06-18-2018, 03:46 PM
Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” Menkıbeleri 3.Bölüm
Kırkbesinci Menâkıb: Mûsâ kelîmullah “alâ nebiyyinâ ve
aleyhissalâtü vesselâm” hazretleri, varıp, Tûr-i Sînâda, Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri ile mukâleme etdikde [konusdukda],
kelâm-ı Rabbânînin hazzından, bir mertebeye varırdı ki,
dünyâ ve içindekiler unutuldugu gibi, kendinden geçer, aklı basından
giderdi. O hâle geldikde, akllı olanlara nisbetle, ba’zı büyük
süâller sorardı ki, akla agır gelirdi. Bir günde vecd ve sekrleri
kemâle erdikde, süâl etdiler ki, (ey Hay ve Alîm! Ileride cihâna
gelecek olan ve bütün dinlerin hükmlerini yürürlükden
kaldıracak olan Muhammed kimdir. O Muhammed mi üstündür,
ben mi?) Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes hazretleri
buyurdu: (Yâ Mûsâ! Falan vâdiye var. Hayretler içinde kalacak
acâiblikler göreceksin.) Hazret-i Mûsâ da o vâdîye varıp, bir
mikdâr durdukda, gördü ki, bir kus, bir dal üzerine konar. Allahü
tebâreke ve tekaddes hazretlerinin kemâl-i kudreti ile nutka
gelip [konusmaga baslayıp], fasîh bir lisân ile, Mûsâ kelîm
“aleyhisselâm” hazretlerine selâm verip, der ki, yâ Mûsâ, sen
Rabbil’âlemîne münâcâtda ve arz-ı hâcetde süâl etdin ki; ben
mi yüksegim [üstünüm], yoksa Muhammed mi. Sen bilmez misin
ki, Enbiyâ ve Evliyâ, hepsi Onun nûrundan halk olunmusdur.
Dünyâda ve âhıretde âsıklarıdırlar ve Onu taleb ederler
[ararlar]. Mûsâ aleyhisselâm o kusdan vehm alıp, der ki, Allahü
teâlâ hazretleri için olsun bize haber veresin, kimsin ve adın nedir.
Seni gördüm, hayretde kaldım. Sözün bana gâyet te’sîr eyledi.
Bahtlılıga dil ve cânıma tatlı oldu. O kus da der ki, ben
Ebû Bekr-i Sıddîkın rûhuyum. Muhammed aleyhisselâm bu cihâna
gelip, devletle sark ve garbı alır. O zemân ki, Mekkeden
Medîneye hicret ederken, bir magaraya varırız. O magaraya
girdigimiz gibi, kapısına örümcekler ag örüp, güvercinler yumurta
çıkarır. Kâfirler bunları görmekle bize kötülük yapamazlar
[burada yoklar derler]. Sonra Fahr-i âlem ve Resûlü muhterem
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri asâyis etdikde,
çesidli mahlûklar gelirler. Hazret-i Resûl ekremden nasîb alırlar.
Sonra bir ejder [yılan] gelir. Bir kogukdan basını çıkarır.
Ben de mâni’ olup, onun murâdını almaga mâni’ olup, ökçemi
o delige tıkarım. Çâresiz kalınca ökçemi ısırıp, zehri bütün vücûduma
dagılacakdır.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, uy-
– 518 –
kudan uyanıp, rengimi degismis gördükde, süâl buyururlar.
Ben de olup-bitenleri huzûrlarına arz ederim. Dönüp o ejderhâya
hitâb edip, azarladıklarında, ejderhâ fasîh lisân ile cevâb
verir ki, yâ Nebiyyallah! Ben geldim ki, mubârek cemâlini göreyim.
Huzûr-u serîfinde îmân getirmekle maksadıma ereyim.
Sıddîk mâni’ olup, koymadı. Zor durumda kalıp, bir hatâ etdim.
Kereminizden afv buyurun. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın da
bütün a’zâsını mubârek eliniz ile sıgayınız, zehr gayb olur; diyecekdir.
Ben o Sıddîkım ki, ejderhâları sıdkımla zebûn ederim.
Yâ Mûsâ! Senin asân ejderhâ oldu. Onun heybetinden korkup,
geri döndün. Bunu dedi. Zuhûr edip, o kus gitdi.
Sonra agaç basına bir kus dahâ geldi. Mûsâ aleyhisselâm
hazretlerine selâm verip, dedi ki, yâ Mûsâ! Sen Muhammed
Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile yarısamazsın.
Çünki, Muhammed Mustafânın “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” dîninde, her birgün ve gecede bes vaktde ezânlar
okunup, yeri ve gökü onun heybeti kaplar. Dîn-i Muhammedî
âsikâre olur. Sâir dinlerden ne varsa yürürlükden kalkar. Hazret-
i Mûsâ aleyhisselâm o kusa süâl buyurdu ki, ey kus. Bütün
sözlerin latîf ve mevzûn ve zarîf. Kimsin, söyle seni bileyim. O
kus dedi ki, ben Ömer-ül Fârûkun rûhuyum. Muhammed Mustafâ
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin âsıkıyım ve
hayrânıyım. Emvâlime [malıma] ve evlâdıma meylim yokdur.
Mekke-i mükerremede kamçımı yere sapladıgım zemân, rûm
kayserini tahtı üzerinden yıkarım. Bunu söyledi ve uçup gitdi.
Yerine bir baska kus geldi. O da Mûsâ aleyhisselâm hazretlerine
selâm verip, agzını açıp, hos sözler söyledi. Dedi: Yâ Mûsâ
bin Imrân! Hiç kimse Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinden bahtlı gelmedi. O Muhammed
bütün âlemin sâhıdır. Bütün insanların matlûbu ve âlemlere
rahmetdir. Yine Mûsâ aleyhisselâm sordu ki, Allahü teâlâ hakkı
için söyle, sen kimsin. Onları bildim. Seni de bileyim. O kus
dedi, yâ Mûsâ! Ben Osmân-ı Zinnûreynin rûhuyum. Muhammed
Mustafâ hazretlerinin üçüncü yâriyim. Ben, Kur’ân-ı
azîm-üs-sânı toplarım. O Habîb bir kızını bana verir. O vefât
eder, yine bir kızını verir. O kızı da vefât edince, buyurur ki,
eger bir üçüncü kızım olsa idi, onu da sana verirdim. Ve benim
dünyâlıgıma aslâ iltifât etmez. Yâ Mûsâ! Dünyâda sen Su’ayb
– 519 –
peygamber “salevâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyhi ve sellem”
hazretleri ile on sene müserref olursun. Bunu dedi, o da uçup
gitdi. Onun yerine kus sûretinde bir sehsüvâr zât geldi. O da
Mûsâ aleyhisselâm hazretlerine selâm verip, konusmaya baslayıp,
der ki, yâ Mûsâ kelîm! O Muhammed Mustafâ hazretleri ki,
Allahü tebâreke ve teâlâ ve sânühü hazretleri onun hakkında,
(Sen olmasaydın eflâki yaratmazdım) ve (Elbette sen huluk-i
azîm üzeresin) buyurmusdur. Bunun misâli âyet-i kerîmeler
gönderir. Enbiyâdan bir kimsenin ondan efdal olmak ihtimâli
olur mu? Hazret-i Mûsâ “aleyhisselâm” der ki, söyle sen kimsin,
bileyim. O kus der ki, ben Aliyyül Mürtedânın rûhuyum. Muhammed
Mustafâ hazretlerinin dogru yâriyim. O Muhammed
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” geldigi vakt, zemân yenilenir.
Onun serefli zemânına yetisip de dîne gelmiyenin vay basına gelen
belâ ve helâke. Yâ Mûsâ! Benim sözüm çokdur. Ugrarım bir
behâdır ere. Yâ Mûsâ “aleyhisselâm” hazretleri, onu yere yıkıp,
gögsü üzerine çıkarım. Zebûn olup, aglar. Cân ve cigerini daglar.
Ben ona o hâlde derim; ey Pehlivân. Bir cândan ötürü bunca
feryâd ve fîgân nedir? O der ki; er öldügü için aglamaz. Zîrâ
koç, her zemân kurban içindir. Ama, beni yere düsüren ve ömür
ipimi kesen Alî mi ola, yoksa Alî gibi bir er mi ola. Adı-sânı belli
server mi ola. Ben de Alî oldugumu ona bildiririm. Sonra kasd
edip, onu öldüreyim. Der ki; (Sen ben Alîyim diyorsun. Alî isen
hani sahâvetin. Sana sahî [cömerd] derler. Simdi beni öldürüp,
kanımı yere dökmek istersin. Bu cömerdlik isi midir. Cömerd
odur ki, aglamısı güldürür. Nerede kaldı ki, dirileri öldürsün.
Onun için aglarım yâ Alî. Sana kanımı halâl eylerim. Lâkin Çin
pâdisâhının kızına âsıkım. Senin basını benden agırlık istediler.
Atına bin, elbisesini giy gel, sana kızı verelim dediler. Ben de
geldim ki, senin ile murâdıma ereyim. Sen simdi beni murâdıma
kavusdurmamak istersin.) Bunu ki söyler. Ben de üzerinden
kalkarım. Gel simdi basımı kes ve elbisemi giy. Ve atıma bin.
Gidip, agırlıgını ver. Tâ ki murâdına erisesin. O da bu isâreti
benden görünce, diye ki, dünyâda senden baskasına yasamak
harâmdır. Hâsâ, sümme hâsâ. Seni kılınç ile degil, belki gül ile
vurayım. O sâatde karsımda sehâdet parmagını kaldırıp, sıdk ile
îmân getirir. Sonra onu sevgilisinin yanına gönderir, hasretine
kavus, derim. Bu sözleri söyleyip, o kus da yukarı uçdu.
– 520 –
Sonra sayısız kuslar gelip, her birisi Mûsâ aleyhisselâm hazretlerine
konusurlar. O kadar konusurlar ki, Mûsâ aleyhisselâm
hayretler içinde kalır. Derler ki; yâ Mûsâ! Biz hepimiz Muhammed
Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin
ümmetleriyiz. Yeryüzünde her gün bes kerre münâcât edip, Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerinden dürlü hâcet dileriz [isteklerde
bulunuruz]. Yâ Mûsâ! Sen ise yetmis günde bir Tûr dagına
varırsın. Hâcetlerini arz edersin. Yâ Mûsâ! Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretlerinden, sen dilek diledin ve dedin ki: (Yâ Rabbî!
Bana kendini göster, sana bakayım.) Allahü Sübhânehü ve
teâlâ sana buyurur: (Sen beni hiçbir zemân göremezsin. Fekat,
su karsıki daga bak. Eger o dag yerinde durur ise, sen beni görürsün.)
Beyt:
Dîdârına ey dilber, Mûsâ nasıl katlanır,
Daglar ki karâr etmez, yüzündeki envâra.
Muhammed o Muhammeddir ki, bindigi Burakdır ve Kabe
kavseyn menzilidir, bir sâatde dokuz felekden geçip, cevlân
eder. Hazret-i Bâri’yi yalnız seyr eder ve gâh göklere çıkar ve
gâh yere iner. Kim ola ki, Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerinin menziline erer. Yüzyirmidört bin Enbiyâ
“aleyhimüssalevât” ve yüzkırkdört Evliyâ tabakasının
hepsi, Muhammed Mustafânın hayrânıdır. Hepsi onun askerleridir
ve O onların sultânıdır.
Nazm:
Sad hezârân sükr minnetdir bize,
Hem size, hem bize, cümlemize.
Mustafânın ümmetiyiz sükr biz,
Biz günâhkârlara sefî’ ol azîz.
Odur hem rahmeten lil âlemîn,
Onu sevenler atesden oldu emîn.
Söz temâm oldu azîzim anlıya,
Bu sözü kim anlıya kim dinliye.
– 521 –
Akserâylı Îsâ miskin kim ola,
Tâ Muhammed Mustafâ medhin kıla.
Üstâdından eger nevben söyledi,
Nazma getirdi ve bünyâd eyledi.
Benden o üstâdıma bin kerre selâm,
Ondan açıldı bize isbu kelâm.
Hiç kemâl degildir o Muhammede,
O iki âlem murâdı Ahmede.
Bizdeki sözü ki dillerde doga,
Afv edile cümleye rahmet yaga.
Yâ Rabbî! Dogru yoldan ayırma,
Son nefesde îmândan ayırma.
Ma’lûm olsun ki, Akserâylı Îsâ, Bâbâ hazretlerinin talebesidir.
Yine bu medh, (Tezkire)den alınmısdır. Orada manzûm yazılmısdır.
Lâkin naklini ihtisâr için nesir ile yapdık. (Diger Na’t)
yine (Tezkire)de hazret-i Bâbâdan nakl edilmisdir “kuddise sirruh”.
Nazm:
Geldi yine ask bülbülü,
Doldu sadâ-yı Mustafâ “aleyhisselâm”.
Açıldı mü’minler gülü,
Erdi nisân-ı Mustafâ “aleyhisselâm”.
Söyler tûtîler zevkle,
Rahmet saçıldı gül ile.
Âlem dolu bedr nûr ile,
Devr-i zemân-ı Mustafâ “aleyhisselâm”.
Melekler çün arsda durur,
El kavusdurup, saf saf yürür.
Hepsi salevât getirir,
Bahr-ı revân-ı Mustafâ “aleyhisselâm”.
O sâh-ı mâzag-el basar,
Bir kez aya kıldı nazar.
Ay oldu vensakkal kamer,
Gökler ayân-ı Mustafâ “aleyhisselâm”.
– 522 –
Bezediler Cennetleri,
Karsı çıkdı bin bir hûrî.
Çagrısırlar ol her biri,
Derler ki, hani Mustafâ “aleyhisselâm”.
Bası açık-yalın ayak,
Mahserde gezer bu yayak.
Ona ne hulle, ne burak,
Neyler cânânı Mustafâ “aleyhisselâm”.
Resûl ile gâra giren,
Ankebût esigin uran [örümcek esigini ören].
Ejder tabanını soran [ısıran],
Sıddîkdır yâr-i Mustafâ “aleyhisselâm”.
Kâ’bede kamçısını kakan,
Kayseri tahtından yıkan.
Ömerdir üstüne çıkan,
O açdı ser’-i Mustafâ “aleyhisselâm”.
Ehl-i hayânın ma’deni,
Kör olsun sevmiyen onu.
Cem’ etdi Osmân Kur’ânı,
Duyuldu ser’-i Mustafâ “aleyhisselâm”.
Gelin, olun sekden berî,
Serveridir o din erî.
O, vardı, yıkdı Hayberi,
Alîdir yâr-i Mustafâ “aleyhisselâm”.
Bu onsekiz bin âlemin,
Bütün cinnînin ve âdemin.
Cümle arab ve acemin,
Dîn-i îmânı Mustafâ “aleyhisselâm”.
Kim ki yolunu tutup gide,
Yol içinde mi’râc ede.
Koyma âcizi tamûda [nârda],
Cümleye cândır Mustafâ “aleyhisselâm”.
•
– 523 –
Ey Ebû Bekr! Sen hilâfet burcunun günesisin,
Hem Ömer-ül Fârûk, fethler yapıp, islâmı yayandır.
Osmân-ı Zinnûreyn kalbinin kanı ile boyadı Furkânı,
Aliyyül Mürtedâ rikâbda kılınçla yardı düsman saflarını.
•
Çâr-ı divâr-ı serây-ı dîn-i Ahmed Çâr-ı yâr,
Ya’nî Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân ve Alî nâmdâr.
Cennet içre onların ervâhını sâd eylesin,
Ol kerîm-ü ol rahîm ve o gafûr Girdigâr.
•
Serverimiz yâr-i oldu çâr-ı yâr bâ vefâ,
Yâr Ebâ Bekr oldu fâik der-i bâ sıdk ve safâ.
Çekdi o, onun yolunda sikâyet etmeden çok cefâ,
Seyyidimiz yârımızdır çâr-ı yâr-i Mustafâ.
Birinin nâmı Ömer ki, o adliyle meshûrdur,
Küfr zulmetini ve dalâleti def’ eden bir nûrdur.
Sevmiyen makhûr ânı her kim sever mensûrdur,
Seyyidimiz yârımızdır çâr-ı yâr-i Mustafâ.
Biri zinnûreyn-i tâbân hazret-i Osmândır,
Tugyânı, cehli kesen ve câmi’i Kur’ândır.
Sâhib-i hilm ve hayâ ve kâmil-i îmândır,
Seyyidimiz yârımızdır çâr-ı yâr-i Mustafâ.
Birisi kân-ı sehâvetdir sehî düldül süvâr,
Heybet-i seyfin görenler dediler bî ihtiyâr.
Kılıç yalnız Zülfikârdır, yigit ancak Alîdir,
Seyyidimiz, yârımız, çâr-ı yâr-i Mustafâ “aleyhisselâm”.
Kırkaltıncı Menâkıb: Allahü Sübhânehü ve teâlâ azze sânühü
mi’râc gecesi, Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz hazretlerinin mubârek
terinden kızıl gül halk etdi [kırmızı gül yaratdı]. Allahü
tebâreke ve teâlâ Lût kavmini helâk etmege Cebrâîl aleyhisselâm
hazretlerini gönderdi ki, o zemân da Cebrâîl o gecenin siddetinden
terledi. Allahü teâlâ hazretleri onun mubârek terin-
– 524 –
den ak [beyâz] gülü halk etdi [yaratdı]. Mi’râc gecesi Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buraka binip, burak da,
göklere götürürken terledi. Burakın o terinden Allahü teâlâ
celle sânühü sarı gülü halk eyledi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” islâm serefi ile müserref oldukda, nübüvvet
heybetinden terledi. Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes,
onun mubârek terinden sünbülü halk etdi. Ömer “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri islâm serefi ile müserref oldukda; Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, kucaklayıp,
siddetle sıkdıkda, o ızdırâbdan terledi. Onun terinden, yerlerin
ve göklerin Hâlıkı, menekseyi yaratdı. Hazret-i Osmân
“radıyallahü teâlâ anh” da islâm serefi ile müserref oldukda,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin ayagının
tozuna yüzünü sürdüklerinde, hayâsından, terledi. Rabbil’âlemîn
o terden yâsemîni halk etdi. Hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anh” dünyâya gelip, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri serefli besikleri üzerine, devlet ve
se’âdetle müteveccih oldukda, Aliyyül Mürtedâ hazretleri, besiklerinde
uyurken, Resûlullahın emsâline rastlanmıyan güzel
kokusunu alıp, Hakkı gören gözlerini açıp, Resûlullahın nûr saçan
mubârek yüzünü görünce terledi. Allahü teâlâ azze ve celle
onun terinden zanbagı yaratdı. Her zemân vücûd-u serîfleri
bu zikr olunan güzel kokular gibi kokardı. Terledikçe mubârek
terleri de öylece kokardı. Yanlarında bulunanlar bu kokuyu duyarlardı.
Surası muhakkakdır ki, Çihâr yâr-i güzîn “radıyallahü anhüm”
hazretlerinin menâkıb-ı serîflerinden bu kitâbda toplananlar,
onların fazîletleri ve büyüklükleri yanında, bütün yıldızlara
nazaran bir yıldız, deryâya göre bir damla veyâ bir gülistândan
bir gül kadardır. Bunca acz ile ve taksîr ile ve denâet ile öyle
sânı yüce serverlerin vasfını ve medhini etmek ve onların
medh edicisi ve vasflarını dile getirici olmakdan maksad odur
ki, Süleymân aleyhisselâm hazretlerine, bunca kıymetli cevherler
ve pahâlı esyâlar hediyye eden pâdisâhlar arasında, çekirgenin
budunu hediyye getiren karınca misâli veyâ hazret-i Yûsüf
aleyhisselâtü vesselâm hazretlerinin satıs meydânında satıldıgı
zemân, pahâlı mallar ve kıymetli kumaslar ile almak istiyen
zenginler arasında, birkaç iplikle müsteri olan ihtiyâr kadının
– 525 –
misâli gibi olup, dikkatle nazar edenlere ziyâde te’accübden
gülme ve tebessüm hâsıl olur. Nitekim, ba’zı kitâblarda bildirildigi
seklde, digerlerinin yanında karınca ve koca karı seyr edenleri
güldürmüsdür. Nazar edenler [bakanlar] birbirine istihzâ
yolu ile gösterip, derler ki, bak, bak bu karıncaya ki, çekirge budunu
hazret-i Süleymân aleyhisselâma, (dünyâ pâdisâhı ve hem
âhıret pâdisâhıdır) peskes [hediyye] götürmüsdür. Bu ihtiyâr
kadın ki, hazret-i Yûsüf aleyhisselâm gibi bir güzellikler sâhibine
birkaç parça iplikle gelip, müsteri olmusdur. Bunca zemândan
beri nakl edenler, karıncayı pâdisâhlar arasından, ihtiyâr
kadını da zenginler arasından çıkarmamıslardır. Bu mücrim ve
âsî ve fakîrin, en büyük murâdı odur ki, mahser meydânında
görünen ve görünmiyen kusûrlarımıza bakılmadan, Çihâr yâr-i
güzîn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerini vasf ve medh
eden ve sevenler zümresinden ayrılmamalıdır. Yâ Rabbî! Bizi
Senin sevgin ile ve Senin indinde sevgili olanların sevgisi ile
rızklandır. Âmîn.
Sultân-ı serîr-i mülk-i esrâr,
dâmâd-ı Nebî Aliyy-i kerrâr.
Sems idi vücûdü filhakîka,
dördüncüde etdi, nûrun izhâr.
Gün gibi vilâyetin cihâna,
Izhâr buyurdu, Rabb-i settâr.
Sibtayne peder, Resûle dâmâd,
hakk-ı serefi olunmaz inkâr.
Hayber siken-ü Amr fikender,
ol pâdiseh-i gürûh-i ebrâr.
A’dâsına seyf-i kahri, Dûzâh,
ahbâbına cûdü lutfi, gülzâr.
Âlemde anın uluvvi sânın,
idrâk-i lebîb, emr-i düsvâr.
Ebû Bekr-i Sıddîk ile Alî bin Ebî Tâlibin “radıyallahü anhümâ”
Münâzarası:
Birgün Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hücre-i mubârekelerinin
[evlerinin] kapısına geldikde, Alî bin Ebî Tâlib
“kerremallahü vecheh” hazretleri de gelmisdi. Ebû Bekr “radıyallahü
anh” geri durup, Alîye “radıyallahü anh” buyurdu ki,
yâ Alî! Evvelâ sen dâhil ol [eve gir]. Hazret-i Alî buyurdu ki:
Yâ Ebâ Bekr! Önce sen gir ki, her iyilikde önde olan, her hayrlı
isde önde olan, herkesi geçen sensin. Ebû Bekr hazretleri buyurdu
ki: Sen önce gir yâ Alî! Resûlullaha “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” dahâ yakın sensin.
Hazret-i Alî buyurdu ki: Yâ Ebâ Bekr! Ben o kimsenin
önünde nasıl giderim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurdu ki: (Ümmetimden Ebû Bekrden dahâ üstün
bir kimse üzerine günes dogmadı.)
Ebû Bekr “radıyallahü anh” buyurdu ki: Ben bir kimsenin
önüne nasıl geçeyim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” Fâtıma-tüz-zehrâyı “radıyallahü teâlâ anhâ” sana verdiği
gün, (Kadınların en iyisini, erkeklerin en iyisine verdim)
buyurdu.
Alî “radıyallahü anh” buyurdu: Ben o kimsenin önünce gitmem
ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri,
(Ibrâhîm aleyhisselâmı görmek istiyen Ebû Bekrin yüzüne
baksın!) buyurdu.
Ebû Bekr “radıyallahü anh” buyurdu: Senin önüne geçemem.
Çünki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu:
(Âdem aleyhisselâmın hilm sıfatını ve Yûsüf aleyhisselâmın
ahlâkını görmek isteyen, Aliyyül mürtedâya baksın!)
Hazret-i Alî buyurdu: Ben bir kimsenin önünce geçemem
ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu-
– 527 –
yurdu: (Yâ Rabbî! Beni en çok seven ve Eshâbımın en iyisi
kimdir.) Nidâ erisdi ki; (Yâ Muhammed “aleyhisselâm”! Ebû
Bekr-i Sıddîkdır) buyuruldu.
Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben bir kimsenin
önünce varamam ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurdu: (Ilmi bir kimseye veririm ki, Allahü teâlâ onu
sever. Ben de onu severim.) Ya’nî o Aliyyül mürtedâdır. [Ya’nî
ilm sehrinin kapısı sen oldun.]
Aliyyül mürtedâ buyurdu: Ben o kimsenin önünce gitmem
ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu:
(Cennetin kapıları üzerinde, Ebû Bekr habîbullah yazılıdır.)
Ebû Bekr “radıyallahü anh” buyurdu: Ben bir kimsenin
önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri Hayber gününde bayragı sana verdi, buyurdu:
(Bu bayrak Melik-i gâlibin, Alî bin Ebî Tâlibe hediyyesidir.)
Alî “radıyallahü anh” buyurdu: Ben bir kimsenin önünce
gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdu: (Yâ Ebâ Bekr! Sen bana gören göz ve isitir kulak
gibisin.)
Ebû Bekr “radıyallahü anh” buyurdu: Ben bir kimsenin
önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu: (Kıyâmet günü, Alî, Cennet hayvanlarından
birine binmis olarak gelir. Cenâb-ı Hak buyurur ki, Yâ Muhammed
“aleyhisselâm”! Senin baban Ibrâhîm Halîl, ne güzel babadır.
Senin kardesin Alî bin Ebî Tâlib ne güzel kardesdir.)
Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ben bir kimsenin
önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu ki; (Kıyâmet günü, Cennet meleklerinin
reîsi olan Rıdvân adındaki melek, Cennete girer. Cennetin
anahtârlarını getirir. Bana verir. Sonra Cebrâîl aleyhisselâm gelip,
yâ Muhammed! Cennetin ve Cehennemin anahtârlarını
Ebû Bekr-i Sıddîka ver. Ebû Bekr, istedigini Cennete, diledigini
Cehenneme göndersin der.)
Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben bir kimsenin
önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdular ki; (Alî bin Ebî Tâlib, kıyâmet
– 528 –
günü benim yanımdadır. Havz ve kevser yanında benimledir.
Sırat üzerinde benimledir. Cennetde benimledir. Allahü teâlâyı
görürken benimledir.)
Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben bir kimsenin
önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdu: (Eger Ebû Bekrin îmânını, bütün mü’minlerin
îmânı ile tartsalar, Ebû Bekrin îmânı agır gelir.)
Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben bir kimsenin
önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurdu: (Ben ilmin sehriyim. Alî bunun kapısıdır.)
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben bir kimsenin
önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdu: (Ben sâdıklıgın sehriyim. Ebû
Bekr, bunun kapısıdır.)
Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ben bir kimsenin
önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” buyurdu ki, (Kıyâmet günü Alî bin Ebî Tâlib, bir güzel
ata bindirilir. Görenler, acabâ bu hangi Peygamberdir, der. Allahü
teâlâ, bu, Alî bin Ebî Tâlibdir, buyurur.)
Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben bir kimsenin
önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu: (Ben ve Ebû Bekr, bir toprakdanız.
Tekrâr bir olacagız.)
Ebû Bekr “radıyallahü anh” buyurdu: Ben bir kimsenin
önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretleri buyurdu: (Allahü teâlâ buyurur ki: Ey Cennet, senin
dört köseni, dört kimse ile bezerim. Biri, Peygamberlerin üstünü
Muhammed “aleyhisselâm”dır. Biri, Allahdan korkanların
üstünü Alîdir. Biri, Fâtıma-tüz-zehrâdır, kadınların üstünüdür.
Dördüncü kösesindeki de, temizlerin üstünü Hasen ile Hüseyndir.)
Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben bir kimse önünce
gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
buyurdu: (Sekiz Cennetden söyle ses gelir. Ey Ebû Bekr!
Sevdiklerin ile birlikde gel! Hepiniz Cennete giriniz!)
Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyur-
– 529 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:34
du ki: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Ben bir agaca benzerim!
Fâtıma, bunun gövdesidir. Alî budagıdır. Hasen ve Hüseyn,
meyvâsıdır.)
Alî “radıyallahü anh” buyurdu: Ben bir kimse önünce gitmem
ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu:
(Allahü teâlâ Ebû Bekrin bütün kusûrlarını afv etsin. Çünki O,
kızı Âiseyi bana verdi. Hicretde bana yardımcı oldu. Bilâl-ı Habesîyi
benim için alıp âzâd etdi.)
O iki server bu münâzaraya devâm ederlerken, Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, hücre-i serîflerinden
[evlerinden] seslenip, buyurdular ki: (Ey kardeslerim, Ebû
Bekr-i Sıddîk ve Aliyyül mürtedâ “radıyallahü anhümâ”! Artık
içeri girin. Cebrâîl aleyhisselâm gelmisdir ve haber verir ki, yedi
kat göklerin ve yedi kat yerlerin ehli size nazar etmekde toplanmıslardır.
Eger siz kıyâmete kadar birbirinizi medh etseniz,
Allahü teâlâ yanındaki kıymetinizi anlatamazsınız.) Ikisi birbirine
sarılıp, birlikde Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
huzûruna girdiler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” bunlara teveccüh edip, buyurdular ki, (Allahü teâlâ ikinize
de yüzbinlerle rahmet etsin. Ikinizi sevenlere de yüzbinlerle
rahmet etsin. Ve düsmanlarınıza da, yüzbinlerle la’net olsun!)
Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Yâ Resûlallah!
Ben Alînin düsmanına sefâ’at etmem.) Alî “radıyallahü
teâlâ anh” dedi ki, (Yâ Resûlallah! Ben Ebû Bekrin düsmanına
sefâ’at etmem. Basını kılınç ile bedeninden ayırırım.) Ebû Bekr
“radıyallahü anh” dedi ki, (Ben senin düsmanlarına kevser havzından
su vermem.) Alî “radıyallahü anh” da dedi: (Ben senin
düsmanlarını sırat üzerinden geçirmem.)
NÜKTE: Eger melekler; (Yâ Rabbî! Yeryüzünde fesâd çıkaracak
ve kan dökecek olan insanları niçin yaratıyorsun) [Bekara
sûresi 30.cu âyet-i kerîmesi meâli] demeseler idi, Âdem
aleyhisselâmın ilmi meydâna çıkmaz idi. Eger Nemrûd ates
yakmasa idi, Ibrâhîm Halîl aleyhisselâm hazretlerinin serefi
meydâna çıkmaz idi. Eger Ebû Cehlin câhillik inâdı ve inkârı
olmasa idi, Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
hazretlerinin menâkıb-ı serîfleri ayân olmazdı [açıga çıkmazdı].
Eger seytânın vesvesesi olmasa idi, Aliyyül mürtedâ
– 530 –
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin merdligi âsikâre olmazdı.
Eger râfizîler olmasa idi, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî “radıyallahü
teâlâ anhüm” hazretlerinin fazîletleri ayân olmazdı
[açıga çıkmazdı].
Buyurulmusdur ki, Müceddidiyye yolunun büyüklerinin silsilesinin
nisbet-i küllîleri Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerine ulasır. Nisbet-i cüz’iyyeleri Aliyyül mürtedâ
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine varır. Bu münâsebetle, bu
bâbda, onların ahvâlinden, bir mikdâr zikr olunur. Ma’lûm olsun
ki, adı geçen meshûr dedem, Seyyid Muhammed, (Bâbâ)
denilmekle meshûr olmusdur. Onlar hazret-i Molla Ilyâsdan kemâle
erisip, onlardan me’zûn olmusdur. Onlar hazret-i Dervîs
ahî Hüsrev Sâhîden, onlar Mevlânâ Sun’ullah Güze Kenânîden,
onlar Mevlânâ Alâ’üddîn-i Mektebdârdan, onlar Mevlânâ
Sa’deddîn-i Kasgârîden, onlar Mevlânâ Nizâmüddîn-i Hamûsdan,
onlar Hâce Alâ’üddîn-i Attârdan, onlar Hâce Behâeddîn-i
Naksibendiden, onlar Emîr Gilâlden, onlar Hâce Muhammed
Bâbâ Semmâsîden, onlar Hâce Alî Râmîtenîden, onlar Hâce
Muhammed Incirfagnevîden, onlar Hâce Ârif-i Rivegerîden,
onlar Hâce Abdülhâlık Goncdüvânîden, onlar Hâce Yûsüf-i
Hemedânîden, onlar Hâce Ebû Alî Farmedîden, onlar Seyh
Ebûl Kâsım Gürgânîden, onlar Seyh Ebûl Hasen Harkânîden,
onlar Sultân-ül-ârifîn Bâyezîd-i Bistâmîden, onlar Ca’fer-i Sâdıkdan,
onlar Kâsım bin Muhammed bin Ebû Bekr-i Sıddîkdan,
onlar hazret-i Selmân-ı Fârisîden ve onlar Ebû Bekr-i Sıddîk
“radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden ve onlar, risâlet penâhî
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden me’zûn olmus,
kemâle erismislerdir. Seyh Ebûl Kâsım bir nisbet ile de
Seyh Ebû Osmân Magribîden ve onlar Ebû Alî Kâtibden ve
onlar Ebû Alî Rodbârîden ve onlar Cüneyd-i Bagdâdîden ve
onlar Sırrı Sekâtîden ve onlar Ma’rûf-i Kerhîden ve onlar Dâvüd-
i Tâîden ve onlar Habîb-i Acemîden ve onlar Hasen-i
Basrîden ve onlar hazret-i Aliyyül mürtedâdan, onlar hazret-i
risâlet penâhdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kemâle
gelmislerdir. Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin
bir nisbeti de yüksek dedeleri hazret-i Muhammed Bâkırdan,
ona da kendi babaları hazret-i Alî Zeynel’âbidînden, ona
da kendi babaları Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden,
ona da kendi babaları emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî
– 531 –
“kerremallahü vecheh”den gelmekdedir. Mesâyıhın yolundan
olan “kaddesallahü ervâhehümül’azîz” ehl-i beytin silsilesi, seref
ve izzetleri sebebi ile (Silsile-i zeheb) diye adlandırılmısdır.
Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine varan
silsileye (Sıddîkıyye) denilmisdir. Üveysîler, o tâifelerdir
ki, onlar zâhirde bir pîr-i mürsid-i kâmile hizmet eylemeyip,
âlem-i ma’nâda bir azîzin rûhâniyyetinden terbiye olurlar. Veyâ
hazret-i Hızır aleyhisselâmdan terbiye olup, feyz alırlar.
Müceddidiyyenin ma’nâsı odur ki, Allahü teâlâdan baska olan
seylerin izlerini, te’sîrlerini gönül levhasından kazıyıp, Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerini gönlüne naks etmekdir. Bu anlatılan
açıklama, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin
menâkıb-ı serîfleri anlatılırken adı geçen (Güzîde) risâlesinin
sâhibi, Seyyid Mahmûd-el Mulakkab bil azîz “kuddise
sirruh” hazretlerinin risâle-i serîflerinden nakl olunmusdur
ki, müceddidiyye yolunu açıklamakdadır.
(Bâbâ) hazretleri ki, dünyâdan ayrıldılar, kendi ogulları seyyid
Ahmed hazretlerine izn verip, irsâd makâmına ta’yîn buyurdular.
Seyyid Ahmed hazretleri dünyâdan göç etdiler. Kendi
azîz birâderleri, seyyid Mahmûd hazretlerine ki, (Azîz) ism-i serîfi
ile meshûr olmusdur, izn verip, irsâd makâmına ta’yîn buyurdular.
Ismâ’îl ismli bir küçük ogulları kalmıs olup, Mahmûd
hazretlerine vasıyyet buyurmuslar ki, Ismâ’îli terbiye eyle. Nasıl
ki, biz sana ısmarladık, sen de ona ısmarla. Seyyid Mahmûd
hazretlerinin iki mahdûm-ı mükerremleri sinn-i bülûgdan geçip,
kendilerinin yası altmısüçden geçmis olmakla ölümü arzû
eder oldular. Ba’zı tâlibler dediler ki, Sultânım, siz ölümü arzûlayıp,
durursunuz. Sizden sonra kimi ta’yîn buyurdunuz. Buyurdular
ki, pîrimizin vasıyyeti ile amel ederiz. Dediler, yâ mahdûm-
ı mükerreminiz, Seyyid Mustafâ hakkında ne buyurursunuz.
Kara Mustafâ cezb-ı kulûbda, Sultân Veleddir. Vasıyyete
ihtiyâcı yokdur. Ihvân-ı ehl-i basîrete ma’lûm oldu. Yerine kimin
geçeceginden bahs etmek kalb dagınıklıgıdır.
Yâ Rabbî! Bize hakkı hak olarak gösterip, ona uymak; bâtılı
bâtıl olarak gösterip, ondan kaçınmak nasîb eyle. Müslimân
olarak ölmemizi, sâlih kimseler zümresine katılmamızı nasîb
eyle. Zâlimlerin serrini üstümüzden gider. Mü’minlerin düâlarına
ortak eyle. Âmîn.
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca