MUHAMMED
BAYRAK
Welcome, Guest |
You have to register before you can post on our site. |
Forum Statistics |
» Members: 27
» Latest member: Fahriye
» Forum threads: 12,343
» Forum posts: 13,171
|
DOWNLOADEN
AYET
FELSEFEMiZ
Raşit Tunca Sözü
GÜZEL SÖZ
Derecesi Arşa kadar ulaşmiş olan Kul
(Kar©glanin 30 Nisan 2017 Vaazi)
أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
رَفِيعُ الدَّرَجَاتِ ذُو الْعَرْشِ يُلْقِي الرُّوحَ مِنْ أَمْرِهِ عَلَى مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ لِيُنذِرَ يَوْمَ التَّلَاقِ يَوْمَ هُم بَارِزُونَ لَا يَخْفَى عَلَى اللَّهِ مِنْهُمْ شَيْءٌ لِّمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ لْيَوْمَ تُجْزَى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ لَا ظُلْمَ الْيَوْمَ إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ dgg
Rafîud deracâti zûl arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzira yevmet telâk. Yevme hum bârizûn(bârizûne) lâ yahfâ alâllâhi min hum şey’un, li menil mulkul yevme, lillâhil vâhidil kahhâr. El yevme tuczâ kullu nefsin bimâ kesebet, lâ zulmel yevme, innallâhe serîul hisâb.
Meali :
Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmenirrahim
Yaşyanlardan Derecesi Arşa kadar ulaşmiş olan Kulumnuzun ruhunu Ayrilip secilme Talak gününde ona (onun Hesabina bakariz). Herşeyin bariz ve belli oldgu o gün derizki ona, Allahdan hicbirşekilde korkma, Bugünün hakimi Mülkünde Tek Hükümdar olan Allah dir, Bugün herkese ne kazandiysa o verilir, ve bugün ceza günü degildir, Allah hesabi cok süratli görendir. (Matematigi ve hesap yapmasini en iyi bilendir, kimin eksisi, vercegi borcu cok. kimin artisi, alacagi cok, iyi bilendir.)
Sadakallahul Aziym MU'MİN Suresi 15. 16. 17. ayet
---oOo---
Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Buyurdular
"Cennetlikler bir tek adamın, Ademin biçiminde olacaklardır."
( Hadis-i Şerif , Buhârî)
Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem yine Buyurdular
"Cehennemin etrafı şehvetlerle donatıldı, cennetinki ise zorluklarla kuşatıldı."
( Hadis-i Şerif , Buhârî)
Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem yine Buyurdular
"Kıyamet gününde, kulun ayakları, Rabbinin huzurundan şu beş şey soruluncaya kadar bir yere kıpırdamaz:
Ömrünü nasıl harcadığından, gençliğini nerede geçirdiğinden, malını nereden kazanıp nereye harcadığından ve bildiklerini uygulayıp uygulamadığından sorulacaktır."
( Hadis-i Şerif , Tirmizî)
"Allâhumme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Kemâ salleyte alâ ibrâhîme ve alâ âli ibrâhîme inneke hamîdun mecîd"
"Allâhumme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Kemâ bârakte alâ ibrahîme ve alâ âli ibrâhîme inneke hamîdun mecîd"
Yolculugumuza başliyoruz :
أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
يَعْلَمُ خَائِنَةَ الْأَعْيُنِ وَمَا تُخْفِي الصُّدُورُ
Ya’lemu hâinetel a’yuni ve mâ tuhfîs sudûr.
Meali :
Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmenirrahim
Allah, gözlerin hain bakışını ve kalplerin sinelerin gizlediği şeyleri bilir.
Sadakallahul Aziym MU'MİN Suresi 19. ayet
Tasavvufta Letaifler "Chakra - Enerji Merkezleri"
Letaif : Arapça Latife'nin çoğulu. Latifeler anlamına gelir.
Latif : ince, ve görülemeyecek kadar ince ve saf demek, hani biz oksijen atomlarinin taneciklerini gözle görebiliyormuyuz, görmiyoz ,ozaman oksijen bir latif cisim ve varlik, yine bedenimizdeki hücrelerin boyunu mikroskopla bakmdan göremiyoruz, hücre o kadar latif ki, biz onu ayirt edemiyoruz.
Gizli, sırlı ve iç bünyede saklı cevherler olan Letâif, baş gözüyle görülmezler, ancak gördükleri vazifelerden varlıkları anlaşılır. İnsanın aslı bunlardır. Bu cevherler mümin-kafir her insanda mevcuttur. Kâmil mürşidler bu cevherleri ilim, tecrübe ve müşahede ile tanıyıp yerlerini ve görevlerini tespit etmişlerdir.
Latife, Kur'an-ı Kerim kaynaklı insanın psikospiritüel duyuüstü melekelerinden her biridir. Geleneksel Çin tıbbındaki akupunktur meridyenlerini ve Chakraları andırır.
İnsan on latifeden (letaif-i aşara) meydana gelmiştir:
-Kalp,
-Ruh,
-Sır,
-Hafi,
-Ahfa;
-Nefs,
-Ateş, Hava, Su ve Toprak..
Bunlardan ilk beşi (letaif-i hamse) âlem-i emirden, son beşi de âlem-i halktandır. Bunlardan ilk altısına letaif-i sitte (altı latife), son dördüne cesed veya dört unsur (anasır-ı erbaa) adı da verilir. Letaif-i sitte ve cesede toplu olarak letaif-i seb'a (yedi latife) de denir.
1. Kalb, Makami sol memenin dört parmak altındadır. İlahi huzur ve tecelliyat mahâllidir.
2. Ruh, Makami sağ memenin dört parmak altındadır. İlahi aşk ve muhabbet mahâllidir.
3. Sır, Makami sol memenin iki parmak üstündedir. İlahi marifet mahâllidir.
4. Hafi, Makami sağ memenin iki parmak üstündedir. ilahi tecelli ve nurlar içinde kaybolma mahallidir. Buna istiğrak denir.
5. Ahfa, Makami göğüs kafesinin üst ucundan yani gırtlak çukurundan iki parmak kadar aşağıdır. İlâhî sır mahallidir. Gizli ilimler ve tecelliler merkezidir. Burada elde edilen duruma izmihlal denir.
6. Nefs-i natıka (külli) latifesinin yeri iki kaşın ortasıdır.
7. Nefs-i Külli ( Tüm Beden ) : Sultani Zikir Makamı.
8. Akli Kül , Beyini temsil eder Cebrailin ve, ilham ve vahyin makamidir
Bu letâiflerin nurlarına gelince: Latîfe-i kalbin Ziyasi sarı ve nuru yeşildir,
Latîfe-i ruhun nuru Renksiz oksijen ve karabondioksit siyah yada duman rengi gri,
Latîfe-i sırrın nuru Mavi - deniz ve okyanus rengi,
Latîfe-i hafînin nuru Kirmizi kan ve ateş,
Latîfe-i ahfânın Ziyasi Turuncudur nuru kar beyaz süt beyaz. Yani mehdinin güneşinin rengi turuncu kamerinin yani ay inin rengi süt beyaz
Allah Teala insanın cesedini yaratmış ve diğer latifeleri bedendeki yerleriyle irtibatlandırmıştır.
Seyr u Sulûk ve Letaif
Seyr u sulûk sırasında âlem-i emirden olan beş latife imkân dairesi, velayet-i sugra ve velayet-i kübranın ilk kısmı olan akrebiyyet dairesi'nde; nefs velayet-i kübranın iki, üç ve dördüncü kısımları olan muhabbet daireleri'nde; ateş, hava ve su unsurları (anasır-ı selase, üç unsur) velayet-i ulya'da, toprak unsuru ise kemalat-ı nübüvvet'te muamele görür. On latife, tasfiye ve tezkiyelerinden sonra bir araya toplanırlar ve hey'et-i vahdaniyye ismini alırlar. Kemalat-ı risalet mertebesinden itibaren seyr u sulûkun sonuna kadar feyzin geldiği yer hey'et-i vahdaniyye'dir.
Nefs
Nefsin yedi mertebesi vardır: Emmare, Levvame, Mülhime, Mutmainne, Raziyye, Marziyye, Safiyye (Kamile)... Nakşibendî tarikatında nefsin mertebeleri icmalî olarak nefs-i emmare ve nefs-i mutmainne biçiminde ele alınır. Nefsin itminana ermesi velayet-i kübra'da, Rıza makamı'nın elde edilmesiyle olur. Nefs-i emmare sahibinde akıl, akl-ı meaş iken, nefs-i mutmainne'de akl-ı mead olur.
Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Buyurdular
“Dikkat ediniz ki, insanın cesedinde bir et parçası vardır ki, o et parçası sâlih oldukça bütün vücuddaki âzalar sağlam olur. Eğer o fasid olursa bütün cesedi bozulur. O et parçası kalptir.”
( Hadis-i Şerif, Buhari)
Kalb bütün latifelerin merkezi olup "Ruh"un sarayıdır. Ruh kalbde egemen olunca, bedeni "Ruh"un emirlerine göre yönetir; ruh vasıtasıyla aldığı ilâhi feyiz ve terbiyeyi bedenin bütün işlerine yansıtır. Kalbde yakîn nûru parlamaya başlayınca dünya hayatı fâni ve değersiz görünür. Çünkü kalb, marifetullah nûrunun parlayacağı yegâne mahaldir ki, iman güneşi o burçtan doğar. Bütün ilâhi sırlar orada gizlidir. Kalbde o hakiki, lâhutî güneşin doğmasıyla bu yüksek tecellinin nurlu eserleri insanın bütün azalarında zâhir olur. O zaman kulluk vazifelerini; derin ve derûni bir zevk ve neş’e içinde seve seve îfa eder.
ZİKİR VE LETAİFLER ÇAKRALAR
Zikrin nuru ilk olarak kalbe, sonraları diğer letaife sirayet eder. Zikre devam edildiğinde kalpten Allah’ın sevmediği ve razı olmadığı düşünceler silinip gider. Zikir kalbe iyice yerleşince her hâlde zikretme hâline geçer, böylece gaflet yok olur. Zikir sayesinde insanın sıfatları değişir, insanda Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu ahlak ve sıfatlar oluşur.
SU ELEMENTi
Vücudumuzun su içeriği yaş, cinsiyet, boy uzunluğu, vücut ağırlığı ve fiziksel aktiviteye göre değişir.
Çocukların vücudunun su oranı yüksektir (% 70, yeni doğan bebekte ise % 90) ve yaş ilerledikçe suyun yerini yağ dokusu almaya başlar. Dolayısıyla yaş ilerledikçe suyu daha çok tüketmek gerekir. Yetişkinlerde vücut su oranı % 60, yaşlılarda ise % 50’dir.
Vücuttaki su unsurunun nefsin kötü sıfatlarından birisi olan nifak özelliği ile irtibatlıdır. Suda, bulunduğu kabın şeklini ve rengini alma özelliği ve bulunduğu şartlara göre değişme sıfatı vardır. Bu sıfat, insana münafıklık olarak yansır ve iki yüzlülük meydana gelir. Ancak bu sıfat, mürşid-i kâmilin terbiye, himmet ve tasarrufu ile alçakgönüllü olmaya dönüşür. Kalbden nifak ve yalancılık gider, yerini samimiyet ve mertlik alır. ve eger kemal bulursa safiyet saf su, renksiz kokusuz tadsiz temiz ve temizleyici, nurlandirici,
ATEŞ UNSURU
Kötü hali hiddet ve celali temsil eder, kemal hali erginlik ve pişmişligi temsil eder
Ateş unsurundan kaynaklanan zulüm ve hiddet sıfatı, İslam’ın emir ve hükümleri karşısında gayret, ince davranma ve rahmani taraftarlığa dönüşür.
HAVA UNSURU
onsuz olunmaycagini bilmekdir yani ruhsuz canlilik olmaz, iyi ruh veya kötü ruh, oksijen ve karbondioksitsiz, yani onlarsiz olunmaz demekdir.
Hava unsurundan ileri gelen kibir ve üstünlük taslama sıfat, izzet, vakar ve heybete dönüşür. cibilliyat olrak ucanlari temsil eder iyi veya kötü olabilirler
TOPRAK ve ELEMENTLER
Nefsi natikayi temsil eder, ve insani ve vücudunu meydana getiren bütün yedigi elementler ve icdigi minareller toprak demekdir
Toprak unsurundan kaynaklanan tembellik, uyuşukluk gibi durumlar, sabır ve itidal sıfatına dönüşür. ve rengi nurunun rengi ten renkleridir bugday tenli sari benizli kirmizi benizli toprka cinsleri gibi, killi toprak, humuslu kara toprak, kahvrengi humuslu, kirecli beyaz, kumlu toprak, demirli toprak granit mavi veya maviye yakin gri toprak yada kaya taş........., sari kayrak cay taşi, druma göre ya cok ser olmsi gerkir kemeilnde yada yumuşak humuslu gibi yada granit gibi yada demir özü gibi keml bulur yine bakir olur yine altin olur.
İnsan küçük bir alem olup, büyük alemin nümunelerini taşıyor. Buna göre ruhun, sırrın, hafinin, ahfanın asılları büyük alemde nedir? Yani hafi, ahfa, sır latifeleri büyük alemde neyi temsil eder?
Alem ikiye ayrılır:
1. Alem-i halk, 2. Alem-i emir.
Alem-i halk; bütün yaratılan şeyler ve masiva dediğimiz, kainat ve mahlukattır.
Alem-i emir ise; zat, sıfat, isim ve şuunat-ı ilahiyedir.
İnsan; kainatın ve kainatta tecelli eden alem-i emirin özü ve özetidir. Yani insan-ı kamil, Hem alem-i emr’in, hem de alem-i halkın özü ve numunesidir. Alem-i emr’in ve alem-i halk’ın asıllarının ve külliyatının, gölgeleri ve numuneleri alem-i asgar olan insanda dahi mevcuttur.
İşte tasavvufta ve literatürde; beş cevher diye isimlendirilen kalp, ruh, sır, hafa ve ahfa’nın asılları, kainat ve emr aleminde olduğu gibi; gölgeleri ve numuneleri de, insanda ve mahiyetinde mevcuttur.
Burada "asıllar" deyince emir alemindeki vücutlar, "gölgeler ve nümuneler" deyince, mahlukattaki tecelliyat ve vücutlar anlaşılmalıdır.
1. Kalp: (Güneşi Temsil eder) Alem-i halk’tan, Hz Muhammede ve kainatta onunla alakalı makamlara, mekanlara ve boyutlara işaret eder. Alem-i emr’den ise, Hz Muhammed (a.s) mahiyetine ve hakikatine bakar.
2. Ruh: (Hava Akcigerleri Temsil eder) Alem-i ervahın numunesidir. Alem-i halk itibariyle Hz isa (a.s.)’ın varlığına, makamına, mekanına ve kainatla münasebetine bakar, bir cevherdir. Alem-i emr itibariyle de, Hz isa (a.s.)’in mahiyetine ve hakikatine bakar.
3. Sır : (Su ve Böbrekleri Temsil eder) Alem-i ervahın numunesidir. Alem-i halk itibariyle Hz Nuh (a.s.)’ın varlığına, makamına, mekanına ve kainatla münasebetine bakar, bir cevherdir. Alem-i emr itibariyle de, Hz Nuh (a.s.)’in mahiyetine ve hakikatine bakar.
4. Hafi: (Kan ve Ateşi Temsil eder Vücuta ise Karacigeri Temsil eder) Alem-i ervahın numunesidir. Alem-i halk itibariyle Hz İbrahim (a.s.)’ın varlığına, makamına, mekanına ve kainatla münasebetine bakar, bir cevherdir. Alem-i emr itibariyle de, Hz İbrahim (a.s.)’in mahiyetine ve hakikatine bakar.
5. Ahfa: (Hormonlari ve duygulari Temsil eder yani quantum bilgisi ve Paracaciklar Salgilar Dalak ve Hormon Kelebegi Beka Billah) Alem-i ervahın numunesidir. Alem-i halk itibariyle Hz Mehdi (a.s.)’ın varlığına, makamına, mekanına ve kainatla münasebetine bakar, bir cevherdir. Alem-i emr itibariyle de, Hz Mehdi (a.s.)’in mahiyetine ve hakikatine bakar. Ahfa Yani gizlenilen saklanilan korunan demekdir. ve bugün quantum bilgisinin keşfedilmiş olma senbebi vakit onun vakti oldugu için. onun bilgisi inkişaf etmekde parcacik bilgisi.
Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Buyurdular
"Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz....."
( Hadis-i Şerif )
Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Yine Buyurdular
"Müminin ruhu, cennet ağacına konup beslenecek olan bir kuştur. Allah o kulunu diriltinceye kadar ruhu orada bekler."
( Hadis-i Şerif, Mâlik)
Enes radıyallahu anh dan
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellemden, kıyamet gününde bana şefaat etmesini rica ettim.
"Yaparım inşaallah!" buyurdu.
"Peki seni nerede arayayım?"
"Beni ilk arayacağın yer Sırattır."
"Seni orada bulamazsam?"
"Beni Mizanın yanında ara!"
"Seni Mizanın yanında da bulamazsam?"
"Beni Havzın yanında ara! Bu üç yerden şaşmam" buyurdu.
( Hadis-i Şerif , Tirmizî. )
"Cennet, birinize ayakkabısının bağından daha yakındır. Cehennem de öyle."
İbn Mesûd radıyallahu anh. Buhârî.
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Cennette, her bir derecenin arası gökle yer arası kadar olan, tam yüz derece vardır. Firdevs bunların en üst derecesidir ki, dört nehir oradan fışkırıp akar. Arş ise onun üstündedir.Allahtan istekte bulunduğunuz zaman, Firdevs cennetini dileyin!"
Ubâde radıyallahu anh. Tirmizî.
Muhyiddini Arabi nin Vahdet-i Vücûd anlayışına göre
“- Hakikat budur ki Hâlik, Mahlûktur ve yine Hakikat budur ki Mahlûk, Halik’tir. Bunların hepsi tek bir varlıktandır. Hayır belki O tek varlıktır. Ve yine O, çokluk halinde olan Tek bir varlıklardır.” yani burda, binler parcadan oluşan bir bedenin, tek oluşunun, onun binler parcadan oluşmasi, tek beden, vahid olmasina engel degil demek yani.
“IV Fass : İdris kelimesinde ki Kudsi Hikmet’in özü.”
"Cennetlikler bir tek adamın, Ademin biçiminde olacaklardır."
( Buhârî)
Hadis-i Şerifi Gösteriyorki Zamanin sahibi olan ve, vahdeti vücut makamina cikmiş olan kimsenin bedeni, o hadisde gecen tek vücutu temsil ediyor, ve cennetlikler, o tek bir vücutta vahdet bulacak ve , baştaki yazdigimiz ayettede, yine ayni kimse, ve yine vazmiza ismini veren kimse, yani "Derecesi Arşa kadar ulaşmiş olan Kul" ve yine " رَفِيعُ الدَّرَجَاتِ ذُو الْعَرْشِ يُلْقِي الرُّوحَ " "Rafîud deracâti zûl arş(arşi), yulkır rûha "yani bu zamanda Hz Mehdi. ve Fakat Kötülerde yine gecenki vaazda yazdigimiz ayetteki, kötülerde yine Deccal aleyhillanin bedeninde Vahdet Bulcak olanlardir, ve iyi ve kötü - siyah ve beyaz - Gece ve gündüz - Yaz ve Kış ying yang
" فَوَرَبِّكَ لَنَحْشُرَنَّهُمْ وَالشَّيَاطِينَ ثُمَّ لَنُحْضِرَنَّهُمْ حَوْلَ جَهَنَّمَ جِثِيًّا "
Fe ve rabbike le nahşurennehum veş şeyâtîne summe le nuhdırannehum havle cehenneme cisiyyâ.
Rabbine andolsun ki biz onları, şeytanları ile beraber haşerdecegiz toplayacağız.
MERYEM Suresi 68
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Cennette, her bir derecenin arası gökle yer arası kadar olan, tam yüz derece vardır. Firdevs bunların en üst derecesidir ki, dört nehir oradan fışkırıp akar. Arş ise onun üstündedir.
Allahtan istekte bulunduğunuz zaman, Firdevs cennetini dileyin!"
Ubâde radıyallahu anh. Tirmizî.
yani işde Cakralarinin tamamini caliştiripda en son kafadaki alninin ortasindaki cakrasi (Nefs Cakrasi insan Cakrasini) caliştiripda Nefsini, nefsi kamil insan oldugunu ispat etmiş olan zat, yani Zamaninimizda Hz Mehdi, ve "Derecesi Arşa kadar ulaşmiş olan Kul"yani kafa cakrasina kadar ulaşmiş KUL. yani AKLI KÜL den haber alan Kul.
Hilye-i Şerif Nedir? - Hz.Muhammed ( S.A.V.) 'in Hilye-i Şerifleri
Hilye-i Şerif aslinda hicde öyle internetlerde gezen hadisde yazdigi gibi, peygamberin sireti suretini anlatan yazilar degildir, Hilye demek Muhammedin bedeni aslilerinin, diger bedeni aslilere göre, krokisi, haritasi demekdir. kimler onun ne tarafinda duruyor gösteren harita demekdir. Bunuda Allah, O nun yakin ve uzak komşulari olarak ayarlamiş, ve onun yildizinin, bir nevi burc haritasi demekdir bu. ve fakat her an degişebilen bir harita, hani muhammed hicret ederken, Ebu Bekr efendimiz yanindaydida o anlatiyor :
Bir korku geliyordu bana ve, önden bir gelirde O na zarar verir diye, ve hemen onun önüne geciyordum, biraz gidince, bu sefer başka bir korku peydah oluyordu bende, ve arkdan biri gelirde ona zarar verir diye, ve hemen bu seferde O nun ardina geciyordum, ve onlarin bu iki hareketinden "Talaal Bedru" ilahisi meydana gelmiş.
"Sen güneşsin , Sen kamersin" bir önde muhamed güneş oluyor, birde arkada, ve ebu bekr önde, ebu Bekr güneş olmuş, muhammed ebu bekre ay ve kamer olmuş, yani öyle olunca, bizim yildizimiz, bir konuma gelirki, işde başka bir yildiza ay ve kamer olmuş, sonra birde öne gecer, bütün yildizlari alip döndürten ana yildiz olmuş, "Sen güneşsin , Sen kamersin" ve muhammedin benim AY im dedigi "Sen güneşsin , Sen kamersin"
Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Buyurdular
Receb Allah'ın ayı; şaban benim ayım, ramazan da ümmetimin ayıdır.
( Hadis-i Şerif , Süyûtî, el-Câmiu's-Sagîr, nr. 4411; Müttakî-i Hindî, Kenzü'l-Um-mâl, nr. 35164.)
ve Dün (29.04.2017) şaban ayinin 1 iydi, yani demekki muhammedin, yani güneşimizin başka bir an güneşe, ebu bekir güneşine kamerlik ettigi, aya geldik , yani şaban ayi ve ebu bekrin önden gittigi ay,
ve işde Hilye Muhammedin burc haritasi demek olur, ve o yapilan en güzel Hilye Tablosunuda "Hattat Mustafa Rakim Efendi" yapmiş ve bu alltaki güzel harita
Herkesin bir Hilyesi vardir, ve herkesinki kendine göre farklidir, ve biz buna Raşidi Tarikatinda " Silsileyi Üla "yi ve "Silsileyi Melaeyi" Tespit Etmek diyoruz
Silsileyi Üla Nedir ? “Silsileyi Üla” yi Tespit Etmek için Ne Yapılır?
“Silsileyi Üla” yi Tespit Etmek için Ailecek bir yerde Toplanilir.
1Kalem ve kağıt alıp yazmaya başlanir.
Evimizin Sag Tarafina dogru gidince en yakindaki “ Hasan veya Hüseyin” den kim varsa o Hasansa bizim üst kolumuz peygamberimizin “şerifler” kolundaniz ve birinci isim o yazilir, Hüseyinse seyidlerdeniz, sonra saga veya sol tarafda Hüseyin aranir en yakin hüseyin sagdami soldami ve bunlarin akrabalik dereceleri, Annemiz tarafindansa Anne tarafindan o kola bagliyiz, Baba tarafindan akrabimiz iseler Baba tarafindan o kola bagliyiz demekdir. Ve böylce ilk yön tespit edilmiş olur. Sonra evimizin arka tarafina dogru ilk peygamber isimli kimse kimdir, hangi peygamberin kolundaniz o tespit edilir ve o isim yazilir,
Liste böylece şöyle olmalidir ilk önce evimizin sol tarafina dogru annemiz tarafindan akrabimiz olan en yakin eve, uzaga dogru devam edilir hatta bu başka şehire kadar olabilir “Hasan, Hüseyin, Fatma, Ali, Osman, Ömer, Bekir, Ayşe, Hatice, Zeynep” aranir, ve ashabin isimlerinden olan kimseler olabilir, amma bu kimseler sadece anne tarafindan dedemizin babasina kadar akraba olanlar olcak. Sonra sag tarafa dogru ayni işlem saga dogru bu sefer baba tarafindan akrabalar yazilir. Sonra evimizin arkasindaki komşularimizdan başlayip arkadan sagdan sola dogru gidip sonra tekrar bize dönüp glecek bir daire halinde bütün akraba olan olmayan tanidigimiz peygamber isimli tanidiklarimizin isimleri not edilir. İlk önce direk arkaya dogru düz cizgi gidilir iki tane ayni isim olanlar ilk yakindaki ele alinir, ikinci ayni isme varinca ordan artik sola dogru dönme noktasina geldigimizi bildirir, bu sadace yaşadigimiz köy veya şehir icinde tespit edilir dişari cikilmaz yani peygamber isimlilerde.
Bu not etiklerimiz de cift isimliler en yakin komşumuz olanlar ele alinarak düzletilir, ve bu bizim “silsileyi ÜLA” mizdir.
Vaktin müsait oldugu bir zamanda, senede bir defa bu silsileye 3 ihlas 1 fatiha veya 3 fatiha 7 ihlas hediye edilir.
Silsileyi Melae Nedir ? “Silsileyi Melae” yi Tespit Etmek için Ne Yapılır?
Silsileyi Melae Bizim Hangi Melegin soyundan oldugumuzu gösterir (Cibilliyatimzin ne oldgunun tespit için) ve Evimizin saga sola arkaya öne dogru "Cebrail,Mikail,israfil ve Azaril isimli ve birde ( Azrail,veya Zara Azra isimli veyada Zarar veren mahluklar zarail) aranir.ve bunlar bizim hormon kelebegimizin nasil durdugunu gösterir, yani biz mehdinin sagindami solundamiyiz yine belli eder, yani bunu bulmak için mehdinin kelebegi ile kendi kelebegeni karşilaştirinca belli olur, sen onun sagindami solundamisin arkasi veya önündemi.
ve bizim evimizin önüne dogru dönünce sagimizda Mikail, solumuzda israfil, önümüzde Cebrail, ardimizdada Azrail, vardir. önümüzde Hz Hasan Hz osman ve Hz Hacer, ardimizda Hz Süleyman ve Hz Yunus Hz Hüseyin, sagimizda yine Hz ibrahim ve ismail,........ kainat devamli döndügü için bunlar yine degişkendir, sadece dogum haritasi sabittir, oda insanin dogdugu köy şehir kasaba ve mahellede ve evde bunlar araninca dogum haritasi tespit edilir. bizim silsileyi üla mizda yine dogum haritamiz olmalidir.
أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
وَاسْتَفْزِزْ مَنِ اسْتَطَعْتَ مِنْهُمْ بِصَوْتِكَ وَأَجْلِبْ عَلَيْهِم بِخَيْلِكَ وَرَجِلِكَ وَشَارِكْهُمْ فِي الأَمْوَالِ وَالأَوْلادِ وَعِدْهُمْ وَمَا يَعِدُهُمُ الشَّيْطَانُ إِلاَّ غُرُورًا
Vestefziz menisteta’te minhum bi savtike ve eclib aleyhim bi haylike ve racilike ve şârikhum fîl emvâli vel evlâdi vaıdhum, ve mâ yaiduhumuş şeytânu illâ gurûrâ.
Meali :
Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmenirrahim
(Haydi) onlardan gücünün yettiğinin ayağını çağrınla kaydır. Atlıların ve yayalarınla onların üzerine yürü. Onların mallarına ve evlatlarına ortak ol. Onlara vaadlerde bulun.” Hâlbuki şeytan onlara aldatmadan başka bir şey va’detmez.
Sadakallahul Aziym İSRA Suresi 64. ayet
أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
فَاتَّخَذَتْ مِن دُونِهِمْ حِجَابًا فَأَرْسَلْنَا إِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا قَالَتْ إِنِّي أَعُوذُ بِالرَّحْمَن مِنكَ إِن كُنتَ تَقِيًّا قَالَ إِنَّمَا أَنَا رَسُولُ رَبِّكِ لِأَهَبَ لَكِ غُلَامًا زَكِيًّا قَالَ إِنَّمَا أَنَا رَسُولُ رَبِّكِ لِأَهَبَ لَكِ غُلَامًا زَكِيًّا قَالَتْ أَنَّى يَكُونُ لِي غُلَامٌ وَلَمْ يَمْسَسْنِي بَشَرٌ وَلَمْ أَكُ بَغِيًّا قَالَ كَذَلِكِ قَالَ رَبُّكِ هُوَ عَلَيَّ هَيِّنٌ وَلِنَجْعَلَهُ آيَةً لِلنَّاسِ وَرَحْمَةً مِّنَّا وَكَانَ أَمْرًا مَّقْضِيًّا
Fettehazet min dûnihim hicâben fe erselnâ ileyhâ rûhanâ fe temessele lehâ beşeren seviyyâ. Kâlet innî eûzu bir rahmâni minke in kunte takıyyâ.
Meali :
Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmenirrahim
Meryem onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken biz ona ruhumuzu gönderdik de o, kendisine tastamam insan şeklinde göründü.. Meryem, “Senden, Rahmân’a sığınırım. Eğer Allah’tan çekinen biri isen (bana kötülük etme)” dedi.
Ruh dedi “Ben ancak Rabbinin elçisiyim. Sana akilli bir çocuk bağışlamak için gönderildim” dedi. (Hz. Meryem dedi ki): “Bana bir beşer dokunmamış (olduğuna göre) benim nasıl bir oğlum olabilir? Ve ben, azgın (iffetsiz) olmadım.” (Ruh’ûl Kudüs): “İşte böyle” dedi. Senin Rabbin: “O, Bana kolaydır ve onu, insanlara bir âyet (mucize) ve Bizden bir rahmet kılacağız.” buyurdu. Ve emir kaza edilmiştir (yerine getirilmiştir).
Sadakallahul Aziym MERYEM Suresi 17.den 21. ayete kadar
ve eger bu ikiside melek sifatindalar ise, o zaman melekler cocuk yapmaz, evlenmez kurali yanliş, ve alaman kizlari ve avrupalilar mavi gözlü, ve münker nekirde mavi gözlülermiş, öyle olunca işde alaman IRKI münker ve nekirden üretme IRK oluyor, yine avrupann bazi yerlerindeki kimsler mavi gözlü sari sacli kimseler, hani zikirimzdeki Mühammeten ayeti varya yani mansi onlar yemyeşlillerdir, bu mavi gözlülerde avatar filimdeki gibi masmavi olnlar grubu onlarda masmavilerdir yani hani cizgi filimleri bile varya
Mavi Cüceler - Şirinler
yine isa ve mehdide cebrailin soyundan, olanlar, o ise siyah veya kahvrengi koyu yesil renkli gözlü yani köpek cinsi gözlü, ve yine reptiller yani yani azazilin soyu ise, onlarda yeşile yakin gözlüler müdhammeten olanlar yemyeşildir ayetinde dendigii gibi ,gözleride yeşil olanlar, yani reptiller, azazil soyu, yilan soyu, ve öyle olunca bazilari, mikail soyu, yine avrupada cocuklarina michael ve kizlarada Michaela konulur, yani öyle olunca onlarda mikail soyundan olanlar, yani sivrisinek, yine rafael ve rafaella konurki ,onlarda israfil soyundan, yani horuz ve tavuk cibilliyatlilar, yine gabriel ve Gabriele konulurki, köpek ve kurt cibilliyatlilar, onlarda işde cebrail soyundan olanlar, ve öyle olunca, avrupalilarin silsileyi ülayi tespitlerinde, birde melek soyundan olmalari sebebiyle işde etraflarinda sag kol komşularinda baba tarafindan o melege bagli, sol koldanda, hangisi varsa ona, anne tarafina bagli demek olur, cebrail mikail ve israfil aranir yani, azrail ve zara lardar azrail soyundan, zara veya zarail, yani öyle olunca kimler hangi soydan ise, onlar o soya silsilei melea sinada veya ülasindaa fatiha kulhu ismarlar. bizim zikirimzdeki mikailde ondan, bize en yakin komşu melek mikail var, ondan biz zikirimizde en sonda mikaile okuruz, ve sizlrde bize tabi olunca, önce bizim okudugumuza okuycaksinizki, bizim adimimizi takib edebilesiniz, ve bizim türkiyedede cebrail ve mikail isimliler vardir bazi yerlerde, işde en yakin mikail ve cebrail komşusu olanlar, ve bu en uzaga kadar aranir, nerede varsa o isim, ordan o kola bagli demek olur, onlar yine o soydan olanlar demek. yani meleklerde ürermiş, ve anonakilerden bahsedilirken yari tanri olanar deniyor, işde meleklerin ilk birleştikleri, meryem gibi isa gibi yari tarni gibi olanlar, o yüzden isa yi rab edinirler hiriistiyanlar , amma sebebini bilmezlerdi, biz şimdi anlatmiş oluyoruz yani, yani melek soyu, kutsal ruh cebrail soyundan, yine amine annemize bir melek ve kutsal ruh geldi, sana bir oglan verildi dedi, senin oglun gibi kadri yok cihanda denildi, yani onada yine bir ruh koyan var, ve oda yine bir melek soyundan üretilen özel sistem yani ,yari tanri gibi anonakilerinki gibi, yani yari tanirdan kasit yari melek yari insan yani.
----------------
Bir adamin sictigi poha varinca araştirilirsa, melek gibi olan adamin bile, elbet bir hatasi bulunur, ve ben niye sen gibi şu gibi bu gibi olmak zorunda olayim, Ben ve BENLIK, ve benim zatim demek, benim hoşuma giden şeylerin toplandigi beden demek. cünkü ben karpuz seviyorsam, benim evde, her yaz karpuz yenir degilmi, dometes seviorsam dometes, altin seviyorsam altin, o zaman yine para ise para, yani kadin ise kadin, öyle olunca, ben benim zaaflarimdan meydana geldim demekdir. ve mesala dometiside seviyonda, amma en cok kirazi seviyon gibi, birde zaafmiz vardir. hani camizin camuru görünce yatmasi gibi yani, işde kiraz seven onu görünce dayanamaz yine kadin seven, kari kiz seven, güzel bir kadin görünce, hemen onunla yativermek, sevişmek ister degilmi? para seven, para görünce, para gelcek yere dayanamaz degilmi? ve bizler zaaflarimizla dikenelerimizle var olanlariz, öyleyse hatasiz kul arama, ve gül seviyorsan dikeninide sev, dikenine razi gelmeyen gül yetiştirip de gül koklayamaz, ve incitme, gülü koparipda dikeninide aglatma, yahut dikenini yolupda gülü aglatma, incitme, ona zarar verme.
şefaat meselesi
Enes radıyallahu anh dan
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellemden, kıyamet gününde bana şefaat etmesini rica ettim.
"Yaparım inşaallah!" buyurdu.
"Peki seni nerede arayayım?"
"Beni ilk arayacağın yer Sırattır."
"Seni orada bulamazsam?"
"Beni Mizanın yanında ara!"
"Seni Mizanın yanında da bulamazsam?"
"Beni Havzın yanında ara! Bu üç yerden şaşmam" buyurdu.
( Hadis-i Şerif , Tirmizî. )
Temsili misal ile : ve sen seyri sülükunu tamam edip özüne erdin,ve peynir oldun mesela, ve bir bedene ve cennete dogru yol alacaksin, amma yolda nice dikenler engeller var degilmiß seni (Peyniri) aldilar geldiler sofraya koydular, ve sofradan birisi aldi bicagi kesecek seni dilim dilim, sana burada kim yardım edipde kesme onu diyecek, ve sen da hi bagir, istedigin kadar, avazin cikdigi kadar bagir, duyarmi seni, o acikmiş olan sofrave kahvalti sahipleri, seni keser gecer, o yetmez, dilimi birde böler, sonra alir eline, agzina götürür diş denen carklarin arasinda, seni ligme ligme eder, kim kurtaracak burda seni onun elinden degilmi? ve bu o nun seni ligme ligme etmesi, sana rahmet, cünkü sen az sonra muradina ercen, cennete gircen, amma daha zor işin, cehennemin türlü türlü işkencelerini tadacan, ve en sonunda vücutta eger kayde deger bir lokma görülürsen, erkekse seni o yiyen, belki dahada erip, onun huseyesinde toplancak olan meninin, insan tohumunun parcasi olacan, sonra ise, ve eger tuvalete gitmezsen, poh yoluna ölüp gitmezsen, ve yarişi kazanabilirsen, ve o insan evli veya, bir kadini var ise, ve cocuk yapacak ise, sende gayret edip, bütün meni parcalari kuvvetlice yumurtaya varip, kapiyi calabilirsen, ve yumurtada sana, seni taniyip kapiyi acarsa, ve o nda bir cocuk olma şerefine erersen, işde cennete erdin, amma nice cile işkence dolu cehennemin türlü türlü belalarini tada tada varacan, ve burda işde şefaat, sana yol gösteren demekdir, ve yol gösteren harita muhammed haritasi, ve muhammede inen şerita ve helal haram, yasak ve serbest, olanlara dikkat etmen ile, senin bedeni aslindeki yolculugun, bir yildiz olarak dogmana kadar gidecekdir, işde yildiz olabilmek için insani kamil yani "NEFSi iSPAT" nefisini ispat etmiş demek, insan olacak bütün bilgileri ögrenmiş ve bilmiş, ve onu ögrenip, kaş olacak, kulak olacak, göz olacak olanlarla bir araya gelip, insan tohumu meniden yola cikip, hatta bir inegin yedigi ot iken, ordan yola cikip taaaa insan tohumu olup, sonrada anneden cocuk olarak dünyaya gelmeye kdar gecen serüvene "seyri sülük" denilir, ve bu serüvdende senin , meninin icindeki o insan olmak için, yarişi kazancak olan tohuma yol gösteren, işde muhammedin şeriatina uyman ile olan olcakdir. ve bunlar senin en son arşa kadar cikman gerektigini yani, mirac etmen gerektigini belli eder, ve arş ise, en tepe nokta demekdir, ve orda insanin başi olcak olan hücreler demekdir, en kamil olan hücre, dogacak bebegin beynini oluşturcak olan AKIL hücrelerini temsil eder, ondan sonraki kemal dereceleri raziye marziye makmalari, işde el kol ayak böbrek dlak gibi diger hücreler yani.
İmam Ahmed, Abdullah b. Amr b. As (r.a)'ın şöyle dediğini bildirdi: “Peygamber (s.a.v.) bir gün sanki bize veda edecekmiş gibi konuşma yaptı, üç defa şöyle dedi: “Ben Ummî Peygamber Muhammed'im” sonra şöyle dedi: “Benden sonra Peygamber yoktur, bana sözün en güzeli en özü ve en hikmetlisi verildi. Bana Cehennem bekçilerinin ve arşı taşıyanların sayısı bildirildi.”
---------------
“Yahudiler, “Peygamberiniz Cehennem ehlinin sayısını biliyor mu?” dediler”
“Onlar ne cevap verdiler?”
“Bilmiyoruz ancak Peygamberimize sormamız gerekir” dediler.
Peygamberimize soruyu sordular ve Rasûlullah :
bir seferinde on, ikinci seferde ise dokuz parmağını kaldırdı.“Şöyle şöyledir dedi”
أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
سَنَدْعُ الزَّبَانِيَةَ
Se ned’uz zebâniyeh
Biz de yakında zebanileri çağıracağız.
ALAK Suresi 18. ayet
أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
خُذُوهُ فَاعْتِلُوهُ إِلَى سَوَاء الْجَحِيمِ ثُمَّ صُبُّوا فَوْقَ رَأْسِهِ مِنْ عَذَابِ الْحَمِيمِ
Huzûhu fa’tilûhu ilâ sevâil cahîm. Summe subbû fevka ra’sihî min azâbil hamîm.
Meali :
Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmenirrahim
Onu tutun da cehennemin orta yerine sürükleyin. Sonra başının üstüne azap olarak kaynar su dökün. (mesela yumurta patetes haşlamasi yapmak gibi)
DUHAN Suresi 47. 48. ayet
أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ
Summun bukmun umyun fe hum lâ yerciûn
Onlar(Zebaniler) sağırdi, dilsizdir ve kördürler. Artık onlar görevlerinden de geri dönmezler.
BAKARA Suresi 18. ayet
Peyniri kesmek için gelen bicak gibi, o peynirin sesini ve bagirişmasini duymaz ve dinlemez, efendisi : peyniri kesmesi için, onu göreve cagirinca, artik o görevindenden dönmez, peyniiri keser. yine bugdayi degmene dökünce, degmenci ve degmen taşi, bugdayin sesini duymaz, onu degmenin ezip un etmesine engel olacak yokdur, yine degmen taşida görevinden dönmez ,onu un gibi ezip ufalar, vicciragini cikarir.
Rabbim, mehdi askerine, zikirimiz ile bütün cakralarini acip, taa arşa, yani insan bedenindeke kafadaki "nefs-insan" olma cakrasini caliştircak kadar gayret versin, ve ordanda nefsini bilip bir anneden dogabilcek saafiyet ve uhrevi boyuta kadar ermek nasip etsin, ve insani kamil, yani tam takim, yani gözü kulagi ayagi eksiksiz bir cocuk olarak saglikli bir bebe olarak dogmak yolculugunda nefsini kemale erdirmeyi nasip etsin.
--oOo---
وَآخِرُ دَعْوَاهُمْ أَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Ve âhıru da'vâhum enil hamdulillâhi rabbil âlemîne,
Amiyn.
Elfatiha maassalavat.
سُبْحاَنَكَ اللَّهُمَّ وَبِحَمْدِكَ، أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلهَ إِلاَّ أَنْتَ، أَسْتَغْفِرُكَ وَأَتُوبُ إِلَيْكَ
Sübhâneke Allahümme ve bihamdik, eşhedü en lâ ilâhe illâ ent, estağfirullahe ve
etûbu ileyk.
--OoO--
Kar©glan
Başağaçlı Raşit Tunca
Schrems, 30 Nisan 2017 Pazar
Original Kar © glan
HADİSLERDE ALLAH - ALLAH’IN ZATINI ( KENDİSİNİ) ANLATAN HADİSLER :
ALLAH, GÖZLE GÖRÜLEBİLİR Mİ?
Hz. Ebu Zerr anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam)’a : “Sen Yüce Rabbi’ni hiç gördün mü?’ diye sordum. Rasulullah :
‘Nurdur, ben O’nu nasıl görürüm? buyurdu.” ( Müslim, İman, 291)
ALLAH’IN FİİLLERİNİ ( EYLEMLERİNİ) ANLATAN HADİSLER :
ALLAH DOSTUNA DÜŞMANLIK EDENE ALLAH NE EDER?
Hz. Ebu Hüreyre anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam) buyurdu ki : “Yüce ALLAH şöyle buyurdu : ‘Kim Benim Veli ( ALLAH Dostu) kuluma düşmanlık ederse Ben de ona savaş
ilan ederim.” ( Buhari, Rikak, 38 )
ALLAH’IN KULUNDA GÖRMEKTEN EN ÇOK HOŞNUT OLDUKLARI VE ONLARIN MÜKAFATI
Hz. Ebu Hüreyre anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam) buyurdu ki : “Yüce ALLAH şöyle buyurdu : ‘Kulumu Bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz
kıldığım şeyleri yerine getirmesidir. Kulum Bana nafile ( farzların dışında kalan) ibadetlerle yaklaşmaya devam eder ve sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık Ben onun
duyduğu kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, Benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum.” ( Buhari,
Rikak, 38 )
ÖLÜM VE ALLAH’IN MÜ’MİN KULUNA KARŞI DUYARLILIĞI
Hz. Ebu Hüreyre anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam) buyurdu ki : “Yüce ALLAH şöyle buyurdu : ‘Ben yapacağım bir şeyde Mü’min kulumun ruhunu almadaki tereddüdüm kadar
hiç tereddüde düşmedim. O ölümü sevmez, Ben de onun sevmediği şeyi sevmem.” ( Buhari, Rikak, 38 )
AÇIKLAMA : ALLAH’ın “tereddüde düşmesi” insanlardan tamamen farklıdır. Burada mecazi anlam kastedilmektedir. Amaç, konunun herkes tarafından ve kolaylıkla anlaşılmasını
sağlamaktır. Bunun benzeri Kur’an’da da çok sayıda ifade ve anlatım bulunur ki bu durumu İslam alimleri “tenezzülat-ı ilahiye” yani ALLAH’ın, kullarının iyiliği için bir şeyi
Kendine yakışan biçimiyle değil de kullarının anlayabileceği şekilde anlatması olarak isimlendirmişlerdir.
ALLAH’IN MÜKAFATINI GARANTİ ETTİĞİ ÜÇ KULLUK
Hz. Ebu Ümame anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam) buyurdu ki : “Üç şey vardır, ALLAH her birine garanti vermiştir. ALLAH yolunda cihad etmek üzere yola çıkan kimse… Bu,
öldüğü takdirde Cennet’e koyma konusunda, ölmeyip te döndüğü takdirde ganimet ve sevapla gelme konusunda garantilidir. Mescide giden ( gitmeyi alışkanlık haline getiren)
kimseye, öldüğü zaman Cennet’e koyma konusunda ALLAH garanti vermiştir. Kişi, ( fitne, yani Mü’minler arasında hangisinin haklı olduğu kesin bir biçimde bilinemeyecek bir
çatışma çıktığı zamanda) evine çekildiği takdirde ALLAH ona da garanti vermiştir.” ( Ebu Davud, Cihad, 10)
NAMAZ KILAN ORUÇ TUTAN BİR MÜ’MİNİ BİLE CEHENNEMLİK YAPABİLECEK BEŞ SEBEP
Hz. El-Haris el-Eş’ari anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam) buyurdu ki : “Ben size beş şeyi emrediyorum : ALLAH onları bana emretti : Dinlemek, itaat etmek, cihad,
hicret ve cemaat ( Müslümanların genelinden ayrılmamak). Çünkü kim cemaatten bir karışçık ayrılmışsa boynundaki İslam bağını çıkarıp atmıştır, pişman olup geri dönen hariç… Kim
de cahiliye davasını ( İslam dışında başka kimlik unsurları, değer, kavram ve ölçülerin mücadelesini yapmak… Irkçılık, İslam dışı bir ideolojinin taraftarlığı gibi…) o Cehennem
molozlarından biridir!’
Bir sahabi : ‘Ey ALLAH’ın Rasulü! O kimse namazını kılan, orucunu tutan biri olsa bile mi?’ diye sordu. Rasulullah : ‘Evet’ Namaz kılsa, oruç tutsa da…’ buyurdu.” ( Tirmizi,
Emsal, 3)
RAHMET VE LÜTUF KONUSUNDA ALLAH’IN KARŞILIĞI HER ZAMAN KULUN YAPTIĞINDAN DAHA FAZLADIR
Hz. Ebu Hüreyre anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam) buyurdu ki : “Yüce ALLAH diyor ki : ‘Ben, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim. O Beni andıkça, Ben onunla beraberim. O
Beni içinden anarsa, Ben de onu içimden anarım. O Beni bir topluluk içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım. Eğer o Bana bir karış yaklaşacak olursa,
Ben ona bir zira yaklaşırım. Eğer o Bana bir zira yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak giderim. Kim bana şirk koşmamak şartıyla
yer dolusu günahla gelirse, Ben de onu bir o kadar bağışlamayla karşılarım.” ( Buhari, Tevhid, 15)
ALLAH HAYRA EN AZ ON KAT GÜNAHA İSE SADECE BİRE BİR KARŞILIK VERİR
Hz. Ebu Zerr anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam) buyurdu ki : “Yüce ALLAH demiştir ki : ‘Kim bir hayır işlerse ona sevabının on katı verilir veya arttırırım da… Kim bir
günah işlerse bunun cezası kendi kadardır veya affederim.” ( Müslim, Zikr, 22)
ALLAH’IN KULU HİMAYESİNE ALMASINA VE CENNETE KOYMASINA SEBEP OLAN ÜÇ ÖZELLİK
Hz. Cabir anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam) buyurdu ki : “Üç şey vardır ki bunlar kimde bulunursa, ALLAH onun üzerine himayesini açar ve onu Cennete koyar : Zayıflara
yumuşak davranmak, anne-babaya şefkat göstermek, kölelere ihsanda bulunmak.” ( Tirmizi, Kıyamet, 49)
AÇIKLAMA : Bu hadiste sayılan davranış özelliklerinin arada bir yapılan cinsten olmayıp süreklilik kazanmış ve o insanda bir kişilik özelliği haline dönüşmüş olması gerekir.
Ayrıca günümüzde köleler yerine kişinin emri altında çalışan işçi ve ücretliler anlaşılmalıdır.
KENDİLERİNE yardım EDİLMESİ ALLAH’IN ÜZERİNE BİR HAK OLAN ÜÇ KİŞİ
Hz. Ebu Hüreyre anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam) buyurdu ki : “Üç kimse vardır ki bunlara yardım ALLAH üzerine bir haktır : ALLAH yolunda cihad eden, borcunu ödeyip
veennehu1hürriyetini elde etmek isteyen ( köle), iffetini korumak niyetiyle evlenmek isteyen.” ( Tirmizi, Fezailu’l-Cihad, 20)
ALLAH’IN SEVDİĞİ VE SEVMEDİĞİ ÜÇ KİŞİ
Hz. Ebu Zerr anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam) buyurdu ki : “Üç kişi vardır ALLAH onları sever; üç kişi de vardır ALLAH onlara buğz eder. ALLAH’ın sevdiği üç kişiye
gelince : ( Birincisi) Bir adam bir topluluğa gelir, onlardan ALLAH adına bir şeyler ister ( ama bunu) kendisiyle onlar arasındaki bir akrabalık ya da yakınlık nedeniyle
istemez. Onun başvurduğu kimseler, istediğini vermezler. İçlerinden biri ise o topluluğun arkasına kayıp isteyen kimseye gizlice ihsanda bulunur. ( Öyle gizli verir ki) onun
verdiğini sadece ALLAH ile ihsanda bulunduğu adam bilir.
( İkincisi) Bir topluluk yoldadır. Gece boyu da yürürler. Derken uyku her şeyden değerli bir hal alır. Konaklarlar. Bir adam kalkıp Bana karşı tevazu ile yakarışta bulunur,
ayetlerimi okur.
( Üçüncüsü) Bir askeri birliğe katılmıştır. Birlik düşmanla karşılaşır ve hezimete uğrar. Ancak o ilerler ve öldürülünceye veya başarıncaya kadar savaşmaya devam eder.
ALLAH’ın buğz ettiği üç kişiye gelince, bunlar : Zina eden ihtiyar, kibirli fakir ve zalim zengindir.” ( Tirmizi, Cennet, 25)
AÇIKLAMA : Buğz edilen kişilerin ortak özellikleri, adeta kendilerini zorlayarak fıtratlarının gereğinin zıddını yapmalarıdır. Çünkü ihtiyarlık fıtratı zinadan, fakirlik
fıtratı kibirden, zenginlik fıtratı ise zulümden uzak durmayı gerektirir.
MAHŞER MEYDANINDA ALLAH’IN KENDİ GÖLGESİNE ALACAĞI YEDİ İNSAN TİPİ
Hz. Ebu Hüreyre anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam) buyurdu ki : “Yedi kişi vardır ki ALLAH onları hiçbir gölgenin olmadığı Kıyamet Günü’nde Kendi gölgesinde gölgeler :
( Bunlar) Adalet sahibi yönetici; ALLAH’a ibadet içinde yetişen genç; mescidden ayrıldıktan sonra tekrar dönünceye kadar kalbi mescide bağlı olan kimse; birbirlerini ALLAH için
seven, ALLAH rızası için bir araya gelip, ALLAH rızası için ayrılan iki kişi; güzel ve toplum içerisinde statü sahibi bir kadın tarafından davet edildiği halde ‘Ben ALLAH’tan
korkarım’ deyip bu daveti reddeden kimse; ALLAH’ı tek başına zikrederken gözlerinden yaş akıtan kimse.” ( Buhari, Ezan, 36)
ALLAH’IN SALİH KULLARINA VERDİĞİ DEĞER
Hz. Ebu Hüreyre anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam) buyurdu ki : “Kıyamet Günü Aziz ve Celil olan ALLAH şöyle buyuracak : ‘Ey Ademoğlu! Ben hasta oldum sen Beni ziyaret
etmedin!’
Kul diyecek : ‘Ey Rabbim! Sen Alemlerin Rabbi iken ben Seni nasıl ziyaret edebilirim?!’
Yüce Rabb diyecek : ‘Bilmedin mi falan kulum hastalandı, fakat sen onu ziyaret etmedin, bilmiyor musun? Eğer onu ziyaret etseydin, yanında Beni bulacaktın!’
Yüce Rabb diyecek : ‘Ey Ademoğlu! Ben senden yiyecek istedim ama sen Beni doyurmadın!?’
Kul diyecek : ‘Ey Rabbim! Ben Seni nasıl doyururum. Sen ki Alemlerin Rabbisin!’
Yüce Rabb diyecek : ‘Benim falan kulum senden yiyecek istedi. Sen onu doyurmadın. Bilmez misin ki, eğer sen ona yiyecek verseydin Ben onu yanımda bulacaktım.’
Yüce Rabb diyecek : ‘Ben senden su istedim, Bana su vermedin?!’
Kul diyecek : ‘Ey Rabbim! Ben Sana nasıl su içirebilirim? Sen ki Alemlerin Rabbisin!’
Yüce Rabb diyecek : ‘Falan kulum senden su istedi. Sen ona su vermedin. Bilmiyor musun, eğer ona su verseydin, bunu Benim yanımda bulacaktın!?” ( Müslim, Birr, 43)
DÜNYA ALLAH KATINDA DEĞERSİZDİR
Hz. Sehl bin Sa’d anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam) buyurdu ki : “Eğer dünya ALLAH katında sivrisineğin kanadı kadar bir değer taşısaydı tek bir kafire ondan bir yudum
su içirmezdi.” ( Tirmizi, Zühd, 13)
ALLAH SEVDİĞİ KULUNU DÜNYADAN UZAK TUTAR
Hz. Katade bin Nu’man anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam) buyurdu ki : “ALLAH bir kulu sevdi mi onu dünyadan korur. Tıpkı sizden birinin hastasına suyu yasaklaması
gibi.” ( Tirmizi, Tıbb, 1)
AÇIKLAMA : Bu, mutlaka o kulun yoksul biri haline getirileceğini göstermez. Varlıklı da olsa, dünyaya ait maddi ve geçici değerler o kişinin gözünde önemli sayılmaz. Hayatını
onların üzerine kurmaz. Suyun yasaklanmasına gelince, o dönemde Araplar suyun hastalara zararlı olduğuna inanıyorlardı.
ALLAH HANGİ MALA NASIL MUAMELE EDER
Hz. Ebu Hüreyre anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam) buyurdu ki : “Kim ödemek arzusu ile insanların parasını alır ise ALLAH ( onun borcunu) öder. Kim de batırmak
niyetiyle insanların parasını alır ise ALLAH onu helak eder.” ( Buhari, İstikraz, 2)
ALLAH VE ZULME UĞRAYANIN DUASI
Hz. Ebu Hüreyre anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam) buyurdu ki : “ALLAH, ( zulme uğrayanın) duasını bulutların üzerine çıkarır ve onlara sema kapıları açılır ve Yüce
ALLAH :
‘İzzetime yemin olsun! Vakti uzasa da duanı mutlaka kabul edeceğim!’ buyurur.” ( Tirmizi, Cennet, 2)
ALLAH’IN RAHMETi VE CENNET’E EN SON GİRENİN HALİ
Hz. Muğire bin Şu’be anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam) buyurdu ki : “Hz. Musa ( ALLAH’ın Selamı Üzerine) Rabbine sordu :
‘Derece itibariyle Cennet halkının en düşüğü nasıldır?’ Yüce Rabb buyurdu :
‘O, bütün Cennet halkı Cennet’e girdikten sonra gelecek biridir ki kendisine : ‘Cennet’e gir!’ denilir. O kişi :
‘Ey Rabbim nasıl gireyim? Herkes yerlerine yerleşti, bütün Cennet tutuldu!’ der. Ona şu cevap verilir :
‘Sana dünya hükümdarlarından birinin mülkü kadar mülk verilmesine razı mısın?’ O :
‘Rabbim razıyım!’ der. Yüce Rabb :
‘Bu sana verilmiştir. Ve onun da bir katı ve onun da bir katı ve onun da bir katı ve onun da bir katı…’ O kişi beşinci de :
‘Ey Rabbim razı oldum ( yeter)!’ der. Yüce Rabb :
‘Bunlarla beraber daha on katı da sana verildi. Ayrıca gönlün her ne isterse, gözün neden zevk alırsa… Hepsi sana verilmiştir!’ buyurur. O kişi :
‘Rabbim razı oldum ( yeter)!’ der. ( Ve Hz. Musa tekrar sordu) :
‘Ya derecesi en üstün olan?’ ( ALLAH cevap verdi) :
‘İşte irade ettiklerim bunlardı. Onların keramet fidanlarını kendi elimle diktim ve üzerlerine mühür vurdum. Onlara hazırladığımı, ne bir göz görmüş ne bir kulak işitmiştir.
Hiçbir insanın kalbine de o şeylerle ilgili bir bilgi gelmemiştir.” ( Müslim, İman, 312)
kelimeitevhidHz. Abdullah bin Mes’ud anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam) buyurdu ki : “Cennet’e en son giren kimse bazen yürür, bazen ağlar. Ateş de arada sırada onu
yalar geçer. Cehennem’i tamamen geçince dönüp ona bir bakar ve :
‘Beni senden kurtaran ALLAH münezzehtir! Yüce ALLAH bana hiç kimseye vermediği şeyi verdi’ der. Derken ona bir ağaç gösterilir. O :
‘Ya Rabbi’ der, ‘beni şu ağaca yaklaştır da altında gölgeleneyim, suyundan içeyim!’ Yüce ALLAH :
‘Ey Ademoğlu! Dilediğini versem Benden başka bir şey istemezsin değil mi?’ der. O kişi :
‘Ey Rabbim! Bundan başka bir şey istemeyeceğim!’ der ve başka bir şey istemeyeceğine söz verir. Rabbi de onun özrünü kabul eder. çünkü o sabredemeyeceği şeyi görmüştür. Onu
ağaca yaklaştırır. Kişi, ağacın gölgesinde gölgelenir, suyundan içer. Sonra ona öncekinden de daha güzel bir ağaç gösterilir. Dayanamayıp :
‘Ey Rabbim! Beni şuna yaklaştır, gölgesinde gölgeleneyim, suyundan içeyim, artık Senden başka bir şey istemeyeceğim!’ der. Yüce ALLAH :
‘Ey Ademoğlu! Bana öncekinden başkasını istememeye söz vermemiş miydin? Ben seni ona yaklaştıracak olsam başka şeyler de isteyeceksin!’ der. O kişi artık başka bir şey
istemeyeceğine dair söz verir. Rabbi de onun özrünü kabul eder. Çünkü o, sabredemeyeceği şeyi görmüştür. ALLAH kişiyi o ağaca da yaklaştırır. Ve kişi onun gölgesinde de
gölgelenir, suyundan içer.
Sonra ona Cennet’in kapısının yanında bir ağaç yükseltilir. Bu ağaç, diğer ikisinden daha güzeldir. O kişi yine :
‘Ey Rabbim! Beni şuna yaklaştır da gölgesinde gölgeleneyim, suyundan içeyim, Senden başka bir şey istemiyorum!’ der. Yüce Rabb :
‘Ey Ademoğlu! Sen öncekinden başka bir şey istemeyeceğine de Bana söz vermemiş miydin?’ der. O kişi :
‘Evet Rabbim! Senden başka bir şey istemeyeceğim’ der. Rabbi onun özrünü kabul eder. çünkü o sabredemeyeceği bir şey görmüştür. Onu bu ağaca da yaklaştırır. Kişi o ağaca
yaklaştırılınca Cennet halkının seslerini duyar. ( Dayanamayıp) :
‘Ey Rabbim! Beni Cennet’e sok!’ der. Yüce Rabb :
‘Ey Ademoğlu’ Beni senden kurtaracak şey nedir! Sana dünya kadarını ve beraberinde bir o kadarını daha versem razı olur musun!’ der. O kişi :
‘Ey Rabbim! Benimle alay mı ediyorsun? Sen ki Alemlerin Rabbi’sin!’ der.
( Hadisi rivayet eden) Abdullah bin Mes’ud, bu noktada güldü ve :
‘Niye güldüğümü sormuyor musunuz?’ dedi. İnsanlar :
‘Niye güldün söyle?’ dediler. O :
‘Rasulullah da ( Ona Binler Selam) böyle gülmüştü. ‘Niye güldünüz?’ diye sorulduğunda da’ :
‘Alemlerin Rabbi’nin, o kişi : ‘Sen ki Alemlerin Rabbi’sin, benimle alay mı ediyorsun?’ deyince gülmesine gülüyorum!’ dedi. Yüce ALLAH :
‘Ben, seninle alay etmiyorum. Fakat Ben, Şanı Yüce Olan’ım. Dilediğimi yapmaya gücü yetenim.’ buyurdu.” ( Müslim, İman, 310)
ALLAH’IN EN ÇOK BUĞZ ETTİĞİ ERKEK?
Hz. Aişe anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam) buyurdu ki : “ALLAH’ın en çok buğz ettiği erkek, şiddetli düşmanlık eden hasımdır.” ( Buhari, Ahkam, 34)
ALLAH’IN RAHMETİ VE CEHENNEM
Hz. Enes anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam) buyurdu ki : “Yüce ALLAH şöyle seslenir : ‘Beni bir gün zikreden ya da herhangi bir yerde Benden korkan kimseyi ateşten
çıkarın!” ( Tirmizi, Cehennem, 9)
AÇIKLAMA : Bu durum, dünyadan imanla ayrılmış ve Cehennem’e de Mü’min olarak gitmiş kimse için söz konusudur.
ALLAH’IN EN CÖMERT OLDUĞU ZAMAN
Hz. Muaz bin Cebel anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam) buyurdu ki : “Akşamdan ( abdestli olarak) temizlik üzere zikrederek uyuyan ve geceleyin de uyanıp ALLAH’tan dünya
ve ahiret için hayır isteyen hiç kimse yoktur ki ALLAH dilediğini vermesin.” ( Ebu Davud, Edeb, 105)
Hz. Ebu Hüreyre anlatıyor; Rasulullah ( Ona Binler Selam) buyurdu ki : “Rabbimiz her gece, gecenin son üçte biri girince ( rahmetiyle) dünya semasına iner ve : ‘Kim Bana dua
ediyorsa, ona cevap vereyim. Kim Benden bir şey istiyorsa onu vereyim. Kim Benden bağışlanma diliyorsa onu bağışlayayım’ der.” ( Buhari, Tevhid, 35)
MÂRİFETULLAH
Allah'ı bilme, tanıma, O'nu bütün sıfatlarıyla öğrenme, hakkında bilgi sahibi olma.
Mârifetullah, iki kelimeden meydana gelen bir tamlamadır. Bunlar "marifet" ve "Allah" kelimeleridir. Marifet; lügatta, herkesin yapamadığı ustalık, ustalıkta yapılmış olan şey,
bilme, biliş, vasıta, hoşa gitmeyen şey, tuhaflık manalarına gelmektedir. Bununla birlikte, marifet, Allah'ı O'nun isimlerini ve sıfatlarını, kudret ve iradesinin geçerliğini
bilmek; alçak gönüllü olmak manasını ifade ettiği gibi bilginler arasında ilim manasına da gelmektedir, ki onlara göre, her itim bir marifettir, her marifette bir ilimdir.
Allah'ı âlim ( bilen) herkes ariftir, her arif de âlimdir ( Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyri Risâlesi, s. 427).
Genel olarak bu manalara gelmekte olan "marifet", Allah lâfzı ile bir tamlama oluşturduğunda, yani "mârifetullah" denildiğinde ise "Allah'ın vücûd ve vahdaniyetinin bilinmesi"
manasına gelmektedir.
Mârifetullah, aslında, kişinin Allah'ı hakkıyla tanıması, bilmesi ve buna göre O'na bağlanması anlamında kullanılmaktadır. Zira, kişi, Allah'ı hakkıyla tanırsa, O'nun emir ve
yasaklarına bağlanır. Mârifetullah bilgisinde şu üç nokta yer almaktadır.
1. İzzet ve Celâl sahibi olan Allah'ı ve O'nun birliğini bilmek, ululuğu ulu olan ve her türlü noksan sıfatlardan münezzeh bulunan zatından teşbihi red etmek ve uzaklaştırmak;
2. Allah'ın sıfatlarını ve bu sıfatların hükümlerini bilmek,
3. Allah'ın fiillerini ve bu fiillerin hikmetlerini kavramak ( Hucvirî, Keşful-Mahcûb, İstanbul 1982, s. 92).
Cüneydî Bağdâdîye marifet ile ilgili bir soru sorulduğunda şöyle cevap verir : "Marifetten ve bunu elde etmenin sebeplerinden sordu. Marifet, gerek havasdan, gerek avamdan
olsun bir tek marifettir. Çünkü onunla bilinen şey birdir. Fakat bunun başlangıcı ve yükseği vardır. Havas, yükseğindedir. Gerçi tam gayesine ve sonuna varamaz. Zira arifler
katında maruf un sonu yoktur. Düşüncenin yetişmediği, akılların kapsayamadığı, zihinlerin algılayamadığı, görmenin keyfiyetine eremediği zatı marifet nasıl kapsar? Yaratıkları
içinde O'nu en iyi bilenler, O'nun azametini idrakten, yahut zatını keşfetmekten aciz olduklarını en çok ikrar ederler. Çünkü benzeri olmayanı idrakten âciz olduklarını
bilirler. Zira O, kadimdir, mâsivası ile muhdestir. Zira O, kavîdir, kuvvetini bir kuvvet verenden almamıştır. Halbuki O'ndan gayrı her kavî, O'nun kuvvetiyle kavîdir. Zira O,
öğretmensiz âlimdir ve kendisinden başka bir kimseden bir fayda almamıştır. Her şeyi başkasından öğrenmekle değil, kendi ilmiyle bilir. O'ndan başka her âlimin ilmi O'ndan
gelir. Tesbih ve tenzih, bidayetsiz evvel olan, nihayetsiz baki olan kendinden başkasının bu vasfa hakkı olmadığı ve bu vasıfların kendinden başkasına yaraşmadığı Allah'a olsun"
Kur'ân-ı Kerim'de; "Allah'ı hakkıyla takdir edemediler" ( el-En'âm, 6/91) ayeti, mârifetullah bilgisine işaret ettiği rivayet edilmektedir. Nitekim Ebû Ubeyde'nin, ayeti
"Allah'ı hakkıyla tanıyamadılar, bilemediler" şeklinde açıkladığını görmekteyiz ( el-Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrût 1965, VII, 37).
Ömer DUMLU
MARİFET : “Tanıma”,“Bilme”
MARİFETULLAH : “İlâhî hakikatlara vukufiyet”, “Kalbî inkişaf”, “İlâhî sıfat ve isimlerin tecellilerine tefekkürde erişilen mertebe.
“Bütün ulûm-u hakikiyyenin esası ve nuru ve ruhu marifetullahdır.” ( Sözler)
Allah’a inanan insanın kalbi imanla nurlanmıştır. Bu, kör gözün açılmasından, işitmeyen kulağın duymaya başlamasından çok ileri bir inkişafla ruhun, Rabbine kavuşması, ona
inanması ve kendini onun mahlûku bilmesidir. Şimdi sıra, O’nu tanıma vadisinde mesafeler katetmeye gelmiştir.
Kur’an-ı Kerim, mü’mine daima marifet dersleri verir. Allah’ın adıyla başlar ve hemen Allah’ın Rahman ve Rahim olduğunu bildirir. Bu bir marifettir, yâni Allah’ı tanımaktır.
Rahman ve Rahim olarak.
“Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” emriyle Allah Resulüne ( a.s.m.) ve onun şahsında da bütün ümmetine marifet sahasında mesafeler katetme emri verilmiş. Biz bu emirdeki Rab
isminden dersimizi alarak, öncelikle kendimizde tecelli eden İlâhî terbiyeyi okuruz. Kanımızı, hücremizi okuruz; yüzümüzü gözümüzü okuruz; kalbimizi ruhumuzu okuruz... Hepsini
en güzel ve en faydalı biçimde terbiye eden Rabbimizin rahmetini, keremini okuruz.
Okudukça O’nun rububiyetine marifetimiz artar. O’nun rahmetine marifetimiz artar. İhsanını daha güzel, daha net, daha açık seyreder oluruz.
Âyetin devamına geçer, nutfeden yaratıldığımızı ibretle düşünürüz. Bizi her şeyimizle o küçücük şifrede yerleştiren ve onu açıp her organımızı yerli yerine koyan Rabbimizin
lütfuna, rahmetine hayran kalırız.
Geçeriz Fatiha sûresine.. Rabbimizi, “Rabb-ül-âlemin” olarak tanırız. O, bizim Rabbimiz olduğu gibi, bütün hayvanlar, bitkiler âleminin de Rabbi. Sema âleminin, arz âleminin de
Rabbi. Melek âleminin, cin âleminin de Rabbi. Arşın, kürsinin, cennet ve cehennemin de Rabbi. Bunları düşündükçe, O’nun marifetinde daha da terakki ederiz.
İnsan marifetullahda ileri gittikçe hem Rabbinin keremini, ihsanını, afvını ve ğufranını daha iyi anlar; hem de O’nun kudretini, azametini, celâl ve kibriyasını. Böylece o
mü’minin ruhunda muhabbetle mehafet, yâni Allah sevgisiyle Allah korkusu birlikte inkişaf eder. Rabbini ne kadar çok severse, korkusu da o nisbette artar.
İnsan bir zâtı sevdi mi, onun teveccühünü kaybetme endişesi ruhunu sarar. Sevgiyle korkunun bu sentezine “hürmet” diyoruz. Hürmette sevgi hâkimdir, ama korku da onun
yanıbaşından ayrılmaz.
Allah’a kullukta da muhabbetle mehafet beraber yürürler. Her ikisi de marifetin inkişafı nisbetinde ilerler, yükselirler.
Marifet, uçsuz bucaksız sema. Marifet, sonu gelmez yolculuk. Bir kul, bütün sıfatları sonsuz olan Allah’ın marifetinde ne kadar ileri giderse gitsin, önünde yine sonsuz bir
mesafe vardır.
Resulûllah Efendimiz ( a.s.m.), Mi’rac mûcizesinden önce de, mahlûkat içerisinde tahkikî imanın son hududundaydı. Mi’rac ile, marifet semasına uruc etti. Rabbinin mülkünü kat
kat gezdi. Cennetini, cehennemini gördü. Melekler âlemini bütün ihtişamı ile seyretti. O mukaddes ruhunu safha safha yücelten ve O’nu ulviyet mertebelerinde sür’atle yükselten
bu bereketli seyahat sonunda, pâk lisanından şu cümle dökülmüştü :
“Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben ( senin lütfunla eriştiğim bu marifet mertebesine rağmen yine de) seni hakkıyla tanımayamadım, bilemedim.”
Bu mânâyı ders veren bir Hadis-i Kudsi :
“Allah’ı hakkıyla ancak kendisi bilir.”
Resulûllah Efendimiz ( a.s.m.), “ben zaten semalara, cennete cehenneme ve onlarda vazife gören meleklere iman etmişim” demekle kalmayıp, Allah’ın emriyle o âlemleri gezdiği
gibi, biz de Onun bu sünnetine hiç olmazsa tefekkürle uymalı, o âlemlerde fikren gezmeli, İlâhî sıfatların onlardaki geniş tecellilerini hayretle düşünmeli ve ruhumuzun İlâhî
marifetle her an biraz daha terakki etmesine çalışmalıyız.
Allah’ın marifetinde ilerlemenin, yükselmenin yolu, bizim için düşünmekten, okumaktan geçer. Bilhassa iman hakikatlarına ait ulvî dersleri.
“Basiret nuruyla bakanlar, muhabbet ve ünsiyetin, Mahbubu devamlı olarak hatırlamakla kökleşeceğini, marifetin ise O’nun zâtını, sıfat ve fiillerini daima düşünmekle mümkün
olabileceğini bilmişlerdir.” “Marifet, fikrin devamı ile hâsıl olur.” ( İhya-yı Ulûm’dan)
Buna göre, “ben zaten iman ediyorum” diyerek tefekkürden uzak kalmak, insanı marifetullahda geri bırakır.
Etrafımızı çepeçevre kuşatan mahlûklardan, meselâ, bir yaprağa göz atalım. Biz o nazenin mahlûğu sadece rengiyle ve şekliyle tanırız. Onun hakkındaki marifetimiz, bilgimiz dar
bir çerçevededir. Ama, biyoloji eğitimi görmüş, bitki fizyolojisi üzerinde ihtisas yapmış bir başkası, onun hakkında makaleler döker, kitaplar yazar.
Dağ dendi mi, aklımızda sadece birkaç kelime, yahut bir iki cümle canlanır. Onun hakkındaki bilgimiz, onu tanımamız bu kadar kısa, bu kadar yetersizdir. Bir maden mühendisinin
bu husustaki bilgisi, marifeti ise kitaplara sığmaz.
Yaprak ve dağ; kâinat kitabından ancak iki kelime. Ve insan bu muhteşem kitabın sadece bir yahut iki kelimesinde ihtisas sahibi olabiliyor.
Şimdi şöyle bir düşünelim : Kâinatın her yönüyle bilinmesi insan idrakini çok çok aşarsa, insanı hücre hücre, semayı yıldız yıldız, cenneti kat kat, cehennemi tabaka tabaka
yaratan Allah’ın o sonsuz sıfatları hakkında insanın marifeti ne kadar noksan kalacaktır! Zaten O’nun mukaddes zâtını hakkıyla bilmek, beşerin idrak sahası dışındadır.
Bir mü’min, ömrünün bütün dakikalarını marifetullahda her an terakki etmekle geçirse, sonunda söyleyeceği söz, “ben seni hakkıyla tanıyamadım” olacaktır.
Yine böyle bir ömrü, hep şükürle, hep ibadetle geçirse sonunda “ben sana hakkıyla şükredemedim, sana hakkıyla ibadet edemedim.” diyecektir.
Allah’ın cemali de sonsuz, celâli de kemali de... Her mü’min bunlara iman eder. Ama marifet hususunda, aralarında büyük farklılıklar var.
Bir tek misal :
Her mü’min Cenâb-ı Hakk’ın mekândan münezzeh ve her mekânda hazır olduğuna inanır. Bütün mekânları ve onlarda meydana gelen bütün hâdiseleri birlikte yaratan Zâtın, mekândan
münezzeh ve her mekânda hazır olduğuna akıl da şehadet eder. Ama bu imanın, bu şehadetin kalblerde, duygularda, hislerde icra ettiği tesir noktasında, mü’minler arasında çok
farklılıklar vardır. Bu hakikatı sadece sorulduğunda hatırlayan bir mü’min ile, bu imanını ruhunda hâkim kılan ve her an İlâhî murakabe altında bulunduğunun idraki içinde
sözlerini, fiillerini ve hallerini daima kontrol altında tutan bir diğer mü’minin bu noktadaki marifetleri birbirinden çok farklıdır.
İslâm’da tevhid esasdır. Her mü’min Allah’ın bir olduğunu bilir. O’nun eşi, benzeri, yardımcısı olmadığına iman eder. Bu, gerçek bir marifettir. Ama bu marifette de nice
dereceler var. “Vahdehu”nun şu tefsirine bu nazarla bakalım :
“Allah birdir. Başkasına müracaat edip yorulma. Onlara tezellül edip boyun eğme. Onların arkasına düşüp zahmet çekme. Onlardan korkup titreme. Çünkü Sultan-ı kâinat birdir,
herşeyin dizgini O’nun elinde, her şeyin hazinesi O’nun yanındadır.” ( Mektubat)
İşte bu ulvî makama ermede mü’minler arasında nice dereceler var.
İnsan, Allah’ın azametine marifet kazandıkça, ruhu huzur ve huşû ile dolar.
Onun irade sıfatına olan marifeti terakki edince, âkıbetinden daima endişe eder. Zira, O’nun iradesine mâni olacak bir başka irade bulunmadığına yakînen inanmıştır.
O’nun kibriyasını düşündükçe, nefsinin zillet ve hakaretini daha iyi anlar; ona büyüklenme fırsatı vermez.
Herbiri sonsuz kemalde bulunan bütün İlâhî sıfatlar ve isimleri de bunlara kıyas ettiğimizde Allah’ın marifetinde terakki etmenin sonu olmadığını daha iyi anlar, bu vadide
insanlar arasında bir bakıma sonsuz farklılık bulunduğunu daha iyi idrak ederiz.
İnsanın yaratılış gayesinin ibadet olduğunu beyan eden İlâhî fermandaki bu ibadet kelimesini, büyük âlimlerimiz marifet olarak tefsir etmişler. İnsanın yaratılış gayesi Allah’ı
tanımak ve bu vadide daima ilerlemektir, demişler. Bu mânâ gerçekten de ruhumuzu tam tatmin ediyor.
Bilindiği gibi cennette, namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetler yok. Ama, marifette terakki, orada, çok daha ileri seviyesiyle, yine hükmünü icra edecek. Burada, bir bardak suda
Allah’ın rahmetini okuyan, O’nu Rezzak olarak tanıyan bir mü’min, orada cennet ırmaklarından içecek, Rabbinin rezzakiyetini çok daha güzel anlayacak, daha geniş dairelerde
tefekkür edecek.
Burada semayı seyreden gözler, orada Arşı seyredecekler.
Ba’s hâdisesiyle insanlar yeniden yaratılırken, cennetin bütün lezzetlerinden faydalanabilecek ve cehennemin o hayallere sığmaz acılarını çekebilecek bir mahiyete kavuşacaklar.
İşte, mü’min, bu yeni yaratılışıyla, cennette dünyadakinden çok daha fazla lezzet alacak; tefekkürü, hayreti, şükrü ve marifeti de o nisbette artacaktır.
Bu dünyadaki nimetler, cennettekilerin yanında gölge gibi. O halde, oradaki marifet de bu dünyadakinden o derece ileri olmalı.
-------------
İnsanın Allah'ı Tanıması
Geçmiş peygamberlerin kitaplarında, insan hitabeden şu söz meşhurdur :
Ey insan, Rabbini tanımak için kendini tanı “insanın kendisi bir aynadır, ona bakan hakkı görür. Birçok insanlar kendilerine bakar fakat hakkı göremezler. O halde kendini
bilmek, Allahü Tealayı bilmeye hangi yolla vesile olduğunu bilmek lazımdır. İnsan önce kendini bilince anlar ki; bundan önce nice yıllar geçmiştir, kendisinin namı nişanı yok
idi. Şimdi ise akıllara durgunluk veren haller onda meydana geldi. Ama bütün bu azaları kendisi mi, yoksa başkası mı meydana getirdi? İnsan zaruri olarak bilir ki, her azası
yerinde olduğu halde bir kıl ucu yaratmaktan acizdir. Demek ki, bir su damlası iken daha aciz ve noksan idi. Böylece kendini yaratanın kudretini görür ve bilir ki, her bakımdan
tam bir kudret vardır. İstediğini istediği gibi yaratır. Bundan daha üstün hangi kudret olabilir ki, böyle hakir ve aşağı bir damla sudan, olgun, güzel, hikmetli ve şaşılacak
bir şahıs yaratıyor.
Kendinde olan akıl almaz bu inceliklere ve organların faidelerine ve her birinin ne hikmetle yaratıldığına, el, ayak, göz ve dil gibi zahiri organlarına bakınca, kendini
yaratanın ilmini bilip, her şeyi kuşatmakta olduğunu ve yine böyle bir alimin bilmediği hiç bir şeyi olmadığını anlar.
Çünkü bütün akıllıların aklı bir araya gelse, onlara uzun ömür verilse bu organlardan birini daha iyi yapmayı düşünseler, asla yapmazlar. Mesela, yenilen şeyleri kesmek için
keskin olan ön dişlerini kesmek için uçları düz olan azı dişlerini, değirmene öğütebileceği şeyleri atan dil küreğini, yemekleri hamur haline getirecek salgı kuvvetini, sonra
boğaza gidip orada kalmamasını, bütün akılları, bundan daha iyi bir şekilde yapamazlar.
İnsanın her parçasında bunun gibi hikmetler vardır. Bir kimse bu hikmetleri ne kadar çok bilse, Allah'ın ilminin azametine hayranlığı o kadar çok olur. İnsan kendi zatının
zuhurundan Allahü Teala’nın zatını görür. Etrafındaki şaşılacak hikmetler ve faydalarda, hakkın ilminin kemalini görür. İşte bunun için kendini tanımak Allahü Tealayı bilmenin
anahtarı olur.[98]
Allah'a Yöneliş
İçinde yaşadığımız bu alem boşuna yaratılmış değildir. Hayat ve ölümün hikmetlerini kavramak ve kendisini ona göre ayarlamak her insanın başlıca vazifesidir. Yaratılan her şey
onun yüzü suyu hürmetine vücuda gelmiş ve onun hizmetine tahsis edilmiştir. Bütün varlıklar gayesinin yolcusu olunca, insan için gayesiz yaşama düşünülebilir mi? Dünya
hayatının Allah'a giden ince yollarında gaflet ayaklarının kaba izleri ayıp ve günah değil midir?
O halde kainat karşısında yüceliği ile uygun yaşamak isteyen insana ilahi gaye yoluna girmek zaruri bir hayat şartı oluyor.
Hakikatte yüksek hayat, ancak iman ışığı altında, İslami neş’elerle takip olunabilir. Bunun içindir ki, ilk insan ve Peygamber Adem, ( a.s.) dan itibaren asırlar boyunca
insanlar din mükellefiyeti karşısında kalmış, imanlı ve faziletli yaşamaya davet olunmuşlardır. Din hilkatle başlayan bir ihtiyaç ve zarurettir. İnsan hayatının en kuvvetli
tezahürüdür.
Cehalet ve bozgunculuklarla kaybolan ilahı hakikatleri yenilemek, insanları daldıkları imansızlık ve ahlaksızlık karanlıklarından hak ve fazilet nuruna çıkarmak için zaman zaman
peygamberler gönderilmiş ve kitaplar indirilmiştir. Bu Allah’ımızın biz kullarına en büyük lutfu ihsanıdır. Nihayet beşeriyetin ebedi mürşidi, son peygamberimiz Hz. Muhammed (
s.a.s.) efendimiz geldi, bu suretle nübüyvet nuru sonsuzluğu gölgesine almış oldu, İslam dini ve Kur'an gelince başka dinlere ve kitaplara lüzum kalmamış, ruhani hakimiyet, hak
saltanatı Müslümanlığa nasip olmuş ve onda karar kılmıştır. Artık dindar yaşamak isteyenler için başka din aramağa ihtiyaç kalmadığı gibi, İslam dininden başka dinlere davet
propagandaları da lüzumsuz ve abes bir meşgale halini almıştır.
İslam dini, haiz olduğu ilahi nur sayesinde hayatı beşikten mezara, oradan da ahiret aleminin esrarengiz hakikatlarına kadar aydınlatmakta ve hakiki hayat yolcularına ruhani
rehberlik etmektedir. Müslümanlık, cihana hikmet gözüyle bakmayı emretmekte ve hayatın takip olunmasını istemektedir.
İnsan her zaman düşünmeli, kendi kendine Sorular sormalı ve kainata bakıp ibret almalıdır. Ben, yüz sene önce neredeydim. Yüz sene sonra nerede olacağım? Yaratılmam için
dilekçemi verdim? Ölümden rüşvetle kurtulabilir miyim? Ben kadir miyim, aciz miyim? Kadir olsam, mademki kadirim kuvvetliyim, yedeğe, içmeye, havaya neden ihtiyaç duyuyorum?
Niçin sıcakta yanıyor soğukta donuyorum? Niçin hastalanıyorum ve hemen doktora koşuyorum? Doktor her hastalığa çare bulabiliyor mu? Böbreğin aklı mı var, kandan idrarı nasıl
ayırıyor?
Gözümü, kulağımı yapan usta, Asya'da mı, Avrupa'da mı, Amerika'da mı, nerede, nasıl yaptı? Bugün insanlar aya çıkıyor niçin insanın tırnağını bile yapamıyorlar? Gökten yağan
yağmur aynı, yerden fışkıran su aynı, güneş aynı fakat yerden çıkan bitkiler, ağaçlar niçin başka başka? Renkler ayrı şekiller ayrı, kokular çeşit çeşit Ayı, güneşi, yıldızları
yaratan, dünyayı güneşin etrafında döndüren kim?
Mademki her şey tesadüfi, dünya niçin bir gezegene çarpıp duman olmuyor? Alemde bir nizam, intizam var, tesadüfi diye asla bir şey yoktur.
Sağır ateşe, kör toprağa, aciz suya, ruhsuz havaya tabiat deniyor. Birbirinden aciz olan bu maddeler hiç bir şey yaratabilir mi? Bir basit ilaç uzun yıllar okuyan kimyagerin
derin derin düşünerek ince hesabıyla, yaratılmış hazır maddelerden, üç gram birinden beş gram birinden alıp bir araya getirmekle meydana gelir. Öyleyse bu muazzam mahlukatı
kör, sağır, akılsız tabiat yaratabilir mi?
Hayır, beni bir yaratan var. Kainatı idare eden bir idareci var. Kuran- ı Kerim tam düşünceme uygun, bana doğru yolu gösteriyor ve beni tefekküre sevk ediyor. Hem dünya ve hem
de ahir et için saadet kaynağı, yaratıcının kelamı olduğu lafzıyle, manasıyle ve her yönüyle apaçık. İşte bu yüce kitabın sahibi olan Allah bir gün beni ahir ete davet edecek,
tekrar diriltecek ve bana verdiği nimetlerin hesabını teker teker soracak, öyle ise ben Cenab-ı hakkın yolundan nasıl çıkarım. İnsan düşünüp demeli : Ben aciz Allah kaadir, ben
cahil Allah alim, ben mahluk Allah halik, o halde ben mi iyi bilirim, yoksa beni yaratan mı? Elbette ki Yüce Allah her şeyi daha iyi bilir. Belki güneş ile mum ışığını mukayese
etmek mümkündür, fakat Cenab-ı Hak ile O'nun kulu katiyyen mukayese edilemez.
Nefsiyle caniyle cihat denilince, eski zaman savaşlarında olduğu gibi, eline bir kılıç alıp düşmanın üzerine yürümek anlaşılmasın. Cihat çok geniş manalı bir mefhumdur. Lügat
itbarıyle aşırı gayret göstermek, cehit sarf etmek demektir. Allah yolunda yapılan her çalışma cihattır.[99]
-----------
Allah’ın İsim ve Sıfatları
İmam Taberi isim ve sıfatlar hakkında şöyle demiştir :
“Buluğ ve ergenlik çağına erişen her kadın ve erkek Allah’ın isim ve sıfatlarını delilleri ile bilmezse Müslüman olmaz. Çocuklar yedi yaşına geldiklerinde onlara bu konu ile
ilgili delilleri öğretmek ve onları yetiştirmek velilerine vaciptir.”
Maturidi Kitabu’t-Tevhid 27
A) Allah’ın İsimleri
Allah-u Teâlâ’nın isimleri, kendisi için özel alametlerdir. Bunlar ancak Kur’an ve sünnet esas alınarak belirlenebilir. Bu isimlerden her biri, bir veya daha fazla sıfata
delalet edebilir. Mesela Alim ismi, ilim sıfatına, Kadir ismi kudret sıfatına, Rahman ismi rahmet sıfatına delalet etmektedir. İsim ve sıfatların tamamının manalarını ise
‘Allah’ ismi kapsamaktadır.
Allah’ı isimlerinde birlemek, O’nun her ismine ve o ismin delalet ettiği manaya inanmayı gerektirir.
Allah’ın İsimlerin Adedi
Rasulullah ( Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu :
“Allah’ın yüzden bir eksik, doksan dokuz ismi vardır. Herkim onları sayarsa cennete girer. Allah tektir ve teki sever.”
Buhari 6348, Müslim 2677/5
Hadisinden dolayı Allah’ın doksan dokuz ismi olduğu bilinmektedir. Ancak alimlerin büyük çoğunluğu Allah’ın isimlerinin bundan daha fazla olduğu görüşündedirler. Delilleri de şu
hadistir. Rasulullah ( Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu :
“Ey Allah’ım! Kendini isimlendirdiğin, Kitabı’nda indirdiğin veya katındaki ( bizce bilinmeyen) gayb ilminde kendine sakladığın Sana ait tüm isimlerle Senden istiyorum.
Kur’an’ı gönlümün baharı, kalbimin cilası yap, O’nunla hüznümü, gam ve kederimi gider.”
Ahmed 1/391-3712-4318, Hakim 1/509, Mucemu’l-Kebir 10352, Ebu Ya’la 5297, İbni Ebi Şeybe Musannef 29309, İbni Hibban İhsan 972, Bezzar Keşfu’l-Estar 3122, Albani Sahiha 199
İbnu’l-Kayyim ( Rahmetullahi Aleyh) Allah’ın isimlerinin adedi hakkında şunları söylemektedir :
“Esmau’l-Husna, herhangi bir sayı ile sınırlandırılamaz. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın kendi katında gayb aleminde tercih ettiği isim ve sıfatları vardır. Bunları ne Allah’a yakın bir
melek, ne de gönderilen bir nebi bilebilir.”
Bedaiu’l-Fevaid 1/166
Benzer sözleri günümüz alimlerinden Salih bin Fevzan el-İrşad isimli eserinde söylemektedir.
İmam Nevevi ( Rahmetullahi Aleyh)’de :
“Alimler bu 99 lafızlı hadiste Allah’ın isim ve sıfatları hususunda hasr daraltma, sınır olmadığına ittifak etmişlerdir. Bu hadisin manası ‘Allah’ın 99’dan başka ismi yoktur’
şeklinde değildir. Hadis ile kast olunan mana ancak, ‘Kim bu 99 ismi sayarsa cennete girer’ şeklindedir. Onları saymakla cennete girişin bildirilmesiyle istenen, isimlerin
sayısı hakkında bir sınır olduğunu bildirmek değildir.” demekte ve az önce geçen hadisi bu görüşün delili olarak zikretmektedir.”
Müslim Şerhi 5/2589
Hadislerde zikredilen Allah’ın isimlerini saymaktan murat, onları ezberlemek, manalarını anlayıp öğrenmek, gereğince amel etmek ve onlarla tevessül ederek Allah’a dua etmektir.
B) Allah’ın Sıfatları
Sıfatlar İki Çeşittir :
( 1) Zati Sıfatları
Bunlar nefis, ilim, hayat, kudret, görme, işitme, el, vecih ( yüz), kelam, kadem ( ayak), azamet, kibriya, uluv ( yükseklik), zenginlik, rahmet ve hikmettir. Bu sıfatlar
Allah’ın şahsında sabittir, O’ndan ayrılmaz.
( 2) Fiili Sıfatları
İstiva ( yükselme), nüzul ( inme), gelme, hayret etme, gülme, razı olma, sevme, kerih görme, kızma, sevinme, gazap etme, maiyyet ( beraberlik) vb. sıfatlardır. Bunlar
görüldüğü gibi, Allah’ın iradesi ve kudreti ile alakalı sıfatlardır.
Bu çeşit sıfatlarda bize gerekli olan, Allah’ın kemaline layık mana üzere onları Allah’a isbat edip belirlemektir.
İsim ve Sıfat Tevhidinin Delilleri
Bunlar Kur’an’da ve Sahih Sünnette çoktur. İsim ve sıfatlara en şamil ( kapsayıcı) sure Kur’an’ın üçte biri diye adlandırılan İhlas Suresi’dir. Bu sure kemal sıfatları Allah
için isbat ederken, noksan sıfatlardan da Allah’ı tenzih etmektedir. Kur’an’ın tamamı ise kıssalar, hükümler ve Allah’ın sıfatları şeklinde taksimatlara ayrılmaktadır.
Kur’an’daki en büyük ayet olduğu bildirilen Ayete’l-Kürsi yani Bakara Suresi 255.ayet de, Hadid Suresi 3. ayet de isim ve sıfatlar denilince ilk akla gelen ayetlerdir. Kur’an’da
Allah’ın isim ve sıfatlarından bahsetmeyen bir sure yok gibidir.
Ehli Sünnet’in İsim ve Sıfat İnancı
Ehli Sünnet ve’l-Cemaat;
( 1) Rablerini Kur’an ve Sahih Sünnette geçen sıfatlarıyla tanırlar, lafızları tahrif etmezler, bildirilen isim ve sıfatları benzetme, keyfiyetlendirme ve iptal yoluna sapmadan
geldiği gibi kabul ederler. Yüce Allah’ın sıfatlarının keyfiyeti hakkında sınırlama ve belirlemelerde bulunmazlar.
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“…De ki : Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı?...”
Bakara 140
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“…O’nun benzeri hiçbir şey yoktur…”
Şuara 11
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“…O’nun isimleri hakkında eğriliğe sapanları bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir.”
A’raf 180
( 2) Şanı yüce Allah’ın, kendisinden önce hiçbir şeyin var olmadığı ilk; kendisinden sonra hiçbir şeyin bulunamayacağı son; kendisinin üstünde hiçbir şeyin olmadığı zahir;
kendisinin altında hiçbir şeyin olmadığı batın olduğuna inanırlar.
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“O, ilktir, sondur, zahirdir, batındır. O, her şeyi bilendir.”
Hadid 3
( 3) Onlar Yüce Allah’ın her şeyi yaratan, kuşatan ve her canlıyı rızıklandıran, her şeye güç yetiren ve hesaba çekecek olan tek ilah olduğuna inanırlar.
En’am 101, Fetih 21, Talak 12, Cin 28, Hud 6, Kehf 45, Enbiya 47, Bakara 163
( 4) Onlar Allah-u Teâlâ’nın yarattıklarından yüce, yüksek ve onlardan ayrı olduğuna inandıkları gibi O’nun yedi kat semanın üstünde olduğuna ve Arş’a istiva ettiğine (
yükseldiğine) ve ilminin her şeyi kuşattığına yorum yapmaksızın inanırlar.
Ra’d 9, A’la 1, Bakara 255, Talak 12
Allah’ın Gökte Oluşu
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“Göktekinin sizi yere batırmayacağından emin misiniz?.. Yoksa göktekinin üzerinize taş yağdıran bir fırtına göndermeyeceğinden emin misiniz?..”
Mülk 16, 17
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“…Güzel sözler ancak O’na yükselir. Onları da ( Allah’a) salih ameller yükseltir.”
Fatır 10
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“Onlar üstlerindeki Rablerinden korkarlar.”
Nahl 50
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“Firavun : ‘Ey Haman! Bana yüksek bir kule yap! Belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Musa’nın ilahını görürüm…’ dedi…”
Mü’min 36-37
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“Doğrusu Allah, onu ( İsa’yı) kendisine yükseltmiştir…”
Nisa 158, Âl-i İmran 55
Bu hususta Rasulullah ( Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :
a) Muaviye bin Hakem hadisinde Rasulullah ( Sallallahu Aleyhi ve Sellem), efendisinden tokat yiyen cariyeyi imtihan ederken :
−Allah nerede? diye sordu.
Cariye :
−Semadadır ( semanın üzerindedir), diye cevap verince Rasulullah ( Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’de bunu kabul ve ikrar etti.
Müslim 537/33
b) Rasulullah ( Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :
“…Sizler yeryüzü ahalisine merhamet edin ki, semada bulunan ( Allah) da size merhamet etsin.”
Ebu Davud 4941
c) Rasulullah ( Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :
“Ben semada olan Allah’ın emini ( kendisine güvenileni) olduğum halde sizler bana güvenmiyor musunuz? Halbuki sabah akşam bana gökyüzünün haberi geliyor.”
Buhari 4045, Müslim 1064
( 5) Onlar Kürsü ile Arş’ın hak olduğuna ve Arş’ın su üzerinde olduğuna inanırlar.
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“…O’nun Kürsü’sü gökleri ve yeri içine almıştır…”
Bakara 255
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan etmek için Arş’ı su üzerindeyken gökleri ve yeri altı günde yaratandır…”
Hud 7
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“Arş’ı yüklenen ve onun etrafında bulunanlar Rablerini hamd ile tesbih ederler…”
Mü’min 7
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“…O gün Rabbinin Arş’ını onlardan ( meleklerden) sekizi üzerlerinde taşır.”
Hakka 17
Bu hususta Rasulullah ( Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmaktadır :
“…O’nun ( Allah’ın) Arş’ı su üzerindedir…”
Buhari 7289, Müslim 993/37
Rasulullah ( Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu :
“Yedi kat gök ile yedi kat yer, Allah’ın Kürsü’sü yanında, ancak genişçe çöl bir yere bırakılmış bir halka gibidir. Arş’ın Kürsü’ye üstünlüğü ise geniş çölün bu halkaya
üstünlüğü gibidir.”
Ahmed 5/178-179, Bezzar 160, İbni Hibban el-İhsan 361
Abdullah ibni Abbas ( Radiyallahu Anhuma), Kürsü’nün, iki ayağın konduğu yer olduğunu söylemiştir.
Hakim 3116, Mucemu’l-Kebir 12404
( 6) Allah’ın iki eli vardır ve her iki eli de sağdır. O’nun her iki eli de açıktır, dilediği gibi infak eder.
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“Allah ‘Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?’…dedi.”
Sa’d 75
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“…Bilakis O’nun iki eli de açıktır, dilediği gibi infak eder…”
Maide 64
Rasulullah ( Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu :
“Rahman’ın iki eli de sağdır…”
Müslim 1827/18, Tirmizi 3589, Nesei 5344, İbni Huzeyme Tevhid 1/159-197, Beyhaki Esma ve Sıfat 2/55-56, Ahmed 2/160-6492, İbni Hibban İhsan 222-223, Hakim 1/64, Albani Sahiha
46-50, 3136
( 7) Onlar Yüce Allah’ın gecenin son üçte birinde yücelik ve büyüklüğüne yaraşır şekilde dünya göğüne indiğine inanırlar.
Rasulullah ( Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu :
“Rabbimiz gecenin son üçte biri kaldığı zaman dünya semasına iner ve şöyle der :
−Yok mu bana dua eden? Duasını kabul edeyim. Yok mu benden bir şey isteyen? İstediğini ona vereyim. Yok mu benden bağışlanma dileyen? Onu bağışlayayım.”
Bu hadis yaklaşık 28 sahabenin rivayet ettiği mütevatir bir hadistir.
Buhari 1096, Müslim 758/168
( 8 ) Onlar Allah’ın kendisine yaraşır şekilde nefsi, yüzü, iki gözü, baldırı ve ayağı olduğuna, bunların da yaratılmışlara benzemediğine inanırlar.
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“( Musa’ya hitaben) Seni, nefsim için seçtim.”
Ta-Ha 41
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“Ancak celal ve ikram sahibi Rabbinin yüzü baki kalacaktır.”
Rahman 27, Bakara 115
Rasulullah ( Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir seferinde :
“Allah’ım! Senden, yüzüne bakma lezzetini ve Seninle buluşma şevkini bana lütfetmeni istiyorum!” diye dua etmiştir.
Ahmed 5/191, Mucemu’l-Kebir 4803, Hakim 1900
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“İnkar edilmiş olana ( Nuh’a) bir mükafat olmak üzere gemi gözlerimizin önünde akıp gidiyordu.”
Kamer 14, Ta-Ha 39, Tur 48
Rasulullah ( Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Allah’ın gözü hakkında :
“Hiç şüphesiz Rabbinin bir gözü kör ( şaşı) değildir!” buyurmuştur.
Buhari 6978, Müslim 2933/101
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“O gün baldır açılır ve secdeye çağrılırlar, ancak buna güç yetiremezler.”
Kalem 42
Rasulullah ( Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kıyamet günü hakkında şöyle buyurdu :
“…Rabbimiz baldırını açar, derhal O’nun azametinden dolayı her mü’min erkek ve kadın secde eder. Yalnız dünyada insanlara göstermek ve işittirmek için secde edenler secdesiz
kalır. Secde etmeye gider ama sırtı tek bir tabakaya döner.”
Müslim 182, 183, Buhari 4903, 7310, 7311
Rasulullah ( Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu :
“…Fakat cehennem dolmak bilmez. Allah ona ayağını koyar da o :
−Yetişir, yetişir, yetişir, der. İşte o zaman cehennem dolar, bir kısmı diğer kısmına büzülür…”
Buhari 4785, Müslim 2846/36
( 9) Onlar Allah-u Teâlâ’nın kıyamet gününde kulların arasında hüküm vermek için yüceliğine yakışır bir şekilde mahşer sahasına geleceğine inanırlar.
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“Hayır, yeryüzü dağılıp parça parça edildiğinde, Rabbin gelip, melekler de saf saf dizildiğinde…”
Fecr 21-22
Rasulullah ( Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu :
“…( Putperestler, Yahudiler ve Hristiyanlar ateşe sevk olunduktan sonra) Meydanda sadık olsun, facir olsun muvahhid mü’minler kalır. Alemlerin Rabbi onlara, gördükleri suretin
dışında başka bir surette gelir ve :
−Neyi bekliyorsunuz? Her ümmet kulluk yaptığının peşine düştü, diye seslenir…”
Müslim 182, 183, Buhari 7310, 7311
( 10) Onlar, mü’minlerin cennette Rablerini göreceklerine, kendisi ile konuşacaklarına iman ederler.
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacak, Rablerine bakacaklardır.”
Kıyamet 22-23
Rasulullah ( Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu :
“Şüphesiz ki sizler Rabbinizi, dolunayı gördüğünüz gibi görecek ve O’nu görmekte hiçbir zorluk çekmeyeceksiniz.”
Buhari 633, Müslim 633/211
Rasulullah ( Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu :
“İyilik edenlere iyilik ( cennet) ve ziyade ( fazlalık) vardır…” Yunus Suresi 26. ayetini okudu ve :
“Cennet ehli cennete ve cehennem ehli de cehenneme girince bir davetçi :
−Ey cennet ehli! Muhakkak sizin için Allah katında bir vaat vardır. Allah o vaadi size tam olarak yerine getirmek ister, der.
Allah Tebareke ve Teâlâ :
−Ziyadeleştirmemi artırmamı istediğiniz bir şey var mı? diye sorar.
Onlar da :
−Yüzlerimizi ağartmadın mı? Bizleri ateşten kurtarıp cennete girdirmedin mi? derler. Müteakiben Allah ( zatı ile kulları arasındaki) hicabı açar da onlar O’na bakar dururlar.
Allah’a yemin olsun ki Allah onlara zatına bakmaktan daha sevimli ve daha fazla göz aydınlığı olacak hiç bir şey vermemiştir.”
Müslim 181/297, 298, Tirmizi 2676, İbni Mace 187, Ahmed 4/332, 19143
Rasulullah ( Sallallahu Aleyhi ve Sellem) :
“Cebrail Aleyhisselam, Cuma günü hakkında bahsederken şunları da söyledi :
‘…Rabbin Azze ve Celle cennette beyaz miskten daha güzel kokan bir vadi yarattı. Cuma günü olunca İlliyyin’den Kürsüsü’ne iner. Sonra Kürsü’yü nurdan minberlerle çevirir,
nebiler gelir ve onların üzerine otururlar. Sonra minberleri altın koltuklarla çevirir ve sıddıklar ile şehitler gelerek onların üzerine otururlar. Daha sonra da cennet ehli
gelir ve kum yığınlarının üzerine otururlar. Müteakiben Rableri Tebareke ve Teâlâ tecelli eder ve onlar da O’nun yüzüne bakarlar…’ buyurdu.”
Terğib ve Terhib 7/398, İbni Ebi’d-Dünya, Taberani Evsad, Bezzar, Ebu Ya’la
( 11) Onlar Allah’ın işitme, görme, ilim, kudret, izzet, kelam, hayat, beraberlik, sevgi, rahmet, öfke, rıza gibi gerek Kitabı’nda vasfettiği, gerekse Nebisi vasıtasıyla
belirttiği sıfatları kabul ederler ve ‘bunların nasıllığını ancak Allah bilir, biz bilemeyiz’ derler.
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“Muhakkak ki Ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm.”
Ta-Ha 6
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“O bilendir, hikmet sahibidir.”
Tahrim 2
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“…Allah Musa ile gerçekten konuştu.”
Nisa 164
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“Allah onlardan razı olmuştur…”
Maide 119
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“…Muhakkak ki Allah iyilik edenleri sever.”
Bakara 195
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor :
“Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine öfkelendiği bir kavmi dost edinmeyin!”
Mümtehine 13
Kendinizi tanımak ve Allahı tanımak ayet ve hadislerle Mumsema Yüce Mevlamız kutsal kitabında :
Bir zamanlar Rabbin, meleklere : Ben yeryüzünde bir halife kılacağım demişti.( Bakara Sûresi : ayet 3)
Biz Allahın kuluyuz ve yine Ona döneceğiz.( Bakara Sûresi : ayet 156)
Olur ki bir şey hoşunuza gitmezken, sizin için o hayırlı olur ve bir şeyi de sevdiğiniz halde o hakkınızda şer olur. Allah bilir, siz bilmezsiniz.( Bakara Sûresi : ayet 216)
Onları simalarından tanırsın. ( Bakara Sûresi : ayet 273)
Hakkı anladıklarından gözlerinin yaşla dolup boşandığını görürsün” ( Maide Sûresi : ayet 83)
O, onları bildi, onlar Onu tanımayıp inkâr ettiler. ( Yusuf Sûresi : ayet 58 )
Biz emaneti, göklere, yeryüzüne ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular; insan onu yüklendi. Gerçekten insan çok zalim, çok cahildir (
Ahzab Sûresi : ayet 72)
Sizi yeryüzünde halifeler yapan Odur. ( Fatır Sûresi : ayet 39)
Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler ( tanısınlar) diye yarattım. ( Zariyat Sûresi : ayet 56)
Yeryüzünde bulunan her şey fanidir, ancak yüce ve cömert olan Allahın varlığı bakidir. ( Rahman Sûresi : ayet 26-27)
Nimetlenmelerinin zevkini yüzlerinden tanırsın ( Mutaffifin Sûresi : ayet 24)
Güzel Rabbimiz kudsi hadisinde de şöyle buyurmuştur :
Ey ademoğlu, kim kendini bilirse muhakkak Beni de bilir. Beni bilen de ancak Beni ister. Beni isteyen de mutlaka Beni bulur. Beni bulan da her dilediğine ulaşır.
Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi, tanınmayı istedim de kâinatı, mahlûkatı yarattım. Beni bilsinler tanısınlar diye.
Resulüllah ( S.A.V.) efendimiz hadis-i şeriflerinde :
Ben size Allahı öğretirim, Onu tanıyıp bilmekse, o kalbin işidir.
Eğer Allahı hakkıyla tanıyıp bilseydiniz, o zaman duanızla, hep dağlar yok olurdu.
Rabbini en çok tanıyıp bileniniz, kendini en çok bileninizdir.
---------------------
Kaynak : Cesitli internet Sayfalari
ALLAH’ı sevmek ve ALLAH’a ibadet etmek
“Birbirini seven iki kişiden ALLAH’ a en sevgili olanı, arkadaşını daha çok
sevendir.”
ergib ve erhib
“ALLAH, Kendisine iaa ederek yaklaşan kulunu başkasına kul emez.”
Mu’cemü’s – Sagir
Hz. Muhammed’e (O’na Binler Selam) soruldu:
“Ey ALLAH’’ın Elçisi! İslam’da ALLAH’a en yakın sevgili şey nedir.?”
“Vakinde kılınan namazdır. Kim namazı erk ederse onun dini yokur, namaz
dinin direğidir.”
“ALLAH’ın Elçisi’nin (O’na Binler Selam) yanında biri vardı. Derken oradan
başka biri de geçi. ALLAH’ın Elçisi’nin (O’na Binler Selam) yanındaki: “Ey
ALLAH’ın Rasulü (O’na Binler Selam)” dedi, “ben şu geçeni seviyorum.”
Hz.Peygamber (O’na Binler Selam): “Pekiyi, kendisine haber verdin mi?”
diye sordu. Adam, “Hayır!” deyince, “Ona haber ver.” dedi. Adam kalkıp,
gidene yeişi ve: “Seni ALLAH için seviyorum!” dedi. O adam da: “Kendisi
adına beni sevdiğin ALLAH da seni sevsin.” diye karşılık verdi.”
Ebu Davud (O’na Binler Selam)
“Kulun Rabbine en yakın olduğu hal, secde halidir. Onun için secdede duayı
çoğalın!”
Müslim (O’na Binler Selam)
“Üzerinde “ALLAH” yazan hiçbir kâğı yokur ki, yere aılsın da ALLAH mel
-
eklerini gönderip onu, onların kanaları alına almasın. Bu durum ALLAH’ın
veli (ALLAH Dosu) kullarından birini göndermesine kadar devam eder. O
kul kâğıdı alır, kaldırır. Melekler onu kuşaırlar.
Kim ALLAH’ın isimlerinden birinin yazılı olduğu bir kâğıdı yerden kaldırırsa,
ALLAH da onun ismini cennelere yükselir. Ve anne - babası kâfir de olsa
onlardan azap hafifleilir.”
Mu’cemü’s – Sagir
-56-
DÜŞÜP ÖLÜR
ALLAH aşkıyla yanıp, kavrulmuş bir derliye bir gün, “Bize ALLAH sevgisini
anla!” derler. O, ”Siz anlamazsınız!” der. Yanaşmak isemez. Israr ederler...
Mecbur kaldığını hisseder:
“- Siz anlamazsının ama bu kuş anlar!” deyip, pencerenin pervazındaki
küçücük serçeciği göserir. Ve sonra dilinin büün yekinliğini, gönlünün
büün aeşini dışarı vurur. Anlaır... Anlaır... Anlaır...
Serçecik olduğu yerde durur... hiç kıpırdamadan dinler, dinler, dinler.
En sonunda cansız bedeni pervazdan düşene kadar...
Âşık, insanlara döner:
“- İşe” der, “ALLAH aşkı böyledir.”
İSMİN NEDİR?
Bayezid-i Bisami (ALLAH O’ndan Razı Olsun) , am yirmi yıl kesinisiz hiz
-
meinde bulunmuş olan müridini her çağırışında ilk önce ismini sormak
-
adır. Bir gün mürid dayanamayıp palar:
“- Efendi hazreleri” der, “yirmi yıldır gece-gündüz hizmeinizdeyim ve siz
hala benim bir ismimi bile öğrenemediniz! Benimle alay mı ediyorsunuz?”
Bayezid mahcubiyele başını öne doğru eğerken fısıldayarak konuşur:
“- Asla evladım! Seninle alay emiyorum. Ama O’nun ismi aklıma gelince
büün başka isimler aklımdan siliniyor. O yüzden senin ismini bir ürlü ez
-
berleyemiyorum.”
ALLAH’IM! BEN SANA KARŞI ÇOK GÜNAHLAR
İŞLEDİĞİM...
Anlaan, Ebu Vakkas oğlu Sa’d’dır (ALLAH O’ndan Razı Olsun)...
“Çarpışmanın çok şiddelendiği bir andı. Yanı başımda Cahş oğlu Abdullah’ı
gördüm. Elimden uu beni bir kayanın ardına çeki. Heyecanlıydı:
- “Sa’d”, dedi “şimdi sen dua e benim amin diyeceğim, sonra da ben dua
edeyim, sen amin de!”
“Peki, olur!” dedim. Sonra ellerimi açım.
- “Rabbim!” dedim, “Şimdi benim karşıma azılı bir düşman çıkar, onunla
kıyasıya çarpışayım, önce bugünün hakkını vereyim, sonra da onu epeley
-
eyim ve bu meydandan, Sevgili’nin önünde gazilik rübesini akınmış olarak
ayrılayım.”
Cahş oğlu, gözleri kapalı, elleri açık, vecd içinde, derinden:
- “Amin!” dedi.
Sonra gözlerini açı, uzaklara diki. Belli ki Uhud’un çok öesine bakıyordu.
- “ALLAH’ım!” dedi, inlercesine... “Benim de önüme dağ gibi bir puperes
-57-
çıkar, ben de onunla önce kıyasıya dövüşeyim, ben de önce bu günün,
bu yerin, bu sınavın hakkını vereyim. Sonra o kafir beni şehid esin. Son
-
ra bana “müsle” yapsın... Gözlerimi oysun, kulaklarımı, burnumu, dudak
-
larımı kessin başım kanlar içinde opraklara bulansın, sonra o halimle Senin
huzuruna geleyim, Sen bana sor:
- “Abdullah! Gözlerini, burnunu, kulaklarını, dudaklarını ne yapın?” de.
Ben diyeyim:
- “ALLAH’ım! Ben kendileri ile Sana karşı çok isyan eiğim, çok günahlar
işlediğim o şeyleri Senin Sevgili’nin (O’na Binler Selam) huzurunda ve O’nu
koruma uğrunda Uhud çölüne döküm ve Sana da böylece geldim.”
İçimden bu duaya “Amin” demek gelmemişi ama söz vermişik, ben de:
- “Amin!” dedim.
Sonra kılıçlarımızı çekik. O kavgaya bir daha karışık. Akşam iş biiğinde
ben isediğimden de azılı bir kâfiri epelemiş bir gaziydim. Alacakaranlıka
Uhud sahrasında Abdullah’ı aradım. Bir yerde buldum. Ama am isediği
gibi kulakları, gözleri, burnu ve dudakları eksiki... am gediği gibi kanlar
içinde mübarek bir baş Uhud oprağına bulanmış yaıyordu... Göremedim
ama zaneim; dudakları, gözleri olsa gülüyor olurdu...
Duyamadım ama hisseim... Rabbi ona sormuş, o da cevap veriyordu.
- Allah’ım! Ben Sana karşı çok isyan eiğim, çok günahlar işlediğim...”
ALLAH Dosları’ndan...
Sevmeye ve Sevilmeye Dair...
“ALLAH ile yalnız kalmak; ALLAH’ın dışındaki her şeyle ilgiyi keserek kend
-
ini yalnız O’na adamak demekir.”
Zünnûn-u Mısrî (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“Şöhrei seven bir kul, ALLAH’a sadakale eslim olamaz.”
İbrahim b. Edhem (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“Kalbini ALLAH’a bırakan, sükûnee erişir. Ama kalbini insanlara bırakan
hep sıkınılı, hep kaygılıdır.”
Yahya b. Muaz (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“Gerçeke yüce ALLAH’ı zikremek, O’nun zikri sırasında büün varlığı unu
-
makır. İşe o zaman kul için, yüce ALLAH her şeye bedel olur.”
Cafer b. Sadık (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“Rabbime sevgim ne zaman amam olur?”
“Gözünde dünya çirkinleşiği ve ondan umudunu amamen kesiğinde.”
Zünnûn-u Mısrî (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“İnsan olmanın ayır edici özelliği, ALLAH’ın seven olmasından çok,
ALLAH’ın sevgilisi olması değil midir? Bu az bir şey midir? ALLAH’ın
-58-
“O onları sever”de (5/Maide:54) ifadesini bulan insan sevgisi nimelerini
öylesine saçmışır ki, gelip geçen herkes bu nimeen yer - içer yine de
ükenmez.”
Ahmed Gazzâlî (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“ek başına kaldığı zaman yabancılık ve gurbe hissini yaşayan, henüz Rab
-
biyle am bir ünsiye peyda edememişir.”
Hz. Aişe (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“Sen kendi yokluğunu O’na sunarsan, O da Kendi varlığını sana ihsan eder.”
Ebû Hasan Harakânî (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
HİMAYE Eİ
Hak Dosu Malik b. Dinar (ALLAH O’ndan Razı Olsun), bir mecusi ile arışır.
Her ikisi de kendi dinlerinin hak olduğunu iddia emekedirler. arışma
kızışır, çekişmeye dönüşür. En sonunda ellerini aeşe sokarak davalarını
denemeye karar verirler. Aeşin haklı olanın ellerini yakmaması için de dua
ederler. Faka sonuç herkes için şaşkınlık verici olur. Aeş her ikisinin de
elini yakmamışır.
Malik b. Dinar çok üzgündür. Evine gider, namazını kılar, ellerini Dergâh’ların
Ulusu’na kaldırır:
Yemiş yıllık bir mü’mnim faka sonuça bir mecusiyle eşi durumda kaldım!”
der.
Ulu Dergâh’ın cevabı o gece rüyada gelir;
Senin elin aeşe o Mecusinin elini himaye ediyordu. Eğer o, aeşe elini ek
başına sokmuş olsaydın ne olacağını görürdün!”
ORAK İSEMEM
Hasan-ı Basri (ALLAH O’ndan Razı Olsun), yan komşularının yüksek sesle
yapıkları konuşmaları dinlemekedir.
Derli bir kadın sesi acı acı yakınır, kocasına;
Elli yıl var ki seninle evliyim. Olur olmaz her işe kalandım, azla yeindim,
soğuk sıcak demeyip sabreim. Ama bir şey hariç; üsüme bir kuma, bir or
-
ak geirmene dayanamam. Kalandığım her şeye şunun için dayanmışım;
iserdim ki hep seni göreyim ve sen de benden başkasını görme.”
Elinde olmaksızın dinlediği bu konuşma,
Hasan-ı Basri’ye bir Kur’an ayeini haırlaır:
“ALLAH, orak koşmak müsesna, dilediği kimselerin dilediği günahlarını
affeder!” (4/Nisa:48 ) Yani, ALLAH Kur’an’ında adea demekedir ki: “Ku
-
lum! Senin büün günahlarını bağışlarım ama haırının bir köşesinden bile
diğer birine meylederek bana orak koşarsan seni asla affemem.”
-59-
PENÇE AŞK SIRIMIYLA BAĞLANINCA...
İnsanlık arihinin en büyük ALLAH Dosları’ndan Cüneyd-i Bağdadi (ALLAH
O’ndan Razı Olsun) son nefeslerini alıp vermekedir. Bakara Suresi’nden
yemiş aye okur. Sonra fenalaşır.
“ALLAH, de!” elkininde bulunanlara...
“O’nu hiç unumadım ki!” diyerek cevap verir...
Sonra parmaklarıyla esbih geirmeye başlar ve her esbih için bir parmağını
kapar. Beşinci esbih için şehade parmağını da kaparken şimşek çakışını
andıran bir ululuk ile “Bismillahirrahmanirrahim” der. Gözünü kapar, ru
-
hunu ölüm meleğinin ellerine bırakır.
Cenaze yıkayıcı, bedenini yıkarken, su gözlerine de girsin iser. Zorlayarak
kapalı duran göz kapaklarını açmaya çalışır. Gizliden bir ses duyar:
Elini dosumuzun gözlerinden çek! Adımızla kapanan bir göz bizimle buluş
-
madan açılmaz!”
Cenaze yıkayıcı daha sonra sıkılı duran parmaklarını açmaya çalışır. Aynı
sesi bir daha duyar: “Elini dosumuzun parmaklarından çek! Adımızla kap
-
anan bir parmak, Bizim fermanımız olmadan açılmaz.”
Ve sonra,
abu aşınırken bir güvercin gelip abuun bir köşesine konar...
Güvercinin gimediğini gören insanlar zorla kovmaya çalışırlar... Güvercin
yine kıpırdamaz. En sonunda dile gelip konuşuncaya dek:
“Onu da, beni de üzmeyin. Bırakın. Çünkü pençem onun abuuna aşk sır
-
rıyla bağlıdır, çözülmez.”
Hz.Muhammed’den (O’na Binler Selam)...
Sevmeye ve Sevilmeye Dair...
“ALLAH’ı göze ki, O’nu önünde bulasın. Geniş zamanında ALLAH’a kendini
sevdir ki, O da seni sıkını zamanında sevsin.”
“Merhame edenlere Rahman da merhame eder. Yeryüzündekilere mer
-
hame edin ki gökekiler de size merhame esin.”
irmizi (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“Gafil kimseler içindeyken ALLAH’ı zikreden kimseye (başa namaz ve
Kur’an), ALLAH hayaa iken cenneeki yerini göserir. Ve gafil kimseler
içinde ALLAH’ı zikreden kimse, yeryüzündeki büün insanlar ve hayvanlar
sayısınca bağışlanır.”
ergib ve erhib
“Ya Rabbi! Bana Kendi sevgini, sevdiklerinin sevgisini ve beni Senin sevgine
yaklaşıracakların sevgisini ihsan eyle ve Kendi sevgini bana harareen,
susuzlukan yananların soğuk suya duydukları iseken daha sevgili kıl.”
-60-
“Yüce ALLAH, Arefe akşamı Arafa’a vakfe yapanlarla meleklere karşı if
-
ihar eder ve “Şu saçları dağınık, oz oprak içerisinde bulunan kullarıma
bakınız” buyurur.” Mu’cemü’s – Sagir
Hikme Aynasından...
Sevmeye ve Sevilmeye Dair...
ÖNCE SEVGİ, SONRA KORKU
“İslam dininde ALLAH’ı hem sevmek hem de O’ndan korkmak esasır. Cen
-
ab-ı Hakk, cemâlî (güzelliğini göseren) sıfalarıyla sevilir, celâlî (yüceliğini
göseren) sıfalarıyla da korkulur. Hayaı ve hayaın gereklerini vermekle
bizde kendini göseren rahmeleri, lüufları sebebiyle ALLAH’ı sever, kulluk
görevlerimizdeki eksiklerimiz, isyanlarımız sebebiyle de O’ndan korkarız.
ALLAH’an korkmamız Kur’an’ın emrine uymak içindir. Çünkü Kur’an, AL
-
LAH’an korkmayı emremeke, zalimler, asiler için ALLAH’ın azabını, ce
-
hennemi haber vermekedir.”
PADİŞAH MI, KARPUZ MU?
“Padişahın huzuruna çağırılan bir kimsenin onun rızası yerine, bahçesinde
gördüğü bir karpuza göz dikmesinin ne kadar yersiz ve ne derece apalca
olacağı açıkır.İşe, ALLAH’ın rızası yanında, büün dünya zevklerinin bir
karpuz kadar bile değeri yokur.”
SENİ EN ÇOK SEVEN...
“Seni sevenler
Seni sen var oldukan sonra sevdi.
Seni sevenler için önce var olman gerekliydi.
Yoksa nasıl severlerdi seni?
Yok olanı kim sever ki?
Haırlamaya çalış;
Bir zamanlar yokun.
Sen yokun,
Seni sevenler yoku.
Sen kendi yokluğunun farkında değildin.
Rabbin seni yokluka buldu.
Seni yokan var ei.
Seni hiç yokken sevdi.
Seni sevdiği için var ei.
Başkaları seni var olduğun için.
Rabbin seni şarsız sevdi.
Seni sevmesi için var olman gerekmezdi.”
-61-
HER BİRİNİN AĞZINDA İNCİ
Zünnûn-u Mısri (ALLAH O’ndan Razı Olsun), “Mısırlı Balıkçı” demekir ya da
“balık sahibi”
Hak Dosları’nın çoğu gibi o da başa garip ve fakir bir insan gibidir.
Bir gemide yolcudur Zünnûn... Garip bir yolcu... Gemideki yolcu beylerden
biri çok değerli incisinin çalındığını fark eder... Derhal kapanı haberdar eder...
Kapan ve gemi müreebaı olaya el koyarlar... Hırsız kesin olarak gemideki
diğer yolculardan biridir. Herkes ekrar ekrar ele alınır, değerlendirirler.
Şüpheler Zunnûn’da oplanır. Çünkü ondan daha fakir daha garip ve yalnız
başka biri yokur gemide. Görevliler erafını sararlar... “Çıkar inciyi” derler...
Garip Zünnûn şaşırır, “Ne incisi” der... Sonra dayak faslı başlar... 7-8 kişinin
orasına alınır ve kıyasıya dövülür, Zunnûn ki henüz Zünnûn olmamışır.
Çok döverler Zünnûn’u, hiç insaf emezler. Çok ağlar yalvarır, yalvarır Zün
-
nûn, kendisini bırakmalarını hiçbir suç işlemediğini söyler, müreeba
dinlemez bile...
Daha fazla dayanamayacağını hisseden ve zalimlere yalvarmakan da ümidi
kesen Zünnûn, bu kez de kalbiyle Rabbinin karşısında esas duruşa geçer...
O’na yalvarır, O’na sığınır.
Ve sonra o garibi Zünnûn yapan, rabbinin kaındaki kıymeini herkese
göseren, üyler ürperen cinsinden bir olay yaşanır.
Gördükleri karşısında büün gemi halkı donup kalmışır.
Denizin üsü a ufka kadar binlerce, milyonlarca balığın kafasıyla dolmuş
-
ur. Ve her birinin ağzında bir inci parlamakadır.
RUMMAN ARZUSUYLA...
ekkede, Hakk’a yol arayan bir derviş, elinde espih ALLAH’ı zikremek
-
edir... “Ya Rahman, Ya ALLAH... Ya Rahman, Ya ALLAH... Ya Rahman, Ya
ALLAH”Böylece gönül fezasında derinleşirken, opal şeyan kör nefis araya
girer... Dervişin canı “nar” çekmeye başlar... “Nar” ki Arapçada “Rumman”
demekir... Ne ese bir ürlü ”Nar’ı, Rumman’ı” aklından çıkaramaz... Dilinde
Rahman, kalbinde Rumman, rahasız olur derviş:
“Bari” der, “çarşıya gidip bir nar yiyeyim. Şu kör nefsi bir susurayım da
sonra gelip Rabbimi, Rahman’ımı hem dilimle, hem kalbimle anayım!”
Bu iyi niyele ekkeden çıkar, çarşıya yönelir...
Yönelir ki, iki adım amadan arkadan gelen biri:“Ohhh! Elhamdülillah!“ se
-
siyle olduğu yerde kalır. Çünkü hayaında hiç bu kadar derinden, hiç bu ka
-
dar samimi bir “hamd” işimemişir.Gördüğü ise şok eder dervişi. O ”derin”
hamdin sahibi, yerde acılar içinde kıvranan, her arafı cüzam paramparça
olmuş, görünüsüyle perişan, adea bir insan enkazıdır. Derviş yanına varıp,
hayrele sorar.
-62-
“Kardeşim” der, “her birimiz hangi halde olursak olalım ALLAH için hamde
-
meliyiz, doğru... Ama, ALLAH için bana söyler misin? Şu perişan halinle seni
bu kadar gönülden ALLAH’a hamd eiren sebep nedir ki?”
oprağa bulanık, cüzamlı, faka Hak Dosu, cevap verir;
“Eve, yaralıyım, hasayım, perişanım ama bir kere daha ALLAH’a ham
-
dolsun ki hayaımda hiçbir zaman “Rumman arzusuyla rahmanı erk emiş
değilim.”
“ALLAH’ı Seven” odur ki, hiçbir durumda ALLAH’ı ve ALLAH’ın Rızasını ara
-
mayı başka bir şeyle değişirmez...
ALLAH Dosları’ndan...
Sevmeye ve Sevilmeye Dair...
Neye yaklaşsam, sonu uzaklık ve kırgınlık;
Anla ki, yok, ALLAHan başkasıyla yakınlık...
“Bazıları, “ben, ALLAH’ı severim,O’ndan
korkmam” der.Bilmez ki korku, sevginin a
merkezine yerleşirilmişir. Sevgi,korkunç
-
ur.Dağın epesini seven, uçurumdan nasıl
korkmaz.”Necip Fazıl Kısakürek
(ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“ Seni bizim meclisimizden ayıran nedir?”
“ Ben kalbimin huzurunu O yüce Yaradan’ın
huzurunda buldum.”
Gazvan er-Rakkaşî (ALLAH O’ndan Razı
Olsun)
“Kendi kendinize sebepsiz yere hüzünlendiğiniz anlarda biliniz ki, ALLAH’a
yaklaşmışsınızdır.”
Fehi Gemuhluoğlu (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“ALLAH sevdiği kulu, kullarına da sevdirir.”
Hz. Ömer (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“Kulun olarak doğmasaydım, kendiliğimden gelir, fahri kulun olurdum AL
-
LAH’ım!..”
Arif Niha Asya (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“Her kim yüce ALLAH’dan başkasıyla huzur bulursa ALLAH onu rek eder.
Her kim ALLAH ile huzur bulursa başkalarının huzur bulma yolu ondan
geçer.” Ebu Cafer Muhammed Nesevi
-63-
“Beni, Sana o kadar yaklaşırdın ki: Seni ben sandım.”
Hallac - ı Mansur (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“ALLAH’ım Sen bilirsin, ben Sana karşı kusur işledimse de, iaa edenleri
candan severim. Benim bu sevgimi, Sana kulluk ve yakınlık olarak kabul
eyle.”
İbn Semmak (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“Kişi dosunu niçin sevmelidir?”
“Onun Rab eâlâ’ya güzel hizmeini gördüğü için.”
Ebu Safvan b. Avane (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“De ki: “Eğer ALLAH’ı seviyorsanız, bana âbi olun ki, ALLAH da sizi sevsin
ve günahlarınızı bağışlasın.”
(3/Al-i İmran:31)
MAZEREİM VAR
Sulan Gazneli Mahmu (ALLAH O’ndan Razı Olsun), dönemin namlı Hak
Dosları’ndan Ebu’l-Hasan Harakani’ye (ALLAH O’ndan Razı Olsun) haber
gönderir, huzuruna çağırır. Hak Dosu, dünya büyüğünden gelen bu davee/
emre oralı olmaz.
Sulan Mahmu biraz kızar... Bir vezirini gönderir ve Harakani’ye “ALLAH’a
iaa edin ve Rasûl’e ve sizden emir sahibi olanlara iaa edin.” (4/Nisa:59)
ayeini okumasını söyler.
Aye Harakani’ye okunur... O, hafif ebessüm eder...
“Sulan’a söyleyin!” der, “Ayein ‘ALLAH’a iaa edin’ kısmına öyle dalmışım
ki, Rasûl’e iaae bile eksiklerim var... Baksın bakalım bu durumda emir
sahiplerine ne kalır?”
BAŞIM GÖZÜM ÜZERE
İslam düşünce arihinde bir çığır açan büyük alim İmam Gazali’nin (ALLAH
O’ndan Razı Olsun) son günüdür.
Sabah namazını kılar... alebelerinden bir kefen iser... Geirilen kefeni,
yüzüne gözüne sürer... Sonra başına geçirir kıbleye yönelir... “Ey Rabbim!”,
der “Ey Malikim! Emrin başım gözüm üzeredir...” Ve odasına çekilir. Uzun bir
süre geçince, meraklanan alebeleri kapıyı ıklaırlar... Ses gelmez... Çeki
-
nerek içeri girerler...
Gördükleri manzara, gökler öesi alemden bir ışık aşımakadır.
İmam Gazali kendini kefenlemiş, sağ yanına yaarak kıbleye dönmüşür...
Arık bu dünyada değildir.
Kul, emrine uyarak, Rabb’ine, Malik’ine yürümüşür...
-64-
ALLAH Dosları’ndan...
Sevmeye ve Sevilmeye Dair...
“Elesü bi-Rabbikum” (büün ruhlara ilk yaraıldıklarında) seslenişini ba
-
zıları, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” diye, bazıları “Ben sizin dosunuz
değil miyim?” diye, bazıları da “Her şey Ben değil miyim?” diye işimişler
-
dir.”
Ebû Hasan Harakânî (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“ALLAH’a inanan, O’na sığınır.”
Hz. Ali (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“O’nun aşkı açığa çıkınca, O’ndan başka ne var ne yok hepsini sildi süpürdü;
Kendi dışındakilerden eser bırakmadı. Bu şekilde ancak Bir kaldı. Zaen o
da Bir idi. Bir, yine Bir kaldı.”
Bayezid-i Bisâmî (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“ALLAH’a yemin ederim ki: Niyeim; bu alemden O’na yazdığım kiap say
-
falarını göürmek değildir...
Asıl kasım ve niyeim odur ki: O’na kazandırdığım kalpleri göüreyim...
O’nun kaında olanlara karşı isek duymalarını sağladığım kalpleri göürey
-
im...”
Muhammed Neferî (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“Hakkın haırı yücedir, hiçbir haıra feda edilmez.”
Bediüzzaman Said Nursi (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“ALLAH’ı sevene, kalbindeki kan yanıp, son bulmadıkça, sevgi kadehini
sunmazlar.”
Zünnûn-u Mısrî (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“İnsanın O’nu bilmek ve rızası için yaşamak bakımından ALLAH’a yakınlığı
ne kadarsa, insanların da o insana yakınlığı ve sevgileri o kadardır.”
Hessan b. Aıyye (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“Eğer ALLAH’ın anılmadığı bir an geçse, yeryüzündekilerin hepsi helâk olur
-
du.”
Avn b. Abdullah (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
“ALLAH’a emrine eslim olmakla yaklaşılır. Düşünmekle, hayal kurmakla
değil.”
İmam Rabbani (ALLAH O’ndan Razı Olsun)
KUR’AN’DA ALLAH
1/Fatiha:1- Rahman, Rahim ALLAH’ın adıyla.
“ALLAH” İsmi Hakkında:
“ALLAH, (Hak) gerçek Ma’budun (Kendisine ibadet edilmesi gereken varlığın) özel ismidir.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini…, 1, 39)
“Bu ismin sahibi en ulu ve en yüce Varlık, evrenin var olmasında, sürmesinde, gelişmesinde bir ilk sebep/gerekçe olduğu gibi; yüce ‘ALLAH’ ismi de irfan dilimizde öyle özel ve çok yüce bir başlangıçtır.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır , Hak Dini…, 1, 40)
“Bilinen dillerde ‘ALLAH’ isminin eş anlamlısını bilmiyoruz. Sözgelimi: ‘tanrı, hüda’ isimleri ALLAH gibi özel isim değildir, ‘ilah, rab, ma’bud’ gibi genel isimdir. (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini…, 1, 43)
“Batıl ma’budlara bile tanrı cins ismi verilir. Müşrikler birçok tanrılara taparlardı. ‘Falanların tanrıları şöyle, filanlarınki şöyledir’ denilirdi. Demek ki ‘tanrı’ cins ismi, ‘ALLAH’ özel isminin eşanlamlısı değildir, geneldir. Öyleyse ‘ALLAH’ ismi yerine ‘tanrı’ ismi konulamaz. Bunun içindir ki Süleyman Efendi (Çelebi) mevlidine ‘ALLAH’ adıyla başlamış, tanrı adı dememiştir.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini…, 1, 43)
“ALLAH ismi ne türetilmiş ne de başka bir dilden aktarılmıştır.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini…, 1, 47)
“ALLAH lafzı hiçbir kökten alınmamıştır. ALLAH’ın mukaddes zatına özgü bir isimdir. Hiçbir yaratılmış bu isimle adlandırılmamıştır. Bundan dolayı ALLAH lafzının çoğulu yoktur. (Muhammed Ali Sabuni, Ahkam Tefsiri, 1, 14)
“ALLAH, sıfat olmayan bir isimdir. Çünkü bu ismi başka sıfatlarla nitelendirdiğiniz halde onunla başkalarını nitelendiremiyorsunuz.” (Said Havva, el-Esas fi’t-Tefsir, 1, 41)
“ALLAH’ın diğer adlarının (Esma-i Hüsna’nın) bir harfi değişecek olsa anlam bozulur. Artık ALLAH’a isim olamazlar. Fakat ‘ALLAH’ kelimesinden ‘Elif’ harfi kaldırılsa bu kelime ‘lillahi’ olur ki anlamı yine ‘ALLAH’ demektir. ‘lillahi’deki birinci ‘lam’ kaldırılsa bu kez kelime ‘lehü’ şeklini alır ki yine ALLAH anlamına gelir. ‘lehü’deki ‘lam’ kaldırılsa bu kez de ‘hüve’ olur ki yine ‘ALLAH’ın ismidir. Sonuç olarak, Lafza-i Celal’in (ALLAH kelimesinin) her harfi ALLAH’ın ismidir.” (Ebu’l-Leys Semerkandi, Tefsiru’l-Kur’an, 1, 32)
“ALLAH isminin özelliği odur ki, bunu adet haline getirip zikredenin toplum içinde buyrukları yerine gelir. Halk tarafından sevilir. İstekleri reddedilmez.” (Ebu’l-Leys Semerkandi, Tefsiru’l Kur’an, 1, 33)
“ALLAH ismi bütün Kur’an’da 2697 defa geçmektedir. (…) Bütün Kur’an’da geçen ALLAH isminin, Mekki ve Medeni surelere dağılış oranı, yaklaşık olarak şöyledir: % 35-40 Mekki surelerde, % 60-65 ise Medeni surelerde… Metnin toplam uzunluğu bakımından, yine yaklaşık bir hesapla, Mekki sureler Kur’an metninin % 60’ını, Medeni sureler ise, % 40’ını oluşturur. Bu oranların belli bir ölçüde hata payı olsa da, Kur’an vahyinin ileri aşamalarında ALLAH lafzının, büyük bir oranda fazla zikredildiği kesindir. Biz, bu gerçeğe şöyle bir açıklama düşünüyoruz: Kur’an’ın ilk muhatapları, ALLAH ismini verdikleri bir uluhiyete teorik olarak inanmakla beraber, kulluklarını öbür ‘erbab’ (rabler) ve ‘alihe’lerine (ilahlarına) yöneltiyorlardı. Son derece çaresizlik içinde kaldıkları durumlar dışında, O’nu hatırlamıyorlardı bile. Kısaca denilecek olursa, ALLAH onların hayatlarında anlamsız bir kelime idi. Kur’an, ALLAH’ın her türlü varlıkla, evren, yaşam ve insanlarla olan ilişkilerini, ALLAH’ın onlar üzerindeki hakimiyetini, özellikle ‘Rabb’ vasfını kullanmak suretiyle oluşturmuş, sonra da belirli bir dönemde (nüzul sıralamasında 43 ile 60. Surelerde) zaman zaman sekiz yerde: ‘İşte bu ALLAH’tır sizin Rabbiniz’ ana fikrini getirerek, ALLAH’ın evrenin ve ibadetlerin tek sahibi olduğu gerçeğini, insanların gözünde, yeniden zihinlere yerleştirmiştir. ALLAH ismi, böylece bütün kemal sıfatlarını kendisinde toplayan odak kavram haline gelmiştir. Artık bundan sonra O’nu tanıtmaya fazla ihtiyaç kalmadığından, sadece ALLAH ismini söylemek, O’nun bütün gerçekliğine işaret için yeterli geldiğinden, uluhiyeti tanıtmakta ilkin birinci derecede zikredilen ‘Rabb’ vasfı azalmış, ALLAH lafzı ise artmıştır. Bu demek değildir ki ‘Rabb’ lafzı büsbütün zikredilmez olmuştur; duruma göre bu oran çok azalmıştır. (Medine dönemi vahiylerinde Rabb-ALLAH isimleri arasındaki oran 1/10 kadardır) (Suat Yıldırım, Fatiha ve En’am…, 15)
Rahman İsminin Rahim İsminden Önce Zikredilmesinin Hikmeti:
“ALLAH’ın Rahman ismi, Rahim isminden önce zikredilmiştir. Rahman ismi yalnız ALLAH’a mahsustur. ALLAH’tan başkası bu isimle vasıflandırılamaz.” (Ebu’l-Leys Semerkandi, Tefsiru’l-Kur’an, 1, 48 )
“Rahman’ ismi ALLAH’a has bir isimdir. ‘Rahim’ ismi ise hem Ona hem başka varlıklara verilebilir. Eğer buna göre ‘Rahman’ın ifade ettiği anlam daha büyüktür; o halde büyük olanı zikrettikten sonra, küçük olanı niye zikretmiştir?’ denilirse, buna cevabımız şudur:
Çünkü büyük olandan önemsiz ve basit şey istenmez.
Anlatıldığına göre, birisi, bir büyüğün yanına giderek: ‘Ufak bir şeyden ötürü sana geldim’ demiş. O da bunun üzerine: ‘Önemsiz şeyler için önemsiz bir adam ara!’ diye cevap vermiştir.
Buna göre Cenab-ı Hakk sanki şöyle demiş olur: ‘Eğer Rahman ismini kaydetmekle yetinseydim, Benden utanır ve Benden basit isteklerde bulunman imkansız olurdu. Ancak sen, Benim ‘Rahman’ olduğumu bildiğin için, Benden büyük şeyler istersin; ama Ben aynı zamanda ‘Rahim’im. O halde Benden ayakkabının bağını ve tencerenin tuzunu da iste!” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 327)
İslam Alimlerine Göre Besmelenin Değeri, Önemi ve İşlevi:
“Cenab-ı Hak Kendisini Rahman ve Rahim diye adlandırdı. O halde nasıl merhamet etmesin? Anlatıldığına göre bir dilenci zengin bir kimsenin kapısında durarak, bir şeyler istemişti. Bunun üzerine kendisine çok az bir şey verildi. İkinci gün, elinde bir baltayla geldi ve kapıyı kırmaya başladı. Ona, ‘Ne yapıyorsun?’ denilince şöyle cevap verdi: ‘Ya kapı verilene uygun olacak ya da verilen kapıya uygun…’ Ey Rabbimiz! Merhamet denizlerinin, Senin rahmetine oranı, zerrenin Senin Arş’ına oranından daha küçüktür. Kitabının başında rahmetinin sıfatını kullarına bildirdin. Öyle ise bizi rahmetinden ve lütfundan mahrum bırakma.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 236)
“Çoğu kez, hükümdarın kölelerinin, at, katır ve eşek gibi hayvanları satın aldıklarında, hükümdarın düşmanlarının bu mallarda gözü olmasın diye, hükümdarın damgasını onların üzerine vurdukları görülür. Tıpkı bunun gibi, Cenab-ı Hakk da şöyle buyurmuştur: Şüphesiz senin ALLAH’a olan itaatine karşı çıkan, şeytan isminde bir düşmanın vardır. Öyle ise bir işe başladığında, düşmanın onda gözü olmasın diye, ‘Bismillahirrahmanirrahim’ diyerek ona damgamı vur.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 236)
“Besmelede ‘ALLAH, Rahman ve Rahim’ ismlerinin zikredilmesinin hikmeti, Kur’an-ı Kerim’de muhatap alınanların üç kısım olmasındandır.
Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: ‘Onlardan kimi kendine zulmeder, kimi orta yolu izler, kimi de ALLAH’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır.’ (35/Fatır:32) Bu ayette Cenab-ı Hakk, sanki şöyle buyurmaktadır: “Ben hayırlarda önde olanların ALLAH’ıyım. Orta yolu tutanların Rahman’ıyım. Zulmedenlerin de Rahim’iyim.’
Aynı şekilde, ‘ALLAH’, lütuflarda bulunan; Rahman, seçkin kullarının küçük hatalarını bağışlayan; Rahim de kabalığı bağışlayandır. Rahmetinin mükemmelliğinden dolayı, Cenab-ı ALLAH adeta şöyle diyor: ‘Ey kulum! Ben senin öyle durumlarını biliyorum ki, eğer anne ve baban onları bilmiş olsaydı, seni terk ederlerdi. Eğer hanımın onları bilseydi, sana cefa ederdi. İnsanlar bilseydi, hemen senden kaçarlardı. Komşun bilseydi, evini yerle bir etmeye çalışırdı. Ben, bütün bunları biliyorum ve fakat, Benim Kerim bir Rabb olduğumu bilesin diye, lütfumla onları örtüyorum.” (Fahrüddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, 1, 239)
“Ve ‘Rahman’ isminde adaletin düzenine ve rahmetin cilvelerine işaret var. Çünkü çeşitli ve karmakarışık olan yaratılmışlar (O’nun) düzenlemesi ile güzelleşmiştir. Ve rahmetin yansımalarına mazhar olabilirler. Ve ‘Rahim’de yeniden dirilişe işaret vardır. Çünkü, anlamında hem affetmek, hem rahmet ve şefkat etmek ve bu geçici dünyada o dört anlam (Kur’an’ın temel anlamları: Tevhid, Nübüvvet, Haşir, Adalet) bütün gerçekliği ile tam bir biçimde görünmediğinden elbette başka bir yerde o anlamlar tam olarak ortaya çıkacaktır. Hem rahmet ve şefkat gerçekliği ile dirilmemek üzere öldürmenin bir arada olabilmesi mümkün değildir. Demek ‘Rahim’deki şefkat parmağını Cennet’e uzatmış gösteriyor.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 2, 1849)
Neden Önce Rahman İsmi Zikredilmiştir?:
“Neden önce Rahman zikredilmiştir, halbuki aşağıdan yukarıya çıkılması gerekirdi? Çünkü dünya rahmeti öncedir de ondan. Bir de o özel isim gibi olduğundan ALLAH’tan başkasına sıfat olamaz. Zira manası gerçek nimet veren, rahmette son dereceye varan demektir. Bu da başkasında gerçek olarak bulunmaz. Zira başkası iyiliğinin karşılığını bekler. Nimetinden sevap almak ya da onunla övülmek veya içine düşen sıkıntıyı gidermek veyahut içinden mal sevgisini atmak ister. Sonra başkası bu hususta aracı gibidir. Çünkü nimetin kendisi, varlığı, onu elde etmek için gereken kudret ve onu meydana getiren sebep, ondan yararlanma imkanı, ondan güç almak vs. gibi bütün şeyler ancak ALLAH’ın yardımı ile olur.” (Kadı Nasırüddin el-Beydavi, Beydavi Tefsiri, 1, 21)
Rahman ve Rahim İsimlerinin Sadece ALLAH İçin Kullanılmasının Hikmeti:
“Bu isimlerin Yüce ALLAH’a tahsis edilmesi şunun içindir: Arif olan bilmelidir ki, bütün işlerde yardımı istenen gerçek Ma’bud, O’dur. Nimetlerin peşin ve veresiyesini, önemli ve önemsizini gerçek veren O’dur. O zaman arif her şeyiyle ALLAH’ın pak huzuruna yönelir, Tevfik ipine sarılır, içini O’nun zikri ile meşgul eder ve başkasına karşı yalnız O’ndan yardım diler.” (Kadı Nasırüddin el-Beydavi, Beydavi Tefsiri, 1, 21)
1/Fatiha:2- Hamd, alemlerin Rabbi ALLAH’a mahsustur.
Hamd’in İman ve ALLAH’ı Bilmek Boyutu:
“Evet, Evrende hamde ve şükre sebep olan ve bilinçli bir biçimde insana verilen nimetler, özellikle kan ve fışkı içinden safi, temiz, gıdalı sütü aciz yavrulara göndermek ve bilinçli olarak yapılmış bağışlar ve hediyeler ve merhametli ikramlar ve ziyafetler Yer Yüzünü belki bütün Evreni doldurmuş. Onların fiatı da, başta ‘Bismillah’, sonda ‘Elhamdülillah’, ortada nimette nimetin verilişini hissetmek ve Rabbini onunla tanımaktır.
Sen kendi nefsine, midene, duygularına bak. Ne kadar şeylere, nimetlere muhtaçtırlar. Ve ne derece hamd ve şükür fiatıyla rızıkları, lezzetleri isterler, gör; her canlıyı kendinle karşılaştır. İşte bu büyük nimet verişler karşılığında sözle ve beden diliyle edilen sayısız hamdler, çok kesin bir biçimde bir Mabud-u Mahmud (Övülen ve Hamdedilen İbadet Edilmeye Layık Varlık=ALLAH), bir Mün’im-i Rahim’in (Rahmet Sahibi Nimet Veren) varlığını ve her şeyi kaplamış olan rububiyetini güneş gibi gösterir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 1, 1121)
Nimetin Gerçek Sahibi Her Durumda ALLAH’tır:
‘Hamd ALLAH’a mahsustur’ “Eğer nimet veren, kendisine nimet verilenden; hoca, öğrenciden ve adil hükümdar da halkından gelecek hamde hak sahibi değil midir? Nitekim Hz. Peygamber (O’na Binler Selam) ‘İnsanlara hamd etmeyen (teşekkür etmeyen), ALLAH’a hamd etmemiş olur’ buyurmuştur, denilirse deriz ki; başkasına nimet veren herkes bilmelidir ki, gerçek nimet veren Yüce ALLAH’tır. Çünkü eğer Cenab-ı Hakk, başkasına nimette bulunan kimsenin kalbinde bu eğilimi yaratmamış olsaydı, o kişi ikramda bulunmaya yönelmezdi; eğer Yüce ALLAH, o nimeti yaratmasa, nimet veren kimseyi o nimete malik kılmasaydı ve kendisine nimet verilen kimseye de bu nimetten yararlanma imkanı vermeseydi, o nimetten yararlanılamazdı. İşte bu sebeple, gerçek nimet verenin sadece Yüce ALLAH olduğu ortaya çıkar.” (Fahruddin er-Razi; Tefsir-i Kebir, 1, 309)
Rabb, Ne Demektir?:
“Rab’ üç manaya kullanılır: Birincisi: Mülk sahibi demektir; mesela ev sahibi gibi. İkincisi: Islahatçı manasınadır, mesela: Bir şeyi ıslah etti, denir. Üçüncüsü: emrine itaat edilen efendi demektir. (İbn-i Cevzi; Zadü’l-Mesir…, 1, 17)
“Rabb, aslında mastardır, terbiye manasınadır. O da bir şeyi yavaş yavaş kemale erdirmektir.” (Kadı Beydavi, Beydavi Tefsiri, 1, 22)
“Rabb, yetkisini kullanan mal sahibidir. Sözlükte efendiye ve ıslah için hareket eden kimseye denir. Bütün bunlar Yüce ALLAH için doğrudur. Rabb, tek başına ALLAH’tan başkası için kullanılmaz, ancak izafetle kullanılır; ‘rabbüddar’ (ev sahibi) vs. gibi. Rabb’in İsm-i A’zam olduğu da söylenmiştir.” (İbn Kesir, İbn Kesir Tefsiri, 1, 68 )
“Arapça ‘Rabb’ kelimesi, başka bir dilde tek bir terim ile kolayca ifade edilemeyecek kadar geniş ve girift bir anlamlar demetini kapsar. Bu ifade, bir şeyin sahipliği ve bunun gereği olarak o şey üzerinde otorite iddiasında bulunma ve bir şeyi başından sonuna kadar kurma/oluşturma, sürdürme ve besleme kavramlarını içerir.” (Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, 2)
“ALLAH’ın, insanlar için olan Rububiyeti, terbiyesi ile kendini gösterir. Bu terbiye de iki kısımdır: Birincisi: Yaratması; bedeni, ruhi ve akli kemallerine yöneltmesi… İkincisi ise: Onlardan bazısına vahyetmek yoluyla, uydukları takdirde ilim ve amel ile fıtratlarını mükemmelleştirebilecekleri düzeni öğretmesidir. İnsanların Rabbinden başkasının onlara ibadet koyması veya O’nun izni olmaksızın kendiliğinden onlara herhangi bir şeyi haram veya helal kılması makul olamaz. (Reşid Rıza, Menar, 1, 51)
Kur’an’a göre insanlar için bazı şeyleri haram, bazı şeyleri ise helal kılma yetkisi, uluhiyetin özelliklerindendir. yahudiler ve hıristiyanlar hakkında şu mealde bir ayet vardır: ‘Onlar, hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesihi ALLAH’tan başka rabler edindiler. Oysa, tek Tanrı’dan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Ondan başka tanrı yoktur. ALLAH, koştukları ortaklardan münezzehtir” (9/Tevbe:31) (Suat Yıldırım, Fatiha ve En’am…, 20)
“Uluhiyeti tanımlamak için Kur’an’da, ALLAH lafzından sonra (2697), en çok kullanılan (970 defa) bir sıfattır.” (Suat Yıldırım, Fatiha ve En’am…, 20)
Alemlerin Rabbi Ne Demektir?:
“Rabb’, terbiye ve ıslah etmek anlamlarındadır. Bu, ‘alemler’ açısından onları gıdalarla ve hayatta kalmak için muhtaç oldukları şeylerle besleyen, eğiten ve yetiştiren demektir. İnsan hakkında kullanılınca dış dünyası olan bedenini nimetle, iç dünyası olan kalbini de rahmetle eğiten anlamınadır.” (İsmail Hakkı Bursevi, Bursevi Tefsiri, 1, 38 )
“Kur’an, ‘Rabbi’l-avalim’ demiyor da ‘Rabbi’l-alemin’ diyor ve bununla özellikle akıl sahibi varlıkları üstün tutarak onların dikkatlerini çekiyor. Çünkü ‘alemin, alemun’ gibi cem-i salim diye nitelenen çoğullar akıllı kişilere özgü olduğundan bunun meali: ‘Bütün aleminin/alemlerin, bütün yapı elemanlarının ve özellikle hepsinden üstün olan akıl sahibi alemlerinin tek Rabbi’ demektir.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini…, 1,67)
“Bir ayette ‘Alemlerin Rabbi’ ifadesi, ‘Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunan her şeyin (kainatın) Rabbi’ diye açıklanmıştır (26/Şuara:23-24)” (Heyet, Ayet ve Hadislerle Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, 3)
Alemler, ALLAH ile; ALLAH, Alemler ile Bilinir:
“Rabbi’l-alemin’ denince her insan, kendi görebildiği kadar olsun bütün alemlere zihninde bir geçit resmi yaptırır ve yaptırınca da o anda terbiye kanununu (ALLAH’ın, Evren’i daha mükemmel bir duruma doğru geliştirmesi) görür. Demek biz Rabbimizi, alemlere bakarak bileceğiz ama, alemleri de ancak O’na dayandırmakla/O’na ait olduklarını vurgulayan bir tamlama şekline getirerek tanıyabileceğiz.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini…, 1, 69)
1/Fatiha:3- O, Rahman’dır, Rahim’dir.
Rahman ve Rahim İsimlerinin Bu Ayete Özel Anlamları:
“Daha ilk yaratılışta yani dünya aleminde iken, güzel isimlerinin (Esma-i Hüsna) ve yüce sıfatlarının adem (yokluk) aynası üzerine yansıyan gölgeleri ile kainattaki her şeyin imdadına yetişmek suretiyle onları var eden ve yaratandır.” (Abdülkadir Geylani, Geylani Tefsiri, 1, 43)
“Ahirette yüce semanın ve aşağı yeryüzünün dürülmesiyle birlikte her şeyi, başlangıçta her şeyin Kendisinden geldiği ve sonunda Kendisine döneceği yere tekrar döndürendir.” (Abdülkadir Geylani, Geylani Tefsiri, 1, 43)
“(ALLAH, Kendisini) ‘Alemlerin Rabbi’ olarak nitelendirmesinde korkutma anlamı bulunduğundan dolayı hemen arkasından ‘Rahman ve Rahim’ ile nitelendirmiştir. Çünkü bu da (korkutmanın aksi olan) teşvik içermektedir. Böylelikle Yüce ALLAH hem Kendisinden korkmayı, hem de nimetlerine ümit beslemeyi ifade eden niteliklerini bir arada zikretmiş olur. Bu, O’na itaatte daha çok yardımcı olsun, isyandan daha çok uzaklaştırıcı olsun diye böyle gelmiştir. Tıpkı Yüce ALLAH’ın şu buyruklarında olduğu gibi: ‘Kullarıma haber ver; işte Ben öyle Gafur, öyle Rahim’im (bağışlaması sonsuz, rahmeti sonsuz) Benim azabımın can yakan bir azap olduğunu da bildir.’ (15/Hicr:49-50); ‘Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı çetin olan, lütuf sahibi.’ (40/Mü’min:3)
Müslim’in Sahih’inde yer alan Ebu Hüreyre’den gelen rivayete göre Rasulullah (O’na Binler Selam) şöyle buyurmuştur: ‘Eğer Mü’min, ALLAH katında bulunan cezanın ne olduğunu bilse hiçbir kimse O’nun Cennet’ini ummaz. Eğer kafir de ALLAH katındaki rahmeti hiç kimse O’nun Cennet’inden ümit kesmez.” (Müslim, Tevbe, 23)
“Besleyip büyüten, yetiştiren, terbiye eden anlamına gelen ‘Rabb’ ismi rahmet ifade eden ‘Rahman ve Rahim’ isimleriyle her zaman, mutlaka yan yana olmayı gerektirmez. Şu halde ‘Rahman’ ve ‘Rahim’in, ayetlerin sıralanışında ‘Rabb’ kelimesinden hemen sonra gelmesi, Yüce ALLAH’ın, Kendisi için hiçbir zorunluluk olmadığı halde, kainatta kahrı ile değil lütfu ile tasarruf ettiğini ve rahmetinin azabından önde geldiğini ve tasarruflarını en güzel şekilde gerçekleştirdiğini ifade eder.” (Şeyhülislam Ebussuud Efendi, Ebussuud Tefsiri, 1, 60)
“Rahman ve Rahim sıfatlarının Rab kelimesinden sonra gelmesi, ALLAH’ın her zaman ve her yerde yarattığı bütün insanları esirgeyici ve bağışlayıcı olduğunu, zalimlikten münezzeh olduğunu gösterir. Bu konuda Ebu Hayyan şöyle der: ‘Bu surenin başındaki kelimelerin sıralanışında görüldüğü gibi Rabb kelimesi efendi, sahip ve mabud manalarından hangisini taşırsa taşısın, Cenab-ı Hakk’ın bir sıfatını dile getirir. Rabb sıfatından sonra Rahman ve Rahim sıfatlarının gelişi, belagat ilmine göre en uygun ifadedir. İnsan bir hata veya günah işlediğinde ALLAH’a karşı af isteyebilme gücünü yine O’ndan alır.” (Ebu Hayyan, Bahru’l-Muhit, 1, 10) (Muhammed Ali Sabuni, Ahkam Tefsiri, 29)
“Rahman, Rahim’in öncesiyle bu iki sıfatın bir araya gelişini gerektiren şöyle bir ilişki vardır ki:
Biri yararlı şeyleri elde etmek, diğeri zararlı şeyleri uzaklaştırmak biçiminde terbiyenin (pedagoji) iki temel kuralı vardır. ‘Rezzak’ (Rızık Veren) anlamına olan ‘Rahman’ birinci temel kurala, ‘Gaffar’ (Bütün Günahları Bağışlayan) anlamını ifade eden ‘Rahim’de ikinci temel kurala işaret ettikleri için birbiriyle bağlanmıştır.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 2, 1162)
“Fatiha Suresi’nde verilen ALLAH’a ait isim ve sıfatlar, daha önceki surelerde öğretilmeye başlanan ALLAH algısının bir devamı niteliğindedir. Özellikle Fatiha’da verilen sistematik ifadelerle Mekke ve Arap toplumundaki İslam dışı ALLAH anlayışı ters yüz edilmiştir. Şöyle ki: Bu ayetler indiğinde insanlık çeşitli fikir akımları, vehimler, efsaneler ve felsefi görüşler üzerine oturmuş yanlış tanrı algılayışlarına sahip idiler. İnsanların bir kısmı Aristo’nun: ‘Şüphesiz ALLAH kainatı yarattı. Ondan sonra onu kendi haline bıraktı. Zira ALLAH, daha aşağı olan bu alemle uğraşmaktan münezzehtir. O, ancak Kendi Varlığını düşünür’ şeklindeki görüşü benimsemişti. Başka bir kısmı da kullarına karşı öfkeli, onlara sürekli hileler hazırlayan ve onlardan intikam almak için fırsat kollayan bir tanrıya inanıyorlar ve bu tanrının öfkesinden kurtulabilmek için Yunan mitolojisindeki Olimpos tanrıları gibi, aracı ve şefaatçi ilahlar ediniyorlardı. Alt tabaka ise, Daru’n-Nedve (Mekke Şehir Meclisi) üyelerinin dışında bir ‘Rabb’ tanıyamamıştı.
Sonuç olarak; insanlar ancak Kur’an ile gerçek ilah ve ‘Rabb’i, ‘Rahman, Rahim’ ALLAH’ı gereği gibi tanıyabilmiştir.” (Seyyid Kutub, Fizılal…, 1, 38,40; Hakkı Yılmaz, İşte Kur’an, 1, 131)
1/Fatiha:4- Din gününün sahibidir.
Mâlik ve Melik Arasındaki Anlam Farkı:
“Ödül ve ceza (din) gününün hakimi’ diye çevirdiğimiz tamlamada geçen ‘Mâlik’, ‘malın, mülkün sahibi’ demektir. Kıraat alimlerince ‘hükümdar, iktidar sahibi’ anlamında ‘melik’ şeklinde de okunmuştur. İnsanlar için kullanıldığında mâlik ile melik arasında güç, yetki ve tasarruf hakkı bakımlarından önemli farklar vardır. Mal ve mülkün sahibi (mâlik) kişinin başkalarına hükmü geçmez, başkalarına hükmü geçen hükümdar (melik) ise her malın ve mülkün sahibi değildir. Yüce ALLAH hakkında mâlik ve melik sıfatları kullanıldığı zaman anlam çerçevesinde bir eksiklik olamaz; çünkü O hem alemlerin sahibidir hem de herkese ve her şeye hükmü geçer; O’nun iktidarı üstünde bir iktidar tasavvur bile edilemez. Melik, O’nun Zat’ına, Mâlik ise fiiline ait sıfatlardır.” (Heyet, Kur’an Yolu, 1, 61)
ALLAH Aslında Bütün Günlerin Maliki Değil midir?
“Soru: Cenab-ı Hakk’ın herşeye malik olduğu bir gerçek iken, bu ayette sadece yeniden diriliş ve ceza günüyle sınırlandırılması nedendir?
Cevap: Şu alemin, insanlarca, aşağılık ve değersiz sayılan bazı şeyleri ile ALLAH’ın kudretinin doğrudan ilişkisi ALLAH’ın yüceliğine uygun görülmediğinden, ortaya konmuş olan dışsal nedenlerin o gün kaldırılmasıyla; herşeyin şeffaf, parlak içyüzüyle tecelli edip Sanatkarını, Yaratıcısını aracısız göreceğine işarettir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, 2, 1162)
Allah Sevgisi ve Allahu Tealayi Bilmeye ileten iki Yol
ALLAH TEÂLÂ’YI BİLMEYE İLETEN İKİ YOL
Hamd, yalnızca Allah’adır. Salât ve selâm da Peygamberimiz Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-‘edir.
Rab Teâlâ, kendisini bilmeye dâir bilgiyi Kur’an’da kullarına iki yolla haber vermektedir:
Birincisi: Yaratmış olduklarına bakmak.
İkincisi ise: Âyetleri üzerinde düşünmek ve tefekkür etmek.
İlki şahit olup,bakılan âyetleridir.Diğerleri ise; işitilen ve akledilen âyetleridir.
İlkine gelirsek; Kur’an’da bununla ilgili birçok âyet vardır. Meselâ şu âyetlerde olduğu gibi:
“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akıp giden gemide, Allah’ın yukarıdan bir su (yağmur) indirip de onunla yeri ölümünden sonra diriltmesinde, diriltip de üzerinde deprenen hayvanları yaymasında, rüzgarları değiştirmesinde, gök ile yer arasında emre hazır olan bulutta, şüphesiz akıllı olan bir topluluk için elbette Allah’ın birliğine deliller vardır.” [1]
Bir âyet de şöyledir:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde, selim akıl sahipleri için gerçekten açık, ibretli deliller vardır.” [2]
Diğerine gelirsek; bunun hakkında da âyetler çokçadır. Mesela şu âyetlerde olduğu gibi:
“Kur’ân’ı gereği gibi düşünmezler mi? Eğer Kur’ân, Allah’tan başkasına âit olsaydı, elbette içinde birçok tutarsızlıklar bulurlardı.” [3]
“Öyle olmasaydı, Kur’ân’ı düşünmezler mi? Yoksa kalplerinin üzerinde üst üste kilitler mi var?” [4]
“Onlar bu sözü (Kur’an’ı) hiç düşünmediler mi? Yoksa kendilerine, daha önce geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?” [5]
“Bu, sana indirdiğimiz mübârek bir kitaptır ki, insanlar onun âyetlerini düşünsünler ve temiz akıl sahipleri ibret alsınlar.” [6]
Yaratılmışlarına gelecek olursak; bunlar da fiile delâlet ederler.Fiiller de sıfatlara delâlet ederler. Çünkü ortaya konan şey; fiili işleyene yani fâiline delâlet eder. İşte bu da O’nun var olduğunu, kudret sahibi olduğunu, istediğini yapan olduğunu ve ilminin olduğunu gerektirir. Çünkü var olmayanın bir tercihli fiili ortaya çıkartması ya da var olduğu hâlde diri olmaması ya da kudreti bulunmaması, ilminin ve irâdesinin olmaması asla mümkün değildir.
Sonra mahlukâtın farklı farklı özellikleri, O’nun rahmetinin olduğuna delâlet ederken, bu mahlukâtı cezalandırması da O’nun gazabının olduğuna delâlet eder.
Bunlardaki ikramlar, yakınlıklar, cömertlikler ve yardımlar da O’nun sevgisinin olduğuna, onlardaki ihânetler, uzaklaşmalar ve öfkelenmeler de O’nun gazaba geldiğine ve kızdığına delâlet eder.
Aynı zamanda mahlukâtın son derece zayıf ve bayağılaşmış bir şeyi sonradan tastamam ve yeni hâle sokmaları da O’nun öldükten sonra canlıları dirilteceğine delâlet eder. Bitkiler âleminin durumu, hayvanlar âlemi ve suların, rüzgarların vb. değişmesi de yine O’nun öldürdükten sonra diriltmesinin mümkün olduğunu ortaya koyar. Rahmetini esirgemediği kimselerde bu rahmetin izlerinin belli olması ve mahlukâtına nimetler bahşetmesi de peygamberliğin hak bir konu olduğuna delâlet eder.
Yine mahlukatın tamamlayıcı unsurlarından bir tamamlayıcı unsur da, nasıl yok olduğunda noksan oluyorsa, bu tamamlayıcı unsurları verenin ve onları alanın da, bunları (yaratmada) tek hak sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla O’nun yaratmış oldukları, O’nun (Allah’ın) sıfatlarına ve peygamberlerin haber verdiklerinin doğruluğuna en çok delâlet eden şeylerdir.
Doğadaki âyetlere de şâhit olmakta ve işitmek suretiyle tefekkür edilen âyetleri doğrulamaktadır.Allah Teâlâ’nın var olduğuna dâir deliller getirmektedir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Biz onlara hem ufuklarda, hem kendi nefislerinde delillerimizi göstereceğiz ki, Kur’ar’ın hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Senin Rabbinin her şeye şâhit olması yeterli değil mi?” [7]
Yani Kur’an hak bir kitaptır. Bundan dolayı yüce yaratan, görülen âyetleri (delilleri) onlara göstereceğini ve âyetlerinin hak olduğunun onlara apaçık belli olacağını haber vermiştir. Sonra da peygamberlerinin doğruluğuna dâir deliller ve burhanlar göstermiş, haberlerinin doğru olduğuna dâir kendisini şâhit tutmasının yeterli olacağını haber vermiştir.
Nitekim O’nun âyetleri de O’nun doğruluğuna şâhitlik etmektedirler. O da Peygamberinin doğruluğuna âyetiyle şâhit olmaktadır.O şâhit olandır ve şahit tutulandır.O delildir ve kendisiyle delillendirilendir. O kendi nefsiyle kendisine delil olandır.
Bazı ârif kimselerin dediği gibi: “Benim için her şeyime delil olana (Allah’a) nasıl delil istiyeyim?” Kuşkusuz O’nun varlığı daha açık olduğu hâlde… O’nun hakkında nasıl bir delil istersin?
Nitekim peygamberler kavimlerine şöyle dediklerini haber vermiştir:
“Peygamberleri onlara: Hiç gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe edilir mi? O günahlarınızı affetmeye çağırıyor ve belirli bir süreye kadar size süre veriyor, dediler. Onlar ise: Siz, bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsiniz, siz bizi atalarımızın ibâdet ettiği tanrılardan vazgeçirmek istiyorsunuz. O halde bize açık delil getirin, dediler.” [8]
Yani O, her bilinenden daha bilinen olduğu, her delilden daha açık şekilde varlığı belli olduğu hâlde…
Özetle… Her şey gerçekte Allah Teâlâ’nın var olduğunu bildirir.
Bakmak ya da fiil ve ahkâmıyla deliller getirmek sûretiyle bu şeyler bilinir.
--------------------
ALLAH SEVGİSİ
Davud (a.s) şöyle dua ederdi:
–Ey Rabbim! Senin sevgini bana canımdan, kulağımdan, gözümden, ailemden ve buz gibi sudan daha sevimli kıl.”[1]
Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Allah ve Rasulünü her şeyden çok seven kimse imanın tadını almıştır.” [2]
Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Kıyamet için hazırlanacak azık; Allah ve Rasulünün sevgisidir. Bu sevgi sayesinde sevdiklerinle beraber olursun.” [3]
1-Çocuk, Allah Sevgisini Anne-babasından Öğrenir:
Bir bebek, Allah’ın rahmetinin en büyük eseri olarak anne rahmine düşer. İşte o günden sonra, doğumuna ve ölümüne kadar anne-babaya hediyedir çocuk.. Günü geldiğinde alınacak emanettir. Bedeni miniciktir, aklı ve kalbi tertemizdir. Daha annesinin karnındayken, annesinin sevdiklerini sevmeye başlar.
Onun için bir bakıma kalbinin sevgili listesini de anne-baba yazar.. Bir bebeğin sevgi serüveni, anne-babasının kendi varlığından haberdar olduğu gün başlar. Eğer anne, bebeğinin varlığını bir müjde olarak kabul ederse, bazı özel hormonlar kanına karışarak onu anneliğe hazırlar. Bu dönemden sonra ise Allah’ın pek çok rahmeti anne üzerinde tecelli etmeye başlar. Bebeğini canından bile çok sevmesi, onun için her türlü fedakarlığı yapması, şefkati, merhameti, koruyuculuğu, yumuşaklığı, hoşgörüsü, sabrı, sorumluluğu bu rahmetin birer eseridir. Annenin bunları hissetmesi, bebeğin de bunları hissetmesi anlamına gelir. Annesinin duaları, hamd etmesi, şükretmesi, umutları bebeğin kalbine yer eder. Daha doğmamışken bile kalbi, Allah’a sevgi ve şükranla doludur minicik yavrunun.. Bundan sonra önemli olan, o sevgiyi devam ettirebilmektir.
Bebeğin ilk sevgi eğitiminde babanın rolü de az değildir. Eşinin hamilelik haberini bir müjde olarak karşılaması, zor döneminde ona anlayış göstermesi, çocuklarının eğitimi, geleceği konusunda sohbet etmesi, anneye destek vermesi, yüreklendirmesi, maddi ve manevi anlamda gereken yardımları üstlenmesi, eşinin karnına elini koyarak bebekle konuşması, kendisini babalık şefkatine ve sorumluluğuna hazırlaması, bebeğin Allah’a olan sevgisinin gelişmesinde çok önemlidir. Anne, babayla bebek arasındaki iletişim kablosu görevi yapar. Eşinden aldığı sevgiyi, desteği ve ilgiyi eksiksiz bir şekilde bebeğine yansıtır.
Bunun aksi olarak hamilelik haberini kabus gibi karşılayan anne-baba bebeğe olumlu bir sevgi yansıtamazlar. İstenmeyen çocukların anne-babalarıyla olan ilişkileri de, Allah’la olan ilişkileri de sağlıksız olmaktadır.
2-Sevgi Merkezli Bir Allah İnancı:
Anne-babanın çocuklarına Allah hakkında yaptıkları ilk tanım; “Allah çocukları çok sever” olmalıdır. Allah’ın kullarına olan merhameti, şefkati, acıması, verdiği nimetler çocuğa anlatılmalıdır.
Anne-babanın Allah’a olan sevgilerini çocuklarına sık sık göstermeleri, çocuğun da Allah’a olan sevgisinin devamını sağlayacaktır. Bir anne-babanın:
-Allah bizi ne kadar da çok seviyormuş! Senin gibi güzel bir çocuğu bize vermiş.
-Canım Allah’ım! Biz seni çok seviyoruz. Sen de bizi çok sev. Sevgili Allah’ım! Sana çok teşekkür ederiz vb. ifadeler kullanması, çocukta “Allah sevilir” inancını oturtur.
Cenneti, cennette güzel kullar için hazırlanan nimetleri anlayabileceği bir dilde çocuğa anlatmak, çocukta cennet sevgisiyle beraber Allah sevgisini de geliştirecektir.
3-Korku Merkezli Bir Allah İnancı:
Rasulullah(s.a.v) şöyle buyurdu:“..Ergenlik çağına erişinceye kadar çocuktan kalem kaldırılmıştır.”[4]
Bu, çocukların değil de anne-babaların kesinlikle bilmesi gereken bir hadistir. Anne-babalar bu hadisi bildikleri ve uyguladıkları zaman, bir hata karşısında çocuklarına yetişkin muamelesi yapmaktan kaçınacaklardır. Çocuklar bu hadisi bildiğinde ise; “Bana zaten 15 yaşıma kadar günah yazılmayacak” deyip kötü davranışları hafife alır, özür dileme ve tevbe etme özelliklerini kazanamayabilirler.
Çok sık rastladığımız hatalardandır; çocukları Allah’la, azapla ve cehennemle korkutmak..
-Yaramazlık yaparsan Allah seni taş eder!
-Bizi üzersen Allah seni cehenneme atar!
-Sözümü dinlemezsen, Allah seni hiç sevmez!
Çocuklarımızı Allah’la ve cehennemle korkutmak, onlara yapabileceğimiz kötülüklerin en büyüğüdür. Bunun sonucunda, çocuklar Allah’tan nefret edeceklerdir. Allah’la ve cehennemle korkutulan çocuklarla konuşulduğunda; “Ben Allah’ı sevmiyorum, çünkü Allah’ın cehennemi varmış. Allah yaramazlık yapan çocukları taş yapıyormuş” gibi cevaplarla sıkça karşılaşılabilir. Çocuk için yaramazlık kaçınılmaz olduğuna göre, o zaman hiçbir çocuğun bu konuda şansı yok demektir.
Çocuklarımıza küçük yaşlarında cehennemi, cehennemdeki azap çeşitlerini anlatmak da ruhsal gelişimleri açısından tehlikelidir. Tabii ki kıssa içinde veya konuşulurken cehennem bahsi geçecektir. Çocuk sorduğu takdirde anlayacağı bir dil seçerek; “Dünyada iken çok kötülük yapan insanları Allah’ın cezalandırdığı yer” demeliyiz. Cehennem üzerine olan bahsi de fazla uzatmamalıyız.
Çocuk anne-babasına:
-Yaramazlık yaptığım zaman Allah beni sevmez mi? Cehenneme mi atar? diye sorduğunda anne-baba şöyle cevap vermelidir:
-Hayır, Allah çocukları hep çok sever. Onları hiçbir zaman cehenneme atmaz. Cennette çocuklar Hz. İbrahim dedelerinin yanında oyun oynayacaklar. Pek çok arkadaşları olacak. Anneleri, babaları da yanlarında olacak. Ama bir hata yaptığımız zaman, özür dileriz. “Özür dilerim Allah’ım, beni affet” dediğimiz zaman Allah bizi affeder. Allah bile bile hata işlemeye devam eden büyüklere ceza verir.
Böylece çocuktaki sevgi dolu bir Allah inancı yıkılmamış olacaktır.
Gerçek Bir Hikaye
“Çocuklarına söz geçiremeyen aciz bir anne tanımıştım. Bu kadın zorda kalınca çocuklarını üç şeyle korkuturdu: Baba, öcü ve Allah.
Çocuklar oyun oynarken gürültü yapıp söz dinlemedikleri zaman hemen birinci silahını kullanırdı: “Akşam babanız gelsin siz görürsünüz. Temiz bir dayak yiyin de aklınız başınıza gelsin!”
Küçük çocuk yatağa girmekte zorluk mu çıkarıyor? Hemen ikinci silahı devreye girerdi: “Çabuk gir yatağına! Yoksa öcüler gelip yer seni!”
Annelerine itiraz mı ettiler, kazara ağızlarından kötü bir söz mü çıktı? Üçüncü silahı hazırdı: “Allah annelerine karşı gelen ve kötü söz söyleyen çocukları cehenneminde yakar!”
Sonunda ne oldu, biliyor musunuz? Çocuklar Allah’tan, babadan ve öcüden aynı derecede korkar ve nefret eder oldular.”
4-Çocukların Boylarından Büyük Soruları:
Çocuklar yedi yaşından önce “Allah’ın hiçbir şeye benzemediği, bizim gibi yiyip içmediği, (ilmiyle) her yerde olduğu” gibi anlatılanları tam olarak kavrayamazlar. Allah’ı insana veya gördükleri başka büyük bir şeye benzetmekten kendilerini alamazlar. Bununla ilgili anne-babalarına ve büyüklerine pek çok sorular sorarlar:
Çocuk:”Anne, Allah ne kadar büyük?
Anne:”Bildiğimiz her şeyden ve herkesten daha büyük.
Çocuk:”Allah babamdan büyük mü?
Anne:”Elbette. Çünkü babanı ve babandan daha büyük adamları yaratan Allah’tır.
Çocuk:”Anne, Allah elini kaldırsa bulutları tutabilir mi? Ayağa kalkınca saçları güneşe değebilir mi? Yoksa dağlar kadar mı büyüklüğü?
-Bak yavrum, Allah’ın büyüklüğünü bulutlara veya dağlara benzeterek anlayamayız. Büyük demek, büyük işler yapan demektir. Hadi seninle Allah’ın yarattıklarına bakalım, böylece ne kadar büyük olduğunu anlayalım. Bizler bir bebek yaratabilir miyiz? Minicik ellerini, ayaklarını, gözlerini, kulaklarını yapabilir miyiz?
Çocuk:”Hayır.
Anne:”Peki, bizler hayvanları yaratabilir miyiz? Kuşları, kedileri, filleri, aslanları, böcekleri? Veya küçücük bir sinek yaratabilir miyiz?
Çocuk:”Hayır.
Anne:”Biz bunları yapamayız. Yapan birisini tanıyor muyuz?
Çocuk:”Hayır.
Anne:”Öyleyse Allah her şeyden daha büyük, daha güçlü ve daha becerikli, değil mi?
Çocuk:”Evet ama biz Allah’ı neden göremiyoruz?
Anne:”Sence biz her şeyi görebilir miyiz?
Çocuk:”Sana bakıyorum ve seni görüyorum.
Anne:”Peki, oturma odasında şimdi kim var, görebiliyor musun?
Çocuk:”Hayır.
Anne:”Senin çok güzel bir aklın ve zekan var değil mi? Bunları görebiliyor musun?
Çocuk:”Hayır.
Anne:”Göremediğimiz için senin aklın yok mu demek?
Çocuk:”Hayır:
Anne:”Peki biz senin aklının olduğunu nasıl anlarız?
Çocuk:”Aklım çalıştıkça.
Anne:”Aferin sana! Biz senin aklının ne kadar güzel olduğunu sorduğun sorulardan, yaptığın güzel davranışlardan anlarız. Allah’ın ne kadar büyük olduğunu da, yarattığı şeylerden, verdiği güzel nimetlerden anlarız.
Çocuklarımızın Allah hakkında sordukları soruları bu örneğe benzer şekillerde cevaplandırabiliriz. Bu arada günümüzde yaygın olan anlatım hatalarından da uzak durmalıyız:
-Allah gökyüzünde yaşar. Allah’ın evi bulutların üstündedir.
(Ayı göstererek):”İşte Allah dede, Allah baba (haşa), bize oradan bakıyor.
5-Tabiatla Barışık Yaşayan Bir Çocuğun Allah’a İnancı Daha Sağlam Olur:
Apartman dairelerinde sıkışıp kalmış çocukların Allah’ın gücünü ve varlığını anlayıp kavramaları daha zordur. Çünkü en çok gördükleri şey; kocaman binalar diken adamlar, işlerine koşuşturan insanlar, alınanlar, satılanlardır.
Çocuğun toprakla beraber olması, böcekleri, kuşları, bitkileri, ağaçları yakından görmesi, onlara dokunması sağlam bir Allah inancının oluşmasında yardımcı olur. Anne-baba çocuğuna tabiatı ne kadar tanıtır, ne kadar sevdirir ve bunları yaratanın Allah olduğunu anlatırsa çocukta ki inanç o derece güzelleşir.
Bahçeli evde oturuluyorsa çocuğun bahçeye bir şeyler dikmesini, onları sulamasını sağlamak, bitkilerin büyüyüşünü çocuğa takip ettirerek Allah’ın gücünü anlatmak güzel bir etkinliktir. Apartmanda oturanlar ise bu etkinliği küçük bir saksı veya kutuda yapabilirler.
Çiçeklerden veya yapraklardan koleksiyon yapmak da çocuklar için faydalıdır. Farklı farklı çiçekler veya yapraklar kurutularak bir dosyanın içine konur ya da bir deftere yapıştırılır. Çocuğa Allah’ın sanatının inceliği, yarattıklarının özel renkleri, desenleri anlatılır.
6-Çocuğa Tevhid İnancının Yerleştirilmesi:
Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:“İman altmış veya yetmiş küsur şubedir. En üstünü; “La ilahe illallah (Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur)” sözü, en düşüğü ise; yoldan eziyet verici bir şeyi kaldırmaktır. Haya (utanma duygusu) da imandan bir şubedir.”[1]
Tevhid; bütün peygamberlerin ortak ve değişmez çağrısıdır.
Yaratan, yaşatan ve rızıklandıran bir Allah’a bütün dünya müşrikleri iman ederler. Sorsan ki onlara; yaratan kim? Rızık veren kim? Gökleri ve yeri yaratan kim? Allah derler, sadece Allah..
Peki kimdir hüküm koymaya yetkili? Hayata, aileye, eğitime, ticarete, siyasete müdahale eden, yön veren? Başkaları, Allah’tan başkaları..
“Lokman (a.s) oğluna öğüt vererek; “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, çünkü şirk; çok büyük bir zulümdür” demişti.” (Lokman 13)
Yeni konuşmaya başlayan çocuklara; “Allah kaç, söyle bakayım?” diye sorular sorulduğunu duyarız hep. Böyle bir soru yanlıştır, batıldır. “Kaç” sorusu, alternatifi olan şeyler için sorulur. Allah’ın ise alternatifi yoktur. Allah’ın birliği küçücük bir soruya bile konu edilemez. Anne-baba çocuğuna ilk olarak; “Allah birdir!” sözlerini öğretmeli ve özüne işlemelidir. Allah her konuda birdir, tektir, ortağı, eşi ve benzeri yoktur.
Yaratmada, rızık vermede, yaşatmada Allah birdir.. Ortağı yok..
Hayatımızın programını çizmede Allah birdir.. Ortağı yok..
Hüküm ve yasa koymada Allah birdir.. Ortağı yok..
Terbiye ve eğitim vermede Allah birdir.. Ortağı yok..
Giyim-kuşam ve yaşam tarzını belirlemede Allah birdir.. Ortağı yok..
Sosyal, ekonomik, siyasal ve askeri alanlarda Allah birdir.. Ortağı yok..
Öldürmede, yeniden diriltmede ve hesaba çekmede Allah birdir.. Ortağı yoktur..
Kendimiz bu inanç üzerine yaşamalı, çocuklarımızı da bu bilinçle yetiştirmeliyiz. Allah’ı birlemedikçe, O’nun sevgisi içimize yerleşmeyecektir. Allah’ı birlemedikçe, güzel ahlakın, güzel ibadetin faydası olmayacaktır.
Dikkat ettiğimizde bugün müslüman aileler, gri renkli çocuklar yetiştirmekteler.. İslam nurdur, aydınlıktır, beyazdır.. Küfür ise zulumattır, karanlıktır, siyahtır.. Bugünkü yetişen nesil; ne beyaz ne de siyah.. İkisinin ortasında gri renk.. Biraz güzel ahlak, namaz, ibadet.. Diğer tarafta küfür, şirk, batıl ve yanlışlar..
Gözlemlediğimiz zaman çocuklar, ikiyüzlü, münafık bir neslin sinyallerini vermekteler. Bunun nedeni; bizim gri renkli hayatımız değil de nedir?
Allah’ı hakkıyla birlemediğimiz, hayatımızın her alanına O’nu dahil etmediğimiz takdirde, ne kendimizdeki ne de çocuklarımızdaki nifakın önüne geçebiliriz.
7-Ek Bölüm:
a-Allah beni yarattı:
Çocuğun yaratılışı hakkında söylenen “Seni bize leylekler getirdi. Biz seni hastaneden aldık. Seni yolda bulduk” gibi asılsız şeyler, çocuğun aklının karışmasına, Allah inancının netlik bulamamasına yol açar. Anne-babalar şunu bilmelidirler ki, sordukları sorulara karşılık çocuklar çok geniş ve ayrıntılı açıklamalar istemezler. Onlara anlayabilecekleri kısa ve öz bir açıklama yapmak yeterlidir. “Ben nereden geldim? Nasıl doğdum?” diye soran bir çocuğa; “Annenle ben Allah’a dua ettik ve bir çocuk istedik. Sonra Allah seni annenin karnında yarattı. Orada büyümeye başladın. Ayaklarınla bazen annenin karnını tekmeliyordun. Süt emecek kadar büyüyünce, annenin karnına ağrılar girmeye başladı. Anladık ki, sen artık aramıza gelmek istiyordun. Hastaneye gittik, doktor teyzeler de yardım ettiler, böylece biz de seni kucağımıza alabildik” gibi hikâyemsi bir anlatım çocukları tatmin edecektir. Sorular devam edebilir, yine uygun cevaplar verilerek, yaratıcının Allah olduğu vurgulanmalıdır.
b-Allah beni görür:
Lokman (a.s)’ın oğluna ettiği şu tavsiye çok önemlidir:“Yavrucuğum! Yaptığın amel (iyilik veya kötülük) bir hardal tanesi kadar küçük bile olsa, bir kayanın içinde, göklerde veya yerin derinliklerinde bulunsa yine de Allah onu senin karşına getirir. Doğrusu Allah en ince işleri bile görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (Lokman 16)
Kimi anne-babalar çocuklarına; “Kardeşine vurduğunda Allah seni görür. Yaramazlık yapınca sana bakar” diyorlar. Çocuklarımıza Allah’ın her halimizde bizi gördüğünü anlatmalıyız. “Allah bizi her zaman görür. Güzel davranışlarımıza sevinerek bakar. Bizim için cennette çok güzel hediyeler hazırlar. Kötü bir şey yaptığımızda yine bizi görür. Bu defa çok üzülür. Ondan özür dileyelim diye bekler, özür dileyince sevinerek bizi affeder. En iyisi, biz hep güzel şeyler yaparak Allah’ı sevindirelim.” Böylece çocuğumuz ilerleyen yaşlarında kendisini gözetleyen bir Rabbinin olduğunu unutmayacaktır.
c-Allah beni duyar:
Burada da sadece kötü sözleri duyan bir Allah değil, güzel sözleri de duyan bir Allah’ı anlatmalıyız. Çocuklar; “Sessizce konuşsam da Allah beni duyar mı?” diye sorarlar. Biz de onlara küçük bir örnekle açıklama yapabiliriz: “Geçen sen hasta olduğunda uyuyordun. Seni uyandırmamak için sessizce Allah’a dua ettim ve seni iyileştirmesini istedim. Allah benim sessiz duamı duydu ve seni iyileştirdi.”
Onlara; “Hiç sesimiz çıkmadan içimizden konuşsak bile Allah bizi duyar. Mesela sen içinden; “Allah’ım seni çok seviyorum” dediğin zaman Allah hemen bu söylediğini duyar. O da sana; “Ben de seni çok seviyorum” der. Sen de bunu kulaklarınla değil, kalbinle hissederek anlayabilirsin.”
“Allah’ım beni görür.
Allah’ım beni duyar.
Allah’ım beni bilir.
Allah’ım beni sever.
Ben de Allah’ımı çok severim.
Allah’ım beni cennetine koy” şeklinde bir duanın yatmadan önce konuşmaya başlayan çocuklara öğretilmesi, tekrar ettirilmesi çocuğun bilinçaltına bu inancın yerleşmesine yardımcı olacaktır.
Ümmü Reyhane
“Eyvah Çocuğumu Şeytan mı Eğitiyor?” isimli eğitim kitabından alıntılanmıştır.
-----------------
DiPNOTLAR :
[1] Bakara Sûresi: 164
[2] Âl-i İmrân Sûresi: 190
[3] Nisâ Sûresi: 82
[4] Muhammed Sûresi: 24
[5] Mu’minûn Sûresi: 68
[6] Sâd Sûresi: 29
[7] Fussilet Sûresi: 53
[8] İbrahim Sûresi: 10
--------------------
DiPNOTLAR 2 :
[1] Kitabu’z-Zühd/Ahmed bin Hanbel 364.
[2] Buhari/İman 14. Müslim/İman 66. Tirmizi/İman 10. Nesai/İman 3. İbni Mace/Fiten 23.
[3] Buhari/Edeb 113. Müslim/Birr 164.
[4] İbni Mace/Talak 15. Tirmizi 1423.
--------------------
Kaynak:
Muhammed Şahin
SIFÂT-I SÜBUTİYYE
Yüce Allah'ın zatının gereği olan ve bu zattan ayrılmayan, ezelî ve ebedî olan vâcib sıfatlar. Bu sıfatların hepsi Kur'an ayetleriyle sabit oldukları ve bu ayetlerden çıkarıldıkları için ve varlıkları Yüce Allah'ın zatında isbat edilmiş olduğu için, "sübutî sıfatlar" diye isimlendirilmişlerdir. Yüce Allah bu sıfatlarla ta ezelde vasıflanmış idi. Bu sıfatların hiç biri sonradan kazanılmış (hâdis) sıfatlardan değildir. Bunların da her biri Yüce Allah'ın zatıyla kaimdir. O'nun Yüce zatı ve varlığı düşünülmeden bu sıfatlardan bahsetmek de mümkün olmaz. Bu sıfat-ı sübutiyye şunlardır :
1. Hayat Sıfatı : Yüce Allah'ın diri, canlı ve ezelî bir hayat ile hayat sahibi olması demektir. Bunun zıddı olan ölü ve cansız olmak, Allah hakkında düşünülemez, mümteni'dir. Allahu Teâlâ'nın bu sıfatına işaret eden pek çok ayet vardır. Meselâ : "Ölümsüz, diri olan Allah'a güven ve O'nu tesbih et!..." diye buyurulmaktadır (Furkân, 25/58 ).
Her şeye can veren, ölü gibi görünen toprağa, kuru sanılan ağaçlara can, hayat ve tazelik veren Allahu Teâlâ'dır. Bütün canlıların hayatı sonradandır ve Yüce Allah'ın yaratmasıyladır. Halbuki Yüce. Allah'ın "Hayat" sıfatı da; zâtı gibi kadimdir, ezelî ve ebedîdir; zatından ayrılmayan, zatı ile var olân vacib bir sıfattır. Zira hayat olmadan diğer sıfatları düşünmek, onlarla Allah'ı vasıflandırmak abes olur. Bu bakımdan sübutî sıfatların ilki "hayat" sıfatıdır.
2. İlim Sıfatı : Allahu Teâlâ'nın ezelî ilmiyle her şeyi bilmesi demektir. O'nun ilmi, kâinattaki her şeyi kuşatmıştır. Evrendeki hiç bir şey O'nun ilminin dışında meydana gelemez. Olmuşu, olmakta olanı ve olacağı gerek küll halinde (genel kurallarıyla); gerekse ayrı ayrı, hepsini bilir. O'nun ezelî olan ilim sıfatıyla muttasıf olduğunu gösteren pek çok ayet-i kerime vardır :
"İçinizde (sinelerinizde) olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerde olanları da yerde olanları da bilir..." (Alû İmran, 3/29).
Şu halde Allah'ın ilmi gizli açık her şeyi kuşatmıştır. Kalblerimizden geçenler de O'na malumdur. Bütün gayb alemi, bizim sınırlı ve sonradan kazanılma bilgimizin ulaşamadığı o âlem, Allah'ın bilgisi dâhilindedir. O'nun ilmi, zatı ile kâim olan, ezelî ve ebedî, bilinenlerle değişmeyen bir ilimdir. Kulların ilmi gibi kazanılmış, sonradan elde edilmiş bir ilim değildir.
3. İrade Sıfatı : Yüce Allah'ın istediğini dileyip tercih etmesi demektir. Yani O'nun, bir işin şöyle olmasını değil de, böyle olmasını veya böyle olmasını değil de, şöyle olmasını dilemesi, dilediği gibi tâyin ve tahsis etmesidir. Evrende olmuş ne varsa, hepsi O'nun dilemesi, iradesi ile olmuştur. O'nun iradesi ve isteği dışında hiç bir şey var veya yok olamaz. Cenâb-ı Hakk'ın "irade" sıfatı, mümkün veya câiz olan şeylere tealluk eder. O'nun iradesi o şeyin olması veya olmaması şıklarından birini tercih eder. Tercih ettiği cihete iradesini tealluk ettirince, o şey de ya hemen oluverir veya olmamasını tercih etmiş ise, o şey olmaz, yok olur.
Bu anlamda Yüce Allah'ın iradesini iki şekilde anlamak kabildir :
a) Tekvinî (kevnî) irade : Bu iradeye "meşiyyet" de denir ki; bütün yaratılmışlara şâmildir. Bir şeye tealluk edince, o şey olmamazlık edemez, her halde vuku bulur. Bu anlamda Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor : "Birleyin olmasını istediğimiz zaman, sözümüz ona sadece "ol!" demektir ve o hemen oluverir" (en-Nahl, 16/40).
b) Teşriî (dinî) irade : Bu irade Cenab-ı Hakk'ın muhabbet ve rızası demektir ki; bu mânâda irade ettiği şeyin herhalde meydana gelmesi vâcib değildir. Çünkü kulların işleriyle ilgilidir. Bu mânâda Yüce Allah; "...Allah size kolaylık murat eder, zorluk istemez" buyuruyor (el-Bakara, 2/185). Bunun anlamı "şayet siz kullar, Allah'ın rıza ve mühabbetinin hilafına zorluk, kötülük, isterseniz; kendisi bunları istemediği dilemediği halde, siz istediğiniz için yaratır; zorluğa ve kötülüğe rızası yoktur" demektir.
4. Kudret Sıfatı : Allah Teâlâ'nın bütün mümkünâta gücünün yetmesi, her türlü tasarrufta bulunması demektir. İradesiyle bütün mümkünâtı kuşattığı gibi, kudretiyle irade ettiklerini bir fiil meydana getirerek, yaratarak bunlara kadir olur. Allah Teâlâ'nın nihayetsiz, bitmek tükenmek bilmeyen kudreti vardır. Bu sıfat da diğerleri gibi ezelî ve ebedîdir. Ezelî olan bu kudret sıfatıyla, her hangi bir şeyi dilediği gibi yapmaya kadirdir. O'nun kudretinin erişemeyeceği, bu kudretin dışında kalan hiç bir şey yoktur. Nitekim Yüce Allah; "Muhakkak ki, Allah her şeye kâdirdir, gücü yetendir" buyurmaktadır (el-Bakara, 2/20).
5. Basar Sıfatı : Cenâb-ı Hakk'ın görmesi demektir. O her türlü vasıta, organ ve bağıntılar olmaksızın her şeyi görür. O'nun görmesi, göz gibi bir organa, ışığa, uzaklığa ve yakınlığa bağlı değildir. Yüce Allah'ın görme sıfatı da ezelîdir, sonradan olma değildir. Bu sıfat da bütün mevcudâta, görmek şanından olan her şeye tealluk eder. O'nun görmesinin dışında kalan hiç bir mahlûk yoktur. İnsanın görmesi sınırlıdır, görme organından mahrum olanlar göremezler : Ayrıca aydınlık, karanlık, uzaklık, yakınlık ve daha dünyadaki nice olay, görmeye veya görmemeye etki etmektedir. Allah Teâlâ'nın görmesi hiç bir şeyden etkilenmez. Bu sıfatla ilgili Kur'ân-ı Kerim'de yüzlerce ayet yer almaktadır. Meselâ; Bakara süresi 233. âyet meâlen şöyle son bulmaktadır : " ... Biliniz ki, Allah, şüphesiz yaptıklarınızı görür ".
6. Semi' Sıfatı : Yüce Allah'ın işitmesi, duyması demektir. O bu sıfatla ezelde muttasıftır. O, her çeşit, her kuvvette ve zayıflıktaki sesleri işitir, duyar. İşitilmek şanından olan her şeyi işitir. Allahu Teâlâ'nın işitip duyması, kulların işitmesi gibi, bir takım kayıt ve şartlara, vasıtalara ve organlara bağlı değildir. O, işitilmek şanından olan her şeyi, en gizli ve pek hafif sesleri, fısıltıları bile duyar. Özellikle kullarının duâlarını, zikirlerini, gizli ve aşikar niyazlarıyla yalvarışlarını işitir, kabul eder ve mükâfatlandırır. Bu sıfatla ilgili pek çok âyet vardır, ekserisi görmek sıfatıyla beraber yer almaktadır. Meselâ; Nisâ suresi 134. âyet meâlen şöyle nihayet bulur : "...Allah işitir ve görür".
7. Kelâm Sıfatı : Yüce Allah'ın söylemesi ve konuşması demektir. O, harf ve seslere muhtaç olmadan konuşur ve söyler. Allahın "Kelâm" sıfatı, ezelî ve ebedîdir; yüce zatı için vacib olan sıfattır. O'nun dilsiz olması, konuşamaması düşünülemez. İşte yüce Rabbimiz bu sıfatıyla peygamberlerine söylemiş, emirler vermiştir. Kitablarını ve şeriatini bu kadîm kelâmıyla bildirmiştir. O, kelâmını dilediği zaman, kendi zatına ve şanına layık bir şekilde meleklerine bildirir, işittirir ve anlatır. Bunu yaparken harflere, seslere, hecelere ve kitabete (yazıya) muhtaç değildir. Yüce Allah'ın dilediği şeyleri, emir ve yasaklarını peygamberlerine ya Cebrâil vasıtasıyla veyahut doğrudan doğruya vahy ve ilham etmiş olması da bu "kelâm" sıfatının bir tecellisidir. Cenâb-ı Hakk'ın, peygamberleriyle tekellüm ettiğini (konuştuğunu) gösteren âyetler vardır. Meselâ; Cenab-ı Allah meâlen şöyle buyurmaktadır : "Allah Musa'ya hitabetti" veya "Âllah, Musa'ya da hitab ile konuştu" (en-Nisa, 4/164). Ayrıca Bakara suresi 253. âyette de şöyle buyurulmuştur : " ... Onlardan Allah'ın kendilerine hitab ettiği (konuştuğu), derecelerle yükselttikleri kimseler vardır..."
8. Tekvîn Sıfatı : Allah Teâlâ'nın bilfiil yaratması, yoktan var etmesi demektir. Allah'ın bu sıfatı ezelidir. Tekvîn sıfatı da diğer sıfatları gibi, O'nun yüce zatıyla kaim ve O'nun hakkındâ vacib olan sübutî sıfatlarından biridir. Tekvin sıfatı, irade sıfatının muktezasına göre, mümkünâta tesir eder, yaratır ve icad eder. Nitekim Allah Teâlâ meâlen şöyle buyurur : "Bir şeyi dilediği zaman, O'nun buyruğu, sadece o şeye "ol!" demektir ve o hemen oluverir" (Yasin, 36/82). İşte bütün bu kâinatın ve içindeki varlıkların yaratanı, icad edeni, Yüce Allah'tır. Bunları varedip etmemeye muktedir olan (gücü yeten) Allah Teâlâ, "İrade" sıfatıyla ezelî ilmine uygun olarak var olmasını, icad edilmesini irade buyurmuş (dilemiş) ve Tekvîn sıfatıyla yaratıp icad eylemiştir.
Yüce Allah'ın alemleri yaratmak, rızık vermek, nimetler ihsan etmek, yaşatmak, öldürmek, diriltmek, azab etmek, mükafatlandırmak gibi bütün fiilleri Tekvîn sıfatına râcidir, yani Tekvîn sıfatının tealluklarının başka başka olmasıyla bu isimleri alır. İşte Tekvîn sıfatının bütün bu tealluklarına "sıfât-ı fiiliyye" de denir.
Allahü Teâlâ'nın yüce zatına mahsustur. O'nun yüce zatı için vacib olan sıfatların hepsi, görüldüğü gibi, ayetlerle sabit olduğundan, bütün İslâm âlimleri arasında bu konuda ittifak vardır. O'nun bu sıfatlarla ezelde muttasıf olduğunda şüphe yoktur.
Yukarıda da ifade edildiği üzere, Yüce Allah, zatında, sıfatlarında, işlerinde, fiillerinde bir tekdir; O'nun eşi, ortağı ve benzeri yoktur. O'nun sıfatları ve işleri de yüce zatına mahsustur. O'nun yüce zatı ve varlığı kabul edilip tasdik edilmeden, yukarıda sayılıp açıklanan sıfatlardan ve O'nun güzel isimlerinden sözetmek de mümkün olamaz. Zira bu sıfatlar ve isimler, O'nun yüce zatının ve varlığının zorunlu bir gereğidir. Ne bu zat, bu sıfatlarsız; ne de bu sıfatlar, bu zatsız olur. Yine dikkat edilecek olursa, bu sıfatların her biri açık ve seçik olarak Kur'ân âyetlerine dayanmaktadır. Yani, bizzat Yüce Allah, kendisini bu sıfatlarla vasıflandırmıştır. Böylece O'na olan inancımız daha da kuvvetlenmektedir. Çünkü bu sıfatlarıyla O'nu daha iyi anlıyabiliyoruz. Yoksa O'nu her hangi bir şeye hâşâ benzetmek gibi bir gaye için asla değildir. Bütün bu sıfatlar O'nun yüce zatına yaraşır bir tarzdadır. Biz bütün bu sıfatların asıllarına imân ederiz; fakat keyfiyetlerine, nasıl ve nice olduklarına dair her hangi bir şekilde söz söylemeyiz. Bu konuda söz etmeye de bilgilerimiz yeterli değildir.
HAYAT
Allah'ın subûtî sıfatlarından biri. Allah hakkında hayat sıfatının varlığı zorunludur. Sözlük anlamı, ölümün zıttı olan diri olmak demektir. Allah hakkında kullanıldığında bunun anlamı, Allah'ın her zaman için ölmeyen ve uyumayan diri olması anlamındadır. Hayatı için bir başlangıç ve sonuç yoktur. Diğer isim ve sıfatları gibi hayat sıfatı da ezelî ve ebedîdir.
Hayat sıfatı Allah'ın ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarla ittisafım sahih kılan, Zat-ı Bari ile kâim, subuti, ezeli ve vücudî bir sıfat olarak tanımlanmaktadır (Curcanî, et-Tarifat, 65; İ. Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, II, 104;Seyyid Sabık, el Akaidu'l-İslâmiyye, s. 68; Metin Yurdagür Allah'ın Sıfatları Esmaü'l Hüsna, İstanbul 1984, s. 177).
Uyku hali canlıda his, idrak ve şuur duygularının yok olmasına sebeptir. Bu sebeple Allah hakkında uyumak ya da uyuklamak sözkonusu değildir : "Allah ki O'ndan başka ilah yoktur; daima diri ve yaratıklarını koruyup yöneticidir... Kendisini ne bir uyuklama, ne de uyku tutar" (el-Bakara, 2/225).
Allah hakkında "hayat", Kur'an-ı Kerim'de : "Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur, daima diri (hayat sahibi) ve yaratıklarını koruyup yöneticidir..." (el-Bakara, 2/255); "Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur, daima diri ve (yaratıklarını) koruyup yöneticidir" (Âlu İmran, 3/2); "Bütün yüzler, O diri ve yöneliciye boyun eğmiştir. Zulüm yüklenen perişan olmuştur" (Tâhâ 20/111); "Ve ölmeyen (diriy)e tevekkül et ve O'nu överek tesbih et. Kullarının günahlarını O'nun bilmesi yeter" (el-Furkan, 25/58 ) ve el-Mü'min 40/65 olmak üzere beş yerde zikredilmektedir. Bu yerlerin üçünde, yaratıkları ayakta tutan, yöneten, idare eden ve koruyan anlamında olan "Kayyûm" ismiyle birlikte zikredilmektedir. Bütün canlılar, hayatlarını Allah'a borçludur. Onları dirilten, var eden ve diri tutan O'dur. Onun için Allah'a muhtaçtırlar. Oysa Allah başkasına muhtaç değildir. O, Samed'dir, her şey O'na muhtaç olduğu halde kendisi başka bir şeye muhtaç değildir.
Allah'ın "hayat"ı, tam kâmil bir hayattır. O, ölümsüzdür. Diğer canlılar hayatlarını devam ettirmek için hava ve gıda gibi başka şeylere muhtaçtırlar. Oysa Allah Teâlâ'nın hayat için başka bir şeye ihtiyacı yoktur. Onun için Allah Teâlâ'nın hayatı, diğer canlıların hayatına benzemez.
"O'na benzer hiçbir şey yoktur" (eş-Şûra, 42/11). Yaratıcı olan Allah'ın hayatı yaratılmışların hayatına nasıl benzesin ki, yaratılmışların hayatları bile biribirlerine benzememektedir. Bitkilerin hayatı ile hayvanların hayatı; hayvanların hayatı ile insanların hayatı birbirlerinden farklıdır. Hayat fonksiyonları farklılık arzetmektedir. Bitkiler de diridirler, doğar, yer, içer, büyür, ürer ve nihayet ölürler. Durumlarına göre bilgileri de vardır; kendilerine yarayan şeyleri yaramayanlardan ayırdederler. Ancak kendi hayatlarından daha yüksek ve daha kudretli bir hayata sahip varlıklardan haberleri yoktur. Hayvanların hayatı, bitkilerin hayatından daha ileridir. Hayvanlar fazladan olarak görür, işitir ve uzak yerlere hareket ederler.
İnsanların hayatı ise, hayvanların hayatından da ileridir; onlarınkine ilaveten düşünür ve değerlendirme yaparlar, mükellef olmalarının sebebi de budur.
Netice olarak tek bir ilah olan Allahu Teâla'nın zatını tavsif buyurduğu Hayat sıfatı Hak Teâla tarafından bahşedilmiş olan ve insanların teşekkülünü sağlayan hayat kaynağından daha başka kaynaklardan sûdur etmektedir. İşte bu mana ile Allah hayat bakımından diğer eşyadan ayrılır. Hiçbir mebdeden başlamayan ve hiçbir nihayet ile müntehi olmayan ebedi ve ezelî hayatında kendisidir. Mahdut sınırların mahkûmu, başlangıç ve sonuçların çerçevelediği ve zaman kavramından tamamen uzaktır. Allah'ın hayatı bambaşka bir hayat şeklidir. Cenab-ı Allah'ın hayat sıfatı, insanların hayat sıfatıyla alışageldikleri özelliklerin hepsinden uzak olduğu gibi mutlaktır da. İşte bu mana ile, beşer hayalinde dolaşan bütün efsanevi unsurlar vahdaniyet akidesinin dışında kalır... Kulu ne zaman O'na yönelirse O kuluna icabet eder. "Allah'ım! Sana teslim oldum, Sana inandım, Sana güvendim, Sana yöneldim, Senin için cihad ettim, Senin izzetine sığındım. Beni doğru yol üzerinde sabit kılacak Sen den başka ilah yoktur. Sen ölmeyen Dirisin, cinler ve insanlar hep ölürler" (Taftazâni, Şerhu'l-Makâsıd II, 64-65; Cürcanî, Şerhu'l-Mevâkıf, II, 353) şeklinde Hz. Peygamberin sözleri ve şu ayet-i kerime konuyu açık bir şekilde izah etmektedir : "O diridir, O'ndan başka ilah yoktur. Dini yalnız kendisine hâlis kılarak O'na yalvarın. Hamd âlemlerin Rabbine mahsustur" (el-Mü'min, 40/65).
İLİM (Allah'ın Sıfatı)
Cenâb-ı Allah'ın sıfatlarından biri.
İlim, vakıaya uygun olan kesin bilgidir. Hükemaya göre ilim, bir şeyin zihinde şekillenmesidir. ilmin karşıtı cehalettir.
İlim iki kısına ayrılır. Birincisi kadîm olan ilim; diğeri de hâdis olan ilimdir. Kadîm olan ilim Allah'ın zatîna aittir. Kulların sonradan kazandıkları ilme benzerliği yoktur (Cürcani, et-Ta'rîfât).
Allah'ın ilim, kudret ve hayat gibi sıfatları vardır. Bu sıfatlardan her biri vacip ve zarûri varlık kavramının dışındadır. Allah'ın ilim sıfatı, onun ilmiyle beraberdir. Allah'ın ezelî (başlangıcı olmayan) bir ilmi vardır; Bu ilim her şeyi içine almaktadır; biz insanların ilmi gibi, sonradan kazanılan araz cinsinden değildir. Hiç bir şey onun ilminin ve kudretinin dışında değildir. Bazı şeyleri bilip bazılarını bilmemek noksanlıktır ve bir tahsis ediciye muhtaç olmanın ifadesidir. Allah bundan münezzehtir (Taftazânî, Şerhü'l-Akaid, 22-23).
Gazzâlî şöyle demektedir : "Allah mâlumatın hepsini bilir. Yerde ve gökte meydana gelen her şeyi, onun ilmi her şeyi kuşatmıştır. Kainatta zerre kadar bir şey dahi onun ilminden gizli değildir. O, karanlık gecede, kara taşın üzerine, siyah karıncanın kımıldamasını da bilir, ondan haberi vardır. Hava boşluğunda yer alan zerrenin hareketini, sırları ve en gizli olanları bilir. Kalplerin, beyinlerin ve gönüllerin her türlü eğilimlerini, hareketlerini ve gizliliklerini başlangıç ve sonu olmayan yanî kadîm ve ezelî ilmiyle bilir" (Gazzâlî, İhya, l, 124).
Mülk suresinin bir ayetinde şöyle buyurulur : "Sözünü ister gizleyin, ister açığa vurun; bilin ki o, sînelerin özünü bilir. Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır" (el-Mülk, 67/13-14). Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır bu ayetin tefsirinde böyle der : "Allah'ın Latîf isminde iki tefsir vardır. Bunlardan birisi en ince ve en gizli işleri bütün incelikleriyle kolayca bilendir. Bu ayetten şunu da anlıyoruz ki, yaratan Allah (c.c) yarattığını, yaratacağını ve her şeyi bilir. O halde, bütün sînelerin künhünü kalplerde saklı olan her şeyi bilen O'dur. Mükelleflerden sâdır olan gizli-açık, iyi-fenâ her söz ve fiil O'na nisbetle eşittir, onları bilir (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 5222).
Geçmiş zamanla ilgili bilgiler, şu andaki durumlar ve gelecekteki olaylar Allah'ın ilmine göre farklılık arzetmemektedir. Allah'ın ilminin önüne cehalet geçmemiştir. O'nun ilmine unutma bulaşmaz, O, hiç bir zaman ve mekanla kayıtlı değildir. Küll ve cüz'ü bilmedeki ilmi aynıdır. Küll'ü nasıl biliyorsa, cüz'ü de aynen öyle bilmektedir. Kainattaki nizam, sağlamlık ve ahenk O'nun ilminin şümûlüne (genişliğine) apaçık bir delildir (Seyyid Sabık, el-Akaid el-İslâmiyye, 67).
Allah'ın ilminden hiç bir şeyin gizli kalmayacağı; dolayısıyla O'nun insanların bütün yaptıklarını ve yapacaklarını bilmekte olduğu, Kur'an'ın bir çok ayetinde zikredilmektedir. Bu ayetlerden bir kaçının meali şöyledir :
"Ne yerde, ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz" (Yûnus 10/61);
"Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır. O'nun için gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır. Yani levh-i mahfuzda veya Allah'ın ilmindedir" (el-En'âm, 6/59);
"Göklerde ve yerde olanları, Allah'ın bitirdiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur, beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur, bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka 0, onlarla beraberdir. Sonra onlara kıyamet günü yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah, her şeyi bilendir" (el-Mücadele, 59/7).
Allah'ın ilmini ispat etmek için bir delile ihtiyaç yoktur. Alemdeki nizam, hikmet sahibi bir bileni iktizâ eder. İlim sıfatının kainata taalluku vardır. O'nun ilmi, varlığı caiz olana ve mümkün olana taalluk ettiği gibi, müstahîl (imkansız) olana da taalluk eder. Hiç bir şey ilim sıfatının taallukundan hariç olamaz. ilmin taalluku vukûa tabidir. Yani ilim tasavvuru vakıa ve gayrı vakıa şâmildir. İlim sıfatı, iradeden başkadır. Makdûrâtın muhassısı (tahsis edicisi) değildir. Malum asıldır; ilim, malumatın süreti ve hikayesidir. Bir şeyin suret ve hikayesi o şeyin fer'i (bölümü)dir. İlim malumdan mukaddem (önde) olursa, ona ilm-i fiilî denir. Cenab-ı Hakk'ın masnuata (sonradan ortaya çıkmış şeylere) ait ilm-i ilâhîsi, ilm-i fiilîdir. İlim sıfatı, vücut gibi mütekâmil bir sıfattır. Vacibin varlığı için gereklidir. Cenab-ı Hakk, zâtı ve sıfat-ı barı gibi vacibleri, şerîk-i barı gibi mümtenîleri -mevcut olsun veya olmasın bilir. Madum olan şeylerin mevcut olacak (varlık alemine çıkacak) ve mevcut olmayacak (varlık alemine çıkmayacak) kısımlarını tam ayrıntılarıyla bilir. Madumlar sonsuz olduğuna göre Allah'ın ilmi de sonsuzdur. Malumat müteceddit (yenilenen) oldukça ilm-i ilâhînin de taalluku yenilenir. Böylelikle eşyanın cüziyatı (ayrıntıları) da Allah'ın ilmi kapsamına girer. Aynaya yansıyan şekil ve suretlerin değişmesi, aynının değişmiş olduğu anlamına gelmediği gibi, Allah'ın ilminin taalluku, O'nun gerçek bir sıfatı olan ilminin de değişmiş olmasını gerektirmez. Binaenaleyh Allah'ın ilminin taalluku ezelîdir. O'nun ilmi zatından başka bir şeye muhtaç değildir (İsmail Hakkı İzmirli, Yeni tım-i Kelâm, 105-107).
SEMİ'
Cenab-ı Allah'ın sıfatlarından biri. İster gizlensin ister açıkça söylensin, gizliyi, fısıltıyı bile işiten anlamına gelen es-Semi' ismi âyet-i kerimelerde tek başına bulunmayıp es-Sebe', 34/50; ed-Duhan, 44/6; el-Hucurat, 49/1; el-İsra,17/I âyetlerinde görüldüğü gibi daha çok Karîb, Basîr ve Alîm isimleriyle birlikte getirilmiştir.
Semi', bazen duaların kabulü manasına "Semiu'd-dua" (duayı tam anlamıyla duyan, işiten) anlamına gelir. Meselâ; İbrahim,14/39 ve Alu İmran, 3/38; âyetlerde Hz. İbrahim ve Hz. Zekeriyya peygamberlerin dualarında gördüğümüz "duaları çok işiten, yani çok kabul eden" manasındaki "semiu'd-dua" bunu göstermektedir (Metin Yurdagür, Allah'ın sıfatları, İstanbul 1984, s. 86).
Semi', Cenab-ı Allah'ın sıfat-ı subütiye veya sıfat-ı meani ve sıfat-ı zâtiyye de denen sıfatlarından biri olup, O'nun zâtının gereği, ezelden muttasıf olduğu ve O'ndan hiç ayrılmayacak olan sıfatlarındandır. Bu sıfat, ezelî ve ebedî olarak Allah ile kaim, nasslarla sabit, ancak O'nun ne aynı ne de gayrı diye kabul edilen hakiki sıfatlarından olup; selbi sıfatlar, yani, Allah'ta bir eksikliğin bulunmadığını ifade eden sıfatlar gibi O'nu noksanlıklardan tenzih eden itibâri bir mefhum değildir (İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlmi Kelam, II, İstanbul 1339-1343, s. 104, 111-112).
Semi' sıfatının ifade ettiği Cenab-ı Allah'ın işitmesi, O'nun yarattıklarında olduğu gibi işitmek için bir organı, yani kulağı veya onun kısımlarından birini gerektirmez. Çünkü Allah bir cisim olmaktan münezzehtir. Allah'ın gizli-açık herşeyi işittiği, Kur'an-ı Kerim'in âyetleriyle sabit olduğu gibi; Hz. Peygamberin hadislerinde de ifade buyurulmuştur. Nitekim bir hadiste; "Kendinize hakim ve sahip olun. Siz, sağır ve gâib olana değil; işiten, gören ve çok yakında olan Allah'a dua ediyorsunuz" buyurulmuştur (Buhari, el-Camiu's-Sahih, İstanbul 1315, VIII, 168 ).
Allah Teâlâ'nın gizli-açık her şeyi işitmesini ifade eden semi' (işitme) sıfatı, mahiyeti ve işleyişi bakımından insanlık tecrübesinin dışında bulunur. Çünkü, Allah'ın zatını ve mahiyetini kavramak bakımından da biz insanların durumu aynıdır. Bu konuda kullara ve bir insanlara düşen görev, Kur'an-ı Kerim'de çeşitli münasebetlerle pek çok yerde zikredilmiş bulunan ve semi' kelimesiyle ifade edilmiş olan bir sıfatı olarak Allahu Teâlâ'nın her şeyi işittiğine inanmaktır. Bu sebeple, bu sıfat İslam din bilginlerince Allah'a sübûtu zarûrî bulunmuş ve isbatı için akıldan delil getirmeye bile gerek görülmemiştir (Seyyid Şerif Cürcânî, Şerhul Mevâkıf, II, s. 359, Fahreddin er-Razî, Kelâma Giriş (el-Muhassal), Terc., Hüseyin Atay, Ankara 1978, s : 165).
Allah'ın semi' sıfatına sahip olduğu her ne kadar âyet ve hadislerle ispatlanıyor ve başka delile gerek duyulmuyorsa da, Kelam kitaplarında akıldan da deliller getirilmiştir. Nitekim, yarattıklarında bile işitmenin, işitmemeye göre bir kemal ve üstünlük taşıdığı bilinirken; en yüce kemal sahibi olan Allah Teâlâ için bu sıfatı kabul etmek gerektiği ortadadır. Başka yönden ilim bir kemâl sıfatıdır. İşitme ise ilmin şartı ve üstünlüğünü açıkça ortaya koyar.
el-BASÎR
Allah'ın güzel isimlerinden biri. Her şeyi gören, çok iyi gören anlamına gelmektedir. Allah her şeyi, herkesin yaptığını görür. Onun görmesine hiçbir şey engel olamaz. Kâinatın herhangi bir noktasında hiçbir hâdise yoktur ki, Allah onu görmüş ve işitmiş olmasın. İbadette ihlâs, kulun Allah'ı görmemesine rağmen, Allah'ın onu gördüğünü bilmesi ve onu görür gibi ibadet etmesidir.
Allah, zatı ile basîrdir. "O, yegane hüküm ve hikmet sahibidir. Herşeyden hakkıyla haberdardır. " (el-En'am, 6/18 ) ayetinde, "Habîr, Basîr" şeklinde ifade edilmiştir. Allahü Teâlâ gizli veya açık her şeyi görür, gece veya gündüz, küçük veya büyük... Her şeyi hakkıyla bilir. Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurur : "Kendinize hâkim olunuz. Siz, sağır ve gaib olan kimseye değil, işiten, gören ve çok yakında olan (Allah)'a dua ediyorsunuz. " (Buhârî, Tevhid, 9; Müslim, Zikr, 44-46...) Ebû Hüreyre, Hz. Peygamber'den rivayet ettiği meşhur Cibril hadisinde, Cibril'in "İhsan nedir?" sorusuna Resulullah'ın şu cevabı verdiğini anlatır :
"(İhsan), Allah'a sanki görüyormuş gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen Allah'ı görmüyorsan da, şüphesiz O seni görür. " (bk. Cibril Hadisi)
Allah, kalpteki fısıltıları, beyindeki oluşumları, fikirdeki gizlilikleri, kalplerdekini, zifiri karanlık bir gecede kapkaranlık taşın üzerinde yürüyen simsiyah bir karıncayı ve çıkardığı sesi görür, duyar, bilir.
BASAR
Allah'ın sıfatlarından biri. Işık, renk, şekil, miktar ve her türlü davranışın, güzellik ve yanlışlıkların idrak edildiği duyudur.
Kur'an-ı Kerîm'de görmek anlamına gelen Basîr' sözcüğü 36 ayette geçmektedir. Ayetlerin çoğunda (el-Bakara, 2/96,110, 233, 237; Âli İmrân, 3/156, 163; el-Maide, 5/71; el-Enfâl, 8/39; Sebe' 34/11; Fussilet, 41/40; el-Hucurât, 49/18; el-Hadîd, 57/4; Mümtehine, 60/3; Teğabun, 64/2) basîr sözcüğü, a-m-l' fiilî ile birlikte "Allah yaptıklarınızı görür, Allah onların yaptıklarını görüyor" biçiminde değişik şekillerde geçmektedir. Bazı ayetlerde (Âli İmrân, 3/15, 20; Mü'min, 40/44) basîr sözcüğü,kul anlamına gelen İbad sözcüğü ile birlikte "Allah kullarını görür, görmektedir" biçiminde geçmektedir. Bazı ayetlerde (el-İsrâ,17/1; el-Hacc, 22/61, 75; Lokman, 31/28; Mü min, 40/20, 56; eş-Şûra, 42/11; el-Mücadele, 58/1) basîr sözcüğü, işitmek anlamına gelen semi sözcüğü ile birlikte geçmektedir. Bazı ayetlerde (el-En'am, 6/50; er-Ra'd 13/16; el-Fâtır, 35/19; Mü'min, 40/58 ) basîr sözcüğü, kör anlamına gelen amâ sözcüğüyle birlikte geçmektedir. Hûd suresinde (11/24) basîr sözcüğü, ama sözcüğüyle sağır anlamına gelen esamm' sözcüğü ile birlikte geçmektedir. Mülk suresinde (67/19) Allah'ın her şeyi' gördüğü bildirilmekte, Fâtır suresi (35/31) ile Şûra suresinde (42/27) basîr sözcüğü, haber alan veya haberdar olan anlamına gelen habîr sözcüğüyle birlikte geçmektedir.
Allah her şeyi görür. Onun görmesi her şeyi ve her tarafı kuşatır. Hiç bir şey onun görmesine engel olamaz. Hiç bir şey de onun görmesinden gizli kalamaz. Bazı şeyleri görüp, bazılarını görmemesi mümkün değildir. Gizlilik, kapalılık, aydınlık, karanlık onun için söz konusu değildir.
Allah'ın görmesiyle, kulların görmesi arasında bir kıyas yapılamaz. Zira Allah'ın görmesi yaratıklarda olduğu gibi göz aracılığıyla değildir. Allah her türlü maddilikten uzaktır, mahluklara benzemekten münezzehtir. Allah'ın her şeyi görme sıfatına sahip olduğuna iman etmek gerekir. Allah Teâlâ gizli ve açık herkesin ne yaptığını ve ne yapacağını görür, Mesafe, zaman ve karanlıklar Cenab-ı Allah'ın görmesine asla engel değildir.
İRADE
İstemek, dilemek, meyletmek, arzulamak. Kelâm ilminde Allah'ın bir sıfatı ve aynı zamanda insanın bir özeliği olarak ele alınmıştır.
Allah'ın sıfatı olarak irade; O'nu diğer sıfatlarıyla beraber tavsif eder. Allah nasıl her şeyin kusursuz ve mükemmeline sahipse ve her konuda mutlak kemâl O'na nisbet edilmek gerekiyorsa; irade hususunda da Allah mutlak irade sahibidir. Yani Allah'ın iradesini kısıtlayan, onu tehdit eden herhangi bir başka irade sözkonusu olamaz. Öyleyse Allah'ın iradesi bütün yaratıklar üzerinde mutlak surette geçerlidir. "Rabbin şüphesiz irade ettiği şeyi kolaylıkla yapabilen ve yerine getirebilendir" (Hûd, 11/107) Bu konudaki diğer Kur'an ayetleri şöyledir : "Allah bir şeyi dilediği zaman, onun buyruğu sadece o şeye "ol " demektir; o da hemen olur" (Yâsin, 36/82); "Rabbin dilediğini yaratır ve seçer" (el-Kasas, 28/68 );"şüphe yok ki Allah dilediğine hükmeder" (el-Mâide, 5/1). Allah'ın iradesi bütün yaratılmışlar, yani bütün varlıklar üzerinde geçerli ise, nasıl oluyor da insanın da bir iradeye sahip olduğu söylenebiliyor? Bu noktada İslâm tarihinin çok erken dönemlerinden itibaren meydana gelen tartışmalar, iki-üç asır devam etmiş ve nihayet hicrî asırdan itibaren belli bir kararlılık bulmuştur. Ehl-i Sünnet kelâmcılarına göre; Allah mutlak irade sahibidir. Bu irade fark gözetmeksizin bütün varlıklar üzerinde egemendir. Ama insanın da dünyada imtihan edilebilmesi için belirli bir kudrete sahip olması gereklidir ki, yaptıklarından sorumlu tutulabilsin. Şu halde insan belirli bir fiili yapmaya niyetlendiği zaman ilâhî irâdenin kulun fiillerini halk etmesi esnasında İrâde-i Külliyeye katılır, yani onu kesb eder. İşte insan bu kesbi dolayısıyla sorumluluğu üzerine almaktadır. Bu sorumluluğu yüklenip iradesini kullanmaya da ihtiyar denilir.
İrade-i Külliyye ve İrade-i Cüz'iyye :
İslâm akaidindeki belli başlı konulardan biri de irade-i külliye meselesidir. Kavramın Kelâm ilmindeki ıstılahi anlamı; bütün yaratılmışların üzerinde tek ve mutlak bir iradenin, yani Allah'ın iradesinin bulunduğudur. Bütün yaratıklar (ister canlı ister cansız olsun) bu ilahî iradeye boyun eğerler. İslâm akaidinde tevhid, bütün inanç sisteminin merkezidir. Her şey tek bir ilahî kaynaktan vücut bulmuştur. Bütün kainatın Allah karşısında pasif olduğu düşünülürse, her fiilin Allah tarafından "halk" edilmiş olması da tabiidir. Fakat insanoğlunun yaratılma hikmeti, onun bu dünyada bir imtihana tabi tutulması olduğu için, kullara da bir çeşit irade verilmiştir. İşte buna Kelâmda; İrade-i Cüz'iyye" denilmektedir. Burada İslâm tarihinde, çokça tartışılmış bir konuya geliyoruz. İlk kelâm tartışmalarını başlatan Mu'tezile ekolü, insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu savunmuş ve ilahî iradenin (irade-i külliyye) insanı bu dünyadaki fiillerinde serbest bıraktığını söylemiştir (Mu'tezile'ye kaderiyye de denilmektedir). Buna karşılık bir diğer ekol olan Cebriyye, insanın hiçbir iradeye sahip bulunmadığını, onun bütün yapıp ettiklerinin irade-i külliyyeye ait olduğunu iddia etmektedir. Her ikisinden de ayrıları Ehl-i Sünnet akaidi ise, orta yolu tutarak şunları ileri sürmüştür. Her ne kadar Allah Teâlâ, bütün fiillerin yaratıcısı ise de, kullarını birtakım hükümler ve ödevlerle yükümlü tutmuş olduğundan. bunları yerine getirmeleri için onlara bir irade de bağışlamıştır. İnsan iyiyi de kötüyü de seçmekte serbesttir. Dilerse Allah'ın istemediği bir iş yapar; dilerse onun arzuladığı bir işi yapar. Şu kadar ki; ne zaman kendi iradesini bir fiili yapmaya yöneltirse o zaman Allahu Teâlâ o fiili yaratır. Bu durumda, o fiili Allah'ın kudreti yaratmıştır. Fakat, insanın iradesi de o fiili isteme suretiyle fiile ortak olmuştur. İşte buna, yani irade-i cüz'iyyenin ilâhi fiile katılışına "kesb" denilir. Aksi takdirde, kişinin bu fiilde hiçbir katkısı olmaması (Cebriyenin görüşü), zulmü iktiza eder ki, bu Cenâb-ı Hakka noksanlık izafe etmek manasına gelir. Mu'tezile'nin ileri sürdüğü ve fiillerini yalnız insanın yarattığı görüşü ise, İrade-i külliyye haricinde ona denk bir başka irade kabul etmek demektir ki, bu da şirk anlamına gelir. Şu halde Ehl-i sünnetin görüşü bu ikisinden de ayrılır. İnsan irade sahibidir; ama aynı zamanda daha küllî bir irade tarafından kuşatılmıştır. Bu sebeple yerine getirdiği filler, kendisinin seçmesi, Hak Teâlâ'nın halketmesi ve bu ikisinin neticesinde kulun bu halk edilen fiili kesb etmesi şeklinde vukû' bulur.
Kur'an-ı Kerîm'den anlaşıldığına göre; Allah'ın irade sıfatı iki şekilde olur :
a- Tekvinî İrade : Bir şeye taalluk edince hemen vuku bulur.
Yukarıdaki ayetler bunun misalidir.
b- Teşriî irade : Bu, Allah'ın muhabbet ve rızası demektir. Bu manada Allah'ın irade etmiş olduğu şeyin meydana gelmesi vacip değildir.
"Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez" (el-Bakara, 2/ 185) ayeti bu türdendir.
Allah Teâla, bu manadaki iradesini ilâhi bir lutfu olarak kullarının iradesine bağlamıştır. Kul neyi dilerse Allah onu irâde edip kulun isteğine uygun olarak yaratır. Kul da yaptığı şeyleri kendi hür iradesiyle yaptığı için sorumlu olur.
Allah Teâlâ, kulun isteğine ve çalışmasına göre hayra da irade eder, şerri de. Fakat hayrı rızası var iken; şerre rızası yoktur (Nureddin es-Sâbûnî, Maturidiyye Akaidi, terc. Bekir Topaloğlu, s. 105, 106).
KUDRET (SIFATI)
Kuvvet, güç, takat. Canlının irade ile bir şeyi yapmaya ve yapmamaya muktedir olduğunu gösteren bir özellik. Allah'ın subûtî sıfatlarından biri. Allah'ın her şeyde etki ve tasarrufa kadir olması. Kudret bu manaya göre gücü yetmek demektir. Yaratıklarla ilgili olduğu zaman tesir eden ezeli bir sıfattır. Bunun anlamı şudur : Şüphesiz Allah Teâlâ ezeli ve ebedî olan hayatı ile yaşamaktadır ve kudret sıfatı ile her istediğini yapmaya muktedirdir. Kudret Allah'ın ezeli bir sıfatıdır ki mümkinâta taalluk ettiği zaman onlarda etki eder (Teftazânî, Şerhu'l-Akaid, İstanbul 1304, s.89). Allah'ın kudretinin en büyük kanıtı kâinattır.
Evren ve evrenin kapsadığı bütün canlı ve cansız varlıklar ilâhî kudretin eseridir. Allah, sonsuz kudretiyle bütün varlıkları yoktan var etmiştir. İlahî kudret evrenin her tarafını kuşatmıştır. İlahi kudreti hiçbir şey aciz bırakamaz, hiç bir şey onu engelleyemez. Kur'an-ı Kerim ilahi kudreti şöyle anlatır : "(Bütün) mülk(-ü tasarruf, ilâhi kudretinin) elinde bulunan (Allah)ın şânı ne yücedir. O, her şeye hakkıyle kadirdir" (el-Mülk, 67/1)."Bunun sebebi şudur : Çünkü Allah Hakkın ta kendisidir. Ölüleri ancak O diriltiyor. O, şüphesiz her şeye hakkıyle kadirdir" (el-Hacc, 22/6).
Allah'ın kudreti sınırsızdır. Beşerin kudreti ise sınırlıdır. Bütün beşeriyet bir araya gelse Allah'ın en basit yaratıklarından biri olan bir sineği yaratmaya kudreti yetmez. Sonsuz olan ilâhı kudret ile son derece sınırlı olan beşeri kudret arasındaki farkı Kur'an şöyle tasvir ediyor : "Ey insanlar, size bir örnek verildi. Şimdi onu dinleyin : Sizin, Allah'ı bırakıp da yaptığınız (putlar) hakikaten bir sinek bile yaratamazlar, hepsi bunun için bir yere toplanmış olsalar bile" (el-Hacc, 22/73). İlahî kudretin eserleri hiç bir sınır tanımayan bir güce, bir enerjiye delâlet eder. İlahi kudret, insanın hayatıyla içiçedir. Ondan ayrılması asla düşünülemez. Öyleyse arzu edilen bir şeyi elde etmek veya arzu edilmeyen bir şeyden sakınmak için ilahi kudretten başka hiç bir sığınak yoktur. Çünkü Allah'tan başka hiç bir varlık böyle bir sığınmaya sahip değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur : "Eğer Allah sana bir belâ dokundurursa onu kendisinden başka giderebilecek kimse yoktur.
Eğer sana bir hayır da dokundurursa... İşte O, her şeye hakkıyle kadirdir. O, kullarının üstünde (essiz) kahr (galebe ve tasarruf) sahibidir. O, Yegane hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyden hakkıyle haberdârdır" (el-En'am, 6/17-18 ).
Kur'an'ın ifadesine göre ilâhî kudret erkek ve dişinin yaradılışında tek etkendir. Öyleyse başka ilâhlara sığınmaya veya çocuk sahibi olmak için başkasının gücüne kudretine sığınmaya gerek yoktur. Kur'an şöyle der : "O, kimi dilerse ona kız (evlât)lar bağışlar, kimi dilerse ona erkek (evlât)lar lütfeder" (es-Şura, 42/50).
İlahi kudret, milletlerin aziz veya zelil oluşlarında yeğane nüfuz ve etki sahibidir : "(Habibim) de ki : Ey mülkün sahibi Allah, sen mülkü kime dilersen ona verirsin; mülkü kimden dilersen ondan alırsın; kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın; hayr, yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen her şeye hakkıyle kadirsin" (Âlu İmrân, 3/26).
Fertlerin ve toplumların hayatlarının var olmalarını devam ettiren ve etkileyen, yönlendiren yegane etki, ilâhî kudrettir.
KELÂM
Konuşma. Allah'ın Sübuti sıfatlarından. Allah'ta bulunması zorunlu olan konuşma niteliğini belirtir. Allah bu sıfatı ile peygamberler aracılığıyla emir ve yasaklar koyar, haberler verir. Ancak konuşmasının mahiyeti bilinemez.
Kur'an'da Allah'ın konuşma niteliğine sahip olduğunu gösteren çok sayıda âyet vardır. "Musa, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya gelip de Rabb'i onunla konuşunca... " (el-A'raf, 7/143), "De ki : "Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce deniz : tükenir" (el-Kehf, 18/109), "Ve eğer ortak koşanlardan biri güvence dileyip yanına gelmek isterse, onu yanma al ki, Allah'ın sözünü işitsin... " (el- Tevbe, 9/6) ve "Kıyamet günü Allah ne onlarla konuşacak ve ne de onları temizleyecektir." (el-Bakara, 2/ 174) bu âyetlerden yalnızca birkaçıdır.
Kelamcılara göre Allah'ın Kelam sıfatı ile nitelenmesinin zorunlu olduğu akıl yürütme yoluyla da kanıtlanabilir Kelam bir olgunluk, kemal niteliğidir. Bu nedenle Allah'ın Kelâm sıfatı ile nitelenmesi zorunludur. Allah bunun tersi olan konuşmama ve dilsizlik niteliğinden münezzehtir. Diri olan varlık konuşma niteliğine sahip değilse, konuşmama ve dilsizlik gibi afetlerle nitelenmesi gerekir. Oysa Allah tüm eksiklik ve kusurlardan uzaktır. Tüm peygamberler Allah'ın kelâmını insanlara aktarmış, O'nun emir ve yasaklarını, haberlerini bildirmişlerdir. Bu, bütün peygamberlerden mütevatir olarak gelmiştir. Peygamberlerin elçilik görevi de ancak Allah'ın kelam sıfatı ile mümkündür. Allah'ın konuşma niteliğine sahip olmaması durumunda risalet görevinden de söz edilemez. peygamberlerin varlığı ve bildirdikleri Allah kelamı Allah'ın konuşma niteliğine sahip olduğunun kanıtıdır.
Allah, peygamberlerle konuşur. Ancak bu konuşma iki insanın karşılıklı konuşmalarına benzetilemez. Bu konuşmanın biçimi Kur'an'da şöyle belirtilir : "Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle (ilham yoluyla, kulunun kalbine dilediği düşünceyi doğurarak), yahut perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder" (eş-şûrâ, 42/51). Allah'ın "perde arkasından" konuşması, Hz. Musa (a.s) ile olduğu gibi bir ağaç ya da benzeri bir nesne aracılığı ile konuşmasıdır. Bir elçi göndermesi de kelâmını bir melek (Cebrail) vasıtasıyla vahyetmesidir.
Kelamullah ve Kelam-ı Kadim deyimleri Kur'an'ı dile getirir. Allah'ın mütekellim (konuşan) ve Kur'an'ın da Allah'ın kelamı olduğunda tüm İslam mezhepleri görüş birliği içindedirler. Ancak Kur'an'ın Kelam sıfatı gibi kadim (ezeli) mi, yoksa mahluk (yaratılmış) ve hâdis (sonradan olma) mı olduğu konusunda çok farklı görüşler öne sürülmüş, çok şiddetli tartışmalar yürütülmüştür. Bu konudaki belli başlı görüşler Selef, Mutezile ve Eş'ariye ile Mâturidiyye tarafından savunuldu.
Selef'e göre Kur'an Allah'ın kelâmıdır ve mahluk değildir. Allah'la kaimdir ve O'ndan ayrı değildir. Kur'an ne yalnız anlam, ne de yalnız harflerden ibarettir; her ikisinin toplamından oluşur. Allah harflerle konuşur, harfler de mahluk değildir. Kulun okuyuşu, sesi ve okuma fiili yaratılmıştır, Allah ile kaim değildir. Fakat dinlenilen Kur'an mahluk değildir, Allah ile kaimdir. Allah'ın kelâmı Cibril vasıtasıyla inzal olunan anlamın hikayesi değil, ibaresidir.
Selef'in benimsediği anlayışın tam karşısında Mutezile'nin görüşleri yer alır. Mu'tezile'ye göre Kur'an ses, harf, âyet, sûre vb.lerinden oluşmakta; telif, tanzim, tenzil, inzal gibi hudûs (sonradan olma) nitelikleri taşımaktadır. Bu nedenle kadim değil, mahluktur. Allah'ın konuşması, mütekellim olması, kelamı belli bir mahalde, örneğin Cebrail'de, peygamberlerde, Levh-i Mâhfuz'da, insanın okuyuşunda yaratmasıdır. Kur'an'ın kadim (ezeli) olması, Allah'ın zatı ile birlikte ikinci bir kadimin daha bulunması demektir. Bu da tevhide ters düşer.
Eş'ari ve Maturidi kelamcılar Selef ile Mutezile arasında bir yol izlediler. Bunlar kelamı "nefsi" ve "lafzi" olmak üzere ikiye ayırdılar. Nefsi kelam (kelam-ı nefsi), Allah'ın zatı ile kaim, mahiyetini anlayamayacağımız ezeli bir sıfattır. Lafzi kelâm (kelâm-ı lafzî) ise nefsi kelâma delalet eden ses ve harflerden oluşan Kur'an'ın lafzıdır. Bu lafzî kelam hudûs (sonradan olma) nitelikleri taşıdığı için ezeli değildir, mahluktur. Eş'arî ve Maturidîler nefsi kelâmın işitilip işitilmemesi konusunda ayrılmışlardır. Eş'arîlere göre nefsi kelam işitilebilir. Çünkü varolan bir şeyin işitilmesi de mümkündür. Maturidîler ise nefsi kelamın işitilemeyeceğini savunurlar.
TEKVİN
Cenâb-ı Allah'ın, zatıyla kaim, bilfiil yaratmak ve icat etmek şanından olan sübûtî ve hakiki sıfatlarından biri. Allah Teâlâ bu sıfatıyla dilediği her mümkünü yokken varlık sahasına çıkarır. Tekvin ile murad edilen bir eserin vücuda gelmesine bilfiil müessir olan mebde-i tekvindir. Yoksa mükevvin (yaratıcı) ile mükevven (yaratılan) arasındaki ilişki değildir. Bu ilişki izafi bir durum olduğu için hâdistir. Tekvinin (yaratmanın) menşei ise bir eserin vücud bulmasında doğrudan doğruya müessir olan Allah'ın zatıyla kaim bir sıfattır. Tekvine, halk, îcâd ve te'sir de denilir.
Eş'arîlere göre yaratmanın mebde' ve illeti kudret ve irade sıfatlarıdır. Onlara ise, madrubsuz (dövülensiz) darbın (dövmenin) husulü tasavvur olunamayacağı gibi mükevvensiz (yaratılansız) tekvin de düşünülemez. Tekvin kadim olsa mükevvenâtın da kıdemi lâzım gelir.
Yine Eş'arîlere göre, kudret sıfatının iki çeşit taalluk ve te'siri vardır : Ezelî ve layezâli (hâdis olan) taalluklar. Ezelî olan taalluk, mümkünatın fâilden (Allah'tan) sudûr etmesini salih ve sahih kılar ki, bilfıil sonsuzdur. Kudret sıfatının "taalluk-ı layezlisi" (hadis ve sonradan olan taalluku) ise ezelî irade sıfatının mümkünün varlık ve yokluğundan birini tercihine göre, hâdis olan taalukudur. İşte bu kudret sıfatının ikinci ve hâdis olan taallukuna tekvin derler. Bu tekvîn hâdistir, Allah'ın zatıyla kâim değildir. Allah'ın zatıyla kâim olan kudret ve iradedir. Allah Teâlâ'ya hâlık (yaratıcı) denilmesi, ayrıca O'na bu iki sıfatın dışında hakiki bir tekvin sıfatının isnâd edilmesini gerektirmez. Kudretin bu hâdis taalluku bilfiil sonlu, bilkuvve sonsuzdur.
Mutezile'ye göre, Allah'ın eşyayı yaratmada ayrıca hakiki bir tekvin sıfatına ihtiyacı yoktur. Dilediği her şeyi yaratmada O'nun zâtı kâfidir.
Matürîdlere göre tekvin, Allah'ın bütün âlemleri ve bunlarda bulunan her bir şeyi ve cüz'ü ezelde değil, ilim ve iradesine göre var olacakları vakitte yaratması demektir. Tekvin (yaratma) yaratılandan (mükevvenden) başkadır. Tekvin, ezelde ve ebedde Cenab-ı Hakk'ın zatıyla kaim, zatından ayrılmayan ve bakî bir sıfattır. Mükevven (mahluk) ise, tekvin sıfatının taallukunun hudûsüyle hâdistir.
Tekvin Sıfatının İsbatı
a) Allah Teâlâ'nın hâlık olduğu ve her şeyin mükevvini (yaratıcısı) bulunduğunda akıl ve nakil ittifak etmiştir. Esasen hâlik ve mükevvin kelimeleri halk ve tekvin masdarlarından türemiş ism-i fâillerdir. Muştak ( türemiş) kelimelerin manâlarının Zât-ı Bâfi'ye sâbit olmasını gerektirir. Masdarı sabit olmadan, bundan türemiş olan ismin bir şey için sabit olmasının muhalliğinde (imtina'ında) akıl ve nakil müttefiktir. O halde tekvin Allah'ın zatına sâbit olup kudret sıfatından başka bir sıfattır.
b) Tekvin sıfatı; kudret, irade ve ilimden başkadır. Çünkü ilim ile ma'lumat münkeşif ve belli olur. Kudret ile mümkinin işlenip var edilmesi veya terk edilmesi sahih olur. Çünkü kudretin bütün makdûrata (yaratılacak şeylere) taalluku ezelidir ve her bir şeye nispeti eşittir. Kudret, makdûrun vücudunu gerektirmez, ancak, onun Hakk Teâlâ'dan sudûrunu sahih kılar. O halde kudretin taallukundan başka, icad ve yaratmada bilfiil müessir (etkileyici) bir sıfat lâzımdır. Bu sıfat da tekvindir. İrade sıfatıyla mümkün olan bir şeyin yaratılması veya terk olunması yönlerinden biri diğerine tercih edilir. İrade ile tercih edileni bilfiil yaratmada müessir olan tekvin sıfatıdır. Tekvin iradenin tercihine göre mümkünata taalluk edip onu icad ederek müessir olur. Tekvin makdûrattan ancak vücuda getirilecek şeylere taalluk eder ve makdûrun (vücuda getirilecek şeyin) vücudunu (varlığını) gerektirir.
c) Cenab-ı Allah'ın ilim ve iradesine göre yarattığı şeylerin ve canlıların nizamlı, sanatlı, sağlam ve akıllara hayranlık verecek bir şekilde güzel yaratılması da tekvin sıfatıyla olur.
Tekvin, kudret ve irade gibi mümteni'âta (muhallere) taalluk etmez. Ancak câizâta (mümkinlere) taalluk eder. Mümkinâta taalluku Cenab-ı Allah'ın irâde ve ihtiyarı ile olacağı için layezâlîdir (hâdistir).
Halk, icâd, ten'îm (nimetlendirme ve nimet verme), ta'zîb (azablandırma) ihyâ, imâte (öldürme), tasvir, terzîk gibi ilâhî fiillerin hepsinin mercii, Cenab-ı Allah'ın tekvin sıfatıdır. Tekvin sıfatı bir tanedir. Eserlerinin çeşitli olmasıyla tekvin sıfatının bunlara taalluklarına çeşitli isimler verilir. Tasvir ve terzik gibi. Allah'ın bütün fiilleri ne kadar çeşitli olursa olsun, O'nun zatıyla kaim ve tek bir sıfat olan tekvin sıfatına racidir ve bu sıfatın taalukuyla husûle gelir.
"O bir şey dilediği vakit, ancak O'nun emri buna ol demesidir ki, bu da hemen oluverir" (Yâsin, 36/82) ayeti, tekvin sıfatına ve fiillerinin de buna racî olduğuna delildir.
SIFAT-I ZÂTİYYE
Yüce Allah'ın zatı için vacib olan, zorunlu olan sıfatlar. Bunlara sıfât-ı nefsiyye de denir. Diğer bir tabirle "zatî veya nefsî sıfatlar" da denilen bu sıfatlar, Yüce Allah'ın varlığını ve hakikatını anlayıp kavramada biz kullarına yardım eden sıfatlardır. Bu sıfatlar sayesinde Allahu Teâlâ'nın yüce zatını ve varlığını O'na yaraşır bir tarzda anlayıp, imanımın da o nisbette kuvvetlendirebiliriz. Yüce Allah'ın kendine mahsus bir zatı vardır ve bu zatının gereği olan, bu zatdan ayrılması düşünülmeyen sıfatları vardır. Bunlardan bir kısmına "Zatî sıfatlar" , bir kısmına da "sübutî sıfatlar" denir.
Zatî sıfatlar, hiç bir sebebin eseri olmayan, Allah Teâlâ'nın hakikatını ortaya koyan sıfatlardır. Bu sıfatlar Yüce Allah'ın zâtıyla, varlığıyla doğrudan doğruya alâkalı oldukları için ve sadece Allah'ın yüce zatına mahsus oldukları için zatî sıfatlar diye isimlendirilmişlerdir. Zat veya varlık olmadan bu sıfatların varlığını düşünmek ve bu sıfatlardan söz etmek imkansızdır.
"Sıfât-ı Zatiyye" denilen bu zatî sıfatlar şunlardır :
1. Vücûd Sıfatı : Yüce Allah'ın mevcudiyeti, varlığı demektir ki; bazı âlimlerimize göre, asıl zatî veya nefsî sıfat budur. Zira Yüce Allah'ın mevcudiyeti, varlığı kabul edilmeden, diğer sıfatlarından bahsetmek mümkün olmaz. Yüce Allah'ın varlığına, mevcudiyetine işaret eden pek çok âyet-i kerime Kur'ânda mevcuttur. Bunlardan birisi olan Haşr suresinin 22. âyetinde meâlen şöyle buyurulmaktadır :
"O Yüce Allah, görüleni de görülmeyeni de bilen, Kendisinden başka ilah olmayan, ancak kendisi var olan Allah'dır ".
Allah Teâlâ'nın varlığı, mevcudiyeti kendi zatının gereğidir. O'nun yüce zatı, yaratıklarda olduğu gibi başkasından dolayı değildir. O kendi zatı ite vardır, kendi zatıyla kâimdir, varlığı için bir başkasına muhtaç değildir. Zira muhtaç olan, İlâh olamaz.
2. Kıdem Sıfatı : "Yüce Allah'ın varlığının evveli ve başlangıcının olmaması" demektir. O, ezelidir; O'nun var olmadığı bir an bile düşünülemez. Varlığı, zatının gereği olan Yüce Allah'ın bu varlığının ezelî olması, evveli ve sonunun olmaması vâcibtir. Varlığında başlangıç ve sonu olanlar, ancak yaratıklardır. Allahın kıdem sıfatına Hadid suresinin 3. Âyeti açıkça işaret etmektedir : "O, her Şeyden öncedir; kendisinden sonraya hiç bir şeyin kalmayacağı sondur; varlığı aşikardır; gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O, herşeyi bilir".
3. Bekâ sıfatı : "Allah Teâlâ'nın varlığının sonu, bitiş noktası yoktur" demektir. O, ebedîdir, yani onun mevcudiyeti, varlığı sonsuzca devam edip gitmektedir. Bu sıfat dahi sadece onun yüce zâtına mahsus bir sıfattır, çünkü bütün yaratıklar sonludur, bir gün hayatları son bulacaktır. İşte bu gerçek, Rahman suresinin 26. ve 27. âyetlerinde meâlen şöyle beyan buyurulmuştur : "Yer yüzünde bulunan her şey fânidir (sonludur); ancak yüce ve cömert olan Rabbinin varlığı bâkidir ".
4. Vahdaniyet Sıfatı : Yüce Allahın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde (işlerinde) bir tek olması demektir. O'nun eşi ve ortağı, yardımcısı yoktur; bir ve tek'tir.
İhlâs Suresi, Cenab-ı Hakk'ın bu sıfatını açık bir üslupla ortaya koymaktadır : Hz. Peygambere hitaben; "Deki, Allah bir tektir; Allah hiç bir şeye muhtaç değildir, O doğurmamış ve doğmamıştır, hiçbir şey O na denk değildir ".
Her şeyi yaratan Allah Teâlâ olduğu için, O işlerinde, fiillerinde de tektir. O'nun hiç bir benzeri, ortağı, örneği ve cüzleri (parçaları) ve yardımcıları yoktur. İbadete lâyık yegâne tek mabut, Allah'tır. İşte "Vahdaniyet" sıfatını bütün bu hususları içine alan bir teklik (ehâdiyet) olarak anlamak gerekir. O her bakımdan en mükemmel, bütün eksiklik ve noksanlıklardan uzak (münezzeh) bir varlıktır.
5. Muhâlefetün lil-Havadis Sıfatı : Yüce Allah'ın sonradan olanlara, sonradan yaratılmış olanlara benzememesi demektir. Yüce Allah'ın benzeri hiç bir şey yoktur. O'na eşit ve denk olan hiç bir varlık yoktur. Zaten kâdîm, bâkî ve bir tek olan varlığın sonradan olanlara benzememesi, yine O'nun bu sıfatlarının bir sonucudur ve O'nun yüce zatına mahsustur. Bu sıfata Şûrâ suresinin 11. âyetinde açıkça işaret buyurulmuştur : "O'nun benzeri hiç birşey yoktur, O işitendir, görendir".
6. Kıyam binefsihi (bizâtihi) : "Yüce Allah'ın varlığı veya mevcudiyeti bir başkasına muhtac değildir; aksine varlığı kendi zâtındandır" demektir. Bütün yaradılmışlar (mahlukât), var olmada ve varlığını devam ettirmede Cenâb-ı Hakk'a muhtaçtır. Halbuki Yüce Allah hiç bir şeye muhtac ve bağımlı değildir, O Azîz ve Sameddir, yani hiç bir şeye ihtiyacı yoktur; kâinattaki her şey O'na muhtaçtır. Bu sıfata da Kur'ân-ı Kerim'in pek çok âyetlerinde işaret edilmektedir. Meselâ; Alû İmrân Suresinin 2. âyetinde şöyle buyrulmaktadır : "Allah, O'ndan başka ilah olmayan, diri ve kendi kendine kâim (var) olandır".
Vâcibu'l-vücûd (varlığı zorunlu, varlığı kendi zâtının gereği) olan Allah'ın zatı düşünüldüğü zaman, bu varlıkla beraber bu zâtî sıfatların da düşünülmesi zaruridir (vâcibtir). Varlık, yani mevcudiyet ve sıfatlar O'ndan ayrılmaz. Allah Teâlâ kadîm, ezelî, ebedî ve her yönden en mükemmel olduğu için, ne zamana, ne mekâna, ne bir yardımcıya muhtaçtır. O bunların hepsinin üstünde, varlığı zâtının gereği, mutlak ve en mükemmel ve vâcib bir Allah'dır.
VÜCUD
Olmak, varolmak, olan, varolan, mevcut.
Kelam ilminde Allah'ın zorunlu varlığını dile getirir. Kelamcılara göre Allah'ın nefsî, zatî ya da sübutî sıfatlarındandır.
Yunan felsefesinin, özellikle Aristo ****fiziğin İslâm dünyasına girmesinden önce, kelamcılar genel bir kavram olarak vücud yerine şey ve cisim kavramlarını kullanıyorlardı. Bu dönemde, kelamcıların tartıştıkları başlıca konulardan birini, Allah'a şey ya da cisim denilip denilemeyeceği oluşturuyordu. Sonunda Allah'a cisim denilemeyeceği, çünkü Allah'ın cismin gerekli niteliklerinden olan boyutlu olmaktan münezzeh olduğu sonucuna varıldı. Buna karşılık, diğer şeyler gibi olmamakla birlikte, Allah'a şey denilebileceği kelamcıların büyük çoğunluğu tarafından kabul edildi. Zeydî kelamcılarla Mutezile'den Cehm bin Safvan bu görüşü benimsemediler.
Vücud ve cevher kavramları, İslâm felsefe ve kelamına Aristoteles felsefesinin etkisiyle girdi. Felsefecilerle kelamcılar bu kez de bu kavramları tartışmaya başladılar. Allah için cevher kelimesinin kullanılması uygun görülmedi. Vücudun ise O'nun zatî sıfatlarından biri olduğu kabul edildi. Ama sorun bununla bitmiyordu. Tartışma, vücudun Allah'ın zatından ayrı birşey olup olmadığı konusunda sürdü. Kelamcıların büyük çoğunluğu, vücudun zattan ayrı, zata eklenmiş ezeli, ebedi ve bağımsız bir sıfat olduğunu kabul etti. Ebu'l-Hasan el-Eş'arî ile Mutezile kelamcılarından Ebu'l-Hüseyin el-Basrî ise, İslâm felsefecilerine uyarak vücudun zata eklenmiş bağımsız bir sıfat olduğu görüşünü reddettiler.
Hem Allah, hem de diğer nesneler için ortaklaşa kullanılması, vücud kavramına nisbetleri bâkımından varlıkların derecelendirilmesini gerektirdi. Buna göre varlıklar, vücud kavramıyla nisbetleri bakımından üç kategoriye ayrıldı. Bu kategoriler vacib (zorunlu), mümkün (olabilir) ve mümteni (olması imkansız) biçiminde adlandırıldı.
Vacib vücud, varlığı zorunlu ve zatının gereği olan, varolmakta başka bir varlığa muhtaç olmayan varlık, Allah'tır. Vacib vücudun zatı ile vücudu arasında başkalık yoktur. Vacib vücud aynı zamanda yokluğu düşünülemeyen, yokluğu kabul etmeyen varlıktır. Vücudun yokluğu kabul etmemesi ya zatı gereği ya da başka bir varlıktan dolayıdır. Yokluğu kendi zatı gereği kabul etmeyen (Allah'ın zatı gibi) vücud vacib lizatihi adını alır. Yokluğu kabul etmeyişi başka bir varlıktan dolayı ise (Allah'ın sıfatları gibi) vacib liğayrihi denir. Varlığının başlangıcı ve sonu olmaması; atomlardan, cevher ve arazlardan ya da madde ve suretten bileşmemesi vacib vücudun başlıca özellikleridir.
Mümkün vücud, ne varlığı, ne de yokluğu zatının gereği olmayan, zatı bakımından varlığı ile yokluğu eşit olandır. Mümkün varlık, varlığı da, yokluğu da vacib olmayan ya da varlığı da, yokluğu da mümteni olmayan diye de tanımlanır. Mümkünün varlığı da, yokluğu da eşit olduğundan varolmak için mutlaka tercih edici bir sebebe muhtaçtır. Bu sebep, onun varlığını yokluğuna tercih ederse, varolur. Varlığı, sebebinden sonra olduğu için hadis, sonradan olmadır.
Yokluğu zatının gereği olan, bu nedenle varlığı imkansız şeylere mümteni, muhal ya da müstahil denir. Mümteninin temel özelliği hiçbir şekilde varolmamaktır. Mümteniyi aklen varolan bir nesne gibi düşünmek bile mümkün değildir
VACİBU'L-VÜCUD
Zorunlu varlık ya da varlığı zorunlu olan, Allah.
Kelam ilminde Allah'ın varlığının zorunluluğunu, gerekliliğini belirtir.
Vücud kavramının Yunan felsefesinin etkisiyle İslâm felsefe ve kelamına girmesinden sonra başlayan, vücudun Allah'a nisbet edilip edilemeyeceği tartışması, vücudun Allah'ın sıfatlarından biri olduğunun kabul edilmesiyle sona erdi. Genel kabule göre vücud, Allah ın zatından ayrı, ezelî, ebedî ve bağımsız bir sıfattır.
Vücud kavramının diğer nesnelere de nisbet edilmesi, varlıklar arasında bir ayrım yapılmasını gerekli kıldı. Bunun yapılmaması durumunda Allah ile diğer varlıklar aynı kavram altında toplanmış olacaktı. Bu sorunun ortadan kalkması için varlıklar, vücuda nisbetleri bakımından vacib (zorunlu), mümkün (olabilir) ve mümtezi (olması imkansız) denilen üç bölüme ayrıldı. Varlığı zatının gereği olan Allah'ın vücudu vacib; varlığını başka bir varlığa borçlu olan yaratılmış varlıklar mümkün; olması hiçbir şekilde düşünülemeyen şeyler de mümteni varlıklar olarak tanımlandı.
Zorunlu varlığın ya da varlığı zorunlu olan Allah'ın zorunluluktan gelen ayırıcı özellikleri olmalıydı. Kelam bilginleri bu ayırıcı özellikleri de şöyle belirlediler :
Bir varlık hem zatı gereği, hem de başkasından dolayı vacib olamaz.
Çünkü başkası ile var olanın, başkasının yok olması ile yok olması gerekir. Bu nedenle iki durumun bir araya gelmesi imkansızdır.
Zatı gereği vacib olan bileşik olamaz. Çünkü her bileşik parçasına muhtaçtır. Bu varlığın başkasına muhtaç olduğu anlamına gelir. Başkasına muhtaç olan varlık, zatı bakımından vacib değil, mümkündür. Zatı bakımından vacib olan başkası ile birleşmez. Birleşme, başkası ile ilişki kurmaktır. Zatı bakımından vacib olanın böyle bir ilişkisi de olamaz.
Zatından dolayı vacib olanın vücudu, mahiyeti üzerine zaid olamaz. Çünkü o vücud mahiyetten müstağni değilse, zatı bakımından mümkün ve bir müessire muhtaçtır. Zatından dolayı vacib olanın vücudu kendi üzerine zaid olamaz. Çünkü eğer vücubiyet vücudu gerektiriyorsa fer'î olan asıl olana asıl olur ki, bu imkansızdır.
Zatıyla vücubiyet iki nesne arasında ortak olmaz. Yoksa bu, ikisinden birinin öbüründen ayrıldığı nesneye ters düşer ve böylece her biri, ortaklaştıkları nesne ile ayrıldıkları nesneden bileşmiş olurlar. Zatı bakımından vacib olan, her yönden vacibdir. Zatından dolayı vacib olan yok olamaz. Eğer yok olursa, varlığı, yokluğunun sebebinin yok olmasına bağlı olurdu. Başkasına bağlı olanın da zatı bakımından mümkün olması gerekirdi. Zatı bakımından vacib olan, zatının gerektirdiği bir takım niteliklerle donanabilir
KIDEM
Eski, kadîm ve önce olma karşıtı sonradan olan manasına gelen "hudûs'tur.
Kıdem kelimesi, İslâm felsefesi ve kelâm tarihinde üç anlamda kullanılmıştır : 1-Kıdem-i zamanî (zamanla ezen olmak) Bir şeyin varlığı ezelî olup, vücudundan adem (yokluk) geçmemek dernektir. 2- Kıdem-i zâtî. Bir şeyin varlığı başkasına muhtaç olmamak, muhtaç olmadığı ve li-zatihî var olduğu için de başlangıçsız ve öncesiz olmak. 3- Kıdem-i izâfi. Bir şeyin varlığının başlangıcı, başkasına nisbetle daha önce olmak. Babanın zaman bakımından oğlundan daha önce olması gibi.
Bunların karşıtı ise : 1- Hudûs-i zamanî : Bir şeyin yok iken sonradan olması. İnsanların hudûsu gibi... 2-Hudûs-i zatî : Bir şey varlığında başkasına muhtaç olmak. İslâm filozoflarına göre akıllar ve nefisler gibi... 3-Hudûs-i zâtı : Bir şeyin, başkasına nisbetle sonradan olması. Oğlun zaman bakımından babasından sonra olması gibi...
Farabî gibi İslâm filozoflarına göre akıl, nefis, felek ve heyülâ gibi varlıklar kıdem-i zamanî ile ezeli; varlıklarında Allah'a muhtaç oldukları için de hudûs-i zâtî ile hâdistirler.
Bütün ehl-i sünnet âlimleriyle beraber kelâmcıların hepsi Allah'tan başka hiç bir şeyin ezelî ve öncesiz olmadığını söylemişlerdir. Kıdem; ezelî, öncesiz ve varlığında hiçbir şeye muhtaç olmamak anlamında kullanılması itibarıyla yalnız Yüce Allah'a mahsustur. Ondan başka her şey sonradan var edilmiştir. Kıdem, beka*, muhalefetün li'l-havadis *, kıyam bizatihî*, vahdaniyet*, gibi sıfatlar Allah Teâlâ için gereklidir. Bu sıfatlara, Yüce Allah'tan bunların zıtlarını selb edip (kaldırıp) O'nun noksanlıklardan münezzeh olduğunu ifade ettiği için "sıfat-ı selbiyye" veya "sıfat-ı tenzihiyye" denilir. Bu sıfatların başında "kıdem" gelir. Cenabı Allah, vacib li- zâtihî veya vacibü'l-vücûd (varlığı zorunlu) olduğu için ezelîdir. O'nun başlangıcı ve öncesi yoktur. Kıdem, Cenâb-ı Hakk'tan geçmişteki yokluğu selbeden ve O'nun yokluktan münezzeh olduğunu ifade eden bir kavramdır. Kıdem, "vacîb lizatihî" kavramının içinde mevcuttur. Allah Teâlâ vâcibu'l-vücûddur (vâcib li- zatihîdir). Vâcibü'l-vücûd, varlığı, zatının muktezası olan demektir. Vacibü'l-vücûdun, yani başkasına muhtaç olmadan zatının gereği olarak var olanın, ademi (yokluğu) muhaldir ve asla mümkün değildir. Ademi mümkün olmayan kadîmdir. O halde Yüce Allah için kıdem, sabittir. Kıdemi sabit olanın ademi (yokluğu) muhal olduğu için, bekası da lâzımdır. Vâcib li zâtihî, cüz ve parçalardan da mürekkeb değildir. Aksi takdirde cüz ve parçalarına muhtaç olur. Başlangıcı bulunmayan, varlığı zorunlu olan Yüce Allah, ezelî olmazsa, hâdis olur ve varlığını başkasının icadına muhtaç olur. Ebedî olmazsa fâni ve âciz bulunur. Hudûs (sonradan olma) ve başkasına muhtaç olmak ise vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunlu olan) kavramına aykırı düşer. O halde kıdem (evveli ve başlangıcı olmamak), Vâcib li-zâtihi'ye açıkça lazım gelen özelliklerdendir.
Eğer Cenab-ı Allah kıdem'le muctasıf olmayıp hâdis (sonradan olmuş) ve yaratılmış farz edilse, bir muhdis ve hâlikın kendisini yaratmasına ihtiyaç duyması lazım gelir. Kendisini yaratan kadîm ise, o Allah olur; kadîm değilse, o da başka bir yaratıcıya muhtaç olup böylece mâzî cihetinde sonsuza doğru her yaratıcı kendisinden önceki yaratıcıya muhtaç olur. Bu husus ise nihayetsiz bir mûcidler silsilesini ve batıl bir teselsülü gerektirir. Halbuki Vâcibü'l-vücûd Allah hiç bir yaratıcıya muhtaç olmadan li-zatihi vardır. Mümkün ve hâdis varlıklar vücudlarında yaratıcıya muhtaç olurlar. Mümkün demek, varlığı zatının gereği olmayan, var olmasında bir yaratıcıya muhtaç olan demektir. Gördüğümüz âlem ve içindekiler mümkin ve hâdistirler. Varlıklarını kendi zatları gerektirmez. Varlıkları vâcib (zorunlu) olmayıp varlıklarını yokluklarına tercih edecek bir müreccihe (sebebe) muhtaçtırlar. Bu müreccih, vücudu mümkin bulunan bir şey olursa, bunun, diğer bir mümkini vücuda getiremeyeceği açıkça anlaşılır. Meselâ bugün sonradan yaratıldığı açıkça anlaşılan maddenin özelliklerini ilim ortaya çıkarmıştır. Madde âtıldır; şuursuz dış tesirler karşısında dağılır ve saçılır; akılsız, bilgisiz ve şuursuzdur. Enerji de böyledir. Çeşitli madde ve enerjiler, aralarında ittifak edip şuurluca karar vererek kâinatın nizâmını ve dünyanın içindeki canlıları yaratamazlar. O halde şu gördüğümüz mümkün olan varlıklar, mümkinât silsilesinin dışında bir vâcibu'l-vücud, bir başlangıcı bulunmayan ezelî yaratıcının varlığına delâlet edip dururlar. Kıdem, bu vâcibu'l-vücud olan yaratıcının varlığının gereğidir. Çünkü her ne zaman, kıdem ile vâcibu'l-vücûd düşünülürse, ikisinin de birbirini lâzım kıldığını akıl anlar. Vâcibu'l vücûd; zâtı ve yüce sıfatlarıyla beraber Allah Teâlâ'dır. Allah sıfatlarıyla beraber ezelîdir. O'nun hiç bir sıfatı sonradan olmamıştır. Sıfatları, Allah Teâlâ'nın zâtının muktezasıdır ve O'nun zâtıyla kaimdirler. Allah'ın sıfatları O'nun gayrı değildirler ve zâtından ayrılmazlar. Allah'ın zatı, sonradan olan sıfat ve özelliklere mahal (yer) olamaz. Allah zamana ve mekandan münezzehtir. Mekân, zaman, kâinat ve bunların içinde bulunan her şey, O'nun kudret, irade, ilim ve yaratmasıyla var olmuşlardır. Allah, muhtar (murîd) olan hâlıktır. Murîdin, eserinin sonradan olmaklığı gereklidir. İrade sahibinin eseri kadîm olsa, bunu yaratmayı dilemesi, varlığı halinde olur. Var olanı yaratmayı dilemek muhaldir. Çünkü var olanı yaratmak, hâsılı (var olanı) tahsil (tekrar husûle getirmek) demektir. Var olan yok değil ki tekrar yaratılsın. Binaenaleyh ihtiyar ile yaratmak, bir şeyi yok iken dileyip var etmek demektir. Böyle bir murîd yaratıcının da bizatihî mevcut ve ezelî olması şarttır.
Materyalistler ve diğer münkirler, mü'minlere yönelik olarak şu şekilde sorular sorarlar : "Allah'ı kim yarattı? Allah'ın her şeyi yaratmaya gücü yeterse, kendisi gibi bir Allah yaratabilir mi?". Bunlar şu şekilde cevaplandırılır :
Allah'ın kudret, irade ve yaratması mümteniâta (muhallere) ve vâcibâta (varlığı zorunlu olanlara) bağlı değildir. Muhaller, aklen imkansız olduğu için vuku bulmaz. Meselâ, bir evin bizzat kendisinin varlığı aynı anda hem Eskişehir'de, hem de İstanbul'da muhaldir. Aynı bir şey aynı anda iki veya üç ayrı yerde bulunsa, bu takdirde birin iki veya üç etmesi gerekir. Bir, birdir; iki veya üç etmez. Ama bir şeyin sureti, benzeri, kalıpları pek çok yerde olabilir. Eğer Allah yaratılmış olsa, kadîm olmayıp hâdis olur; vâcib olmayıp mümkün olur ve varlığında başkasına muhtaç olur. Mümkün olup yaratıları ve muhtaç olan varlık li-zatihî zorunlu olmayıp hâdis olur, ezelî olmamış olur. Varlığı vâcib, ezelî olmayan ve varlığında başkasına muhtaç olan Allah değildir. O halde vâcibu'l-vücûd ve ezelî olan Allah'ın yaratılması muhaldir, imkânsızdır.
Allah Teâlâ'nın ezelî olduğunu bildiren naklî deliller :
"O (Allah) evvel (öncesiz, ezelî) ve ahirdir..." (el-Hadîd, 57/3). "De ki o Allah sameddir (ihtiyaçsız, herkesin doğrudan doğruya kendisine muhtaç olduğu zeval bulmayan kadîm ve bakîdir). O doğurmadı ve doğurulmadı. Hiç bir şey O'nun dengi değildir" (İhlas, 112/ 1-3 ; Sa'duddin et- Taftazânî, Şerhu'l-Makâsıd, I, 60-61; Şerhu'l Akâid, s. 65-66; Seyyid Şerif el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, s. 469-470; Abdullatif el-Harputî, Tenkihu'l-Kelâm, s. 180).
BEKÂ
Sonsuz, ebedî kalmak; durmak, sürmek, devam etmek ve özellikle eski hâli üzere sabit olmak.
Istılahta; Yüce Allah'ın sıfatlarından birisidir. Allah'ın varlığının bir sonunun olmaması demektir. Bütün sonradan yaratılan varlıklar için bir son düşünüldüğü halde, O'nun için bir son düşünülemez. O hem ebedî hem de ezelîdir. Başlangıcı ve sonu yoktur.
İki türlü bâkî varlık vardır : 1- Sonsuza kadar kendi kendine bâki olan varlık. Bu varlık için bir fena, yani son bulmak, zevâl bulmak düşünülemez. İşte bu varlık Yüce Allah'tır.
2- Belli bir süreye kadar, bir başkası sebebiyle,bir başkasına muhtaç olarak bâki olan varlık. Bu, Allah'ın dışında, Allah'ın belli bir süreye kadar bâki kıldığı varlıklardır. Bunlar için son ve zevâl bulmak mümkündür.
Allah'ın bâki kılmasına bağlı olan varlıkların bâkiliği de iki şekilde olur :
a- Bizzat kendisi, özel varlığı bâki olanlar ki; bunların bâkiliği tek tek her varlık içindir. Buna örnek olarak gök cisimleri, ay, dünya, yıldızlar ve diğer gezeğenler verilebilir. Her birinin bâkiliği kendisine mahsustur. Bütün bunların son ve zeval bulması Allah'a bağlıdır. O istediği anda bunlara bir son verebilir.
b- Cins ve türleri itibariyle bâki olanlar. Bunların bâkiliği her varlığın bizzat kendisi için değildir. Bu tür bâkî varlıklara da insan ve hayvan türleri örnek verilebilir. İnsan cins ve tür olarak Allah'ın istediği ve dilediği vakte kadar bâkidir. Bir insan ölür ama insan türü bâkidir. Diğeri yaşar ve insan nesli devam eder. Özel varlığı bâki olan varlıklar ise böyle değildir. Ay, zâti olarak kendisi için, herhangi bir yıldız kendisi için bâkidir, süreklidir. (Râğıb el-Isfahâni, Müfredât, İstanbul 1986, s. 74).
Dünya fâni, ahiret ise bâkidir. Cennet, Cehennem bâkidir. Oradaki mükâfat ve azap da bâkidir. Yüce Allah Cennet ehli için "Onlar Cennetliktirler. İşlediklerine karşılık olarak ebediyen Cennet'te kalacaklardır. " (Ahkâf, 46/14) buyurmakta, Cehennem ehli için de, "Kim Allah'a ve Peygamberi'ne karşı gelirse ona, içinde sonsuz olarak kalacakları Cehennem ateşi vardır. "(Cin, 72/23) buyurarak, her iki grubun mükâfât ve azabının daimî olacağını açıkça ifade etmektedir.
Allah'ın dışındaki her şey O'nun dilemesi ve isteğine göre, O'nun istediği zamana kadar, O'na muhtaç olacak şekilde bizâtihî olmayıp, biğayrihî bâkidir. O nasıl isterse o şekilde olur ve geçici bâkilik son bulur.
Yüce Allah ise bizâtihî olarak bâkidir. Başlangıcı olmadığı gibi bir sonu da yoktur. Zira O Vâcibu'l-Vücûd'dur, varlığı zorunlu olandır. Kıdemi sabit olanın bekâsı da vaciptir. O'nun bâki olması Vâcibu'l-Vücûd olmasının bir gereğidir. Bekâ, Allah'ın zâtî sıfatlarındandır. Bunun zıddı olan "fenâ" yani "bir sonu olmak" Yüce Allah için muhaldir. Böyle bir şeyin düşünülmesi tenâkuzdur.
VAHDÂNİYET
Birlik. İslâm kelamında Allah'ın , cisimsel niteliklerden soyutlamaya dayanan tenzihî ya da selbî sıfatlarından biri.
Vahdaniyet, Allah'ın zat, sıfat ve fiillerinde tekliğini belirtir. Vahdaniyetin zıddı olan birden olma (taaddüd) ve ortağı bulunma (şirk), Allah için düşünülemez.
Allah'ın vahdaniyeti; sayısal anlamda bir birliği değil, O'nun zatının, sıfatlarının ve fiillerinin eşsizliğini, benzersizliğini dile getirir. Buna göre, O'ndan başka yaratıcı ve O'ndan başka tapınılacak varlık yoktur. Kur'ân, birçok âyette bu anlamda Allah'ın vahdaniyetini dile getirerek bunun zıddının imkansızlığını vurgular. Bu âyetlerden birkaçı şöyle sıralanabilir :
"O münezzehtir (eksiklerden uzaktır), yücedir. O öyle Allah'tır ki, (eşi ve benzeri yoktur), bir ve her şeye hakimdir" (ez-Zümer, 39/4).
"De ki : "O Allah bir tektir. O Allah'tır, samedtir, O doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi değildir" (el-İhlâs, 112/1-4).
"Âllah hiçbir evlad edinmemiştir. O'nunla birlikte hiçbir ilah yoktur. (Öyle olsaydı) bu durumda her tanrı, kendi yarattığını (sürükler) götürür ve kimi kiminin üstüne çıkıp yükselirdi. Allah onların nitelediği şeylerin hepsinden yücedir" (Mü'minun, 23/91).
"De ki : Allah ile beraber söyleye geldikleri gibi (başka) tanrılar olsaydı, onlar arşın sahibine elbet bir yol ararlardı. O, bunların söylemekte oldukları şeylerden tamamiyle münezzehtir, yücedir, büyüktür" (el-İsrâ, 17/42-43).
Kelam bilginleri, Kur'ân'dan Allah'ın vahdaniyetine ilişkin birçok kanıt çıkarmışlardır. Bunların başlıcaları burhan-ı temanü' ve burhan-ı tevarüd adı verilen kanıtlardır.
Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka tanrılar olsaydı, onların her ikisi (yer ve gökler) de fesada uğrardı (düzenleri bozulurdu)" (Enbiya, 21/22) âyetinden çıkarılan burhan-ı temanü' şöyle ifade edilir : Evrende birbirine her bakımdan eşit iki tanrı bulunsaydı, bunlardan biri birşeyin hareketini, diğeri de durmasını irade edebilirdi. Çünkü tanrı hür iradeye ve tam kudrete sahiptir. Bu durumda ortaya şu üç ihtimal çıkardı :
1- Her iki tanrının da dediği olurdu. Bu ihtimal batıldır. Çünkü aynı zaman ve mekanda hareket etme ve durma gibi iki zıd şeyin birleşmesi imkansızdır.
2- Her iki tanrının da dediği olmazdı. Bu ihtimal de batıldır. Çünkü iradesi gerçekleşmeyen acizdir, aciz ise ilah olamaz, Acizlik, sonradan olma (hudus) ve vacib değil mümkün olma belirtisidir.
3- Tanrılardan birinin iradesi gerçekleşir, diğerininki gerçekleşmezdi. Bu da batıl bir ihtimaldir. Çünkü iradesi gerçekleşmeyen acizdir, aciz tanrı olamaz. Diğer tanrı da, her bakımdan buna eşit olduğuna göre, onun da aciz olması, dolayısıyla tanrı olmaması gerekir. Öyleyse Allah'ın bir ve tek olması zorunludur.
Aynı âyetten çıkarılan burhan-ı tevarüd ile Allah'ın vahdaniyeti şöyle kanıtlanır :
Yerde ve gökte Allah'tan başka birkaç tanrı olsaydı, varlıklar :
1- Bütün tanrıların kudretiyle meydana gelirdi. Bu ihtimalde tanrılardan her birinin gücü varlıkları tek başına yaratmaya yetmemiş olurdu. Bu, acizliktir ve tanrılıkla bağdaşmaz.
2- Varlıklar her tanrı tarafından ayrı ayrı yaratılırdı. Bu durumda eser, eksiksiz ve tam iki müessirden meydana gelmiş olurdu. Diğer bir deyişle bir malul üzerine iki illetin tevarüdü gerekirdi. Bu da imkansızdır.
3- Varlıklar yalnız bir tanrının gücüyle yaratılırdı. Eğer varlıklar bir tanrının gücüyle yaratılır, diğerlerinin yaratmada bir etkisi olmazsa, tercih edici olmadan tercihin bulunması (tercih bila müreccih) sonucuna ulaşılır ki, bu durumda da varlıkların yaratılmaması gerekirdi. Bu üç ihtimal de batıl olduğuna göre Allah'ın vahdaniyeti kanıtlanmış olur.
MUHÂLEFETÜN Lİ'L-HAVÂDÎS
Cenab-ı Allah'ın tenzîhî ve selbî zâtına layık ve vacib sıfatlarından birisi. Bu sıfat Cenab-ı Hakk'ın zat ve sıfatlarında hiç bir şeye benzemediğini ifade eder. Muhalefetün li'l-havâdîs Allah'ın sonradan olan şeylere muhalif olması (benzememesi) demektir. Bunun zıddı sonradan olan şeylere mümaselet (benzemek)'tir; ki, Cenab-ı Hakk bundan münezzehtir. Allah Teâlâ'nın, zat ve sıfatlarından mümaselet ve müşahebeti (benzeri olmayı) kaldırdığı ve mefhumunda selb (nefy) anlamı bulunduğu için bu sıfat da Tenzihât denilen sıfat-ı selbiyeden sayılır.
Cenab-ı Allah, Vâcibü'l-vücûd'tur. Zâtından dolayı zorunlu olarak var olmak, varlığında başkasına muhtaç olmamak, başlangıcı olmayıp ezeli olmak, bâkî ve ebedî olmak, vâcibü'l-vücûd'a lazım gelen vasıflardır. Cenab-ı Allah'tan başka her şey mümkindir ve sonradan var edilmişlerdir (hadisdirler). İmkan (varlığı zorunlu olmamak), hudûs (sonradan olmak), varlığında başkasına ihtiyaç, fâni ve sonu olmak, zeval bulmak, noksanlık her mümkine lazım gelen vasıflardır. Vacib her bakımdan mümkinlerin zıddıdır. Zat ve sıfatları bakımından birbirine zıd olan iki şey asla birbirlerine benzemezler. O halde Vacib Teala'nın zatı ve sıfatları mümkinatın hakikat ve özelliklerine benzemez.
Allah, zat ve sıfatlarıyla ekmeldir. Başkaları noksan olup varlıklarında ve özelliklerinde Allah'a muhtaçtırlar. Kendisine muhtaç olunan ve kendisi mutlak ihtiyaçsız bulunan Allah Teâlâ, elbette her bakımdan kendisine muhtaç olan varhklara benzemez. Cenabı Allah'ın noksan varlıklara benzemesi, O'nun için nakisa (eksiklik) olur. O halde başkalarına benzemek Allah Teâlâ hakkında muhaldir. Mümkinatın her birinin birbirleri içerisinde cinsleri, tür ve benzerleri vardır. Cenab-ı Hakk'ın cins ve benzeri yoktur. Cins ve benzeri olmadığı için O'nun mahiyeti nedir? diye sorulamaz. O cüz ve parçalardan da mürekkep değildir. Cüz ve cisimlerin bitişme, ayrılma, hareket gibi hiç bir özelliği O'nda yoktur. Böyle olsa, bunlara muhtaç olmuş olurdu. O, mutlak ihtiyaçsızdır. O, bütün kâinatı yaratan tek yaratıcıdır. O, noksanlıklardan münezzeh, bütün ekmel sıfatlarla muttasıf, ekmel varlık ve tek yaratıcı olduğu için, azamet ve ahadiyyet perdesi ile gözlerden gizlenmiştir. Hattâ o kadar büyüktür ki, O'nun mahiyetini ve zatını akıllar idrak edemez, O'nun hakikatına hayal ve vehimler erişemez. Bunun için Peygamberimiz (s.a.s), (Aklına gelen her şeyden Allah başkadır) buyurmuştur. Allah Teâlâ'nın zat ve sıfatlarının hakîkatini kavramak, O'nun ilâhi mahiyetini tasavvur edebilmek mümkün olmadığından, akıl ve hayalimize ne gelirse gelsin ve ne şekilde nasıl düşünürsek düşünelim; O, hayal ve tasavvur ettiklerimizden ve düşündüklerimizden başkadır. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah'ın mahlûkatı, nîmetleri ve varlığına delâlet eden ayetleri hakkında düşününüz. O'nun zat ve mahiyeti hakkında düşünmeyiniz" buyurmuştur (İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim; en-Necm, 53/42, et-Talak 65/12. ayetlerinin tefsirinde el-Azîzî, Siracü'l-Münir Şerhu'l-Camiu's-Sagir Mısır, 130 h. II, s. 170). Buna göre, Allah'ın varlığına, kudret, ilim ve hikmetine delalet eden ayet ve delilleri akıllar idrak eder, gözler görür, var ve bir olduğu kesin olarak anlaşılır.
Zatında ve sıfatlarında Allah Teâlâ'nın yerini tutacak ve O'nun makamına kaim olabilecek hiç bir şey de yoktur. Zatında O'nun yerini tutabilecek bir şeyin olmadığı malumdur. Cenab-ı Vacibul-Vücud'un hayat, ilim, kudret ve diğer bütün sıfatları, mahlûkatın sıfatlarından aralarında hiç bir münasebet ve benzerlik olmayacak kadar ekmel ve çok daha yücedir. Meselâ, bizim ilmimiz zorunlu olmayıp sonradan kazanılmıştır, arâzdır, bâki değildir; zail olur, her zaman yenilenir ve çok eksiktir. Yüce Allah'ın ilmi, O'nun zatına vacib zorunlu ezelî, ebedî ve tastamamdır. Geçmişte ve gelecekte O'nun ilminden bir zerre bile hariç kalmaz. O kudretiyle de ezelde ve ebed'te ekmeldir. O'nun her mümkine gücü yeter.
Yüce Allah hiç bir şeye benzemediği için araz değildir. Çünkü araz, var olabilmesi için kendisini tutup taşıyan bir mahalle muhtaçtır. O'nun şekil ve sureti yoktur. Sonlu ve sınırlı değildir. Sonu yoktur. O zaman ve mekandan münezzehtir. Zaman ve mekânın fevkindedir. Hülâsa; Yüce Allah, mümkinât ve hadisler denilen varlıklara hiç bir şekilde benzemeyen ve bunların özelliklerinden münezzeh ekmel varlık ve tek yaratıcıdır. "O'nun benzeri şöyle dursun, benzeri gibisi bile yoktur. O, hakkıyla işitici ve görücüdür" (eş-Şura, 42/11).
"Melekler saf saf olduğu halde Rabbin (in emri) geldiği vakitte" (el-Fecr, 89/22); "Rahman olan Allah Arş'ın üzerine istiva etmiştir" (Taha, 20/5), "Allah'ın eli, onların ellerinin üstündedir" (el-Feth, 48/10) gibi ayetlerde Allah Teâlâ'ya bir tür teşbihi (benzetmeyi) andıran sıfatlar isnad edilmiştir. Bu sıfatlara, haberî sıfatlar (es-Sıfatü'l-haberiyye) denilir. Selef uleması bu sıfatları tecsimsiz (cismiyat isnad etmeyerek) teşbihsiz (başkalarınınkine benzetmeyerek ve benzerliğini reddederek ve te'vilsiz kabul ederler ve bunlardan murad edilen manâyı Allah'a havale ederler. Halef uleması : (Kelamcıların müteahhirîni) ise, halkı teşbih vadisine düşmekten, Cenab-ı Allah'ı başka şeylere benzetmekten korumak için haberî sıfatlara Arap dili ve belağatına uygun olarak Cenab-ı Hakk'ın zatına lâyık bir anlam vermişlerdir. Meselâ yedullah'taki" yed'e kudret ve nimet; "vechü Rabbike" (er-Rahman, 55/27) deki vech'e, zat anlamını vermişler ve verdikleri bu manâların ihtimal dahilinde olduğunu ve kesinlik kazanamayacağını da söylemişlerdir ve neticede bu haberi sıfatlardan kesin olarak murad edilenin ne olduğunu yine Allah'a havale etmişlerdir.
KIYÂM Bİ-NEFSİHİ
Kendi özü gereği varolan. Kıyam bi-zatihi de denir. Allah'ın Tenzihat ya da Sıfat-ı Selbiye (Allah'ın soyutlama, olumsuzlama yoluyla ulaşılan sıfatları) denilen sıfatlarındandır. Allah'ın bizzat varolduğunu, varolmak için başka bir varlık ya da nedene muhtaç olmadığını dile getirir.
Allah dışındaki varlıklar özleri gereği değil başka bir varlık ya da nedene bağlı olarak vardırlar. Varolmak için ikamet edecekleri bir mekana, içinde bulunacakları bir yere (mahal), kendilerini seçecek bir seçiciye ya da icad edecek bir mucide ihtiyaç duyarlar.
Böyle bir neden olmadıkça varolmaları düşünülemez. Bu nedenle Allah dışındaki tüm varlıklar kıyam biğayrihi (başkasıyla varolan) varlıklardır. Allah, varlıklara ait niteliklerden münezzehtir. Bu nedenle O'nun kendi özü gereği varolması gerekir. Bu gereklilik Allah için vücub (zorunluluk) ifade eder. Aksi durumda Allah'ın diğer varlıklara benzemesi, onlar gibi başka bir nedene bağımlı (muhtaç) olması gerekir ki, Allah için böyle birşey düşünülemez. Bu nedenle Allah'ın varlığı vâcibu'l-vücud (varlığı zorunlu) olarak tanımlanır. Varlığı zorunlu olan Allah, diğer varlıkların varlık varoluş nedenidir.
Başka bir deyişle tüm evren ancak Allah'ın varlığı nedeniyle, O'nun yaratması, varetmesiyle vardırlar. Varolmaları Allah gibi zorunlu (vacib) olmadığı için varlıkları "mümkün" olarak nitelenir, eş deyişle varlıkları ile yoklukları arasında bir fark yoktur.
Allah'ın varlığının zorunluluğu ve kendindenliği Kur'an'da tenzih, soyutlama yoluyla ortaya konulur. Tevhîd inancını özetleyen ihlas Sûresi Allah'ın birliğini, doğmak ve doğurmak gibi yaratılmışlara özgü niteliklerden yüce olduğunu, hiçbir varlığın O'nun dengi olamayacağını belirtirken O'nun "Samed" olduğunu da vurgular. Samed, müfessirlere göre, tüm varlıkların varlık ve bekalarının Allah'a bağlı olduğunu, her şeyin O'na muhtaç bulunduğunu, O'nun ise hiçbir şeye bağımlı ve muhtaç olmadığını, her şeyin yöneleceği, yardım dileyeceği tek varlık olduğunu dile getirir. Allah'ın varlıklardan aşkınlığı, münezzeh oluşu, muhtaç olmayışı "Ey iman edenler, siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise müstağnidir (hiçbir şeye muhtaç; değildir)" (el-Fatır, 35/15) ve "Allah, âlemlerden müstağnidir" (el-Ankebut, 29/6) gibi âyetlerle de sık sık vurgulanır
SIFAT-I ZÂTİYYE
Yüce Allah'ın zatı için vacib olan, zorunlu olan sıfatlar. Bunlara sıfât-ı nefsiyye de denir. Diğer bir tabirle "zatî veya nefsî sıfatlar" da denilen bu sıfatlar, Yüce Allah'ın varlığını ve hakikatını anlayıp kavramada biz kullarına yardım eden sıfatlardır. Bu sıfatlar sayesinde Allahu Teâlâ'nın yüce zatını ve varlığını O'na yaraşır bir tarzda anlayıp, imanımın da o nisbette kuvvetlendirebiliriz. Yüce Allah'ın kendine mahsus bir zatı vardır ve bu zatının gereği olan, bu zatdan ayrılması düşünülmeyen sıfatları vardır. Bunlardan bir kısmına "Zatî sıfatlar" , bir kısmına da "sübutî sıfatlar" denir.
Zatî sıfatlar, hiç bir sebebin eseri olmayan, Allah Teâlâ'nın hakikatını ortaya koyan sıfatlardır. Bu sıfatlar Yüce Allah'ın zâtıyla, varlığıyla doğrudan doğruya alâkalı oldukları için ve sadece Allah'ın yüce zatına mahsus oldukları için zatî sıfatlar diye isimlendirilmişlerdir. Zat veya varlık olmadan bu sıfatların varlığını düşünmek ve bu sıfatlardan söz etmek imkansızdır.
"Sıfât-ı Zatiyye" denilen bu zatî sıfatlar şunlardır :
1. Vücûd Sıfatı : Yüce Allah'ın mevcudiyeti, varlığı demektir ki; bazı âlimlerimize göre, asıl zatî veya nefsî sıfat budur. Zira Yüce Allah'ın mevcudiyeti, varlığı kabul edilmeden, diğer sıfatlarından bahsetmek mümkün olmaz. Yüce Allah'ın varlığına, mevcudiyetine işaret eden pek çok âyet-i kerime Kur'ânda mevcuttur. Bunlardan birisi olan Haşr suresinin 22. âyetinde meâlen şöyle buyurulmaktadır :
"O Yüce Allah, görüleni de görülmeyeni de bilen, Kendisinden başka ilah olmayan, ancak kendisi var olan Allah'dır ".
Allah Teâlâ'nın varlığı, mevcudiyeti kendi zatının gereğidir. O'nun yüce zatı, yaratıklarda olduğu gibi başkasından dolayı değildir. O kendi zatı ite vardır, kendi zatıyla kâimdir, varlığı için bir başkasına muhtaç değildir. Zira muhtaç olan, İlâh olamaz.
2. Kıdem Sıfatı : "Yüce Allah'ın varlığının evveli ve başlangıcının olmaması" demektir. O, ezelidir; O'nun var olmadığı bir an bile düşünülemez. Varlığı, zatının gereği olan Yüce Allah'ın bu varlığının ezelî olması, evveli ve sonunun olmaması vâcibtir. Varlığında başlangıç ve sonu olanlar, ancak yaratıklardır. Allahın kıdem sıfatına Hadid suresinin 3. Âyeti açıkça işaret etmektedir : "O, her Şeyden öncedir; kendisinden sonraya hiç bir şeyin kalmayacağı sondur; varlığı aşikardır; gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O, herşeyi bilir".
3. Bekâ sıfatı : "Allah Teâlâ'nın varlığının sonu, bitiş noktası yoktur" demektir. O, ebedîdir, yani onun mevcudiyeti, varlığı sonsuzca devam edip gitmektedir. Bu sıfat dahi sadece onun yüce zâtına mahsus bir sıfattır, çünkü bütün yaratıklar sonludur, bir gün hayatları son bulacaktır. İşte bu gerçek, Rahman suresinin 26. ve 27. âyetlerinde meâlen şöyle beyan buyurulmuştur : "Yer yüzünde bulunan her şey fânidir (sonludur); ancak yüce ve cömert olan Rabbinin varlığı bâkidir ".
4. Vahdaniyet Sıfatı : Yüce Allahın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde (işlerinde) bir tek olması demektir. O'nun eşi ve ortağı, yardımcısı yoktur; bir ve tek'tir.
İhlâs Suresi, Cenab-ı Hakk'ın bu sıfatını açık bir üslupla ortaya koymaktadır : Hz. Peygambere hitaben; "Deki, Allah bir tektir; Allah hiç bir şeye muhtaç değildir, O doğurmamış ve doğmamıştır, hiçbir şey O na denk değildir ".
Her şeyi yaratan Allah Teâlâ olduğu için, O işlerinde, fiillerinde de tektir. O'nun hiç bir benzeri, ortağı, örneği ve cüzleri (parçaları) ve yardımcıları yoktur. İbadete lâyık yegâne tek mabut, Allah'tır. İşte "Vahdaniyet" sıfatını bütün bu hususları içine alan bir teklik (ehâdiyet) olarak anlamak gerekir. O her bakımdan en mükemmel, bütün eksiklik ve noksanlıklardan uzak (münezzeh) bir varlıktır.
5. Muhâlefetün lil-Havadis Sıfatı : Yüce Allah'ın sonradan olanlara, sonradan yaratılmış olanlara benzememesi demektir. Yüce Allah'ın benzeri hiç bir şey yoktur. O'na eşit ve denk olan hiç bir varlık yoktur. Zaten kâdîm, bâkî ve bir tek olan varlığın sonradan olanlara benzememesi, yine O'nun bu sıfatlarının bir sonucudur ve O'nun yüce zatına mahsustur. Bu sıfata Şûrâ suresinin 11. âyetinde açıkça işaret buyurulmuştur : "O'nun benzeri hiç birşey yoktur, O işitendir, görendir".
6. Kıyam binefsihi (bizâtihi) : "Yüce Allah'ın varlığı veya mevcudiyeti bir başkasına muhtac değildir; aksine varlığı kendi zâtındandır" demektir. Bütün yaradılmışlar (mahlukât), var olmada ve varlığını devam ettirmede Cenâb-ı Hakk'a muhtaçtır. Halbuki Yüce Allah hiç bir şeye muhtac ve bağımlı değildir, O Azîz ve Sameddir, yani hiç bir şeye ihtiyacı yoktur; kâinattaki her şey O'na muhtaçtır. Bu sıfata da Kur'ân-ı Kerim'in pek çok âyetlerinde işaret edilmektedir. Meselâ; Alû İmrân Suresinin 2. âyetinde şöyle buyrulmaktadır : "Allah, O'ndan başka ilah olmayan, diri ve kendi kendine kâim (var) olandır".
Vâcibu'l-vücûd (varlığı zorunlu, varlığı kendi zâtının gereği) olan Allah'ın zatı düşünüldüğü zaman, bu varlıkla beraber bu zâtî sıfatların da düşünülmesi zaruridir (vâcibtir). Varlık, yani mevcudiyet ve sıfatlar O'ndan ayrılmaz. Allah Teâlâ kadîm, ezelî, ebedî ve her yönden en mükemmel olduğu için, ne zamana, ne mekâna, ne bir yardımcıya muhtaçtır. O bunların hepsinin üstünde, varlığı zâtının gereği, mutlak ve en mükemmel ve vâcib bir Allah'dır.
VÜCUD
Olmak, varolmak, olan, varolan, mevcut.
Kelam ilminde Allah'ın zorunlu varlığını dile getirir. Kelamcılara göre Allah'ın nefsî, zatî ya da sübutî sıfatlarındandır.
Yunan felsefesinin, özellikle Aristo ****fiziğin İslâm dünyasına girmesinden önce, kelamcılar genel bir kavram olarak vücud yerine şey ve cisim kavramlarını kullanıyorlardı. Bu dönemde, kelamcıların tartıştıkları başlıca konulardan birini, Allah'a şey ya da cisim denilip denilemeyeceği oluşturuyordu. Sonunda Allah'a cisim denilemeyeceği, çünkü Allah'ın cismin gerekli niteliklerinden olan boyutlu olmaktan münezzeh olduğu sonucuna varıldı. Buna karşılık, diğer şeyler gibi olmamakla birlikte, Allah'a şey denilebileceği kelamcıların büyük çoğunluğu tarafından kabul edildi. Zeydî kelamcılarla Mutezile'den Cehm bin Safvan bu görüşü benimsemediler.
Vücud ve cevher kavramları, İslâm felsefe ve kelamına Aristoteles felsefesinin etkisiyle girdi. Felsefecilerle kelamcılar bu kez de bu kavramları tartışmaya başladılar. Allah için cevher kelimesinin kullanılması uygun görülmedi. Vücudun ise O'nun zatî sıfatlarından biri olduğu kabul edildi. Ama sorun bununla bitmiyordu. Tartışma, vücudun Allah'ın zatından ayrı birşey olup olmadığı konusunda sürdü. Kelamcıların büyük çoğunluğu, vücudun zattan ayrı, zata eklenmiş ezeli, ebedi ve bağımsız bir sıfat olduğunu kabul etti. Ebu'l-Hasan el-Eş'arî ile Mutezile kelamcılarından Ebu'l-Hüseyin el-Basrî ise, İslâm felsefecilerine uyarak vücudun zata eklenmiş bağımsız bir sıfat olduğu görüşünü reddettiler.
Hem Allah, hem de diğer nesneler için ortaklaşa kullanılması, vücud kavramına nisbetleri bâkımından varlıkların derecelendirilmesini gerektirdi. Buna göre varlıklar, vücud kavramıyla nisbetleri bakımından üç kategoriye ayrıldı. Bu kategoriler vacib (zorunlu), mümkün (olabilir) ve mümteni (olması imkansız) biçiminde adlandırıldı.
Vacib vücud, varlığı zorunlu ve zatının gereği olan, varolmakta başka bir varlığa muhtaç olmayan varlık, Allah'tır. Vacib vücudun zatı ile vücudu arasında başkalık yoktur. Vacib vücud aynı zamanda yokluğu düşünülemeyen, yokluğu kabul etmeyen varlıktır. Vücudun yokluğu kabul etmemesi ya zatı gereği ya da başka bir varlıktan dolayıdır. Yokluğu kendi zatı gereği kabul etmeyen (Allah'ın zatı gibi) vücud vacib lizatihi adını alır. Yokluğu kabul etmeyişi başka bir varlıktan dolayı ise (Allah'ın sıfatları gibi) vacib liğayrihi denir. Varlığının başlangıcı ve sonu olmaması; atomlardan, cevher ve arazlardan ya da madde ve suretten bileşmemesi vacib vücudun başlıca özellikleridir.
Mümkün vücud, ne varlığı, ne de yokluğu zatının gereği olmayan, zatı bakımından varlığı ile yokluğu eşit olandır. Mümkün varlık, varlığı da, yokluğu da vacib olmayan ya da varlığı da, yokluğu da mümteni olmayan diye de tanımlanır. Mümkünün varlığı da, yokluğu da eşit olduğundan varolmak için mutlaka tercih edici bir sebebe muhtaçtır. Bu sebep, onun varlığını yokluğuna tercih ederse, varolur. Varlığı, sebebinden sonra olduğu için hadis, sonradan olmadır.
Yokluğu zatının gereği olan, bu nedenle varlığı imkansız şeylere mümteni, muhal ya da müstahil denir. Mümteninin temel özelliği hiçbir şekilde varolmamaktır. Mümteniyi aklen varolan bir nesne gibi düşünmek bile mümkün değildir
VACİBU'L-VÜCUD
Zorunlu varlık ya da varlığı zorunlu olan, Allah.
Kelam ilminde Allah'ın varlığının zorunluluğunu, gerekliliğini belirtir.
Vücud kavramının Yunan felsefesinin etkisiyle İslâm felsefe ve kelamına girmesinden sonra başlayan, vücudun Allah'a nisbet edilip edilemeyeceği tartışması, vücudun Allah'ın sıfatlarından biri olduğunun kabul edilmesiyle sona erdi. Genel kabule göre vücud, Allah ın zatından ayrı, ezelî, ebedî ve bağımsız bir sıfattır.
Vücud kavramının diğer nesnelere de nisbet edilmesi, varlıklar arasında bir ayrım yapılmasını gerekli kıldı. Bunun yapılmaması durumunda Allah ile diğer varlıklar aynı kavram altında toplanmış olacaktı. Bu sorunun ortadan kalkması için varlıklar, vücuda nisbetleri bakımından vacib (zorunlu), mümkün (olabilir) ve mümtezi (olması imkansız) denilen üç bölüme ayrıldı. Varlığı zatının gereği olan Allah'ın vücudu vacib; varlığını başka bir varlığa borçlu olan yaratılmış varlıklar mümkün; olması hiçbir şekilde düşünülemeyen şeyler de mümteni varlıklar olarak tanımlandı.
Zorunlu varlığın ya da varlığı zorunlu olan Allah'ın zorunluluktan gelen ayırıcı özellikleri olmalıydı. Kelam bilginleri bu ayırıcı özellikleri de şöyle belirlediler :
Bir varlık hem zatı gereği, hem de başkasından dolayı vacib olamaz.
Çünkü başkası ile var olanın, başkasının yok olması ile yok olması gerekir. Bu nedenle iki durumun bir araya gelmesi imkansızdır.
Zatı gereği vacib olan bileşik olamaz. Çünkü her bileşik parçasına muhtaçtır. Bu varlığın başkasına muhtaç olduğu anlamına gelir. Başkasına muhtaç olan varlık, zatı bakımından vacib değil, mümkündür. Zatı bakımından vacib olan başkası ile birleşmez. Birleşme, başkası ile ilişki kurmaktır. Zatı bakımından vacib olanın böyle bir ilişkisi de olamaz.
Zatından dolayı vacib olanın vücudu, mahiyeti üzerine zaid olamaz. Çünkü o vücud mahiyetten müstağni değilse, zatı bakımından mümkün ve bir müessire muhtaçtır. Zatından dolayı vacib olanın vücudu kendi üzerine zaid olamaz. Çünkü eğer vücubiyet vücudu gerektiriyorsa fer'î olan asıl olana asıl olur ki, bu imkansızdır.
Zatıyla vücubiyet iki nesne arasında ortak olmaz. Yoksa bu, ikisinden birinin öbüründen ayrıldığı nesneye ters düşer ve böylece her biri, ortaklaştıkları nesne ile ayrıldıkları nesneden bileşmiş olurlar. Zatı bakımından vacib olan, her yönden vacibdir. Zatından dolayı vacib olan yok olamaz. Eğer yok olursa, varlığı, yokluğunun sebebinin yok olmasına bağlı olurdu. Başkasına bağlı olanın da zatı bakımından mümkün olması gerekirdi. Zatı bakımından vacib olan, zatının gerektirdiği bir takım niteliklerle donanabilir
KIDEM
Eski, kadîm ve önce olma karşıtı sonradan olan manasına gelen "hudûs'tur.
Kıdem kelimesi, İslâm felsefesi ve kelâm tarihinde üç anlamda kullanılmıştır : 1-Kıdem-i zamanî (zamanla ezen olmak) Bir şeyin varlığı ezelî olup, vücudundan adem (yokluk) geçmemek dernektir. 2- Kıdem-i zâtî. Bir şeyin varlığı başkasına muhtaç olmamak, muhtaç olmadığı ve li-zatihî var olduğu için de başlangıçsız ve öncesiz olmak. 3- Kıdem-i izâfi. Bir şeyin varlığının başlangıcı, başkasına nisbetle daha önce olmak. Babanın zaman bakımından oğlundan daha önce olması gibi.
Bunların karşıtı ise : 1- Hudûs-i zamanî : Bir şeyin yok iken sonradan olması. İnsanların hudûsu gibi... 2-Hudûs-i zatî : Bir şey varlığında başkasına muhtaç olmak. İslâm filozoflarına göre akıllar ve nefisler gibi... 3-Hudûs-i zâtı : Bir şeyin, başkasına nisbetle sonradan olması. Oğlun zaman bakımından babasından sonra olması gibi...
Farabî gibi İslâm filozoflarına göre akıl, nefis, felek ve heyülâ gibi varlıklar kıdem-i zamanî ile ezeli; varlıklarında Allah'a muhtaç oldukları için de hudûs-i zâtî ile hâdistirler.
Bütün ehl-i sünnet âlimleriyle beraber kelâmcıların hepsi Allah'tan başka hiç bir şeyin ezelî ve öncesiz olmadığını söylemişlerdir. Kıdem; ezelî, öncesiz ve varlığında hiçbir şeye muhtaç olmamak anlamında kullanılması itibarıyla yalnız Yüce Allah'a mahsustur. Ondan başka her şey sonradan var edilmiştir. Kıdem, beka*, muhalefetün li'l-havadis *, kıyam bizatihî*, vahdaniyet*, gibi sıfatlar Allah Teâlâ için gereklidir. Bu sıfatlara, Yüce Allah'tan bunların zıtlarını selb edip (kaldırıp) O'nun noksanlıklardan münezzeh olduğunu ifade ettiği için "sıfat-ı selbiyye" veya "sıfat-ı tenzihiyye" denilir. Bu sıfatların başında "kıdem" gelir. Cenabı Allah, vacib li- zâtihî veya vacibü'l-vücûd (varlığı zorunlu) olduğu için ezelîdir. O'nun başlangıcı ve öncesi yoktur. Kıdem, Cenâb-ı Hakk'tan geçmişteki yokluğu selbeden ve O'nun yokluktan münezzeh olduğunu ifade eden bir kavramdır. Kıdem, "vacîb lizatihî" kavramının içinde mevcuttur. Allah Teâlâ vâcibu'l-vücûddur (vâcib li- zatihîdir). Vâcibü'l-vücûd, varlığı, zatının muktezası olan demektir. Vacibü'l-vücûdun, yani başkasına muhtaç olmadan zatının gereği olarak var olanın, ademi (yokluğu) muhaldir ve asla mümkün değildir. Ademi mümkün olmayan kadîmdir. O halde Yüce Allah için kıdem, sabittir. Kıdemi sabit olanın ademi (yokluğu) muhal olduğu için, bekası da lâzımdır. Vâcib li zâtihî, cüz ve parçalardan da mürekkeb değildir. Aksi takdirde cüz ve parçalarına muhtaç olur. Başlangıcı bulunmayan, varlığı zorunlu olan Yüce Allah, ezelî olmazsa, hâdis olur ve varlığını başkasının icadına muhtaç olur. Ebedî olmazsa fâni ve âciz bulunur. Hudûs (sonradan olma) ve başkasına muhtaç olmak ise vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunlu olan) kavramına aykırı düşer. O halde kıdem (evveli ve başlangıcı olmamak), Vâcib li-zâtihi'ye açıkça lazım gelen özelliklerdendir.
Eğer Cenab-ı Allah kıdem'le muctasıf olmayıp hâdis (sonradan olmuş) ve yaratılmış farz edilse, bir muhdis ve hâlikın kendisini yaratmasına ihtiyaç duyması lazım gelir. Kendisini yaratan kadîm ise, o Allah olur; kadîm değilse, o da başka bir yaratıcıya muhtaç olup böylece mâzî cihetinde sonsuza doğru her yaratıcı kendisinden önceki yaratıcıya muhtaç olur. Bu husus ise nihayetsiz bir mûcidler silsilesini ve batıl bir teselsülü gerektirir. Halbuki Vâcibü'l-vücûd Allah hiç bir yaratıcıya muhtaç olmadan li-zatihi vardır. Mümkün ve hâdis varlıklar vücudlarında yaratıcıya muhtaç olurlar. Mümkün demek, varlığı zatının gereği olmayan, var olmasında bir yaratıcıya muhtaç olan demektir. Gördüğümüz âlem ve içindekiler mümkin ve hâdistirler. Varlıklarını kendi zatları gerektirmez. Varlıkları vâcib (zorunlu) olmayıp varlıklarını yokluklarına tercih edecek bir müreccihe (sebebe) muhtaçtırlar. Bu müreccih, vücudu mümkin bulunan bir şey olursa, bunun, diğer bir mümkini vücuda getiremeyeceği açıkça anlaşılır. Meselâ bugün sonradan yaratıldığı açıkça anlaşılan maddenin özelliklerini ilim ortaya çıkarmıştır. Madde âtıldır; şuursuz dış tesirler karşısında dağılır ve saçılır; akılsız, bilgisiz ve şuursuzdur. Enerji de böyledir. Çeşitli madde ve enerjiler, aralarında ittifak edip şuurluca karar vererek kâinatın nizâmını ve dünyanın içindeki canlıları yaratamazlar. O halde şu gördüğümüz mümkün olan varlıklar, mümkinât silsilesinin dışında bir vâcibu'l-vücud, bir başlangıcı bulunmayan ezelî yaratıcının varlığına delâlet edip dururlar. Kıdem, bu vâcibu'l-vücud olan yaratıcının varlığının gereğidir. Çünkü her ne zaman, kıdem ile vâcibu'l-vücûd düşünülürse, ikisinin de birbirini lâzım kıldığını akıl anlar. Vâcibu'l vücûd; zâtı ve yüce sıfatlarıyla beraber Allah Teâlâ'dır. Allah sıfatlarıyla beraber ezelîdir. O'nun hiç bir sıfatı sonradan olmamıştır. Sıfatları, Allah Teâlâ'nın zâtının muktezasıdır ve O'nun zâtıyla kaimdirler. Allah'ın sıfatları O'nun gayrı değildirler ve zâtından ayrılmazlar. Allah'ın zatı, sonradan olan sıfat ve özelliklere mahal (yer) olamaz. Allah zamana ve mekandan münezzehtir. Mekân, zaman, kâinat ve bunların içinde bulunan her şey, O'nun kudret, irade, ilim ve yaratmasıyla var olmuşlardır. Allah, muhtar (murîd) olan hâlıktır. Murîdin, eserinin sonradan olmaklığı gereklidir. İrade sahibinin eseri kadîm olsa, bunu yaratmayı dilemesi, varlığı halinde olur. Var olanı yaratmayı dilemek muhaldir. Çünkü var olanı yaratmak, hâsılı (var olanı) tahsil (tekrar husûle getirmek) demektir. Var olan yok değil ki tekrar yaratılsın. Binaenaleyh ihtiyar ile yaratmak, bir şeyi yok iken dileyip var etmek demektir. Böyle bir murîd yaratıcının da bizatihî mevcut ve ezelî olması şarttır.
Materyalistler ve diğer münkirler, mü'minlere yönelik olarak şu şekilde sorular sorarlar : "Allah'ı kim yarattı? Allah'ın her şeyi yaratmaya gücü yeterse, kendisi gibi bir Allah yaratabilir mi?". Bunlar şu şekilde cevaplandırılır :
Allah'ın kudret, irade ve yaratması mümteniâta (muhallere) ve vâcibâta (varlığı zorunlu olanlara) bağlı değildir. Muhaller, aklen imkansız olduğu için vuku bulmaz. Meselâ, bir evin bizzat kendisinin varlığı aynı anda hem Eskişehir'de, hem de İstanbul'da muhaldir. Aynı bir şey aynı anda iki veya üç ayrı yerde bulunsa, bu takdirde birin iki veya üç etmesi gerekir. Bir, birdir; iki veya üç etmez. Ama bir şeyin sureti, benzeri, kalıpları pek çok yerde olabilir. Eğer Allah yaratılmış olsa, kadîm olmayıp hâdis olur; vâcib olmayıp mümkün olur ve varlığında başkasına muhtaç olur. Mümkün olup yaratıları ve muhtaç olan varlık li-zatihî zorunlu olmayıp hâdis olur, ezelî olmamış olur. Varlığı vâcib, ezelî olmayan ve varlığında başkasına muhtaç olan Allah değildir. O halde vâcibu'l-vücûd ve ezelî olan Allah'ın yaratılması muhaldir, imkânsızdır.
Allah Teâlâ'nın ezelî olduğunu bildiren naklî deliller :
"O (Allah) evvel (öncesiz, ezelî) ve ahirdir..." (el-Hadîd, 57/3). "De ki o Allah sameddir (ihtiyaçsız, herkesin doğrudan doğruya kendisine muhtaç olduğu zeval bulmayan kadîm ve bakîdir). O doğurmadı ve doğurulmadı. Hiç bir şey O'nun dengi değildir" (İhlas, 112/ 1-3 ; Sa'duddin et- Taftazânî, Şerhu'l-Makâsıd, I, 60-61; Şerhu'l Akâid, s. 65-66; Seyyid Şerif el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, s. 469-470; Abdullatif el-Harputî, Tenkihu'l-Kelâm, s. 180).
BEKÂ
Sonsuz, ebedî kalmak; durmak, sürmek, devam etmek ve özellikle eski hâli üzere sabit olmak.
Istılahta; Yüce Allah'ın sıfatlarından birisidir. Allah'ın varlığının bir sonunun olmaması demektir. Bütün sonradan yaratılan varlıklar için bir son düşünüldüğü halde, O'nun için bir son düşünülemez. O hem ebedî hem de ezelîdir. Başlangıcı ve sonu yoktur.
İki türlü bâkî varlık vardır : 1- Sonsuza kadar kendi kendine bâki olan varlık. Bu varlık için bir fena, yani son bulmak, zevâl bulmak düşünülemez. İşte bu varlık Yüce Allah'tır.
2- Belli bir süreye kadar, bir başkası sebebiyle,bir başkasına muhtaç olarak bâki olan varlık. Bu, Allah'ın dışında, Allah'ın belli bir süreye kadar bâki kıldığı varlıklardır. Bunlar için son ve zevâl bulmak mümkündür.
Allah'ın bâki kılmasına bağlı olan varlıkların bâkiliği de iki şekilde olur :
a- Bizzat kendisi, özel varlığı bâki olanlar ki; bunların bâkiliği tek tek her varlık içindir. Buna örnek olarak gök cisimleri, ay, dünya, yıldızlar ve diğer gezeğenler verilebilir. Her birinin bâkiliği kendisine mahsustur. Bütün bunların son ve zeval bulması Allah'a bağlıdır. O istediği anda bunlara bir son verebilir.
b- Cins ve türleri itibariyle bâki olanlar. Bunların bâkiliği her varlığın bizzat kendisi için değildir. Bu tür bâkî varlıklara da insan ve hayvan türleri örnek verilebilir. İnsan cins ve tür olarak Allah'ın istediği ve dilediği vakte kadar bâkidir. Bir insan ölür ama insan türü bâkidir. Diğeri yaşar ve insan nesli devam eder. Özel varlığı bâki olan varlıklar ise böyle değildir. Ay, zâti olarak kendisi için, herhangi bir yıldız kendisi için bâkidir, süreklidir. (Râğıb el-Isfahâni, Müfredât, İstanbul 1986, s. 74).
Dünya fâni, ahiret ise bâkidir. Cennet, Cehennem bâkidir. Oradaki mükâfat ve azap da bâkidir. Yüce Allah Cennet ehli için "Onlar Cennetliktirler. İşlediklerine karşılık olarak ebediyen Cennet'te kalacaklardır. " (Ahkâf, 46/14) buyurmakta, Cehennem ehli için de, "Kim Allah'a ve Peygamberi'ne karşı gelirse ona, içinde sonsuz olarak kalacakları Cehennem ateşi vardır. "(Cin, 72/23) buyurarak, her iki grubun mükâfât ve azabının daimî olacağını açıkça ifade etmektedir.
Allah'ın dışındaki her şey O'nun dilemesi ve isteğine göre, O'nun istediği zamana kadar, O'na muhtaç olacak şekilde bizâtihî olmayıp, biğayrihî bâkidir. O nasıl isterse o şekilde olur ve geçici bâkilik son bulur.
Yüce Allah ise bizâtihî olarak bâkidir. Başlangıcı olmadığı gibi bir sonu da yoktur. Zira O Vâcibu'l-Vücûd'dur, varlığı zorunlu olandır. Kıdemi sabit olanın bekâsı da vaciptir. O'nun bâki olması Vâcibu'l-Vücûd olmasının bir gereğidir. Bekâ, Allah'ın zâtî sıfatlarındandır. Bunun zıddı olan "fenâ" yani "bir sonu olmak" Yüce Allah için muhaldir. Böyle bir şeyin düşünülmesi tenâkuzdur.
VAHDÂNİYET
Birlik. İslâm kelamında Allah'ın , cisimsel niteliklerden soyutlamaya dayanan tenzihî ya da selbî sıfatlarından biri.
Vahdaniyet, Allah'ın zat, sıfat ve fiillerinde tekliğini belirtir. Vahdaniyetin zıddı olan birden olma (taaddüd) ve ortağı bulunma (şirk), Allah için düşünülemez.
Allah'ın vahdaniyeti; sayısal anlamda bir birliği değil, O'nun zatının, sıfatlarının ve fiillerinin eşsizliğini, benzersizliğini dile getirir. Buna göre, O'ndan başka yaratıcı ve O'ndan başka tapınılacak varlık yoktur. Kur'ân, birçok âyette bu anlamda Allah'ın vahdaniyetini dile getirerek bunun zıddının imkansızlığını vurgular. Bu âyetlerden birkaçı şöyle sıralanabilir :
"O münezzehtir (eksiklerden uzaktır), yücedir. O öyle Allah'tır ki, (eşi ve benzeri yoktur), bir ve her şeye hakimdir" (ez-Zümer, 39/4).
"De ki : "O Allah bir tektir. O Allah'tır, samedtir, O doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi değildir" (el-İhlâs, 112/1-4).
"Âllah hiçbir evlad edinmemiştir. O'nunla birlikte hiçbir ilah yoktur. (Öyle olsaydı) bu durumda her tanrı, kendi yarattığını (sürükler) götürür ve kimi kiminin üstüne çıkıp yükselirdi. Allah onların nitelediği şeylerin hepsinden yücedir" (Mü'minun, 23/91).
"De ki : Allah ile beraber söyleye geldikleri gibi (başka) tanrılar olsaydı, onlar arşın sahibine elbet bir yol ararlardı. O, bunların söylemekte oldukları şeylerden tamamiyle münezzehtir, yücedir, büyüktür" (el-İsrâ, 17/42-43).
Kelam bilginleri, Kur'ân'dan Allah'ın vahdaniyetine ilişkin birçok kanıt çıkarmışlardır. Bunların başlıcaları burhan-ı temanü' ve burhan-ı tevarüd adı verilen kanıtlardır.
Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka tanrılar olsaydı, onların her ikisi (yer ve gökler) de fesada uğrardı (düzenleri bozulurdu)" (Enbiya, 21/22) âyetinden çıkarılan burhan-ı temanü' şöyle ifade edilir : Evrende birbirine her bakımdan eşit iki tanrı bulunsaydı, bunlardan biri birşeyin hareketini, diğeri de durmasını irade edebilirdi. Çünkü tanrı hür iradeye ve tam kudrete sahiptir. Bu durumda ortaya şu üç ihtimal çıkardı :
1- Her iki tanrının da dediği olurdu. Bu ihtimal batıldır. Çünkü aynı zaman ve mekanda hareket etme ve durma gibi iki zıd şeyin birleşmesi imkansızdır.
2- Her iki tanrının da dediği olmazdı. Bu ihtimal de batıldır. Çünkü iradesi gerçekleşmeyen acizdir, aciz ise ilah olamaz, Acizlik, sonradan olma (hudus) ve vacib değil mümkün olma belirtisidir.
3- Tanrılardan birinin iradesi gerçekleşir, diğerininki gerçekleşmezdi. Bu da batıl bir ihtimaldir. Çünkü iradesi gerçekleşmeyen acizdir, aciz tanrı olamaz. Diğer tanrı da, her bakımdan buna eşit olduğuna göre, onun da aciz olması, dolayısıyla tanrı olmaması gerekir. Öyleyse Allah'ın bir ve tek olması zorunludur.
Aynı âyetten çıkarılan burhan-ı tevarüd ile Allah'ın vahdaniyeti şöyle kanıtlanır :
Yerde ve gökte Allah'tan başka birkaç tanrı olsaydı, varlıklar :
1- Bütün tanrıların kudretiyle meydana gelirdi. Bu ihtimalde tanrılardan her birinin gücü varlıkları tek başına yaratmaya yetmemiş olurdu. Bu, acizliktir ve tanrılıkla bağdaşmaz.
2- Varlıklar her tanrı tarafından ayrı ayrı yaratılırdı. Bu durumda eser, eksiksiz ve tam iki müessirden meydana gelmiş olurdu. Diğer bir deyişle bir malul üzerine iki illetin tevarüdü gerekirdi. Bu da imkansızdır.
3- Varlıklar yalnız bir tanrının gücüyle yaratılırdı. Eğer varlıklar bir tanrının gücüyle yaratılır, diğerlerinin yaratmada bir etkisi olmazsa, tercih edici olmadan tercihin bulunması (tercih bila müreccih) sonucuna ulaşılır ki, bu durumda da varlıkların yaratılmaması gerekirdi. Bu üç ihtimal de batıl olduğuna göre Allah'ın vahdaniyeti kanıtlanmış olur.
MUHÂLEFETÜN Lİ'L-HAVÂDÎS
Cenab-ı Allah'ın tenzîhî ve selbî zâtına layık ve vacib sıfatlarından birisi. Bu sıfat Cenab-ı Hakk'ın zat ve sıfatlarında hiç bir şeye benzemediğini ifade eder. Muhalefetün li'l-havâdîs Allah'ın sonradan olan şeylere muhalif olması (benzememesi) demektir. Bunun zıddı sonradan olan şeylere mümaselet (benzemek)'tir; ki, Cenab-ı Hakk bundan münezzehtir. Allah Teâlâ'nın, zat ve sıfatlarından mümaselet ve müşahebeti (benzeri olmayı) kaldırdığı ve mefhumunda selb (nefy) anlamı bulunduğu için bu sıfat da Tenzihât denilen sıfat-ı selbiyeden sayılır.
Cenab-ı Allah, Vâcibü'l-vücûd'tur. Zâtından dolayı zorunlu olarak var olmak, varlığında başkasına muhtaç olmamak, başlangıcı olmayıp ezeli olmak, bâkî ve ebedî olmak, vâcibü'l-vücûd'a lazım gelen vasıflardır. Cenab-ı Allah'tan başka her şey mümkindir ve sonradan var edilmişlerdir (hadisdirler). İmkan (varlığı zorunlu olmamak), hudûs (sonradan olmak), varlığında başkasına ihtiyaç, fâni ve sonu olmak, zeval bulmak, noksanlık her mümkine lazım gelen vasıflardır. Vacib her bakımdan mümkinlerin zıddıdır. Zat ve sıfatları bakımından birbirine zıd olan iki şey asla birbirlerine benzemezler. O halde Vacib Teala'nın zatı ve sıfatları mümkinatın hakikat ve özelliklerine benzemez.
Allah, zat ve sıfatlarıyla ekmeldir. Başkaları noksan olup varlıklarında ve özelliklerinde Allah'a muhtaçtırlar. Kendisine muhtaç olunan ve kendisi mutlak ihtiyaçsız bulunan Allah Teâlâ, elbette her bakımdan kendisine muhtaç olan varhklara benzemez. Cenabı Allah'ın noksan varlıklara benzemesi, O'nun için nakisa (eksiklik) olur. O halde başkalarına benzemek Allah Teâlâ hakkında muhaldir. Mümkinatın her birinin birbirleri içerisinde cinsleri, tür ve benzerleri vardır. Cenab-ı Hakk'ın cins ve benzeri yoktur. Cins ve benzeri olmadığı için O'nun mahiyeti nedir? diye sorulamaz. O cüz ve parçalardan da mürekkep değildir. Cüz ve cisimlerin bitişme, ayrılma, hareket gibi hiç bir özelliği O'nda yoktur. Böyle olsa, bunlara muhtaç olmuş olurdu. O, mutlak ihtiyaçsızdır. O, bütün kâinatı yaratan tek yaratıcıdır. O, noksanlıklardan münezzeh, bütün ekmel sıfatlarla muttasıf, ekmel varlık ve tek yaratıcı olduğu için, azamet ve ahadiyyet perdesi ile gözlerden gizlenmiştir. Hattâ o kadar büyüktür ki, O'nun mahiyetini ve zatını akıllar idrak edemez, O'nun hakikatına hayal ve vehimler erişemez. Bunun için Peygamberimiz (s.a.s), (Aklına gelen her şeyden Allah başkadır) buyurmuştur. Allah Teâlâ'nın zat ve sıfatlarının hakîkatini kavramak, O'nun ilâhi mahiyetini tasavvur edebilmek mümkün olmadığından, akıl ve hayalimize ne gelirse gelsin ve ne şekilde nasıl düşünürsek düşünelim; O, hayal ve tasavvur ettiklerimizden ve düşündüklerimizden başkadır. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah'ın mahlûkatı, nîmetleri ve varlığına delâlet eden ayetleri hakkında düşününüz. O'nun zat ve mahiyeti hakkında düşünmeyiniz" buyurmuştur (İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim; en-Necm, 53/42, et-Talak 65/12. ayetlerinin tefsirinde el-Azîzî, Siracü'l-Münir Şerhu'l-Camiu's-Sagir Mısır, 130 h. II, s. 170). Buna göre, Allah'ın varlığına, kudret, ilim ve hikmetine delalet eden ayet ve delilleri akıllar idrak eder, gözler görür, var ve bir olduğu kesin olarak anlaşılır.
Zatında ve sıfatlarında Allah Teâlâ'nın yerini tutacak ve O'nun makamına kaim olabilecek hiç bir şey de yoktur. Zatında O'nun yerini tutabilecek bir şeyin olmadığı malumdur. Cenab-ı Vacibul-Vücud'un hayat, ilim, kudret ve diğer bütün sıfatları, mahlûkatın sıfatlarından aralarında hiç bir münasebet ve benzerlik olmayacak kadar ekmel ve çok daha yücedir. Meselâ, bizim ilmimiz zorunlu olmayıp sonradan kazanılmıştır, arâzdır, bâki değildir; zail olur, her zaman yenilenir ve çok eksiktir. Yüce Allah'ın ilmi, O'nun zatına vacib zorunlu ezelî, ebedî ve tastamamdır. Geçmişte ve gelecekte O'nun ilminden bir zerre bile hariç kalmaz. O kudretiyle de ezelde ve ebed'te ekmeldir. O'nun her mümkine gücü yeter.
Yüce Allah hiç bir şeye benzemediği için araz değildir. Çünkü araz, var olabilmesi için kendisini tutup taşıyan bir mahalle muhtaçtır. O'nun şekil ve sureti yoktur. Sonlu ve sınırlı değildir. Sonu yoktur. O zaman ve mekandan münezzehtir. Zaman ve mekânın fevkindedir. Hülâsa; Yüce Allah, mümkinât ve hadisler denilen varlıklara hiç bir şekilde benzemeyen ve bunların özelliklerinden münezzeh ekmel varlık ve tek yaratıcıdır. "O'nun benzeri şöyle dursun, benzeri gibisi bile yoktur. O, hakkıyla işitici ve görücüdür" (eş-Şura, 42/11).
"Melekler saf saf olduğu halde Rabbin (in emri) geldiği vakitte" (el-Fecr, 89/22); "Rahman olan Allah Arş'ın üzerine istiva etmiştir" (Taha, 20/5), "Allah'ın eli, onların ellerinin üstündedir" (el-Feth, 48/10) gibi ayetlerde Allah Teâlâ'ya bir tür teşbihi (benzetmeyi) andıran sıfatlar isnad edilmiştir. Bu sıfatlara, haberî sıfatlar (es-Sıfatü'l-haberiyye) denilir. Selef uleması bu sıfatları tecsimsiz (cismiyat isnad etmeyerek) teşbihsiz (başkalarınınkine benzetmeyerek ve benzerliğini reddederek ve te'vilsiz kabul ederler ve bunlardan murad edilen manâyı Allah'a havale ederler. Halef uleması : (Kelamcıların müteahhirîni) ise, halkı teşbih vadisine düşmekten, Cenab-ı Allah'ı başka şeylere benzetmekten korumak için haberî sıfatlara Arap dili ve belağatına uygun olarak Cenab-ı Hakk'ın zatına lâyık bir anlam vermişlerdir. Meselâ yedullah'taki" yed'e kudret ve nimet; "vechü Rabbike" (er-Rahman, 55/27) deki vech'e, zat anlamını vermişler ve verdikleri bu manâların ihtimal dahilinde olduğunu ve kesinlik kazanamayacağını da söylemişlerdir ve neticede bu haberi sıfatlardan kesin olarak murad edilenin ne olduğunu yine Allah'a havale etmişlerdir.
KIYÂM Bİ-NEFSİHİ
Kendi özü gereği varolan. Kıyam bi-zatihi de denir. Allah'ın Tenzihat ya da Sıfat-ı Selbiye (Allah'ın soyutlama, olumsuzlama yoluyla ulaşılan sıfatları) denilen sıfatlarındandır. Allah'ın bizzat varolduğunu, varolmak için başka bir varlık ya da nedene muhtaç olmadığını dile getirir.
Allah dışındaki varlıklar özleri gereği değil başka bir varlık ya da nedene bağlı olarak vardırlar. Varolmak için ikamet edecekleri bir mekana, içinde bulunacakları bir yere (mahal), kendilerini seçecek bir seçiciye ya da icad edecek bir mucide ihtiyaç duyarlar.
Böyle bir neden olmadıkça varolmaları düşünülemez. Bu nedenle Allah dışındaki tüm varlıklar kıyam biğayrihi (başkasıyla varolan) varlıklardır. Allah, varlıklara ait niteliklerden münezzehtir. Bu nedenle O'nun kendi özü gereği varolması gerekir. Bu gereklilik Allah için vücub (zorunluluk) ifade eder. Aksi durumda Allah'ın diğer varlıklara benzemesi, onlar gibi başka bir nedene bağımlı (muhtaç) olması gerekir ki, Allah için böyle birşey düşünülemez. Bu nedenle Allah'ın varlığı vâcibu'l-vücud (varlığı zorunlu) olarak tanımlanır. Varlığı zorunlu olan Allah, diğer varlıkların varlık varoluş nedenidir.
Başka bir deyişle tüm evren ancak Allah'ın varlığı nedeniyle, O'nun yaratması, varetmesiyle vardırlar. Varolmaları Allah gibi zorunlu (vacib) olmadığı için varlıkları "mümkün" olarak nitelenir, eş deyişle varlıkları ile yoklukları arasında bir fark yoktur.
Allah'ın varlığının zorunluluğu ve kendindenliği Kur'an'da tenzih, soyutlama yoluyla ortaya konulur. Tevhîd inancını özetleyen ihlas Sûresi Allah'ın birliğini, doğmak ve doğurmak gibi yaratılmışlara özgü niteliklerden yüce olduğunu, hiçbir varlığın O'nun dengi olamayacağını belirtirken O'nun "Samed" olduğunu da vurgular. Samed, müfessirlere göre, tüm varlıkların varlık ve bekalarının Allah'a bağlı olduğunu, her şeyin O'na muhtaç bulunduğunu, O'nun ise hiçbir şeye bağımlı ve muhtaç olmadığını, her şeyin yöneleceği, yardım dileyeceği tek varlık olduğunu dile getirir. Allah'ın varlıklardan aşkınlığı, münezzeh oluşu, muhtaç olmayışı "Ey iman edenler, siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise müstağnidir (hiçbir şeye muhtaç; değildir)" (el-Fatır, 35/15) ve "Allah, âlemlerden müstağnidir" (el-Ankebut, 29/6) gibi âyetlerle de sık sık vurgulanır
SIFÂT-I SÜBUTİYYE
Yüce Allah'ın zatının gereği olan ve bu zattan ayrılmayan, ezelî ve ebedî olan vâcib sıfatlar. Bu sıfatların hepsi Kur'an ayetleriyle sabit oldukları ve bu ayetlerden çıkarıldıkları için ve varlıkları Yüce Allah'ın zatında isbat edilmiş olduğu için, "sübutî sıfatlar" diye isimlendirilmişlerdir. Yüce Allah bu sıfatlarla ta ezelde vasıflanmış idi. Bu sıfatların hiç biri sonradan kazanılmış (hâdis) sıfatlardan değildir. Bunların da her biri Yüce Allah'ın zatıyla kaimdir. O'nun Yüce zatı ve varlığı düşünülmeden bu sıfatlardan bahsetmek de mümkün olmaz. Bu sıfat-ı sübutiyye şunlardır :
1. Hayat Sıfatı : Yüce Allah'ın diri, canlı ve ezelî bir hayat ile hayat sahibi olması demektir. Bunun zıddı olan ölü ve cansız olmak, Allah hakkında düşünülemez, mümteni'dir. Allahu Teâlâ'nın bu sıfatına işaret eden pek çok ayet vardır. Meselâ : "Ölümsüz, diri olan Allah'a güven ve O'nu tesbih et!..." diye buyurulmaktadır (Furkân, 25/58 ).
Her şeye can veren, ölü gibi görünen toprağa, kuru sanılan ağaçlara can, hayat ve tazelik veren Allahu Teâlâ'dır. Bütün canlıların hayatı sonradandır ve Yüce Allah'ın yaratmasıyladır. Halbuki Yüce. Allah'ın "Hayat" sıfatı da; zâtı gibi kadimdir, ezelî ve ebedîdir; zatından ayrılmayan, zatı ile var olân vacib bir sıfattır. Zira hayat olmadan diğer sıfatları düşünmek, onlarla Allah'ı vasıflandırmak abes olur. Bu bakımdan sübutî sıfatların ilki "hayat" sıfatıdır.
2. İlim Sıfatı : Allahu Teâlâ'nın ezelî ilmiyle her şeyi bilmesi demektir. O'nun ilmi, kâinattaki her şeyi kuşatmıştır. Evrendeki hiç bir şey O'nun ilminin dışında meydana gelemez. Olmuşu, olmakta olanı ve olacağı gerek küll halinde (genel kurallarıyla); gerekse ayrı ayrı, hepsini bilir. O'nun ezelî olan ilim sıfatıyla muttasıf olduğunu gösteren pek çok ayet-i kerime vardır :
"İçinizde (sinelerinizde) olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerde olanları da yerde olanları da bilir..." (Alû İmran, 3/29).
Şu halde Allah'ın ilmi gizli açık her şeyi kuşatmıştır. Kalblerimizden geçenler de O'na malumdur. Bütün gayb alemi, bizim sınırlı ve sonradan kazanılma bilgimizin ulaşamadığı o âlem, Allah'ın bilgisi dâhilindedir. O'nun ilmi, zatı ile kâim olan, ezelî ve ebedî, bilinenlerle değişmeyen bir ilimdir. Kulların ilmi gibi kazanılmış, sonradan elde edilmiş bir ilim değildir.
3. İrade Sıfatı : Yüce Allah'ın istediğini dileyip tercih etmesi demektir. Yani O'nun, bir işin şöyle olmasını değil de, böyle olmasını veya böyle olmasını değil de, şöyle olmasını dilemesi, dilediği gibi tâyin ve tahsis etmesidir. Evrende olmuş ne varsa, hepsi O'nun dilemesi, iradesi ile olmuştur. O'nun iradesi ve isteği dışında hiç bir şey var veya yok olamaz. Cenâb-ı Hakk'ın "irade" sıfatı, mümkün veya câiz olan şeylere tealluk eder. O'nun iradesi o şeyin olması veya olmaması şıklarından birini tercih eder. Tercih ettiği cihete iradesini tealluk ettirince, o şey de ya hemen oluverir veya olmamasını tercih etmiş ise, o şey olmaz, yok olur.
Bu anlamda Yüce Allah'ın iradesini iki şekilde anlamak kabildir :
a) Tekvinî (kevnî) irade : Bu iradeye "meşiyyet" de denir ki; bütün yaratılmışlara şâmildir. Bir şeye tealluk edince, o şey olmamazlık edemez, her halde vuku bulur. Bu anlamda Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor : "Birleyin olmasını istediğimiz zaman, sözümüz ona sadece "ol!" demektir ve o hemen oluverir" (en-Nahl, 16/40).
b) Teşriî (dinî) irade : Bu irade Cenab-ı Hakk'ın muhabbet ve rızası demektir ki; bu mânâda irade ettiği şeyin herhalde meydana gelmesi vâcib değildir. Çünkü kulların işleriyle ilgilidir. Bu mânâda Yüce Allah; "...Allah size kolaylık murat eder, zorluk istemez" buyuruyor (el-Bakara, 2/185). Bunun anlamı "şayet siz kullar, Allah'ın rıza ve mühabbetinin hilafına zorluk, kötülük, isterseniz; kendisi bunları istemediği dilemediği halde, siz istediğiniz için yaratır; zorluğa ve kötülüğe rızası yoktur" demektir.
4. Kudret Sıfatı : Allah Teâlâ'nın bütün mümkünâta gücünün yetmesi, her türlü tasarrufta bulunması demektir. İradesiyle bütün mümkünâtı kuşattığı gibi, kudretiyle irade ettiklerini bir fiil meydana getirerek, yaratarak bunlara kadir olur. Allah Teâlâ'nın nihayetsiz, bitmek tükenmek bilmeyen kudreti vardır. Bu sıfat da diğerleri gibi ezelî ve ebedîdir. Ezelî olan bu kudret sıfatıyla, her hangi bir şeyi dilediği gibi yapmaya kadirdir. O'nun kudretinin erişemeyeceği, bu kudretin dışında kalan hiç bir şey yoktur. Nitekim Yüce Allah; "Muhakkak ki, Allah her şeye kâdirdir, gücü yetendir" buyurmaktadır (el-Bakara, 2/20).
5. Basar Sıfatı : Cenâb-ı Hakk'ın görmesi demektir. O her türlü vasıta, organ ve bağıntılar olmaksızın her şeyi görür. O'nun görmesi, göz gibi bir organa, ışığa, uzaklığa ve yakınlığa bağlı değildir. Yüce Allah'ın görme sıfatı da ezelîdir, sonradan olma değildir. Bu sıfat da bütün mevcudâta, görmek şanından olan her şeye tealluk eder. O'nun görmesinin dışında kalan hiç bir mahlûk yoktur. İnsanın görmesi sınırlıdır, görme organından mahrum olanlar göremezler : Ayrıca aydınlık, karanlık, uzaklık, yakınlık ve daha dünyadaki nice olay, görmeye veya görmemeye etki etmektedir. Allah Teâlâ'nın görmesi hiç bir şeyden etkilenmez. Bu sıfatla ilgili Kur'ân-ı Kerim'de yüzlerce ayet yer almaktadır. Meselâ; Bakara süresi 233. âyet meâlen şöyle son bulmaktadır : " ... Biliniz ki, Allah, şüphesiz yaptıklarınızı görür ".
6. Semi' Sıfatı : Yüce Allah'ın işitmesi, duyması demektir. O bu sıfatla ezelde muttasıftır. O, her çeşit, her kuvvette ve zayıflıktaki sesleri işitir, duyar. İşitilmek şanından olan her şeyi işitir. Allahu Teâlâ'nın işitip duyması, kulların işitmesi gibi, bir takım kayıt ve şartlara, vasıtalara ve organlara bağlı değildir. O, işitilmek şanından olan her şeyi, en gizli ve pek hafif sesleri, fısıltıları bile duyar. Özellikle kullarının duâlarını, zikirlerini, gizli ve aşikar niyazlarıyla yalvarışlarını işitir, kabul eder ve mükâfatlandırır. Bu sıfatla ilgili pek çok âyet vardır, ekserisi görmek sıfatıyla beraber yer almaktadır. Meselâ; Nisâ suresi 134. âyet meâlen şöyle nihayet bulur : "...Allah işitir ve görür".
7. Kelâm Sıfatı : Yüce Allah'ın söylemesi ve konuşması demektir. O, harf ve seslere muhtaç olmadan konuşur ve söyler. Allahın "Kelâm" sıfatı, ezelî ve ebedîdir; yüce zatı için vacib olan sıfattır. O'nun dilsiz olması, konuşamaması düşünülemez. İşte yüce Rabbimiz bu sıfatıyla peygamberlerine söylemiş, emirler vermiştir. Kitablarını ve şeriatini bu kadîm kelâmıyla bildirmiştir. O, kelâmını dilediği zaman, kendi zatına ve şanına layık bir şekilde meleklerine bildirir, işittirir ve anlatır. Bunu yaparken harflere, seslere, hecelere ve kitabete (yazıya) muhtaç değildir. Yüce Allah'ın dilediği şeyleri, emir ve yasaklarını peygamberlerine ya Cebrâil vasıtasıyla veyahut doğrudan doğruya vahy ve ilham etmiş olması da bu "kelâm" sıfatının bir tecellisidir. Cenâb-ı Hakk'ın, peygamberleriyle tekellüm ettiğini (konuştuğunu) gösteren âyetler vardır. Meselâ; Cenab-ı Allah meâlen şöyle buyurmaktadır : "Allah Musa'ya hitabetti" veya "Âllah, Musa'ya da hitab ile konuştu" (en-Nisa, 4/164). Ayrıca Bakara suresi 253. âyette de şöyle buyurulmuştur : " ... Onlardan Allah'ın kendilerine hitab ettiği (konuştuğu), derecelerle yükselttikleri kimseler vardır..."
8. Tekvîn Sıfatı : Allah Teâlâ'nın bilfiil yaratması, yoktan var etmesi demektir. Allah'ın bu sıfatı ezelidir. Tekvîn sıfatı da diğer sıfatları gibi, O'nun yüce zatıyla kaim ve O'nun hakkındâ vacib olan sübutî sıfatlarından biridir. Tekvin sıfatı, irade sıfatının muktezasına göre, mümkünâta tesir eder, yaratır ve icad eder. Nitekim Allah Teâlâ meâlen şöyle buyurur : "Bir şeyi dilediği zaman, O'nun buyruğu, sadece o şeye "ol!" demektir ve o hemen oluverir" (Yasin, 36/82). İşte bütün bu kâinatın ve içindeki varlıkların yaratanı, icad edeni, Yüce Allah'tır. Bunları varedip etmemeye muktedir olan (gücü yeten) Allah Teâlâ, "İrade" sıfatıyla ezelî ilmine uygun olarak var olmasını, icad edilmesini irade buyurmuş (dilemiş) ve Tekvîn sıfatıyla yaratıp icad eylemiştir.
Yüce Allah'ın alemleri yaratmak, rızık vermek, nimetler ihsan etmek, yaşatmak, öldürmek, diriltmek, azab etmek, mükafatlandırmak gibi bütün fiilleri Tekvîn sıfatına râcidir, yani Tekvîn sıfatının tealluklarının başka başka olmasıyla bu isimleri alır. İşte Tekvîn sıfatının bütün bu tealluklarına "sıfât-ı fiiliyye" de denir.
Allahü Teâlâ'nın yüce zatına mahsustur. O'nun yüce zatı için vacib olan sıfatların hepsi, görüldüğü gibi, ayetlerle sabit olduğundan, bütün İslâm âlimleri arasında bu konuda ittifak vardır. O'nun bu sıfatlarla ezelde muttasıf olduğunda şüphe yoktur.
Yukarıda da ifade edildiği üzere, Yüce Allah, zatında, sıfatlarında, işlerinde, fiillerinde bir tekdir; O'nun eşi, ortağı ve benzeri yoktur. O'nun sıfatları ve işleri de yüce zatına mahsustur. O'nun yüce zatı ve varlığı kabul edilip tasdik edilmeden, yukarıda sayılıp açıklanan sıfatlardan ve O'nun güzel isimlerinden sözetmek de mümkün olamaz. Zira bu sıfatlar ve isimler, O'nun yüce zatının ve varlığının zorunlu bir gereğidir. Ne bu zat, bu sıfatlarsız; ne de bu sıfatlar, bu zatsız olur. Yine dikkat edilecek olursa, bu sıfatların her biri açık ve seçik olarak Kur'ân âyetlerine dayanmaktadır. Yani, bizzat Yüce Allah, kendisini bu sıfatlarla vasıflandırmıştır. Böylece O'na olan inancımız daha da kuvvetlenmektedir. Çünkü bu sıfatlarıyla O'nu daha iyi anlıyabiliyoruz. Yoksa O'nu her hangi bir şeye hâşâ benzetmek gibi bir gaye için asla değildir. Bütün bu sıfatlar O'nun yüce zatına yaraşır bir tarzdadır. Biz bütün bu sıfatların asıllarına imân ederiz; fakat keyfiyetlerine, nasıl ve nice olduklarına dair her hangi bir şekilde söz söylemeyiz. Bu konuda söz etmeye de bilgilerimiz yeterli değildir.
HAYAT
Allah'ın subûtî sıfatlarından biri. Allah hakkında hayat sıfatının varlığı zorunludur. Sözlük anlamı, ölümün zıttı olan diri olmak demektir. Allah hakkında kullanıldığında bunun anlamı, Allah'ın her zaman için ölmeyen ve uyumayan diri olması anlamındadır. Hayatı için bir başlangıç ve sonuç yoktur. Diğer isim ve sıfatları gibi hayat sıfatı da ezelî ve ebedîdir.
Hayat sıfatı Allah'ın ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarla ittisafım sahih kılan, Zat-ı Bari ile kâim, subuti, ezeli ve vücudî bir sıfat olarak tanımlanmaktadır (Curcanî, et-Tarifat, 65; İ. Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, II, 104;Seyyid Sabık, el Akaidu'l-İslâmiyye, s. 68; Metin Yurdagür Allah'ın Sıfatları Esmaü'l Hüsna, İstanbul 1984, s. 177).
Uyku hali canlıda his, idrak ve şuur duygularının yok olmasına sebeptir. Bu sebeple Allah hakkında uyumak ya da uyuklamak sözkonusu değildir : "Allah ki O'ndan başka ilah yoktur; daima diri ve yaratıklarını koruyup yöneticidir... Kendisini ne bir uyuklama, ne de uyku tutar" (el-Bakara, 2/225).
Allah hakkında "hayat", Kur'an-ı Kerim'de : "Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur, daima diri (hayat sahibi) ve yaratıklarını koruyup yöneticidir..." (el-Bakara, 2/255); "Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur, daima diri ve (yaratıklarını) koruyup yöneticidir" (Âlu İmran, 3/2); "Bütün yüzler, O diri ve yöneliciye boyun eğmiştir. Zulüm yüklenen perişan olmuştur" (Tâhâ 20/111); "Ve ölmeyen (diriy)e tevekkül et ve O'nu överek tesbih et. Kullarının günahlarını O'nun bilmesi yeter" (el-Furkan, 25/58 ) ve el-Mü'min 40/65 olmak üzere beş yerde zikredilmektedir. Bu yerlerin üçünde, yaratıkları ayakta tutan, yöneten, idare eden ve koruyan anlamında olan "Kayyûm" ismiyle birlikte zikredilmektedir. Bütün canlılar, hayatlarını Allah'a borçludur. Onları dirilten, var eden ve diri tutan O'dur. Onun için Allah'a muhtaçtırlar. Oysa Allah başkasına muhtaç değildir. O, Samed'dir, her şey O'na muhtaç olduğu halde kendisi başka bir şeye muhtaç değildir.
Allah'ın "hayat"ı, tam kâmil bir hayattır. O, ölümsüzdür. Diğer canlılar hayatlarını devam ettirmek için hava ve gıda gibi başka şeylere muhtaçtırlar. Oysa Allah Teâlâ'nın hayat için başka bir şeye ihtiyacı yoktur. Onun için Allah Teâlâ'nın hayatı, diğer canlıların hayatına benzemez.
"O'na benzer hiçbir şey yoktur" (eş-Şûra, 42/11). Yaratıcı olan Allah'ın hayatı yaratılmışların hayatına nasıl benzesin ki, yaratılmışların hayatları bile biribirlerine benzememektedir. Bitkilerin hayatı ile hayvanların hayatı; hayvanların hayatı ile insanların hayatı birbirlerinden farklıdır. Hayat fonksiyonları farklılık arzetmektedir. Bitkiler de diridirler, doğar, yer, içer, büyür, ürer ve nihayet ölürler. Durumlarına göre bilgileri de vardır; kendilerine yarayan şeyleri yaramayanlardan ayırdederler. Ancak kendi hayatlarından daha yüksek ve daha kudretli bir hayata sahip varlıklardan haberleri yoktur. Hayvanların hayatı, bitkilerin hayatından daha ileridir. Hayvanlar fazladan olarak görür, işitir ve uzak yerlere hareket ederler.
İnsanların hayatı ise, hayvanların hayatından da ileridir; onlarınkine ilaveten düşünür ve değerlendirme yaparlar, mükellef olmalarının sebebi de budur.
Netice olarak tek bir ilah olan Allahu Teâla'nın zatını tavsif buyurduğu Hayat sıfatı Hak Teâla tarafından bahşedilmiş olan ve insanların teşekkülünü sağlayan hayat kaynağından daha başka kaynaklardan sûdur etmektedir. İşte bu mana ile Allah hayat bakımından diğer eşyadan ayrılır. Hiçbir mebdeden başlamayan ve hiçbir nihayet ile müntehi olmayan ebedi ve ezelî hayatında kendisidir. Mahdut sınırların mahkûmu, başlangıç ve sonuçların çerçevelediği ve zaman kavramından tamamen uzaktır. Allah'ın hayatı bambaşka bir hayat şeklidir. Cenab-ı Allah'ın hayat sıfatı, insanların hayat sıfatıyla alışageldikleri özelliklerin hepsinden uzak olduğu gibi mutlaktır da. İşte bu mana ile, beşer hayalinde dolaşan bütün efsanevi unsurlar vahdaniyet akidesinin dışında kalır... Kulu ne zaman O'na yönelirse O kuluna icabet eder. "Allah'ım! Sana teslim oldum, Sana inandım, Sana güvendim, Sana yöneldim, Senin için cihad ettim, Senin izzetine sığındım. Beni doğru yol üzerinde sabit kılacak Sen den başka ilah yoktur. Sen ölmeyen Dirisin, cinler ve insanlar hep ölürler" (Taftazâni, Şerhu'l-Makâsıd II, 64-65; Cürcanî, Şerhu'l-Mevâkıf, II, 353) şeklinde Hz. Peygamberin sözleri ve şu ayet-i kerime konuyu açık bir şekilde izah etmektedir : "O diridir, O'ndan başka ilah yoktur. Dini yalnız kendisine hâlis kılarak O'na yalvarın. Hamd âlemlerin Rabbine mahsustur" (el-Mü'min, 40/65).
İLİM (Allah'ın Sıfatı)
Cenâb-ı Allah'ın sıfatlarından biri.
İlim, vakıaya uygun olan kesin bilgidir. Hükemaya göre ilim, bir şeyin zihinde şekillenmesidir. ilmin karşıtı cehalettir.
İlim iki kısına ayrılır. Birincisi kadîm olan ilim; diğeri de hâdis olan ilimdir. Kadîm olan ilim Allah'ın zatîna aittir. Kulların sonradan kazandıkları ilme benzerliği yoktur (Cürcani, et-Ta'rîfât).
Allah'ın ilim, kudret ve hayat gibi sıfatları vardır. Bu sıfatlardan her biri vacip ve zarûri varlık kavramının dışındadır. Allah'ın ilim sıfatı, onun ilmiyle beraberdir. Allah'ın ezelî (başlangıcı olmayan) bir ilmi vardır; Bu ilim her şeyi içine almaktadır; biz insanların ilmi gibi, sonradan kazanılan araz cinsinden değildir. Hiç bir şey onun ilminin ve kudretinin dışında değildir. Bazı şeyleri bilip bazılarını bilmemek noksanlıktır ve bir tahsis ediciye muhtaç olmanın ifadesidir. Allah bundan münezzehtir (Taftazânî, Şerhü'l-Akaid, 22-23).
Gazzâlî şöyle demektedir : "Allah mâlumatın hepsini bilir. Yerde ve gökte meydana gelen her şeyi, onun ilmi her şeyi kuşatmıştır. Kainatta zerre kadar bir şey dahi onun ilminden gizli değildir. O, karanlık gecede, kara taşın üzerine, siyah karıncanın kımıldamasını da bilir, ondan haberi vardır. Hava boşluğunda yer alan zerrenin hareketini, sırları ve en gizli olanları bilir. Kalplerin, beyinlerin ve gönüllerin her türlü eğilimlerini, hareketlerini ve gizliliklerini başlangıç ve sonu olmayan yanî kadîm ve ezelî ilmiyle bilir" (Gazzâlî, İhya, l, 124).
Mülk suresinin bir ayetinde şöyle buyurulur : "Sözünü ister gizleyin, ister açığa vurun; bilin ki o, sînelerin özünü bilir. Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır" (el-Mülk, 67/13-14). Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır bu ayetin tefsirinde böyle der : "Allah'ın Latîf isminde iki tefsir vardır. Bunlardan birisi en ince ve en gizli işleri bütün incelikleriyle kolayca bilendir. Bu ayetten şunu da anlıyoruz ki, yaratan Allah (c.c) yarattığını, yaratacağını ve her şeyi bilir. O halde, bütün sînelerin künhünü kalplerde saklı olan her şeyi bilen O'dur. Mükelleflerden sâdır olan gizli-açık, iyi-fenâ her söz ve fiil O'na nisbetle eşittir, onları bilir (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 5222).
Geçmiş zamanla ilgili bilgiler, şu andaki durumlar ve gelecekteki olaylar Allah'ın ilmine göre farklılık arzetmemektedir. Allah'ın ilminin önüne cehalet geçmemiştir. O'nun ilmine unutma bulaşmaz, O, hiç bir zaman ve mekanla kayıtlı değildir. Küll ve cüz'ü bilmedeki ilmi aynıdır. Küll'ü nasıl biliyorsa, cüz'ü de aynen öyle bilmektedir. Kainattaki nizam, sağlamlık ve ahenk O'nun ilminin şümûlüne (genişliğine) apaçık bir delildir (Seyyid Sabık, el-Akaid el-İslâmiyye, 67).
Allah'ın ilminden hiç bir şeyin gizli kalmayacağı; dolayısıyla O'nun insanların bütün yaptıklarını ve yapacaklarını bilmekte olduğu, Kur'an'ın bir çok ayetinde zikredilmektedir. Bu ayetlerden bir kaçının meali şöyledir :
"Ne yerde, ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz" (Yûnus 10/61);
"Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır. O'nun için gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır. Yani levh-i mahfuzda veya Allah'ın ilmindedir" (el-En'âm, 6/59);
"Göklerde ve yerde olanları, Allah'ın bitirdiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur, beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur, bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka 0, onlarla beraberdir. Sonra onlara kıyamet günü yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah, her şeyi bilendir" (el-Mücadele, 59/7).
Allah'ın ilmini ispat etmek için bir delile ihtiyaç yoktur. Alemdeki nizam, hikmet sahibi bir bileni iktizâ eder. İlim sıfatının kainata taalluku vardır. O'nun ilmi, varlığı caiz olana ve mümkün olana taalluk ettiği gibi, müstahîl (imkansız) olana da taalluk eder. Hiç bir şey ilim sıfatının taallukundan hariç olamaz. ilmin taalluku vukûa tabidir. Yani ilim tasavvuru vakıa ve gayrı vakıa şâmildir. İlim sıfatı, iradeden başkadır. Makdûrâtın muhassısı (tahsis edicisi) değildir. Malum asıldır; ilim, malumatın süreti ve hikayesidir. Bir şeyin suret ve hikayesi o şeyin fer'i (bölümü)dir. İlim malumdan mukaddem (önde) olursa, ona ilm-i fiilî denir. Cenab-ı Hakk'ın masnuata (sonradan ortaya çıkmış şeylere) ait ilm-i ilâhîsi, ilm-i fiilîdir. İlim sıfatı, vücut gibi mütekâmil bir sıfattır. Vacibin varlığı için gereklidir. Cenab-ı Hakk, zâtı ve sıfat-ı barı gibi vacibleri, şerîk-i barı gibi mümtenîleri -mevcut olsun veya olmasın bilir. Madum olan şeylerin mevcut olacak (varlık alemine çıkacak) ve mevcut olmayacak (varlık alemine çıkmayacak) kısımlarını tam ayrıntılarıyla bilir. Madumlar sonsuz olduğuna göre Allah'ın ilmi de sonsuzdur. Malumat müteceddit (yenilenen) oldukça ilm-i ilâhînin de taalluku yenilenir. Böylelikle eşyanın cüziyatı (ayrıntıları) da Allah'ın ilmi kapsamına girer. Aynaya yansıyan şekil ve suretlerin değişmesi, aynının değişmiş olduğu anlamına gelmediği gibi, Allah'ın ilminin taalluku, O'nun gerçek bir sıfatı olan ilminin de değişmiş olmasını gerektirmez. Binaenaleyh Allah'ın ilminin taalluku ezelîdir. O'nun ilmi zatından başka bir şeye muhtaç değildir (İsmail Hakkı İzmirli, Yeni tım-i Kelâm, 105-107).
SEMİ'
Cenab-ı Allah'ın sıfatlarından biri. İster gizlensin ister açıkça söylensin, gizliyi, fısıltıyı bile işiten anlamına gelen es-Semi' ismi âyet-i kerimelerde tek başına bulunmayıp es-Sebe', 34/50; ed-Duhan, 44/6; el-Hucurat, 49/1; el-İsra,17/I âyetlerinde görüldüğü gibi daha çok Karîb, Basîr ve Alîm isimleriyle birlikte getirilmiştir.
Semi', bazen duaların kabulü manasına "Semiu'd-dua" (duayı tam anlamıyla duyan, işiten) anlamına gelir. Meselâ; İbrahim,14/39 ve Alu İmran, 3/38; âyetlerde Hz. İbrahim ve Hz. Zekeriyya peygamberlerin dualarında gördüğümüz "duaları çok işiten, yani çok kabul eden" manasındaki "semiu'd-dua" bunu göstermektedir (Metin Yurdagür, Allah'ın sıfatları, İstanbul 1984, s. 86).
Semi', Cenab-ı Allah'ın sıfat-ı subütiye veya sıfat-ı meani ve sıfat-ı zâtiyye de denen sıfatlarından biri olup, O'nun zâtının gereği, ezelden muttasıf olduğu ve O'ndan hiç ayrılmayacak olan sıfatlarındandır. Bu sıfat, ezelî ve ebedî olarak Allah ile kaim, nasslarla sabit, ancak O'nun ne aynı ne de gayrı diye kabul edilen hakiki sıfatlarından olup; selbi sıfatlar, yani, Allah'ta bir eksikliğin bulunmadığını ifade eden sıfatlar gibi O'nu noksanlıklardan tenzih eden itibâri bir mefhum değildir (İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlmi Kelam, II, İstanbul 1339-1343, s. 104, 111-112).
Semi' sıfatının ifade ettiği Cenab-ı Allah'ın işitmesi, O'nun yarattıklarında olduğu gibi işitmek için bir organı, yani kulağı veya onun kısımlarından birini gerektirmez. Çünkü Allah bir cisim olmaktan münezzehtir. Allah'ın gizli-açık herşeyi işittiği, Kur'an-ı Kerim'in âyetleriyle sabit olduğu gibi; Hz. Peygamberin hadislerinde de ifade buyurulmuştur. Nitekim bir hadiste; "Kendinize hakim ve sahip olun. Siz, sağır ve gâib olana değil; işiten, gören ve çok yakında olan Allah'a dua ediyorsunuz" buyurulmuştur (Buhari, el-Camiu's-Sahih, İstanbul 1315, VIII, 168 ).
Allah Teâlâ'nın gizli-açık her şeyi işitmesini ifade eden semi' (işitme) sıfatı, mahiyeti ve işleyişi bakımından insanlık tecrübesinin dışında bulunur. Çünkü, Allah'ın zatını ve mahiyetini kavramak bakımından da biz insanların durumu aynıdır. Bu konuda kullara ve bir insanlara düşen görev, Kur'an-ı Kerim'de çeşitli münasebetlerle pek çok yerde zikredilmiş bulunan ve semi' kelimesiyle ifade edilmiş olan bir sıfatı olarak Allahu Teâlâ'nın her şeyi işittiğine inanmaktır. Bu sebeple, bu sıfat İslam din bilginlerince Allah'a sübûtu zarûrî bulunmuş ve isbatı için akıldan delil getirmeye bile gerek görülmemiştir (Seyyid Şerif Cürcânî, Şerhul Mevâkıf, II, s. 359, Fahreddin er-Razî, Kelâma Giriş (el-Muhassal), Terc., Hüseyin Atay, Ankara 1978, s : 165).
Allah'ın semi' sıfatına sahip olduğu her ne kadar âyet ve hadislerle ispatlanıyor ve başka delile gerek duyulmuyorsa da, Kelam kitaplarında akıldan da deliller getirilmiştir. Nitekim, yarattıklarında bile işitmenin, işitmemeye göre bir kemal ve üstünlük taşıdığı bilinirken; en yüce kemal sahibi olan Allah Teâlâ için bu sıfatı kabul etmek gerektiği ortadadır. Başka yönden ilim bir kemâl sıfatıdır. İşitme ise ilmin şartı ve üstünlüğünü açıkça ortaya koyar.
el-BASÎR
Allah'ın güzel isimlerinden biri. Her şeyi gören, çok iyi gören anlamına gelmektedir. Allah her şeyi, herkesin yaptığını görür. Onun görmesine hiçbir şey engel olamaz. Kâinatın herhangi bir noktasında hiçbir hâdise yoktur ki, Allah onu görmüş ve işitmiş olmasın. İbadette ihlâs, kulun Allah'ı görmemesine rağmen, Allah'ın onu gördüğünü bilmesi ve onu görür gibi ibadet etmesidir.
Allah, zatı ile basîrdir. "O, yegane hüküm ve hikmet sahibidir. Herşeyden hakkıyla haberdardır. " (el-En'am, 6/18 ) ayetinde, "Habîr, Basîr" şeklinde ifade edilmiştir. Allahü Teâlâ gizli veya açık her şeyi görür, gece veya gündüz, küçük veya büyük... Her şeyi hakkıyla bilir. Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurur : "Kendinize hâkim olunuz. Siz, sağır ve gaib olan kimseye değil, işiten, gören ve çok yakında olan (Allah)'a dua ediyorsunuz. " (Buhârî, Tevhid, 9; Müslim, Zikr, 44-46...) Ebû Hüreyre, Hz. Peygamber'den rivayet ettiği meşhur Cibril hadisinde, Cibril'in "İhsan nedir?" sorusuna Resulullah'ın şu cevabı verdiğini anlatır :
"(İhsan), Allah'a sanki görüyormuş gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen Allah'ı görmüyorsan da, şüphesiz O seni görür. " (bk. Cibril Hadisi)
Allah, kalpteki fısıltıları, beyindeki oluşumları, fikirdeki gizlilikleri, kalplerdekini, zifiri karanlık bir gecede kapkaranlık taşın üzerinde yürüyen simsiyah bir karıncayı ve çıkardığı sesi görür, duyar, bilir.
BASAR
Allah'ın sıfatlarından biri. Işık, renk, şekil, miktar ve her türlü davranışın, güzellik ve yanlışlıkların idrak edildiği duyudur.
Kur'an-ı Kerîm'de görmek anlamına gelen Basîr' sözcüğü 36 ayette geçmektedir. Ayetlerin çoğunda (el-Bakara, 2/96,110, 233, 237; Âli İmrân, 3/156, 163; el-Maide, 5/71; el-Enfâl, 8/39; Sebe' 34/11; Fussilet, 41/40; el-Hucurât, 49/18; el-Hadîd, 57/4; Mümtehine, 60/3; Teğabun, 64/2) basîr sözcüğü, a-m-l' fiilî ile birlikte "Allah yaptıklarınızı görür, Allah onların yaptıklarını görüyor" biçiminde değişik şekillerde geçmektedir. Bazı ayetlerde (Âli İmrân, 3/15, 20; Mü'min, 40/44) basîr sözcüğü,kul anlamına gelen İbad sözcüğü ile birlikte "Allah kullarını görür, görmektedir" biçiminde geçmektedir. Bazı ayetlerde (el-İsrâ,17/1; el-Hacc, 22/61, 75; Lokman, 31/28; Mü min, 40/20, 56; eş-Şûra, 42/11; el-Mücadele, 58/1) basîr sözcüğü, işitmek anlamına gelen semi sözcüğü ile birlikte geçmektedir. Bazı ayetlerde (el-En'am, 6/50; er-Ra'd 13/16; el-Fâtır, 35/19; Mü'min, 40/58 ) basîr sözcüğü, kör anlamına gelen amâ sözcüğüyle birlikte geçmektedir. Hûd suresinde (11/24) basîr sözcüğü, ama sözcüğüyle sağır anlamına gelen esamm' sözcüğü ile birlikte geçmektedir. Mülk suresinde (67/19) Allah'ın her şeyi' gördüğü bildirilmekte, Fâtır suresi (35/31) ile Şûra suresinde (42/27) basîr sözcüğü, haber alan veya haberdar olan anlamına gelen habîr sözcüğüyle birlikte geçmektedir.
Allah her şeyi görür. Onun görmesi her şeyi ve her tarafı kuşatır. Hiç bir şey onun görmesine engel olamaz. Hiç bir şey de onun görmesinden gizli kalamaz. Bazı şeyleri görüp, bazılarını görmemesi mümkün değildir. Gizlilik, kapalılık, aydınlık, karanlık onun için söz konusu değildir.
Allah'ın görmesiyle, kulların görmesi arasında bir kıyas yapılamaz. Zira Allah'ın görmesi yaratıklarda olduğu gibi göz aracılığıyla değildir. Allah her türlü maddilikten uzaktır, mahluklara benzemekten münezzehtir. Allah'ın her şeyi görme sıfatına sahip olduğuna iman etmek gerekir. Allah Teâlâ gizli ve açık herkesin ne yaptığını ve ne yapacağını görür, Mesafe, zaman ve karanlıklar Cenab-ı Allah'ın görmesine asla engel değildir.
İRADE
İstemek, dilemek, meyletmek, arzulamak. Kelâm ilminde Allah'ın bir sıfatı ve aynı zamanda insanın bir özeliği olarak ele alınmıştır.
Allah'ın sıfatı olarak irade; O'nu diğer sıfatlarıyla beraber tavsif eder. Allah nasıl her şeyin kusursuz ve mükemmeline sahipse ve her konuda mutlak kemâl O'na nisbet edilmek gerekiyorsa; irade hususunda da Allah mutlak irade sahibidir. Yani Allah'ın iradesini kısıtlayan, onu tehdit eden herhangi bir başka irade sözkonusu olamaz. Öyleyse Allah'ın iradesi bütün yaratıklar üzerinde mutlak surette geçerlidir. "Rabbin şüphesiz irade ettiği şeyi kolaylıkla yapabilen ve yerine getirebilendir" (Hûd, 11/107) Bu konudaki diğer Kur'an ayetleri şöyledir : "Allah bir şeyi dilediği zaman, onun buyruğu sadece o şeye "ol " demektir; o da hemen olur" (Yâsin, 36/82); "Rabbin dilediğini yaratır ve seçer" (el-Kasas, 28/68 );"şüphe yok ki Allah dilediğine hükmeder" (el-Mâide, 5/1). Allah'ın iradesi bütün yaratılmışlar, yani bütün varlıklar üzerinde geçerli ise, nasıl oluyor da insanın da bir iradeye sahip olduğu söylenebiliyor? Bu noktada İslâm tarihinin çok erken dönemlerinden itibaren meydana gelen tartışmalar, iki-üç asır devam etmiş ve nihayet hicrî asırdan itibaren belli bir kararlılık bulmuştur. Ehl-i Sünnet kelâmcılarına göre; Allah mutlak irade sahibidir. Bu irade fark gözetmeksizin bütün varlıklar üzerinde egemendir. Ama insanın da dünyada imtihan edilebilmesi için belirli bir kudrete sahip olması gereklidir ki, yaptıklarından sorumlu tutulabilsin. Şu halde insan belirli bir fiili yapmaya niyetlendiği zaman ilâhî irâdenin kulun fiillerini halk etmesi esnasında İrâde-i Külliyeye katılır, yani onu kesb eder. İşte insan bu kesbi dolayısıyla sorumluluğu üzerine almaktadır. Bu sorumluluğu yüklenip iradesini kullanmaya da ihtiyar denilir.
İrade-i Külliyye ve İrade-i Cüz'iyye :
İslâm akaidindeki belli başlı konulardan biri de irade-i külliye meselesidir. Kavramın Kelâm ilmindeki ıstılahi anlamı; bütün yaratılmışların üzerinde tek ve mutlak bir iradenin, yani Allah'ın iradesinin bulunduğudur. Bütün yaratıklar (ister canlı ister cansız olsun) bu ilahî iradeye boyun eğerler. İslâm akaidinde tevhid, bütün inanç sisteminin merkezidir. Her şey tek bir ilahî kaynaktan vücut bulmuştur. Bütün kainatın Allah karşısında pasif olduğu düşünülürse, her fiilin Allah tarafından "halk" edilmiş olması da tabiidir. Fakat insanoğlunun yaratılma hikmeti, onun bu dünyada bir imtihana tabi tutulması olduğu için, kullara da bir çeşit irade verilmiştir. İşte buna Kelâmda; İrade-i Cüz'iyye" denilmektedir. Burada İslâm tarihinde, çokça tartışılmış bir konuya geliyoruz. İlk kelâm tartışmalarını başlatan Mu'tezile ekolü, insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu savunmuş ve ilahî iradenin (irade-i külliyye) insanı bu dünyadaki fiillerinde serbest bıraktığını söylemiştir (Mu'tezile'ye kaderiyye de denilmektedir). Buna karşılık bir diğer ekol olan Cebriyye, insanın hiçbir iradeye sahip bulunmadığını, onun bütün yapıp ettiklerinin irade-i külliyyeye ait olduğunu iddia etmektedir. Her ikisinden de ayrıları Ehl-i Sünnet akaidi ise, orta yolu tutarak şunları ileri sürmüştür. Her ne kadar Allah Teâlâ, bütün fiillerin yaratıcısı ise de, kullarını birtakım hükümler ve ödevlerle yükümlü tutmuş olduğundan. bunları yerine getirmeleri için onlara bir irade de bağışlamıştır. İnsan iyiyi de kötüyü de seçmekte serbesttir. Dilerse Allah'ın istemediği bir iş yapar; dilerse onun arzuladığı bir işi yapar. Şu kadar ki; ne zaman kendi iradesini bir fiili yapmaya yöneltirse o zaman Allahu Teâlâ o fiili yaratır. Bu durumda, o fiili Allah'ın kudreti yaratmıştır. Fakat, insanın iradesi de o fiili isteme suretiyle fiile ortak olmuştur. İşte buna, yani irade-i cüz'iyyenin ilâhi fiile katılışına "kesb" denilir. Aksi takdirde, kişinin bu fiilde hiçbir katkısı olmaması (Cebriyenin görüşü), zulmü iktiza eder ki, bu Cenâb-ı Hakka noksanlık izafe etmek manasına gelir. Mu'tezile'nin ileri sürdüğü ve fiillerini yalnız insanın yarattığı görüşü ise, İrade-i külliyye haricinde ona denk bir başka irade kabul etmek demektir ki, bu da şirk anlamına gelir. Şu halde Ehl-i sünnetin görüşü bu ikisinden de ayrılır. İnsan irade sahibidir; ama aynı zamanda daha küllî bir irade tarafından kuşatılmıştır. Bu sebeple yerine getirdiği filler, kendisinin seçmesi, Hak Teâlâ'nın halketmesi ve bu ikisinin neticesinde kulun bu halk edilen fiili kesb etmesi şeklinde vukû' bulur.
Kur'an-ı Kerîm'den anlaşıldığına göre; Allah'ın irade sıfatı iki şekilde olur :
a- Tekvinî İrade : Bir şeye taalluk edince hemen vuku bulur.
Yukarıdaki ayetler bunun misalidir.
b- Teşriî irade : Bu, Allah'ın muhabbet ve rızası demektir. Bu manada Allah'ın irade etmiş olduğu şeyin meydana gelmesi vacip değildir.
"Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez" (el-Bakara, 2/ 185) ayeti bu türdendir.
Allah Teâla, bu manadaki iradesini ilâhi bir lutfu olarak kullarının iradesine bağlamıştır. Kul neyi dilerse Allah onu irâde edip kulun isteğine uygun olarak yaratır. Kul da yaptığı şeyleri kendi hür iradesiyle yaptığı için sorumlu olur.
Allah Teâlâ, kulun isteğine ve çalışmasına göre hayra da irade eder, şerri de. Fakat hayrı rızası var iken; şerre rızası yoktur (Nureddin es-Sâbûnî, Maturidiyye Akaidi, terc. Bekir Topaloğlu, s. 105, 106).
KUDRET (SIFATI)
Kuvvet, güç, takat. Canlının irade ile bir şeyi yapmaya ve yapmamaya muktedir olduğunu gösteren bir özellik. Allah'ın subûtî sıfatlarından biri. Allah'ın her şeyde etki ve tasarrufa kadir olması. Kudret bu manaya göre gücü yetmek demektir. Yaratıklarla ilgili olduğu zaman tesir eden ezeli bir sıfattır. Bunun anlamı şudur : Şüphesiz Allah Teâlâ ezeli ve ebedî olan hayatı ile yaşamaktadır ve kudret sıfatı ile her istediğini yapmaya muktedirdir. Kudret Allah'ın ezeli bir sıfatıdır ki mümkinâta taalluk ettiği zaman onlarda etki eder (Teftazânî, Şerhu'l-Akaid, İstanbul 1304, s.89). Allah'ın kudretinin en büyük kanıtı kâinattır.
Evren ve evrenin kapsadığı bütün canlı ve cansız varlıklar ilâhî kudretin eseridir. Allah, sonsuz kudretiyle bütün varlıkları yoktan var etmiştir. İlahî kudret evrenin her tarafını kuşatmıştır. İlahi kudreti hiçbir şey aciz bırakamaz, hiç bir şey onu engelleyemez. Kur'an-ı Kerim ilahi kudreti şöyle anlatır : "(Bütün) mülk(-ü tasarruf, ilâhi kudretinin) elinde bulunan (Allah)ın şânı ne yücedir. O, her şeye hakkıyle kadirdir" (el-Mülk, 67/1)."Bunun sebebi şudur : Çünkü Allah Hakkın ta kendisidir. Ölüleri ancak O diriltiyor. O, şüphesiz her şeye hakkıyle kadirdir" (el-Hacc, 22/6).
Allah'ın kudreti sınırsızdır. Beşerin kudreti ise sınırlıdır. Bütün beşeriyet bir araya gelse Allah'ın en basit yaratıklarından biri olan bir sineği yaratmaya kudreti yetmez. Sonsuz olan ilâhı kudret ile son derece sınırlı olan beşeri kudret arasındaki farkı Kur'an şöyle tasvir ediyor : "Ey insanlar, size bir örnek verildi. Şimdi onu dinleyin : Sizin, Allah'ı bırakıp da yaptığınız (putlar) hakikaten bir sinek bile yaratamazlar, hepsi bunun için bir yere toplanmış olsalar bile" (el-Hacc, 22/73). İlahî kudretin eserleri hiç bir sınır tanımayan bir güce, bir enerjiye delâlet eder. İlahi kudret, insanın hayatıyla içiçedir. Ondan ayrılması asla düşünülemez. Öyleyse arzu edilen bir şeyi elde etmek veya arzu edilmeyen bir şeyden sakınmak için ilahi kudretten başka hiç bir sığınak yoktur. Çünkü Allah'tan başka hiç bir varlık böyle bir sığınmaya sahip değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur : "Eğer Allah sana bir belâ dokundurursa onu kendisinden başka giderebilecek kimse yoktur.
Eğer sana bir hayır da dokundurursa... İşte O, her şeye hakkıyle kadirdir. O, kullarının üstünde (essiz) kahr (galebe ve tasarruf) sahibidir. O, Yegane hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyden hakkıyle haberdârdır" (el-En'am, 6/17-18 ).
Kur'an'ın ifadesine göre ilâhî kudret erkek ve dişinin yaradılışında tek etkendir. Öyleyse başka ilâhlara sığınmaya veya çocuk sahibi olmak için başkasının gücüne kudretine sığınmaya gerek yoktur. Kur'an şöyle der : "O, kimi dilerse ona kız (evlât)lar bağışlar, kimi dilerse ona erkek (evlât)lar lütfeder" (es-Şura, 42/50).
İlahi kudret, milletlerin aziz veya zelil oluşlarında yeğane nüfuz ve etki sahibidir : "(Habibim) de ki : Ey mülkün sahibi Allah, sen mülkü kime dilersen ona verirsin; mülkü kimden dilersen ondan alırsın; kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın; hayr, yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen her şeye hakkıyle kadirsin" (Âlu İmrân, 3/26).
Fertlerin ve toplumların hayatlarının var olmalarını devam ettiren ve etkileyen, yönlendiren yegane etki, ilâhî kudrettir.
KELÂM
Konuşma. Allah'ın Sübuti sıfatlarından. Allah'ta bulunması zorunlu olan konuşma niteliğini belirtir. Allah bu sıfatı ile peygamberler aracılığıyla emir ve yasaklar koyar, haberler verir. Ancak konuşmasının mahiyeti bilinemez.
Kur'an'da Allah'ın konuşma niteliğine sahip olduğunu gösteren çok sayıda âyet vardır. "Musa, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya gelip de Rabb'i onunla konuşunca... " (el-A'raf, 7/143), "De ki : "Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce deniz : tükenir" (el-Kehf, 18/109), "Ve eğer ortak koşanlardan biri güvence dileyip yanına gelmek isterse, onu yanma al ki, Allah'ın sözünü işitsin... " (el- Tevbe, 9/6) ve "Kıyamet günü Allah ne onlarla konuşacak ve ne de onları temizleyecektir." (el-Bakara, 2/ 174) bu âyetlerden yalnızca birkaçıdır.
Kelamcılara göre Allah'ın Kelam sıfatı ile nitelenmesinin zorunlu olduğu akıl yürütme yoluyla da kanıtlanabilir Kelam bir olgunluk, kemal niteliğidir. Bu nedenle Allah'ın Kelâm sıfatı ile nitelenmesi zorunludur. Allah bunun tersi olan konuşmama ve dilsizlik niteliğinden münezzehtir. Diri olan varlık konuşma niteliğine sahip değilse, konuşmama ve dilsizlik gibi afetlerle nitelenmesi gerekir. Oysa Allah tüm eksiklik ve kusurlardan uzaktır. Tüm peygamberler Allah'ın kelâmını insanlara aktarmış, O'nun emir ve yasaklarını, haberlerini bildirmişlerdir. Bu, bütün peygamberlerden mütevatir olarak gelmiştir. Peygamberlerin elçilik görevi de ancak Allah'ın kelam sıfatı ile mümkündür. Allah'ın konuşma niteliğine sahip olmaması durumunda risalet görevinden de söz edilemez. peygamberlerin varlığı ve bildirdikleri Allah kelamı Allah'ın konuşma niteliğine sahip olduğunun kanıtıdır.
Allah, peygamberlerle konuşur. Ancak bu konuşma iki insanın karşılıklı konuşmalarına benzetilemez. Bu konuşmanın biçimi Kur'an'da şöyle belirtilir : "Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle (ilham yoluyla, kulunun kalbine dilediği düşünceyi doğurarak), yahut perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder" (eş-şûrâ, 42/51). Allah'ın "perde arkasından" konuşması, Hz. Musa (a.s) ile olduğu gibi bir ağaç ya da benzeri bir nesne aracılığı ile konuşmasıdır. Bir elçi göndermesi de kelâmını bir melek (Cebrail) vasıtasıyla vahyetmesidir.
Kelamullah ve Kelam-ı Kadim deyimleri Kur'an'ı dile getirir. Allah'ın mütekellim (konuşan) ve Kur'an'ın da Allah'ın kelamı olduğunda tüm İslam mezhepleri görüş birliği içindedirler. Ancak Kur'an'ın Kelam sıfatı gibi kadim (ezeli) mi, yoksa mahluk (yaratılmış) ve hâdis (sonradan olma) mı olduğu konusunda çok farklı görüşler öne sürülmüş, çok şiddetli tartışmalar yürütülmüştür. Bu konudaki belli başlı görüşler Selef, Mutezile ve Eş'ariye ile Mâturidiyye tarafından savunuldu.
Selef'e göre Kur'an Allah'ın kelâmıdır ve mahluk değildir. Allah'la kaimdir ve O'ndan ayrı değildir. Kur'an ne yalnız anlam, ne de yalnız harflerden ibarettir; her ikisinin toplamından oluşur. Allah harflerle konuşur, harfler de mahluk değildir. Kulun okuyuşu, sesi ve okuma fiili yaratılmıştır, Allah ile kaim değildir. Fakat dinlenilen Kur'an mahluk değildir, Allah ile kaimdir. Allah'ın kelâmı Cibril vasıtasıyla inzal olunan anlamın hikayesi değil, ibaresidir.
Selef'in benimsediği anlayışın tam karşısında Mutezile'nin görüşleri yer alır. Mu'tezile'ye göre Kur'an ses, harf, âyet, sûre vb.lerinden oluşmakta; telif, tanzim, tenzil, inzal gibi hudûs (sonradan olma) nitelikleri taşımaktadır. Bu nedenle kadim değil, mahluktur. Allah'ın konuşması, mütekellim olması, kelamı belli bir mahalde, örneğin Cebrail'de, peygamberlerde, Levh-i Mâhfuz'da, insanın okuyuşunda yaratmasıdır. Kur'an'ın kadim (ezeli) olması, Allah'ın zatı ile birlikte ikinci bir kadimin daha bulunması demektir. Bu da tevhide ters düşer.
Eş'ari ve Maturidi kelamcılar Selef ile Mutezile arasında bir yol izlediler. Bunlar kelamı "nefsi" ve "lafzi" olmak üzere ikiye ayırdılar. Nefsi kelam (kelam-ı nefsi), Allah'ın zatı ile kaim, mahiyetini anlayamayacağımız ezeli bir sıfattır. Lafzi kelâm (kelâm-ı lafzî) ise nefsi kelâma delalet eden ses ve harflerden oluşan Kur'an'ın lafzıdır. Bu lafzî kelam hudûs (sonradan olma) nitelikleri taşıdığı için ezeli değildir, mahluktur. Eş'arî ve Maturidîler nefsi kelâmın işitilip işitilmemesi konusunda ayrılmışlardır. Eş'arîlere göre nefsi kelam işitilebilir. Çünkü varolan bir şeyin işitilmesi de mümkündür. Maturidîler ise nefsi kelamın işitilemeyeceğini savunurlar.
TEKVİN
Cenâb-ı Allah'ın, zatıyla kaim, bilfiil yaratmak ve icat etmek şanından olan sübûtî ve hakiki sıfatlarından biri. Allah Teâlâ bu sıfatıyla dilediği her mümkünü yokken varlık sahasına çıkarır. Tekvin ile murad edilen bir eserin vücuda gelmesine bilfiil müessir olan mebde-i tekvindir. Yoksa mükevvin (yaratıcı) ile mükevven (yaratılan) arasındaki ilişki değildir. Bu ilişki izafi bir durum olduğu için hâdistir. Tekvinin (yaratmanın) menşei ise bir eserin vücud bulmasında doğrudan doğruya müessir olan Allah'ın zatıyla kaim bir sıfattır. Tekvine, halk, îcâd ve te'sir de denilir.
Eş'arîlere göre yaratmanın mebde' ve illeti kudret ve irade sıfatlarıdır. Onlara ise, madrubsuz (dövülensiz) darbın (dövmenin) husulü tasavvur olunamayacağı gibi mükevvensiz (yaratılansız) tekvin de düşünülemez. Tekvin kadim olsa mükevvenâtın da kıdemi lâzım gelir.
Yine Eş'arîlere göre, kudret sıfatının iki çeşit taalluk ve te'siri vardır : Ezelî ve layezâli (hâdis olan) taalluklar. Ezelî olan taalluk, mümkünatın fâilden (Allah'tan) sudûr etmesini salih ve sahih kılar ki, bilfıil sonsuzdur. Kudret sıfatının "taalluk-ı layezlisi" (hadis ve sonradan olan taalluku) ise ezelî irade sıfatının mümkünün varlık ve yokluğundan birini tercihine göre, hâdis olan taalukudur. İşte bu kudret sıfatının ikinci ve hâdis olan taallukuna tekvin derler. Bu tekvîn hâdistir, Allah'ın zatıyla kâim değildir. Allah'ın zatıyla kâim olan kudret ve iradedir. Allah Teâlâ'ya hâlık (yaratıcı) denilmesi, ayrıca O'na bu iki sıfatın dışında hakiki bir tekvin sıfatının isnâd edilmesini gerektirmez. Kudretin bu hâdis taalluku bilfiil sonlu, bilkuvve sonsuzdur.
Mutezile'ye göre, Allah'ın eşyayı yaratmada ayrıca hakiki bir tekvin sıfatına ihtiyacı yoktur. Dilediği her şeyi yaratmada O'nun zâtı kâfidir.
Matürîdlere göre tekvin, Allah'ın bütün âlemleri ve bunlarda bulunan her bir şeyi ve cüz'ü ezelde değil, ilim ve iradesine göre var olacakları vakitte yaratması demektir. Tekvin (yaratma) yaratılandan (mükevvenden) başkadır. Tekvin, ezelde ve ebedde Cenab-ı Hakk'ın zatıyla kaim, zatından ayrılmayan ve bakî bir sıfattır. Mükevven (mahluk) ise, tekvin sıfatının taallukunun hudûsüyle hâdistir.
Tekvin Sıfatının İsbatı
a) Allah Teâlâ'nın hâlık olduğu ve her şeyin mükevvini (yaratıcısı) bulunduğunda akıl ve nakil ittifak etmiştir. Esasen hâlik ve mükevvin kelimeleri halk ve tekvin masdarlarından türemiş ism-i fâillerdir. Muştak ( türemiş) kelimelerin manâlarının Zât-ı Bâfi'ye sâbit olmasını gerektirir. Masdarı sabit olmadan, bundan türemiş olan ismin bir şey için sabit olmasının muhalliğinde (imtina'ında) akıl ve nakil müttefiktir. O halde tekvin Allah'ın zatına sâbit olup kudret sıfatından başka bir sıfattır.
b) Tekvin sıfatı; kudret, irade ve ilimden başkadır. Çünkü ilim ile ma'lumat münkeşif ve belli olur. Kudret ile mümkinin işlenip var edilmesi veya terk edilmesi sahih olur. Çünkü kudretin bütün makdûrata (yaratılacak şeylere) taalluku ezelidir ve her bir şeye nispeti eşittir. Kudret, makdûrun vücudunu gerektirmez, ancak, onun Hakk Teâlâ'dan sudûrunu sahih kılar. O halde kudretin taallukundan başka, icad ve yaratmada bilfiil müessir (etkileyici) bir sıfat lâzımdır. Bu sıfat da tekvindir. İrade sıfatıyla mümkün olan bir şeyin yaratılması veya terk olunması yönlerinden biri diğerine tercih edilir. İrade ile tercih edileni bilfiil yaratmada müessir olan tekvin sıfatıdır. Tekvin iradenin tercihine göre mümkünata taalluk edip onu icad ederek müessir olur. Tekvin makdûrattan ancak vücuda getirilecek şeylere taalluk eder ve makdûrun (vücuda getirilecek şeyin) vücudunu (varlığını) gerektirir.
c) Cenab-ı Allah'ın ilim ve iradesine göre yarattığı şeylerin ve canlıların nizamlı, sanatlı, sağlam ve akıllara hayranlık verecek bir şekilde güzel yaratılması da tekvin sıfatıyla olur.
Tekvin, kudret ve irade gibi mümteni'âta (muhallere) taalluk etmez. Ancak câizâta (mümkinlere) taalluk eder. Mümkinâta taalluku Cenab-ı Allah'ın irâde ve ihtiyarı ile olacağı için layezâlîdir (hâdistir).
Halk, icâd, ten'îm (nimetlendirme ve nimet verme), ta'zîb (azablandırma) ihyâ, imâte (öldürme), tasvir, terzîk gibi ilâhî fiillerin hepsinin mercii, Cenab-ı Allah'ın tekvin sıfatıdır. Tekvin sıfatı bir tanedir. Eserlerinin çeşitli olmasıyla tekvin sıfatının bunlara taalluklarına çeşitli isimler verilir. Tasvir ve terzik gibi. Allah'ın bütün fiilleri ne kadar çeşitli olursa olsun, O'nun zatıyla kaim ve tek bir sıfat olan tekvin sıfatına racidir ve bu sıfatın taalukuyla husûle gelir.
"O bir şey dilediği vakit, ancak O'nun emri buna ol demesidir ki, bu da hemen oluverir" (Yâsin, 36/82) ayeti, tekvin sıfatına ve fiillerinin de buna racî olduğuna delildir.
SIFAT-I İLAHİYYE
Sıfat-ı ilahiyye (es-sıfatül-ilahiyye), "Allah Teâlâ'nın sıfatları" veya "ilahi sıfatlar" demektir.
Allah Teâlâ, kemal sıfatların hepsiyle muttasıf olup, bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve berîdir. Mümkin olan şeyleri yaratıp yaratmamak, Yüce Allah hakkında caizdir. Mümkinattan dilediğini yaratır, dilediğini de yaratmaz. Hadd-i zatında Yüce Allah'ın kemal sıfatları sonsuzdur. Fakat öğrenip bilmemiz için İslam âlimleri bunları başlıca 5 kısımda toplamışlardır.
1- Sıfat-ı Nefsiyye (Vücûd),
2- Sıfat-ı Selbiyye (Tenzihat),
3- Sıfat-ı Sübûtiyye (Sıfat-ı Meânî),
4- Esmaül-Hüsna'nın delâlet ettiği manalar ve sıfatlar,
5- Sıfat-ı Haberiyye.
1- Vücûd: Cenab-ı Allah'ın hakkıyyetini ve varlığını gerektiren ve vücûd ile muttasıf olduğunu belirten bir sıfattır. Bazı Kelâm âlimleri Yüce Allah'ın vücûduna "sıfat-ı nefsiyye" demişlerdir. Ebul-Hasenil-Eş'ari ve Ebul-Hüseyin el-Basrî gibi bazı kelâmcılar da Yüce Allah'ın vücûdunu, zatının aynı kabul ettikleri için sıfat saymamışlardır. Cenab-ı Hakk'ın vücûdu, bütün sıfatlarının aslı ve merciidir. Vücüdun zıddı olan adem (yokluk), onun hakkında muhaldir.
2- Sıfat-ı Selbiyye (Tenzihat): Bunlar Cenab-ı Allah'tan her türlü noksanlığı nefy eden ve mahlukata benzerliğini kaldıran sıfatlardır. Bu sıfatların, müslümanların bilmesi lazım geçen asılları beş tanedir.
a) Kıdem: Allah Teâlâ'nın varlığın ezelî olması, başlangıcı olmaması ve varlığına yokluğun sebkat etmemesidir. O'nun hakkında kıdem ve ezeliyyet vacib; bunun zıddı olan hudüs, muhaldir.
b) Beka : Allah Teâlâ'nın varlığının ebedî ve devamlı olması ve sonu olmaması demektir. Kıdem ve Beka, Vacib li-Zatihi ve Vacibül-Vücûd olan Allah Teâlâ'nın zorunlu özelliklerindendir. Fena ve yokluk, Allah Teâlâ hakkında muhaldir. Kıdem ve Beka'ya "sermediyyet"de denilir.
c) Muhalefetün li'l-havadis: Allah Teâlâ'nın zat ve sıfatlarında hiç bir şey ve varlığa benzememesidir. Başka şeyler mümkin, varlıklarında muhtaç, hâdis ve fanidirler. Cenab-ı Hakk ise, Vacib li-zatihi (zatından dolayı varlığı zorunluğu), ihtiyaçsız, ezelî ve ebedîdir. Her şey O'na muhtaçtır. Yüce Allah, mümkin olan varlıkların bütün özelliklerinden münezzehtir. "O'nun benzeri hiç bir şey yoktur. O her şeyi işitici ve görücüdür" (ey-Şura, 42/11).
d) Kıyam bi-zatihi (Kıyam binefsihi): Cenab-ı Allah'ın varlığında ve varlığının devamında hiç bir şeye, zamana ve mekana muhtaç olmayarak zati ile kaim olması ve her türlü ihtiyaçtan münezzeh olması demektir.
e) Vahdaniyyet: Allah Teâlâ'nın zat, sıfat ve fiillerinde bir ve tek olması, O'nun şeriki ve ortağı olmaması demektir. Yani, Yüce Allah, zat ve sıfatlarında tektir. Yegâne hâlik (yaratıcı) ve hakiki müessir O'dur. Yegâne ibadete layık olan O'dur. O'ndan başka mabud, ibadete layık başka bir zat ve nesne yoktur. Bunlardan birini kabul etmeyen, asla mü'min ve muvahhid olamaz.
3- Sıfat-ı Sübûtiyye (Sıfat-ı Zatiyye): Bu sıfatlara Sıfat-ı Zatiyye, (Sıfat-ı Me'ânî) ve Sıfat-ı İkrâm isimleri verilmiştir. Sıfat-ı Sübûtiyye, Yüce Allah'ın zâtı ile kaim olan ve O'nun zatına mukaddes bir manâ ilave eden zatî, vücûdî, sübûti ve hakiki sıfatlardır. Sadece itibari mefhûmlardan ibaret değildir. Ezelden beri Yüce Allah'ın muttasıf olduğu, O'ndan ayrılmayan ve onunla beraber mevcut bulunan sıfatlardır.
Selef âlimlerine göre, bizler Allah'ın sübûti sıfatlarına inanmakla mükellef olup, bunların hakikatını ve Zat-ı Bâri'ye zâid olup olmadığını bilmekle yükümlü değiliz.
Ehl-i Sünnet-i Âmme dediğimiz halef âlimleri olan Eş'ariyye ve Matüridiyye'ye göre, bu sıfatlar, Allah Teâlâ'nın zatına zâid, hakiki ve vücûdî (O'nun zatı ile kaim olarak mevcut bulunan) sıfatlardır. Ehl-i Sünnet-i Âmme âlimleri Yüce Allah'ın bu sıfatlarını şu şekilde ispat ederler:
a- Kur'ân âyetleri ve hadislerle sabittir ki Allah Teâlâ hayy, âlim, kadir, mürîd, semi', basir, mütekellim ve hâlıktır. Böyle olduğunda filozoflar da dahil İslâm âlimlerinin hepsi ittifak etmişlerdir. "Hayy" demek, hayat sahibi demektir. "Âlim", ilim sıfatı olan demektir. Hayatı olmadan hayy (diridir), ilmi olmadan âlimdir, kudretsiz kadirdir, demek mümkün değildir. O halde Hakk Teâlâ bu sıfatlarla muttasıftır.
b- Âlim, kadir kelimeleri, ism-i fail ve mübalağa siğası olarak fer'dir, birer mastardan müştaktırlar. Müştakk (türemiş) olan bu kelimelerin manâlarının Cenâb-ı Bâri'de sabit olması, bunların asıl olan masdarlarının (me'hazül-iştikaklarının) da sabit olmasını gerektirir. Çünkü fer'in sübutu, aslının da sübutunu lâzım kılar. Bir kimse âlim (bilen) olup da onda ilim (bilme) aslının olmaması muhaldir. Allah Teâlâ; âlim, mürid, kadir... olup da O'nda bilme, irade ve kudretin bulunmaması muhaldir.
c- Kur'ân-ı Kerim, Yüce Allah'ın İlim ve Kudret sıfatlarını te'vile ihtimal bırakmayacak şekilde ispat etmektedir: "... Bilin ki Kur'ân Allah'ın ilmiyle indirilmiştir" (Hûd, 11/14);
"Şüphesiz, asıl rızık veren, çetin kuvvet sahibi Allah'tır" (ez-Zariyot, 51/58).
Mu'tezile, Allah'ın zatıyla kaim, zatına zait hakikî ve vücudî sıfatlarının mevcudiyetini reddeder. Yüce Allah'ın sıfat-ı sübûiyyesini es-sıfatül-maneviyye şeklinde kabul eder. es-Sıfatül-maneviyye Allah Teâlâ'nın hayy, âlim, murid, kadir, semi', basir, hâlik ve mütekellim olmasıdır. Halbuki Ehl-i Siinnet-i Âmme'ye göre, es-sıfatul-maneviyye, Yüce Allah'ın zatıyla kaim hakiki sıfatların neticesidir. Mu'tezile, Allah'ın zatıyla kaim sübuti sıfatları olduğunu reddetti. Çünkü, Allah'ın sıfatlarını kabul etmek, Allah'ın zatından başka teaddüd-i kudemayı (Kadimlerin çokluğunu) gerektirir, iddiasında bulundu. Bu konuda Mu'tezilenin gerekçeleri şöylece özetlenebilir:
a- Allah Teâlâ'nın zatıyla kaim, ona zaid hakiki mevcud sıfatları olsa, bunlar ya kadim olur ki, kadim olan bir şey ise kendi zatıyla kaim olur ve başkasına muhtaç olmaz. Bu takdirde sıfatların sayısına teaddüd-i kudemâ (kadimlerin çokluğu) lazım gelir. Kadimlerin çokluğunu kabul etmek ise tevhid inancına aykırıdır.
Veyahut da sıfatlar hâdis olur. Sıfatların hâdis olması, Zat-ı Bâri'nin zâtı ile hâdis olan şeylerin kaim olması, batıl ve muhaldir.
b- Allah'ın zâtına zâid mevcud sıfatları olsa, Zat-ı Bâri'nin eksik olup başkalarıyla tamamlanmış (istikmâl bil-gayr) bulunması gerekir. Allah Teâlâ, zatıyla kâmil olup istikmâl bil-gayr'den münezzehtir. O halde Allah'ın zâtına zâid mevcut sıfatları yoktur. Allah, hayatı olmadan zatıyla hayy'dir. İlmi olmadan zatıyla âlimdir. Kudreti olmadan zatıyla kadirdir... Allah'ın bu sıfatları zatının aynıdır. Allah Teâlâ'nın zatının hayyiyet (dirilik), alimiyyet, kaderiyyet... halleri vardır. Bu halle de itibâri olup vücud ile vasıflanmazlar derler. Ehl-i Sünnet-i Âmme, Mu'tezilenin sübutî sıfatlar hakkındaki bu görüşlerine şöyle cevap verirler: "Sıfatları, Allah'ın zatının aynı değildirler; ondan ayrılan gayrı da değildirler".
Methum itibariyle sıfattan anlaşılan anlam, zattan anlaşılan anlamdan başkadır. Eğer sıfatları Zat-ı Bâri'nin aynı kabul edilirse:
a) Zât ve sıfatlar manâ bakımından birbirlerine karıştırılır. İlmin hayatın aynı; kudretin ilmin aynı olması gerekir. Böyle olunca, "Kudret Allah'ın zatıdır, Allah'ın zatı ilimdir, Allah'ın zâtı, iradedir, yaratmaktır" demek caiz olur. Bunun batıl olduğunda ise şüphe yoktur.
b) Eğer sıfatları Zât-ı Bâri'nin aynı olsaydı, mesela "ilim"; kadir, hayy, murid, vacibül-vücud, bu âlemin hâlıkı, mahlûkâtın mabudu ve her türlü kemal sıfatları ile muttasıf olması gerekirdi. Bu ise muhaldir. Böylece zât ve sıfatları anlamada karışıklığa düşülürdü.
c) Sıfatlar Zatullahın aynı olsaydı, hiç bir bürhana ihtiyaç duymadan, Allah'ın âlim, kadir, hayy, semi' ve basîr olduğunu bilmemiz gerekirdi.
Çünkü bir şeyin aynının kendisi olması zorunludur.
d) Allah Teâlâ'nın bu sıfatlardan (manâlardan) halî olması, onda noksanlık gerektireceğinden, bunlarla muttasıf olması zorunludur.
Zatullah, bil-icab (zorunlu olarak) kemalâtın menşeidir. Zât-ı Bâri, sıfatlarını gerektirir. Eğer, sıfatlar zatının dışından gelip Allah'a ilave olunsalardı; o zaman istikmal bil-gayr (Allah'ın başkasıyla kâmil olması) Iâzım gelirdi. Halbuki Yüce Allah, zorunlu olarak zatının gerektirdiği ve zatıyla kaim olan sıfatlarıyla tek ilâhtır.
Sıfat-ı Sübûtiyye, Allah'ın zatının gayri de değil; O'nun zatının muktezasıdırlar.
Birbirinin aynı olmayıp birbirlerinden başka bulunan iki şeye birbirlerinin gayridir (birbirlerinden başkadır) denilir. Biri diğeri olmayan ve birbirlerinden ayrılan şeyler, birbirlerinden başkadır. Sıfatları ise Allah'ın zatının ve bir sıfatı diğer sıfatının gayri değildir. Sıfatlar, vücud itibariyle Zat-ı Bâri ile birdirler.
İki şeyin birbirlerinden ayrılması mümkin olursa, bunlar da birbirlerinin gayridir. Ayrılmak ya mekanda olur, iki cisim gibi; ya da baba oğul gibi zamanda olur. Veyahut da mevcud ve ma'dum (yok olmuş) varlık ve yokluk itibariyle olur. Bu şekillerde sıfatlar, Allah'ın zatının gayri olsa, sıfatların birden fazla vücudlarının olması ve dolayısıyla teaddüd-i Kudema (Zatullah'tan ayrı kadimlerin bulunması) lâzım gelir. Bu ise batıldır. Sıfatı İlahiyyenin Zatullah'tan ve birbirlerinden ayrılması ve başka şeylere hulûl etmesi ve yok olması asla mümkin değildir. Bir kimse "evde Zeyd'den başkası yoktur" der ise; kimse "evde Zeyd'den başka onun eli, kalbi, beyni de var mıdır?" demez. Gerçi Zeyd'den elinin, kalbinin... ayrılması mümkündür. Allah'tan sıfatlarının ayrılması asla caiz ve mümkin değildir. Hak Teâlâ'nın zatı sıfatsız, sıfatları da zatsız tasavvur edilemez. Allah zat ve sıfatlarıyla beraber tektir. Sıfatları vücudu Zat-ı Bâri'ye tâbi ve onunla kaim olan manalardır. 10 rakamı kendisinde bir adedi olmadan; 10 rakamının biri de 10 sayısından ayrı olarak tasavvur edilemez. 10'dan 1 veya iki ayrılınca o rakam 10 olmaz.
Doğrusu Allah Teâlâ'nın bu kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğuna inanmak dinin gereklerindendir. Bunlarla nasıl muttasıf olduğunun bilgisi Allah Teâlâ'ya havale edilir. Şüphesiz, sıfatlarıyla nasıl muttasıf olduğunu ancak Hakk Teâlâ bilir.
Sıfat-ı Sübütiyye, Matüridilere göre, sekiz; Eş'arilere göre yedi'dir.
1- Hayat: Cenab-ı Hakk'ın bütün hayatların kaynağı olan ezelî ve ebedî, hakiki bir hayat ile muttasıf olmasıdır. O'nun hakkında bunun zıddı olan memat (ölü olmak) muhaldir.
2- İlim: Cenab-ı Allah'ın olmuş ve olacak her şeyi bilmesidir. O'nun hakkında bilgisizlik muhaldir.
3- Kudret: Cenab-ı Hakk'ın her şeyi (mümkini) yaratmaya ve yok etmeye gücünün yetmesidir. O'nun hakkında acz muhaldir.
4- İrade: Allah Teâlâ'nın mecbur olmadan yaratacağı her mümkini istediği şekilde dilemesi ve her şeyde serbest irade ve ihtiyar sahibi olmasıdır. O'nun dilemesi olmadan hiç bir şey vukua gelmez.
5- Basar: Allah'ın her şeyi görmesidir.
6- Semi': Allah'ın her şeyi işitmesi.
7- Kelâm: Allah Teâlâ'nın zatına mahsus kelamı ve konuşmasıdır.
8- Tekvin: Cenab-ı Hakk'ın dilediği şeyleri yok iken yaratması, vücuda getirmesi, var olanları da yok etmesidir. Matüridilere göre, Tekvin sıfatı Yüce Allah'ın zatıyla kaim ezeli ve hakiki bir sıfattır. Terzik, tasvir, ihya, imate (öldürme), inma' (büyütme) ve diğer bütün işlerin mercii (masdarı) tekvin sıfatıdır. Allahın var edeceği her şey ve iş bu sıfatın teallukuyla vücûda gelir.
Eş'arilere göre, Tekvin, diğer yedi sıfat gibi müstakil ve hakiki bir sıfat olmayıp Cenab-ı Hakk'ın yaratacağı şeylere kudret sıfatının hâdis olan teallukunun ismidir. Tekvin, kudret sıfatına racidir. Cenab-ı Hakk'ın bütün işlerinin mercii, Kudret sıfatıdır. Allah her mümkini ezeli iradesi ve ilmine uygun olarak kudret sıfatıyla yaratır.
Bu sekiz sıfattan hayat, ilim, irade, kudret, tekvin nakil ile isbat edildiği gibi, doğrudan doğruya akıl ile de isbat edilebilir. Diğerleri ise özellikle nakli delil ile isbat edilir. Sıfat-ı Sübütiyyeden irade, kudret ve tekvin, mümkinlere tealluk eder; vacib ve muhallere (mümteni'âta) tealluk etmez. Çünkü vacib, varlığı zatın muktezası olup ezelî ve ebedî olandır. Muhtaç olmayandır. Yaratılan her şeye hâdis (sonradan var edilmiş) ve varlığında ve varlığın devamında yaratıcısına muhtaç olur. Muhal vukuu aklen imkânsız ve çelişik olandır. Mesela; bir masa aynı anda iki yerde olmaz. Aynı masa aynı anda iki yerde olursa birin iki etmesi gerekir. Bir her zaman birdir; birin iki olması aklen muhaldir.
Hayat sıfatı bir şeye tealluk etmez. İlim ve Kelam sıfatları, vacib, mümkin ve muhallere tealluk eder. İlim, keşif ve açık olma yoluyla; Kelâm, delâlet yoluyla tealluk eder. Sem' ve basar; mevcudâta yani işitilmek ve görülmek şanından olan şeylere tealluk eder.
4- Esmaül-Hüsna'nın delalet ettiği sıfat ve manalar:
Kur'an-ı Kerim ve hadislerde zikredilen el-esmaül-hüsna'nın (bk. Tirmizi, Daavat, 83; Hakim, Müstedrek, I,16-17) her bir sıfat-ı ilahiyeden birine delâlet eder. Esmaül-Hüsna'nın (Allah'ın güzel isimlerinin) çoğu, Allah'ın sıfat-ı selbiyye, sıfat-ı sübûtiyye ve fiili sıfatlarını açıklayıcı durumdadır.
Esmaül-Hüsna'nın bir kısmı da Yüce Allah'ın rububiyyet, azamet, celâl ve cemâl sıfatlarıdır. Mesela, Rabb, Rahman, Rahim ve Malik (melik) O'nun rubûbiyyet sıfatlarını bildirir. Kuddüs, sıfat-ı selbiyyenin hepsine delâlet eder. el-Hakem, el-Adl, el-Halim, el-Azim, el-Gafur, eş-Şekur, el-Aliyy, Allah'ın celâl ve cemal sıfatlarına delâlet eder. Bunlardan bazısı sıfat-ı mütekabiledir (birbirlerine karşıt olanlardır). Rızâ, sehat, hubb ve buğz, afv ve intikam gibi... Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarının her biri birer kemaldir. O'nun kemâlâtına nihayet yoktur.
5- Haberî Sıfatlar Kur'an-ı Kerim ve hadislerde zahir manaları ile Cenab-ı Hakk'ın tenzih etme esası ile uyuşmayan bir takım sıfatlar varid olmuştur. Sırf nakil ve haberlerde geldiği için bu sıfatlara es-Sıfatül-haberiyye (haberlerde varid olan sıfatlar) denilmiştir.
Selef âlimleri, bu sıfatları, teşbihsiz, tecsimsiz (mahlukatın sıfatlarına benzetmeksizin ve cismiyet vermeksizin) temsilsiz ve keyfiyetini Allah'a havale ederek kabul etmişler ve bunlar hakkında herhangi bir te'vile gitmemişlerdir ve yorum yapmamışlardır.
İmam Eş'arî ile İmam Matüridî bu konuda selefin yoluna uymuşlardır.
Haşeviyye (sahih, zayıf demeyip buldukları her hadisi alıp bunların zahirlerine bağlananlar) ile Şia'dan bazıları haberlerde varid olan bu lafızların zahirine tutunarak teşbih vadisine düştüler. İlk defa Hişâm b. Hakem ve Hişâm b. Salim el-Cevâlikî, Allah Teâlâ'yı insana benzeterek O'na insanların organları gibi bir takım organlar isnad edip Müşebbihe ve Mücessime mezhebini ihdâs ettiler. Kerramiye mezhebinin kurucusu Muhammed b. Kerram da Yüce Allah'ın Arş'ın üzerinde durduğunu ve Arş'a temas ettiğini söylemiştir.
Eş'ariyye ve Matüridiyye kelâmcılarının müteahhirîni "müslüman halk bu lafızların zahirlerine bağlanarak Allah Teâlâ hakkında teşbihe düşer" korkusuyla haberî sıfatları mecaz manalarına hamlederek te'vil etmiş ve bunlara Cenab-ı Hakk'ın azametine layık olan birer manâ vermişler ve verdikleri manâ da kat'idir dememişler ve bunların murad edilen gerçek anlamım ve keyfiyetini Allah bilir demişlerdir.
Kur'an-ı Kerim de geçen haberî sıfatlardan örnekler ve müteahhirine göre anlamları:
1- İstivâ': Rahman olan Allah Arş üzerine istiva etmiştir" (Ta-Ha, 20/5). İstivâ'ya kalır, galebe, istilâ, hüküm, idaresi ve tedbiri altına alma, tasarruf, ulûvv (yücelik) anlamı vermişlerdir.
2- Yed, Yedeyn: Kudret, nimet, teşrif Rabbi şöyle demişti:" Ey iblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir" (es-Sad 38/75).
3- Vech: Zât, vücûd (bk. er-Rahman, 55/27).
4- Kabza: Kudret, mülk, tasarruf (bk. ez-Zümer, 39/67).
5- Yemîn: Tastamam kudret ve kuvvet (bk. ez-Zümer, 39/67).
6- Ayn, A'yün: Basar sıfatına irca' olunur (bk. Ta-Ha, 20/39; Hud, 11/37). Nezâret, gözetim, bakım demektir. Muhafaza ve yardım etmeyi de ifade eder.
7- Cenb: Türkçede, yan ve kat anlamına gelen bu kelimeyi emir ve taat olarak yorumlamışlardır: "Her bir nefsin, Allah cenbinde (katında) işlediğim kusurlardan dolayı vay hasret ve nedametime diyeceği... "(ez-Zümer, 39/56).
8- İstihyâ: Türkçede utanmak anlamına gelen bu kelimeye; terk etmek, çekinmek, sakınmak (istinkaf) anlamını vermişlerdir: "Gerçekte Allah, bir sivri sineği ve bunun üstündekini (büyüğünü) mesel ve (misal) getirmekten çekinmez..." (el-Bakara, 2/26).
9- İtyân ve Meci': Bu kelimelerin mahlukat hakkındaki gelmek, bir yerden bir yere intikal etmek anlamlarından Cenab-ı Hakk münezzehtir. "Ve cae Rabbüke" (Rabbinin emri geldi) (el-fecr, 89/22); "En ye'ti-yehümullahü: Allah'ın âyeti ve azabının gelmesi " (el-Bakara, 2/210).
Cenab-ı Hakk, büyüklüğünü ve kemallerinin sonsuzluğunu kullarına anlatıp tanıtmak ve onların anlamlarını kolaylaştırmak için Kitab-ı Kerim'inde bu kelimeleri mecaz olarak kullanmıştır. Yoksa Cenab-ı Allah, haberî sıfatlardaki geçen bu kelimelerin mahlukâtı hakkında geçerli olan manalarından münezzehtir. (Sa'deddin et-Taftâzânî, Şerhul-Makasıd, İstanbul 1305, II, s. 61-79, 108-111; Şerhul-Akaid, İstanbul 1310, s. 65-84; es-Seyyidü'ş-Şerif el-Cürcânî, Şerhul-Mevakıf, İstanbul 1239, s. 147, 471-479; İmam Zeyneddin Mer'î, Ekavilü's-Sikat Te'vilül-Esma-i ve's-Sı)at, Beyrut 1406/1985; Ahmet Asım, Merhu'f-Meâli Şerhul-Emali, İstanbul 1304; Abdüllatif Harput, Tenkihul Kelam, Abdüsselam, b. İbrahim el-Lakkanî, Şerh-ü Cevherati't-Tevhid; İzmirli İsmail Nakkı, Yeni İlm-i Kelam; Şehristanî, el-Milel ve'n Nihal).
Sıfat-ı ilahiyye (es-sıfatül-ilahiyye), "Allah Teâlâ'nın sıfatları" veya "ilahi sıfatlar" demektir.
Allah Teâlâ, kemal sıfatların hepsiyle muttasıf olup, bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve berîdir. Mümkin olan şeyleri yaratıp yaratmamak, Yüce Allah hakkında caizdir. Mümkinattan dilediğini yaratır, dilediğini de yaratmaz. Hadd-i zatında Yüce Allah'ın kemal sıfatları sonsuzdur. Fakat öğrenip bilmemiz için İslam âlimleri bunları başlıca 5 kısımda toplamışlardır.
1- Sıfat-ı Nefsiyye (Vücûd),
2- Sıfat-ı Selbiyye (Tenzihat),
3- Sıfat-ı Sübûtiyye (Sıfat-ı Meânî),
4- Esmaül-Hüsna'nın delâlet ettiği manalar ve sıfatlar,
5- Sıfat-ı Haberiyye.
1- Vücûd: Cenab-ı Allah'ın hakkıyyetini ve varlığını gerektiren ve vücûd ile muttasıf olduğunu belirten bir sıfattır. Bazı Kelâm âlimleri Yüce Allah'ın vücûduna "sıfat-ı nefsiyye" demişlerdir. Ebul-Hasenil-Eş'ari ve Ebul-Hüseyin el-Basrî gibi bazı kelâmcılar da Yüce Allah'ın vücûdunu, zatının aynı kabul ettikleri için sıfat saymamışlardır. Cenab-ı Hakk'ın vücûdu, bütün sıfatlarının aslı ve merciidir. Vücüdun zıddı olan adem (yokluk), onun hakkında muhaldir.
2- Sıfat-ı Selbiyye (Tenzihat): Bunlar Cenab-ı Allah'tan her türlü noksanlığı nefy eden ve mahlukata benzerliğini kaldıran sıfatlardır. Bu sıfatların, müslümanların bilmesi lazım geçen asılları beş tanedir.
a) Kıdem: Allah Teâlâ'nın varlığın ezelî olması, başlangıcı olmaması ve varlığına yokluğun sebkat etmemesidir. O'nun hakkında kıdem ve ezeliyyet vacib; bunun zıddı olan hudüs, muhaldir.
b) Beka : Allah Teâlâ'nın varlığının ebedî ve devamlı olması ve sonu olmaması demektir. Kıdem ve Beka, Vacib li-Zatihi ve Vacibül-Vücûd olan Allah Teâlâ'nın zorunlu özelliklerindendir. Fena ve yokluk, Allah Teâlâ hakkında muhaldir. Kıdem ve Beka'ya "sermediyyet"de denilir.
c) Muhalefetün li'l-havadis: Allah Teâlâ'nın zat ve sıfatlarında hiç bir şey ve varlığa benzememesidir. Başka şeyler mümkin, varlıklarında muhtaç, hâdis ve fanidirler. Cenab-ı Hakk ise, Vacib li-zatihi (zatından dolayı varlığı zorunluğu), ihtiyaçsız, ezelî ve ebedîdir. Her şey O'na muhtaçtır. Yüce Allah, mümkin olan varlıkların bütün özelliklerinden münezzehtir. "O'nun benzeri hiç bir şey yoktur. O her şeyi işitici ve görücüdür" (ey-Şura, 42/11).
d) Kıyam bi-zatihi (Kıyam binefsihi): Cenab-ı Allah'ın varlığında ve varlığının devamında hiç bir şeye, zamana ve mekana muhtaç olmayarak zati ile kaim olması ve her türlü ihtiyaçtan münezzeh olması demektir.
e) Vahdaniyyet: Allah Teâlâ'nın zat, sıfat ve fiillerinde bir ve tek olması, O'nun şeriki ve ortağı olmaması demektir. Yani, Yüce Allah, zat ve sıfatlarında tektir. Yegâne hâlik (yaratıcı) ve hakiki müessir O'dur. Yegâne ibadete layık olan O'dur. O'ndan başka mabud, ibadete layık başka bir zat ve nesne yoktur. Bunlardan birini kabul etmeyen, asla mü'min ve muvahhid olamaz.
3- Sıfat-ı Sübûtiyye (Sıfat-ı Zatiyye): Bu sıfatlara Sıfat-ı Zatiyye, (Sıfat-ı Me'ânî) ve Sıfat-ı İkrâm isimleri verilmiştir. Sıfat-ı Sübûtiyye, Yüce Allah'ın zâtı ile kaim olan ve O'nun zatına mukaddes bir manâ ilave eden zatî, vücûdî, sübûti ve hakiki sıfatlardır. Sadece itibari mefhûmlardan ibaret değildir. Ezelden beri Yüce Allah'ın muttasıf olduğu, O'ndan ayrılmayan ve onunla beraber mevcut bulunan sıfatlardır.
Selef âlimlerine göre, bizler Allah'ın sübûti sıfatlarına inanmakla mükellef olup, bunların hakikatını ve Zat-ı Bâri'ye zâid olup olmadığını bilmekle yükümlü değiliz.
Ehl-i Sünnet-i Âmme dediğimiz halef âlimleri olan Eş'ariyye ve Matüridiyye'ye göre, bu sıfatlar, Allah Teâlâ'nın zatına zâid, hakiki ve vücûdî (O'nun zatı ile kaim olarak mevcut bulunan) sıfatlardır. Ehl-i Sünnet-i Âmme âlimleri Yüce Allah'ın bu sıfatlarını şu şekilde ispat ederler:
a- Kur'ân âyetleri ve hadislerle sabittir ki Allah Teâlâ hayy, âlim, kadir, mürîd, semi', basir, mütekellim ve hâlıktır. Böyle olduğunda filozoflar da dahil İslâm âlimlerinin hepsi ittifak etmişlerdir. "Hayy" demek, hayat sahibi demektir. "Âlim", ilim sıfatı olan demektir. Hayatı olmadan hayy (diridir), ilmi olmadan âlimdir, kudretsiz kadirdir, demek mümkün değildir. O halde Hakk Teâlâ bu sıfatlarla muttasıftır.
b- Âlim, kadir kelimeleri, ism-i fail ve mübalağa siğası olarak fer'dir, birer mastardan müştaktırlar. Müştakk (türemiş) olan bu kelimelerin manâlarının Cenâb-ı Bâri'de sabit olması, bunların asıl olan masdarlarının (me'hazül-iştikaklarının) da sabit olmasını gerektirir. Çünkü fer'in sübutu, aslının da sübutunu lâzım kılar. Bir kimse âlim (bilen) olup da onda ilim (bilme) aslının olmaması muhaldir. Allah Teâlâ; âlim, mürid, kadir... olup da O'nda bilme, irade ve kudretin bulunmaması muhaldir.
c- Kur'ân-ı Kerim, Yüce Allah'ın İlim ve Kudret sıfatlarını te'vile ihtimal bırakmayacak şekilde ispat etmektedir: "... Bilin ki Kur'ân Allah'ın ilmiyle indirilmiştir" (Hûd, 11/14);
"Şüphesiz, asıl rızık veren, çetin kuvvet sahibi Allah'tır" (ez-Zariyot, 51/58).
Mu'tezile, Allah'ın zatıyla kaim, zatına zait hakikî ve vücudî sıfatlarının mevcudiyetini reddeder. Yüce Allah'ın sıfat-ı sübûiyyesini es-sıfatül-maneviyye şeklinde kabul eder. es-Sıfatül-maneviyye Allah Teâlâ'nın hayy, âlim, murid, kadir, semi', basir, hâlik ve mütekellim olmasıdır. Halbuki Ehl-i Siinnet-i Âmme'ye göre, es-sıfatul-maneviyye, Yüce Allah'ın zatıyla kaim hakiki sıfatların neticesidir. Mu'tezile, Allah'ın zatıyla kaim sübuti sıfatları olduğunu reddetti. Çünkü, Allah'ın sıfatlarını kabul etmek, Allah'ın zatından başka teaddüd-i kudemayı (Kadimlerin çokluğunu) gerektirir, iddiasında bulundu. Bu konuda Mu'tezilenin gerekçeleri şöylece özetlenebilir:
a- Allah Teâlâ'nın zatıyla kaim, ona zaid hakiki mevcud sıfatları olsa, bunlar ya kadim olur ki, kadim olan bir şey ise kendi zatıyla kaim olur ve başkasına muhtaç olmaz. Bu takdirde sıfatların sayısına teaddüd-i kudemâ (kadimlerin çokluğu) lazım gelir. Kadimlerin çokluğunu kabul etmek ise tevhid inancına aykırıdır.
Veyahut da sıfatlar hâdis olur. Sıfatların hâdis olması, Zat-ı Bâri'nin zâtı ile hâdis olan şeylerin kaim olması, batıl ve muhaldir.
b- Allah'ın zâtına zâid mevcud sıfatları olsa, Zat-ı Bâri'nin eksik olup başkalarıyla tamamlanmış (istikmâl bil-gayr) bulunması gerekir. Allah Teâlâ, zatıyla kâmil olup istikmâl bil-gayr'den münezzehtir. O halde Allah'ın zâtına zâid mevcut sıfatları yoktur. Allah, hayatı olmadan zatıyla hayy'dir. İlmi olmadan zatıyla âlimdir. Kudreti olmadan zatıyla kadirdir... Allah'ın bu sıfatları zatının aynıdır. Allah Teâlâ'nın zatının hayyiyet (dirilik), alimiyyet, kaderiyyet... halleri vardır. Bu halle de itibâri olup vücud ile vasıflanmazlar derler. Ehl-i Sünnet-i Âmme, Mu'tezilenin sübutî sıfatlar hakkındaki bu görüşlerine şöyle cevap verirler: "Sıfatları, Allah'ın zatının aynı değildirler; ondan ayrılan gayrı da değildirler".
Methum itibariyle sıfattan anlaşılan anlam, zattan anlaşılan anlamdan başkadır. Eğer sıfatları Zat-ı Bâri'nin aynı kabul edilirse:
a) Zât ve sıfatlar manâ bakımından birbirlerine karıştırılır. İlmin hayatın aynı; kudretin ilmin aynı olması gerekir. Böyle olunca, "Kudret Allah'ın zatıdır, Allah'ın zatı ilimdir, Allah'ın zâtı, iradedir, yaratmaktır" demek caiz olur. Bunun batıl olduğunda ise şüphe yoktur.
b) Eğer sıfatları Zât-ı Bâri'nin aynı olsaydı, mesela "ilim"; kadir, hayy, murid, vacibül-vücud, bu âlemin hâlıkı, mahlûkâtın mabudu ve her türlü kemal sıfatları ile muttasıf olması gerekirdi. Bu ise muhaldir. Böylece zât ve sıfatları anlamada karışıklığa düşülürdü.
c) Sıfatlar Zatullahın aynı olsaydı, hiç bir bürhana ihtiyaç duymadan, Allah'ın âlim, kadir, hayy, semi' ve basîr olduğunu bilmemiz gerekirdi.
Çünkü bir şeyin aynının kendisi olması zorunludur.
d) Allah Teâlâ'nın bu sıfatlardan (manâlardan) halî olması, onda noksanlık gerektireceğinden, bunlarla muttasıf olması zorunludur.
Zatullah, bil-icab (zorunlu olarak) kemalâtın menşeidir. Zât-ı Bâri, sıfatlarını gerektirir. Eğer, sıfatlar zatının dışından gelip Allah'a ilave olunsalardı; o zaman istikmal bil-gayr (Allah'ın başkasıyla kâmil olması) Iâzım gelirdi. Halbuki Yüce Allah, zorunlu olarak zatının gerektirdiği ve zatıyla kaim olan sıfatlarıyla tek ilâhtır.
Sıfat-ı Sübûtiyye, Allah'ın zatının gayri de değil; O'nun zatının muktezasıdırlar.
Birbirinin aynı olmayıp birbirlerinden başka bulunan iki şeye birbirlerinin gayridir (birbirlerinden başkadır) denilir. Biri diğeri olmayan ve birbirlerinden ayrılan şeyler, birbirlerinden başkadır. Sıfatları ise Allah'ın zatının ve bir sıfatı diğer sıfatının gayri değildir. Sıfatlar, vücud itibariyle Zat-ı Bâri ile birdirler.
İki şeyin birbirlerinden ayrılması mümkin olursa, bunlar da birbirlerinin gayridir. Ayrılmak ya mekanda olur, iki cisim gibi; ya da baba oğul gibi zamanda olur. Veyahut da mevcud ve ma'dum (yok olmuş) varlık ve yokluk itibariyle olur. Bu şekillerde sıfatlar, Allah'ın zatının gayri olsa, sıfatların birden fazla vücudlarının olması ve dolayısıyla teaddüd-i Kudema (Zatullah'tan ayrı kadimlerin bulunması) lâzım gelir. Bu ise batıldır. Sıfatı İlahiyyenin Zatullah'tan ve birbirlerinden ayrılması ve başka şeylere hulûl etmesi ve yok olması asla mümkin değildir. Bir kimse "evde Zeyd'den başkası yoktur" der ise; kimse "evde Zeyd'den başka onun eli, kalbi, beyni de var mıdır?" demez. Gerçi Zeyd'den elinin, kalbinin... ayrılması mümkündür. Allah'tan sıfatlarının ayrılması asla caiz ve mümkin değildir. Hak Teâlâ'nın zatı sıfatsız, sıfatları da zatsız tasavvur edilemez. Allah zat ve sıfatlarıyla beraber tektir. Sıfatları vücudu Zat-ı Bâri'ye tâbi ve onunla kaim olan manalardır. 10 rakamı kendisinde bir adedi olmadan; 10 rakamının biri de 10 sayısından ayrı olarak tasavvur edilemez. 10'dan 1 veya iki ayrılınca o rakam 10 olmaz.
Doğrusu Allah Teâlâ'nın bu kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğuna inanmak dinin gereklerindendir. Bunlarla nasıl muttasıf olduğunun bilgisi Allah Teâlâ'ya havale edilir. Şüphesiz, sıfatlarıyla nasıl muttasıf olduğunu ancak Hakk Teâlâ bilir.
Sıfat-ı Sübütiyye, Matüridilere göre, sekiz; Eş'arilere göre yedi'dir.
1- Hayat: Cenab-ı Hakk'ın bütün hayatların kaynağı olan ezelî ve ebedî, hakiki bir hayat ile muttasıf olmasıdır. O'nun hakkında bunun zıddı olan memat (ölü olmak) muhaldir.
2- İlim: Cenab-ı Allah'ın olmuş ve olacak her şeyi bilmesidir. O'nun hakkında bilgisizlik muhaldir.
3- Kudret: Cenab-ı Hakk'ın her şeyi (mümkini) yaratmaya ve yok etmeye gücünün yetmesidir. O'nun hakkında acz muhaldir.
4- İrade: Allah Teâlâ'nın mecbur olmadan yaratacağı her mümkini istediği şekilde dilemesi ve her şeyde serbest irade ve ihtiyar sahibi olmasıdır. O'nun dilemesi olmadan hiç bir şey vukua gelmez.
5- Basar: Allah'ın her şeyi görmesidir.
6- Semi': Allah'ın her şeyi işitmesi.
7- Kelâm: Allah Teâlâ'nın zatına mahsus kelamı ve konuşmasıdır.
8- Tekvin: Cenab-ı Hakk'ın dilediği şeyleri yok iken yaratması, vücuda getirmesi, var olanları da yok etmesidir. Matüridilere göre, Tekvin sıfatı Yüce Allah'ın zatıyla kaim ezeli ve hakiki bir sıfattır. Terzik, tasvir, ihya, imate (öldürme), inma' (büyütme) ve diğer bütün işlerin mercii (masdarı) tekvin sıfatıdır. Allahın var edeceği her şey ve iş bu sıfatın teallukuyla vücûda gelir.
Eş'arilere göre, Tekvin, diğer yedi sıfat gibi müstakil ve hakiki bir sıfat olmayıp Cenab-ı Hakk'ın yaratacağı şeylere kudret sıfatının hâdis olan teallukunun ismidir. Tekvin, kudret sıfatına racidir. Cenab-ı Hakk'ın bütün işlerinin mercii, Kudret sıfatıdır. Allah her mümkini ezeli iradesi ve ilmine uygun olarak kudret sıfatıyla yaratır.
Bu sekiz sıfattan hayat, ilim, irade, kudret, tekvin nakil ile isbat edildiği gibi, doğrudan doğruya akıl ile de isbat edilebilir. Diğerleri ise özellikle nakli delil ile isbat edilir. Sıfat-ı Sübütiyyeden irade, kudret ve tekvin, mümkinlere tealluk eder; vacib ve muhallere (mümteni'âta) tealluk etmez. Çünkü vacib, varlığı zatın muktezası olup ezelî ve ebedî olandır. Muhtaç olmayandır. Yaratılan her şeye hâdis (sonradan var edilmiş) ve varlığında ve varlığın devamında yaratıcısına muhtaç olur. Muhal vukuu aklen imkânsız ve çelişik olandır. Mesela; bir masa aynı anda iki yerde olmaz. Aynı masa aynı anda iki yerde olursa birin iki etmesi gerekir. Bir her zaman birdir; birin iki olması aklen muhaldir.
Hayat sıfatı bir şeye tealluk etmez. İlim ve Kelam sıfatları, vacib, mümkin ve muhallere tealluk eder. İlim, keşif ve açık olma yoluyla; Kelâm, delâlet yoluyla tealluk eder. Sem' ve basar; mevcudâta yani işitilmek ve görülmek şanından olan şeylere tealluk eder.
4- Esmaül-Hüsna'nın delalet ettiği sıfat ve manalar:
Kur'an-ı Kerim ve hadislerde zikredilen el-esmaül-hüsna'nın (bk. Tirmizi, Daavat, 83; Hakim, Müstedrek, I,16-17) her bir sıfat-ı ilahiyeden birine delâlet eder. Esmaül-Hüsna'nın (Allah'ın güzel isimlerinin) çoğu, Allah'ın sıfat-ı selbiyye, sıfat-ı sübûtiyye ve fiili sıfatlarını açıklayıcı durumdadır.
Esmaül-Hüsna'nın bir kısmı da Yüce Allah'ın rububiyyet, azamet, celâl ve cemâl sıfatlarıdır. Mesela, Rabb, Rahman, Rahim ve Malik (melik) O'nun rubûbiyyet sıfatlarını bildirir. Kuddüs, sıfat-ı selbiyyenin hepsine delâlet eder. el-Hakem, el-Adl, el-Halim, el-Azim, el-Gafur, eş-Şekur, el-Aliyy, Allah'ın celâl ve cemal sıfatlarına delâlet eder. Bunlardan bazısı sıfat-ı mütekabiledir (birbirlerine karşıt olanlardır). Rızâ, sehat, hubb ve buğz, afv ve intikam gibi... Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarının her biri birer kemaldir. O'nun kemâlâtına nihayet yoktur.
5- Haberî Sıfatlar Kur'an-ı Kerim ve hadislerde zahir manaları ile Cenab-ı Hakk'ın tenzih etme esası ile uyuşmayan bir takım sıfatlar varid olmuştur. Sırf nakil ve haberlerde geldiği için bu sıfatlara es-Sıfatül-haberiyye (haberlerde varid olan sıfatlar) denilmiştir.
Selef âlimleri, bu sıfatları, teşbihsiz, tecsimsiz (mahlukatın sıfatlarına benzetmeksizin ve cismiyet vermeksizin) temsilsiz ve keyfiyetini Allah'a havale ederek kabul etmişler ve bunlar hakkında herhangi bir te'vile gitmemişlerdir ve yorum yapmamışlardır.
İmam Eş'arî ile İmam Matüridî bu konuda selefin yoluna uymuşlardır.
Haşeviyye (sahih, zayıf demeyip buldukları her hadisi alıp bunların zahirlerine bağlananlar) ile Şia'dan bazıları haberlerde varid olan bu lafızların zahirine tutunarak teşbih vadisine düştüler. İlk defa Hişâm b. Hakem ve Hişâm b. Salim el-Cevâlikî, Allah Teâlâ'yı insana benzeterek O'na insanların organları gibi bir takım organlar isnad edip Müşebbihe ve Mücessime mezhebini ihdâs ettiler. Kerramiye mezhebinin kurucusu Muhammed b. Kerram da Yüce Allah'ın Arş'ın üzerinde durduğunu ve Arş'a temas ettiğini söylemiştir.
Eş'ariyye ve Matüridiyye kelâmcılarının müteahhirîni "müslüman halk bu lafızların zahirlerine bağlanarak Allah Teâlâ hakkında teşbihe düşer" korkusuyla haberî sıfatları mecaz manalarına hamlederek te'vil etmiş ve bunlara Cenab-ı Hakk'ın azametine layık olan birer manâ vermişler ve verdikleri manâ da kat'idir dememişler ve bunların murad edilen gerçek anlamım ve keyfiyetini Allah bilir demişlerdir.
Kur'an-ı Kerim de geçen haberî sıfatlardan örnekler ve müteahhirine göre anlamları:
1- İstivâ': Rahman olan Allah Arş üzerine istiva etmiştir" (Ta-Ha, 20/5). İstivâ'ya kalır, galebe, istilâ, hüküm, idaresi ve tedbiri altına alma, tasarruf, ulûvv (yücelik) anlamı vermişlerdir.
2- Yed, Yedeyn: Kudret, nimet, teşrif Rabbi şöyle demişti:" Ey iblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir" (es-Sad 38/75).
3- Vech: Zât, vücûd (bk. er-Rahman, 55/27).
4- Kabza: Kudret, mülk, tasarruf (bk. ez-Zümer, 39/67).
5- Yemîn: Tastamam kudret ve kuvvet (bk. ez-Zümer, 39/67).
6- Ayn, A'yün: Basar sıfatına irca' olunur (bk. Ta-Ha, 20/39; Hud, 11/37). Nezâret, gözetim, bakım demektir. Muhafaza ve yardım etmeyi de ifade eder.
7- Cenb: Türkçede, yan ve kat anlamına gelen bu kelimeyi emir ve taat olarak yorumlamışlardır: "Her bir nefsin, Allah cenbinde (katında) işlediğim kusurlardan dolayı vay hasret ve nedametime diyeceği... "(ez-Zümer, 39/56).
8- İstihyâ: Türkçede utanmak anlamına gelen bu kelimeye; terk etmek, çekinmek, sakınmak (istinkaf) anlamını vermişlerdir: "Gerçekte Allah, bir sivri sineği ve bunun üstündekini (büyüğünü) mesel ve (misal) getirmekten çekinmez..." (el-Bakara, 2/26).
9- İtyân ve Meci': Bu kelimelerin mahlukat hakkındaki gelmek, bir yerden bir yere intikal etmek anlamlarından Cenab-ı Hakk münezzehtir. "Ve cae Rabbüke" (Rabbinin emri geldi) (el-fecr, 89/22); "En ye'ti-yehümullahü: Allah'ın âyeti ve azabının gelmesi " (el-Bakara, 2/210).
Cenab-ı Hakk, büyüklüğünü ve kemallerinin sonsuzluğunu kullarına anlatıp tanıtmak ve onların anlamlarını kolaylaştırmak için Kitab-ı Kerim'inde bu kelimeleri mecaz olarak kullanmıştır. Yoksa Cenab-ı Allah, haberî sıfatlardaki geçen bu kelimelerin mahlukâtı hakkında geçerli olan manalarından münezzehtir. (Sa'deddin et-Taftâzânî, Şerhul-Makasıd, İstanbul 1305, II, s. 61-79, 108-111; Şerhul-Akaid, İstanbul 1310, s. 65-84; es-Seyyidü'ş-Şerif el-Cürcânî, Şerhul-Mevakıf, İstanbul 1239, s. 147, 471-479; İmam Zeyneddin Mer'î, Ekavilü's-Sikat Te'vilül-Esma-i ve's-Sı)at, Beyrut 1406/1985; Ahmet Asım, Merhu'f-Meâli Şerhul-Emali, İstanbul 1304; Abdüllatif Harput, Tenkihul Kelam, Abdüsselam, b. İbrahim el-Lakkanî, Şerh-ü Cevherati't-Tevhid; İzmirli İsmail Nakkı, Yeni İlm-i Kelam; Şehristanî, el-Milel ve'n Nihal).
Halime Anne ve Süt Annelerimiz
(Kar©glanin 1 Nisan 2017 Vaazi)
أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تَذْبَحُواْ بَقَرَةً قَالُواْ أَتَتَّخِذُنَا هُزُواً قَالَ أَعُوذُ بِاللّهِ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ قَالُواْ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّن لّنَا مَا هِيَ قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ لاَّ فَارِضٌ وَلاَ بِكْرٌ عَوَانٌ بَيْنَ ذَلِكَ فَافْعَلُواْ مَا تُؤْمَرونَ قَالُواْ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّن لَّنَا مَا لَوْنُهَا قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنّهَا بَقَرَةٌ صَفْرَاء فَاقِعٌ لَّوْنُهَا تَسُرُّ النَّاظِرِينَ
Ve iz kâle mûsâ li kavmihî innallâhe ye’murukum en tezbehû bakarah(bakaraten), kâlû e tettehızunâ huzuvâ(huzuven), kâle eûzu billâhi en ekûne minel câhilîn. Kâlûd’u lenâ rabbeke yubeyyin lenâ mâ hiy(hiye), kâle innehu yekûlu innehâ bakaratun lâ fâridun ve lâ bikr(bikrun), avânun beyne zâlik(zalike) fef’alû mâ tu’merûn. Kâlûd’u lenâ rabbeke yubeyyin lenâ mâ levnuhâ, kâle innehu yekûlu innehâ bakaratun safrâu, fâkiun levnuhâ tesurrun nâzırîn
Meali :
Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmenirrahim
Hani Mûsâ kavmine, “Allah, size bir sığır kesmenizi emrediyor” demişti. Onlar da, “Sen bizimle eğleniyor musun?” demişlerdi. Mûsâ, “Kendini bilmez cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım” demişti. “Bizim için Rabbine dua et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın.” dediler. Mûsâ şöyle dedi: “Rabbim diyor ki: O, ne yaşlı, ne körpe, ikisi arası bir sığırdır. Haydi, emrolunduğunuz işi yapın.” Onlar, “Bizim için Rabbine dua et de, rengi neymiş? açıklasın” dediler. Mûsâ şöyle dedi: “Rabbim diyor ki, o, sapsarı; rengi, bakanların içini açan bir sığırdır” dedi.
Sadakallahul Aziym BAKARA Suresi 67. - 68. - 69.ayet
---oOo---
Hz. Peygamber süt annesinin (Halime annemizin) yanında iken birçok mücize meydana gelmişti. Bunlardan en meşhuru İslam tarihine " Şakku's Sa'd “ yani göğsünün yarılması olarak geçen olaydır. Olayı Kainatın Efendisi şöyle anlatıyor :
Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Buyurdular
"Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir tas vardı. Beni tuttular ve göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizledikten sonra ayrılıp gittiler.“
( Hadis-i Şerif ,)
"Allâhumme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Kemâ salleyte alâ ibrâhîme ve alâ âli ibrâhîme inneke hamîdun mecîd"
"Allâhumme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Kemâ bârakte alâ ibrahîme ve alâ âli ibrâhîme inneke hamîdun mecîd"
Yolculugumuza başliyoruz :
MEALLERDE BU YUKARDAKI BAKARA YANi iNEK AYETi BÖYLEDiR
"Hani Mûsâ kavmine, 'Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor.' demişti. Onlar da 'Sen bizimle eğleniyor musun?' demişlerdi. Mûsâ, 'Kendini bilmez cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım.' demişti. 'Bizim için Rabbine dua et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın.' dediler. Mûsâ şöyle dedi: 'Rabbim diyor ki: O, ne yaşlı, ne körpe, ikisi arası bir sığırdır. Haydi emrolunduğunuz işi yapın.' Onlar, 'Bizim için Rabbine dua et de rengi neymiş, açıklasın.' dediler. Mûsâ şöyle dedi: 'Rabbim diyor ki, o, sapsarı; rengi, bakanların içini açan bir sığırdır.' dedi. 'Bizim için Rabbine dua et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın. Çünkü sığırlar, bizce, birbirlerine benzemektedir. Ama Allah dilerse elbet buluruz.' dediler. Mûsâ şöyle dedi: 'Rabbim diyor ki, o; çift sürmek, ekin sulamak için boyunduruğa vurulmamış, kusursuz, hiç alacası olmayan bir sığırdır.' Onlar, 'İşte, şimdi tam doğrusunu bildirdin.' dediler. Nihayet o sığırı kestiler. Neredeyse bunu yapmayacaklardı. Hani, bir kimseyi öldürmüştünüz de suçu birbirinizin üstüne atmıştınız. Halbuki Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktı. 'Sığırın bir parçası ile öldürülene vurun.' dedik. (Denileni yaptılar ve ölü dirildi.) İşte, Allah ölüleri böyle diriltir, düşünesiniz diye mucizelerini de size böyle gösterir."
﴾Bakara, 2/67-73﴿
Bu âyetlerde İsrâil tarihine ilişkin olaylardan bir sahne anlatılmaktadır. Burada, Hz. Peygamber dönemindeki Yahudilerce bilindiği için (bk. Tesniye, 21/1-9), söz konusu ineğin kesilmesini gerektiren olayın ayrıntısı hakkında bilgi verilmemiş, sadece 72. âyette bir adam öldürme olayından söz edilmiştir. Hz. Peygamber dönemindeki Yahudiler, bu olay hakkında mâlumat sahibi idiler. Bazı sahâbîler de onlardan edindikleri bilgilerle olayın teferruatı hakkında açıklamalar yapmışlardır.
Abdullah b. Abbas, Ubeyde b. Sâmit, Ebü’l-Âliye gibi sahâbîler ve diğer bazı ilk dönem müfessirlerinin verdiği birbirine yakın bilgilere göre hayli zengin ve yaşlı bir Yahudi, mirasına ve kan bedeline göz diken yeğeni tarafından öldürülüp bir yere atılmış, cinayet bir mâsumun üstüne yıkılmak istenmişti. Katilin bulunamaması yüzünden toplumda neredeyse silâhlı mücadeleye kadar varacak bir gerginlik doğdu ve olay Mûsâ’ya bildirilerek kendisinden bir çözüm bulması istendi. O da Allah’tan aldığı vahye uygun olarak bir inek kesmelerini ve bunun bir parçasıyla maktulün cesedine vurmalarını emretti. Denilenin yapılması üzerine maktul dirildi ve kendisini öldürenin kimliğini açıkladı (Taberî, I, 337-340; Râzî, III, 114).
Hz Muhammedin Süt Annesi
Hz. Muhammed(s.a.v.)'in süt annesi olarak genelde Halime-i Sadiye bilinmesine rağmen tarihi kayıtlara göre kendisine süt annelik yapmış üç hanım bulunmaktadır. Bunlar kronolojik sıra ile Süveybe, Halime-i Sadiye ve Ümmü Eyme'dir. Aralarından Hz.Muhammed(s.a.v.)'e en uzun dönem süt annelik yapan Halime olmuştur.
Hz.Muhammed(s.a.v.), Ümmü Eymen den bahsederken "Anamdan sonra anamdır" buyurmuşlardır. Yine bir gün Resulullah(s.a.v.), "Cennet ehlinden bir kadınla evlenmek isteyen, Ümmü Eymen ile evlensin" diye buyurmuşlar ve Zeyd bin Hârise onunla evlenmiştir. Bu evlilikten Üsâme bin Zeyd dünyaya gelmiştir.
Süveybe, Ebu Leheb'in cariyesi olup, daha önceleri Hz.Muhammed(s.a.v.)'in amcası Hz.Hamza'yı da emzirmiştir. Bu hanım Hz.Muhammed(s.a.v.)'i oğlu Mesruh ile beraber emzirmiş ve bu olay Halime-i Sadiye'den önceki günlerde vuku bulmuştur.
Peygamberimiz yetimdir ve bundan dolayı Arap kadınları peygamberimize bakmak istememişlerdir. Sadece kabilesine götürecek çocuk bulamayan Halime, kabilesine eli boş gitmek istemediği için peygamberimizi kabul etmiştir. Peygamberimizi aldıktan sonra Halime ve ailesinin hayatları, yaşam tarzları bir anda değişmiştir. Eğer bunlardan bazılarını Halime'nin dilinden dinleyecek olursak Halime Hatun der ki; ' İçinde bulunduğumuz kuraklık ve kıtlık yılında hiç bir şeyimiz kalmamıştı.
Ben kır merkebimin üzerinde idim. Yanımızda yaşlı bir devemiz vardı, bize bir damla süt vermiyordu. Üzerinde bulunduğum merkebin ağır yürümesi yol arkadaşlarımı çileden çıkarıyordu. Nihayet Mekke'ye varıp emdirilecek oğlan çocukları aramaya başladık. İçimizden hiç bir kadın Muhammedi almak istemiyor, ondan uzak duruyorduk. Çünkü bizler emdireceğimiz çocuğun babasından bahisse kavuşmayı ve ondan armağanlar almayı bekliyorduk. Bir ara Muhammed'in dedesi Abdulmuttalip ile karşılaştım, bana; İsmin nedir?diye sordu. Halime dedim. Bana; Ey Halime! Benim yanımda bir yetim çocuğum var onu emzirmek için Beni Sa'd kabilesi kadınlarına teklif ettim öksüz olduğu için kabul etmediler. Sen kabul eder misin? Ben, bana biraz müsaade ette kocama danışayım dedim. Hemen kocamın yanına döndüm, ona haber verdim. Kocam izin verince Muhammedi aldım. Muhammed bize gelince evimiz öyle bereketlendi ki kocamla hayretler içinde kaldık. Sütü çekilmiş olan devemiz de sütler fazlaca akmaya, zayıf olan merkebimizi yolda başka hiç bir binek hayvan geçmemeye, davarlarımıza inen süt hiç bir davara inmemeye başladı' demiştir.
Rivayet olunur ki Halime-i Sadiye, Medine'den Mekke'ye kendisine süt evladı bulmaya gelirken altında yaşlı bir merkep vardır. Bu nedenle tüm kafileden geri kalıp şehre en son varmıştır. Hal böyle olunca tüm varlıklı ailelerin çocukları çoktan seçilip kendisine sadece Abdulmuttalip'in yetim torunu kalmıştır. Abdulmuttalip'in teklifi üzerine Halime-i Sadiye kocası ile bir süre konu üzerinde tartıştıktan sonra Hz.Muhammed(s.a.v.)'in süt anneliğini kabul etmiştir. Halime-i Sadiye ve kocası bu yetim yavruyu alıp, onun sebebiyle Allah'tan bereket dileyerek evlerine geri dönmüşlerdir.
Hz. Muhammed(s.a.v.), Halime-i Sadiye'nin yanında yaklaşık dört yıl kalmıştır. Sad kabilesine mensup olan Halime-i Sadiye'nin kocasının adı Haris bin Abduluzza'dır. Kendisi üç evlat sahibi olup Peygamberimzin süt anneden (Halimeyi sadiyeden) kardeşlerinin isimleri Şeyma (Cüdame), Üneyse ve Abdullah'tır.
Peygamberimizin Süt Kardeşlerinin İsimleri ; Hz Hamza, Ebû Seleme b. Abdi’l-Esed el-Mahzûmî, Abdullah b. Cahş, Mesruh, Ebû Süfyan, Şeyma binti Hâris, Abdullah b. Hâris, Üneyse binti Hâris.
Mevzubahis Ebû Süfyan, Hz. Peygamber’in evlendiği Ümmü Habibe’nin babası Ebû Süfyan değil de Hz. Peygamber’in bir amca oğlu olan Abdulmuttalib’in oğlu el-Haris’in oğlu Ebû Süfyan’dır. Yani Haris b. Abdi’l-Muttalib’in oğlu olan bir diğer Ebû Süfyan ki kendisi Rasulullah’ın yeğeni durumundaki bir başka akrabasıdır. Tam adı ise Ebû Süfyan İbni’-Hâris İbni’l-Muttalib’tir.
Halime annemiz
Hz. Muhammed(s.a.v.)'i oğlu Abdullah ile birlikte emzirmiş ve kızları da O'nun bakımında annelerine yardımcı olmuşlardır.
Hz. Muhammed(s.a.v.)'in süt annesi, O'nu birçok kez ziyaret etmiştir. Bir keresinde Peygamber(s.a.v.)'in Hz.Hatice ile evli olduğu dönemde gerçekleşen ziyarette Halime-i Sadiye kuraklık ve sıkıntıdan söz açmış, Hz.Hatice'de kendisine koyun ve bir deve bağışlamıştır. Hz. Muhammed(s.a.v.)'in süt annesi Halime-i Sadiye'nin kabri Medine'de Baki Kabristanı'nda bulunmaktadır.
Hz. Muhammed (s.a.v.), Süveybe'yi hiç bir zaman unutmamış ve sürekli halinden haberdar olmuştur. Süveybe, Hayber Savaşı'nın hemen sonrasında vefat etmiştir.
Peygamberimzi döneminde Ümmü Ma’bed, akıllı, iffetli ve güçlü bir köylü kadınıydı. Kuraklık ve kıtlık yıllarında Kubeyd mevkiindeki çadırının önünde oturur, gelen geçen yolcuların su ve yiyecek ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırdı.
Peygamber Aleyhisselam ile Ebû Bekir, Amir b. Füheyre ve Abdullah b. Uraykıt, hicret yolculuğu sırasında onun çadırına uğradılar. Ondan hurma ya da et satın almak istediler. Fakat Ümmü Ma’bed’in yanında, bunlardan hiçbiri yoktu. Çünkü azığı tükenen veya kıtlığa uğrayan herkes onda bulduklarını satın alıp tüketmişlerdi.
Ümmü Ma’bed: Peygamberimize,
"Vallahi, yanımda bir şey bulunsaydı, sizin ihtiyacınızı gidermek için ikram ederdim!" dedi.
Peygamber Aleyhisselam:
Ey Ümmü Ma’bed yanında süt bulunur mu?" diye sordu.
Ümmü Ma’bed:
"Yoktur! Vallahi davarlar kısırdır!" dedi. Peygamber Aleyhisselam çadırın bir tarafında duran çelimsiz koyunu gördü ve sordu:
"Ey Ümmü Ma’bed nedir şu koyun?"
Ümmü Ma’bed, "O, sürüden geri kalmış, dermansız, güçsüz bir hayvandır. Hiçbir işe yaramaz. Orada durur" dedi.
Peygamber Aleyhisselam, "Onda süt var mı?" diye sordu.
Ümmü Ma’bed, "O bundan tamamıyla mahrumdur!" dedi.
Peygamber Aleyhisselam, "Benim onu sağmama izin verir misiniz?" diye sordu.
Ümmü Ma’bed, "Anam babam sana fedá olsun eğer sen onda süt bulabileceğini sanıyorsan sağ!" dedi.
Peygamber Aleyhisselam, koyunu getirtti. Koyunun arkasına çömeldi. Bacaklarını ayırdı, besmele çekti, memesini eliyle sıvazladı ve "Allah’ım! Onun (Ümmü Ma’bed’in) hayvanını bereketli kıl!" diyerek dua etti. Bu dua ile birlikte hayvanın memeleri sütle dolup taştı.
Peygamber Aleyhisselam, beş-on kişinin içip doyacağı büyüklükte bir kap getirtti ve sütü içine sağdı. Kabı ağzına kadar doldurdu.
İlk önce Ümmü Ma’bed, ondan kanasıya içti.
Peygamber Aleyhisselam’ın yol arkadaşları da ondan kanasıya içtiler. Onlardan sonra da Peygamber Aleyhisselam afiyetle içti.
Peygamber Aleyhisselam, tekrar kabın içine süt sağıp doldurdu ve Ümmü Ma’bed’e bıraktı.
Resulullah ile arkadaşları, ayrılıp gittikten biraz sonra, Ümmü Ma’bed’in kocası Ebû Ma’bed geldi bir kap dolusu sütü görünce şaşırdı, "Bu süt bize nerden geldi?" diye sordu "Hayvanlar kısır ve uzaktalar! Çadırda süt sağılır hayvan da yok?" dedi.
Ümmü Ma’bed,
"Vallahi bize mübarek bir zat uğradı. Şöyle şöyle söyledi. Şöyle şöyle yaptı.." diyerek anlattı.
Ümmü Ma’bed’in dediğine göre, Peygamber Aleyhisselam tarafından kesilmemesi emrolunan bu koyun, bir mucize eseri olarak, hicretin on sekizinci yılındaki şiddetli kuraklığa kadar yaşamış ve o zor günlerde, onlar; bu koyundan sabah akşam süt sağıp ihtiyaçlarını gidermişlerdi.
--------
ve biz konuya dahil olursak yani muhammedin öyle halime annesi ,ümmü eymen, ve ve birde süveybe dişinda demekki " Ümmü Ma’bed" kisir koyun annesi demek olur, cünkü o kisir koyunu sagip icdimi? icdi. demekki o koyun, Ümmü Ma’bedin ciblliyati idi, ve öyle olunca, o onun sagilmayan sütünü sagdi icidi, ve ve o koyun süt annesi oldumu oldu, o sütün annesi o koyun. ve o koyun ise bir insanin ciblliyatini temsil ediyor, ve yani vor generationu demek olur (Silsileyi ülasindan birisi) ve öyle olunca muhammedin koyun annasi demek olur, ismail koc cenneten gelen koc, koc bir babasi var, ve sare gibi birde koyun, kisir koyun anasi var, hem kisir hem ana nasil olur demeyin olur işde ,hani hz. ibrahimin hanimi sare kisr idi, Allah sonradan ona ishak verdiya, yine hz zekeriyanin kisir hanimi varidya, ona 90 yaşindan sonra Allah yahya verdiya, yani onun gecip geldigi peygamber hatunlarinin annelerini süt annelerini temesil etmiş oluyor yani, öyle olunca muhammedin bir de sare gibi kisir süt annesi varmiş, yine hz zekeriyanin hanimi gibi birde vor generationunda kisir koyun süt annesi varmiş, ve onu sagip icmiş muhammed, öyle olunca, ey mehdi askeri senin hicmi süt annen yok, hepimizin süt anasi var, eger sen süt iciyorsan, büyüdükden sonra annenden haric, kahvve, sütlü kahve iciyorsan yada sütlü kakao iciyorsan, ysda peynir yiyorsan yogurt yiyorsan kaymak yiyorsan, yada kremali pasta yiyorsan, seninde bir süt annen var, o süt ana ya bir mööö kizdan, mandofondan ,yada kara kizlardan kara ineklerden, yada hostein bir hollannda cinsi güzelelrden sagildi, yada bir koyundan, yada sen saglik diye birde eşek sütü icdiysen, senin de vor generationunda (silsileyi üla nda) bir eşşek annen, birde eşşek baban var, yada, sen kimiz iciyorsan, senin birde at annen, at baban var demek olur, yine eger sen bal yiyorsan, bu sefer senin ari sütü bal yiyeinbir adet ari annen var demek olur, yine ekmek yiyorsan başaklarin prensi prensesi bir karinca annen ve baban var demek olur, yine koyun peynirini cok seviyorsan, bir koyun annen, bir koc baban var demek olur, kaymak seviyorsan, hele birde afyon kaymagi yiyorsan, ben gibi kaymakli ekmek kadayifini cok seviyorsan, bir malak annen, bir malak baban da var demek olur. lan işde süt annen olan, bir damla sütünü icdigin kadin annen, süt annen oluyorda, litrelerce sütünü icip, peynirini yediigin, peynir yemiyorsan yogurttami yemiyon be azizim, yani oziman, sari mandafon yani bakra suresinie ismini veren o sari golden halimelerden bir annen, süt anan var demek olur cigerim.
Peygamberi iz döneminde Serban isimli sahabi, Ashabin sigirilarinin cobani olmuş, ve cobanlik bilindigi gibi, belli bir süre için yapilir, sonra coban yorulur vedegişir yada degiştirilir, yani öyle olunca Serban Radiyallahu anh, cobanligi bitince, cobanliginin karşiliginda ne istersin demişler, ve oda sigirlarin icinde ,bir tane mandafon, sari golden dana varmiş, ve o danayi isterin ben demiş, ve ona o danayi vermişler, ve haydi git artik sen burdan demişler, ve o da danayi almiş ve süre süre taaa afyonun serban kasabasinin oldugu yere gelmiş, ve oraya yerleşmiş, ve o dananin soyu işde, o musavilerin kesdigi yada kesemedigi, "rengi sapsaridir" denen golden sarisi mandafon inegi, yani bakara suresine ismini veren, bakaranin soyundandir, ve o soy taa afyon iline ulaşmiş, ve o soy en son, afyon yöresiden devam etmiş. ve musavilerden bakarayi kesmesi istenmsinin sebebine gelince, mesel eskiden, herkesin kibiriti yokmuş, ve ve ateş söndürülmeden durdurlurmuş ki ,ve ateşi sönen komşusundan yanan cira alip evindeki kandili ocagi yakarmiş, ve öyle olunca, "komşu komşunun cirasina muhatac" demiş atalar, yani işde ateşin sönmemesi için, ocagin sönemmesi için, kac eve verdiysen dagittiysan o ateşi, işte o kadar cok ateş var, ve sönme ihbtimali o kadar az, cünkü birinde sönse, digerinde yanyior olcakdir, ve deniyorki işde, o ateş taa mauhammed dogdudunda, o sönmeyen mecusi ateşi mucize olarak söndü, cünkü artiik kibrit icad olduda, ondan cakmak icad olduda ondan artik yeniden yakmak kolay oldu, ateşi söndürmemeye, beklemeye gerek kalmadi demek olur, ve öyle olunca ,işde o kesilmesi istenen bakarada, inekde, işde kesilip yenilmesi lazimki ,o bakara bereketlensin ve bir tane saf semiz, saf irk inek, bir cok inege dönsün, amma işde o inegin yenipde insan olmuş cibillyaltarinin bereketlenmesi için inegin kesilip yenmesi lazim yani, ki cocka evde o inek can bulsun, ve o inegin soyu artik, insan insan devam etsin diye, işde o bakaranin soyundan gelen bir dana olan serban radiyalllahu anh da, ve yine Hz ömerin yani daşşakli cesretli dananin soyundan, hz. ömer danasinin soyuda ondan halime öküzünden yada sari goldendenden, amma onun ümmetin başindan, ordan ayrilmasina müsade yok, oysa serban bir nefer, onun bu IRKI bir ileriye taşimasina izin var, ve o işde medineden yola cikip taa afyonda, bu soyu, bir irki devam ettirmişdir, ve mehdinide yine o dananin soyundan bir danasi ve inegi bakarsi ve süt anasi, ve dana olan bir cbiliyatta babasi ,vorgenerationu (silsileyi üla si) vardir, ie o soydan gelmekdediri ve ve Halime gillerdendir Halime anne onun baba tarafindan teyzesi olmakdadir, derki muhammed, mehdi israili olacak, cünkü o bakaranin soyudanda ondan, o sari halimeinin, süt annenin soyundanda ondan, golden halimenin soyundan, halime öküzünün soyundan yani, ve öyle olunca, Allah muhammede süt annesi nasip ettiyse, işde kainata, bir yasa koymuş, süt sadece anneden degil, süt annnelerdende icilcek (ineklerden koyunlardan ekcilerden develerden de icilcek) diye, yoksa bu süt annesini ona nasip etmeseydi, dünyada inek sütü, ve peyniri diye birşey olmazdi yani.
ve bugün inekler sagiliyor, ve sütcüde toplaniyor, ve bütün ineklerin sütü birleştiriliyor, ve öyle olunca, herkesin tek bir süt annesi degil, cokca sü tannesi var, hemde ayni marka süt icenlerin, inek anneleri belli, öyle olunca, ayni yoldan gelmiş oluyorlar, ikinci marka, yada diger köyün sütcüsünden satin alan ise, bir başka süt anne grubundan dahil olmuş oluyor, ve öyle olunca, sen meyvasiz agac olmaki, kuruyup kalma, allah sare gibi kisirdan, süt sagdirip on ishak bahşeden raabimiz varken, yine zekeriya ile hanimina kisir hanimina 90 sene sonra yahya bahşeden rabimiz varken, sen kisir koyun gibi ,öyle meyvasiz agac olma, sen eger yolu bilmiyorsan ögren, bak dünyada bire yedyiyüz veren başak ve bugday varken, senin cocuksuz kisir kalman edebe yakişmaz, bak icdigin sütün, hangi sari kizlardan toplandigini biliyorsan, o kadarda baban var, o kadarda annen var, sen niye mahrum olasin, öyleyse, öyle bir başak burculuya aşik olki, sana bir e yediyüz verme bereketi ulaşsin, bak sana gelen süt, bu mehdi zamaninda, onun Hüremtine işde bire yediyüz veren başak gibi, yediyüz anadan , süt anadan toplaniyor mixerleniyor belki, yediyüz süt anadan, o süt analari dölleyip dogurtupda sütlendiren bir de dana babalar var, yani o da haydi yediyüz degilse belki 300 danadan baba eder, bak bunu ögrendinse güllüm, sen kisir düşünüp meyvasiz kalma, mehdinin o hallerinede şaşma, neden o böyle, bire yediyüz verir anladinmi ,o halima sari bakara, musavilerin kesemedigi sari bakaranin soyu, halime soyu, ve o ki sari sari bugdaylara aşik, ve yemi sari bugday ezmesi olan, bu sari inekler, işde verirse bir dana, o danada böyle bire yediyüz veren dana ve başak oluverir, neden yusufun rüyasinda 7 semiz inek ile başak hikayesi anlatilir sanirsin, semiz ineklerin yedigi başakdirda ondan, ve kirma derler ona, bugday kirmasi ,ve diri bugday yerse karninda bugdaylar şiver, ve hasta olur ölür, amma bugdayi kiripda verirsen zarar vermez ve böylce ....1:700 veren başak burclu bir dana yada inek oluverir, o başaklar inege danaya dönüverir gülüm.
----------
Dünyada bazi markalar varki bunlar pahali ve saat carklisinda ki büyk carki temsil ediyorlar, ve onlarin carki dönmesi lazimki, kücük carklarda dönebilsin, gecenlerde Rockefeller öldü, ve dünyanin büyük carklarindan biriydi, büyük bir carkdi ve dünyanin carkini döndürenlerden, ekonomisini elinde tutan carklardan biriydi, allah bilyorya, o saatin carklarindan cikinca, öyleki sema kaosa girdi, karman corman oldu, 3gün falan zikir cekemedim, cünkü koca cark cikinca, yerine doldrucak başka o kdar kocaman bir cark yok, öyle olunca, dünya da kainatta bir an kaosa girdi, karman corman oldu, ve biz allahin ikrami ile, dügümü biraz atlaşdirdik, ve yoksa bütün carklar birbiini siyircak, ve birbirine gircek kiyamaet olcakdi, yani bak kardeşim, dedik daha önce, nutlella amca, bizden duyduve uyguladi amma ne oldu sonu, dediki bana gelceksen, peynir ol gel, bilemem catal ol, bilmem recel ol, bilmem işde bardak ol gelki, benim cennetimde bulunasin , benim gemiye binebilesin dedik, ve öyle olunca o da cam sakizi coman armagani ,kücük bir palet nutelleyi ucuzlatti gönderdi biz alalim icimize gemimize alalim diye, ve biz bir kac tane aldik, yoksa nutella pahali, nerden öyle bizim bütceyle, o zamanlar borculuz birde, o bütceyle nerden herzman nutella alcan, işde o ucuzlatinca aldik, ve fakat o bize ikram etmek istemişdi, heiye etmek istemişdi, fakat herkesin gözü kaldi ,o na varda bize yokmu oldu, ve bu sefer o da NUTELLA amcada vermenin keyfine vardi , ve fkat ucuzlatmsininda sebebi varmiş cünkü nutellayi artik findik yagindan degilda palm yagindan üretmeye başlamiş, ve amca coşdu ve nutellalari ucuzlati, ve o carklardan büyük cark, pahalio ve marka idi, amm o kücülürse, işde sistem bozulur ,halbuki insan hediye verecegini kendisi secer, herkese hediye vemek zorunda degildir, zenginde olsan, senin hediye verdgin kimse, belli kimsedir, sen birine hediye verince, birileride ona varda bize yokmu diyemez, bu gönül meselesi, ve öyle olunca, işde o ucuzlatinca, bu rockeffeller amcalarin işine gelmedi, ve onlar o nun bu avama hizmet etmesinden hoşlanmdilar, hani muhammedi sofaralina cagiridpa bizimle otur sen biz köllerle otrumayiz diyen arap burjuvalri vardiya, allahda Muhammed "abese vetevelle" sen şu kör ile otru onalr degil dediydii, öyle olunca işde onlar burjuva takiminia hizmet ediyor, büyük cark büyük kalacak o kücülürse marka olan pahali onu ucuzlatirsan işde sistem bozulur, bunu bilen rockefeller, nutellayi sistemden atmak için, onun carkina comak sokdular, ve NUTELLA amca ya bize yilik etmek hediye vermek istedi yada gerrcekden kötülük etmek istedi nutellayi bozdu ve bizi zehirlemk için findik yerine palm yagi kullandi, ve kendi sonunu cizdi, ya bu iyilikleri ile yada yaptgi son zulmu ile son buldu göcdü gitdi, carkdan cikmiş oldu, ve o ya kazanan oldu yada tümden kaybeden oldu. fakat rockefellerde hakliydi, cünkü, yine aud ive WV ye ayni sistemi uyguladilar, audi zengin arabasiyken kalite bir markayken, onun avamin eline düşmesi, işlerine gelmedi, ve yine mesela, coca cola pahali mesela adam burda bir cafede, bir bardak cola yi tam bilmiyon ammam 2,5 euroya falan satiyordur belki, ve amma, birbucuk litre cola ise 1,80 veya 2 euro gibi, sen bunu dahada ucuaza ver dersen, o cafelerde pahali satilan cola sinif düşer, yani azizim anlaycagin büyük cark büyük kalacak, ve o nu ona verdin banada ucuza ver diyenler ahmakligi yüzünden kücültmek yok etmek yanlişdir, o ise sevdigi birin hediye verebilir, amma sen banada ver dersen cark bozulur dişliler siyirir, işde nutella amcaninki wv yinki gibi yani ve bu carki döndüren amcada Rocekfeller de gitdi, ve artiik kim yapar bu işleri allahu alem, dedimya sen onu kafir dersin, halbuki sistemde büyük bir yer tutuyormuş ki bütün sema, o ölünce kaosa girdi, diyorumya yani....
---------------
وَاسْتَفْزِزْ مَنِ اسْتَطَعْتَ مِنْهُمْ بِصَوْتِكَ وَأَجْلِبْ عَلَيْهِم بِخَيْلِكَ وَرَجِلِكَ وَشَارِكْهُمْ فِي الأَمْوَالِ وَالأَوْلادِ وَعِدْهُمْ وَمَا يَعِدُهُمُ الشَّيْطَانُ إِلاَّ غُرُورًا
Vestefziz menisteta’te minhum bi savtike ve eclib aleyhim bi haylike ve racilike ve şârikhum fîl emvâli vel evlâdi vaıdhum, ve mâ yaiduhumuş şeytânu illâ gurûrâ.
Meali :
Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmenirrahim
(Haydi) onlardan gücünün yettiğinin ayağını çağrınla kaydır. Atlıların ve yayalarınla onların üzerine yürü. Onların mallarına ve evlatlarına ortak ol. Onlara vaadlerde bulun.” Hâlbuki şeytan onlara aldatmadan başka bir şey va’detmez.
Sadakallahul Aziym İSRA Suresi 64. ayet
أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
فَاتَّخَذَتْ مِن دُونِهِمْ حِجَابًا فَأَرْسَلْنَا إِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا قَالَتْ إِنِّي أَعُوذُ بِالرَّحْمَن مِنكَ إِن كُنتَ تَقِيًّا قَالَ إِنَّمَا أَنَا رَسُولُ رَبِّكِ لِأَهَبَ لَكِ غُلَامًا زَكِيًّا قَالَ إِنَّمَا أَنَا رَسُولُ رَبِّكِ لِأَهَبَ لَكِ غُلَامًا زَكِيًّا قَالَتْ أَنَّى يَكُونُ لِي غُلَامٌ وَلَمْ يَمْسَسْنِي بَشَرٌ وَلَمْ أَكُ بَغِيًّا قَالَ كَذَلِكِ قَالَ رَبُّكِ هُوَ عَلَيَّ هَيِّنٌ وَلِنَجْعَلَهُ آيَةً لِلنَّاسِ وَرَحْمَةً مِّنَّا وَكَانَ أَمْرًا مَّقْضِيًّا
Fettehazet min dûnihim hicâben fe erselnâ ileyhâ rûhanâ fe temessele lehâ beşeren seviyyâ. Kâlet innî eûzu bir rahmâni minke in kunte takıyyâ.
Meali :
Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmenirrahim
Meryem onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken biz ona ruhumuzu gönderdik de o, kendisine tastamam insan şeklinde göründü.. Meryem, “Senden, Rahmân’a sığınırım. Eğer Allah’tan çekinen biri isen (bana kötülük etme)” dedi.
Ruh dedi “Ben ancak Rabbinin elçisiyim. Sana akilli bir çocuk bağışlamak için gönderildim” dedi. (Hz. Meryem dedi ki): “Bana bir beşer dokunmamış (olduğuna göre) benim nasıl bir oğlum olabilir? Ve ben, azgın (iffetsiz) olmadım.” (Ruh’ûl Kudüs): “İşte böyle” dedi. Senin Rabbin: “O, Bana kolaydır ve onu, insanlara bir âyet (mucize) ve Bizden bir rahmet kılacağız.” buyurdu. Ve emir kaza edilmiştir (yerine getirilmiştir).
Sadakallahul Aziym MERYEM Suresi 17.den 21. ayete kadar
ve eger bu ikiside melek sifatindalar ise, o zaman melekler cocuk yapmaz, evlenmez kurali yanliş, ve alaman kizlari ve avrupalilar mavi gözlü, ve münker nekirde mavi gözlülermiş, öyle olunca işde alaman IRKI münker ve nekirden üretme IRK oluyor, yine avrupann bazi yerlerindeki kimsler mavi gözlü sari sacli kimseler, hani zikirimzdeki Mühammeten ayeti varya yani mansi onlar yemyeşlillerdir, bu mavi gözlülerde avatar filimdeki gibi masmavi olnlar grubu onlarda masmavilerdir yani hani cizgi filimleri bile varya
Mavi Cüceler - Şirinler
yine isa ve mehdide cebrailin soyundan, olanlar, o ise siyah veya kahvrengi koyu yesil renkli gözlü yani köpek cinsi gözlü, ve yine reptiller yani yani azazilin soyu ise, onlarda yeşile yakin gözlüler müdhammeten olanlar yemyeşildir ayetinde dendigii gibi ,gözleride yeşil olanlar, yani reptiller, azazil soyu, yilan soyu, ve öyle olunca bazilari, mikail soyu, yine avrupada cocuklarina michael ve kizlarada Michaela konulur, yani öyle olunca onlarda mikail soyundan olanlar, yine rafael ve rafaella konurki ,onlarda israfil soyundan, yine gabriel ve Gabriele konlurki, onlarda işde cebrail soyundan olanlar, ve öyle olunca, avrupalilarin silsileyi ülayi tespitlerinde, birde melek soyundan olmalari sebebiyle işde etraflarinda sag kol komşularinda abab tarindan o melege bagli sol koldanda hangisi varsa ona anne tarafina bagli dmek olur, cebrail mikalil ve israfil aranir yani, azrail ve zara lardar azrail soyundan, zara veya zarail, yani öyle olunca kimler hangi soydan ise, onlar o soya silsilei melea sinada veya ülasindaa fatiha kulhu ismarlar. bizim zikirimzdeki mikailda ondan bize en yakin komşu melek mikail var odan biz zikirimzde en sonda mikale okuruz ve sizlrde bize tabi olunca önce bizim okudugumuza okuycanizki bizim adimimizi takib edebilesiniz, ve bizim türkiyedede cebrail ve mikail isimliler vardir bazi yerlerde, işde en yakin mikail ve cebrail komşusu olanlar ve bu en uzaga kdar aranir nerde varsa o isim, ordan o kola bagli demek olur, onlar yine o soydan olanlar demek. yani meleklerde ürermiş, ve anonakilerden bahsedilirken yari tanri olanar deniyor, işde meleklerin ilk birleştikleri, meryem gibi isa gibi yari tarni gibi olanlar, o yüzden isa yi rab edinirler hiriistiyanlar , amma sebeini bilmezlerdi biz şimdi anlatmiş oluyoruz yani, yani melek soyu, kutsal ruh cebrail soyundan, yine amine annemize bir melek ve kutsal ruh geldi sana bir oglan verildi dedi, senin oglun gibi kadri cemil yok cihanda denildi, yani onada yine bir ruh koyan var, ve oda yine bir melek soyundan üretilen özel sistem yani ,yari tanri gibi anonakilerinki gibi, yani yari tanirdan kasit yari melek yari insan yani.
ve biz zikirimize
Allahumme salli ala seyyidina irmiya,
Allahumme salli ala seyyidetinesseyidete Rabia,
Allahumme salli ala seyyidina Daniel,
Allahumme salli ala seyyidetinesseyidete Maşite,
Haftada bir defa Cuma Günlerinde de
Allahumme salli ala seyyidetinesseyidete Daniela,
Allahumme salli ala seyyidetinesseyidete Gabriela,
Allahumme salli ala seyyidetinesseyidete Michaela,
Allahumme salli ala seyyidetinesseyidete Raffaella,
Allahumme salli ala seyyidetinesseyidete Zara,
yi ekledik
ve gelelim haftanin konusu halime annemize fatiha ve salavata onuda
Allahumme salli ala seyyidina imamül Ebubekru SIDDIYG,
dan sonrasina muhammedden öncesine koyduk ve orada
Allahumme salli ala seyyidetina Halimeyi Sadiye
diye zikretcez salvat getircegiz
ve sonra yine silsilsilede fatiha kulhu ismarlarken
yine ayni yere
silsileyi kebirdeki
21. ) Hz. Ebu Bekr 3 ihlas 1 Fatiha
dan sonra
22.1. ) Hz Halimeyi Sadiye annemize diye okuyacagiz
yani muhammedden bir öncesine koyduk
Rabbim alip kabul edip zikiredecek cemaatimize hayirli ve mübarek eylesinki ,onlarin sirrina mazhar olabilelim degilmi,
--oOo---
أَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقاً وَ ارْزُقْنَا اتِّبَاعَهْ وَ أَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَ ارْزُقْنَا اجْتِنَابَهْ
''Allahım! Bizlere, hakkı Hak gösterip ona tabi olmayı, bâtılı da Bâtıl gösterip ondan yüz çevirmeyi nasib eyle..! ''
وَآخِرُ دَعْوَاهُمْ أَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Ve âhıru da'vâhum enil hamdulillâhi rabbil âlemîne,
Amiyn.
Elfatiha maassalavat.
سُبْحاَنَكَ اللَّهُمَّ وَبِحَمْدِكَ، أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلهَ إِلاَّ أَنْتَ، أَسْتَغْفِرُكَ وَأَتُوبُ إِلَيْكَ
Sübhâneke Allahümme ve bihamdik, eşhedü en lâ ilâhe illâ ent, estağfirullahe ve
etûbu ileyk.
--OoO--
Kar©glan
Başağaçlı Raşit Tunca
Schrems, 1 Nisan 2017 Cumartesi
Original Kar © glan
RAŞiT TUNCA
BAŞAĞAÇLI RAŞiT TUNCA
FORUMUMUZDA
Dini Bilgiler...
Kültürel Bilgiler...
PNG&JPG&GiF Resimler...
Biyografiler...
Tasavvufi Vaaz Sohbetler...
Peygamberler Tarihi...
Siyeri Nebi
PSP&PSD Grafik
ALLAH
BAYRAK
Radyo Karoglan
Foruma Misafir Olarak Gir
Forumda Neler Var
GALATASARAY
FENERBAHÇE
BEŞiKTAŞ
TRABZONSPOR
MiLLi TAKIM
ETKiNLiKLERiMiZ