledi.
Ebû Lübâbe’nin düştüğü bu hata ile ilgili olarakşu âyet-i kerîme nazil oldu. “Ey imân edenler! Allaha ve Resûlüne hâinlik etmeyin. Bile bile aranızdaki emânetlere de hainlik etmeyin.”
Ebû Lübâbe Resûlullah’ın zevce-i mutahharası Ümm-i Seleme’nin kapısı önündeki direğe kendisini bağlatmıştı. Hava bir hayli sıcaktı. Bir hafta hiçbir şey yemeyip, kulakları işitemiyecek hale geldi. Ebû Lübâbe bu durumları yaşarken, müslümanlar da onun, yahûdilerin kalesinden dönmesini bekliyorlardı.
Aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen Ebû Lübâbe dönmedi. Nihâyet durumdan haberdâr olunup, Resûlullaha arz edildi. Peygamber efendimiz “Eğer doğruca, yanıma gelseydi, bağışlanmasını Allahü teâlâdan dilerdim. Madem ki, o kendisini bağlatmış, artık Allahü teâlâ tevbesini kabul edinceye kadar onu bulunduğu yerde bırakırım” buyurdu.
Ebû Lübâbe bu şekilde direğe bağlı olarak altı gece kaldı. Ancak, her namaz vaktinde bağları çözülür, namazını kıldıktan sonra, yine direğe bağlanırdı.
Peygamber efendimiz Ümm-i Seleme’nin odasında idi. O sırada, Ebû Lübâbe’nin tevbesinin kabul olduğuna dair âyet-i kerîme nâzil oldu.Âyet-i kerîmede “Onlardan diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler ve (evvelce yapmış oldukları) iyi bir ameli sonradan yaptıkları başka bir kötü (nifak) ile karıştırdılar. Olur ki, Allah, onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah, Gafûr’dur (çok bağışlayıcı), Rahîm’dir” buyuruldu.
Ümm-i Seleme vâlidemiz, seher vakti Peygamber efendimiz’in güldüğünü işitti. “Niçin gülüyorsun Yâ Resûlallah!” diye sordu. O zaman, Ebû Lübâbe’nin tevbesinin kabûl olduğunu
buyurdular. Ümm-i Seleme müjdeliyeyim mi? Yâ Resûlallah!” diye sordu. “Olur! Müjdelemek istiyorsan, müjdele” buyurdu.
Bu haberi duyan herkes, iplerini çözüp salıvermek için Ebû Lübâbe’ye doğru koştular. Ebû Lübâbe bunu kabûl etmedi.” Vallahi! Resûlullah bizzat kendi eli ile beni bırakmadıkça buradan ayrılmam” dedi. Peygamber efendimiz namaza giderken, uğrayıp salıverdiler. Ebû Lübâbe direğe ince, sağlam bir iple bağlanmıştı. Onun için ip, onun iki kolunu kesmişti. Uzun zaman bu kesikler geçmedi. İz olarak kollarında kaldı.
“Sevindirin nefret ettirmeyiniz!”
Ebû Mûsel-Eş’arî hazretleri, güzel sesle Kur’an-ı kerim okurdu. Resûlullah mübârek hanımlarından Âişe-i Sıddıka ile bir gece bir yere gidiyorlardı. Ebû Mûsel-Eş’arî’nin evinin hizasına gelince durdular. O Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Okumasını bitirinceye kadar beklediler. Hz. Resûlullah, O’nu gündüz görünce akşamki hâdiseyi anlatıp, eshâbına “Buna muhakkak Davud’un güzel seslerinden bir ses verilmiş” buyurarak meth etti.
Ehl-i sünnet itikadındaki iki mezhep imamından biri olan Ebûl-Hasan-i Eş’arî hazretleri Eş’arî kavmindendir. Ebû Musa el-Eş’arî’nin amcası Ebû Âmir de, Resûlullah’ın kumandanlarındandı. Mekke-i mükerreme’nin fethinden sonraki Huneyn gazâsındaki Evtaş Mevkiindeki harbe amcasıyla katıldı.
Ebû Âmir İslâm Ordusu’nun Evtâş’taki birlik kumandanıydı, bu harbde yaralandı. Ebû Mûsel-Eş’arî amcasını yaralayanı öldürdü. Amcası, Resûlullah’a selâm, istiğfar etmesi vasiyetiyle, Onu mücahitlerin kumandanı tayin ettikten sonra şehâdet şerbetini içti.
Evtâşi’de zafer kazanan Ebû Mûsel-Eş’ari Resûlullah’ın yanına dönüp, durumu arz edip amcasının vasiyetini de söyledi. Bundan sonrası Ebû Mûsel-Eş’arî şöyle anlatır: (Bunun üzerine Resûlulah abdest suyu istedi ve abdest aldı. Sonra ellerini kaldırıp: “Allah’ım! Kulcağızın Ebû Âmir’i afv eyle! Diye duâ etti. Duâ ederkin” (ellerini o kadar kaldırmıştı ki) ben iki koltuğunun beyazlığını gördüm. Sonra Resûlullah: Allahım, kıyâmet gününde Ebû Âmir kulunu şu yarattığın insanlardan çoğunun üstünde âlî bir makamda kıl” niyazında bulundu.
Bunun üzerine “Yâ Resûlallah, benim için de mağfiret dile! diye duâ istedim. Resûlullah benim için de: Rabbim, Abdullah ibni Kays’ın günahını afv eyle! Kıyâmet gününde onu en yüksek ve güzel makama koy! diye duâ buyurdu.”
Resûlullah zamanında Zebid, Aden ve Yemen valiliklerinde bulundu. Resûlullah Muaz bin Cebel ile birlikte Yemen’e vali gönderirken ikisine şöyle buyurdu: “Yemen’e vardığınızda halka kolaylık gösteriniz ve güçlük göstermeyiniz! Sevindirin de nefret ettirmeyiniz. Muhabbet ediniz de ayrılmayınız.” Sıffîn Muharebesi’nden sonra, sulh için Hz. Ali’nin vekili oldu. Hz. Mu’âviye’nin hilâfeti zamanında vefât etti.
“Âdemoğlu iki dere dolu altını olsa... “
Ebû Musa el-Eş’arî, Kur’ân-ı kerîm’in bütün sûrelerini ezbere bilirdi. Hz. Ebû Bekir’in hilafetinde Kur’ân-ı kerîm’i toplayan heyetteydi.
Safvân bin Süleyman diyor ki; “Resûl-i Ekrem efendimiz zamanında Hz. Ömer ile Hz. Ali’den ve Muâz ile Ebû Mûsel-Eş’arî’den başkaları fetvâ vermezdi.” İslâm takvimini yazılarında ilk defa O kullandı. Hayâ sahibi olup çok edebliydi. Kendini, Kur’ân-ı kerîm’in Meryem sûresi seksendördüncü âyetindeki “Biz onların ecel günlerini sayıyoruz” (Bu muayyen bir müddettir) meâlindeki hâl üzerinde bulunurdu.
Her an son nefesini düşnürdü. Dünyaya hiç değer vermezdi. Her halinde ve davranışında Allahü teâlâdan çok korktuğunu ifade eder, son nefesi îmânla vermekten başka bir şey düşünmezdi.
Bu haline akrabaları “Kendine biraz acısan” diye tavsiyede bulunduklarında; “Atlar koştuğu vakit, son noktaya gelince nasıl bütün imkânlarını kullanırsa, ben de son noktaya geldiğimde bütün imkânlarımı kullanmak mecburiyetindeyim” buyururdu. Böyle yaşayıp bu hâl üzerine vefât etti. Hanımına “Azığını hazırla, Cehennemin üzerinden geçilecek bir vasıta yoktur” buyururdu.
Çok güzel Kur’ân-ı kerîm okuması, müfessir, müctehid olması ve Peygamberimizin iltifatlarına mazhar olması sebebiyle şöhreti vaazı çok kalabalık olurdu. Buyurdu ki: “Kur’ân-ı kerîme tazimle çok hürmet ediniz. Zirâ bu Kur’ân-ı kerîm sizin için ecîrdir. Kur’ân-ı kerîm onu Cennet bahçelerine götürecekir. Kim Kur’ân-ı kerîm’i kendine uydurursa (anladığı ve hesabın geldiği gibi kabullenmek, mânâ vermek) Cehennemin alt katlarına baş aşağı düşeceklerdir.”
“Âdemoğlu iki dere dolu altını olsa yine de tamam, yeter demez. Üçüncü bir dereye doldurmaya çalışır. Âdem oğlunun karnını birazcık topraktan başka bir şey doldurmaz.”
“İnsan, dünyalık için acele ederse âhiretten uzaklaşır.”
“İnsanların çoğu para kazanmak hırsıyla helâk oldular.”
“Kıyâmet günü güneş, insanların tepesinde olacak ve iyi ameller de gölge edecek.”
Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları: Kıyâmet günü, ibâdet ehli müminlerin, Allahü teâlânın cemâlini göreceği hususunda; Resûlullah’ın gökyüzündeki aya bakıp: “Şu ayı nasıl hiçbiriniz mahrum olmaksızın görüyorsanız, Rabbinizi de öyle göreceksiniz. Artık güneşin tulû’unda da, gurûbunda da evvelki namazların hiç birinden alıkonmamak elinizden gelirse (ona) çalışınız” rivâyetinde bulundu.
“Cennet hazinelerinden bir hazine”
Birgün Peygamberimiz Ebû Musa el-Eş’ari’ye “Cennet hazinelerinden bir hazineye seni irşad edeyim mi?” Evet Yâ Resûlallah irşâd buyurdu, demesi üzerine Resûlullah: “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” de diye buyurdu.
“Allahü teâlâ gece günah işleyene sabaha kadar gündüz günah işleyene de, tevbe etmesi için akşama kadar, mühlet verir. Güneş batıdan doğuncaya kadar böyle devam eder.”
“Dünyayı seven Âhiretine zarar verir, Âhiretini seven dünyasını zararlandırır. Bu böyle olunca, siz bâkiyi fâni üzerine tercih ediniz.”
“Her kim Allahın rızasını kazanmak için bir mescid binâ ederse, Allahü teâla da ona Cennet’te onun gibi bir ev binâ eder.”
“Mü’minler birbirini bağlayıp destekleyen bir binanın taşları gibidir.”
“Bana gelip benden soran ve bazı ihtiyaç dileğinde bulunanlar olur. Yanımda bulunan sizler de onlara yardımcı olun ki, ecir kazanasınız. Allahü teâlâ sevdiği şeyi, Peygamberlerin elinde kazâ eder.”
“Kırk gün helâl yiyenin kalbini Allahü teâlâ nurlandırır ve hikmet sözlerini kalbinden lisânına akıtır.” “Kişi sevdiği ile berâberdir.”“Kıyâmete yakın ilim kalkar, cehalet hertarafı kaplar ve öldürme olayları artar.”
Ev ziyâreti hususundaki Âdâb hakkında: “İzin talebi üç defadır. Birincide susar ve gelenin kim olduğunu öğrenmek için dinlenir, ikincide hazırlanır, üçüncüde de kabul veya reddeder.”
“Biriniz üç kere selâm verdikten sonra cevap alamazsa dönsün.” “Yaşlılara saygı göstermek, Allahü teâlâyı tazimdendir.” “Kötü arkadaş, demircilerin körükleri gibidir. Şayet üflediği ateş kıvılcımları seni yakmazsa, kokusu sana bulaşır.”
“Dirinin ağlamasıyla muhakkak ölü azâb olunur.”
Peygamber efendimiz ipeği sağına, altını soluna koydu ve “Bu ikisi ümmetimin kadınlarına helal, erkeklerine haramdır” buyurdu.
“Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız!”
Peygamberimiz , Mekke fethinde görüldüğü yerde öldürmelerini emir buyurdukları kimselerin içerisinde Hind binti Utbe de vardı. Hind binti Utbe, Kâ’be-i Muazzamanın örtüsü altına sığındı. Yanında bir çok kadınlar da vardı. Hepsi imân ettiklerini bildirdiler ve Resûlullah’a biât ettiler.
Peygamberimiz Mekke’de kendisine ezâ ve cefâ yapan kadınların başında gelen, Mübârek amcası Hz. Hamza’yı öldürten Hind binti Utbe’yi affetti ve öldürülmemesini emir buyurdular.
Hind; Mekke’nin fethedildiği gün, Kâ’be’deki bütün putlar yıkılmış, kırılmış ve dışarı atılmış olduğunu, Eshâb-ı kirâmın sabaha kadar namaz kıldıklarını görmüş, kalbinde imân nuru parlamış ve bunu kocası Ebû Süfyân’a söylemişdi.
Tanınmamak için kılık kıyâfet değiştirmiş, yüzünü örtmüştü. Resûlullah’a geldi. “Yâ Resûlallah el tutup sana biât edeyim mi?” diye sordu. Peygamberimiz, “Ben kadınlarla el tutuşmam. Benim yüz kadına hitap etmem, her bir kadına ayrı ayrı hitap etmem gibidir” buyurdular ve kadınların biâtı söz ile oldu
Burada Peygamberimiz, Hz. Ömer’e “Söyle o kadınlara Allah’a hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamak üzere Resûlullah’a biât edeceklerdir” buyurdu. Hind’in yanındaki kadınlar sustular. Onlar namına Hind konuştu ve Resûlullah’a: “Erkeklerden istemediğin bir teahhüdü, kadınlardan niçin istiyorsun. Ben iyice anladım ki, eğer Allah ile birlikte başka ilâh, tanrılar bulunsaydı, başımıza gelenlerdin bizleri korurdu” dedi
Peygamberimiz, Hind’e baktı ve Hz. Ömer’e, “Söyle onlara; hırsızlık da etmeyecekler” buyurdu. Hind, “Yâ Resûlallah, Ebû Süfyân cimri bir kimsedir. Ben ondan habersiz malından bir şeyler çalıyordum. Bu benim için helâl mi, değil mi bilmiyorum. Ebû Süfyân ne ban ne oğluma yetecek kadar bir şey vermiyor.” dedi. Peygamberimiz “Onun malından kendine ve oğluna yetecek kadar bir şey alabilirsin” buyurdu.
Bu sırada Ebû Süfyân, Hind’e “Senin şimdiye kadar çaldığın geçti gitti. Bundan sonrakiler de helâl olsun” dedi. Peygamberimiz güldü. Hind’i yanına çağırdı. “Demek sen Hind binti Utbe’sin?” buyurdu. Hind radıyallahü anha “Evet” dedi. “Allaha şükür olsun ki, kendisi için seçip beğendiği dînini üstün kıldı. Yâ Muhammed elbette ki bana rahmetin dokunacaktır. Şimdi ben Allah’a imân etmiş ve Onun Resûlünü tasdik etmiş bir kadınım” dedi.
Kadınların Resulullah ile sözleşmeleri
Müslüman olup yanında diğer kadınlarla beraber biat etmek üzere Resulullahın huzuruna giden Hind radıyallahü anha’ya, Peygamberimiz, “Hoş geldin” dedi. Hind, “Ya Resûlallah, vallâhi dün senin çadırındakiler kadar zillet ve hakarete uğramasını istediğim bir çadır halkı yoktu. Bu gün ise yeryüzünde senin çadırındakiler kadar izzet ve şeref içerisinde olmasını istediğim bir çadır halık (ev halkı) yoktur” dedi.
Peygamberimiz , “Öyledir vallahî, ben sizlere çocuklarınızdan, ana ve babalarınızdan daha sevgili olmadıkça imânınız kâmil olmaz” buyurdu.
Hind radıyallahü anha ve berâberindeki kadınlar zinâ etmeyeceklerine dair de biât ettiler. Hind, “Yâ Resûlallah hür kadın zinâ eder mi?” dedi. Resûlullah “Hayır vallahî, hür bir kadın zinâ edemez” dedikten sonra Ömer’e “Söyle onlara çocuklarını öldürmeyecekler” buyurdu.
Hind, “Küçük iken onları biz büyüttük yetiştirdik. Büyüyünce siz onları öldürdünüz. Bize, Bedir günü öldürmedik genç bıraktın mı ki, onları öldürelim dedi. Hind binti Utbe’nin Hanzala adlı bir oğlu Bedirde müşrik olduğu halde öldürülmüştü.
Hz. Ömer, “Sen bize Bedir günü öldürülmedik genç bırakmadın ki” sözüne çok güldü. Peygamberimiz ise gülümsedi. O gün kadınlar ve onların başı olarak Hind radıyallahü anha Resûlullaha iftira etmeyeceklerine ve Peygamberimizin her emrine itaat edeceklerine dair Resûlullah’a biât ettiler.
Kadınların, Resûlullah’a söz verdiklerini, biât ettiklerini bildiren Mümtehine sûresindeki âyet-i kerîme, Mekke şehrinin alındığı gün inmiştir. Kadınlarla yalnız söz ile olup, mübârek eli, kadınların ellerine dokunmadı. Kötü huylar, kadınlarda, erkeklerden daha çok olduğundan, kadınlarla sözleşirken, erkeklerden daha fazla şart, araya kondu. Allahü teâlânın emirlerini yapmış olmak için, bunlardan kaçınmak lâzım geldiğini bildirdi.
Bu biât ve bununla ilgili ahkâm; büyük İslâm âlimi, dînin bekçisi İmam-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî’nin mektûbâtının üçüncü cildi, kırkbirinci mektûbunda uzun yazılıdır. ( Bu mektubun tercümesi, Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabının üçüncü kısım ikinci maddesinde vardır. Bir müslümana lazım olan bütün bilgilerin içinde bulunduğu bu kıymetli kitap, Hakikat kitabevi (0212 523 45 56) temin edilebilir.)
“Allah sizin koyunlarınızı bereketlendirsin!”
Hind binti Utbe radıyallahü anha iman ile şereflendikten sonra Peygamberimiz Mekke’de, Etbah mahallesinde bulunurken iki küçük oğlağı kestirmiş kebab yapmış, Peygamberimizin azâdlı kölesi olan bir kadınla göndermişti. Hizmetçi kadın Peygamberimizin çadırına vardı. Selâm verdi içeri girmek için izin istedi, izin veriilnce içeri girdi. İçerde Peygamberimizin mübârek zecesi Ümmü Seleme ve Meymûne ve Abdülmuttalip oğullarından Peygamberimizin yakın akrabası olan kadınlar bulunuyordu.
Hizmetçi kadın Resûlullah’a : “Hanımım bu hediyyeyi size gönderdi: “Bu yıllarda koyunlarımız çok az kuzuluyor” dedi. Senden özür diledi, “Kuzu kebabı yapamadığı için” dedi. Peygamberimiz “Allah sizin koyunlarınızı bereketlendirsin ve kuzulayıcılarını artırsın” diye duâ buyurdu.
Hizmeti kadın Hind’in yanına döndü. Peygamberimizin duâsını bildirdi. Hind buna pek çok sevindi. Bir müddet sonra koyunlarının kuzulayıcı olanaları o kadar arttı ki ne yakın zamanda ne de ondan önce böylesi hiç görülmemişti. Hind radıyallahü anha: “Bu, Resûlullah’ın duâsı bereketiyle olmuştur. Allahü teâlâya hamd olsun ki, bizi İslâmiyyete hidâyet etti, kavuşturdu. Müslüman olmakla şereflendirdi” buyurdu.
Mekke’de umûmî putlardan başka, ayrıca her ailenin kendi evinde taptıkları husûsî putlaır da bulunurdu. Mekke feth olunduğu gün Peygamberimizin münâdisi: “Allaha imân eden kişi evinde kırmadık, yakmadık put bırakmasın. Putların parası da haramdır” diye herkese ilân etti.
Mekke’de bu ilân edildikten sonra yeni müslümanlar evlerindeki putları kırdılar. Hind binti Utbe de evindeki putu kırmış ayağıyla parçalarını vurup yuvarlamış ve “Biz senden dolayı ne kadar gurur ve aldanış içinde idik” demiştir.
Hind binti Utbe, müslüman olduktan sonra Peygamberimizin hayır duâsını almıştır. Hz. Ömer zamanındaki meşhur Yermük savaşına kocası Ebû Süfyân ile katılmış ve bizzat çarpışmıştır. Hind, gayet keskin görüşlü ve akıllı bir kadındı. Son derece cömertti. Hz. Ömer
zamanında 635, Muharrem ayında vefât etti. Zikrettiğimiz sözleri ve Peygamberimize altı hususta bî’atı hadîs kitaplarında geçmektedir.
Resulullahın sırdaşı; Hz.Huzeyfe
Huzeyfet’übnü Yemân hazretleri, Eshâb-ı kirâm arasında Peygamberimizin sırdaşı olması vasfı ile meşhurdur. Peygamberimiz Ona, Eshâb-ı kirâm arasına karışarak kendilerini gizleyen ve böylece fitne çıkarmak isteyen münafıkların kimler olduğunu tek tek bildirmiştir.
Bundan başka vuku bulacak hadiseleri de bildirmişti. Eshâb-ı kirâm arasında çok sevilir ve ayrı bir itibar gösterilirdi. Çünkü o, Resûlullah’ın verdiği sırlarla dolu idi. Resûlullah gizli kalması lâzım olan bir çok şeyi, Huzeyfet’übnü Yemân’a söyledi.
Buyurdu ki: “Resulullah efendimiz, âlemin yaratıldığı zamandan, yok alacağı güne kadar, olmuş ve olacak şeyleri bildirdi. Bunlardan bildirilmesi caiz olanları size bildirdim. Örtmesi lâzım olanları, sakladım bildirmedim.”
Peygamber efendimiz vefâtından sonra Hz. Ebû Bekir, Huzeyfe’yi ordu kumandanı olarak tayin etti. Umman’daki mürtedlerle (dinden dönenlerle) savaşmak üzere Umman’a gönderdi. Kendisine katılan İkrim’e komutasındaki ordu ile birlikte Umman halkını tekrar İslâma döndürdü. Bundan sonra Umman’da önce zekâtları toplamakla sonra da vâli olarak orada vazifelendirildi.
Hz. Ömer halifeliği sırasında Onu Umman’dan Medine-i Münevvere’ye çağırdı. Bir müddet müşavere (danışma) heyetinde bulundurdu. Sonra da Mezopatamya taraflarında yapılan savaşlara katıldı. Irak’ın ve İran’ın fethinde bulundu.
Nihâvend savaşında Nu’man bin Mukarrin şehid olunca, İslam sanağını Huzeyfe eline alarak Memedân, Rey ve Deynura’yı fethetmişdir. Cezire’nin fethinde bulunarak, Nusaybin Valiliği’ne tayin olundu. Selmân-ı Fârisî ile birlikte Kûfe şehrinin yerini seçip, orada şehir kurulmasını kararlaştırdı. Böylece Kûfe şehri kuruldu.
Huzeyfet’übnü Yemân emniyeti ile şöhret bulmuştur. Hatta Hz. Ömer yeni feth edilen memleketlere: “Huzeyfe ne isterse veriniz” diye emir buyurmuş olduğu halde, kendisi kendi yiyeceğinden ve atının yiyeceği yemden fazlasını almamıştır. Medayin şehrinde uzunmüddet valilik yaptı. Oranın halkı onun idaresinden son deerce memnun olup, kendisini çok sevmişlerdi. Döndüğü zaman, Hz. Ömer O’nun halini değiştirmediğini görerek boynuna sarılmış ve “Sen benim kardeşimsin, ben de senin kardeşinim” buyurmuştur.
Hz. Ömer halife iken Huzeyfet-übnü Yemân’ın bir cenâzenin namazını kılmadığını görerek, O’na niçin kılmadığını sordu. O da ölen kişinin münâfık olduğunu söylemiş ve bu sebeple cenaze namazını kılmadığını açıklamıştı. Bunun üzerine Hz. Ömer, memurları arasında münâfık bulunup bulunmadığını sormuş o da bir tan var demiş, fakat Hz. Ömer’in bütün ısrârına rağmen ismini söylememiştir. Sonra o münafık Hz. Ömer tarafından uzaklaştırılmıştır. Bunun üzerine Hz. Ömer Huzeyfe’nin gitmediği cenazeye gitmemiştir. Çünkü O’nun gitmemesini ölenin münâfık olduğuna işaret sayardı.
“Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?”
Birgün Hz. Ömer huzurunda bulunan bazı Eshâb-ı kirâma: “Resûlullah efendimiz’in fitne hakkında olan sözü hatırında olan var mı? diye sordu. İçlerinden Huzeyfe ey müminlerin emiri! Peygamberimizin bu konudaki sözü aynıyla benim hatırımdadır ki, “Kişi ailesinden, malından, çocuklarından ve komşusundan dolayı fitneye düçar olur. Böyle günahlara oruç tutmak, namaz kılmak ve iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek keffâret olur.” buyurdu, diye cevap verdi.
Hz. Ömer “Maksadım o değil, deniz gibi dalgalanacak fitneyi soruyorum” deyince, Huzeyfe: “Ey müminlerin emiri! Senin için endişelenecek bir şey yok. Senin zamanınla onun arasında bir kapalı kapı var.” diye cevap verdi.
Hz. Ömer “Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?” diye sorunca Huzeyfe “O kapı kırılacak diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer “Desene Ümmet-i Muhammed kıyâmete kadar bir araya gelemeyecek!” diyerek üzüntüsünü dile getirdi. Daha sonra Huzeyfe’ye o kapının ne olduğu sorulduğunda “O kapı Hz. Ömer idi” diye cevap vermiştir. Daha sonra Hz. Ömer şehid edilmiştir.
Huzeyfet’übnü Yemân Hz. Osman’ın halifeliği sırasında Azerbeycan ve Ermenistan taraflarının fethine gönderildi. Bu hizmetlerinin yanında mühim bir hizmetide Kur’ân-ı kerîm nüshalarının çoğaltılmasına sebeb olmasıdır. Çünkü o, Azerbeycan ve Ermenistan tarafına gittiğinde Kur’ân-ı kerîm’in değişik lehçelerle okunduğunu görerek, Kur’ân-ı kerîm’in Kureyş lehçesi üzerine çoğaltılmasını Hz. Osman’a teklif etti. Bunun üzerine Hz. Osman Kur’ân-ı kerîm nüshalarını çoğaltıp; belli merkezlere gönderdi. Hayatının çoğu savaşlarda geçen
Huzeyfet’übnü Yemân Hz. Osman şehid edildiğinde Medine’de bulunuyordu. Bu sırada yaşı oldukça ilerlemişti. Hz. Osman’ın şehid edilmesine çok üzüldü. Onun şehid edilmesinden kırk gün sonra vefât etti.
Huzeyfe ölüm döşeğinde yattığı vakit “Dost ânî bir baskınla geldi. Pişmanlık fayda vermez. Allahım fakirlik ve hastalıktan hakkımda hayırlı olanı bana ver. Ölüm hakkımda yaşamaktan hayırlı ise, sana ulaşıncaya kadar ölüm yolunu bana kolaylaştır.” diyerek duâ etmiştir.
Huzeyfet’übnü Yemân Peygamberimiz’den yüzden fazla hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ondan rivâyet edilen hadîs-i şerîfler Kütüb-i sitte adı verilen meşhur altı hadîs kitabında yer almıştır.
“Fitne zamanında bir kenara çekil; yalnız yaşa!”
Peygamberimizden bizzat işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları:
“Resûlullah’a ileride hasıl olacak fitnelerden sordum, çünkü bunların şerrine yakalanmaktan korkuyordum. “Yâ Resûlallah, biz, müslüman olmadan önce kötü kimselerdik. Allahü teâlâ, senin şerefli vücudun ile İslâm nimetini, iyiliklerini bizlere ihsan etti. Bu seadet günlerinden sonra yine kötü zaman gelecek mi” dedim. “Evet gelecek” buyurdu. Bu şerden sonra hayırlı günler yine gelir mi dedim. Yine “Evet gelir. Fakat o zaman bulanık olur” buyurdu. Bulanıklık ne demektir dedim. “Benim sünnetime uymıyan ve benim yolumu tutmayan kimselerdir. İbâdet de yaparlar. Günah da işlerler” buyurdu. Bu hayırlı zamandan sonra, yine şer olur mu dedim. “Evet Cehennemin kapılarına çağıranlar olacaktır. Onları dinleyenleri Cehenneme atacaklardır” buyurdu. Yâ Resûlullah! Onlar nasıl kimselerdir dedim. “Onlar da bizim gibi insanlardır. Bizim gibi konuşurlar” buyurdu. Onların zamanlarına yetişirsem, sığınacak iyi insan bulamazsam ne yapmamı emir edersiniz dedim.
“Bir kenara çekil. Aralarına hiç karışma ölünceye kadar yalnız yaşa!” buyurdu.
Bildirdiği diğer hadis-i şerifler şunlar:
“Benden sonra Hz. Ebû ekir ve Hz. Ömer’e uyunuz.” “Bütün iyilikler sadakadır.”
“Utanmazsan, istediğini yap.” “Nemmam (söz taşıyan) Cennete giremez
“Gümüş ve altın kaplardan bir şey içmeyiniz, ipekli elbise giymeyiniz.”
“Bir kimse, İslâm’da sünnet-i hasene yaparsa, bunun sevabına ve bunu yapanların sevablarına kavuşur. Bir kimse İslâm’da bir bid’at, (kötü) çığır açarsa, bunun günahı ve bunu yapanların günahları kendisine verilir.”
“İki arkadaşın, Allah katında en sevimlisi, arkadaşına karşı daha müşfik (şefkatli) davranandır.”
“Şehvet nazarı ile bakmak, şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim Allah korkusu ile, onu terk eder, yâni şehvet gözü ile bakmazsa, Allahü teâlâ ona öyle bir imân nasib eder ki, zekini kalbinde duyar.”
“İçinizdeki fenâları yola getirmeğe çalışmazsanız. Yani Emr-i Ma’rûf ve nehyi ani’l münker yapmazsanız Cenâb-ı Hak, başınıza öyle belâlar verir ki, bu belâlardan kurtulabilmek için artık iyilerinizin Allah’a yalvarması da fayda vermez.”
“İnsanlar öyle bir zaman yaşayacak ki..”
Huzeyfe şöyle anlatmıştır: “Resûl-i Ekrem ile namaz kılıyordum. “Bekara” sûresinden okumaya başlamıştı. Rahmet âyeti geldiği vakit allah’dan rahmet diler, azâb âyeti geldiği zaman Allahü teâlâ’ya sığınırdı. Tenzih âyeti geldiği vakit, Allahü teâlâ’yı tesbih ve takdis ederdi. Kur’ân-ı kerîmi bitirdiği zaman Resûlulah şöyle duâ okurdu:
“Allahım! Kur’ân-ı kerîm hürmetine bana rahmet eyle, Kur’ânı bana îmân, nûr, hidâyet ve rahmet kıl, Allahım Kur’ân-ı kerîmden unuttuğum oldu ise bana hatırlat, anlamadığım olduğu ise bana anlat, gece ve gündüzde Kur’ân okumayı bana nasib et, Kur’ân-ı kerîmi lehimde hüccet kıl. Ey âlemlerin Rabbi.”
Bildirdiği diğer iki hadis-i şerif ise şöyle:
“Her ümmetin taptığı bir buzağı, putu var. Benim ümmetimin putu ve tapdığı da altın ve gümüştür.(Para, mal,mülktür.)”
“Dünyayı ahiret üzerine tercih eden kimseyi Allahü teâlâ üç şeye mübtela kılar. Kalbinden hiç çıkmayan sıkıntı. Hiç kurtulamadığı fakirlik ve doymak bilmeyen hırs”
Huzeyfet’übnü Yemân buyurdu ki:
“Öyle bir zamanda bulunuyorsunuz ki, sizden biriniz bildiğinin onda dokuzu ile amel edip birini terk ederse helaka gider. Öyle bir zaman gelecek ki, o zaman bildiğinin yalnız onda biriyle amel eden kurtulacaktır. Çünkü o zaman, amel edenler çok azalacaktır.”
Bir kişi Huzeyfet’übnü Yemân’a “Ben nifaktan korkuyorum” deyince, Huzeyfe “Eğer münafık olsaydın nifaktan korkmazdın, çünkü münafık nifaktan emindir korkmaz.” buyurdu.
“Eğer gönüller manevî pisliklerden temiz olsaydı, Kur’ân-ı kerîmin zevkine doymazlardı.”
Huzeyfet’übnü Yemân’a sordular: “Hayatta olduğu halde ölü sayılan kişiler kimlerdir?” Huzeyfet’übnü Yemân “Gördüğü kötülüğe eli ve dili ile mani olmayan veya kalbi ile buğz etmeyen kimselerdir” buyurdu.
“İnsanlar öyle bir zaman yaşayacak ki; bir kişi için, ne kibar ve ne akıllı, diyecekler. Halbuki onun kalbinde zerre kadar imân izi olmayacaktır.”
Münafık kimdir denildiğinde “İslâmiyyetten bahsedip de onunla amel etmeyen, O’na uymayandır” buyurdu.
Meşhurların ölüm deşeğindeki sözleri
Hazreti Selmân-ı Farsî de ölüm döşeğine yattığı vakit ağladı. Sebebini soranlara, “Dünyadan ayrıldığım için ağlamıyorum. Peygamber Efendimiz: “Dünyadan ayrılırken sermayeniz bir yolcunun yol azığından fazla olmasın” demişti. İşte buna ağlıyorum” dedi. Hâlbuki öldüğü vakit hesab ettiler, bütün serveti on dirhem civarıda idi.
Meşhur Haccac da ölümü esnasında: “Allah’ım, insanlar diyorlar ki, “Sen beni mağiret etmezsin.” Sen beni mağfiret eyle” dedi. Bu söz, Ömer bin Abdülâziz’in hoşuna gitti ve ona gıbta etti. Bu sözü Hasan-ı Basrî’ye naklettikleri vakit: “Gerçekten Haccac böyle söyledi mi?” dedi. “Evet, söyledi” dediklerinde, o: “Öyle ise umulur ki Allahü teâlânın af ve merhametini kazanmıştır” dedi.
Muâviye bin Ebû Süfyan radıyallahü anh, ölüm döşeğine yattığı vakit: “Beni oturtun” dedi. Kendisini oturttular. Allahü teâlâyı tesbîh ederek andı ve ağlayarak: “Ey Muâviye, ihtiyarlayıp çöktün.Gençlik dallarının bol su aldığı ve yapraklarının henüz yemeşil olduğu zaman geçtig.” diyerek yüksek sesle ağlamağa başladı.
Sonra da şöyle dua etti: “Ey Rabbim, şu ihtiyar kuluna merhamet et. Allahım, kusurlarnı at, sürçmelerini bağışla. Senden başkasında ümidi olmıyana lûtfunla muâmele et!”
Ölüm hastalığında bâzı kimseler kendisini ziyâret etmişti. Onlara, Alahü teâlâya hamd ü senâ ettikten sonra: “Topyekun dünya, görüp tecrübe ettiğimizden başka bir şey değildi. Vallahi, iyi biliniz ki, onun yeşilliklerini neş’e içinde karşıladık, yaşayışımızdan zevk aldık. Dünya ise durmadan yavaş yavaş bu zevk ve neş’elerimizi bozdu. Nihâyet bir gün dünya bizi kocalttı ve terketti. Bizi elem ve kederlendirdi. Vah bu dünyaya, vay bu dünyaya” dedi.
Hastalığında verdiği bir hutbesinde: “Ey insanlar, ben, harman olmuş bir ekinim. Ben, benden önce size halifelik edenden daha iyi olmadığım gibi, benden sonra da size benden iyisi değil, benden kötüsü gelecektir. Ben öldüğüm vakit beni aklı başında bir adam yıkasın. Zîra akıllıların Allah katında bir değeri vardır. Beni güzel yıkasın ve âşikâre tekbir alsın” dedi.
Sonra dolaptaki bir bohçayı getirtti. İçinde Peygamber Efendimiz’e ait bir elbise, bir miktar saç ve tırnak kırıntıları vardı. “Bunları, ağız, burun, kulak ve gözümün üzerine koyun. Peygamber Efendimiz’in giydiği bu elbiseyi de kefenimin altından bana giydirin. Allahü teâlânın ana-baba hakkındaki emirlerine riâyet edin. Beni böylece mezarıma koyduğunuz vakit, Allah’ın rahmeti ile beni başbaşa bırakın” dedi. Ölüm döşeğinde iken, “Keşke ben zî Tuva’daki Kureyş’den bir ferd olsaydım ” dedi.
“Zehir içmeyenlere de garanti verme!”
Ömer bin Abdülâziz’in hanımı Fâtıma: “Ben Ömer’i, ölümü esnasında, “Allah’ım, kısa bir süre de olsa ölümümü adamlarımdan gizle” diye duâ ettiğini duydum. Bir ara kapuyu açarak kendi odama girdim. “Bu ahiret yurdunu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz. Sonuç Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.” (Kasas: 83) mealindeki âyetini okudu, sonra sesi kesildi. Ne bir hareket, ne de bir ses duymayınca, hemen hizmetçilerinden birini gönderdim. Adam: “Çoktan öldü” diye bağırdı.
Zehirlendiğinde doktor çağırdılar. Doktor:” Buna zehir verilmiş. Bunun için ben bunun hayatı hakkında te’minat veremem, dedi. Ömer bin Abdülâziz gözünü açarak, “ Bana değil, zehir verilmeyenlere ve yaşayacaklarına dair te’minat verme!” dedi. Doktor,” Zehir verildiğinin farkında mısın?” diye sordu. “Evet, mideme inince anladım” dedi. Doktor,”O hâlde hemen tedâviye başlayalım” dedi ise de, Ömer bunu reddederek,”Tedâvisi kulağımın ardında olsa da elimi kaldırıp onu almam. Rabbime ulaşmak benim için daha iyidir,” dedi. Ve birkaç gün sonra öldü.
Ölüm döşeğine yatınca ağlamağa başladı. Etrafındakiler, “Senin için ağlanacak ne var, Allahü teâlâ seninle nice sünnetleri ihyâ etmiştir. Adâletin ise son haddine yükselmiştir” dediler. O tekrar ağlayarak,” Değil mi ki Allahın huzurunda bütün bu milletin hesabını vermek için
durdurulacağım. Hepsi hakkında âdil adavranabilmekten emîn değilim, yaptığım kusurlar da ayrı. Elbette bunlara korkar ve ağlarım” diyerek yine ağladı ve az sonra öldü.
Ömer bin Abdülâziz ölümü yaklaştığı vakit, “Beni oturtun” dedi. Oturttular. O, “Ben o kimseyim ki bana emirlik verdin, ben kusur ettim. Beni nehyettin, ben ise isyân ettim” diye üç kere söyledi. Sonra da: “Lâ ilâhe illâllah, ibâdete lâyık ancak Allah’tır” dedi. Başını göklere çevirdi ve dikkatle baktı. Kendisine, “Ne bakıyorsun?” diye sorduklarında, o, “Ben öyle kimseleri görüyorum ki, onlar ne insan ne de cindir” dedi ve böylece ruhu bedeninden ayrıldı.
Hazreti Bilâli Habeşi ölürken karısı: “Vay başıma gelenler” diye ağlamağa başlayınca, Bilâl: “Hayır, ne mutlu bize ki, yârın dostlarımız Hz. Muhammed ve arkadaşlarına kavuşacağım” dedi.
Amir bin Abdülkays de ölüm anında ağladı ve: “Ağlamamın sebebi, boşa geçirdiğim günler ve gecelerdir"”dedi.
Hz. Fudayl de ölümü esnasında bayıldı. Sonra gözünü açınca: “Âh uzun yolculuk ve ah az azık” dedi.
“Allah müttakîlerin ibâdetini kabûl eder”
Halife Hârun Reşîd ölümü esnâsında bizzat kendi eliyle kefenini hâzırladı ve: “Malım bana fayda vermedi. Bütün saltanatım benden ayrılıp mahvoldu” (Hâkka: 28, 29) âyet-i celîle’lerini okudu.
Me’mun da ölümü esnâsında yaslanarak: “Ey mülkü, dâim olan Allah’ım, mülk ve memleketini ve hattâ her şeyini kaybeden kuluna merhamet et” dedi.
Mu’tasım da 44 yaşında ölürken: “Eğer ömrümün bu kadar kısa olduğunu bileydim hiçbir şey yapmazdım” demiştir.
Muntasır da ölümü esnasında sıkıntı içerisinde kıvranıyordu. Kendisine: “Bu o kadar önemli değil” dedilerinde, o: “Sıkıntım, dünya hayatının sona erip âhiret hayatının başlaması içindir” dedi.
Abdülmelik bin Mervan ölüm döşeğine yattığı vakit, elbise yıkayıcısının nasıl çamaşırı yıkayıp eli ile sıktığını görünce: “Keşke ben de çamaşır yıkayıcısı olsaydım da her günkü el emeğimle günlük nafakamı temîn etseydim ve dünya işlerine karışmasaydım” demiştir.
Abdülmelik bin Mervan’a: “Ey mü’minlerin emîri, kendini nasıl buluyorsun?” diye sorduklarında, Abdülmelik, Allahü teâlânın:“Andolsun ki sizi ilk def’a yarattığımız gibi, âhirette de yapayalnız, teker teker huzurumuza gelmişsinizdir. Size ihsân ettiğimiz şeyler, de sırtlarınızın arkasında bırakmışsınızdır” (En’am: 94) buyurduğu gibi buluyorum, dedi ve öldü.
Hz. Muaz ölümü esnasında: “Allah’ım, şimdiye kadar senden korkuyordum, fakat şimdi sana ümid besliyorum. Allah’ım, ben sular akıtıp ağaçlar sulamak ve bahçeler yetiştirmek için yaşamak istemediğimi, susuzluktan ciğerleri yananları sulamak, darda kalanlara genişlik göstermek, ulemâ sohbetine devam edip onların zikir halkalarına sıkıştırmak için yaşamak istiyorum” dedi. Ölüm sancıları şiddetleşip baygınlıklar geçirip ayıldıkça: “Allah’ım, beni ne kadar sıkıştırırsan sıkıştır. Bilirsin ki kalbim sana bağlıdır, seni sever” dedi.
Abdullah bin Mübârek ölümü esnasında gözünü açtı ve gülümseyerek,“Artık çalışanlar da bunun gibi çalışmalıdır” (Sâffât: 61) âyetini okudu.
Büyüklerden birisi ölümü esnasında ağlayıp, sebebini kendisinden sorduklarında, “Beni ağlatan Kur’ân-ı kerimdeki,“Allah ancak müttakîlerin ibâdetini kabûl eder” (5 – Mâide: 27) âyet-i celîlesidir” dedi.
Fakir olarak ölmeyi istedi!
İbnü’l-Münkedir ölürken ağladı. Sebebini soranlara, “Bilerek işlediğim bir büyük günah için ağlamıyorum. Ağlamamın asıl sebebi, önemsemiyerek yaptığım bir hatânın Allah katında büyük bir günah olmasından korkarak ağlıyorum” dedi.
İbnü’l-Mübârek de ölümü esnasında âzadlı kölesi olan Nasr’a “Başımı toprağa koy” dedi. Nasr ağladı. “Niçin ağlıyorsun?” deyince, “Senin iki varlığını, servetini ve şimdi de yoksul olarak ölümünü hâtırlayarak ağlıyorum” dedi. İbnü’l-Mübârek: “Ağlama, zîra ben Allahü teâlâdan zenginler gibi yaşamamı ve yoksullar gibi ölmemi istedim. Sonra sen, bana şehâdeti telkîn et ve ben başka bir söz konuşmadıkça da onu tekrar etme” dedi.
Cerirî diyor ki: “Son nefesinde Cüneydi Bağdadi’nin yanında bulunuyordum. Cum’a günü idi. Kur’ân-ı azîmi okuyordu ve hatmetmişti. Ben de kendisine: “Bu durumda da mı okuyorsunuz?” dedim. O da: “Bu işe benden daha ihtiyaç sahibi olan kimdir. İşte defterim dürülmektedir, hiç olmazsa hatim ile dürülsün” dedi.
Rüveym diyor ki: “Ebû Saîd el-Harraz’ın ölümü ânında yanında bulunoyrdum. O ise: “Âriflerin gönüllerinin Allah’ı zikre olan iştiyâkı ve gizli münâcât hâlindeki hâtırlamaları, ölüm ve
ümid dolu şerbet bardaklarını onların üzerlerine serpti de şükredip az ile kanâat eden veya doyan gibi dünyadan yüz çevirdiler. Onların maksad ve üzüntüleri bir askerî karargâha, orduya katılmaktır ki, orada parlak yıldızlar gibi Allah’ın dostları vardır. Cisimleri yeryüzünde O’nun sevgisi ile ölüp giderken ruhları perdeler arasında yükseklere doğru seyreder. Onlar ancak habiblerinin civarında istirahata çekildiler. Zorluk ve zahmette aksaklık göstermezler” dedi.
Cüneydi Bağdadi de, Ebû Saîd el-Harraz’ın ölüm ânında vecde çok geldiğini söylediklerine, onun ruhunun hevesle uçması şaşılacak bir şey değildir” dedi.Ölümü ânında zâtın birisine: “Allah de” dediklerinde, “Siz ne vakte kadar Allah diyeceksiniz? Hâlbuki ben Allah aşkı ile yanıyorum” dedi.
Yine zâtın birisi diyor ki: “Memşadi’d-Dînûrî’nin yanında bulunuyordum. Fakirin biri geldi selâm verdi ve: “Burada insanın ölebileceği temiz bir yer bulunur mu?” diye sordu. Ordakiler kendisine yer gösterdiler. Ayrıca orada göze suyu da vardı. Fakir abdestini tazeledi. Bir miktar namaz kıldı, sonra da gösterilen yere giderek yattı, ayaklarını uzattı ve öldü.
Ebû’l-abbâs ed-Dînûrî bir meclisde konuşuyordu. Kadının biri sözlerinden vecde gelerek haykırdı. Bunun üzerine Ebû’l-Abbâs kendisine: “zamanın geldi öl” dedi. Kadın kalktı kapuya doğru yürüdü ve çıkarken Ebû’l-abbâs’a döndü: “Sözünü tutuyor ve ölüyorum” diyerek yattı ve öldü.
“O’nu unutmadım ki hâtırlayayım”
Hazreti Şiblî’nin hizmetçisi Câfer bin Nusayr’a, “Şiblî son deminde ne gördü?” dediklerinde, dedi ki: “Şiblî son deminde, “Birisinin bende bir dirhem hakkı vardı, onun için binlerce dirhem verdim. Hâlâ korkum odur” dedi ve sonra bana, kendisine abdest aldırmamı söyledi. Ben de abdestini aldırdım. Yalnız sakallarını hilâllemeyi, aralarına su vermeyi unuttum. Dili tutulmuştu. Elimi tuttu ve sakallarının arasına soktu. Sakallarını hilâlledim ve böyel öldü. Yâni son nefesinde bile abdestin edeblerinedn hiç birini terketmediğini söyledi.
Ölüm döşeğinde yatan Bişr bin El-Hâris’e: “Ölüm ağır geldiği için hayatı mı seviyorsun?” diye soranlara, “Allah’a gitmek kolay değildir” dedi. Son deminde Cüneydi Bağdadi’ye “Lâ ilâhe illâllah” demesi telkin edildiği vakit, “Ben O’nu unutmadım ki hâtırlayayım” demiştir.
Sâlih bin Mismar’a: “Oğlunu ve aileni birine vasiyyet etmiyor musun?” dediklerinde, “Onları Allah’tan başkasına emânet etmekle Allah’tan hayâ ederim” demiştir.
Ebû Süleyman ed-Dârânî de ölüm döşeğine yattığı vakit ziyâretine gelenler ona: “Sana müjdeler olsun ki, mağfireti çok, merhameti bol olan Allah’a gidiyorsun” dediler. O da: “Öyle diyecek yerde, iğneden ipliğe her şey’in hesâbını görüp kusurlarından dolayı seni azab edecek olan bir Allah’ın huzuruna gidiyorsun desenize?” demiştir.
Ebû Bekir el-Vâsıtî de hastalandığı vakit, “Bize vasıyyette bulun” diyenlere, “Allahü teâlânın sizden istediği hakkına, riâyet edin” dedi. Yine birisi ölüm döşeğine yattığında ailesi ağlamağa başladı. Onun ağladığını gören kocası sebebini sorunca, kadın, “Senin için ağlıyorum” dedi. Adam, “Sen kendin için ağla, zîra ben kırk yıl bugün için ağladım” demiştir.
Cüneydi Bağdadi diyor: “Ölüm hastalığında Sıriyyü’s-Sakatî’yi ziyârete gittim ve: “Nasılsın?” diye kendisinden sordum. O da: “Bendeki hastalıktan tabibe nasıl şikâyet edeyim? Zîra bana gelen, ondan geldi” dedi. Bunun üzerine yelpaze ile kendisini biraz serinlendirmek istedim. O da: “Ciğerleri yanan bir adam yelpazeden ne anlar” diyerek yine şu meâldeki şiirleri söyledi:
“Kalb yanıyor, gözün yaşları akıyor, sıkıntılar toplandı sabırlar ayrıldı.”
“Gönül varlığı heves ve arzûları, kendini huzursuz eden adamın istikârı olabilir mi?”
“Ey Rabbim, enim için kurtuluş yolu olan bir şey varsa da, bir nefesim dahi kalmışsa, onu bana ihsân eyle.”
“Cömerde karşı yumuşaklık gösteririm”
Şiblî hazretleri ölümü ânında adamlarından bâzıları yanına girerek ona şehâdet kelimesini telkîn ettiklerinde, şu meâlde konuştu:
“Bir beyt ki içinde sen varsın, artık oranın ışığa ihtiyacı yoktur.”
“İnsanlar hüccet ve delilleri ile geldikleri vakit, bizim hüccetimiz sensin.”
“Senden yardım istediğim vakit, Allah bana yardım etsin.”
Ebûl’l-Abbâs bin Atâ, Cüneydi Bağdadi’nin yanına girdi. Hazret can çekişiyordu. Ona selâm verdi. Selâmını geç aldı ve: “Beni mâzur gör, virdim ile meşgul idim” dedi. Sonra kıbleye dönerek tekbir aldı ve öldü.
Ölüm döşeğinde yatan Kettânî’ye: “Ne gibi amelin var?” diye sorduklarında, “ölümüm yakın olmasa size amelimden bahsetmezdim. Ama mâdemki ölmek üzereyim, söyleyeyim. Tam kırk yıl kalbimin kapısını bekledim. Ne zaman Allah’tan başka bir şey kalbime girmek istedi ise onu hemen kovdum” demiştir.
Mu’temir diyor ki: “Hıkem bin Abdülmelik’in ölüm esnasında yanında bulunanlardan biri idim. “Allah’ım, bu şöyle böyle, iyi bir insan idi. Sen bunun ölüm acısını kolaylaştır” diye duâ ettim. Bir müddet sonar ayıldı ve: “O duâyı yapan kim?” diye sordu. Ben de: “O duâyı ben yaptım” dedim. Bunun üzerine dedi ki: “Azrâil bana, “Ben her cömerde karşı rıfk ile davranırım” dedi ve sonra da öldü.
Yûsuf bin El-Esbât ölüm döşeğinde yattığı vakit, Huzeyfe ziyâretine gitti ve onu fazla ıztırap içinde gördü. “Şimdi feryâd ü figan zamanı mı dır?” deyince, Yûsuf, “Ne yapayım, vallahi yapmış olduğum amelleri sıdk u ihlâs ile yapıp yapmadığımı bilemiyorum, ona ağlarım” dedi. Huzeyfe: “şu sâlih adama bakın, amelindeki ihlâsından korkuyor” dedi.
Ahmed Megazilî diyor: “Suffa adamlarından ihtiyar bir malûlün ziyaretine gittim, ölüm döşeğinde idi. Allahü teâlâya hitâben: “Bana dilediğin gibi muamele etmeye muktedirsin, bana rıfk ile muâmele et yâ Rab” diyordu.
Ölümü esnâsında Şeyh’in biri Memşâdü’d-Dînûrî’nin yanına gitti ve: “Allah sana iyi muâmelede bulunsun” diye duâ etti. Bunun üzerine Memşad gülümseyerek: “Otuz yıl önce Cennet bütün varlığı ile bana arzedildi ve fakat ben ona iltifat etmedim” dedi. Yine Rüveyme ölümü esnasında kendisine şehâdeti telkîn ettikleri vakit, “Zâten ben ondan başkasını söyleyemem” dedi.
“Size müjdeler olsun, üzülmeyiniz”
Tâbiîn’in yani Eshab-ı kiramı görenlerin meşhurlarındandır. Müslüman olmadan önce, yahûdi âlimlerinin ileri gelenlerindendi. Resûlullah Efendimizin zamanına yetişti. Ancak müslüman olma nimetine kavuşamadı. Hz. Ömer zamanında müslüman oldu. Kıymetli söyleri meşhurdur. Bunlarından bazıları şunlardır:
“Allahü teâlâ, mü’min kulunu sevdiği zaman, Cennette onun derecesini yükseltmek için, dünyayı ondan uzaklaştırır. Kâfir kuluna gazab ettiği zaman, onu dünyada rahat kılıp, sevindirir. Böylece onu Cehennemin aşağı deercelerine düşürür."
“Fakir kimseler, ihtiyaçları için Allahü teâlâya yalvardıklarında, onlara: (Size müjdeler olsun, üzülmeyiniz. Çünkü siz zenginlerden üstünsünüz. Kıyâmet günü Cennete onlardan önce, sizler gireceksiniz.)”
“Peygamberler bir şeye muhtaç oldukları ve bir belâya uğardıkları zaman, sıkıntısız oldukları zamankinden daha sevinçli ve rahat olurlardı.”
“Kim zenginlere ve mal sahiblerine boyun eğerse, dîni de boyun eğer, böylece dînine zarar gelir.”
“Dünyadan ancak Allahü teâlânın takdir ettiği kadar ele geçer. Ancak kulun sebeplere yapışıp, çalışması gerekir. Böyle yaparsa, emre uymuş olur.”
“Allahü teâlânın korkusundan gözyaşı döken kimseyi Cehennem ateşi yakmaz.”
“Allahü teâlâya yemin ederim ki, Allahü teâlânın korkusundan gözyaşlarımın yanaklarıma akmasını, altından bir dağı sadaka olarak vermekten, daha çok severim.”
“Evlerinizi Allahü teâlâyı anmak suretiyle nurlandırınız. Evlerinizi onda namaz kılarak, nasiplendiriniz. Allahü teâlâya yemin ederim ki, böyle yapanlar gök ehli arasında tanınırlar. Gök ehli, “Falan oğlu falan evini, Allahü teâlâyı anarak süslüyor” derler.”
“Sükût iyi bir huydur. Çünkü, verâ (şüphelilerden kaçınma) ve günahların azlığına güzel bir vesile (çâre, yol)’dir.”
“Allahü teâlâ, yersiz güleni; bir ideâli, maksadı olmadan yola çıkanı sevmez.”
“Hikmetli söz, müslümanın kaybolmuş malı gibidir.”
“İdarecinin iyi olmasıyla halk da iyi, kötü olmasıyla, onlar da kötü olurlar.”
“Allahü teâlâya yemin ederim ki...”
Ka’b’ül-Ahbâr’ın veciz sözleri:
“Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizden biri doğuda, Cehennem ateşi de batıda olsa, sonra Cehennem ateşinin sıcaklığına asla dayanamazdı. Ey insanlar! Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak daha kolaydır. Bu yüzden Allahü teâlâya itâat ediniz. Bu ateşe düşmeyiniz. Çünkü dayanamazsınız.”
“Cehennemde dört köprü vardır: Birincisinde, akrabası ile münasebeti kesenler, ikincisinde, üzerinde borç bulunanlar, üçüncüsünde taşkınılk ve azgınlık yapanlar. Dördüncüsünde, zulüm edenler oturur.”
“Kim, âhiret şerefine kavuşmak isterse, Allahü teâlânın büyüklüğünü ve kudretini tefekkür etsin (düşünsün.) Böyle yaparsa, âlim olur. Günlük rızkına râzı olursa başkasına ihtiyaç duymaz. Hatalarını hatırlayıp, düşündüğü zaman, çok ağlasın, Cehennem denizlerini söndürür.”
“Allahü teâlaya yemin ederim ki, şu kiri giderdiği gibi, beş vakit namaz da günahları giderir.”
“Ne mutlu evlerini mescid yapanlara. Mescidler, takvâ sâhiblerinin (haramlardan, günahlardan sakınanların) evleridir. Allahü teâlâ, namazını, orucunu ve zekâtını gizleyen kulları ile, meleklerine övünür.”
“Eğer sizden biriniz, iki rekat nafile namazın sevabını bilse idi, onu dağlardan daha büyük görürdü. Farz namazlara gelince, artık onun sevâbını ifade etmek (açıklamak) mümkün değildir.”
Lokman Hakîm, oğluna şöyle nasihâtta bulundu: “Ey Oğul! Namazını kıl! Çünkü, namazın dindeki durumu, bir binanın direği gibidir. Eğer direkler düzgün ve sağlam olursa o evden faide görülür. Yoksa o evin faydası olmaz. Güzel edebe de çok sarıl.
Ey oğul, Allahü teâlânın sana verdiği şeylerden tasadduk et (hayra ver.) O zaman Allahü teâlâ sana lütuf ve bağışını arttırır. Sana gazap etmez. Fakir komşuna, yoksa, köleye, esire, korkana merhâmet et. Yetime yakın ol ve onun başını okşa. Çünkü sen, Allahü teâlânın kullarına acırsan, Allahü teâlâ da sana acır Melekler, gökten, sizin gökteki yıldızlara baktığınız gibi, gece namaz kılanlara bakarlar.”
“Âhir zamanda öyle âlimler gelecek ki...”
Ka’b’ül-Ahbâr’ın veciz sözleri:
“Âhir zamanda öyle âlimler gelecek ki, herkesi zühde (şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk etmek) davet edecekler. Fakat kendileri zühdden uzak olacaklar, insanları korkutacaklar, fakat kendilerinde korkudan hiçbir iz bulunmayacak, insanların makam mevkii sahiplerinden uzak kalmalarını isteyecekler, fakat kendileri onlardan ayrılmayacaklar, sözleri ile dünyayı kötüleyecekler, fakat zenginlere yaklaşacaklar, yoksul ve fakirlerden uzak kalacaklar. Bildiklerine aykırı hareket edecekler. Böyle âlimler, kötü ve Allahü teâlânın sevmediği âlimlerdir.”
Biri gelip, Ka’b’ül-Ahbâr hazretlerine “İlâcı, tedavisi olmayan hastalık nedir?” diye sordu. Cevabında “ölümdür” buyurdu.
“Ölümü gerçekten tanımış bir kimseye, dünya belâ ve musibetleri, dert ve sıkıntıları çok hafif gelir.”
“Cennette ağlayan bir adam bulunur. Ona niçin ağlıyorsun denir. O şöyle cevap verir: Ben Allahü teâlânın yolunda öldürüldüm. Şehidlik o kadar güzel ki, tekrar dünyaya döndürülüp, üç defa daha şehid olmayı arzu ediyorum. Fakat daha fazla şehid olamadığım için ağlıyorum.”
“Bir takım kimseler vardır ki, Allahü teâlâ, meleklerine onları örnek ve numûne gösterir. Onlar: Allahü teâlânın rızasına uygun yaşayan, nafile namazlarını gizleyen, nafile orucunu gizli tutan, sadakayı gizli veren, gizlenmesi gereken her gizli ameli gizleyenlerdir.”
“Âlim mü’min, şeytana karşı daha sert ve güçlüdür.”
“Cahil kimseler, ilimle birbirlerine karşı öğünürler. Onların ilimden nasibi sadece övünmeleridir.”
“Kuşlar ve yerde bulunan canlılar, Cum’a günü buluşurlar, birbirlerine selâm vererek bugün iyi gündür derler.”
“Uyuyacağın zaman sağ tarafa ve kıbleye dönmüş olarak, yatılır. Çünkü, uyku bir çeşit ölümdür.”
“İlim meclisinde bulunmanın sevabı çoktur. İnsanlar buralarda bulunmanın değerini bilmiyorlar. Eğer böyle toplantılardaki sevabı bilmiş olsalardı, oraya girmek için birbirlerini öldürmeğe kalkışırlardı. Herkes işini gücünü bırakıp oraya koşardı.”
“Hanımının eziyet ve sıkıntı vermesine sabreden kimseye, Allahü teâlâ, Hz. Eyyûb’a verilen sevabtan verir.”
“İnsanlardan gelen sıkıntılara sabretmiyen, onlara karşılık vermeyi terketmiyen kimse sabırlı sayılmaz.”
Cenab-ı Hakkın sevdiği dört kişiden biri
Peygamber efendimiz, kumandanlarından olan Hz.Mikdâd bin Esved’i çok severdi. Peygamberimiz onun hakkında şöyle buyurdu: “Allah bana Eshâbımdan dört kişiyi özellikle sevdiğini bildirip, benim de onları sevmemi emir buyurdu ki bunlar: Ali, Mikdâd, Selman ve Ebû Zer’dir.”
Mikdâd bin Esved, Eshâb-ı kirâmdan olmayan müslümanlardan birinin kendisine hayıflanarak sizlere “Ne mutlu sizin gözlerinize! Resûlullah’ın zamanında yaşadınız! O’nu görmekle şereflendiniz!” şeklinde konuşması üzerine O’na şunları söylemiştir:
“Sizleri bunu istemeye sevk eden nedir? O devirde yaşasaydınız, Resûlullaha karşı tavrınız ne olacağını bililyor musunuz? Allah’a yemin ederim ki, Resûlullah kendisine uymayan ve tasdik etmeyen pek çok kavimle karşılaşmıştı. Halbuki Allahü teâlânın sizi bu devirde yaratması sebebiyle Resûlullahın size getirdiklerini tasdik ederek, yalnız Allah’ı biliyor ve ona iman ediyorsunuz. Sizin sıkıntılarınızı başkaları çekti. İnsanların azgınlıkları sebebiyle Peygamberler gönderilmiştir. Resûlullah ise insanların puta tapmaktan başka hiçbir şey tanımadıkları cahiliyet ve vahşet devrinin en korkuncunda gönderilmişlerdir. O Kur’ân-ı kerîmi getirdi, onunla hakkı ve bâtılı birbirinden ayırdı.O kadar ki; bir kimse, kalbine imân yerleştikten sonra imân etmeyen babasının, çocuğunun veya kardeşinin küfürde olduğunu görüyor ve karşı duruyordu. Dostunun Cehenneme gitmesine katiyyen sevinmezdi ve iman etmesini arzular, bunun için çırpınır. Cehennemden kurtulmasını isterdi.
Bu hususta Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Furkân sûresi 74’üncü âyet-i kerîmesinde şöyle duâ etmeyi emretti: “Ey yüce Rabbimiz! Hanımlarımızdan ve çocuklarımızdan gözlerimizi aydın edecek, bizi sevindirecek olanları bahşet.”
Hz. Mikdâd bin esved, gittiği yerlerde insanlara Kur’ân-ı kerîmi öğretmiş ve hadîs rivâyetinde bulunmuştur. Onun Peygamber efendimizden rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır:
“Kıyamet günü güneş insanlara bir mızrak mesafe kalıncaya kadar yaklaştırılır.”
“İnsanlar kıyamet gününde günahlarına göre tere batacaklardır. Ter kiminin topuğuna kadar, kiminin dizlerine, kiminin beline kadar, bazısının da ağzına kadar yükselir.”
Kimseyi incitmez, herkese iyilik ederdi
Hz. Mikdâd bin Esved, çok sade bir hayat yaşar, herkes O’na imrenirdi. Eshab-ı kirâmdan. Abdullah bin Amr ve Abdullah bin Mes’ûd bunlardandı. Kimseyi incitmez, herkese iyiliği, emirleri ve yasakları öğretirdi. Resûlullahın sünnetinden ayrılmazdı. En büyük arzusu ve emeli buydu.
Her müşkülünü hemen gelip Resûlullaha sorardı. Birgün, Resûlullaha gelip: “Yâ Resûlallah! Kâfirlerden birine rast gelecek ve onunla döğüşecek olursam, kâfir bana hücûm ederek, kılıcı ile bir kolumu kestikten sonra bir ağacın arkasına geçerek Kelime-i şehâdet getirerek “Ben Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed aleyhisselâmın da O’nun kulu ve Peygamberi olduğuna inandım” diyecek olursa, O’nu öldürmek benim için câiz midir?” diye sormuştu.
Peygamberimiz de cevap vererek: “Hayır, öldürme!” dediler. Hz. Mikdâd tekrar sordu: “Fakat o adam benim kolumu kesmiş, ondan sonra da Kelime-i şehâdet getirmişti. Böyle olduğu halde onu öldürmeyeyim mi?” Resûlullah efendimiz ona tekrar şu cevabı verdi: “Onu öldürme! Onu Kelime-i şehâdet getirdikten ve böylece müslüman olduktan sonar öldürecek olursan, Onun şehâdetten evvelki haline dönersin, O da senin öldürmeden evvelki haline döner!”
Resûlullah efendimiz, Hz. Mikdâd bin Esved’i çok severdi. Onu kendi amcasının kızı Hz. Dıbâa ile evlendirmiştir. O, hayatının bir kısmını Resûlullah efendimiz ile birlikte geçirmiştir. Bu hususta rivayet ettiği bir hadîs-i şerîf, Onun bu halini tasvir etmektedir.
(... Kur’ân-ı kerîme sarılınız! Çünkü o şefaat eden ve şefaati kabul edilendir. Kendisine uymayanların yenilmeyen hasmıdır. Kim Kur’ân-ı kerîmi rehber edinirse Kur’ân onu Cennete götürür. Kim de Kur’ân’a sırt çevirirse, Cehenneme gider. Kur’ân, en hayırlı yolu gösterir. Emirleri açık ve kesindir. Boş sözler değildir... Ma’nâları çok derindi. Güzellikleri sayılamaz. Âlimler ona doymazlar. Oh akikate ulaşmak için Allah’ın sağlam ipidir. Dosdoğru yoldur. Cinlerin Kur’ân’ı duydukları zaman hayretten “Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’ân dinledik ve hemen inandık ve artık Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız” dedikleri hakikattir...)
“Bu hâl cenâb-ı Hakkın rahmetidir!”
Mikdâd bin Esved hazretleri anlatır: “Bir gün iki arkadaşımla birlikte, yorgunluk ve açlıktan gözlerimiz kararmış, kulaklarımız sağırlaşmıştı. Eshâb-ı kirâmdan bir kaçına müracaat ettik. Fakat kendilerinde ikram edecek bir şeyleri bulunmadığı için bizi kabul edemediler. Biz de kalkıp, Resûlullaha gittik. Bizi alarak hâne-i seâdetine (mübârek evine) götürdü. Resûl-i ekrem bize bakarak: “Bunları sağınız da aranızda taksim ediniz!” buyurdu.
Biz hergün bu keçileri sağar, keçilerin sütünü aramızda taksim eder, kendi payımızı içer, Peygamberimizin hissesini de saklardık. Resûlullah efendimiz, geceleyin gelir, uyuyanları uyandırmayacak bir şekilde uyanık olanlara selam verir, namaz kıldığımız yerde namazını kılar ve ondan sonra da sütünü alıp içerdi.
Bir gece Resûlullah için ayırdığımız hisseyi içtim. Fakat sütü içtikten sonra, akım başıma geldi. Gözüme uyku girmiyordu. İki arkadaşım kendi paylarını içip uyumuşlardı. Derken Resûlullah çıkageldi. Her geceki gibi selâm verdi. Namazını kıldı. Sonra süt kabının kapağını açtığında içinin boş olduğunu gördü. Sonra, “Yâ Rabbi! Beni doyuranları, sen de doyur! Bana içirenleri, sen de susuzluktan kandır!” diye duâ etti.
Hemen kalkıp yeni sağdığımız keçilerin yanına gittim. Baktığımda, bütün keçilerin memeleri sütle doluydu. Hemen döndüm, süt kabını aldım. Sütü, Resûlullah’a getirerek uzattım: Bana,“Ey Mikdâd! Siz, bu gece sütünüzü içmediniz mi?” buyurdu. Ben: “İçiniz, Yâ Resûlullah!” dedim.Resûlullah efendimiz bana bakarak: “Ne oldun, ey Mikdâd?” dedi. Ben de, bütün olanları anlattım. Bana cevap vererek: “Bu hâl cenâb-ı Hakkın rahmetidir. Madem ki, Allahü teâlânın bu rahmetine nâil olduk! Niçin uyuyan arkadaşlarımızı uyandırmak için bana haber vermedin? Onlar da hisselerini alırlardı.” buyurdu.
Bir gün Hz. Mikdâd bin Esved, halife Hz. Osmanın yanında bulunuyordu. Onun yanına birkaç kişi gelerek, Hz. Osman’ı yüzüne karşı methetmeye, övmeye başladılar. Hz. Mikdâd, bunların sözlerini dinlerken yerden bir avuç toprak alarak onların yüzüne savurdu. Ona niçin böyle yaptığıın sordukları zaman, şu ceabı vermişti: Resûlullah efendimiz buyurdular ki: “İnsanı yüzüne karşı övenler türediği zaman, onların yüzünü toprakla bulayınız!”
Hz. Mikdâd bin Esved, herkesin hakkında son derece ihtiyatlı konuşurdu. Ancak işlerinin neticesine bakarak hüküm verirdi. Bu hususta kendisi şöyle bildiriyor: “Ben, bir adamın sonunu görmeden onun hakkında iyi veya fena bir şey söylemem! Çünkü buna dair Resûlullah’dan bir şey sorulmuştu da, şu cevabı vermişti: “İnsan kalbi kadar değişen bir şey yoktur!”
“Mazlumun ahını almaktan kork!”
Muaz bin Cebel hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyükleirnden, helâl ve haram ilmini en iyi bilenlerdendi. İkinci Akabe bîatında, kendi canlarını ve mallarını korudukları gibi Peygamberimize yardım ederek İlâmiyete hizmet edeceklerine söz verip, müslüman olan yetmiş Medineli’den birisi de Muaz bin Cebel’dir.
Onsekiz yaşında iken müslüman oldu. Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâm Mekke’den Medine’ye hicret ettiklerinde bütün malları ve mülkleri Mekke’de kalmıştı. Peygamberimizin emirleriyle Medine’de bulunan müslümanlar, Mekke’den hicret eden müslümanlarla kardeşlik kurarak evlerini, mallarını ve eşyalarını paylaştılar. Muaz bin Cebel de, Abdullah bin Mes’ud ve Ca’fer-i Tayyar ile kardeşlik kurmuştu.
Peygamber efendimiz müslüman beldelerine vali ve zekât tahsil memurları gönderdiği sıralarda, bir gün sabah namazından sonra Eshâb-ı kirama dönerek:
“İçinizden hanginiz Yemen’e gider?” buyurdu. Hz. Ebû Bekir: “Ben giderim yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz bir müddet sonra, “Hanginiz Yemen’e gider?” buyurdu. Bu sefer Hz. Ömer “Ben giderim Yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz biraz sonra tekrar: “İçinizden Yemen’e kim gider?” buyurdu. Muaz bin Cebel ayağa kalkıp, “Yâ Resûlallah! Ben giderim” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz “Ey Muaz! Bu vazife senindir.” buyurdu.
Bütün malını, cihâd için Allah yolunda harcayan Muaz bin Cebel, Yemen’de valilik yapmak, halka İslâmiyeti anlatmak, Kur’ân-ı kerîmi öğretmek ve Yemen ülkesinde tolanan zekât mallarını vazifelilerden teslim almak ve onların arasındaki ihtilafları çözüp hükme bağlamak üzere Yemen’e gitmek için hazırlandı. Yola çıkmadan önce Peygamberimiz O’na şöyle buyurdu:
“Sen ehl-i kitaptan (yahudilerden ve hıristiyanlardan) olan bir kavimle karşılaşacaksın. Onların yanına varınca önce, onları Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammedin “aleyhisselam” Allahın Resûlü olduğunu tasdike (inanmaya) davet et. Eğer bunu kabul ederlerse onlara, Alah’ın beş vakit namaz farz kıldığını haber ver. Bunu da yaptıkları takdirde, Allah’ın zenginlerin fakirlere zekât vermesini emrettiğini bildir. Bunu da kabul ederlerse zekât alırken sakın mallarının (sadece) en iyilerini seçme! Mazlumun ahını almaktan kork. Çünkü Allah mazlumun duâsını (ahını) hemen kabul eder.”
“Belki beni bir daha göremezsin!”
Muaz bin Cebel hazretleri, Yemen’e gitmek üzere yola çıkınca Peygamberimiz yanında bir miktar yürüdü ve vedâlaşırken “Yâ Muaz, sen belki bu seneden sonra beni bir daha
göremezsin. Belki dönüşünde burada benim mescidime ve kabrime ziyarete gelirsin” buyurdu.
Bunu işiten Muaz bin Cebel hüzünle gözyaşı dökmeye başlayınca, Peygamberimiz, “Ağlama, Yâ Muaz!.. Bana yakın olanlar, (tam bağlı olanlar) nerede olursa olsunlar, Allah’a hakkıyla kulluk edenledir.” buyurdu ve sonra da şöyle sordu: “Sana bir dâvâ getirilip insanlara rasında hüküm verirken ne ile hüküm vereceksin?” Hz. Muaz bin Cebel: “Allah’ın kitabı (Kur’ân-ı kerîm) ile hüküm veririm” dedi. “Ya O’nda açıkça bulamazsan?” buyurunca, “Peygamberin sünneti ile hüküm ederim” dedi. “Ya onda da açıkça bulamazsan” buyurunca, “İçtihad ederek, anladığımla hükmederim” dedi.
Peygamberimiz Muaz bin Cebel’in bu cevabından dolayı çok memnun kolarak mübârek elini O’nun göğsüne koyup: “Elhamdülillah! Allahü teâlâ, Resûlünün elçisini, Resûlullah’ın rızasına uygun eyledi.” Buyurdu. Sonra Hz. Muaz bin Cebel’e şöyle duâ etti: “Cenâb-ı Hak seni her taraftan gelecek musibetlerden muhafaza buyursun, insanların ve cinlerin şerrini senden uzaklaştırsın” ve “Senin sebebinle Allahü teâlânın bir kişiyi hidayete erdirmesi senin için dünyadan hayırlıdır.” buyurdu.
Hz. Muaz bin Cebel, Yemen’de uzun müddet kaldı. Kendisine verilen vazifeyi yerine getirdi. Peygamberimizin vefatını da orada iken haber aldı. Daha sonra Yemen’deki hizmetini tamamlayıp, Medine’ye dönen Muaz bin Cebel , Hz. Ebû Bekir’in halifeliği sırasında Medine’de kaldığı müddetçe Hz. Ebû Bekir onu seçtiği müşavere (danışma) heyetine aldı. Bu sırada Suriye taraflarına da giderek hem oralarda yapılan savaşlara katıldı, hem de insanlara din bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmi öğretti.
Hz. Ömer’in halifeliği sırasında Kilâboğulları beldesine zekât memuru olarak, sonra da Suriye taraflarında din bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmi öğretmekle vazifelendirildi. Filistin bölgesinde bu vazifesinde iken burada çıkan tâûn (vebâ) hastalığı salgınına yakalanarak otuzsekiz (38) yaşında iken vefât etti.
Çok cömerti, az ve hikmetli konuşurdu
Hz. Muaz bin Cebel’in fazîleti, üstünlüğü çoktur. Onu Resûlullah Efendimiz bir çok hadîs-i şerîflerinde methetmiş, övmüştür:
“Muaz bin Cebel , ümmetimin âlimlerindendir ve çok yüksektir.”
“İnsanlar arasında, Allahü teâlânın helâl ve haram ettiklerini en iyi bilen Muâz bin Cebel’dir.”
“Kur’ân-ı kerîmi şu dört kimseden alınız (öğreniniz): Muaz bin Cebel , Ubey bin Kâ’b, Abdullah bin Mes’ud ve Sâlim Mevlâ Huzeyfe.”
“Muaz kıyamette ümmetimin âlimlerinin bir adım önlerinde mahşer yerine gelecektir.”
Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik diyor ki: “Kur’ân-ı kerîmi şu dört kimse toplamıştır: Ubey bin Kâ’b, Muaz bin Cebel , Zeyd bin Sâbit ve Ebû Zeyd. Bunların dördü de Ensardandır.
Hz. Ömer’e: “Bize kimi halife bırakıyorsun?” denildiğinde buyurdu ki: “Şâyet Muaz bin Cebel sağ olsaydı, onu halife bırakırdım ve Rabbime kavuştuğumda, Rabbim bana: “Muhammed aleyhisselâmın ümmetine kimi halife bıraktın?” deyince: “Senin kulun ve Resûlün olan Muhammed aleyhisselâmın “Muaz, kıyamet günü, âlimlerin önünde, tek başına bir cemaattır” buyurduğu kimseyi bıraktım, derdim.”
Abdullah bin Mes’ud buyurdu ki: “Muaz bin Cebel, Allah’a ve Resûlüne itaat eden, doğru yolda bulunan bir cemaat gibiydi. Biz O’nu İbrahim aleyhisselâma benzetirdik. Çünkü O, insanlara hayrı, iyiliği öğretir. Allah’a ve Resulüne de itâat ederdi.”
Eîzullah bin Abdullah şöyle anlatıyor: “Bir gün Humus’ta mescide girmiştim. Baktım ki, orada, Resûlullah’ın 30 kadar Sahâbisi vardı. Hadîs-i şerîfleri mütâlea ediyorlardı. Aralarında genç ve yakışıklı olan birisi vardı ve çok az konuşuyordu. Fakat diğerlerinin, bir hadîs-i şerîf üzerinde şüphe ve tereddütleri olduğu zaman, hemen ona sorarlardı. O da, bunlara cevap verirdi. Onun cevabı üzerinde hepis kanaat getirir ve onda ittifak ederlerdi. Hiç birisi Oan itirazda bulunmazdı. Ben de çok merak ettim ve (Sen kimsin, ey Allah’ın kulu?) diye suâl ettim. Bana buyurdu ki:(Ben Muâz bin Cebel’im!)
Muâz bin Cebel, çok ilim sahibi olup, Eshâb-ı kirâmın sevdiği ve müşkil meselelerini sordukları kıymetli bir zât idi. Çok cömert olup, az konuşur ve hikmetli söylerdi.
Dili korumak en makbul amel
Eshab-ı kiramın büyüklerinden Muâz bin Cebel’i, Muhammed bin Ka’b şöyle anlatır: Ben Muâz bin Cebel’i gördüm. Genç ve etine dolgun aykışıklı bir kimseydi. Kerem sahibi olup, çok
cömertti. Bir kimse, ondan bir şey isteyip de, yok dediği olmazdı. Elinden geldiği kadar temin edip, ona verirdi.
O, malının tamanını fakirlere sadaka olarak dağıtır, kendisi borçlu olarak yaşardı. Hatta bir kerresinde böyle yaptığını Resûlullah efendimiz haber almıştı. Muâz bin Cebel’in alacaklılarını çağırıp, ona kolaylık göstermelerini ve borçlarının bir kısmını kendisine hediye etmelerini söyledi, hemen hepsi yahûdi olan alacaklıları, bu müsamahayı göstermediler.
Sonra, Resûlullah efendimiz, Muâz bin Cebel’i huzuruna çağırıp, durumu ona bildirdi. Bunun üzerine Muâz bin Cebel , gidip elindeki bütün gayrimenkullerini sattı. Paralarını alıp, Resûlullah’ın huzuruna geldi. Alacaklılar da, oradaydı. Borçlarının hepsini ödedi. Ondan sonra elinde hiçbir malı ve mülkü kalmadı.
Muâz bin Cebel , Peygamebrimizden pek çok hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Hz. Muâz şöyle anlatıyor:
Bir gün Resûl-i Ekrem bir hayvana binmişti. Ben de arkasında bulunuyordum. Bana “Ey Muâz” diye seslendiler. Ben de: “Emredin, Yâ Resûlallah!” dedim. Üç kere ismimi söyledikten sonra: “Cenâb-ı Hakkın kulları üzerinde olan hakkı nedir biliyor musunuz?” buyurdu. “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” dedim.
Bunun üzerine: “Cenâb-ı Hakkın kulları üzerindeki hakkı, onların kendisine ibadet etmeleri ve başka hiçbir varlığı ona şirk (ortak) koşmamalarıdır.” buyurup tekrar sorarak:
“Kullar bu vazifelerini yerine getirirlerse, Allah’dan bekledikleri hakları (Allahü teâlânın onlara vadettiği) nedir, bilir misin?” buyurdular. Ben yine “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” deyince: “Bu takdirde kulların Allahü zerindeki hakkı (Onlara vadettiği) nimet, O’nun kullarına azap etmemesidir...”
Hz. Muâz, Resûl-i Ekrem’e, “Hangi amel daha makbuldür?” diye sordu. Resûl-i Ekrem mübarek dilini ağızndan çıkarıp elini dilinin üzerine koyarak dilini göstermiş ve “Bunu koruman en makbul bir ameldir” buyurmuştur.
Muâz bin Cebel’in bildirdiği bir hadîs-i şerîf şudur:“Allah’ım! Kötü insanları (facirleri) bana ikrâm ettirme ki, kalbim onlara meyletmesin.”
“Doğru konuş, sözünde dur!”
Resulullah Efendimiz, Muâz bin Cebel’e bir nasihatında buyurdu ki: “Ey Muâz! Sana Allah’dan korkmayı, O’na sığınmayı, doğru konuşmayı, verdiğin sözde durmayı, herkese selâm vermeyi, güzel amel ve işlerde bulunmayı, öksüze merhamet etmeyi, tatlı sözlü olmayı, Kur’ân-ı kerîmi okuyup anlamayı, ahireti sevmeyi, ahiret hesabının korkusunu taşımayı ve herkese şefkat kanatlarını germeği tavsiye eder; hikmet sahiplerine kötü söz söylemekten, doğruyu yalanlamaktan, günahkâra itâatten, âdil hükümdara isyandan ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan seni nehyederim, (sakındırırım.) Her yerde Allahü teâlâyı zikretmeyi ve her günahın peşinden tövbe etmeyi tavsiye ederim. Gizli günah işlediğin zaman gizli, âşikâre günah işlediğin zaman âşikâre tövbe edersin.”
Hz. Muâz, Peygamberimizden tekrar nasihât istediğinde: “Allah’ı görür gibi ibâdet et ve kendini ölmüş gibi bil! İstersen bütün bunları içine lan daha mühimini bildireyim: Dilini tut?” buyurdu.
Ebû İdris el-Havlânî, Hz. Muâz bin Cebel’e: “Seni allah için seviyorum” dediğinde, Muâz bin Cebel: “Sana müjdeler olsun! Ben Resûl-i Ekrem’in şöyle buyurduğunu işittim: “Kıyamet günü arşın etrafında, bir takım insanlar için kürsüler kurulacaktır. Bunların yüzleri ayın ondördü gibi parlayacaktır. İnsanlar feryad ederekn onlar korkmazlar. Korku ve kederleri olmayan kimseler, Allah’ın gerçek dostlarıdır” buyurdu. Peygamberimize bunların kim olduğu sorulunca: “Onlar Allah için birbirlerini seven kimselerdir.” Buyurdu.
Peygamberimiz Hz. Muâz’a: “Yâ Muâz! Ben seni severim. Bunun için her namazdan sonra şu duâyı terk etme! Buyurdu ve duâyı okudu: “Allahümme e’ınnî alâ zikrike ve şükrike ve husni ibadetike.” Yâni, “Allahım! Ancak seni anmak, sana şükretmek ve güzelce ibadet etmek için bana yardım et.”
“Ey Allah’ım! Seni sevmeyi ve seni seveni sevmeyi ve senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi sevmeyi bana nasib et ve senin sevgini (sıcak ve harâketli günde) soğuk suyu sevmekten bana daha sevimli kıl!”
“Kardeşinizi gıybet etmeyiniz”
Muâz bin Cebel hazretleri şöyle anlatır: Bir gün Resûlullah’ın huzurunda bir adamın çok aciz bir kimse olduğunu söylediler. Resûlullah Efendimiz: “Kardeşinizi gıybet etmeyiniz” buyurdu. Onlar: “O, dediğimiz gibidir” dediler. Bunun üzerine Resûlullah: “Öyle olmasa o
zaman iftira etmiş olursunuz” buyurdular. Rivayet ettiği diğer hadis-i şeriflerden bazıları da şunlar:
“Allahü teâlâ kıyamet günü mü’minlere: “Bana kavuşmayı sever miydiniz?” diye sorar. Onlar da: “Severiz, Yâ Rabbi!” derler.
Allahü teâlâ: “Niçin seversiniz?” diye sorar. Onlar da: “Af ve mağfiretini ummak için!” derler. Cenâb-ı Hak da: “Ben de size af ve mağfireti, kendime borç edindim buyurur.”
“Her insanın dört gözü vardır. Bunların ikisi başındadır. Bunlarla dünya işlerini görür. Diğer ikisi de kalbindedir. Bunlarla da ahiret işlerini görür.”
“Bir kimse, deve üstünde düşmanlar dövüşürse, Cennet ona vacip olur. Bir kimse, içinden doğru olarak şehit olmayı ister, sonra ölürse veya öldürülürse, onun için şehit sevâbı vardır. Bir kimse, Allah yolunda yaralanırsa veya bir zahmet görürse, kıyâmet günü zafir ernkli ve misk kokulu olarak gelir.”
“Üç şey var ki, onlar dünyada bir yabancı gibidir: Zâlimin elinde Kur’ân-ı kerîm, kötü insanlar arasında iyi bir kimse, bir evde durup okunmayan Mushaf.”
“İnsan, kıyâmet günü şu dört şeyden sorulmadıkça, hiçbir yere adım atamaz:
1- Ömrünü nerede tükettiği,
2- Gençliğini nerede harcadığı,
3- İlmi ile ne gibi amel işlediği,
4- Malını nereden kazanıp nereye harcadığı.”
“Muhtekir, (karaborsacılık yapan) ne fenâ bir kuldur! Allahü teâlâ fiyatları ucuzlatırsa adamın keyfi kaçar, yükseltirse o zaman ferahlar.”
“Bid’at sahibine hürmet etmek için yürüyen kimse, İslâm’ı yıkmağa yardım etmiştir.”
“Her kim kırk gün ümmetimin nafakası üzerinde karaborsacılık eder de, sonra da bu kazancını sadaka olarak dağıtırsa, onun bu sadakası kabul edilmez.”
İlim talep edeni bulur!
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca