MUHAMMED

Muhammed


BAYRAK

TC.Bayrak



Hoşgeldin, Ziyaretçi
Sitemizden yararlanabilmek için kayıt olmalısınız.

Kullanıcı Adı
  

Şifreniz
  





Forum İstatistikleri
Toplam Üyeler» Toplam Üyeler 27
Son Üye» Son Üye Fahriye
Toplam Konular» Toplam Konular 18,297
Toplam Yorumlar» Toplam Yorumlar 20,077

Detaylı İstatistikler Detaylı İstatistikler

DOWNLOADEN


“Downloaden Bölümümüzden BEDAVA Grafik Paketleri,E-Kitaplar ve Bedava Bilgisayar Programlarını Tek TIKLA BEDAVA indirebilirsiniz”
(Raşit Tunca)




AYET

“Yeryüzüne muhakkak benim iyi kullarım varis olacaktır”
ENBİYA Suresi 105


FELSEFEMiZ

“ iSLAM OKUMAK YAZMAK YADA ÇiZMEK DEĞiLDiR, Yahutta O Hadis şöyle, Bu Ayette böyle diyor Diye Papağanlıkda Değildir. islam Kuranı ve sünneti HAYATINA TATBiK edip, Onunla Yaşayabilmekdir”
(Karoglan Raşit Tunca Sözü)


Raşit Tunca Sözü

“Yüzme bilmek Denizden çıkmana fayda vermez, taaki yüzme biliyorsan, denizedee düştüysen, ellerini, kollarını, ayaklarını çırpacaksın, ve birde tutuncak dal bulacak, tutunup çıkacaksın. ilimde böyledir, bir ilmi bilmek fayda etmez, taaki, onu hayatında tatbik edesiye, Dinde böyledir, din bilmek imanını kurtarmaz, taaki, ne zaman, bildiğin öğrendiğin dinini hayatında tatbik edip, yaşadın, o zaman belki kurtulursun.”
(Karoglan Raşit Tunca Sözü)

GÜZEL SÖZ

“ Bazen Hata Yapıvermek, Doğruyu bulmanın ilk Basamağıdır.
(Başağaçlı Raşit Tunca Sözü)



Hayatı Canlı Bir Kur’ân Olarak Yaşamak Neden En Önemli Mesele?


Kur’ân’ı sadece okumak yeterli mi, yoksa onu hayatımızın merkezine alarak canlı bir şekilde yaşamak mı gerçek mü’minliğin göstergesidir?

Dünyevî hedeflerin kuşatması altında, Kur’ân ile kalbi yoğurma meselesi, şuurlu Müslümanlar tarafından bile çoğu zaman ihmal ediliyor. Öyle ki, bu mühim mesele ehemmiyet sırasında gerilere atılıyor ve ecel geldiğinde ona sıra gelmiyor. Osman Nuri Topbaş Hocaefendi, bu hayati konu hakkındaki düşündürücü görüşlerini paylaşıyor.

CANLI KUR’ÂN: HAYATIN EN ÖNEMLİ ANAHTARI

– İnsan hayatında en mühim mesele; Kur’ân ile kalbi yoğurma... Müslümanlığın en mühim şiârı ve alâmeti de bu: Kur’ân’ı birinci plâna almak.
Canlı Bir Kur’an Olarak Yaşamak Neden Önemli?

Daha doğrusu; Bu hayatı canlı bir Kur’ân olarak yaşayabilmek. Bu; Cenâb-ı Hakk’ı nasıl sevdiğimizin alâmetidir, Rasûlullâh’a nasıl muhabbet duyduğumuzun aynasıdır. Dolayısıyla canlı bir Kur’ân olarak yaşamadığı hâlde onları sevdiğinden bahsetmek; ancak lâfladır, riyâ cümlesindendir.

Kendini kandırmaktır. Yani canlı bir Kur’ân olarak yaşanmazsa; hayatta her şey angarya, her şey boş.

Kimileri fânî bir mevzûya yıllarını gömüyor ve yine de az görüyor, diyor ki: “–Bu işte usta olabilmek öyle kolay değil. Yirmi yılımı verdim, bir yirmi yıl daha vereceğim. O zaman  bambaşka olacak!”

Meselâ bir yabancı lisan için bile; “Üç-beş yıl geceli gündüzlü kendini vermezsen, dil meselesini kökünden hâlledemezsin!” diyor ve öyle yapıyor.

Üstelik; Bunu yapmak için anne-babalar; yığınla masraf ediyor, evlâtlarını batılı ülkelere gönderiyor, gaflet ikliminin içine itmiş oluyor. Ne bunlar gözüne görünüyor; ne ayrılıklar ne de başka ârızalar... Fakat; sıra Kur’ân’a gelince maalesef kimileri sadece yaz aylarında üç-beş haftayı yeterli görüyor. Evlâdından ayrı kalamayacağından dem vuruyor. Köklü bir Kur’ân eğitimine göndermemek için türlü türlü bahaneler ileri sürüyor. Diğer taraftan da Kur’ân kurslarını küçük görüyor. Kendi kültürünü çok zengin bir şey zannediyor ve diğer eğitimleri çok ciddî, olmazsa olmaz kabul ediyor, ancak Kur’ân eğitimini olsa da olur olmasa da şeklinde basit görüyor.

Allah muhafaza bu yaklaşım, yüce kelâmı hafife almak olur. Allah kelâmı ki; Onun kelimelerini hakkıyla ifadeye; deryâlar mürekkep, ağaçlar kalem olsa bile yetmez.

Peygamber Efendimiz, ashâbına İslâm’ı 23 senede tahsil ettirdi. Bu bakımdan; her mü’minin ömrü, baştan sona Kur’ânî bir hayat olmalı. Böyle olmadan fânîlerin kitaplarına gömülen hayatlar, kıyâmet günü eyvah olacak! Ancak ilâhî kelâm ile yaşanan hayatlar, ölümsüz bir mazhariyet içinde olacak.

İşte bu itibarla en mühim mesele; hayatı, canlı bir Kur’ân olarak yaşamak...

İşte; Kur’ân neslinin en büyük özelliği bu. Zaten; İnsan için va‘dolunan dünya ve âhiret saâdeti, ancak Kur’ân’a râm olabilmek mukabilindedir. Çünkü; her hakikat Kur’ân’da gizli, her saâdet îmanda zâhirdir.

Cihanın en hayırlı ve mesut insanları; Kur’ân gölgesi altında toplanan, onun hayat nûru ile nurlanan ve onda fânî olanlar, yani canlı bir Kur’ân hâline gelebilenlerdir. Âyet-i kerimede Hazret-i Peygamber hakkında buyurulan: “(Ey Rasûlüm!) Şüphesiz ki Sen, yüce bir ahlâk üzeresin!..” (el-Kalem, 4) beyânındaki hakikati anlamak için Hazret-i Âişe’ye; “–Rasûlullah’ın ahlâkı nasıldı?” diye sorduklarında mü’minlerin annesi, bu yüce ahlâkı şöyle ifade etmiştir: “–O’nun ahlâkı Hazret-i Kur’ân idi...” (Müslim, Kitâbu’s-salât, 746)

Rabbim hepimize bu ahlâkı ihsan eylesin! Âmîn...
Canlı Kur’ân Olmanın Şartları: Lafzın Temizliği ve Kalbin Takvâsı

Canlı Kur’ân olarak yaşamak için iki husûsiyet şarttır:

    Lâfzın, kıraatin temizliği,
    Kalbin takvâ ile tertemiz olması.

Yani takvâ olmadan kâmil bir ehl-i Kur’ân olabilmek, mümkün değildir.

Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırmayan bir ilim, insanın ayağını kaydırabilir. Enâniyete sevk edebilir. Âyet-i kerîmelerde; «az bir bedel» karşılığında Allâh’ın âyetlerini satan, dalâlete düşmüş ehl-i kitap âlimleri hatırlatılmakta ve böyle olmamamız îkaz edilmekte. Zaten faydalı ilim sadece zihne bilgi depolamak değildir. Zihinle beraber, gönül de takvâ ile âhenkli bir şekilde ilmiyle âmil olacak...
Takvâ Olmadan Kâmil Bir Ehl-i Kur’ân Olmak Mümkün mü?

Kur’ân-ı Kerim’de 258 defa takvâ hatırlatılıyor. İlimde derinliği sağlayacak asıl kuvvet de takvâdır. Zira;

وَاتَّقُوا الل َّٰ وَيُعَلِّمُكُم ُ الل

buyuruluyor. Yani: “...Siz takvâ sahibi olun (ki) Allah size öğretir...” (el-Bakara, 282)

Buna bir misal: Sahildeki bir insan yalnız denizin sathını görür. Fakat güçlü bir dalgıç, denizin derinliklerinde nice hârika manzaralar ve hakikatler temâşâ eder.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş Hocaefendi ile Mülâkatlar, Yüzakı Yayıncılık

İslam ve İhsan
Kalbin Manevi Hastalıkları

Kalbin manevi hastalıkları nelerdir? Kalplerin manevi hastalıkları ve tedavisi.

Hastalıklı ve gafif bir kalbe sahip olanlar, sıhhatli ve ölü olan kalpler arasında mutavassıt bir mevkîdedirler. Böylelerinin hâli, bedenen hasta insanların muzdarip hayâtına benzer. Ne dünyevî hayatlarında bir âhenk ne de içlerinde bir huzur vardır. İç âlemlerindeki belirsizlik dış âlemlerini, dış âlemlerindeki düzensizlik de iç âlemlerini menfî tesir altında bırakır. Dimağlarındaki karmaşa, bütün hâl ve hareketlerine sirâyet eder. Şüphe, kararsızlık ve tutarsızlık girdaplarında bocalayan bu tip hasta ve gâfil kalpler; cehâlet, şehevât ve ihtirasları sebebiyle bilumum ahlâksızlıklara düşme ihtimâliyle her an karşı karşıya bulunmak gibi mânevî illetlere mübtelâdırlar.

Âyet-i kerîmede bu zümre hakkında Cenâb-ı Hak:

“Onların kalplerinde hastalık vardır, Allâh da onların hastalıklarını artırmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle, onlar için elîm bir azap vardır.” (el-Bakara, 10) buyurmuştur.

KALPLERİN MANEVİ HASTALIKLARI

    Şüphe; bir hakîkat dalına konamamak sûretiyle, feyizli bir rûhânî hayattan mahrum kalma hastalığıdır ki, kalblere mânen ölüm sancıları getirir. Yine kalbi tatmîn edecek îmânî istikrardan mahrûmiyet, onları dâimî bir huzursuzluk hastalığına mübtelâ kılar.
    Cehâlet; hakîkatten mahrûmiyetin ıztırabını dahî bilemeyecek derecede körlük, zavallılık, acı ve karanlık dolu bir yoldur. Bu hâl kendilerini istîlâ ederek, onları sonu mutlak hüsrân ve felâket olan bir yolda yürütür.
    Şehevât ve ihtiraslar; kalbin rikkatini kaybederek duyarsızlaşması netîcesinde, doymak bilmeyen arzuların tahakkümü altında bulunması hastalığıdır. Bir nevî emel çılgınlığıdır ki, sükûnet bulacağı ve karar kılacağı yegâne yer, selvilerin koyu gölgeleri altındaki kabristanların kara toprağıdır.
    Ahlâksızlık; kalbin mânevî kanseridir. Vaktinde tedâvî görürse Allâh’ın izniyle şifâ bulunabilir.
    Kalbin korkunç bir hastalığı da katılıktır ki zarîf ve latîf neşvelerin, insânî duyguların ve rûhânî akislerin nârin temaslarını duyamamak mahrûmiyetidir. Böyle kalpler, itaat tanımaz, irşâd sesi dinlemez, inilti-feryâd duymaz, merhamet ve şefkat nedir bilmezler. Taşlar bile bu kalblere nazaran daha yumuşak, daha sıcak ve sevimli kalır.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de bu hakîkati şöyle ifâde buyurmuştur:

“...(Ne var ki) bunlardan sonra yine kalbleriniz katılaştı. Artık kalbleriniz taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allâh korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gâfil değildir.” (el-Bakara, 74)

Âyet-i kerîmeden anlaşılacağı üzere kalbin katılığı, Allâh’ı hatırlamamak ve ilâhî hakîkatlerle uzun bir süre ünsiyetten mahrum kalmanın tabiî bir netîcesidir. Diğer bir âyet-i kerîmede de Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:

“Allâh’ı zikretmek husûsunda kalpleri katılaşmış kimselere yazıklar olsun. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” (ez-Zümer, 22)

Hasta ve gâfil kalplerle yapılan ameller, Hak katında kıymetini kaybeder. Kalbler, Hak nûruyla aydınlanmadıkça körleşir ve hissizleşir. Kâinattaki ilâhî esrârı fâş eden binbir nakışı ve kevnî âyetleri göremez hâle gelir. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“(Ey Habîbim! Sana karşı gelenler) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? (Şayet ibret nazarıyla dolaşmış olsalardı), düşünebilecekleri (hissedebilecekleri) kalbleri, işitebilecekleri kulakları olurdu. Gerçek şu ki gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (el-Hacc, 46) buyurmakla ibret nazarlarının kalbler için ihyâ edici bir uyarıcı mevkiinde bulunduğunu beyân etmektedir. Kalbin nûruyla bakmadıkça, göz penceresi bir işe yaramaz. Zîrâ buğulu bir camın arkasından net bir manzara seyretmek mümkün değildir.

MANEVİ KALP HASTALIKLARININ TEDAVİSİ

Kalbin ihmâl edilen küçük hastalıkları dahî, telâfîsi mümkün olmayan büyük kayıplara ve hattâ onun mânen ölümüne sebebiyet verebilir. Bu sebeple kalplerin, büyük bir îman titizliği içinde muhâfaza edilerek, Allâh’ın irâdesine teslîm olması zarûrîdir. Cenâb-ı Hakk’a tam mânâsıyla teslîm olmuş bir insanı, Yaratan’ından başka sevk ve idâre edecek hiçbir güç yoktur. Şu hadîs-i şerîf, kalbi muhâfazanın zarûretini ne güzel ifâde eder:

“Haberiniz olsun ki insanda bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün beden iyi olur; o bozuk olursa bütün beden bozuk olur. İşte o, kalptir.” (Buhârî, Îmân, 39)

Bu dünyâ, Cenâb-ı Hakk’ın imtihan ve teklîf sahrâsıdır. Üzerinde türlü türlü imtihan rüzgarları esmekte ve insan kalbini çeşitli tesirler altında tutarak, bir o yana, bir bu yana sürüklemektedir.

Dünyânın imtihân mekânı olarak takdîr edilmesinin tabiî bir netîcesi olarak cereyân eden birbirine zıt vukûat fırtınalarının kalbi, bir kuru yaprak gibi önüne katıp sürüklememesi için, onun bu tesirlerden muhâfaza edilmesi zarûrîdir. Bu itibarla da kalbi, Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî nusret ve muâveneti cihetinden esen tatlı meltemlere teslîm etmek îcâb eder. Bu da ancak Allâh’a ilticâ etmek, O’nun emir ve nehiylerine itaat ve teslîmiyet göstermekle mümkündür.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan
Mânevi Hastalıkların Tedâvîsi


Kişi, Allah’a yakınlığı ve dostluğu, yani “velâyeti”, kalbini temizleyerek elde eder. Rabbimize yaklaşmanın yolu, nefsin arzularından arınmış, ruhani olgunlukla dolu bir selim kalp sahibi olmaktan geçer. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Yüce Rabbimiz, “O gün ne mal fayda verir ne evlat; ancak Allah’a selim bir kalple gelen kurtulur.” buyuruyor (Şuarâ, 88-89).

Metinde güzel bir nokta daha var: Manevi hastalıklar, zıddıyla tedavi edilir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bunu yaşayarak bize göstermiştir. Mesela kibri tevazu ile, cimriliği cömertlikle, riyayı da ihlâsla temizlemek gerekir. Yani kalbimizde hangi kötü huy varsa, onun karşısına güzel bir ahlâkı koyarak nefsi terbiye etmeliyiz.

Efendimiz’in (s.a.v.) hayatı saf, berrak bir ayna gibidir. Her birimiz o aynaya bakarak halimizi görmeli, ahlâkımızı düzeltmeli, onun gösterdiği güzellikleri hayatımıza yansıtmalıyız. Çünkü Peygamber ahlâkıyla ahlâklanmak, Allah’a yakınlaşmanın en doğru, en güvenli yoludur.

Mânevi hastalıklara dûçâr olan kalbler, mutlaka tedâvîye muhtaçtır ve mânevî bir eğitime girmek mec­bûriyetindedirler. Bunların tedâvîsi için bâzı hususlara dikkat etmek zarûrîdir. Bunların bir kısmı şöyledir:

Kalbler, mânevî durumlarına göre beş kısma ayrılır:

    Mühürlü ve Kilitli Kalbler
    Hasta Kalbler
    Gâfil Kalbler
    Zâkir Kalbler
    Diri Kalbler

Mânevi hastalıklara dûçâr olan kalbler, mutlaka tedâvîye muhtaçtır ve mânevî bir eğitime girmek mec­bûriyetindedirler. Bunların tedâvîsi için bâzı hususlara dikkat etmek zarûrîdir. Bunların bir kısmı şöyledir:

    HELÂL GIDÂ

İbâdetlerimizi vücûdumuzun güç ve kuvvetiyle yapabilmekteyiz. Helâl gıdâ, bünyeye feyz ve rûhâniyet verirken haram ve şüpheli gıdâlar ise kasvet verir. Tasavvuf erbâbı, kalbî hayâtın inkişâfı için iki husûsa dikkat çekerek:

“Yerken ağzınıza girene, konuşurken ağzınızdan çıkana dikkat edin, bu hususta titiz davranın!” buyurur­lar. Ab­dül­kâ­dir Gey­lâ­nî -kud­di­se sir­ruh- da, lok­ma­nın kalb tas­fi­ye­sin­de­ki ehem­mi­ye­ti­ne şöy­le dik­kat çe­ker:

“Bak ev­lâ­dım! Ha­ram ye­mek kal­bi öl­dü­rür. Lok­ma var­dır, kal­bi­ni nûr­lan­dı­rır; lok­ma var­dır, onu ka­ran­lı­ğa bo­ğar. Yi­ne lok­ma var­dır, se­ni dün­yâ ile meş­gul eder; lok­ma var­dır, uk­bâ ile meş­gul eder. Lok­ma var­dır, se­ni her iki dün­yâ­nın da zâ­hidi ya­par, gönlünü dün­yâ ve âhi­re­tin Hâ­lı­k’ına yö­nel­tir. Ha­ram ye­mek, se­ni dün­yâ ile meş­gul eder ve mâsı­yet­le­ri sa­na se­vim­li gös­te­rir. Mü­bah ye­mek, se­ni âhi­ret­le meş­gul eder ve tâatleri sana sevdirir. He­lâl ye­mek ise kal­bi­ni Mev­lâ’ya yak­laş­tı­rır. Yiyeceklerin keyfiyeti ve te­si­ri an­cak mâ­ri­fe­tul­lâh ile bi­li­ne­bi­lir. Mâ­ri­fe­tul­lâh ise kalb­de olur, ki­tap ve def­ter­de de­ğil. Mâ­ri­fet-i ilâ­hi­yye, Hâ­lık’tan kal­be ih­sân edi­lir; mah­lûk­tan de­ğil. Bu ise tev­hîd-i ilâ­hî­yi tas­dîk ve ilâ­hî ah­kâm­la amel et­tik­ten son­ra ta­hak­kuk eder.”

Helâl nîmetleri kullanırken de dengeyi iyi muhâfaza etmek, isrâfa gitmemek gerekir. Âyet-i kerîmede:

“Bir de, akrabâya, yoksula ve yolcuya hakkını ver! Gereksiz yere de saçıp savurma! Zîrâ böylesine saçıp savuranlar, şeytanların arkadaşlarıdırlar. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ, 26-27) buyrulmaktadır. Bir hadîs-i şerîfte de:

“Canının çektiği ve arzu ettiğin her şeyi yemen, şüphesiz israftır!” (İbn-i Mâce, Et’ime, 51) îkâzı yapılmaktadır.

Helâl olmak şartıyla misâfire ikrâmda cömert davranmak tavsiye edilmiş ve bunun israf olmayacağı bildirilmiştir.

    KUR’ÂN-I KERÎM’İ TEFEKKÜRLE OKUMAK

Kur’ân-ı Kerîm’i tefekkürle okumak, yâni emir ve nehiylerin hikmetini düşünmek, kıssalardan ibret almak lâzımdır. Kalblerimiz ne kadar temizlenmiş ise, Kur’ân-ı Kerîm’in feyzi, bizleri o kadar tesiri altına alır. Kur’ân-ı Kerîm’in kalbdeki mânevî hastalıklara şifâ olduğunu âyet-i kerîme şöyle beyân etmektedir:

“Biz Kur’ân’dan, öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifâ ve rahmettir; zâlimlerin ise yalnızca ziyânını artırır.” (el-İsrâ, 82)

Ebû Zer -radıyallâhu anh- diyor ki:

“–Yâ Rasûlallâh! Bana öğütte bulun.” dedim.

“–Sana takvâyı tavsiye ederim, zîrâ takvâ her işin başıdır.” buyurdu.

Ben tekrar:

“–Yâ Rasûlallâh! Bana biraz daha öğütte bulun.” dedim.

Efendimiz:

“–Kur’ân okumaya ve Allâh’ı zikretmeye bak, çünkü Kur’ân yeryüzünde senin için bir nûr, gökyüzünde de bir azıktır.” buyurdu. (İbn-i Hibbân, Sahîh, II, 78)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- diğer bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kur’ân’ı okuyup ona sâhip çıkan kimseye (âhirette): «Oku ve yüksel, dünyada nasıl ağır ağır okuyor idiysen öyle oku! Zîrâ senin makâmın, okuduğun en son âyetin seviyesindedir.» denilir.” (Ebû Dâvûd, Vitr, 20)

    İBÂDETLERİ HUŞÛ İLE EDÂ ETMEK

Kalbin hastalıklardan temizlenebilmesi için ibâdetleri huşû ile yapmaya gayret etmek îcâb eder. Zîrâ Cenâb-ı Hak huşû­suz bir ibâdeti istememekte ve şöyle buyurmaktadır:

“Vay o namaz kılanların hâline ki onlar namazlarından gâfildirler.” (el-Mâûn, 4-5)

Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetin tefsîrinde şöyle demektedir:

“–Onlar namazın ehemmiyetinden gaflet edip, onu gereği gibi ciddî bir vazîfe olarak yapmazlar,

–Kılınıp kılınmadığına aldırmazlar,

–Vaktine dikkat etmezler, vaktin geçip geçmediğine aldırmayıp tehir ederler,

–Namazın terkinden müteessir olmazlar,

–Kıldıkları vakit de, Allâh için hâlis niyetle kılmayıp dünyevî birtakım maksatlar için kılarlar,

–İnsanlarla beraber bulunduklarında namaz kıldıkları hâlde, yalnız kaldıklarında kılmazlar; kılsalar bile Hakk’ın huzûrunda imiş gibi bir huşû ve tâzim içinde değil, gösterişle kılarlar.” (Hak Dîni Kur’ân Dili, IX, 6168)

Mü’minûn Sûresi’nde de:

“Muhakkak ki (şu) mü’minler felâh bulmuştur: Onlar, namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2) buyrulmaktadır.

Diğer bir âyet-i kerîmede ise namazı huşû ile kılmanın nasıl mümkün olabileceği şöyle îzâh edilmektedir:

“Sabır ve namaz ile Allâh’tan yardım isteyin. Şüphesiz ki o, huşû sâhibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir. Onlar ki kendilerinin hakîkaten Rab’lerine kavuşacaklarına ve O’na rücû edeceklerine inanırlar.” (el-Bakara, 45-46)

Huşûu, bâzıları korku, çekingenlik gibi kalbî fiillerden biri olarak târif etmiş; bâzıları da onu, gereksiz hareketleri terk etmek ve sükûnet içinde olmak gibi âzâlara âit fiillerden göstermiştir. Doğrusu huşû, aslı kalbde, tezâhürü bedende olmak üzere ikisini de içinde bulundurur. Kalbe âit tarafı, Rabbin azamet ve celâli karşısında kendi hiçliğini görerek, nefsi, Hakk’ın emrine baş eğdirmek, son derece yüksek bir edeb, tâzim ve saygı hissi duymaktır. Dış görünüşle alâkalı yönü de, vücut organlarında bu duygunun zuhûruyla bir sâkinlik meydana gelmesi, namazda gözlerin etrafa değil, önüne ve secde mahalline bakmasıdır.

Dikkat edilecek olursa âyet-i kerîmede, namazı huşû ile kılabilmek için kişinin, “Allâh’a kavuşuyormuşçasına” ve “O’na dönüyormuşçasına” bir hâlet-i rûhiye içinde bulunmasının lüzûmu açıkça belirtilmektedir. Yâni namazın beden ve kalb âhengi içinde kılınması zarûrîdir. Ancak böyle bir namaz mü’mini fahşâ ve münkerden koruyabilir.

Bahâeddîn Nakşibend -kuddise sirruh-’a sordular:

“–Bir kul, namazda nasıl huşûa erer?”

O da cevâben:

“–Dört şeyle.” buyurdular:

    “Helâl lokma,
    Abdest sırasında gafletten uzak durmak,
    İlk tekbîri alırken kendini huzûr-i ilâhî’de bilmek,
    Namaz dışında da Cenâb-ı Hakk’ı aslâ unutmamak.”

Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Onlar namazlarında devamlıdırlar.” (el-Meâric, 23)

İbâdetlerde huşûu yakalayabilmek ve ibâdet hâricinde de sanki namazdaymış gibi mânevî bir hâlet-i rûhiye içinde olabilmek için diri bir kalble fuzûlî söz ve davranışlardan âzamî derecede uzak durmak gerekmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Onlar ki, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3)

Diğer ibâdetler de böyledir. Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“O mü’minler ki, verdikleri (hayır ve sadakaları), kalbleri her an Rab’lerine dönüyor olmanın haşyetiyle ürpererek verirler. (Diğer bir kıraata göre ise): Yaptıkları her işi bu haşyet, korku ve ürperme hissiyâtı içinde yaparlar.” (el-Mü’minûn, 60)

“Şüphesiz ki Allâh, kullarının (samîmî) tevbesini kabûl eder ve (gönülden verdikleri) sadakaları alır!..” (et-Tevbe, 104)

Âyette sadakanın, yâni infâkın da, namaz gibi riyâdan uzak ve huşû içinde verilmesi istenmektedir. Bu incelik, hadîs-i şerîfte “sağ elin verdiğinden sol elin haberdâr olmaması” (Buhârî, Ezan, 36) şeklinde ifâde buyrulmuştur.

    ZİKRULLÂH’A DEVÂM ETMEK

Kur’ân-ı Kerîm’de 250 küsur yerde “zikir” kelimesi geçer. Zikir, kulun Rabbini çokça anması ve O’nu unutmamasıdır. Âyet-i kerîmelerde Allâh Teâlâ’nın sabah-akşam, ayakta, otururken ve yatarken, hâsılı devamlı ve çok çok zikredilmesi emredilmektedir. Bu ilâhî beyanların bir kısmı şöyledir:

“Ey îmân edenler! Allâh’ı çok çok zikredin ve O’nu sabah-akşam tesbîh edin.” (el-Ahzâb, 41-42)

“(O gerçek akıl sâhibi) mü’minler, ayaktayken, otururken ve yanları üzerinde yatarken Allâh’ı dâimâ zikrederler...” (Âl-i İmrân, 191)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, “hiç kimsenin bulunmadığı tenhâ yerlerde Allâh’ı zikrederek, için için gözyaşı döken”lerin, kıyâmet günü hiçbir gölgenin bulunmadığı bir anda Cenâb-ı Hakk’ın arşının gölgesi altında gölgeleneceğini müjdelemektedir.[1]

Kalbin tasfiye edilip mânen yükselebilmesi için Allâh’ı zikre devâm etmek büyük ehemmiyet arz etmektedir. Mü’minler zikrin ehemmiyetini kıyâmette daha iyi anlayacaklardır. Nitekim cennete giren mü’minler hakkında Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

“Cennet halkı, başka bir şey için değil, sâdece dünyâda Allâh’ı zikretmeksizin geçirmiş oldukları vakitlere hasret ve nedâmet duyacaktır!” (Heysemî, X, 73-74)

    GECELERİ İHYÂ ETMEK

Gece, dünyâ boyuna ve endâmına göre biçilmiş bir huzur ve nîmet elbisesidir. Madden ve mânen gizlenmek isteyenler için de, mükemmel bir örtüdür. Nitekim gecenin bu vasfı Nebe’ Sûresi’nde:

“Biz geceyi bir elbise yaptık.” (en-Nebe’, 10) buyrularak beyân edilmektedir. Gerçekten gecenin, sıhhî, ictimâî, ahlâkî ve bediî bir libâs olduğu muhakkaktır. İnsanın kendi iç dünyâsına dönebil­mesi ve gündüzün maddî-mânevî sıkletlerini (ağırlıklarını) atabilmesi, ancak gecenin sükûnetine bürünmesiyle mümkündür. Çünkü gündüzler, gecenin sıhhî ve rûhî istirahatini vermekten uzaktır. Gecelerin nîmetini bilmeyenler için gündüzün hayrını düşünmek mümkün değildir. Gecenin sû-i istîmâli ve boş şeylerle geçirilmesi, sabahın selâmetini ve hakîkatini zâyî etmekten başka bir şey değildir.

Kalb eh­li için ge­ce­nin sü­kû­ne­tin­den da­ha fe­yiz­li bir za­man ola­maz. Ge­ce­le­ri -bel­li mik­tar­da- uya­nık ge­çi­re­rek onun feyz ve be­re­kâ­tın­dan is­ti­fâ­de et­mek îcâb eder. Bu hu­sus­ta âyet-i ke­rî­me­ler­de şöy­le buyrulur:

“(O mut­ta­kî kim­se­ler, ge­ce­le­ri na­maz kıl­mak ve is­tiğ­fâr et­mek için) yan­la­rı­nı (tat­lı) ya­tak­la­rın­dan kal­dı­rır­lar. Rab­le­ri­ne, azâ­bın­dan kor­ka­rak ve rah­me­ti­ni uma­rak duâ eder­ler, yal­va­rır­lar. Ken­di­le­ri­ne ver­di­ği­miz rı­zık­lar­dan da ha­yır yol­la­rı­na in­fâk eder­ler. Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için nice sevindirici ve göz kamaştırıcı nîmetlerin saklı olduğunu hiç kimse bilmez.” (es-Sec­de, 16-17)

“Ge­ce­nin bir kıs­mın­da O’na sec­de et! Ge­ce­nin uzun bir bö­lü­mün­de de O’nu tes­bîh et!” (el-İn­sân, 26)

Gecenin ilâhî ve mânevî manzaralarını müşâhede edebilmek için, onu gâ­yeli kullanmak mecbûriyeti vardır.

“(Gerçekten takvâ sâhibi olanlar) gecenin az bir kısmında uyurlar. Seher va­kitlerinde hep istiğfâr ederler.” (ez-Zâriyât, 17-18)

“Gecenin bir kısmında da uyanıp sana has bir ilâve olmak üzere namaz kıl! Umulur ki Rabbin seni makâm-ı mahmûda (şefaat makamına) ulaştırır.” (el-İsrâ, 79)

Teheccüd namazı bu âyet-i kerîme ile Peygamber Efendimiz’e farz, biz ümmetine ise sünnet-i müekkede kılınmıştır. Cenâb-ı Hak bu mühim sünneti devâm ettirenleri şöyle methetmektedir:

“(O Rah­mân’ın kul­la­rı ki,) Rab­’le­ri­nin hu­zû­run­da kı­yâ­ma du­ra­rak ve sec­de­le­re ka­pa­na­rak ge­ce­le­ri­ni ih­yâ eder­ler.” (el-Fur­kân, 64)

Di­ğer bir âyet-i ke­rî­me­de Ce­nâb-ı Hak şöy­le bu­yu­rur:

“(Ey Ra­sû­lüm!) Al­lâh, (ge­ce na­ma­za) kalk­tı­ğın va­kit se­ni ve sec­de eden­ler ara­sın­da dolaşmanı gö­rü­yor.” (eş-Şuarâ, 218-219)

Bu âyet-i ke­rî­menin tefsîrinde Kâ­dî Bey­zâ­vî di­yor ki:

“Üm­met için beş va­kit na­maz farz olup da ge­ce na­ma­zı sün­net hâ­li­ne ge­lin­ce, Ra­sûl-i Ek­rem -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-, as­hâ­bın ah­vâ­li­ni mü­şâ­he­de sa­de­din­de ge­ce vak­ti hüc­re-i sa­âdet­le­rin­den dı­şa­rı çı­kıp as­hâ­bın ev­le­ri ara­sın­da do­laş­mış ve o ev­le­ri, Kur’ân ti­lâ­ve­ti, zi­kir ve tes­bîh ses­le­riy­le arı ko­van­la­rı gi­bi uğul­dar bir hâl­de bul­muş­tu.” (Envâru’t-Tenzîl, IV, 111)

    SÂLİHLER VE SÂDIKLARLA BERABER OLMAK

Kalbin muhâfazası, selâmeti ve inkişâfı için sâlihler ve sâdıklarla berâber olmak îcâb eder. Kalb, yakınında bulunduğu kimselerin mânevî tesir alanına girer ve böylece şahsiyet transferi başlar. Rûhâniyet yönünden güçlü olanlar, mânevî yönden zayıf olanları etkileyerek onlar için bir ilham kaynağı olurlar. Yâni sâdıklar ve sâlihlerin, şefkat, merhamet, rûhî incelik ve meziyetleri, etrafındakilere sirâyet eder. Sahâbe-i Kirâm’ın, ümmetin en faziletlileri olmasının sebebi de Allâh Rasûlü’nün sohbetinde bulu­nup, O’nun feyzinden nasîb almalarıdır. Ce­nâb-ı Hak âyet-i ke­rî­me­de şöy­le bu­yu­rur:

“Ey îmân eden­ler! Al­lâh’tan it­ti­kâ edin ve sâ­dık­lar­la be­râ­ber olun!” (et-Tev­be, 119)

Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- de sâ­dık­lar­la be­râ­ber ol­ma­nın ehemmiyetini şu misâlle ne gü­zel ifâ­de bu­yu­rur:

“İyi ar­ka­daş­la kö­tü ar­ka­da­şın misâ­li, misk ta­şı­yan­la kö­rük çe­ken in­san­lar gi­bi­dir. Misk sâ­hi­bi ya sa­na ko­ku­sun­dan ik­râm eder ve­ya sen on­dan sa­tın alır­sın.

Kö­rük çe­ke­ne ge­lin­ce, o, ya se­nin bedenini veya el­bi­se­ni ya­kar, ya­hut da oradan sana pis ko­ku­ sirâyet eder.” (Bu­hâ­rî, Bu­yû, 38)

Yine Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-, ha­yat­ta iken olduğu gibi öldükten sonra da sâ­lih­ler­le be­ra­ber­ olmanın ehemmi­yet­ini:

“Ölü­le­ri­ni­zi sâ­lih in­san­la­rın ara­sı­na def­ne­di­niz.” (Dey­le­mî, Müs­ned, I, 102) hadîs-i şerîfiyle ifâde buyurmuşlardır.

Sâlihlerle berâber olanlar, zaman içinde kâbiliyetleri nisbetinde sâlihleşirler. Fâsıklarla berâber olanlar da fâsıklaşırlar. Bunun için kalb, -müsbet veya menfî- bulunduğu her mânevî iklîmin dâimî bir tesiri altındadır. Çün­kü her uzuv­da bir irâ­de bu­lun­ma­sı­na rağ­men, yal­nız kalbde irâ­de yok­tur ve kalb, çev­re­sin­den ge­len te­sir­le­rin ken­di­si­ne tel­kîn et­ti­ği is­ti­kâ­me­te tâ­bî ol­mak te­mâ­yü­lünde­dir.

Ni­te­kim Lok­man -aley­his­se­lâm-’ın oğ­lu­na yap­tı­ğı şu tavsi­ye­ler de kalbin bu hassâsiyetine işâret ederek sâlih âlimlerle beraber bulunmanın ehemmiyetine dik­kat çek­mek­te­dir:

“Yav­rum! Âlim kim­se­ler­le be­râ­ber ol ve on­la­rın soh­be­tin­den ay­rıl­ma­ma­ya ça­lış! Zî­râ Al­lâh Te­âlâ, yağ­mur­la top­ra­ğı can­lan­dır­dı­ğı gi­bi, hik­met nû­ruy­la da kalb­le­ri can­lan­dı­rır.” (Ah­med b. Han­bel, Zühd, hd. no: 551)

Sa­hâbî ha­nım­lar, Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sellem-’i gör­mek­te ge­ci­ken, bu hususta ağır davranan ve O’nunla uzun za­man gö­rüş­me­yen ev­lâdla­rı­nı îkâz eder­ler­di. Ni­te­kim Hu­zey­fe -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, bir­kaç gün Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in huzûr-i âlîlerine çıkmadığı ve sohbetinde bulunmadığı için an­ne­si tarafından azarlanmıştır. Huzeyfe Hazretleri bu ibretli hâdiseyi şöyle anlatmaktadır:

An­nem ba­na sor­du:

“–Pey­gam­ber Efen­di­miz’le en son ne za­man gö­rüş­tün?”

Ben de:

“– Bir­kaç gün­den be­ri onun­la gö­rü­şe­me­dim.” de­dim.

Ba­na çok kız­dı ve beni fe­nâ bir şe­kil­de azar­la­dı. Ben de:

“–Dur kız­ma! He­men Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- Efen­di­miz’in ya­nı­na gide­yim, onun­la be­ra­ber ak­şam na­ma­zı­nı kı­la­yım, son­ra da benim ve senin için is­tiğ­fârda bulunmasını ta­leb ede­yim.” de­dim. (Tir­mi­zî, Me­nâ­kıb, 30; Ah­med b. Han­bel, Müs­ned, V, 391-2)

Dipnot:

[1] Bkz. Buhârî, Ezân, 36; Müslim, Zekât, 91.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş – Kur’ân-ı Kerim Işığında Nebiler Silsilesi – 1

İslam ve İhsan
İnsanı Cehenneme Sürükleyen Manevi Hastalıklar

İnsanı Cehennem’e sürükleyen manevi hastalıklar nelerdir? 9 maddede Cehennem’e sürükleyen haramlar.

Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına tâlip olan mü’min bir kulun, titizlikle sakınması gereken bâtınî haramların bir kısmı şöyledir:

1. Gurur-Kibir

2. Haset

3. Öfke

4. Riyâ

5. Cimrilik

6. İsraf

7. Tecessüs

8. Yalan

9. Gıybet
CEHENNEM’E AÇILAN KAPI: ZÂHİRÎ VE BÂTINÎ HARAMLAR

Şu imtihan dünyasında her şey, iki zıt cihette dâimâ akış hâlinde:

“Îman ve küfür”, “hak ve bâtıl”, “hayır ve şer”, “güzel ve çirkin”, “helâl ve haram”...

İnsan, irâdesiyle bunlardan birini tercih ediyor. Böylece;

“Mü’min yahut kâfir”, “sâlih yahut fâsık”, “âdil yahut zâlim”, “merhametli yahut gaddar”, “cömert yahut cimri” olmak sûretiyle, bu iki akıştan birinde safını belirlemiş oluyor.

Bütün bu akışlar; ölümün dar boğazından geçip, kıyâmet nehrinden çağlayıp, Mahşer meydanına döküldüğünde, yine iki ayrı cihete doğru seyelân edecek.

Her ne kadar, Cenâb-ı Hakk’ın bütün mahlûkâtını geçici bir müddet istifâde ettirip rızıklandırdığı bir âlem olan şu dünyada, mü’min de kâfir de, müttakî de fâsık da zâhiren karışık ve müsâvî imiş gibi bir manzara arz etse de, kıyâmet günü, hayır ve şer ehli, çok bâriz bir şekilde birbirinden ayrılacaktır.

Nitekim âyet-i kerîmenin ifâdesiyle o Mahşer meydanında;

“Ey mücrimler! Bugün, (Allâh’ın rızâsına ermiş mü’min ve müttakî kullardan) ayrılın!” (Yâsîn, 59) diye nidâ olunacaktır. Sonrasında ise, mü’min ve müttakîler Cennet’e sevk olunurken, kâfir ve fâsıklar ise Cehennem’e doğru sürüklenecektir.

Cenâb-ı Hak, dünyada iken tercihini Allâh’a değil de nefsine itaatten yana kullanan, dolayısıyla Cehennem’e sevk eden günahlara dalan bedbahtların hâlinden ibret dolu bir manzarayı âyet-i kerîmelerde şöyle beyân etmektedir:

“(Cennettekiler) mücrimlere:

«–Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?» diye uzaktan uzağa sorarlar. Onlar da derler ki:

«–Biz namaz kılanlardan değildik,

Fukarâya yemek yedirmezdik,

Bâtıla dalanlarla birlikte biz de dalardık,

Cezâ gününü de yalanlardık.

O hâldeyken ölüm bize gelip çattı.» Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.” (el-Müddessir, 41-48)

    Nereye Gitmek İstiyorsun?

Ömer bin Abdülazîz (r.a.) buyurur:

“Âhirette nereye gitmek istiyorsanız, hazırlığınızı ona göre yapın!”

Yani insan, öbür cihanda, Cennet veya Cehennem’e doğru iki muazzam akıştan hangisinde yer almak istiyorsa, kendisini oraya sevk edecek hâl ve fiillerin içerisinde bulunmaya gayret etmek mecburiyetindedir.

Son nefesimizin Hakkʼa vuslat olarak gerçekleşebilmesi için, hayatımızın da vuslat iştiyâkı içinde geçmesi îcâb eder. Âkıbetimizin Cennet ve Cemâlullah olmasını istiyorsak, buna münasip hâl ve davranışlar sergilememiz gerekir. Zira âhiretimizin Cennet veya Cehennem oluşunu, bu dünyadaki hâl ve amellerimizle kendimiz hazırlıyoruz.

“…Onlara Allah zulmetmedi; fakat onlar kendilerine zulmediyorlar.” (Âl-i İmrân, 117) âyet-i kerîmesinde buyrulduğu gibi, insan, başına gelecek saâdeti de felâketi de kendi elleriyle hazırlıyor.

Cehennem azâbı da Allâh’ın kuluna zulmü değil, uyarıldıkları hâlde kulak asmayıp azâba müstahak olan insanların kendi nefislerine yaptıkları bir zulümdür.

Şu kıssa bu hakîkati ne güzel îzah etmektedir:

Behlül Dânâ Hazretleri, hikmetli nasihatleriyle devrinin insanlarını ve bilhassa Halîfe Hârun Reşid’i îkaz ve irşâd etmeye çalışırdı. Halîfe de onun bu samimî hâlini sever, saraya rahatça girip çıkmasına müsâade ederdi. Fakat Behlül Dânâ Hazretleri bir müddet ortadan kayboldu. Uzun bir süre saraya uğramadı. Karşılaştıklarında Hârun Reşid merakla sordu:

“–Behlül, çoktandır görünmedin, nerelerdeydin?”

Behlül:

“–Bana Cehennem’i gösterdiler, oradaki vaziyeti seyrettirdiler.” diye cevap verdi.

Hârun Reşid bu cevâba şaşırarak:

“–Nasıl girdin oraya, ateş seni yakmadı mı?” dedi.

Behlül Dânâ, halîfeyi dehşete düşüren şu ibretli cevâbı verdi.

“–Hayır, orada hiç ateş görmedim. Çünkü herkes ateşini dünyadan kendisi getiriyormuş!..”

Demek ki Cehennem’deki alevleri tutuşturan, insanın kendi kötü hâl ve sıfatları; Cennet bağlarını yeşerten de, yine insanın kendi güzel sıfat ve ahlâkı olacaktır…

    Nelerden Korkmalıyız?

Zaman zaman meydana gelen büyük felâketlerde korkuya kapılıyoruz. Bir deprem oluyor, korkuyoruz; bir sel oluyor korkuyoruz. İflâs etmekten, maddî imkânlarımızı kaybetmekten korkuyoruz. Elbette, bunlardan da beşer olarak korkmamız tabiîdir. Fakat esas korkmamız gereken; bizi Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştıran ve kalbî hayatımıza zehir serpen günahlarımızdır.

Yahya bin Muâz (r.a.) buyurur:

“Şaşılır o kişiye ki hastalık korkusuyla yiyecekten perhiz eder de Cehennem korkusuyla günahtan perhiz eylemez.”

    Velhâsıl, günahlarımızdan korkmalıyız:
    Dilimizden çıkan yanlış kelâmlardan korkmalıyız.
    Merhamet ve şefkat fukarâsı olmaktan korkmalıyız.
    İslâm şahsiyet ve karakterini tevzî edememekten korkmalıyız.
    İslâmʼın güler yüzünü sergileyememekten korkmalıyız.
    Bu hatâ ve noksanlıklarımız sebebiyle âhirette karşılaşabileceğimiz dehşetli manzaralardan korkmalıyız.

Bütün günahlardan korkmalıyız ki; son nefeste meleklerin müjdelediği “korku ve hüzünden emin olan” bahtiyar kullardan olabilelim.

    Günahlardan Sakınmak

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“…Allah, küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez.” (el-Bakara, 276) buyurmaktadır.

Dolayısıyla günahlar, kulu Cehennem yolcusu yapmaktadır. Lâkin günahların da zâhirîsi ve bâtınîsi, yani görünen ve görünmeyeni, açık ve gizlisi vardır. Nitekim diğer bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, günahların zâhirîsinin yanında, bâtınîsini de terk etmemizi şöyle emir buyurmaktadır:

“Günahın açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlakâ çekeceklerdir.” (el-En’âm, 120)

Demek ki insan; içki, kumar, zinâ, hırsızlık, zulüm ve emsâli zâhirî haramlardan uzak durmak zorunda olduğu gibi, kalbe zehir saçan bâtınî haramlardan da sakınmak mecburiyetindedir.

Esâsen zâhirî günahlar da, bâtınî günahların eseri ve neticesidir. Ayrıca bâtınî günahlar, ekseriyetle fark edilmediği için daha çok işlenmektedir. Yine insanlar bu nevî günahları umûmiyetle hafife almakta ve onlardan kurtulmak ve korunmak için gereken dikkat ve hassâsiyeti göstermemektedirler. Hâlbuki kalbî hastalıklardan olan kibir, haset, pintilik gibi çirkin huyları kalpten kazıyıp atabilmek de, en az zâhirî günahlardan sakınmak kadar ehemmiyetlidir.

Nitekim Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“Nasıl ki namaz ve oruç farzdır, îfâsı mecburîdir, aynı şekilde (ibadetlerin makbul bir kıvam kazanabilmesi için) gönülden kibri, hasedi ve hırsı bertaraf etmek de zarurîdir.”[1]

“Tandırdan elbisene bir kıvılcım sıçrasa, hemen onu söndürmeye koşuyorsun! Peki dînini yakacak olan bir ateşin, yani kibir, haset ve riyâ gibi kötü sıfatların kalbinde durmasına nasıl müsâade edebiliyorsun?!”[2]
GURUR NEDİR? - KİBİR NEDİR?

Gurur ve kibir; kendini beğenip diğer insanlardan üstün tutmak ve yine kendinden başkasını hor ve hakir görmektir. Birbirinden ayrılmayan bu iki çirkin huy, dünyada huzursuzluk, âhirette ise azap sebebidir.

Din kardeşlerini küçük görenler, âhirette büyük bir hüsrâna dûçâr olacaklardır. Zira Resûl-i Ekrem Efendimiz:

“İnsana günah olarak, Müslüman kardeşini küçük görmesi yeter.” buyurmuşlardır. (Müslim, Birr, 32)

    Cehennemi Vasıflar

Âyet-i kerîmelerde, Cennet’e girmeye mânî olan “gurur” ve “kibir” gibi Cehennemî vasıflar hakkında şöyle buyrulmaktadır:

“İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuk yapmayı istemeyenlere nasîb ederiz. Sonunda kazançlı çıkanlar, fenalıktan sakınanlardır.” (el-Kasas, 83)

“Kibirlenip de insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah; kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez.” (Lokmân, 18)

“Onlara; «İçinde ebedî kalacağınız Cehennem’in kapılarından girin! Kibirlenenlerin yeri ne kötü!» denilir.” (ez-Zümer, 72)

    Kimler Cennet’e Giremeyecek?

Resûlullah Efendimiz bir gün şöyle buyurmuşlardı:

“Kalbinde hardal tanesi kadar îman olan hiç kimse, Cehennem’e girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan hiç kimse de Cennet’e giremez.” (Müslim, Îmân, 148-149)

Ebedî saâdet için kalpteki îmânın ne büyük bir cevher olduğunu, buna mukâbil insanın rûhunu zehirleyen kibrin de, ne kadar vahim bir âhiret felâketi olduğunu vurgulayan bu nebevî beyan üzerine ashâb-ı kirâmdan biri:

“−Yâ Resûlâllah! İnsan, elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasını istemez mi?” deyince, Resûl-i Ekrem Efendimiz şu karşılığı vermişlerdir:

“−Şüphesiz ki Allah güzeldir; güzelliği sever. Kibir (ise nîmetleri kendinden bilip o nîmetlerin gerçek sahibine nankörlük ederek) hakkı inkâr etmek ve insanları küçük görmektir.” (Müslim, Îmân, 147; Tirmizî, Birr, 61)

Yine Resûlullah Efendimiz, katı kalpli, kaba, cimri kimselerle birlikte, kurularak yürüyen kibirli insanların da Cehennem ehlinden olduğunu ifâde etmiş[3] ve:

“Elbisesini kibirle yerde sürüyen kimseye Allah merhamet nazarıyla bakmaz.” buyurmuştur. (Müslim, Libâs, 42)

    İlk İşlenen Günah

Gurur ve kibrin tarihi, İblis’ten başlayarak Nemrudlar, Firavunlar, Kârunlar ve Ebû Cehiller gibi nice ahmakların âleme ibret olan âkıbetlerinin bir sergisi mâhiyetindedir. Kur’ân-ı Kerîm’de, kibrin ilk temsilcisi olarak İblis gösterilmektedir. O, “Âdem’e secde et!”[4] emr-i ilâhîsi karşısında büyüklük taslamış, neticede bu kibri onu küfre sürüklemiştir. Allah Teâlâ, İblis’in bu davranışına karşı:

“«–Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Böbürlendin mi, yoksa gerçekten yücelmiş olanlardan mısın?» dedi.” (Sâd, 75)

Böylece onun ilâhî emri çiğneyip secde etmeyişinin gerçek bir yücelikle alâkasının bulunmadığını ve sadece büyüklük kuruntusundan kaynaklandığını beyan buyurdu.

Nemrud da, Hazret-i İbrahim’in (a.s.) “tevhid dâvâsı” karşısında kibre kapılarak:

“–Ben, İbrahim’in (a.s.) söylediği semâların Rabbine harp îlân ediyorum.” diyecek kadar şaşkınlaştı. Böylece büyüklük taslayıp etrafındakilere böbürlenmek sûretiyle, kudret ve azametini değil, bilâkis hamâkat ve zavallılığını ortaya koymuş oldu.

    Hâmân Kimdir?

Firavun da veziri Hâmân’a:

“–Bana tuğla pişirip yüksek bir kule yap ki, şu Mûsâ’nın (a.s.) Rabbini araştırayım.” diyecek kadar ahmaklaşmıştır.

Ebû Cehil ve emsâlleri de Resûl-i Ekrem Efendimiz’in nübüvvetini vicdânen kabul ettikleri hâlde, nefsâniyetleri sebebiyle inkâr etmişlerdi. Zira îmân ederek, o zamanlar ekseriyeti fakir ve kölelerden oluşan mü’minlerin safında yer almayı gururlarına yediremedikleri için budalaca bir inada sürüklenmişler ve:

“…Bu Kur’ân, iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?” (ez-Zuhruf, 31) diyecek kadar gurur ve kibrin gayyâlarına düşmüşlerdi.

O müşrikler, Hazret-i Peygamber’in ebedî saâdet dâvetini ve getirdiği istikbâl haberlerini, teşekkür ve minnetle karşılayacakları yerde, -ne hazindir ki- gurur ve kibirleri yüzünden çok çetin bir inatla, yüz kızartıcı menfîliklerle, alay, hakaret ve iz’açlarla karşılamışlardı.

Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:

“Bir kimse kibirlene kibirlene sonunda zâlimler grubuna kaydedilir. Böylece zâlimlere verilen ceza ona da verilir.” (Tirmizî, Birr, 61/2000)

HASET NEDİR?

Haset, başkalarına lûtfedilen nîmetleri kıskanarak bir mânâda Cenâb-ı Hakk’ın taksîmine kalben îtiraz etmektir.

Mesela Kârûn, kendisine mânevî ilimler verilmesine rağmen, Hazret-i Hârûn’u (a.s.) kıskanıp haset etmesi sebebiyle helâke dûçâr olmuştur.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Yoksa onlar, Allâh’ın lûtfundan verdiği şeyler için insanlara haset mi ediyorlar?..” (en-Nisâ, 54)

Kişide, haset illetinin mevcûdiyetini gösteren ilk alâmet, haset ettiği kimseden nîmetin zevâlini arzu etmek, nîmetin zevâlini gördüğünde ise rahatlayıp sevinç duymaktır.

    Haset İle İlgili Hadisler

Resûlullah Efendimiz hadîs-i şerîflerinde biz ümmetini haset illetinden şöyle îkaz buyurmuşlardır:

“Haset etmekten sakının. Zira ateşin odunu (veya otları) yiyip bitirdiği gibi, haset de iyilikleri yer bitirir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 44/4903)

“Size eski ümmetlerin hastalığı sirâyet etti: Bu, haset ve buğzdur. Bu kazıyıcıdır (yok edicidir). Bilesiniz ki; kazıyıcı (yok edici) derken saçı kazır demiyorum. O, dîni kazıyıcıdır…” (Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme, 57)

“Birbirinize kin tutmayınız, haset etmeyiniz, sırt dönmeyiniz ve ilginizi kesmeyiniz. Ey Allâh’ın kulları, kardeş olunuz!” (Buhârî, Edeb, 57)

Hasetçi, haset ettiği kimseye karşı, kin, öfke, ihânet, intikam, hîle, ayıplama ve kötüleme gibi aşağılık hisler içinde çırpınır durur. Fânî ömrünü faydasız hayaller ve zararlı kuruntular içinde ziyân eder. Dolayısıyla kalbî hayatına zehir saçar.

ÖFKE NEDİR?

Îtidâl ve muvâzeneyi bozan en mühim âmillerden biri olan öfke, insanın zayıflık ve liyâkatsizliğinin de bir göstergesidir. Aklî dengenin kısmen zaafa uğramasıdır. Çünkü öfke gelince akıl baştan gider. Nitekim cinayet ve zulümlerin büyük çoğunluğu, öfke neticesinde meydana gelmiştir. Hayat kitabının öfke faslı, bir fâcia tarihidir.

    Şeytanın İşini Kolaylaştıran Zaaf

Hakîkaten öfke, şeytanın işini kolaylaştıran en mühim insânî zaaflardan biridir. İnsan öfkelendiğinde şeytan, bir çocuğun topla oynadığı gibi o kimseyle oynamaya başlar.

En akıllı insan, öfkesine hâkim olabilen kişidir. Yani öfke, aklın en büyük düşmanıdır. Nitekim:

“Öfke gelir göz kararır, öfke gider yüz kızarır.” denilmiştir.

Zira öfke denizi kabaran bir insanın, kendine hâkim olabilmesi çok zordur. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, bu dirâyeti gösterebilen mü’minler için şöyle buyurmuştur:

“Yiğit dediğin, güreşte rakibini yenen kimse değildir; asıl yiğit, kızdığı zaman öfkesini yenen adamdır.” (Buhârî, Edeb, 76)

    Cennet’e Götürecek Huy

Ebu’d-Derdâ (r.a.), Resûlullah Efendimiz’e:

“–Bana Cennet’e götürecek bir şey öğret!” deyince; Fahr-i Kâinât Efendimiz kendisine:

“–Öfkelenme!” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73)

Cenâb-ı Hak da rızâ-yı ilâhîsini tahsil için öfkelerini yenebilen sâlih kulları hakkında şöyle buyurur:

“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân, 134)

Ancak burada şunu da ifâde etmek gerekir ki öfke, nefsânî ve şeytânî yönden olunca kötü bir vasıftır. Eğer o, ilâhî cihettense, yani Allah yolunda ve sırf Allah içinse, bu takdirde bir fazîlet olur. Allâh’ın rızâsını kazanmak için öfkeyi yenmek mühim olduğu kadar, gerektiğinde Allah için öfkelenmek de son derece mühim bir vazifedir.

RİYA NEDİR?

İki yüzlülük, gösteriş, sahte davranış demek olan riyâ, amellerin sevâbını yok eden çirkin bir vasıftır. İslâm dîni, müslümanları hiçbir zaman iki yüzlü ve samimiyetsiz bir davranış içinde görmek istemez. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:

“Hâlbuki onlara ancak, dîni yalnız O’na has kılarak ve hanifler olarak Allâh’a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de budur.” (el-Beyyine, 5)

Bir diğer âyet-i kerîmede ise Rabbimiz, gösteriş veya birilerine duyurma (riyâ ve süm’a) niyetiyle yapılan hayır ve iyiliklerin, bir hiç uğruna hebâ edilmiş olacağını şöyle beyân etmektedir:

“Ey îmân edenler! Allâh’a ve âhiret gününe inanmadığı hâlde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak, pürüzsüz bir kaya hâline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez.” (el-Bakara, 264)

    Küçük Şirk Nedir?

Unutulmamalıdır ki, tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur. Nitekim Resûlullah Efendimiz bir defasında:

“–Sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirktir.” buyurmuştu. Yanındakiler:

“–Küçük şirk nedir ey Allâh’ın Resûlü?” diye sordular.

Resûlullah Efendimiz şu cevâbı verdi:

“–Riyâ, yani gösteriştir. Kıyâmet günü insanlar amellerinin karşılığını alırlarken, Allah Teâlâ riyâ ehline:

«–Dünyadayken kendilerine mürâîlik yaptığınız/amellerinizi göstermek istediğiniz kimselere gidin! Bakın bakalım onların yanında herhangi bir karşılık bulabilecek misiniz?» buyurur.” (Ahmed, V, 428, 429)

    Kıyâmet Günü hesâbı İlk Görülecek Kişi

Demek ki Allah için yapılması gereken amellerde riyâ ve gösteriş, insanı şirke kadar götürebilen son derece tehlikeli bir hâldir. Ebû Hüreyre’nin (r.a.) naklettiği şu hadîs-i şerîf de ibadetlerinde ihlâsı kaybederek riyâya kaçan, benlik ve hevâlarını ön plâna çıkaran kimselerin fecî âkıbetini haber vermektedir:

“Kıyâmet günü hesâbı ilk görülecek kişi, şehid düşmüş bir kimse olup huzûra getirilir. Allah Teâlâ ona verdiği nîmetleri hatırlatır, o da hatırlar ve bunlara kavuştuğunu îtiraf eder.

Cenâb-ı Hak:

«–Peki, bunlara karşılık ne yaptın?» buyurur.

«–Şehid düşünceye kadar Sen’in uğrunda cihâd ettim.» diye cevap verir.

(Allah Teâlâ:)

«–Yalan söylüyorsun. Sen, “ne yiğit adam” desinler diye savaştın, o da denildi.» buyurur.

Sonra emrolunur da o kişi yüzüstü Cehennem’e atılır.

Bu defa; ilim öğrenmiş, öğretmiş ve Kur’ân okumuş bir kişi huzûra getirilir. Allah ona da verdiği nîmetleri hatırlatır. O da hatırlar ve îtiraf eder. Ona da:

«–Peki, bu nîmetlere karşılık ne yaptın?» diye sorar.

«–İlim öğrendim, öğrettim ve Sen’in rızân için Kur’ân okudum.» cevâbını verir.

(Cenâb-ı Hak:)

«–Yalan söylüyorsun. Sen “âlim” desinler diye ilim öğrendin, “ne güzel okuyor” desinler diye Kur’ân okudun. Bunlar da senin hakkında söylendi.» buyurur.

Sonra emrolunur, o da yüzüstü Cehennem’e atılır.

(Daha sonra) Allâh’ın kendisine her çeşit mal ve imkân verdiği bir kişi getirilir. Allah verdiği nîmetleri ona da hatırlatır. Hatırlar ve îtiraf eder.

(Allah Teâlâ:)

«–Peki ya sen bu nîmetlere karşılık ne yaptın?» buyurur.

(O varlıklı kul da:)

«–Verilmesini sevdiğin, râzı olduğun hiçbir yerden (malımı) esirgemedim, sadece Sen’in rızânı kazanmak için verdim, harcadım.» der.

(Cenâb-ı Hak ona da:)

«–Yalan söylüyorsun. Hâlbuki sen, bütün yaptıklarını “ne cömert adam” desinler diye yaptın. Bu da senin için zaten söylendi.» buyurur.

Sonra emrolunur, bu da yüzüstü Cehennem’e atılır.” (Müslim, İmâre, 152)

CİMRİLİK NEDİR?

Cimrilik, Cenâb-ı Hakk’ın bir kimseye ihsân ettiği nîmetleri, o kişinin kendi nefsine hasretmesidir.

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“De ki, Rabbimin rahmet hazineleri sizin elinizde olsaydı, onu harcayıp tüketmekten korkar, cimrilik ederdiniz. Zaten insan da pek cimridir.” (el-İsrâ, 100)

Hâlbuki Cenâb-ı Hak, kullarının ne cimri ne de müsrif olmalarını istemektedir. Bunun için de âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:

“Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.” (el-İsrâ, 29)

    Gerçek Mü’minde Aslâ Bir Araya Gelmeyen İki Özellik

Resûlullah Efendimiz de hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Gerçek mü’minde şu iki haslet aslâ bir araya gelmez: Cimrilik ve kötü ahlâk!..” (Tirmizî, Birr, 41/1962)

“Zulümden sakınıp kaçınınız. Çünkü zulüm, kıyâmet gününde zâlime zifiri karanlık olacaktır. Cimrilikten de sakınınız. Çünkü cimrilik, sizden önceki ümmetleri helâk etmiş, onları birbirlerinin haksız yere kanlarını dökmeye, haramlarını helâl saymaya sevk etmiştir.” (Müslim, Birr, 56)

“Her Allâh’ın günü iki melek iner. Bunlardan biri:

«Allâh’ım! Malını verene yenisini ver!» diye duâ eder.

Diğeri de:

«Allâh’ım! Cimrilik edenin malını yok et!» diye bedduâ eder.” (Buhârî, Zekât, 27)

    Cimrilerin Fecî Âkıbeti

Cenâb-ı Hak, dünya servetine gönül kaptırıp, onu rızâsı yolunda sarf etmeyen cimrilerin fecî âkıbetini, âyet-i kerîmede şöyle ifâde buyurmaktadır:

“O ki, mal toplamış ve onu sayıp durmuştur. (O), malının kendisini ebedî kılacağını zanneder. Hayır! Andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır. Hutame’nin ne olduğunu bilir misin? Allâh’ın, tutuşturulmuş, (yandıkça) tırmanıp kalplerin ta üstüne çıkan ateşidir.” (el-Hümeze, 2-7)

Cimrilik, Allâh’ın lûtfuna değil, malına güvenip sığınmaktır. Malının kendisini ebedî kılacağını zannetmektir. Hâlbuki bir Hak dostu ne güzel söyler:

“Dünyadan ebedîlik isteme! Kendinde yok ki sana da versin!”

Şu fânî dünya günlerini şuursuzca bir mal toplama ihtirâsı içinde geçirenler, kabre girdikleri gün avuçlarında topraktan başka bir şey bulamayacaklardır. Dünya malı yine dünyada kalacak, insan ise kendine biriktirdiği dünyalıkların ağır hesâbıyla karşılaşacaktır.

    Cennetliklerin Özellikleri

Resûlullah Efendimiz bir hutbesinde ashâb-ı kirâma şöyle hitâb etmişlerdir:

“…Cennetlikler üç kısımdır:

Ÿ Kuvvet sahibi, âdil, tasaddukta bulunan ve muvaffak olan kişi.

Ÿ Bütün yakınlarına ve müslümanlara karşı merhametli ve yumuşak kalpli olan kişi.

Ÿ İffetli, namuslu ve ehl ü ıyâl sahibi olduğu hâlde kimseden bir şey istemeyen kişi.

    Cehennemliklerin Özellikleri

Cehennem ehli de beş kısımdır:

Ÿ Aklını, kendisini yanlışlardan korumak için kullanmayan zayıf irâdeli insan. Bunlar, aranızda tâbî olarak bulunurlar, âile ve mal edinmek (dînî, şahsî ve dünyevî bir fayda temin etmek) için gayret etmezler.

Ÿ Tamahkârlığını belli etmeyen hâin kimse. Böylesi, hangi kapıyı çalsa mutlakâ ihânet eder.

Ÿ Sabah-akşam her fırsatta malın ve ehlin hususunda seni aldatan kimse.

Ÿ Cimri ve yalancı.

Ÿ Kötü ahlâklı, çirkin ve kaba sözlü kimse.”

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sözlerine devamla;

“Allah Teâlâ bana; «Öyle mütevâzı olun ki, kimse kimseye karşı övünmesin, kimse kimseye karşı zulüm ve haksızlık yapmasın!» diye vahyetti.” buyurmuşlardır. (Müslim, Cennet, 63-64)

    Cimrilik Yapanlara Uyarı

Şeyh Sâdî’nin, dünya metâına aşırı düşkünlükle cimrilikte bulunanlara yaptığı şu îkaz ne kadar ibretlidir:

“Para yığmakla yükseleceğini sanma. Duran su fenâ kokar ve kurur. Sürekli bağışlamaya ve akıtmaya çalış. Akan suya gök yardım eder. Yağmur yağdırır, sel gönderir, onu derya eder.”

Dolayısıyla asıl mârifet; cömertlik, fedakârlık ve diğergâmlıkla gönlü bir rahmet deryası hâline getirip Hakk’ın lûtfettiği nîmetleri âhiret zenginliğine dönüştürebilmektir. Bu bakımdan malın hayırlısı, sahibinden önce âhirete gönderilen; canın hayırlısı da Allah rızâsı istikâmetinde kullanılabilendir.

Es’ad Erbilî Hazretleri şöyle buyurur:

“Kiracıların bir evden diğerine taşınırken bütün eşyalarını beraberlerinde götürüp, sevdikleri mallardan hiçbir şeyi bırakmadıkları mâlûmdur. Hâl böyle iken, insanların, her şeye muhtaç oldukları kabir evine giderken sevdikleri eşyalarından kısmen olsun bir şeyi beraberlerinde götürmemeleri (infâk edip kendilerinden önce âhirete göndermemeleri), gerçekten hayret verici bir durumdur.” (Mektûbât, s. 16, no: 5)

İSRAF NEDİR?

İsraf, aşağılık duygusunu bastırmak için yapılan bir güç gösterisidir.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde şöyle buyurur:

“…İsraf etmeyin; çünkü Allah, israf edenleri sevmez.” (el-En’âm, 141)

“İsraf edenler şeytanların arkadaşlarıdır...” (el-İsrâ, 27)

Allah Resûlü Efendimiz de şöyle buyurmuşlardır:

“Allah Teâlâ size; ana-babaya itaatsizlik etmeyi, verilmesi gerekeni vermeyip almaya hakkı olmayan şeyi istemeyi ve kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeyi haram kılmış; dedikodu yapmayı, çok soru sormayı ve malı israf etmeyi de mekruh kılmıştır.” (Buhârî, İstikrâz 19, Edeb 6)

Malı israf etmek, onu Cenâb-ı Hakk’ın râzı olmadığı bir sûrette harcamak demektir. Mal, insanın zarurî ihtiyaçlarını temin etmesine ve kimseye el açmadan huzur içinde yaşamasına vesîledir. Lâkin onu har vurup harman savuranlar, bir müddet sonra başkalarına muhtaç duruma düşerler. Diğer bir ifâdeyle, malı Allah yolunda harcayıp âhiret azığı yapmak, makbul ve sâlih bir ameldir. İhtiyacı olan yakınlarından başlamak üzere insan malını dilediği gibi harcayabilir; bu harcama helâldir. Dînin yasakladığı yerlere harcamak ise haramdır.

Bir de canın istediği, nefsin arzu ettiği yerlere yapılan mübah harcamalar vardır. İnsanların hâline ve mal varlığına göre farklılık arz etmekle beraber, bu nevî harcamalar ekseriyetle israf sayılmaz. Örf ve gelenekler de bu hususta bir ölçüdür. Çok zengin bir kimsenin bazı meşrû zevkleri için yaptığı bir harcama mâkul karşılanabildiği hâlde, orta halli birinin aynı şekildeki bir harcaması, israf sayılabilir.

Şu âyet-i kerîme, malın sarf edilişi husûsunda en sağlam ölçüyü ortaya koymaktadır:

“Rahmân’ın o has kulları ki, harcadıkları zaman ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” (el-Furkân, 67)

    Çirkin Huylar

Velhâsıl, israf da cimrilik de kökü Cehennem’de olan çirkin huylardır.

TECESSÜS NEDİR?

Ayıp ve kusur araştırmak demek olan tecessüs, esasen kötü zanna dayanan nefsânî bir davranıştır.

    Tecessüs İle İlgili Ayet ve Hadisler

“Settâru’l-Uyûb” olan Cenâb-ı Hak, insanların umûmu alâkadar etmeyen şahsî kusur ve ayıplarının araştırılıp ortaya dökülmesine gazap eder. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“Allah, zulme uğrayanın dile getirmesi dışında, çirkin sözün açıklanmasını sevmez. Şüphesiz Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (en-Nisâ, 148)

Zira gizli kalmış kötülük ve çirkinliklerin araştırılıp ortaya dökülmesi, onların âdeta bulaşıcı bir hastalık gibi toplumda revaç bulmasına sebebiyet verir. Bu yüzden, bu nevî hâllerin şuyûu, vukūundan beterdir denilmiştir. Yani bunların duyurulup yayılması, toplum ahlâkı için daha büyük bir tehlike teşkil eder.

Tecessüs illetinde ağırlıklı olarak, herhangi bir müslümanın bir ayıbını, kusurunu veya sırrını bir şekilde öğrenip açıklamak gibi kötü bir niyet mevzubahistir. Bu ise, hem Kur’ân’da hem de Sünnet’te yasaklanmıştır.

Nitekim âyet-i kerîmede Rabbimiz;

“…Birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın…” (el-Hucurât, 12) buyurmaktadır.

Resûlullah Efendimiz de bu hususta şöyle buyurmuşlardır:

“Müslümanların ayıplarının, gizli durumlarının peşine düşer ve araştırmaya kalkışırsan, onların ahlâkını bozarsın veya onları buna zorlamış olursun.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 37)

“Kim bir topluluğun duyulmasını istemediği bir sözü öğrenmeye çalışır (tecessüs ile kulak hırsızlığı yapar)sa, kıyâmet günü kulaklarına eritilmiş kurşun dökülür.” (Buhârî, Tâbîr, 45)

Tecessüs, din kardeşliği hukukuyla aslâ bağdaşmayan bir vasıftır. Nitekim İbn-i Mesut (r.a.), kendisine getirilerek hakkında;

“–Bu, sakalından şarap damlayan falanca kişidir.” denildiğinde o kimselere:

“–Biz ayıp ve kusur araştırmaktan men edildik. Bir kusur veya ayıp, kendiliğinden ortaya çıkarsa biz onun gereğini yaparız.” cevâbını vermiştir. (Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 37/4890)

    Ayıp Örtmek

Yine Ukbe bin Âmir’in (r.a.) kâtibi şöyle anlatır:

“Ukbe’ye (r.a.):

«–Komşularımızdan bazılarının içki içtiğini fark ettim, zâbıtayı çağırayım da onları yakalasın.» dedim. Bana:

«–Öyle yapma, onlara önce nasihat et ve îkazda bulun!» dedi.

Ben de dediği gibi yaptım lâkin vazgeçmediler. Bunun üzerine Ukbe’ye (r.a.):

«–Onlara nasihat ettim fakat bırakmadılar, zâbıtayı çağıracağım.» dedim.

Ukbe (r.a.):

«–Yazıklar olsun sana! Öyle yapma! Çünkü ben Resûlullah’ın;

“Kim bir mü’minin ayıp ve kusurunu örterse, sanki diri diri toprağa gömülmüş bir kız çocuğunu kabrinden çıkararak kurtarmış, ihyâ etmiş gibi olur.” buyurduğunu işittim.» dedi.” (Ahmed, IV, 153)

YALAN NEDİR?


Yalan söylemek, kişiyi Cehennem’e sürükleyen vasıfların başta gelenlerinden biridir.

Nitekim bir gün Resûlullah Efendimiz:

“–Yalan yemin ile bir Müslümanın hakkını alan kimseye Allah Cennet’i haram eder ve Cehennem’i farz kılar.” buyurmuştu.

“–Az bir şey olsa da mı yâ Resûlâllah?” diye soruldu.

Resûlullah Efendimiz:

“–Erak ağacından bir çubuk bile olsa!” buyurdu ve bu sözünü üç defa tekrarladı. (Müslim, Îmân, 218; Muvatta, Akdiye, 11)

Yine Efendimiz diğer bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:

“Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk, hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de Cennet’e iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (dosdoğru kimse) diye kaydedilir.

Yalancılık, yoldan çıkmaya (fücûra) sürükler. Fücûr da Cehennem’e götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında kezzâb (çok yalancı kimse) diye yazılır.” (Buhârî, Edeb, 69)

Mâlum olduğu üzere yalan, dile ait bir âfettir. Dil ise, insanın bütün uzuvlarına ve amellerine tesir eden kalbin sözcüsü durumundadır. Dolayısıyla yalan söylememek hususunda diline hâkim olabilen kişi, kendisini hadîs-i şerîflerde haber verilen kötü âkıbetten büyük ölçüde korumuş demektir.

    Ağzından Çıkan Her Sözü Yazan Melek

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin ki Allah amellerinizi sâlih hâle getirsin ve günahlarınızı bağışlasın...” (el-Ahzâb, 70-71)

Ayrıca mü’min, ağzından çıkan her sözün melekler tarafından kayda geçirildiğini unutmayıp yalan sözden şiddetle sakınmalıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında onu gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kāf, 18)

    Yalan Söylemenin Ahiretteki Cezası

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz de, yalan beyanda bulunmanın, kulu âhirette dûçâr edeceği âkıbete dâir şöyle buyurmuşlardır:

“Kim görmediği bir rüyayı gördüm deyip anlatırsa, âhirette yerine getirmesi mümkün olmayan bir işe, iki arpa tanesini birbirine düğümleme cezasına çarptırılır…

Kim de herhangi bir canlının resim (ve heykelini) yaparsa, o da kıyâmette, yapamayacağı hâlde, «haydi buna can ver» diye zorlanarak azâb edilir.” (Buhârî, Tâbîr, 45)

GIYBET NEDİR?

Gıybet, bir müslümanın diğer bir müslüman kardeşinin gıyâbında konuşarak, duyduğunda üzüleceği veya utanacağı bir kusurundan bahsetmesidir. Allah Teâlâ, insanoğlunun izzet ve haysiyetine öyle büyük bir değer vermektedir ki, onun kusurlarının gıyâbında söylenerek şerefinin zedelenmesini, dînen çok ağır bir suç olarak îlân etmektedir. Bu keyfiyet, rahmeti gazabına gâlip olan Rabbimiz’in, günahkâr ve kusurlu kullarını dahî koruyup himâye ettiğini göstermektedir.

    Gıybetin Men Edilme Sebebi

Bununla birlikte gıybetin men edilme sebebi, sadece Cenâb-ı Hakk’ın “günahkâr bir kulunun bile hakkını muhafaza edip ona sahip çıkma” arzusundan ibâret değildir. Bunun bir sebebi de gıybetin, toplum hayatındaki sulh ve sükûn ile kardeşlik duygularını zedeleyici bir rol oynamasıdır.

Gerçekten de gıybet, İslâm kardeşliğini bozan, ictimâî nizâmı altüst eden, birlik ve beraberlik rûhunu yok ederek kalplere kin ve husûmet saçan büyük günahlardan biridir. Böyle olmakla beraber birçok kimse, câhilâne bir düşünceye kapılarak, söylediklerinin gerçek olmasıyla kendini avutur. Hâlbuki gıybet, zâten mevcut olan bir kusurun söylenmesidir. Olmayan bir kusurun var olduğunu söylemek ise iftiradır. Bunu göz ardı ederek, gıybet eden kişinin, sözlerinin doğru olmasıyla tesellî bulması ve yaptığı yanlışı savunması, ancak cürmünün vebâlini artıran derin bir gaflet tezâhürüdür.

    Gıybet Ne Demek?

Nitekim Resûlullah Efendimiz bir gün:

“–Gıybet nedir, bilir misiniz?” diye sormuştu. Ashâb-ı kirâm:

“–Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” dediler. Hazret-i Peygamber:

“–Gıybet, din kardeşini hoşlanmadığı bir şeyle anmandır.” buyurdu.

“–Söylenen ayıp, eğer o kardeşimde varsa, ne dersiniz?” diye soruldu. Efendimiz:

“–Eğer söylediğin şey onda varsa gıybet ettin; yoksa ona iftira ettin demektir.” buyurdu. (Müslim, Birr, 70; Ebû Dâvûd, Edeb, 40/4874)

    Ölmüş Kardeşinin Etini Yemek

Cenâb-ı Hak, ağır bir kul hakkı olan gıybetten titizlikle sakınmamız için şöyle buyurmaktadır:

“…Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Elbette bundan tiksinirsiniz. O hâlde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (el-Hucurât, 12)

Âyet-i kerîmede gıybetin; “ölmüş kardeşinin etini yemek” şeklinde tasvîr edilmesi, bu cürmün ne kadar ağır olduğunu çok açık bir sûrette ortaya koymaktadır. Bir insanın eti, diriyken dahî murdar ve haramdır. Ölmüş kardeşinin kokuşmuş etini, üstelik bir de severek yiyebilmek, ne kadar dehşetli bir aklî, kalbî ve ahlâkî bozulmaya işaret etmektedir.

Gıybet, ağır bir kul hakkıdır. Bir din kardeşinin dedikodusunu yapan, gidip ondan helâllik istemelidir. Üstelik bunu isterken de ona bütün samimiyetiyle; “Ben senin hakkında şöyle şöyle dedim, yanımda şunlar şunlar vardı…” diye açıkça îtirâf etmesi îcâb eder. Hattâ yaptığı gıybet, şayet bir fitneye sebebiyet vermişse, bol bol istiğfâr etmesi, sadakalar vermesi, Cenâb-ı Hakk’a nedâmetle yalvarıp af dilemesi îcâb eder.

Yani gıybet, telâfisi son derece zor olan kul haklarından biridir. Dolayısıyla dile sahip çıkıp onu böyle bir günaha hiç bulaştırmamak, en selâmetli yoldur.

    Gıybet Etmek

Allah Teâlâ, gıybet etmeyi yasakladığı gibi onu dinlemeyi de yasaklamıştır. Çünkü gıybete göz yumup onu dinlemek de zımnen ona iştirâk etmeyi ifâde eder.

Nitekim Abdullah Dehlevî Hazretlerinin oruçlu olduğu bir gün, yanında sultânı kötülemişlerdi. Hazret:

“–Eyvah, orucumuz bozuldu!” buyurdu.

Bir talebesi:

“–Efendim, siz gıybet etmediniz ki!” dediğinde ise:

“–Evet, biz gıybet etmedik ama dinledik. Gıybette, söyleyen de dinleyen de aynıdır.” buyurdu.[5]

Cenâb-ı Hak, gerçek mü’minlerin bu tür mezmum sıfatlardan uzak olduğunu şöyle beyan buyurmaktadır:

“Onlar boş ve faydasız söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler...” (el-Kasas, 55)

“Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3)

Çünkü mü’min, mes’ûliyet şuuruna sahip insandır. Kendisine lûtfedilen her nîmet ve imkândan sorulacağını, yaptığı her hareketin hesâbını vereceğini bilen kimsedir.

Nitekim Cenâb-ı Hak biz kullarını şöyle îkaz buyurmaktadır:

“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi, yaptıklarından sorumludur.” (el-İsrâ, 36)

    Gıybet İle İlgili Hadisler

Resûlullah Efendimiz de hadîs-i şerîflerinde gıybetten sakınmaya dâir şu îkazlarda bulunmuşlardır:

“Ey diliyle îmân edip de kalplerine îman tam olarak yerleşmeyen kimseler! Müslümanların gıybetini yapmayınız, kusurlarını da araştırmayınız! Kim müslümanların kusurlarını araştırırsa Allah da onun kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurlarını araştırırsa, onu evinin ortasında bile olsa rezil eder.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 35; Tirmizî, Birr, 85; İbn-i Kesîr, Tefsîr, IV, 229)

“Allâh’a ve âhiret gününe inanan, ya hayır söylesin ya da sussun!” (Buhârî, Edeb, 31)

“Dilini tutan kurtuldu.” (Tirmizî, Kıyamet, 50; Dârimî, Rikāk, 5)

“Kim bir mü’mini bir münâfığa (gıybetçiye) karşı himâye ederse, Allah da onun için, kıyâmet günü, etini Cehennem ateşinden koruyacak bir melek gönderir. Kim de müslümana kötülenmesini dileyerek bir iftira atarsa, Allah onu kıyâmet günü, Cehennem köprülerinden birinin üstünde, söylediğinin (günahından arınıp) çıkıncaya kadar hapseder.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 36/4883)

Velhâsıl gıybet, nefse mağlûp olmanın, kalpteki yanlış duyguların ve kötü ahlâkın bir göstergesidir. Hem dünya hem de âhiret hayatını berbâd eden mânevî bir illettir.

Buna rağmen maalesef nice insan, hiçbir iç sıkıntısı duymadan, âdeta tatlı bir mûsikî dinler gibi gayet rahat bir sûrette bu günaha düşmekte, hattâ onu alışkanlık hâline getirmektedir. Rabbimiz bu ve benzeri bütün zâhirî ve bâtınî haramlara karşı son derece hassas ve müteyakkız olabilmeyi cümlemize nasîb eylesin.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Ebediyet Yolculuğu, Erkam Yayınları

[1] Attâr, Tezkire, s. 629.

[2] Harakānî, Nûru’l-Ulûm, s. 239.

[3] Buhârî, Tefsîr 68/1, Eymân 9, Edeb 61; Müslim, Cennet 46, 47.

[4] Bkz. el-Bakara, 34.

[5] Abdülganî bin Ebî Saîd, Hüvelganî Risâlesi, s. 152.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Ebediyet Yolculuğu, Erkam Yayınları


İslam ve İhsan
Sevdiklerinden İnfak Etmek

Enes b. Malik (ra) anlatıyor: Ebu Talha (ra), Ensar içinde en çok hurmalığa sahip olan kişiydi.

En sevdiği hurmalığı da Mescid-i Nebevi’nin karşısındaki “Beyraha” denilen hurma bahçesi idi. Resulullah (sas) zaman zaman o bahçeye girer ve içindeki tatlı sudan içerdi. Enes (ra) diyor ki: “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz.” (Ali İmran, 3/92) ayeti nazil olunca, Ebu Talha, Resulullah’ın huzuruna çıkarak: “Ya Resulallah, Allah, “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz.” buyuruyor. Benim en sevdiğim malım ise Beyraha bahçesidir. Onu, Allah rızası için sadaka olarak vermek istiyorum. Allah katında onun benim için hayır olmasını ve ahiret azığı olmasını diliyorum. Onu Allah’ın sana göstereceği şekilde kullan dedi.” Bunun üzerine Resulullah : “Dur bakalım. Bu çok kıymetli ve çok kar getirici bir maldır. Ben senin dediklerini işittim; fakat senin onu yakınlarına tahsis etmeni daha uygun görürüm” dedi. Ebu Talha da: “Peki, öyle yapayım ya Resulallah” dedi ve hurmalığını akrabaları ve amca çocukları arasında taksim etti. (Buhari, Zekat, 44; Müslim, Zekat, 42)

Biraz uzun olmakla birlikte çok güzel mesajları içinde barındıran bir hadisi bugün sizlerle incelemeye çalışacağız. Sevdiğimiz şeylerden infak etmek, sahip olduklarımızdan ihtiyaç fazlası olanları Allah yolunda harcamak ve bunu yaparken bize en çok sevimli gelenden yana tercihte bulunmak, bu hadisin önemli vurgularındandır.

İkinci mesaj da bu infakı gerçekleştirirken, en yakınlarını mağdur etmeden, onları başkalarına muhtaç etmeden belirli bir ölçü ve sistem içerisinde bunu gerçekleştirmektir. Malın tamamını değil bir kısmını, infak için ayrılan kısmının tamamını başkalarına değil önce yakınlarından başlamayı vurgulaması açısından bu hadis dikkat çekicidir.

Üçüncü mesaj ise, iyilik yaparken de ölçüye dikkat etmektir. En yakınlarını ihmal edip dışarıya iyilikte bulunmak da bu kapsamda sınırlandırılmış bir davranıştır.

İnfak ederken en çok sevdiğimiz şeylerden başlamak, önceliği yakın akrabalara vermek ve bütün bunları yaparken kimseleri zorda bırakmayacak bir terazi ile bu hassas süreci yönetmeye çalışmak gibi önemli üç konu birlikte zikredilmiştir.

İnfak deyince genellikle herkesin aklına sahip olduğumuz dünyalık mal gelebilir. Fakat bu kavramın kapsamının biraz daha geniş olduğunu düşünüyorum. İlmin infakı, düşüncenin infakı, kabiliyetin infakı, sevginin infakı ve anladıklarının infakı.

Sahip olduğu ilmin en güzel çıkarımlarını gizli tutmayıp, insanlığın istifadesine sunmak. Yılların tecrübesi ile elde ettiği düşüncelerini en yakınında bulunanlarla paylaşarak ondan da infak etmek. Ustanın çırağına mesleğin sırlarını ve güzelliklerini anlatması da bir infaktır. Sevgisiz kalplere sevgimizden infakta bulunmak, kararmış kalplerin yeşermesine yardımcı olacaktır. Tecrübe paylaşımı, arkamızdan gelen neslin zaman kaybetmemesi için en güzel infaklardan biri olacaktır.

İnfak, sahip olduklarımızın hiçbirinin sahibinin bizler olmadığını bizlere hatırlatan çok güzel bir kavramdır. Günü gelip elimizden kayıp gitmeden, biz vazgeçmeyi ve o olmadan yaşayabilmeyi öğrenmeliyiz. Bağlılığımız arttıkça herhangi bir şeye, ayrılmamız da o kadar zorlaşıyor. İnfak, bize ayrılırken az zorlanmayı veya zorlanmamayı öğretir.

Kendimizden de infak etmeliyiz bazen. Bize bağlananları, bizi sevenleri bir gün terk edeceğimizi onlara hatırlatmak veya onları hazırlamak lazım. Çünkü biz de kendimizin sahibi değiliz. Her şeyin asıl sahibi Allah’tır. Her şeyin asıl sahibine kendinizi emanet edin ve infakta zaman kaybetmeyin.

Kaynak

Diyanet Haber

İdris Kalay

Şanlıurfa İbrahim Halilullah Eğitim Merkezi Müdürü
Hayata Dair - Huzura Durup Gerçek Huzuru Bulmak

Gözümüzü açtığımız her yeni güne sevinçler, hüzünler, beklentiler, ümitler, ümitsizlikler sığdırıyoruz.

Kimimiz işe, kimimiz okula yetişme telaşında kimimiz de haneyi çekip çevirmenin… Evden çıktığımız ve eve geri geldiğimiz saatler değişmese de duygularımız inişli çıkışlı merdivenler gibi farklı yerlere götürebiliyor bizleri.

Yolculuktayız. Bir hayat yolculuğunda. Yol ilerledikçe bazen beden yorgun düşüyor bazen de ruhumuz. Dünya meşgalesi içinde kendimizi kaybedebiliyoruz. Her yere, herkese yetişelim derken kendimizi unutabiliyoruz. Sonra bir ses yükseliyor minarelerden; “Gel biraz dinlen, Allah’la buluş ve kendini bul!” diyor adeta. Bir kapı açılıyor sanki önümüze günde beş vakit. O kapıdan girip bir sığınağa ulaşıyoruz sanki. Ruhumuz sükûnet buluyor. O anda yeniden kendimize geliyor, özümüzü buluyoruz.

Namaz…Yaratılış gayesini hatırlayıştır. Bir boşlukta olmayıştır. Rükuya varış secdeyle yakarıştır. Hayatın her anına bu ruhu taşımak için gayretli bir duruştur. “Muhakkak ki namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebut 29/45) ayetinin gereğince davranıştır. Alemin özü olduğunu unutmayıştır. Özünden ayrılmayıp rızayı ilahiye talip olduğunda yoluna iyiliklerin çıkacağının bilinciyle yaşayıştır.

Ailemiz… Yoldaki yoldaşlarımız. Yüreğimiz daraldığında, kalabalıklar içinde yalnız kaldığımızda yanına koştuklarımızdır onlar. Birlikte anlam bulduklarımız. Ne olursa olsun sığındıklarımız. İhtiyaç duyduğumuz her an yanımızda bulduklarımız. İhtiyaçlarını karşılamak için emek harcadıklarımızdır ailemiz. Rızkımızdır; bize verilen en büyük nimetlerdendir.

Kaybettiklerimiz, kazandıklarımız, bulduklarımız ya da aradıklarımız. Ya olmazsa diye telaşlandıklarımız… Her şey hayatı paylaştığımız ailemizle, sevdiklerimizle daha anlamlıdır aslında. Bizi Rabbimize yaklaştıran ibadetlerimizi ailemizle birlikte yapmak ne kadar da değerlidir.

“Aile fertlerine namazı emret, kendin de bunda kararlı ol. Senden rızık istemiyoruz, asıl biz seni rızıklandırıyoruz. Mutlu gelecek, günahlardan sakınanların olacaktır.” (Taha, 20/132) buyuruyor Rabbimiz.

Cenab-ı Hakk’ın, Sevgili Peygamberimize hem ailesine hem de ümmetine namaz kılmalarını, kendisinin de sabır ve sebatla namaza devam etmesini emretmesindeki hikmetleri düşünmelidir öyleyse! Rızık endişemizin ibadetlerimize engel olmaması gerektiğini bilmelidir.

Asıl rızkın ailece secdede buluşabilmek olduğunu fark etmelidir. Aynı kıbleye yönelen kalpler, hep birlikte semaya açılan eller Allah’ın sonsuz rahmetine talip değil midir? Sabah ezanıyla uyanılan bir evde ailece durulan namaz en güzel şükür sofrasıdır.

Günün sonunda, gecenin sessizliğinde tekbir alıp Allah’a yönelen bir aile, zihnini de kalbini de dışarının karmaşasından arındırmıştır. Mazlum coğrafyalardan yankılanan seslere ise kulaklarını kapatmamıştır. Azim, gayret ve tevekkülü kuşanmıştır. Zira onlar dün için hayıflanmadan yarın için sürekli kaygılanmadan bugünün hakkını vermenin bir formülünün huzura durup gerçek huzuru bulmak olduğunu unutmamıştır.

Kaynak

Diyanet Haber

Sevdegül Çekiç

Diyanet İşleri Başkanlığı Uzman Vaiz
Kur’an’ın Kalbi Muhkem Ayetlerdir

Hz. Muhammed’e (sas) gelen ilk vahiy, “Oku!” emriyle başlar, hemen ardından “Kalem”den söz edilir. Okumaktan maksat ise, sadece bir metni okumak değil; insanın hem kendini hem de kainatı okuyup, bir yaratıcının olduğu sonucuna ulaşmasıdır. Dolayısıyla bu iki kelime, okumak ve yazmak bize çok şey anlatır.

Kur’an, okundukça anlaşılır; anlaşıldıkça da hayatı aydınlatır. Çünkü anlaşılmayan bir sözün gönülde karşılığı yoktur. Kur’an’ın çoğu ayetleri, okuyan herkes tarafından anlaşılabilir. Bazı bölümler vardır ki sadece belli birikimi olanlar anlayabilir. Bu durum sadece Kur’an’la ilgili değil, her kitap için geçerlidir. İşte bu nedenle Yüce Allah, kullarını ortak bir anlamda buluşturmak ister.

Kur’an bu hakikati şöyle ifade eder:

“Sana kitabı indiren O’dur. Onun (Kur’an) bir kısım ayetleri muhkemdir, ki bunlar kitabın esasıdır, diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde sapma meyli bulunanlar, fitne çıkarmak ve onu (kişisel arzularına göre) tevil etmek için ondaki müteşabihlerin peşine düşerler. Halbuki onun tevilini ancak Allah bilir; bir de ilimde yüksek payeye erişenler. Derler ki: Ona inandık, hepsi rabbimiz katındandır. (Bu inceliği) yalnız aklıselim sahipleri düşünüp anlar.” (Al-i İmran, 3/7)

Kur’an ayetleri muhkem ve müteşabih olarak ikiye ayrılır. Muhkem ayetler, anlamı açık, yoruma kapalı ve herkesin aynı şekilde anlayabileceği ayetlerdir. Müteşabih ayetler ise, anlamı itibariyle yoruma açık olanlardır.

Burada dikkat çeken ifade, “Ummü’l-Kitâb” yani “Kitab’ın Anası” ifadesidir. Allah, Kur’an’ın özünü muhkem ayetlere dayandırmıştır. Bu ayetler, dinin temelini oluşturur; yoruma kapalı, anlamı net ve herkesçe kabul edilen hükümlerdir.

Müslüman’ın hayatı da bu sağlam temeller üzerine kurulmalıdır.

• Allah’ın tek ilah, Hz. Muhammed’in (sas) son peygamber ve Kur’an’ın hayat rehberi olduğuna gönülden inanmalıdır.

• Namazını dosdoğru kılmalı, fakirlere zekat borcunu zamanında ödemelidir.

• Kamu malına el uzatmamalı, kul hakkından uzak durmalıdır.

• Düşmanına karşı dahi adaleti elden bırakmamalıdır.

• Bir cana kıymanın bütün insanlığı öldürmekle eşdeğer olduğunu unutmamalıdır.

• Ölçü ve tartıda hile yapanın cehennemdeki “veyl” kuyusunu boylayacağını bilmelidir.

• Yalanla imanın bir arada bulunamayacağını hatırında tutmalıdır.

• Allah’a kullukla anne-babaya iyilik yapmanın ayrılmaz olduğunu bilmelidir. Namaz kıldığı halde anne-babasını ihmal edenin ibadeti eksiktir.

• Ailesine sahip çıkmalı; çocuklarının hem dünya hem ahiret mutluluğu için ahlaklı, merhametli ve imanlı yetişmesi için çaba göstermelidir.

• Hem dünya hem de ahiret için çalışmalı ve dünyada insanın ancak çabasının karşılığını elde edeceğini beynine kazımalıdır.

İşte bu muhkem ayetleri hayatına hakim kılanlar, Kur’an’ın özünü yakalamış insanlardır. Eline, diline, beline sahip olmak şeklinde özetlenen Müslümanlık, mutluluk ve güvendir.

Ancak Kur’an’ın da belirttiği gibi, kalbinde fitne taşıyan bazı kimseler, çıkar peşinde koşarak müteşabih ayetlerin arkasına sığınır ve yorumlarla kargaşa çıkarır. Bu kişiler, Kur’an’ın özünden uzaklaşıp toplumun birliğini bozar. Günümüzde sosyal medyada din adına konuşanlardan bazıları da, aykırı şeyler söyleyerek tanınmak ve fenomen olma adına müteşabih ayetlere sığınıyor, muhkem ayetlerin önüne çıkarıyorlar. Tekfir, tefrika, nefret ve kin oluşturan, insanları dinden soğutan din üslubunun ve yaşam tarzının, Peygamber’in öğrettiği Kur’an’da yeri yoktur.

Bu nedenle din öğreticileri, Kur’an’ın Anası olan muhkem ayetleri öne çıkararak toplumu dinin özüne, barışa, adalete ve huzura yönlendirmelidirler. Çünkü Kur’an’ın temeli bu ayetlerde gizlidir.

Kaynak

Diyanet Haber

Mahmut Göl

T.C. Tiflis Büyükelçiliği Din Hizmetleri Müşaviri
Zikir: Kalbin Sessiz Duası

Gecenin en sessiz yerinde, yıldızlar suskun, gökyüzü sükuta bürünmüş, rüzgar narin bir el gibi hafifçe camlara doğru dokunurken bir kalp, sahibini arar.

Dillerin sustuğu, sözlerin anlamını yitirdiği o derin boşlukta, sadece zikir kalır geriye. Kelimelerin ötesinde, insanın Rabbiyle konuştuğu o ince çizgide, her “Allah” deyişi, ruhun karanlıklarına düşen bir kandil mesabesindedir.

Zikir... Bir hatırlayış, bir kavuşma, bir iç çekiştir. Kimi zaman bir fısıltı, kimi zaman içe doğru haykırış… Sanki kalbin içinde çırpınan kuşun, göğe doğru kanatlanma çabasıdır. Her nefeste tekrar eden o kudretli isim, gönlün en ıssız köşesini an be an aydınlatır. Çünkü insan unutur; sevdiklerini, yaşadıklarını, sözlerini, hatta kendini...

Kalabalıklar içinde yalnız hisseder bazen insan kendini. Günler geçer, telaşlar artar, gönül yorulur. Ne konuşmalar çare olur ne de suskunluk… İçte bir boşluk büyür, adı konmayan bir eksiklik. İşte tam da böyle anlarda, insanın ruhu bir ses arar. Ve o ses, zikirle gelir, huzurla dolar kalbin derinliklerinde.

Zikir, ruhun susuz topraklarına yağan rahmettir. Dil, kalp ve bedenle olur.

Dil ile zikir, Allah’ı anmak, O’na yalvarıp yakarmak, hak ve hakikati söylemektir.

Kalp ile zikir, Rabbimizin muhabbetiyle hemhal olabilmektir. O’nun sevgisinde kaybolmaktır.

Beden ile zikir ise tüm benliğimizle Allah’ın rızasını aramaktır, varlığımızı ve imkanlarımızı O’nun yoluna adamaktır.

Zikir, bazen yolda yürürken, bazen bir pencere kenarında sessizce otururken, bazen de gece yarısı herkes uyurken… İçten gelen bir fısıltıyla başlar. Önce sessizdir, sonra büyür, sonra sarar tüm benliği. Ve insan fark eder ki; en büyük huzur, sadece O’nu anmakla gelir.

Bir damla gözyaşıyla birlikte edilen zikrin içinde nice sükut gizlidir. Çünkü bazen konuşmaz insan; sadece “Ya Rahman” der ve susar. O sükunetin içinde binlerce dua, binlerce yakarış vardır. Kelimelere sığmayan bir teslimiyet, bir özlem, bir umut saklıdır.

Zikir, sadece belli kelimeleri tekrar etmek değildir, diriliştir, duruştur. Dünya gürültüsünün ortasında, her şeyin ötesine geçip "Ben buradayım, aciz bir kul olarak işte karşındayım ya Rabbi diyebilmektir. Zikir, bazen bir tesbih tanesinde, bazen yürekte sessizce yankılanan bir ‘La ilahe illallah’ta’ saklıdır.

Ve insan Rabbi’ni zikrettikçe, Rab de kulunu anar. Sonsuzluğun sahibi, faninin adını zikreder. İşte o an, zaman durur, dünya susar, gökyüzü eğilir… Ve kul, kulluğunun farkına ve şuuruna varır. Çünkü zikir, kalbin sessiz duasıdır.

Gönlün bir yerinde ince bir sızı vardır, fark edemediğin bir boşluk… Onu ne insanla doldurabilirsin, ne malda ne mevkide bulabilirsin. Çünkü o boşluk, yalnızca Rabbin adını andığında dolan bir yerdir. Zikirle bulur yerini her şey. Kalp, kendine gelir; ruh, sahibini hatırlar. Zira Allah Resulü (sas)’in bu konudaki benzetmesi ne kadar manidardır. “Rabbini zikreden ile zikretmeyenin durumu, diri ile ölünün durumuna benzer.” (Buhari, Deavat, 66)

Yüreğin secdesidir zikir. Bedenin teslimiyetidir. Kul, her “Sübhanallah” deyişte, dünya biraz daha hafifler omuzlarından. Arınır kalp tüm kötülüklerden ve çirkinliklerden. Her “Elhamdülillah”ta, insan bir adım daha yaklaşır iç huzura, sarar kalbin kırıklarını incitilmişliklerini. Her “Allahu Ekber”de, kalbin duvarları yıkılır, yerini sonsuz bir teslimiyet ve muhabbet alır. Yüceler yücesinin kudretini hisseder iliklerinde…

Kalbin gıdasıdır zikir. Nasıl ki beden aç kaldığında güçsüz düşerse, kalp de zikirsiz kaldığında yorgunlaşır, bitap düşer. Çünkü kalp, onu yaratandan habersiz yaşayamaz uzun süre. Maddi hiçbir şey bu eksikliği tamamlayamaz. İnsan, içten içe bilir ki huzur, yalnızca Rabbini anmakla gelir. Nitekim Kur’an’da da şöyle buyrulur: “Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28)

Sığınaktır, dayanaktır zikir.
Dünyanın yükü ağırlaştığında, insanların sesleri yorucu geldiğinde, ne geçmiş kalır ne gelecek... Sadece O’nun adıyla hafifler yürek.
Bir tesbih tanesinin ardına saklanır bazen gözyaşı, bazen en büyük dua sessizce akar içten içe. Rabbimiz El- Müheymin’dir; her şeyi görüp gözetendir. Dünyanın türlü sıkıntıları karşısında el açıp yalvaracağımız dayanağımız O’dur.

Bazen gece yarısı uykudan uyanırsın, anlam veremediğin bir huzursuzlukla… Herkes uyurken sen uyanıksındır. Çünkü Rabbin seni uyandırmıştır; onunla konuşasın diye. Bir “Ya Latif” fısıldarsın, içindeki fırtınalar diner. Bir “Ya Vedud” söylersin, kalbin sevgiyle dolar. Ve o an anlarsın: Zikir, sadece bir dua değil; bir kavuşmadır, özlemle beklenen andır.

Ne kadar savrulmuş olursan ol, ne kadar uzaklaşmış hissedersen hisset… Zikir seni hep geri çağırır. Çünkü Allah, kuluna şah damarından daha yakındır. Kalbin kırık bile olsa, dilin titreyerek bile söylese… O duyar. Çünkü o, kalplerin en gizli sesini bile işiten Es-Semî’dir.

Görünmeyeni görmektir zikir. Kalbin karanlığına bir kandil ateşini tutuşturmaktır. Her an, her nefeste O’nu hatırlamaktır. Zaman zaman dillerimiz zikrin tadını, kalplerimiz zikretmenin huzurunu, vicdanlarımız zikirle geçen zamanların bereketini, güzelliğini unutuyor. Zikirden mahrum hayatlarımız adeta kurak çöle dönüşüyor. Oysa Yüce Rabbimiz, kendisini bir an olsun unutmamak için bizleri şu ayet-i kerime ile uyarıyor: “Ey iman edenler! Mallarınız ve evlatlarınız sizi, Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Her kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.” (Münafikun, 63/9)

Ve anladım ki,
Ne zaman ki dara düşsem, ne zaman yüreğim ağırlaşsa…

Ne zaman sesler anlamsız, sessizlik bile dar gelmeye başlasa...
O’nu anarak yeniden kendimi bulurum. Bir isim yeter bana. Allah.

Ve artık bilirim ki, bir tek Rabbimi andığımda, aslında yeniden hatırlarım her şeyi. Kim olduğumu, nereden geldiğimi, nereye döneceğimi…

Ve yine bilirim ki, zikir sadece hatırlamak değildir. Bu dünyada sürgün olan kalbin, unutulmuş cennetin izini sürmesidir.

Kaynak

Diyanet Haber

Aliye Doruk

Diyanet İşleri Başkanlığı Vaiz
Üç Mürşit: Hz. Peygamber, Cami ve Namaz

Bilindiği üzere her yıl 1-7 Ekim tarihleri arası “Camiler ve Din Görevlileri Haftası” olarak kutlanmakta, hafta münasebetiyle düzenlenen etkinlikler, Başkanlığımızca belirlenen bir tema etrafında işlenmektedir. 2025 yılı için de “Peygamberimiz Cami ve Namaz” teması belirlenmiş olup bu tema etrafında yurt içi ve yurt dışında çeşitli etkinlikler icra edilmektedir.

Bireylerin yetişmesi ve manevi bakımdan tekamüle ulaşması, dolayısıyla da bireylerin oluşturduğu toplumların huzura ermesi noktasında, üç rehberin hayati derecede önem arz ettiği hususu, İslam tarihinden tevarüs eden hakikatlerden anlaşılmaktadır. Bu noktada; kimsenin kimseye zulmetmemesi gerektiğini salık veren, haset, kin, öfke, dedikodu, yalan gibi davranışlardan uzak durulmasını bireyin ve toplumun huzuru için son derece hayati gören, ayrıca iyilik yapmayı, insanların yararının gözetilmesini, diğerkâmlığı, güvenilir olmayı, saygı duymayı, sevgi göstermeyi, tebessüm etmeyi bireysel ve toplumsal tekâmül için vazgeçilmez gören, bu davranış biçimlerinin topluma hâkim olması için de ömrü boyunca mücadele eden “Hz. Muhammed” (sas), bu noktada en hakiki mürşit, en önemli rehberdir.

İslam hüviyeti taşıyan birey ve toplumların hayatının merkezinde bulunması gereken “namaz” da Müslümanların tekamülünde önemli bir unsurdur. Kerim Kitabımız, namazın insanı her türlü kötü işlerden uzak tutacak bir kalkan olduğunu ifade ediyor. Dolayısıyla da toplumun huzur ve selametini temin için namaz gibi bir aydınlatıcıya ihtiyaç bulunduğunu bildiriyor. Nitekim namaz, huzura çıkma sorumluluğuyla hareket etmeyi, kulluğu, doğruluğu, öteler ötesini, hesabı ve mizanı unutmaması gerektiğini hatırlatıyor insana. Toplumsal yaşantının, unutulmaması gereken bu duygular dikkate alınarak inşa edildiği bir an için düşünüldüğünde, namazın ne denli hayati bir mürşit olduğu neticesine rahatlıkla ulaşılmaktadır.

Bireyin ve toplumun sağlıklı bir çizgide inşasını sağlayan bir diğer rehber de “cami”dir. Bir Müslümanın yaşadığı bölgede, köy ya da mahallede veya gün içinde maişetini temin amacıyla esnaflık yaptığı muhitte, birlikte yaşadığı insanlar ile günün beş vaktinde camide bir araya gelmesi, sosyallik adına son derece ileri seviye olarak kabul edilmesi gereken bir realitedir. Nitekim bu gerçeklik, ancak namaz ve cami üzerinden temin edilebilecek bir netice olup başka unsurlar aracılığıyla ulaşılması imkansız bir sosyallik düzeyidir.

Günün beş vaktinde, yaratıcısının huzuruna çıkma duygusu taşı(Zeker) camiye giden bir Müslümanın, aynı şehri ve/veya yaşam alanını paylaştığı diğer Müslüman kardeşleriyle selamlaşarak musafaha yapması ve omuz omuza verip birlikte saf tutması, hem o Müslümanların hem de onların teşkil ettiği toplumun tekamülünde önemli bir rol oynayacaktır. Böylesi bir süreğen tutumun, toplumun kenetlenmesinde son derece hayati bir fonksiyon icra edeceği açıktır.

Sözü edilen hakikatlerden hareketle; Hz. Peygamber’in (sas) sunduğu örneklik ile cami ve namazın sağladığı maslahattan yararlanabilmeyi başarmış bir toplumun, ne denli sürur ve saadete nail olacağı hususu izahtan varestedir.

Netice itibarıyla gerek birey gerekse de topluma birlik ve beraberlik içinde istikbal vadeden, huzurlu ve mutlu bir sosyal yaşam sunacak olan üç mürşit; Hz. Peygamber, cami ve namazdır.

Kaynak

Diyanet Haber

Şükrü Şahin Dügencili

RAŞiT TUNCA

BAŞAĞAÇLI RAŞiT TUNCA
Raşit Tunca

FORUMUMUZDA
Dini Bilgiler...
Kültürel Bilgiler...
PNG&JPG&GiF Resimler...
Biyografiler...
Tasavvufi Vaaz Sohbetler...
Peygamberler Tarihi...
Siyeri Nebi
PSP&PSD Grafik

BOARD KISAYOLLARI

ALLAH

Allah



BAYRAK

TC.Bayrak



WEB-TUNCA


Radyo Karoglan

Foruma Misafir Olarak Gir


Forumda Neler Var


Karoglan-Raşit Tunca - Dini - islami - Dini Resim - FIKIH - Kuran - Sünnet - Tasavvuf - BAYRAK - Milli - Eğlence - PNG - JPEG - GIF - WebButtons - Vaaz - Sohbet - Siyeri Nebi - Evliyalar - Güzel Sözler - Atatürk - Karoglan Hoca - Dini Bilgi - Radyo index - Sanal Dergi




GALATASARAY

G A L A T A S A R A Y


FENERBAHÇE


F E N E R B A H C E


BEŞiKTAŞ

B E Ş i K T A Ş


TRABZONSPOR

T R A B Z O N S P O R


MiLLi TAKIM

M i L L i T A K I M


ETKiNLiKLERiMiZ


“Peygamberimiz Buyurdular ki Birbirinize Temiz ağız ile Dua edin. Bizde Sayfamızı ziyaret edenlerin ve bu bölümü ziyaret edenlerin kendilerinin Ruhaniyetine, geçmişlerinin Ruhuna Yasin Okuyup hediye ediyoruz Tıkla, ya sende oku yada okunmuş Yasinlerden Nasibini Al”
(Raşit Tunca)



MEVLANA'DAN

“ Kula Bela Gelmez Hak Yazmadıkca, Hak Bela Yazmaz Kul Azmadıkca, Hak intikamını, Kulunun Eliyle Alır da, Bilmiyenler Kul Yaptı Sanır."
(Hz. Mevlana)