MUHAMMED
BAYRAK

Hoşgeldin, Ziyaretçi |
Sitemizden yararlanabilmek için kayıt olmalısınız. |
Forum İstatistikleri |
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
DOWNLOADEN
AYET
FELSEFEMiZ
Raşit Tunca Sözü
GÜZEL SÖZ
“İbrahim ve onunla birlikte olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.”[1] O, ince ruhlu, yumuşak huylu, gözü yaşlı bir peygamberdir.[2] Bütün insanlığın atası, merhamet sahibi babası: O’dur.[3]
“Allah’a teslim olup da iyilik yapan ve tüm kalbiyle İbrahim’in yolunu takip eden kimseden daha üstün kim olabilir? Allah, İbrahim’i kendisine dost edinmiştir.”[4] İbrahim, Rabbinin Halil’idir. İnsanlara daima iyilik eden, yaptıklarının karşılığını Rabbinden isteyen ve kimseden hiçbir şey beklemeyendir.[5]
Kendini bilmezlerden başka, İbrahim’in dininden kim yüz çevirebilir? O, insanlığın lideri, ahiretin salihidir. Rabbi ona Müslüman ol dediğinde, o hemen, “âlemlerin Rabbine teslim oldum,” demiştir.[6]
Babasını Allah’a davet eden, onun cehenneme gitmesine gönlü razı olmayan, gözyaşları içerisinde “Babacığım babacığım” diyerek Müslüman olması için yalvaran vefa ve merhamet sahibidir. Babasının azarlamasına, taşlayarak evinden kovmasına karşılık, babası için dua eden, hidâyete ermesi için Rabbine niyazda bulunan hayırlı bir evlattır.[7]
Hiç babamız için dua ediyor muyuz? Onlar bizim için bunca çile çekerken, biz onlar için neler yapıyoruz? Sabah vakti babamızı namaza kaldırıyor muyuz? Okuduklarımızı, öğrendiklerimizi, Allah’ın kitabındaki âyetleri babamızla paylaşıyor muyuz? Babamız bir kusur işlediğinde onun için endişelenip tatlı bir dille onu uyarıyor muyuz? Sahi, biz babamızı gerçekten seviyor muyuz?
İbrahim (as), kavminin içinde bulunduğu sapıklıktan rahatsızlık duyan, onların putlara tapmasından muzdarip olan ve onların hidayete ermesi için elinden geleni yapan, kameri, yıldızları, güneşi misal veren, sonra sözü Rabbine getiren ve O’na çağıran mükemmel bir davetçidir.[8]
Halkını uyarmak, onları ateşin azabından korumak için putları kıran, kavmine doğru yolu göstermek için canını hiçe sayan fedakâr bir kahramandır.[9]
O, zalim hükümdar Nemrud’un karşısına çıkarıldığında Hakkı haykırmış, muhataplarının delillerini en güzel bir şekilde çürütmüş eşsiz bir İslâm mücahididir. Ateşe atılırken en küçük bir endişe dahi hissetmeyen, canını kurtarmak için kimselere yalvarmayan, Rabbine sığınan, O’na tevekkül eden, kızgın ateşlerin yakamadığı mucize bir kimsedir.[10]
Ben Rabbime gidiyorum diyerek yurdunu terk eden, diyar diyar dolaştığı hicret yollarında, hanımı ve yeğeninden başka kimsesi olmayan yalnız bir yiğittir.[11]
Rabbinden bir evlat isteyen, bir oğlu olduğunda ise onu tevhid üzere kurulacak bir şehirde muvahhid bir neslin yetişmesi için çöllere terk eden, tevhid hareketinin merkezinin mimarı, akılların alamayacağı inanılmaz bir insandır.[12]
Ömrümüzün sonlarında sahip olduğumuz biricik çocuğumuzu çöle terk edebilir miyiz? Ondan aylarca, yıllarca uzak kalabilir miyiz? Bu hadiseyi okurken ya da dinlerken Hacer’in ve oğlunun macerasını merak ediyoruz da, yaşlı bir adamın teslimiyetini ve duygularını neden hiç hesaba katmıyoruz?
Gözünün nurunu, yaşlılığında kendisine verilen paha biçilmez armağanı, canının parçası oğlunu Allah için kurban etmeye gidene ve O’na Rabbinin rızası için itaat eden on üç yaşındaki sabır dolu çocuğa selam olsun.[13]
Çocuklarının dünyalarını düşündükleri gibi ahiretlerini de hesaba katan, Onlara Allah ve Resûlü’nü anlatan, karanlık gecelerde namaza kaldıran ve bizim çocuğumuz da Rabbine davet eden güzel bir davetçi olsun diyen annelere ve babalara da selam olsun. Onlar oldukça İbrahim aleyhisselam’ın fedakârlığı unutulmayacak, O’nun tevhid mücadelesi var olmaya devam edecektir.
İbrahim (as), âlemlere rahmet ve hidayet kaynağı olan, müminler için inşa edilen yüce mabedin, Kâbe’nin mimarıdır. İnsanları Allah’ın emriyle hacca, felaha ve rahmete çağırandır.[14] Binlerce yıldır insanlar, İbrahim’in davetine uymakta, yeryüzünün her köşesinden Kâbe’ye koşmaktadır.
O, tek başına bir ümmet,[15] meşakkatli dünya imtihanını başarıyla aşmış, bütün müminlerin önderi olmuş yüce bir peygamberdir.[16] O, İslâm’ın sancaktarı, hayatı boyunca batılla mücadele etmiş bir tevhid sembolüdür.
İbrahim (as) ailesi, Allah’ın (cc) mübarek kıldığı, milyarlarca müminin namazlarında duada unutmadığı pek bahtiyar bir ailedir. Ailenin babası Harran’da, Suriye’de, Filistin’de, Ürdün’de, Mısır’da ve Arap yarımadasında tevhid üzere nice şehirler kurmuş, Hakka dayalı bir medeniyet tesis etmek için ilerlemiş yaşına bakmadan köy köy, kasaba kasaba dolaşmıştır. Yeğeni Lut (as) Ürdün’de, oğlu İshak (as) Suriye ve Filistin’de, diğer oğlu İsmail (as) Mekke’de tevhid hareketinin lideri olmuştur. Yalnız başına ben ne yapabilirim sorusuna en güzel cevap İbrahim aleyhisselam’dır.
“Hakka tapan bir hanif olan İbrahim’in dinine tabi ol. O hiçbir zaman Allah’a ortak koşanlardan olmadı.”[17]
“Kitapta İsmail’i de an. Çünkü o sözüne sadık bir kimseydi. Resûl ve peygamberdi. Ailesine namazı ve zekâtı emrederdi. O, Rabbinin rızasına ermişti.”[18]
Önceleri Hacer, Firavunun sarayındaki sayısız hizmetçiden sadece birisiydi. Sonra Allah’ın dostunun hanımı oldu. Bir gün kendisini kucağındaki yavrusuyla, uçsuz bucaksız bir çölde, kuş uçmaz kervan geçmez, kimselerin görmek istemediği, otun dahi bitmediği kayalık bir yerde belki de dünyanın en mütevazı yerinde buldu. Siyahi mütevazı kadın, mütevazı topraklarda ailesiyle birlikte Mekke şehrini kurdu. Hacer, Zemzemle ve Safa ile Merve arasında koşan müminlerin dillerindeki dualarla ölümsüzlüğe erdi. Mekke, İbrahim’in Kâbe’siyle, müminlerin sevgilisi, ilk fırsatta gidilen, her daim özlenen bir şehir oldu. Mütevazı olanlar Allah’ın (cc) kudretiyle yüceliğe ulaştı.
Muhammed aleyhisselam işte bu ailenin çocuğudur. İbrahim (as) gibi Allah’a Halil olan bir kulun torunu ancak Allah’ın habibi olabilir. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail, Kâbe’yi inşa ettikleri sırada Rablerinden Muhammed aleyhisselam’ı istemişlerdir.
“Rabbimiz içlerinden, onlara Senin âyetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları her türlü kötülükten arındıran bir peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve hâkim olan yalnızca Sensin.”[19]
Bir İslâm Peygamberi olan Efendimiz Hz. İsa, İsrail oğullarına O’nu müjdelemiştir.[20] Hz. İbrahim’in duası ve Hz. İsa’nın “Ahmed” diyerek müjdelediği peygamber, genç yaşında dul kalmış Kureyşli bir hanımın rüyalarını süslemektedir.
----------------------------
[1] Mümtehine sûresi, 4.
[2] Tevbe sûresi, 114.
[3] İbrahim ismi Süryanice’de ‘merhametli baba’ manasına gelmekte olup İbranice’de de ‘insanlığın atası’ anlamını taşımaktadır.
[4] Nisa sûresi,125.
[5] Tecrid-i Sarih, IX, 102.
[6] Bakara sûresi, 130-131.
[7] Meryem sûresi, 41-45.
[8] Enam sûresi, 74-83.
[9] Enbiya sûresi, 51-67.
[10] Enbiya sûresi, 67-71.
[11] Saffat sûresi, 99; Ankebut sûresi, 26.
[12] İbrahim sûresi, 37; Bakara sûresi, 128.
[13] Saffat sûresi, 99-113;Hz. İsmail’in kurban edileceği sıradaki yaşı için bkz: İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, 290; Mevdudi, Tevhid Mücadelesi ve Hz Peygamberin Hayatı, 531.
[14] Al-i İmran sûresi, 95-97; Bakara sûresi, 127.
[15] Nahl sûresi, 120.
[16] Bakara sûresi, 124.
[17] Nisa sûresi, 123.
[18] Meryem sûresi, 54.
[19] Bakara sûresi, 129.
[20] Saf sûresi, 6.
“Allah’a teslim olup da iyilik yapan ve tüm kalbiyle İbrahim’in yolunu takip eden kimseden daha üstün kim olabilir? Allah, İbrahim’i kendisine dost edinmiştir.”[4] İbrahim, Rabbinin Halil’idir. İnsanlara daima iyilik eden, yaptıklarının karşılığını Rabbinden isteyen ve kimseden hiçbir şey beklemeyendir.[5]
Kendini bilmezlerden başka, İbrahim’in dininden kim yüz çevirebilir? O, insanlığın lideri, ahiretin salihidir. Rabbi ona Müslüman ol dediğinde, o hemen, “âlemlerin Rabbine teslim oldum,” demiştir.[6]
Babasını Allah’a davet eden, onun cehenneme gitmesine gönlü razı olmayan, gözyaşları içerisinde “Babacığım babacığım” diyerek Müslüman olması için yalvaran vefa ve merhamet sahibidir. Babasının azarlamasına, taşlayarak evinden kovmasına karşılık, babası için dua eden, hidâyete ermesi için Rabbine niyazda bulunan hayırlı bir evlattır.[7]
Hiç babamız için dua ediyor muyuz? Onlar bizim için bunca çile çekerken, biz onlar için neler yapıyoruz? Sabah vakti babamızı namaza kaldırıyor muyuz? Okuduklarımızı, öğrendiklerimizi, Allah’ın kitabındaki âyetleri babamızla paylaşıyor muyuz? Babamız bir kusur işlediğinde onun için endişelenip tatlı bir dille onu uyarıyor muyuz? Sahi, biz babamızı gerçekten seviyor muyuz?
İbrahim (as), kavminin içinde bulunduğu sapıklıktan rahatsızlık duyan, onların putlara tapmasından muzdarip olan ve onların hidayete ermesi için elinden geleni yapan, kameri, yıldızları, güneşi misal veren, sonra sözü Rabbine getiren ve O’na çağıran mükemmel bir davetçidir.[8]
Halkını uyarmak, onları ateşin azabından korumak için putları kıran, kavmine doğru yolu göstermek için canını hiçe sayan fedakâr bir kahramandır.[9]
O, zalim hükümdar Nemrud’un karşısına çıkarıldığında Hakkı haykırmış, muhataplarının delillerini en güzel bir şekilde çürütmüş eşsiz bir İslâm mücahididir. Ateşe atılırken en küçük bir endişe dahi hissetmeyen, canını kurtarmak için kimselere yalvarmayan, Rabbine sığınan, O’na tevekkül eden, kızgın ateşlerin yakamadığı mucize bir kimsedir.[10]
Ben Rabbime gidiyorum diyerek yurdunu terk eden, diyar diyar dolaştığı hicret yollarında, hanımı ve yeğeninden başka kimsesi olmayan yalnız bir yiğittir.[11]
Rabbinden bir evlat isteyen, bir oğlu olduğunda ise onu tevhid üzere kurulacak bir şehirde muvahhid bir neslin yetişmesi için çöllere terk eden, tevhid hareketinin merkezinin mimarı, akılların alamayacağı inanılmaz bir insandır.[12]
Ömrümüzün sonlarında sahip olduğumuz biricik çocuğumuzu çöle terk edebilir miyiz? Ondan aylarca, yıllarca uzak kalabilir miyiz? Bu hadiseyi okurken ya da dinlerken Hacer’in ve oğlunun macerasını merak ediyoruz da, yaşlı bir adamın teslimiyetini ve duygularını neden hiç hesaba katmıyoruz?
Gözünün nurunu, yaşlılığında kendisine verilen paha biçilmez armağanı, canının parçası oğlunu Allah için kurban etmeye gidene ve O’na Rabbinin rızası için itaat eden on üç yaşındaki sabır dolu çocuğa selam olsun.[13]
Çocuklarının dünyalarını düşündükleri gibi ahiretlerini de hesaba katan, Onlara Allah ve Resûlü’nü anlatan, karanlık gecelerde namaza kaldıran ve bizim çocuğumuz da Rabbine davet eden güzel bir davetçi olsun diyen annelere ve babalara da selam olsun. Onlar oldukça İbrahim aleyhisselam’ın fedakârlığı unutulmayacak, O’nun tevhid mücadelesi var olmaya devam edecektir.
İbrahim (as), âlemlere rahmet ve hidayet kaynağı olan, müminler için inşa edilen yüce mabedin, Kâbe’nin mimarıdır. İnsanları Allah’ın emriyle hacca, felaha ve rahmete çağırandır.[14] Binlerce yıldır insanlar, İbrahim’in davetine uymakta, yeryüzünün her köşesinden Kâbe’ye koşmaktadır.
O, tek başına bir ümmet,[15] meşakkatli dünya imtihanını başarıyla aşmış, bütün müminlerin önderi olmuş yüce bir peygamberdir.[16] O, İslâm’ın sancaktarı, hayatı boyunca batılla mücadele etmiş bir tevhid sembolüdür.
İbrahim (as) ailesi, Allah’ın (cc) mübarek kıldığı, milyarlarca müminin namazlarında duada unutmadığı pek bahtiyar bir ailedir. Ailenin babası Harran’da, Suriye’de, Filistin’de, Ürdün’de, Mısır’da ve Arap yarımadasında tevhid üzere nice şehirler kurmuş, Hakka dayalı bir medeniyet tesis etmek için ilerlemiş yaşına bakmadan köy köy, kasaba kasaba dolaşmıştır. Yeğeni Lut (as) Ürdün’de, oğlu İshak (as) Suriye ve Filistin’de, diğer oğlu İsmail (as) Mekke’de tevhid hareketinin lideri olmuştur. Yalnız başına ben ne yapabilirim sorusuna en güzel cevap İbrahim aleyhisselam’dır.
“Hakka tapan bir hanif olan İbrahim’in dinine tabi ol. O hiçbir zaman Allah’a ortak koşanlardan olmadı.”[17]
“Kitapta İsmail’i de an. Çünkü o sözüne sadık bir kimseydi. Resûl ve peygamberdi. Ailesine namazı ve zekâtı emrederdi. O, Rabbinin rızasına ermişti.”[18]
Önceleri Hacer, Firavunun sarayındaki sayısız hizmetçiden sadece birisiydi. Sonra Allah’ın dostunun hanımı oldu. Bir gün kendisini kucağındaki yavrusuyla, uçsuz bucaksız bir çölde, kuş uçmaz kervan geçmez, kimselerin görmek istemediği, otun dahi bitmediği kayalık bir yerde belki de dünyanın en mütevazı yerinde buldu. Siyahi mütevazı kadın, mütevazı topraklarda ailesiyle birlikte Mekke şehrini kurdu. Hacer, Zemzemle ve Safa ile Merve arasında koşan müminlerin dillerindeki dualarla ölümsüzlüğe erdi. Mekke, İbrahim’in Kâbe’siyle, müminlerin sevgilisi, ilk fırsatta gidilen, her daim özlenen bir şehir oldu. Mütevazı olanlar Allah’ın (cc) kudretiyle yüceliğe ulaştı.
Muhammed aleyhisselam işte bu ailenin çocuğudur. İbrahim (as) gibi Allah’a Halil olan bir kulun torunu ancak Allah’ın habibi olabilir. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail, Kâbe’yi inşa ettikleri sırada Rablerinden Muhammed aleyhisselam’ı istemişlerdir.
“Rabbimiz içlerinden, onlara Senin âyetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları her türlü kötülükten arındıran bir peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve hâkim olan yalnızca Sensin.”[19]
Bir İslâm Peygamberi olan Efendimiz Hz. İsa, İsrail oğullarına O’nu müjdelemiştir.[20] Hz. İbrahim’in duası ve Hz. İsa’nın “Ahmed” diyerek müjdelediği peygamber, genç yaşında dul kalmış Kureyşli bir hanımın rüyalarını süslemektedir.
----------------------------
[1] Mümtehine sûresi, 4.
[2] Tevbe sûresi, 114.
[3] İbrahim ismi Süryanice’de ‘merhametli baba’ manasına gelmekte olup İbranice’de de ‘insanlığın atası’ anlamını taşımaktadır.
[4] Nisa sûresi,125.
[5] Tecrid-i Sarih, IX, 102.
[6] Bakara sûresi, 130-131.
[7] Meryem sûresi, 41-45.
[8] Enam sûresi, 74-83.
[9] Enbiya sûresi, 51-67.
[10] Enbiya sûresi, 67-71.
[11] Saffat sûresi, 99; Ankebut sûresi, 26.
[12] İbrahim sûresi, 37; Bakara sûresi, 128.
[13] Saffat sûresi, 99-113;Hz. İsmail’in kurban edileceği sıradaki yaşı için bkz: İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, 290; Mevdudi, Tevhid Mücadelesi ve Hz Peygamberin Hayatı, 531.
[14] Al-i İmran sûresi, 95-97; Bakara sûresi, 127.
[15] Nahl sûresi, 120.
[16] Bakara sûresi, 124.
[17] Nisa sûresi, 123.
[18] Meryem sûresi, 54.
[19] Bakara sûresi, 129.
[20] Saf sûresi, 6.
Belki de Mekke’nin tüm genç kızları onunla evlenmek isterken, Abdullah kendisine eş olarak Âmine’yi seçti. Abdullah, çevresinde bir Yusuf misali hayranlık uyandıran, üzerine şiirler okunan, sevilen ve sayılan bir gençti. O, Abdülmuttalib’in oğluydu.
Abdülmuttalib, Kureyşin güngörmüş efendisi, hürmet edilen bilgesiydi. Hz. İsmail’den hatıra kalan ve sonraları Cürhümiler tarafından gizlenen yeri belirsiz olan Zemzem kuyusunu o bulmuştu.[1]
Mekkeliler, zemzemi bulduğu sırada onu tehdit etmişler, yalnız, kimsesiz, bir tek oğluyla güçsüz olduğunu söylemişlerdi. “Eğer bir gün on oğlum olursa, Rabbim için birisini kurban edeceğim.” dedi.
Yıllar geçti, Abdülmuttalib’in on oğlu oldu. Sonra verdiği sözü hatırladı. Oğulları arasında kura çekti ve kurada çıkan Abdullah’ı kurban etmeye götürdü. Binlerce yıl önce yine aynı yerde İsmail (as) babasına nasıl itaat etti ise, Abdullah da hiç itiraz etmeden öylece itaat etti.
Abdullah’ın kurban edileceğini duyanlar, şehri ayağa kaldırdı. Eğer o kurban edilirse bu bir âdet olur, insanlar her vesileyle çocuklarını kurban ederlerdi. Araya girildi, meselenin çözümü için Medine’ye kadar gidildi. Nihayet Abdullah’ın yerine yüz deve kesildi.[2]
Sevgili Peygamberimiz bu olayı hatırlatarak kendisine “iki kurbanlığın oğlu” diye hitap edenlere, hem babasını hem de dedesi İsmail aleyhisselam’ı hatırlatanlara tebessüm etti.[3]
Abdullah kurban edilmekten kurtulup evine giderken güzellik ve servet sahibi kadınlar, genç bir erkeği cezp edecek tekliflerle karşısına çıktılar. Hani Züleyha’nın teklifini reddeden Hz. Yusuf nasıl Allah’a sığındıysa, Abdullah da günah işlemekten işte öylece Rabbine sığındı.[4]
Abdülmuttalib, Zühre oğulları kabilesinin lideri Vehb b. Abdimenaf’ın evine giderek kızını oğluna istedi. Abdullah, Vehb’in kızı Âmine ile evlendi. O vakitler, bir erkek evlendiğinde hanımının evinde üç gün kalırdı. Abdullah da öyle yaptı.[5] Mekke’de huzur dolu, nurlu bir yuva kurulmuştu. Âmine ve Abdullah pek bahtiyar olmuştu.
Bir gün Abdullah evinden ayrıldı. Ticaret yapması, evini geçindirmesi lazımdı. Şam’a giden bir kervana katıldı. Şam uzak, yol uzun ve güçlüklerle doluydu. Henüz iki ay önce evlenen gençler, aylarca ayrı kalacaklardı.
Kervan Şam’daki işlerini bitirip Mekke’ye dönmek üzere yola çıktığında Abdullah hasta düştü. Yolu tamamlayamayacağını, Mekke’ye varamayacağını anlayınca “Siz gidin, ben dayılarımın yanında Medine’de kalacağım.” dedi. Abdülmuttalib’in annesi Selma Medineliydi. Oğlu Abdullah da hastalanınca Medine’ye sığındı.
Kervan Mekke’ye ulaşıp genç Abdullah’ı getiremediğinde Haşimoğullarının yurduna ama ille de Âmine’nin yüreğine hüzün çöktü. En sevdiği oğlunun hastalığını öğrenen Abdülmuttalib, büyük oğlu Haris’i Medine’ye, dayılarının yurduna gönderdi.
Haris, kuş olup Medine’ye uçtu ama takdirin önüne geçemedi. Abdullah ölmüş, Adiy b. Neccar oğullarından Nabiğanın bahçesine gömülmüştü. Kardeşini değil onun ölüm haberini Mekke’ye getiren Haris’in sözleri, yaşlı babasını, ailesini ama ille de Âmine’yi hüzne boğdu.[6]
Genç kadın, kocası için günlerce gözyaşı döktü, okuduğu mersiyelerle onun ne kadar merhametli ve cömert olduğunu ve onu ne kadar sevdiğini söyledi.[7] Abdullah, vefat ettiğinde belki on sekiz[8] belki de yirmi beş yaşındaydı.[9] Geride kalanlara Ümmü Eymen adlı bir cariye, beş deve, birkaç koyun, bir kılıç ve biraz gümüşten başka hiçbir dünyalık bırakmadı.[10] Ama bıraktığı bir hatıra var ki onunla yeryüzü selamet buldu. Genç yaşında gurbet diyarlarda can veren Kureyşli hiçbir vakit unutulmadı.
---------------------------------------
[1] İbn Hişam, Sîre, I, 151-154;İbn Sa’d, Tabakat I, 83.
[2] İbn Hişam, a.g.e., I, 164; Yakubî, Tarih, I, 252.
[3] Hakim, Müstedrek, II, 604.
[4] İbn Hişam, a.g.e., I, 164; Süheyli, Ravzu’l-Unuf, II, 141.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., I, 95.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., I, 99.
[7] İbn Sa’d, a.g.e., I, 100.
[8] Zürkanî, Şerhu’l-Mevahib, I, 109.
[9] İbn Sa’d, a.g.e., I, 99; İbn Esîr, el-Kamil, I, 10.
[10] İbn Esîr, Üsdü’l-Ğabe, I, 21.
Abdülmuttalib, Kureyşin güngörmüş efendisi, hürmet edilen bilgesiydi. Hz. İsmail’den hatıra kalan ve sonraları Cürhümiler tarafından gizlenen yeri belirsiz olan Zemzem kuyusunu o bulmuştu.[1]
Mekkeliler, zemzemi bulduğu sırada onu tehdit etmişler, yalnız, kimsesiz, bir tek oğluyla güçsüz olduğunu söylemişlerdi. “Eğer bir gün on oğlum olursa, Rabbim için birisini kurban edeceğim.” dedi.
Yıllar geçti, Abdülmuttalib’in on oğlu oldu. Sonra verdiği sözü hatırladı. Oğulları arasında kura çekti ve kurada çıkan Abdullah’ı kurban etmeye götürdü. Binlerce yıl önce yine aynı yerde İsmail (as) babasına nasıl itaat etti ise, Abdullah da hiç itiraz etmeden öylece itaat etti.
Abdullah’ın kurban edileceğini duyanlar, şehri ayağa kaldırdı. Eğer o kurban edilirse bu bir âdet olur, insanlar her vesileyle çocuklarını kurban ederlerdi. Araya girildi, meselenin çözümü için Medine’ye kadar gidildi. Nihayet Abdullah’ın yerine yüz deve kesildi.[2]
Sevgili Peygamberimiz bu olayı hatırlatarak kendisine “iki kurbanlığın oğlu” diye hitap edenlere, hem babasını hem de dedesi İsmail aleyhisselam’ı hatırlatanlara tebessüm etti.[3]
Abdullah kurban edilmekten kurtulup evine giderken güzellik ve servet sahibi kadınlar, genç bir erkeği cezp edecek tekliflerle karşısına çıktılar. Hani Züleyha’nın teklifini reddeden Hz. Yusuf nasıl Allah’a sığındıysa, Abdullah da günah işlemekten işte öylece Rabbine sığındı.[4]
Abdülmuttalib, Zühre oğulları kabilesinin lideri Vehb b. Abdimenaf’ın evine giderek kızını oğluna istedi. Abdullah, Vehb’in kızı Âmine ile evlendi. O vakitler, bir erkek evlendiğinde hanımının evinde üç gün kalırdı. Abdullah da öyle yaptı.[5] Mekke’de huzur dolu, nurlu bir yuva kurulmuştu. Âmine ve Abdullah pek bahtiyar olmuştu.
Bir gün Abdullah evinden ayrıldı. Ticaret yapması, evini geçindirmesi lazımdı. Şam’a giden bir kervana katıldı. Şam uzak, yol uzun ve güçlüklerle doluydu. Henüz iki ay önce evlenen gençler, aylarca ayrı kalacaklardı.
Kervan Şam’daki işlerini bitirip Mekke’ye dönmek üzere yola çıktığında Abdullah hasta düştü. Yolu tamamlayamayacağını, Mekke’ye varamayacağını anlayınca “Siz gidin, ben dayılarımın yanında Medine’de kalacağım.” dedi. Abdülmuttalib’in annesi Selma Medineliydi. Oğlu Abdullah da hastalanınca Medine’ye sığındı.
Kervan Mekke’ye ulaşıp genç Abdullah’ı getiremediğinde Haşimoğullarının yurduna ama ille de Âmine’nin yüreğine hüzün çöktü. En sevdiği oğlunun hastalığını öğrenen Abdülmuttalib, büyük oğlu Haris’i Medine’ye, dayılarının yurduna gönderdi.
Haris, kuş olup Medine’ye uçtu ama takdirin önüne geçemedi. Abdullah ölmüş, Adiy b. Neccar oğullarından Nabiğanın bahçesine gömülmüştü. Kardeşini değil onun ölüm haberini Mekke’ye getiren Haris’in sözleri, yaşlı babasını, ailesini ama ille de Âmine’yi hüzne boğdu.[6]
Genç kadın, kocası için günlerce gözyaşı döktü, okuduğu mersiyelerle onun ne kadar merhametli ve cömert olduğunu ve onu ne kadar sevdiğini söyledi.[7] Abdullah, vefat ettiğinde belki on sekiz[8] belki de yirmi beş yaşındaydı.[9] Geride kalanlara Ümmü Eymen adlı bir cariye, beş deve, birkaç koyun, bir kılıç ve biraz gümüşten başka hiçbir dünyalık bırakmadı.[10] Ama bıraktığı bir hatıra var ki onunla yeryüzü selamet buldu. Genç yaşında gurbet diyarlarda can veren Kureyşli hiçbir vakit unutulmadı.
---------------------------------------
[1] İbn Hişam, Sîre, I, 151-154;İbn Sa’d, Tabakat I, 83.
[2] İbn Hişam, a.g.e., I, 164; Yakubî, Tarih, I, 252.
[3] Hakim, Müstedrek, II, 604.
[4] İbn Hişam, a.g.e., I, 164; Süheyli, Ravzu’l-Unuf, II, 141.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., I, 95.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., I, 99.
[7] İbn Sa’d, a.g.e., I, 100.
[8] Zürkanî, Şerhu’l-Mevahib, I, 109.
[9] İbn Sa’d, a.g.e., I, 99; İbn Esîr, el-Kamil, I, 10.
[10] İbn Esîr, Üsdü’l-Ğabe, I, 21.
Haşimoğullarının genç yaşta dul kalan gelini, Abdullah’ın yetiminin doğumunu beklediği sırada Kâbe ve çevresi putlarla doldurulmuştu. Mekke zulmün, Kâbe ise şirkin esiri olmuştu. Oysaki Mekke, Nemrutlarla, Firavunlarla savaşmış mücahit bir peygamberin şehri, Kâbe ise tevhid inancının sembolü, Allah’ın evi ve İbrahim’in hatırasıydı. Şimdi ise Nemrutlar Mekke’ye egemen olmuş, Kâbe put haneye dönüşmüştü.
Arap yarımadasının dört bir yanından insanlar her mevsim Mekke’ye geliyor, Kâbe ve çevresindeki putlarını ziyaret ediyorlardı. Mekke yakınlarında panayırlar kuruluyor, yarımadanın ticari ve kültürel hayatı burada şekilleniyordu. Kureyş kabilesi ise bu durumdan en iyi bir şekilde yararlanıyor, ekonomik gücünü sürekli arttırıyordu. Kâbe’nin Mekke ve Kureyşlilere sağladığı ayrıcalık o sırada Habeşistan’ın Yemen valisi olan Ebrehe’yi rahatsız etti. Ebrehe, Kâbe hakkında yaptığı araştırmada onun dört duvardan ibaret basit bir bina olduğunu öğrenmiş, Kâbe’ye alternatif muhteşem bir bina yapmaya karar vermişti.
Ebrehe, gerek Habeşistan hükümdarının gerekse Bizans İmparatorunun yardımıyla başkent Sana’da Kulleys adında ihtişamlı bir kilise inşa etti. Araplar artık Kâbe’ye değil Kulleys’e gelecek, Mekke değil Yemen zenginleşecek, yarımadanın sermayesi Ebrehe’nin eline geçecekti. Ayrıca herkes kısa zamanda Hıristiyan olacaktı. Arap yarımadasının her köşesine elçiler gönderildi, haberler salındı. Kulleys’in ihtişamı, Ebrehe’nin dillere destan kudreti anlatılarak bütün Araplar Yemen’e davet edildi. Ancak Arapların bu davete tepkisi hiç de Ebrehe’nin umduğu gibi olmadı.
Araplardan bazıları gizli gizli Kulleys’e giriyor, orayı kirletiyor, hayvan leşleriyle dolduruyorlardı. Nihayet Kureyşli bazı gençler Kulleys’i yakmaya dahi teşebbüs etti. Olup bitenleri öfkeyle takip eden Ebrehe, Kulleys’e ve kendisine yapılan hakaretlere karşılık Kâbe’yi yıkmaya karar verdi. Kâbe var oldukça yaptığı binanın hiçbir kıymeti olmayacak, Ebrehe amacına ulaşamayacaktı. Bu sebeple Arapları tahrik etmiş, onların öfkeyle Kulleyse yaptıklarını, Kâbe’yi yıkma arzusuna bahane göstermişti.[1]
Habeşistan hükümdarının gönderdiği filler ve askerlerle güçlenen Ebrehe, ordusunun başında Mekke’ye doğru harekete geçti. Altmış bin askerin önünde on üç tane fil bulunuyor, hiçbir gücün bu orduya zarar verebileceğine ihtimal verilmiyordu. Bazı Arap kabileleri ataları Hz. İbrahim’in mirasını korumak üzere harekete geçmiş ancak hiçbir varlık gösteremeyip esir alınarak canlarını zor kurtarmışlardı.[2]
Ebrehe’nin ordusu Taif önlerine geldiğinde şehirde yaşayan Sakif kabilesi, Kâbe’den çoktan vazgeçmiş, putları Lat’ı korumanın derdine düşmüştü. Ebrehe’yi memnun etmek amacıyla onu en kısa yoldan Kâbe’ye ulaştıracak bir kılavuz vermişlerdi. Ne var ki Ebû Riğal isimli kılavuz Mekke yakınlarındaki Muğammis denilen yerde vefat etti. Araplar yüzyıllar boyunca zavallı adamın mezarını taşa tutmuşlardı.[3]
Ebrehe’nin ordusu Mekke’ye yaklaştığında öncü birlikleri, Kureşlilerin mallarına, develerine el koydular. Efendimizin dedesi Abdülmuttalibin de iki yüz devesini aldılar. Kureyşliler yaklaşan felaketi görüyor ama ellerinden hiçbir şeyin gelemeyeceğini de biliyorlardı. Nihayet Ebrehe’nin elçisi Hunata el-Himyeri Mekke’ye girerek hükümdarın mesajını Kureyşlilere iletti. Ebrehe, Mekke halkına dokunmayacak, Kâbe’yi yıktıktan sonra şehri terk edecekti. Elçi, Mekkelilerin lideri olan Abdülmuttalib’le görüştükten sonra onu Ebrehe’nin yanına götürerek huzura çıkardı.
Kureyş lideri Abdülmuttalib ilerlemiş yaşına rağmen görenleri kendisine hayran bırakan heybet dolu, yakışıklı bir kimseydi. Ebrehe, onu gayet iyi karşılamış ve bir isteği olup olmadığını sormuştu. Abdülmuttalib, askerlerin iki yüz devesine el koyduklarını belirterek develerin kendisine geri verilmesini istedi. Onun bu sözlerine çok şaşıran Ebrehe, hayretini şu sözlerle iade etti:
“Seni ilk gördüğümde heybetin beni çok etkilemişti. Ancak bu sözlerin seni gözümden düşürdü. Atalarının mabedinin yıkılmaması için bana yalvarman gerekirken sen develerinin derdine düşmüş, onları istiyorsun.”
Abdülmuttalib’in bu sözlere cevabı oldukça sert ve kesin oldu:
“Ben develerimin sahibiyim. Develerimi istiyorum. Kâbe’ye gelince; onun sahibi Allah’tır ve Allah evini kesinlikle koruyacaktır.”[4] Bu sözler ancak yüreği iman dolu bir kimse tarafından söylenebilir ki Efendimizin dedesi işte böyle bir kimsedir.
Abdülmuttalib, Ebrehe’yi Kâbe’yi yıkmaması için ikna etmeye çalışıp, ona çeşitli tekliflerde bulunduysa da herhangi bir sonuç alamadan Mekke’ye geri döndü. Kureyşlilere; kendilerini korumalarını, çevredeki vadi ve dağlara sığınmalarını emretti. Kâbe’de Kureyşlilerin ibadet ettikleri 360 tane put vardı ama hiçbir Kureyşli onlara yalvarmıyor, başlarındaki felaketten kurtarması için Allah’a dua ediyorlardı. İnsanlar Kâbe’nin sonunu izlemek amacıyla dağların başına gittikleri vakit, Abdülmuttalib Kâbe’nin kapısına yapışarak şöyle dua etti:
“Ya Rab, bir kul dahi kendi evini korur. Sen de beytini koru. Ya Rab, onlara karşı ümit bağladığım Senden başka hiçbir kimsem yoktur. Sen onlardan kendi beytini koru. Bu evin düşmanı Senin de düşmanındır. Onları beytini yıkmaktan alıkoy.”[5]
Ebrehe ve askerleri bütün hazırlıklarını tamamlayıp Mekke’ye girecekleri sırada, merhameti her şeyi aşmış olan Rabbimiz onlara son bir fırsat daha verdi. Ordunun önünde bulunan ve Kâbe’yi yıkacak olan büyük fil durarak yere çöktü. Fili ayağa kaldırmak için çok uğraştılarsa da fayda etmedi. File baltalarla, mızraklarla işkence ettilerse de fil kıpırdamadı. Filin yönünü güneye çevirdiklerinde fil kalkıp koşuyor, Kâbe’ye yönelttiklerinde ise fil hareket dahi etmiyordu.[6] Yemenden Kâbe’ye kadar gelmiş bir hayvanın bu şekilde durmasının bir sebebi olduğunu düşünebilselerdi, Ebrehe ve askerleri helak olmaktan belki de kurtulacaklardı. Ancak kendisine çok fazla güvenen insanlar etraflarında yaşananlardan hiçbir ders almazlardı.
Fili hareket ettiremeyen Habeş ordusu kısa bir süre sonra ilahî azapla, büyük felaketle karşılaştı. Kızıldeniz tarafından gelen Ebabil kuşları attıkları taşlarla Yemen ordusunu perişan etti. Her kuş biri gagasında, ikisi de ayaklarında üçer taş taşıyordu. Kuşların attıkları taşlar askerlerin vücutlarını parçalıyor, Habeş ordusu Yemen’e doğru kaçmak için çabalıyordu. Ama Allah’tan nasıl kaçılabilirdi?
Ebrehe de atılan taşlar sebebiyle yaralanmış, güçlükle Yemene ulaşabilmiş ve burada zavallı bir halde yok olup gitmiştir.[7] Kur’ân-ı Kerim, Fil ashabını ve onların ibret dolu sonunu şu şekilde anlatmaktadır:
“Rabbinin fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine pişirilmiş çamurdan taşlar atan sürü sürü kuşlar gönderdi. Nihayet onları hayvanlar tarafından yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı.”[8]
Fil vakasından sonra Mekke ve Kâbe’nin kıymeti, Arapların nezdinde daha da artmıştır. Kâbe’nin Allah tarafından korunması sebebiyle Kâbe çevresinde yaşayan Kureyş kabilesi, Ehlullah ve Carullah olarak nitelendirilerek yarımada halkı tarafından sevgi ve itibar görmüşlerdir.[9] Kureyşliler, Fil vakasından ciddi şekilde etkilenmişlerdir. Onların bu olay sebebiyle yedi ya da on yıl Allah’tan başkasına ibadet etmedikleri ve putları terk ettikleri rivayet edilmektedir.
Yeryüzünün en kuvvetli orduları ve en güçlü silahları dahi Allah (cc)’nin koruması altında bulunanlara hiçbir zarar veremez. Altmış bin kişilik düzenli bir ordu, önlerinde kurşun dahi işlemeyen filler olduğu halde, hiçbir savunması olmayan Kâbe’yi yıkmaya güç yetirememiş, Rabbimiz gökten indirdiği ordularla değil, bildiğimiz kuşlar vesilesiyle onları mahvı perişan etmiştir. Ateşlerin yakamadığı Peygamberin hatırasına Ebrehe’nin gücü nasıl yetebilir?
Efendimiz aleyhisselam, Fil Vakasından 50-55 gün sonra yeryüzüne teşrif buyurdu.[10] O’nun büyüyüp yetişeceği toprakları hangi güç işgal edebilir? Ebrehe’nin ordusu Muhammed’in (as) annesinin yüreğine nasıl korku salabilir? Fil vakası Kureyş kabilesine değil gerçekte Efendimize verilen bir ikramdır. O’nun veladetinin müjdecisidir.
Hz. Musa, doğduğunda Rabbimiz onu muhafaza etti. Musa kendisini öldürmek isteyen Firavun’un sarayında yaşadı. Efendimiz İsa aleyhisselam, İsrailoğullarının karşısına çıkan annesi Meryem’i korumak üzere kundakta iken konuştu. Rabbimiz onları birçok mucizeyle destekledi. Muhammed aleyhisselam’a gelince mucizeler o daha doğmadan geliyor, Âlemlerin Rabbi O’nun hatırına Ebrehe ve askerlerini yerin dibine geçiriyordu.
Fil ordusu yok olmuş, ömrünün son günlerinde mucizelere şahit olmuş nurlu bir dedenin, gözyaşları kurumayan Âmine’nin beklediği daha büyük bir mucize yaklaşmıştı. Bir aydınlık beliriyor, Busra saraylarının ışıkları görülüyor, sahibi meçhul bir ses Muhammed Muhammed diye haykırıyordu.[11] Âmine Muhammed’i, âlemler Muhammed’i bekliyordu.
--------------------------------------------
[1] İbn Hişam, Sîre, I, 45; Süheyli, Ravdu’l-Unuf, I, 115.
[2] Süheyli, a.g.e., I, 116; A. Lütfi Kazancı, “Ebrehe”, DİA, X, 79.
[3] Ezraki, Ahbaru Mekke, I, 142.
[4] İbn Sa’d, Tabakat, I, 92; İbn Esîr el-Kamil, I, 444.
[5] Süheyli, a.g.e., I, 121; İbn Kesîr, el-Bidaye, II, 173.
[6] İbn Hişam, a.g.e., I, 52; Beyhaki, Delail, I, 99.
[7] İbn Hişam, a.g.e., I, 52; Süheyli, a.g.e., I, 123; Ezraki, I, 147.
[8] Fil sûresi, 1-5.
[9] İbn Hişam, a.g.e., 57; Mustafa Fayda, Fil Vakası, XIII, 70.
[10] İbn Habib, el-Muhabber, 10.
[11] İbn Sa’d, a.g.e., I, 102.
Arap yarımadasının dört bir yanından insanlar her mevsim Mekke’ye geliyor, Kâbe ve çevresindeki putlarını ziyaret ediyorlardı. Mekke yakınlarında panayırlar kuruluyor, yarımadanın ticari ve kültürel hayatı burada şekilleniyordu. Kureyş kabilesi ise bu durumdan en iyi bir şekilde yararlanıyor, ekonomik gücünü sürekli arttırıyordu. Kâbe’nin Mekke ve Kureyşlilere sağladığı ayrıcalık o sırada Habeşistan’ın Yemen valisi olan Ebrehe’yi rahatsız etti. Ebrehe, Kâbe hakkında yaptığı araştırmada onun dört duvardan ibaret basit bir bina olduğunu öğrenmiş, Kâbe’ye alternatif muhteşem bir bina yapmaya karar vermişti.
Ebrehe, gerek Habeşistan hükümdarının gerekse Bizans İmparatorunun yardımıyla başkent Sana’da Kulleys adında ihtişamlı bir kilise inşa etti. Araplar artık Kâbe’ye değil Kulleys’e gelecek, Mekke değil Yemen zenginleşecek, yarımadanın sermayesi Ebrehe’nin eline geçecekti. Ayrıca herkes kısa zamanda Hıristiyan olacaktı. Arap yarımadasının her köşesine elçiler gönderildi, haberler salındı. Kulleys’in ihtişamı, Ebrehe’nin dillere destan kudreti anlatılarak bütün Araplar Yemen’e davet edildi. Ancak Arapların bu davete tepkisi hiç de Ebrehe’nin umduğu gibi olmadı.
Araplardan bazıları gizli gizli Kulleys’e giriyor, orayı kirletiyor, hayvan leşleriyle dolduruyorlardı. Nihayet Kureyşli bazı gençler Kulleys’i yakmaya dahi teşebbüs etti. Olup bitenleri öfkeyle takip eden Ebrehe, Kulleys’e ve kendisine yapılan hakaretlere karşılık Kâbe’yi yıkmaya karar verdi. Kâbe var oldukça yaptığı binanın hiçbir kıymeti olmayacak, Ebrehe amacına ulaşamayacaktı. Bu sebeple Arapları tahrik etmiş, onların öfkeyle Kulleyse yaptıklarını, Kâbe’yi yıkma arzusuna bahane göstermişti.[1]
Habeşistan hükümdarının gönderdiği filler ve askerlerle güçlenen Ebrehe, ordusunun başında Mekke’ye doğru harekete geçti. Altmış bin askerin önünde on üç tane fil bulunuyor, hiçbir gücün bu orduya zarar verebileceğine ihtimal verilmiyordu. Bazı Arap kabileleri ataları Hz. İbrahim’in mirasını korumak üzere harekete geçmiş ancak hiçbir varlık gösteremeyip esir alınarak canlarını zor kurtarmışlardı.[2]
Ebrehe’nin ordusu Taif önlerine geldiğinde şehirde yaşayan Sakif kabilesi, Kâbe’den çoktan vazgeçmiş, putları Lat’ı korumanın derdine düşmüştü. Ebrehe’yi memnun etmek amacıyla onu en kısa yoldan Kâbe’ye ulaştıracak bir kılavuz vermişlerdi. Ne var ki Ebû Riğal isimli kılavuz Mekke yakınlarındaki Muğammis denilen yerde vefat etti. Araplar yüzyıllar boyunca zavallı adamın mezarını taşa tutmuşlardı.[3]
Ebrehe’nin ordusu Mekke’ye yaklaştığında öncü birlikleri, Kureşlilerin mallarına, develerine el koydular. Efendimizin dedesi Abdülmuttalibin de iki yüz devesini aldılar. Kureyşliler yaklaşan felaketi görüyor ama ellerinden hiçbir şeyin gelemeyeceğini de biliyorlardı. Nihayet Ebrehe’nin elçisi Hunata el-Himyeri Mekke’ye girerek hükümdarın mesajını Kureyşlilere iletti. Ebrehe, Mekke halkına dokunmayacak, Kâbe’yi yıktıktan sonra şehri terk edecekti. Elçi, Mekkelilerin lideri olan Abdülmuttalib’le görüştükten sonra onu Ebrehe’nin yanına götürerek huzura çıkardı.
Kureyş lideri Abdülmuttalib ilerlemiş yaşına rağmen görenleri kendisine hayran bırakan heybet dolu, yakışıklı bir kimseydi. Ebrehe, onu gayet iyi karşılamış ve bir isteği olup olmadığını sormuştu. Abdülmuttalib, askerlerin iki yüz devesine el koyduklarını belirterek develerin kendisine geri verilmesini istedi. Onun bu sözlerine çok şaşıran Ebrehe, hayretini şu sözlerle iade etti:
“Seni ilk gördüğümde heybetin beni çok etkilemişti. Ancak bu sözlerin seni gözümden düşürdü. Atalarının mabedinin yıkılmaması için bana yalvarman gerekirken sen develerinin derdine düşmüş, onları istiyorsun.”
Abdülmuttalib’in bu sözlere cevabı oldukça sert ve kesin oldu:
“Ben develerimin sahibiyim. Develerimi istiyorum. Kâbe’ye gelince; onun sahibi Allah’tır ve Allah evini kesinlikle koruyacaktır.”[4] Bu sözler ancak yüreği iman dolu bir kimse tarafından söylenebilir ki Efendimizin dedesi işte böyle bir kimsedir.
Abdülmuttalib, Ebrehe’yi Kâbe’yi yıkmaması için ikna etmeye çalışıp, ona çeşitli tekliflerde bulunduysa da herhangi bir sonuç alamadan Mekke’ye geri döndü. Kureyşlilere; kendilerini korumalarını, çevredeki vadi ve dağlara sığınmalarını emretti. Kâbe’de Kureyşlilerin ibadet ettikleri 360 tane put vardı ama hiçbir Kureyşli onlara yalvarmıyor, başlarındaki felaketten kurtarması için Allah’a dua ediyorlardı. İnsanlar Kâbe’nin sonunu izlemek amacıyla dağların başına gittikleri vakit, Abdülmuttalib Kâbe’nin kapısına yapışarak şöyle dua etti:
“Ya Rab, bir kul dahi kendi evini korur. Sen de beytini koru. Ya Rab, onlara karşı ümit bağladığım Senden başka hiçbir kimsem yoktur. Sen onlardan kendi beytini koru. Bu evin düşmanı Senin de düşmanındır. Onları beytini yıkmaktan alıkoy.”[5]
Ebrehe ve askerleri bütün hazırlıklarını tamamlayıp Mekke’ye girecekleri sırada, merhameti her şeyi aşmış olan Rabbimiz onlara son bir fırsat daha verdi. Ordunun önünde bulunan ve Kâbe’yi yıkacak olan büyük fil durarak yere çöktü. Fili ayağa kaldırmak için çok uğraştılarsa da fayda etmedi. File baltalarla, mızraklarla işkence ettilerse de fil kıpırdamadı. Filin yönünü güneye çevirdiklerinde fil kalkıp koşuyor, Kâbe’ye yönelttiklerinde ise fil hareket dahi etmiyordu.[6] Yemenden Kâbe’ye kadar gelmiş bir hayvanın bu şekilde durmasının bir sebebi olduğunu düşünebilselerdi, Ebrehe ve askerleri helak olmaktan belki de kurtulacaklardı. Ancak kendisine çok fazla güvenen insanlar etraflarında yaşananlardan hiçbir ders almazlardı.
Fili hareket ettiremeyen Habeş ordusu kısa bir süre sonra ilahî azapla, büyük felaketle karşılaştı. Kızıldeniz tarafından gelen Ebabil kuşları attıkları taşlarla Yemen ordusunu perişan etti. Her kuş biri gagasında, ikisi de ayaklarında üçer taş taşıyordu. Kuşların attıkları taşlar askerlerin vücutlarını parçalıyor, Habeş ordusu Yemen’e doğru kaçmak için çabalıyordu. Ama Allah’tan nasıl kaçılabilirdi?
Ebrehe de atılan taşlar sebebiyle yaralanmış, güçlükle Yemene ulaşabilmiş ve burada zavallı bir halde yok olup gitmiştir.[7] Kur’ân-ı Kerim, Fil ashabını ve onların ibret dolu sonunu şu şekilde anlatmaktadır:
“Rabbinin fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine pişirilmiş çamurdan taşlar atan sürü sürü kuşlar gönderdi. Nihayet onları hayvanlar tarafından yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı.”[8]
Fil vakasından sonra Mekke ve Kâbe’nin kıymeti, Arapların nezdinde daha da artmıştır. Kâbe’nin Allah tarafından korunması sebebiyle Kâbe çevresinde yaşayan Kureyş kabilesi, Ehlullah ve Carullah olarak nitelendirilerek yarımada halkı tarafından sevgi ve itibar görmüşlerdir.[9] Kureyşliler, Fil vakasından ciddi şekilde etkilenmişlerdir. Onların bu olay sebebiyle yedi ya da on yıl Allah’tan başkasına ibadet etmedikleri ve putları terk ettikleri rivayet edilmektedir.
Yeryüzünün en kuvvetli orduları ve en güçlü silahları dahi Allah (cc)’nin koruması altında bulunanlara hiçbir zarar veremez. Altmış bin kişilik düzenli bir ordu, önlerinde kurşun dahi işlemeyen filler olduğu halde, hiçbir savunması olmayan Kâbe’yi yıkmaya güç yetirememiş, Rabbimiz gökten indirdiği ordularla değil, bildiğimiz kuşlar vesilesiyle onları mahvı perişan etmiştir. Ateşlerin yakamadığı Peygamberin hatırasına Ebrehe’nin gücü nasıl yetebilir?
Efendimiz aleyhisselam, Fil Vakasından 50-55 gün sonra yeryüzüne teşrif buyurdu.[10] O’nun büyüyüp yetişeceği toprakları hangi güç işgal edebilir? Ebrehe’nin ordusu Muhammed’in (as) annesinin yüreğine nasıl korku salabilir? Fil vakası Kureyş kabilesine değil gerçekte Efendimize verilen bir ikramdır. O’nun veladetinin müjdecisidir.
Hz. Musa, doğduğunda Rabbimiz onu muhafaza etti. Musa kendisini öldürmek isteyen Firavun’un sarayında yaşadı. Efendimiz İsa aleyhisselam, İsrailoğullarının karşısına çıkan annesi Meryem’i korumak üzere kundakta iken konuştu. Rabbimiz onları birçok mucizeyle destekledi. Muhammed aleyhisselam’a gelince mucizeler o daha doğmadan geliyor, Âlemlerin Rabbi O’nun hatırına Ebrehe ve askerlerini yerin dibine geçiriyordu.
Fil ordusu yok olmuş, ömrünün son günlerinde mucizelere şahit olmuş nurlu bir dedenin, gözyaşları kurumayan Âmine’nin beklediği daha büyük bir mucize yaklaşmıştı. Bir aydınlık beliriyor, Busra saraylarının ışıkları görülüyor, sahibi meçhul bir ses Muhammed Muhammed diye haykırıyordu.[11] Âmine Muhammed’i, âlemler Muhammed’i bekliyordu.
--------------------------------------------
[1] İbn Hişam, Sîre, I, 45; Süheyli, Ravdu’l-Unuf, I, 115.
[2] Süheyli, a.g.e., I, 116; A. Lütfi Kazancı, “Ebrehe”, DİA, X, 79.
[3] Ezraki, Ahbaru Mekke, I, 142.
[4] İbn Sa’d, Tabakat, I, 92; İbn Esîr el-Kamil, I, 444.
[5] Süheyli, a.g.e., I, 121; İbn Kesîr, el-Bidaye, II, 173.
[6] İbn Hişam, a.g.e., I, 52; Beyhaki, Delail, I, 99.
[7] İbn Hişam, a.g.e., I, 52; Süheyli, a.g.e., I, 123; Ezraki, I, 147.
[8] Fil sûresi, 1-5.
[9] İbn Hişam, a.g.e., 57; Mustafa Fayda, Fil Vakası, XIII, 70.
[10] İbn Habib, el-Muhabber, 10.
[11] İbn Sa’d, a.g.e., I, 102.
Allah (cc)’ın ve meleklerin medhettiği,[1] Rabbimizin hayatı üzerine yemin ettiği,[2] âlemlere rahmet olarak gönderdiği,[3] yüce ahlak sahibi,[4] içimizden birisi, canımızdan daha sevimlisi,[5] bizi pek seven, üzerimize titreyen, şefkat ve merhamet dolu Efendimiz,[6] uyarıcımız, müjdecimiz,[7] en güzel örneğimiz,[8] Allah’a davet eden nur yüzlü kandilimiz,[9] Âdemoğulları’nın önderi Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam, Fil Vakası’ndan 50-55 gün kadar sonra Halil olan dedesi İbrahim’in kurduğu şehirde, Mekke-i Mükerreme’de dünyaya geldi.[10]
Pazartesi Günü
Peygamberimiz, pazartesi gecesi sabaha yakın bir saatte yeryüzüne teşrif etti.[11]Arkadaşlarından birisi pazartesi günü oruç tutmanın önemini sorduğunda Allah Resûlü şu cevabı vermiştir: “O gün, benim doğduğum ve vahyin bana inmeye başladığı gündür.”[12]
Allah Resûlü genel kabule göre Rebiyülevvel ayının 12. gecesi doğmuştur. Bununla birlikte Efendimizin doğum tarihini belirlemeye çalışan Mısırlı astronomi âlimi Mahmut Felekî, Peygamberimizin oğlu İbrahim’in vefat ettiği günü meydana gelen güneş tutulmasından hareketle 20 Nisan 571 (9 Rebiyülevvel) tarihini tespit etmiş, Muhammed Hamidullah ise Cahiliyye Arapları arasında uygulanmakta olan Nesî Takvimini dikkate alarak 17 Haziran 569 tarihine ulaşmıştır.[13]
Kutlu Doğum
Peygamberimizin doğumu sırasında Osman b. Ebi’l-Âs’ın annesi Fâtıma binti Abdullah ve Abdurrahman b. Avf’ın annesi Şifâ Hatun, Hz. Âmine’nin yanında bulunmuş, yeryüzünün bu en kutlu doğumuna nezaret etme şerefine nail olmuşlardır.[14]
Allah Resûlü’nün doğduğu gece olağanüstü pek çok hadisenin gerçekleştiği rivayet edilmektedir. Buna göre İran hükümdarının sarayının on dört burcu yıkılmış, İranlıların taptıkları ve bin yıldan beri yanmakta olan ateşleri sönmüş, Sâve gölü kurumuş, Semâve nehri taşmış, Kâbe’de bulunan putlar yüzüstü yere düşmüş, birçok Yahudi ve Hıristiyan âlimi o gece Ahmed aleyhiselam’ın yıldızının doğduğunu ifade etmiştir. Ancak bu hadiselerin önemli bir kısmı ilk dönem siyer ve hadis kaynaklarımızda yer almamakta olup bu rivayetlere ihtiyatla yaklaşılması gerekmektedir.[15]
Efendimizin Ailesi
Efendimizin babası Abdullah b. Abdülmuttalib, Kureyş kabilesinin Hâşimoğulları koluna mensup olup ticari bir seyahatin dönüşü sırasında rahatsızlanmış ve oğlunu göremeden, yirmi beş yaşında Medine’de vefat etmiştir.[16]Abdullah’ın babası Mekke’nin bilge lideri Abdülmuttalib b. Haşim, annesi ise Fatıma binti Amr’dır.[17] Peygamberimizin annesi, yine Kureyş kabilesinin önde gelen ailelerinden birisi olan Zühreoğulları’nın lideri Vehb b. Abdümenaf’ın kızı Âmine’dir. Âmine’nin annesi ise Berre binti Abdüluzza’dır.[18]
Allah Resûlü, atası İbrahim aleyhisselam’ın duası,[19] kardeşi İsa aleyhisselam’ın müjdesi[20] ve annesi Âmine’nin rüyasıdır. Hz. Âmine, hamileliği sırasında bir rüya görmüş; rüyasında kendisinden bir nur çıktığını, bu nurun aydınlığıyla Şam ve Busrâ saraylarını seyrettiğini, bir oğlunun olacağı müjdesiyle adını Muhammed ya da Ahmed koymasının tavsiye edildiğini söylemiştir.[21]
Dedesinin Kucağında
Efendimizin dünyaya gelmesi üzerine annesi Âmine, Kureyş lideri Abdülmuttalib’e haber göndererek bir oğlunun olduğunu müjdelemiştir. Kâbe’nin yanında Hicr’de bulunan Abdülmuttalib, oğullarıyla birlikte Muhammed aleyhisselam’ı görmeye gitmiş, Efendimizi kucağına alarak Kâbe’ye götürmüş, çok sevdiği oğlu Abdullah’ın vefatından sonra kendisine bu erkek çocuğunu nasip eden Allah’a şükretmiştir. Âmine, hamileliği esnasında yaşadığı olağanüstü halleri ve oğlunun adının Muhammed olması gerektiğini de Abdülmuttalib’e haber vermiştir.[22]
Efendimizin amcası Hz. Abbas, yıllar sonra bu tatlı hadiseyi Müslümanlara anlatmış; annesi ile birlikte Âmine’nin yanına gittiklerini, Muhammed aleyhisselam’ın ayaklarının döşeğine vurduğunu bugün gibi hatırladığını ve kendisinin Efendimizi öptüğünü söylemiştir.
Abdülmuttalib, sevgili torununun doğumunun yedinci gününde O’nu sünnet ettirmiş, kurbanlar kestirerek Mekke halkına ziyafet vermiş ve torununun adının Muhammed olduğunu ilan etmiştir. Kureyşliler, ataları arasında “Muhammed” isimli bir kimsenin olmadığını hatırlatarak neden bu ismi tercih ettiğini sorduklarında ise onlara şu cevabı vermiştir: “Hem yerdekilerin hem de göktekilerin O’nu övmesini istedim.”[23]
Efendimizin İsimleri
Allah Resûlü şöyle buyurur: “Benim beş ismim vardır. Ben Muhammed’im. Ben Ahmed’im. Ben Mâhî’yim; Allah, küfrü benimle yok edecektir. Ben Hâşir’im; insanlar kıyamet günü benim peşimden dirileceklerdir. Ben Âkıb’im; Benden sonra peygamber gelmeyecektir.”[24]
O, herkesin ve tüm peygamberlerin kendisine tabi olduğu Mukaffî’dir. O, rahmet ve tevbe peygamberidir. O, cihadın peygamberi, kıyamet günü enbiyanın önderi ve insanlığın şefaatçisidir.[25]
Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de, Efendimizi dört kez Muhammed ismiyle,[26] bir kez de Ahmed ismiyle zikretmiştir.[27]Ahmed, hem Allah’ı en çok öven, hem de kullar arasında en çok övülen kimse anlamına gelir. Efendimizden önce hiç kimseye Ahmed ismi verilmemiştir.[28]
Bir ömür boyu Rabbini öven, geceleri gözyaşları içinde Rabbini zikreden, gündüz olduğunda Allah’ın dinini yüceltmek için kapı kapı dolaşan, savaş meydanlarında canını ortaya koyan sevgili Peygamberimiz; Seni Allah (cc) Kitabı’nda övmüş, Müslümanlar anne babalarından, çocuklarından daha çok Seni sevmiş, Senin davan için canlarından vazgeçmiştir. Ahmed ve Muhammed isimleri hiç kimseye Senin kadar yakışmamıştır.
--------------------------------------------------
[1] Ahzab sûresi, 56.
[2] Hicr sûresi, 72.
[3] Enbiya sûresi, 107.
[4] Kalem sûresi, 4.
[5] Ahzab sûresi, 6.
[6] Tevbe sûresi, 128.
[7] Ahzab sûresi, 45.
[8] Ahzab sûresi, 21.
[9] Ahzab sûresi, 46.
[10] İbn Hişam, Sîre, I, 167; İbn Sa’d,Tabakat, I, 100-101.
[11] İbn Abdilber, el-İstîâb, I, 19; Süheyli, Ravdu’l-Unuf, II, 98.
[12] Müslim, Sıyam 197.
[13] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 784-793; Kasım Şulul, Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, 100-107.
[14]İbn Sa’d, a.g.e., I, 102; İbn Seyyidinnas,Uyunu’l-Eser, I, 40; Süheyli, a.g.e., II, 148.
[15] Beyhaki, Delâil, I, 104-106; Taberi, Tarih, II, 247.
[16] İbn Sa’d,a.g.e., I, 99; İbn Esîr, el-Kamil, II, 10.
[17] İbn Sa’d, a.g.e., I,93.
[18] İbn Hişam, a.g.e., I, 156.
[19] Bakara sûresi, 129.
[20] Saff sûresi, 6.
[21] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 127-128; İbn Sa’d, a.g.e., I, 102.
[22] İbn Hişam, a.g.e., I, 159; İbn Sa’d, a.g.e., I, 103.
[23] Beyhaki, a.g.e., I, 93; İbn Esîr, Usdü’l-Ğâbe, I, 21.
[24] Buharî, Menâkıb 17; Müslim, Fezâil 124.
[25] Müslim, Fezâil, 126.
[26] Âl-i İmrân sûresi, 144; Ahzâb sûresi, 40; Muhammed sûresi, 2; Fetih sûresi, 29.
[27] Saff sûresi, 6.
[28] Mustafa Fayda, “Ahmed”, DİA, II, 29.
Pazartesi Günü
Peygamberimiz, pazartesi gecesi sabaha yakın bir saatte yeryüzüne teşrif etti.[11]Arkadaşlarından birisi pazartesi günü oruç tutmanın önemini sorduğunda Allah Resûlü şu cevabı vermiştir: “O gün, benim doğduğum ve vahyin bana inmeye başladığı gündür.”[12]
Allah Resûlü genel kabule göre Rebiyülevvel ayının 12. gecesi doğmuştur. Bununla birlikte Efendimizin doğum tarihini belirlemeye çalışan Mısırlı astronomi âlimi Mahmut Felekî, Peygamberimizin oğlu İbrahim’in vefat ettiği günü meydana gelen güneş tutulmasından hareketle 20 Nisan 571 (9 Rebiyülevvel) tarihini tespit etmiş, Muhammed Hamidullah ise Cahiliyye Arapları arasında uygulanmakta olan Nesî Takvimini dikkate alarak 17 Haziran 569 tarihine ulaşmıştır.[13]
Kutlu Doğum
Peygamberimizin doğumu sırasında Osman b. Ebi’l-Âs’ın annesi Fâtıma binti Abdullah ve Abdurrahman b. Avf’ın annesi Şifâ Hatun, Hz. Âmine’nin yanında bulunmuş, yeryüzünün bu en kutlu doğumuna nezaret etme şerefine nail olmuşlardır.[14]
Allah Resûlü’nün doğduğu gece olağanüstü pek çok hadisenin gerçekleştiği rivayet edilmektedir. Buna göre İran hükümdarının sarayının on dört burcu yıkılmış, İranlıların taptıkları ve bin yıldan beri yanmakta olan ateşleri sönmüş, Sâve gölü kurumuş, Semâve nehri taşmış, Kâbe’de bulunan putlar yüzüstü yere düşmüş, birçok Yahudi ve Hıristiyan âlimi o gece Ahmed aleyhiselam’ın yıldızının doğduğunu ifade etmiştir. Ancak bu hadiselerin önemli bir kısmı ilk dönem siyer ve hadis kaynaklarımızda yer almamakta olup bu rivayetlere ihtiyatla yaklaşılması gerekmektedir.[15]
Efendimizin Ailesi
Efendimizin babası Abdullah b. Abdülmuttalib, Kureyş kabilesinin Hâşimoğulları koluna mensup olup ticari bir seyahatin dönüşü sırasında rahatsızlanmış ve oğlunu göremeden, yirmi beş yaşında Medine’de vefat etmiştir.[16]Abdullah’ın babası Mekke’nin bilge lideri Abdülmuttalib b. Haşim, annesi ise Fatıma binti Amr’dır.[17] Peygamberimizin annesi, yine Kureyş kabilesinin önde gelen ailelerinden birisi olan Zühreoğulları’nın lideri Vehb b. Abdümenaf’ın kızı Âmine’dir. Âmine’nin annesi ise Berre binti Abdüluzza’dır.[18]
Allah Resûlü, atası İbrahim aleyhisselam’ın duası,[19] kardeşi İsa aleyhisselam’ın müjdesi[20] ve annesi Âmine’nin rüyasıdır. Hz. Âmine, hamileliği sırasında bir rüya görmüş; rüyasında kendisinden bir nur çıktığını, bu nurun aydınlığıyla Şam ve Busrâ saraylarını seyrettiğini, bir oğlunun olacağı müjdesiyle adını Muhammed ya da Ahmed koymasının tavsiye edildiğini söylemiştir.[21]
Dedesinin Kucağında
Efendimizin dünyaya gelmesi üzerine annesi Âmine, Kureyş lideri Abdülmuttalib’e haber göndererek bir oğlunun olduğunu müjdelemiştir. Kâbe’nin yanında Hicr’de bulunan Abdülmuttalib, oğullarıyla birlikte Muhammed aleyhisselam’ı görmeye gitmiş, Efendimizi kucağına alarak Kâbe’ye götürmüş, çok sevdiği oğlu Abdullah’ın vefatından sonra kendisine bu erkek çocuğunu nasip eden Allah’a şükretmiştir. Âmine, hamileliği esnasında yaşadığı olağanüstü halleri ve oğlunun adının Muhammed olması gerektiğini de Abdülmuttalib’e haber vermiştir.[22]
Efendimizin amcası Hz. Abbas, yıllar sonra bu tatlı hadiseyi Müslümanlara anlatmış; annesi ile birlikte Âmine’nin yanına gittiklerini, Muhammed aleyhisselam’ın ayaklarının döşeğine vurduğunu bugün gibi hatırladığını ve kendisinin Efendimizi öptüğünü söylemiştir.
Abdülmuttalib, sevgili torununun doğumunun yedinci gününde O’nu sünnet ettirmiş, kurbanlar kestirerek Mekke halkına ziyafet vermiş ve torununun adının Muhammed olduğunu ilan etmiştir. Kureyşliler, ataları arasında “Muhammed” isimli bir kimsenin olmadığını hatırlatarak neden bu ismi tercih ettiğini sorduklarında ise onlara şu cevabı vermiştir: “Hem yerdekilerin hem de göktekilerin O’nu övmesini istedim.”[23]
Efendimizin İsimleri
Allah Resûlü şöyle buyurur: “Benim beş ismim vardır. Ben Muhammed’im. Ben Ahmed’im. Ben Mâhî’yim; Allah, küfrü benimle yok edecektir. Ben Hâşir’im; insanlar kıyamet günü benim peşimden dirileceklerdir. Ben Âkıb’im; Benden sonra peygamber gelmeyecektir.”[24]
O, herkesin ve tüm peygamberlerin kendisine tabi olduğu Mukaffî’dir. O, rahmet ve tevbe peygamberidir. O, cihadın peygamberi, kıyamet günü enbiyanın önderi ve insanlığın şefaatçisidir.[25]
Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de, Efendimizi dört kez Muhammed ismiyle,[26] bir kez de Ahmed ismiyle zikretmiştir.[27]Ahmed, hem Allah’ı en çok öven, hem de kullar arasında en çok övülen kimse anlamına gelir. Efendimizden önce hiç kimseye Ahmed ismi verilmemiştir.[28]
Bir ömür boyu Rabbini öven, geceleri gözyaşları içinde Rabbini zikreden, gündüz olduğunda Allah’ın dinini yüceltmek için kapı kapı dolaşan, savaş meydanlarında canını ortaya koyan sevgili Peygamberimiz; Seni Allah (cc) Kitabı’nda övmüş, Müslümanlar anne babalarından, çocuklarından daha çok Seni sevmiş, Senin davan için canlarından vazgeçmiştir. Ahmed ve Muhammed isimleri hiç kimseye Senin kadar yakışmamıştır.
--------------------------------------------------
[1] Ahzab sûresi, 56.
[2] Hicr sûresi, 72.
[3] Enbiya sûresi, 107.
[4] Kalem sûresi, 4.
[5] Ahzab sûresi, 6.
[6] Tevbe sûresi, 128.
[7] Ahzab sûresi, 45.
[8] Ahzab sûresi, 21.
[9] Ahzab sûresi, 46.
[10] İbn Hişam, Sîre, I, 167; İbn Sa’d,Tabakat, I, 100-101.
[11] İbn Abdilber, el-İstîâb, I, 19; Süheyli, Ravdu’l-Unuf, II, 98.
[12] Müslim, Sıyam 197.
[13] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 784-793; Kasım Şulul, Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, 100-107.
[14]İbn Sa’d, a.g.e., I, 102; İbn Seyyidinnas,Uyunu’l-Eser, I, 40; Süheyli, a.g.e., II, 148.
[15] Beyhaki, Delâil, I, 104-106; Taberi, Tarih, II, 247.
[16] İbn Sa’d,a.g.e., I, 99; İbn Esîr, el-Kamil, II, 10.
[17] İbn Sa’d, a.g.e., I,93.
[18] İbn Hişam, a.g.e., I, 156.
[19] Bakara sûresi, 129.
[20] Saff sûresi, 6.
[21] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 127-128; İbn Sa’d, a.g.e., I, 102.
[22] İbn Hişam, a.g.e., I, 159; İbn Sa’d, a.g.e., I, 103.
[23] Beyhaki, a.g.e., I, 93; İbn Esîr, Usdü’l-Ğâbe, I, 21.
[24] Buharî, Menâkıb 17; Müslim, Fezâil 124.
[25] Müslim, Fezâil, 126.
[26] Âl-i İmrân sûresi, 144; Ahzâb sûresi, 40; Muhammed sûresi, 2; Fetih sûresi, 29.
[27] Saff sûresi, 6.
[28] Mustafa Fayda, “Ahmed”, DİA, II, 29.
O gün, Medine’nin ve Medinelilerin yaşadığı en güzel gündü. Enes b. Malik radıyallahu anh’ın da dediği gibi Efendimizin Medine’ye girdiği günden daha güzel, daha parlak bir gün görülmemişti.[1] İnsanlar sokağa dökülmüş, “Resûlullah geldi!” diyerek coşuyor, Mekke’den Medine’ye hicret eden ve bir süredir Allah Resûlü’nü göremeyen Muhacirler sevinç gözyaşları içerisinde hasret gideriyor; O’nu ömürlerinde ilk kez gören Medineli Müslümanlar ise tarifi imkânsız bir mutluluk yaşıyorlardı.
Resûl-i Ekrem, devesinin üzerinde şehrin sokaklarında ilerliyor, Medineli Müslümanların her biri O’nu misafir edebilmek için dil döküyor, âdeta yalvarıyordu. Sevgili Peygamberimiz ise onların hiçbirini kırmıyor, gülümseyerek şöyle buyuruyordu: “Devenin yolunu açınız, nerede duracağı ona bildirilmiştir.”[2]
Gönüllerin Fatihi
Zengin Müslümanların, yemyeşil hurma bahçeleri içerisinde pek güzel evleri vardı, ama dünyaya ve içindekilere bizim baktığımız gibi bakmayan, yeryüzünde garip bir yolcu olduğunu hiç unutmayan Efendimiz, onların davetlerini kabul etmedi. O’nun gelişiyle bayram eden fakirleri, ondan başka umudu olmayan insanları hayal kırıklığına uğratmadı. Gönülleri fetheden Peygamber kimsenin gönlünü kırmadı, devenin çökeceği yere herkes gibi O da razı oldu.
Neccaroğulları’nın sokağındaki bir arsaya geldiklerinde Kusvâ yere çöktü. Onun çöktüğü yer Sehl ve Süheyl adlarındaki iki yetime aitti. Yetimler çağrıldı, Peygamber mescidinin inşası için bu arsa onlardan satın alındı. Sehl ve Süheyl arsayı bağışlamak, Allah yolunda infakta bulunmak için ne kadar uğraştılarsa da sevgili Peygamberimiz onların bu teklifini nazik bir dille reddetti. Üzerinde Mescid-i Nebevî dahi yapılacak olsa yetimleri mağdur edemezdi.[3] Sonra etrafına baktı. En yakın evin sahibi Hâlid b. Zeyd Ebû Eyyub el-Ensarî’nin evine misafir oldu.[4]
Ben de Sizi Çok Seviyorum
Kız çocukları ellerindeki deflerle şarkılar söylüyor, O’na merhaba diyorlardı: “Biz Neccar’ın kızlarıyız. Muhammed’in komşuluğuna can atarız.”
Efendimiz, kızların yanına gitti ve onlara sordu:
- Beni seviyor musunuz?
Çocuklar hep bir ağızdan cevap verdiler:
- Evet, ya Resûlallah!
Allah Resûlü’nün gönlü sevinçle doldu. Dört kız babası olan, kızlarına canı gibi bakan Peygamber, kalbinin tüm güzelliğiyle konuştu: “Vallahi, Ben de sizi çok seviyorum.”[5]
Medineli küçük kızlar bu kadar güzel sözleri belki de ilk kez duymuşlardı. Hatta bu güzel davetçi onlara daha pek çok güzelliği armağan edecekti.
Selametle Cennete Giriniz
Kalabalığın karşısında bir şeyler söylenmeliydi. Müslümanları yurtlarından eden, kendisini öldürmeye teşebbüs eden Mekkeliler hakkında ağır sözler söylenebilir; intikam yeminleri edilebilir; omuz üstünde baş, taş üstünde taş konmayacağı edebî bir dille anlatılabilirdi. Ancak O, coşkun bir topluluğun ortasında kendisini kaybeden, yapamayacağı şeyleri vaat eden ve yalan söylemekten çekinmeyen sıradan bir kimse değildi. O bambaşkaydı. Etrafını çevreleyen insanlara baktı ve şöyle buyurdu:
“Ey insanlar! Aranızda selâmı yayınız. Yemek yediriniz. Akrabalarınıza iyi davranınız. İnsanlar yataklarında uyurken siz kalkıp namaz kılınız. Selametle cennete girersiniz.”[6]
Bu sözler, Allah’a çağıran, salih amel işleyen bir davetçinin sözleridir. Evini çevreleyen keskin kılıçlı savaşçılar, mağaranın ağzında tehdit savuran azılı düşmanlar, ellerindeki mızraklarıyla çölde peşine düşen bedeviler bu yüce davetçiyi istikametinden saptıramaz. Davetçi, etrafına nefret ve düşmanlık tohumları ekemez. Çölün şiddetli sıcağında gayet tehlikeli bir yolculuktan sonra, bu kadar güzel sözleri, ancak müminlerin ilki olan ve Rabbine güzel öğütle çağıran bir peygamber söyleyebilir.
Aranızda Selâmı Yayınız
Medine’de yaşayan Yahudi âlimler, O’nu tanıyabilmek için yanına yanaşır ve henüz O’nunla sohbet etmeden, sadece duruşundan dahi O’nun peygamber olduğunu anlarlar. Bu yüze sahip birinin yalancı olamayacağını itiraf ederler. Onlar O’nun peşinde yürürken, O’nun mübarek dilinden nübüvvetin güzellikleri dökülür: “Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi sevebileceğiniz bir şey göstereyim mi? Aranızda selâmı yayınız.”[7]
Öyleyse Allah’ın selâmı hepinizin ve hepimizin üzerine olsun.
Resûl-i Ekrem, devesinin üzerinde şehrin sokaklarında ilerliyor, Medineli Müslümanların her biri O’nu misafir edebilmek için dil döküyor, âdeta yalvarıyordu. Sevgili Peygamberimiz ise onların hiçbirini kırmıyor, gülümseyerek şöyle buyuruyordu: “Devenin yolunu açınız, nerede duracağı ona bildirilmiştir.”[2]
Gönüllerin Fatihi
Zengin Müslümanların, yemyeşil hurma bahçeleri içerisinde pek güzel evleri vardı, ama dünyaya ve içindekilere bizim baktığımız gibi bakmayan, yeryüzünde garip bir yolcu olduğunu hiç unutmayan Efendimiz, onların davetlerini kabul etmedi. O’nun gelişiyle bayram eden fakirleri, ondan başka umudu olmayan insanları hayal kırıklığına uğratmadı. Gönülleri fetheden Peygamber kimsenin gönlünü kırmadı, devenin çökeceği yere herkes gibi O da razı oldu.
Neccaroğulları’nın sokağındaki bir arsaya geldiklerinde Kusvâ yere çöktü. Onun çöktüğü yer Sehl ve Süheyl adlarındaki iki yetime aitti. Yetimler çağrıldı, Peygamber mescidinin inşası için bu arsa onlardan satın alındı. Sehl ve Süheyl arsayı bağışlamak, Allah yolunda infakta bulunmak için ne kadar uğraştılarsa da sevgili Peygamberimiz onların bu teklifini nazik bir dille reddetti. Üzerinde Mescid-i Nebevî dahi yapılacak olsa yetimleri mağdur edemezdi.[3] Sonra etrafına baktı. En yakın evin sahibi Hâlid b. Zeyd Ebû Eyyub el-Ensarî’nin evine misafir oldu.[4]
Ben de Sizi Çok Seviyorum
Kız çocukları ellerindeki deflerle şarkılar söylüyor, O’na merhaba diyorlardı: “Biz Neccar’ın kızlarıyız. Muhammed’in komşuluğuna can atarız.”
Efendimiz, kızların yanına gitti ve onlara sordu:
- Beni seviyor musunuz?
Çocuklar hep bir ağızdan cevap verdiler:
- Evet, ya Resûlallah!
Allah Resûlü’nün gönlü sevinçle doldu. Dört kız babası olan, kızlarına canı gibi bakan Peygamber, kalbinin tüm güzelliğiyle konuştu: “Vallahi, Ben de sizi çok seviyorum.”[5]
Medineli küçük kızlar bu kadar güzel sözleri belki de ilk kez duymuşlardı. Hatta bu güzel davetçi onlara daha pek çok güzelliği armağan edecekti.
Selametle Cennete Giriniz
Kalabalığın karşısında bir şeyler söylenmeliydi. Müslümanları yurtlarından eden, kendisini öldürmeye teşebbüs eden Mekkeliler hakkında ağır sözler söylenebilir; intikam yeminleri edilebilir; omuz üstünde baş, taş üstünde taş konmayacağı edebî bir dille anlatılabilirdi. Ancak O, coşkun bir topluluğun ortasında kendisini kaybeden, yapamayacağı şeyleri vaat eden ve yalan söylemekten çekinmeyen sıradan bir kimse değildi. O bambaşkaydı. Etrafını çevreleyen insanlara baktı ve şöyle buyurdu:
“Ey insanlar! Aranızda selâmı yayınız. Yemek yediriniz. Akrabalarınıza iyi davranınız. İnsanlar yataklarında uyurken siz kalkıp namaz kılınız. Selametle cennete girersiniz.”[6]
Bu sözler, Allah’a çağıran, salih amel işleyen bir davetçinin sözleridir. Evini çevreleyen keskin kılıçlı savaşçılar, mağaranın ağzında tehdit savuran azılı düşmanlar, ellerindeki mızraklarıyla çölde peşine düşen bedeviler bu yüce davetçiyi istikametinden saptıramaz. Davetçi, etrafına nefret ve düşmanlık tohumları ekemez. Çölün şiddetli sıcağında gayet tehlikeli bir yolculuktan sonra, bu kadar güzel sözleri, ancak müminlerin ilki olan ve Rabbine güzel öğütle çağıran bir peygamber söyleyebilir.
Aranızda Selâmı Yayınız
Medine’de yaşayan Yahudi âlimler, O’nu tanıyabilmek için yanına yanaşır ve henüz O’nunla sohbet etmeden, sadece duruşundan dahi O’nun peygamber olduğunu anlarlar. Bu yüze sahip birinin yalancı olamayacağını itiraf ederler. Onlar O’nun peşinde yürürken, O’nun mübarek dilinden nübüvvetin güzellikleri dökülür: “Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi sevebileceğiniz bir şey göstereyim mi? Aranızda selâmı yayınız.”[7]
Öyleyse Allah’ın selâmı hepinizin ve hepimizin üzerine olsun.
Hüzün Yılı
Nübüvvetin onuncu yılı. Efendimiz aleyhisselâm’ın en çileli ve en zorlu yılı. Acıların birbiri ardınca geldiği günler. Önce Allah Resûlü’nü çocukluğundan itibaren himaye eden, müşriklere karşı koruyan, hiçbir zaman yalnız ve yardımsız bırakmayan amcası Ebû Talib vefat etti. Onun ölümü, Efendimizin adeta kolunu kanadını kırdı. Sonra Müslümanların ilki, müminlerin annesi, Efendimizin hanımı, sığınağı, sevgilisi Hz. Hatice, Rabbine, cennetteki yüce makamına kavuştu. Hz. Hatice’nin ayrılığı Peygamberin gönlünde silinmez bir acı bıraktı. Allah Resûlü ve ashâbı bu yıla “hüzün yılı” adını verdi.
Ebû Talib’ten sonra Mekke, yaşanmaz bir şehir oldu. Onun sağlığında Peygambere yaklaşamayanlar, yokluğunda birer canavara dönüştü. Peygamberin yüzüne tükürüyor, öldüresiye dövüyor, Mescid-i Haram’da boğmaya çalışıyor, secdede iken üzerine deve işkembesi koyuyor, yapılmadık işkence, edilmedik hakaret bırakmıyorlardı. Bu şehir durulacak gibi değildi. Mekke’deki Müslümanlar işkence altında eziliyor, Habeşistan’daki Müslümanlar ise Mekke’den müjdeli bir haber bekliyorlardı. Artık hiç kimse Müslüman olmuyordu. O halde bir şeyler yapmalı, davaya yeni bir merkez bulmalı, bu şehri terk etmeliydi.
Taif Yolculuğu
Peygamber Efendimiz, Zeyd b. Harise ile birlikte Mekke’den gizlice ayrıldı ve yürüyerek Taif şehrine gitti. Taif liderlerini İslam’a davet edecek, onlardan kendisini ve diğer Müslümanları himaye etmelerini isteyecek, Taif’i İslam Medeniyetinin sembolü yapacaktı.
Efendimiz aleyhisselâm Taif’te on gün kaldı. Bu süre içinde görüşmediği, İslâm’ı anlatmadığı kimse kalmadı. Ama Taif’in önde gelenleri, O’nunla alay ediyor, hakaretler yağdırıyor, şehirden kovuyorlardı. Resûl-i Ekrem onlardan en azından bu şehre gelişini Mekkelilere haber vermemelerini istedi. Zira Mekke’yi terk edip bir başka yurt aradığını duyan Kureyşliler O’nu şehre sokmazlardı. Fakat Taifliler bunu dahi kabul etmedi. Taif’in önde gelenleri en az Kureyşliler kadar zalimdi.
Şehrin serserileri Efendimizin üzerine üşüşmüş, hakaretler yağdırıp küfürler ederken, Allah Resûlü onlara Tarık sûresini okuyordu.
Gönlü kırılmış, alay ve hakaretlerle bunalmış sevgili Nebi, şehri terk edeceği sırada yolun iki tarafına sıralanmış, ellerindeki taşlarla kendisini bekleyen çocukları, serserileri ve aşağılık insanları gördü. Bunlar Efendimizi taşlayacak, linç edeceklerdi. Allah Resûlü yürüdü. O yürüdüğünde vücuduna taşlar yağmaya başladı. Yaralandı, ayaklarından akan kanları görünce durup dinlenmek istedi, belki de düştü. O düşünce müşrikler O’nu kalkıp yürümeye zorladı ve O yürüyünce taş yağmuru yeniden başladı.
Peygamber’in Fedaisi Zeyd b. Harise
Zeyd b. Harise… Efendimizin üzerine titrediği, öz çocuklarından ayırmadığı sevgili Zeyd. Belki de Allah Resûlü’nün en çok sevdiği, sevdiğim dediği Zeyd. Dört bir yandan gelen taşlara karşı Peygamberini koruyan, sağa sola, öne arkaya sıçrayan, Muhammed aleyhisselâm’ın etrafında pervane olan Zeyd. Başından akan kanları görmeyip şehrin çıkışına kadar sevdiğini koruyan Zeyd. Acaba senin o günkü sevabını melekler yazabilir mi? Senin o an hissettiklerini kalemler yazabilir mi, senin çırpınışını insanlar anlayabilir mi?
Addâs’ın İmanı
Taifliler, Efendimizi ve Zeyd’i şehrin çıkışına kadar taşladılar. Son derece üzgün ve yaralı olan Peygamberimiz yol üzerinde bulunan bir bağa sığınmak zorunda kaldı. Bu bağ Mekkeli müşriklerden Utbe ve Şeybe b. Rebîa’ya aitti. Onlar, EfendimizinNhalini görünce, köleleri Addâs’ı bir tabak üzümle Allah Resûlü’ne gönderdiler.
Efendimiz kendisine gelen köleyle sohbet etti. Hıristiyan asıllı köle aniden Efendimizin başını, ellerini, ayaklarını öpmeye başladı. Taif iman etmemişti ama Addâs Müslüman olmuştu. Allah Resûlü, yaralı bir haldeyken dahi davetten vazgeçmiyor, yılgınlık göstermiyordu. Addâs’ın imanı ve mutluluğu için taşlanmaya değerdi. Zira Addâs’ın hidayete ermesi yerle gök arasındaki her şeyden daha güzeldi.
Taif Duâsı
Allah Resûlü biraz dinlenip kendine geldikten sonra iki rekat namaz kıldı. Sonra ellerini açarak şöyle dua etti:
“Ya Rabbi! Kimsesizliğimi, çaresizliğimi, insanların gözündeki değersiz halimi sana şikâyet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi, Sen zulme uğramış tüm mazlumların Rabbisin. Sen Benim de Rabbimsin. Beni kimlerin eline bırakıyorsun? Bana kaba ve sert davranan yabancılara mı? Yoksa Bana galip gelme gücünü verdiğin bir düşmana mı? Eğer Sen Bana dargın değilsen, başıma gelen eziyet ve işkencelere aldırmam. Fakat Senden gelecek bir himaye ve koruma çok daha hoştur. Senin üzerime gazab indirmenden yahut gazabının üzerimde yerleşmesinden, karanlıkları aydınlatan, dünya ve âhiret işlerini düzene koyan Zâtının nuruna sığınırım! Her şey Senin rızan içindir ve bütün güç, kuvvet Sende, Senin Elindedir!”
Allah Resulü’nün En Zor Günü
O gün Efendimizin yaşadığı en acı gündü. Yıllar sonra hanımı Hz. Âişe; Uhud’dan daha şiddetli bir zorluk yaşayıp yaşamadığını sorduğunda, Resûl-i Ekrem Taif’te başına gelenleri hatırlamış ve en büyük sıkıntıyı o gün çektiğini söylemişti.
Efendimizin Merhameti
Yaşadığı bütün sıkıntılara, çektiği acılara rağmen Allah Resûlü’nün yüreği sevgi ve merhamet doluydu. Rabbine durumunu en samimi bir şekilde arz ettikten sonra gökyüzüne baktı. Bir bulutun içinde Cebrail’i gördü. Cebrail, Efendimize bir başka meleği, Dağlar Meleğini gösteriyordu. Dağlar Meleği Efendimizin mübarek lisanından çıkacak bir söze bakıyordu. Eğer isterse iki dağı harekete geçirir ve Kureyş halkını yok ederdi. Ama âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Nebi bunu istemedi ve şöyle dedi:
“Ben onların soylarından yalnız Allah’a ibadet eden ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan muvahhid bir neslin yetişeceğini ümid ediyorum.”
Allah Resûlü, Taiften Mekke’ye döndüğünde şehre giremedi. Mekke’ye ancak bir Mekkelinin himayesinde girebilirdi. Fakat başvurduğu kimseler Efendimizi himaye etmeye yanaşmadı. Şehrin dışındaki dağlarda üç gün boyunca beklemek zorunda kalan Peygamberimiz nihayet Mutim b. Adiy’in himayesi altında Mekke’ye girebildi.
Allah Celle, davet yolunda bunca sıkıntıya maruz kalan, sevdiklerini kaybeden, hicret etmeyi göze alan ve gittiği yerde en ağır işkencelere uğrayan, vatanına geri dönüşünde dahi pek çok zorluğa göğüs geren Habibini, hiçbir kula nasip olmayan, akılların almadığı büyük bir mucize ile ödüllendirdi. Taif’te taşlanan Kul gökyüzüne yükseldi.
Nübüvvetin onuncu yılı. Efendimiz aleyhisselâm’ın en çileli ve en zorlu yılı. Acıların birbiri ardınca geldiği günler. Önce Allah Resûlü’nü çocukluğundan itibaren himaye eden, müşriklere karşı koruyan, hiçbir zaman yalnız ve yardımsız bırakmayan amcası Ebû Talib vefat etti. Onun ölümü, Efendimizin adeta kolunu kanadını kırdı. Sonra Müslümanların ilki, müminlerin annesi, Efendimizin hanımı, sığınağı, sevgilisi Hz. Hatice, Rabbine, cennetteki yüce makamına kavuştu. Hz. Hatice’nin ayrılığı Peygamberin gönlünde silinmez bir acı bıraktı. Allah Resûlü ve ashâbı bu yıla “hüzün yılı” adını verdi.
Ebû Talib’ten sonra Mekke, yaşanmaz bir şehir oldu. Onun sağlığında Peygambere yaklaşamayanlar, yokluğunda birer canavara dönüştü. Peygamberin yüzüne tükürüyor, öldüresiye dövüyor, Mescid-i Haram’da boğmaya çalışıyor, secdede iken üzerine deve işkembesi koyuyor, yapılmadık işkence, edilmedik hakaret bırakmıyorlardı. Bu şehir durulacak gibi değildi. Mekke’deki Müslümanlar işkence altında eziliyor, Habeşistan’daki Müslümanlar ise Mekke’den müjdeli bir haber bekliyorlardı. Artık hiç kimse Müslüman olmuyordu. O halde bir şeyler yapmalı, davaya yeni bir merkez bulmalı, bu şehri terk etmeliydi.
Taif Yolculuğu
Peygamber Efendimiz, Zeyd b. Harise ile birlikte Mekke’den gizlice ayrıldı ve yürüyerek Taif şehrine gitti. Taif liderlerini İslam’a davet edecek, onlardan kendisini ve diğer Müslümanları himaye etmelerini isteyecek, Taif’i İslam Medeniyetinin sembolü yapacaktı.
Efendimiz aleyhisselâm Taif’te on gün kaldı. Bu süre içinde görüşmediği, İslâm’ı anlatmadığı kimse kalmadı. Ama Taif’in önde gelenleri, O’nunla alay ediyor, hakaretler yağdırıyor, şehirden kovuyorlardı. Resûl-i Ekrem onlardan en azından bu şehre gelişini Mekkelilere haber vermemelerini istedi. Zira Mekke’yi terk edip bir başka yurt aradığını duyan Kureyşliler O’nu şehre sokmazlardı. Fakat Taifliler bunu dahi kabul etmedi. Taif’in önde gelenleri en az Kureyşliler kadar zalimdi.
Şehrin serserileri Efendimizin üzerine üşüşmüş, hakaretler yağdırıp küfürler ederken, Allah Resûlü onlara Tarık sûresini okuyordu.
Gönlü kırılmış, alay ve hakaretlerle bunalmış sevgili Nebi, şehri terk edeceği sırada yolun iki tarafına sıralanmış, ellerindeki taşlarla kendisini bekleyen çocukları, serserileri ve aşağılık insanları gördü. Bunlar Efendimizi taşlayacak, linç edeceklerdi. Allah Resûlü yürüdü. O yürüdüğünde vücuduna taşlar yağmaya başladı. Yaralandı, ayaklarından akan kanları görünce durup dinlenmek istedi, belki de düştü. O düşünce müşrikler O’nu kalkıp yürümeye zorladı ve O yürüyünce taş yağmuru yeniden başladı.
Peygamber’in Fedaisi Zeyd b. Harise
Zeyd b. Harise… Efendimizin üzerine titrediği, öz çocuklarından ayırmadığı sevgili Zeyd. Belki de Allah Resûlü’nün en çok sevdiği, sevdiğim dediği Zeyd. Dört bir yandan gelen taşlara karşı Peygamberini koruyan, sağa sola, öne arkaya sıçrayan, Muhammed aleyhisselâm’ın etrafında pervane olan Zeyd. Başından akan kanları görmeyip şehrin çıkışına kadar sevdiğini koruyan Zeyd. Acaba senin o günkü sevabını melekler yazabilir mi? Senin o an hissettiklerini kalemler yazabilir mi, senin çırpınışını insanlar anlayabilir mi?
Addâs’ın İmanı
Taifliler, Efendimizi ve Zeyd’i şehrin çıkışına kadar taşladılar. Son derece üzgün ve yaralı olan Peygamberimiz yol üzerinde bulunan bir bağa sığınmak zorunda kaldı. Bu bağ Mekkeli müşriklerden Utbe ve Şeybe b. Rebîa’ya aitti. Onlar, EfendimizinNhalini görünce, köleleri Addâs’ı bir tabak üzümle Allah Resûlü’ne gönderdiler.
Efendimiz kendisine gelen köleyle sohbet etti. Hıristiyan asıllı köle aniden Efendimizin başını, ellerini, ayaklarını öpmeye başladı. Taif iman etmemişti ama Addâs Müslüman olmuştu. Allah Resûlü, yaralı bir haldeyken dahi davetten vazgeçmiyor, yılgınlık göstermiyordu. Addâs’ın imanı ve mutluluğu için taşlanmaya değerdi. Zira Addâs’ın hidayete ermesi yerle gök arasındaki her şeyden daha güzeldi.
Taif Duâsı
Allah Resûlü biraz dinlenip kendine geldikten sonra iki rekat namaz kıldı. Sonra ellerini açarak şöyle dua etti:
“Ya Rabbi! Kimsesizliğimi, çaresizliğimi, insanların gözündeki değersiz halimi sana şikâyet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi, Sen zulme uğramış tüm mazlumların Rabbisin. Sen Benim de Rabbimsin. Beni kimlerin eline bırakıyorsun? Bana kaba ve sert davranan yabancılara mı? Yoksa Bana galip gelme gücünü verdiğin bir düşmana mı? Eğer Sen Bana dargın değilsen, başıma gelen eziyet ve işkencelere aldırmam. Fakat Senden gelecek bir himaye ve koruma çok daha hoştur. Senin üzerime gazab indirmenden yahut gazabının üzerimde yerleşmesinden, karanlıkları aydınlatan, dünya ve âhiret işlerini düzene koyan Zâtının nuruna sığınırım! Her şey Senin rızan içindir ve bütün güç, kuvvet Sende, Senin Elindedir!”
Allah Resulü’nün En Zor Günü
O gün Efendimizin yaşadığı en acı gündü. Yıllar sonra hanımı Hz. Âişe; Uhud’dan daha şiddetli bir zorluk yaşayıp yaşamadığını sorduğunda, Resûl-i Ekrem Taif’te başına gelenleri hatırlamış ve en büyük sıkıntıyı o gün çektiğini söylemişti.
Efendimizin Merhameti
Yaşadığı bütün sıkıntılara, çektiği acılara rağmen Allah Resûlü’nün yüreği sevgi ve merhamet doluydu. Rabbine durumunu en samimi bir şekilde arz ettikten sonra gökyüzüne baktı. Bir bulutun içinde Cebrail’i gördü. Cebrail, Efendimize bir başka meleği, Dağlar Meleğini gösteriyordu. Dağlar Meleği Efendimizin mübarek lisanından çıkacak bir söze bakıyordu. Eğer isterse iki dağı harekete geçirir ve Kureyş halkını yok ederdi. Ama âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Nebi bunu istemedi ve şöyle dedi:
“Ben onların soylarından yalnız Allah’a ibadet eden ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan muvahhid bir neslin yetişeceğini ümid ediyorum.”
Allah Resûlü, Taiften Mekke’ye döndüğünde şehre giremedi. Mekke’ye ancak bir Mekkelinin himayesinde girebilirdi. Fakat başvurduğu kimseler Efendimizi himaye etmeye yanaşmadı. Şehrin dışındaki dağlarda üç gün boyunca beklemek zorunda kalan Peygamberimiz nihayet Mutim b. Adiy’in himayesi altında Mekke’ye girebildi.
Allah Celle, davet yolunda bunca sıkıntıya maruz kalan, sevdiklerini kaybeden, hicret etmeyi göze alan ve gittiği yerde en ağır işkencelere uğrayan, vatanına geri dönüşünde dahi pek çok zorluğa göğüs geren Habibini, hiçbir kula nasip olmayan, akılların almadığı büyük bir mucize ile ödüllendirdi. Taif’te taşlanan Kul gökyüzüne yükseldi.
Halime’nin Mekke’ye geldiği gün Âmine’nin bayram günüydü. O gün hasretin sona erdiği, Âmine’nin acılarının dindiği ve nihayet yüzünün güldüğü gündü. O gün Muhammed’in, Mekke’ye, yuvasına, anasının kucağına döndüğü gündü. Ayrılığın acısı dinmiş, genç yaşta dul kalan Âmine’nin yüreği sevinçle dolmuş, gözü gönlü aydın olmuştu. Artık o bu şehrin yalnız ve mahzun kadını değildi. Oğlu gelmiş, hüzün dolu yuvaya rahmet, gönüllere saadet getirmişti.
Yıllar süren ayrılıktan sonra oğluna sıkı sıkı sarılan Âmine onu en güzel şekilde terbiye etti. O’na Mekke’yi, İbrahim’i, Kâbe’yi ve ailesini anlattı. Bir sabah evinden ayrılan ve bir daha dönemeyen babası Abdullah’ı her anlattığında gözünden sel misali yaşlar akıttı. Muhammed aleyhisselam, babasını annesinin gözyaşlarında tanıdı.
Medine Seyahati
Sevgili Peygamberimiz altı yaşına geldiğinde annesiyle birlikte Medine’ye gitti. Âmine, kocasının mezarını ziyaret etmek ve babasını hiç göremeyen yavrusuna en azından mezarını göstermek istiyordu. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Efendimiz, annesi Âmine ve hizmetçileri Ümmü Eymen ile birlikte Medine’ye ulaştı. Mekkeli yolcular, Adiyy b. Neccar oğullarına misafir oldu.
Peygamber aleyhisselam’ın büyük dedesi Haşim, Neccar oğulları kabilesinden Selma ile evlenmiş, bu evlilikten Abdülmuttalib doğmuştu. Efendimizin dedesi Abdülmuttalib çocukluk yıllarını Medine’de Neccar oğulları arasında geçirmişti. Allah Resûlü’nün babası Abdullah’ın mezarı da burada bulunuyordu. Âmine ve sevgili oğlu bu aileden Nabiğa’nın evine yerleşti.
Âmine yıllar önce kaybettiği ve hâlâ yasını tuttuğu Abdullah’ın mezarını sık sık ziyaret etti. Bu ziyaretleri sırasında kim bilir nice gözyaşı döktü. Efendimiz aleyhisselam da babasının mezarı başında ağladı. Belki de yetimliğin acısını, babasının yokluğunu bu mezarın başında anladı.
Allah Resûlü, Neccar oğullarının çocuklarıyla oyunlar oynadı. Kaldığı evin yakınlarındaki bir havuzda yüzmeyi öğrendi. Üneyse isimli bir kız ile Nabiğa’nın evinin damına konan kuşları kovaladı. Efendimiz bu şehirde çok güzel günler geçirdi. Âmine Hanım ve sevgili yavrusu Medine’de bir ay kaldıktan sonra Mekke’ye doğru yola çıktılar.[1]
Hayırlı Bir Hatıra
Dönüş yolunun henüz başında Hz. Âmine rahatsızlandı. Çölün ortasında ilerledikçe ağrıları iyice artıyordu. Medine’den çok uzaklaşmış, Ebva adlı bir köyün yakınlarına gelmişlerdi. Artık Hz. Âmine’nin dayanacak gücü kalmamıştı. Bir ağacın altında mola verildi. Âmine eriyor, küçücük yavrusu annesinin başında endişe ile bekliyor, iyileşmesi için dualar ediyordu. Fakat Âmine durumunun düzelmeyeceğini ve ecelinin geldiğini anlamıştı. Oğluna veda etmesi, ona son sözlerini söylemesi gerekiyordu.
Küçük çocuk annesinin başını, dizinin üzerine koydu. Âmine güçlükle nefes alıyor, sesi kesik kesik çıkıyordu. Dilinden şu sözler döküldü: “Her yaşayan ölür, her yeni eskir, her büyüyen fâni olur, yok olur. Ben de öleceğim, ama daima anılacağım. Çünkü ardımda senin gibi hayırlı bir hatıra bırakıyorum.”
Hz. Âmine vefat etti. Ebva köyünün yakınında, çölün ortasında “Annem!” diye bir feryat yükseldi. Memleketinden uzak, yanında hiçbir akrabası olmayan altı yaşındaki çocuk annesinin acısıyla baş başa kaldı. Uzun süre annesinin başında hıçkırarak ağladı. Sonra annesi için mezar kazan Ümmü Eymen’e yardımcı oldu. Âmine toprağa gömüldüğünde Muhammed aleyhisselam kendisini annesinin mezarına bıraktı. Ümmü Eymen, zaten yetim olan şimdiyse öksüzlüğün acısını tadan çocuğu teselli etmeye çalışarak Mekke’ye dedesinin yanına götürdü.[2]
Efendimiz aleyhisselam ile Medine arasında ne kadar güçlü bir bağ var. O henüz doğmadan önce babası bu topraklarda vefat etmişti. Annesi Âmine, Mekke’den çok uzaklarda, Medine’ye daha yakın olan Ebva’da ruhunu teslim etti. Allah Resûlü yıllar sonra Medine’ye göç etti. O, Mekke’de eza ve cefa çekerken Medine O’na kucak açtı. Efendimiz gurbete değil âdeta ailesinin yurduna hicret etti. Ve yine anne babasının yanında dünyaya veda etti.
Yetim ve Öksüz Bir Peygamber
Âlemlerin Rabbi, Sevgili Peygamberimizin, anne-babasından yoksun bir halde büyümesini murad etti. Belki de Resûlü’nü sadece kendi terbiyesinde yetiştirmeyi, ana babaları dahi olsa kimsenin minneti altında kalmamasını istedi.
Anne babanın vefatı herkes için zor ve hüzün veren bir durumdur. Hele anne babaya en çok ihtiyaç duyulan çocukluk döneminde onları kaybetmek tarifsiz bir sıkıntı, dayanılmaz bir acıdır. Allah Resûlü bu acılara katlanmış, risalet görevi sırasında yaşayacağı zorluklarla başa çıkmayı, sabırlı olmayı henüz çocukluğunda öğrenmiştir.
Efendimiz bataklığın ortasında yetişmiş tertemiz bir güldür. Cahiliye devrinin bütün çirkinliğiyle yaşandığı, ahlaki değerlerin ayaklar altına alındığı, zulmün ve tüm hayâsızlıkların olağan kabul edildiği bir şehirde, yetim ve öksüz bir genç, faziletli kalabilmenin mücadelesini vermiş, ahlakının güzelliğiyle meşhur olmuştur. Öyleyse tüm olumsuzluklara rağmen temiz kalabilmek, kötülüğün hâkim olduğu dünyamızda iyilerden olabilmek mümkündür. Bizlere düşen, çevrenin kirliliğini kendi kirimize bahane göstermek değil tüm insanlığın iyiliği ve güzelliği için mücadele etmektir.
Bizim Efendimiz çok küçük yaşta kimsesiz kalmış, yetim ve öksüz bir kimsedir. Anne sevgisinden mahrum kalanlar, babasını göremeyen çocuklar Allah’a isyan etmezler. Rabbimizin kendilerini terk ettiğini, acımasız bir devranın içinde yok olup gideceklerini düşünmezler. Onlar ne zaman hüzünlenseler kendileri gibi yetim ve öksüz kalan Muhammed Mustafa’yı hatırlarlar. Resûlü’nü terk etmeyen, himayesine alan Rabbimiz, bütün yetimleri koruyacak, onlara merhamet edecek, sabırlarına karşılık onlara kesintisiz bir mükâfat verecektir. Yetim kalan bir kimse sabretmeli, kendisi gibi yetim olan Resûl-i Ekrem’i örnek edinmeli ve hem dünyada hem de ahirette seçkin bir kul olabilmenin mücadelesini vermelidir.
Allah Resûlü, ben ve yetime arka çıkan kimse cennette şu iki parmağım gibi yan yana olacağız, buyurmaktadır.[3] Efendimiz yetim ve öksüz kalan çocukları himaye etmiş, onları yalnız bırakmamış, yeri geldiğinde onlarla birlikte ağlamış, onları kendi çocuklarından ayırmamıştır. Allah ve Resûlü’nü seven müminler de her fırsatta bu çocukların ihtiyaçlarını karşılamış, sokaklarındaki yetimlerin başlarını okşamış, onları aç ve açıkta bırakmamışlardır.
Resûlullah’ı sevenler sokağın köşesindeki yetim çocuğu ziyaret edip ona tebessüm ederler. O çocuğun yüzünde Efendimizi görürler. Yetimin yüzü güldüğünde Resûl’ün güldüğünü bilirler ve Resûl’ün gülümsemesi için dünyadaki her şeyden vazgeçerler.
Gözü Yaşlı Bir Peygamber
Küçük yaşta pek çok sıkıntıya maruz kalan Efendimiz yaşı ilerlediğinde içinde bulunduğu toplumun sorunlarıyla ilgilenmiş, insanların acılarını kendisine dert edinmiştir. Uhud’da Mus’ab’ın cesedinin başında ağlayan, Zeyd’in şehadet haberi geldiğinde yetim kalan yavrularına sarılıp gözyaşı döken, zulme uğrayan bir mazlumun feryadına yetişen; Ebva köyünde annesinin mezarı başında gözyaşı döken Efendimizdir. Gözyaşı, merhametin ve sevginin işaretidir. Gözü yaşlı olanların yüreği sevgi doludur. Hayatı boyunca hiçbir sıkıntı çekmeyen, yüreği yanmayan kimseler yetimlere, kimsesiz ve çaresiz insanlara nasıl merhamet edebilir, onları nasıl anlayabilir? Mazlumların sesini ancak kendilerinden birisi olan yetim ve öksüz bir peygamber duyabilir.
Cennet Annelerin Ayakları Altındadır
Allah Resûlü, annesinin vefatından uzun yıllar sonra kaza umresi için Mekke’ye giderken Ebva kasabasına uğramış, annesinin mezarını ziyaret etmiş, mezarı düzeltmiş ve ağlamıştır. Sahâbîler Efendimize niçin ağladığını sorduklarında ise şöyle buyurmuştur: “Annemin sevgisini ve merhametini hatırladım.”[4]
Rabbimiz Resûlü’nü seven ve ona şefkat gösteren Âmine Hanım’a merhamet buyursun. Yarım asır sonra annesinin mezarı başında ağlayan Nebi’nin anne sevgisini, bütün Müslümanlara nasip eylesin. Yan odada ilgi bekleyen annesine selam vermeyen, annelerini hayatta iken ziyaret etmeyi angarya gibi gören, düne kadar kendisine bakan annesini şimdi bir yük olarak düşünen Müslümanlar! Unutmayalım ki cennet Âminelerin, cennet annelerin ayakları altındadır.
Ebeveyni Resûlün Akıbeti
Allah Resûlü’nün anne ve babasının uhrevi durumu asırlar boyu Müslümanları meşgul etmiş, bu konuda pek çok eser yazılmıştır. Her şeyden evvel insanların, cennete veya cehenneme gireceğini ancak Allah Celle bilir. Bununla birlikte biz, çok kısa bir hayat süren, Allah’a şirk koştuklarına dair elimizde bir delil olmayan, cahiliyyenin etkisinde kalmayıp sanki Efendimizin doğumu ile vazifelerini yerine getirerek hayata veda eden bu temiz kimselerin fetret ehlinden sayılmalarını ve cennete girmelerini ümit ederiz. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz, belki de anne babasını şefkat kanatlarının altına alacak ve onları cennet bahçelerine kavuşturacaktır. Yine de en doğrusunu Rabbimiz bilir.
Abdülmuttalib ve Torunu
Ümmü Eymen, Âmine’nin emanetini Abdülmuttalib’e teslim etti. Abdülmuttalib hiçbir oğluna ve torununa göstermediği şefkati Muhammed aleyhisselam’a gösterdi. Onu sevgili oğlu Abdullah’ın aziz bir hatırası olarak gördü. O olmadan sofraya oturmuyor, yemeklerin en güzelini ona yediriyordu.
Kâbe’nin yanında Hicr denilen yerde Abdülmuttalib’e ait bir minder vardı. O minderde ondan başka kimse oturamazdı. Peygamberimiz gelip o mindere oturduğunda amcaları ona kızar, onu kaldırmak ister, Abdülmuttalib ise oğullarına müdahale ederek şöyle derdi: “Oğlumu rahat bırakınız. Onun şanı çok yüce olacaktır.”[5]
Mekke lideri Abdülmuttalib, yaptığı toplantılara torununu da götürür, O’nun terbiyesi ile yakından ilgilenirdi. Torununu yanından ayırmaz, sürekli takip ederdi. Bir defasında Ümmü Eymen dalgınlık sonucu Efendimizi kaybetmiş, Abdülmuttalib Ümmü Eymen’i azarlayarak Efendimiz hususunda dikkatli olmasını zira onun ileride çok önemli bir kimse olacağını ümid ettiğini söylemişti.[6]
Yine bir keresinde Muhammed aleyhisselam dedesinin kaybolan devesini aramak için evden çıkıp geç kalınca Abdülmuttalib derin bir endişe duymuş, Kâbe’ye giderek torununa kavuşması için Allah’a dua etmiş, nihayet Efendimiz geri döndüğünde ise şöyle demişti: “Yavrucuğum, seni bulamayacağım diye o kadar korktum ki hayatımda hiçbir şeye bu kadar üzülmedim. Bundan sonra ne olursa olsun seni yanımdan ayırmayacağım.”[7]
Mekke’de kıtlık ve kuraklığın hüküm sürdüğü bir mevsimde Kureyşliler yağmur duası için Ebû Kubeys dağına çıkmış, Abdülmuttalib de torunu Muhammed’i omzuna alarak buraya gelmişti. Abdülmuttalib’in samimi bir dille yaptığı duaya Mekkeliler “âmin” demiş ve onlar daha yerlerinden ayrılmadan yağmur yağmaya başlamıştı.[8]
Peygamber Efendimiz sekiz yaşında iken gözünde bir ağrı hissetmiş, dedesi onu tedavi ettirmek amacıyla Taif’e götürmüştü. Efendimizin gözleri burada kendisine verilen ilaç sayesinde iyileşti.[9]
Abdülmuttalib’in Vefatı
Zemzem kuyusunu bulan, Fil ordusunun komutanı Ebrehe’nin karşısında cesaretle duran, kavmini adaletle yöneten Abdülmuttalib, seksen iki yaşında vefat etti.[10] O, vefatı öncesi oğullarını toplamış ve torunu Muhammed’e çok iyi bakmalarını vasiyet etmişti. Efendimiz’in babası Abdullah ile aynı anneden olan Ebû Talib ve Zübeyr, Efendimiz’in bakımını üstlenmek için kura çekti ve Peygamberimiz amcası Ebû Talib’in yanında kaldı. Zaten amcaları arasında Efendimiz’i en çok Ebû Talib seviyordu.[11]
Abdülmuttalib vefat ettiğinde torunu Muhammed, dedesinin divanı yanında içini çeke çeke ağlamış,[12] dedesinin cenazesi ardında yürümüş ve yıllar sonra dedesinin vefatını soranlara o günü hatırladığını ve o zaman sekiz yaşında olduğunu söylemiştir.[13]
Abdülmuttalib, Hacun mezarlığına defnedilmiş; onu çok seven Mekkeliler günlerce yas tutmuşlardır.[14]
Annesinin vefatından sonra sevgili dedesine sığınan Efendimiz iki yıl sonra onu da kaybetmiştir. Allah Resûlü şimdi, öz oğullarından çok yeğenini seven, yeğenini korumak için tüm dünyayı karşısına alan fedakar amcası Ebû Talib’in ve onun muhterem hanımı Fatıma bint Esed’in yanındadır.
Yıllar süren ayrılıktan sonra oğluna sıkı sıkı sarılan Âmine onu en güzel şekilde terbiye etti. O’na Mekke’yi, İbrahim’i, Kâbe’yi ve ailesini anlattı. Bir sabah evinden ayrılan ve bir daha dönemeyen babası Abdullah’ı her anlattığında gözünden sel misali yaşlar akıttı. Muhammed aleyhisselam, babasını annesinin gözyaşlarında tanıdı.
Medine Seyahati
Sevgili Peygamberimiz altı yaşına geldiğinde annesiyle birlikte Medine’ye gitti. Âmine, kocasının mezarını ziyaret etmek ve babasını hiç göremeyen yavrusuna en azından mezarını göstermek istiyordu. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Efendimiz, annesi Âmine ve hizmetçileri Ümmü Eymen ile birlikte Medine’ye ulaştı. Mekkeli yolcular, Adiyy b. Neccar oğullarına misafir oldu.
Peygamber aleyhisselam’ın büyük dedesi Haşim, Neccar oğulları kabilesinden Selma ile evlenmiş, bu evlilikten Abdülmuttalib doğmuştu. Efendimizin dedesi Abdülmuttalib çocukluk yıllarını Medine’de Neccar oğulları arasında geçirmişti. Allah Resûlü’nün babası Abdullah’ın mezarı da burada bulunuyordu. Âmine ve sevgili oğlu bu aileden Nabiğa’nın evine yerleşti.
Âmine yıllar önce kaybettiği ve hâlâ yasını tuttuğu Abdullah’ın mezarını sık sık ziyaret etti. Bu ziyaretleri sırasında kim bilir nice gözyaşı döktü. Efendimiz aleyhisselam da babasının mezarı başında ağladı. Belki de yetimliğin acısını, babasının yokluğunu bu mezarın başında anladı.
Allah Resûlü, Neccar oğullarının çocuklarıyla oyunlar oynadı. Kaldığı evin yakınlarındaki bir havuzda yüzmeyi öğrendi. Üneyse isimli bir kız ile Nabiğa’nın evinin damına konan kuşları kovaladı. Efendimiz bu şehirde çok güzel günler geçirdi. Âmine Hanım ve sevgili yavrusu Medine’de bir ay kaldıktan sonra Mekke’ye doğru yola çıktılar.[1]
Hayırlı Bir Hatıra
Dönüş yolunun henüz başında Hz. Âmine rahatsızlandı. Çölün ortasında ilerledikçe ağrıları iyice artıyordu. Medine’den çok uzaklaşmış, Ebva adlı bir köyün yakınlarına gelmişlerdi. Artık Hz. Âmine’nin dayanacak gücü kalmamıştı. Bir ağacın altında mola verildi. Âmine eriyor, küçücük yavrusu annesinin başında endişe ile bekliyor, iyileşmesi için dualar ediyordu. Fakat Âmine durumunun düzelmeyeceğini ve ecelinin geldiğini anlamıştı. Oğluna veda etmesi, ona son sözlerini söylemesi gerekiyordu.
Küçük çocuk annesinin başını, dizinin üzerine koydu. Âmine güçlükle nefes alıyor, sesi kesik kesik çıkıyordu. Dilinden şu sözler döküldü: “Her yaşayan ölür, her yeni eskir, her büyüyen fâni olur, yok olur. Ben de öleceğim, ama daima anılacağım. Çünkü ardımda senin gibi hayırlı bir hatıra bırakıyorum.”
Hz. Âmine vefat etti. Ebva köyünün yakınında, çölün ortasında “Annem!” diye bir feryat yükseldi. Memleketinden uzak, yanında hiçbir akrabası olmayan altı yaşındaki çocuk annesinin acısıyla baş başa kaldı. Uzun süre annesinin başında hıçkırarak ağladı. Sonra annesi için mezar kazan Ümmü Eymen’e yardımcı oldu. Âmine toprağa gömüldüğünde Muhammed aleyhisselam kendisini annesinin mezarına bıraktı. Ümmü Eymen, zaten yetim olan şimdiyse öksüzlüğün acısını tadan çocuğu teselli etmeye çalışarak Mekke’ye dedesinin yanına götürdü.[2]
Efendimiz aleyhisselam ile Medine arasında ne kadar güçlü bir bağ var. O henüz doğmadan önce babası bu topraklarda vefat etmişti. Annesi Âmine, Mekke’den çok uzaklarda, Medine’ye daha yakın olan Ebva’da ruhunu teslim etti. Allah Resûlü yıllar sonra Medine’ye göç etti. O, Mekke’de eza ve cefa çekerken Medine O’na kucak açtı. Efendimiz gurbete değil âdeta ailesinin yurduna hicret etti. Ve yine anne babasının yanında dünyaya veda etti.
Yetim ve Öksüz Bir Peygamber
Âlemlerin Rabbi, Sevgili Peygamberimizin, anne-babasından yoksun bir halde büyümesini murad etti. Belki de Resûlü’nü sadece kendi terbiyesinde yetiştirmeyi, ana babaları dahi olsa kimsenin minneti altında kalmamasını istedi.
Anne babanın vefatı herkes için zor ve hüzün veren bir durumdur. Hele anne babaya en çok ihtiyaç duyulan çocukluk döneminde onları kaybetmek tarifsiz bir sıkıntı, dayanılmaz bir acıdır. Allah Resûlü bu acılara katlanmış, risalet görevi sırasında yaşayacağı zorluklarla başa çıkmayı, sabırlı olmayı henüz çocukluğunda öğrenmiştir.
Efendimiz bataklığın ortasında yetişmiş tertemiz bir güldür. Cahiliye devrinin bütün çirkinliğiyle yaşandığı, ahlaki değerlerin ayaklar altına alındığı, zulmün ve tüm hayâsızlıkların olağan kabul edildiği bir şehirde, yetim ve öksüz bir genç, faziletli kalabilmenin mücadelesini vermiş, ahlakının güzelliğiyle meşhur olmuştur. Öyleyse tüm olumsuzluklara rağmen temiz kalabilmek, kötülüğün hâkim olduğu dünyamızda iyilerden olabilmek mümkündür. Bizlere düşen, çevrenin kirliliğini kendi kirimize bahane göstermek değil tüm insanlığın iyiliği ve güzelliği için mücadele etmektir.
Bizim Efendimiz çok küçük yaşta kimsesiz kalmış, yetim ve öksüz bir kimsedir. Anne sevgisinden mahrum kalanlar, babasını göremeyen çocuklar Allah’a isyan etmezler. Rabbimizin kendilerini terk ettiğini, acımasız bir devranın içinde yok olup gideceklerini düşünmezler. Onlar ne zaman hüzünlenseler kendileri gibi yetim ve öksüz kalan Muhammed Mustafa’yı hatırlarlar. Resûlü’nü terk etmeyen, himayesine alan Rabbimiz, bütün yetimleri koruyacak, onlara merhamet edecek, sabırlarına karşılık onlara kesintisiz bir mükâfat verecektir. Yetim kalan bir kimse sabretmeli, kendisi gibi yetim olan Resûl-i Ekrem’i örnek edinmeli ve hem dünyada hem de ahirette seçkin bir kul olabilmenin mücadelesini vermelidir.
Allah Resûlü, ben ve yetime arka çıkan kimse cennette şu iki parmağım gibi yan yana olacağız, buyurmaktadır.[3] Efendimiz yetim ve öksüz kalan çocukları himaye etmiş, onları yalnız bırakmamış, yeri geldiğinde onlarla birlikte ağlamış, onları kendi çocuklarından ayırmamıştır. Allah ve Resûlü’nü seven müminler de her fırsatta bu çocukların ihtiyaçlarını karşılamış, sokaklarındaki yetimlerin başlarını okşamış, onları aç ve açıkta bırakmamışlardır.
Resûlullah’ı sevenler sokağın köşesindeki yetim çocuğu ziyaret edip ona tebessüm ederler. O çocuğun yüzünde Efendimizi görürler. Yetimin yüzü güldüğünde Resûl’ün güldüğünü bilirler ve Resûl’ün gülümsemesi için dünyadaki her şeyden vazgeçerler.
Gözü Yaşlı Bir Peygamber
Küçük yaşta pek çok sıkıntıya maruz kalan Efendimiz yaşı ilerlediğinde içinde bulunduğu toplumun sorunlarıyla ilgilenmiş, insanların acılarını kendisine dert edinmiştir. Uhud’da Mus’ab’ın cesedinin başında ağlayan, Zeyd’in şehadet haberi geldiğinde yetim kalan yavrularına sarılıp gözyaşı döken, zulme uğrayan bir mazlumun feryadına yetişen; Ebva köyünde annesinin mezarı başında gözyaşı döken Efendimizdir. Gözyaşı, merhametin ve sevginin işaretidir. Gözü yaşlı olanların yüreği sevgi doludur. Hayatı boyunca hiçbir sıkıntı çekmeyen, yüreği yanmayan kimseler yetimlere, kimsesiz ve çaresiz insanlara nasıl merhamet edebilir, onları nasıl anlayabilir? Mazlumların sesini ancak kendilerinden birisi olan yetim ve öksüz bir peygamber duyabilir.
Cennet Annelerin Ayakları Altındadır
Allah Resûlü, annesinin vefatından uzun yıllar sonra kaza umresi için Mekke’ye giderken Ebva kasabasına uğramış, annesinin mezarını ziyaret etmiş, mezarı düzeltmiş ve ağlamıştır. Sahâbîler Efendimize niçin ağladığını sorduklarında ise şöyle buyurmuştur: “Annemin sevgisini ve merhametini hatırladım.”[4]
Rabbimiz Resûlü’nü seven ve ona şefkat gösteren Âmine Hanım’a merhamet buyursun. Yarım asır sonra annesinin mezarı başında ağlayan Nebi’nin anne sevgisini, bütün Müslümanlara nasip eylesin. Yan odada ilgi bekleyen annesine selam vermeyen, annelerini hayatta iken ziyaret etmeyi angarya gibi gören, düne kadar kendisine bakan annesini şimdi bir yük olarak düşünen Müslümanlar! Unutmayalım ki cennet Âminelerin, cennet annelerin ayakları altındadır.
Ebeveyni Resûlün Akıbeti
Allah Resûlü’nün anne ve babasının uhrevi durumu asırlar boyu Müslümanları meşgul etmiş, bu konuda pek çok eser yazılmıştır. Her şeyden evvel insanların, cennete veya cehenneme gireceğini ancak Allah Celle bilir. Bununla birlikte biz, çok kısa bir hayat süren, Allah’a şirk koştuklarına dair elimizde bir delil olmayan, cahiliyyenin etkisinde kalmayıp sanki Efendimizin doğumu ile vazifelerini yerine getirerek hayata veda eden bu temiz kimselerin fetret ehlinden sayılmalarını ve cennete girmelerini ümit ederiz. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz, belki de anne babasını şefkat kanatlarının altına alacak ve onları cennet bahçelerine kavuşturacaktır. Yine de en doğrusunu Rabbimiz bilir.
Abdülmuttalib ve Torunu
Ümmü Eymen, Âmine’nin emanetini Abdülmuttalib’e teslim etti. Abdülmuttalib hiçbir oğluna ve torununa göstermediği şefkati Muhammed aleyhisselam’a gösterdi. Onu sevgili oğlu Abdullah’ın aziz bir hatırası olarak gördü. O olmadan sofraya oturmuyor, yemeklerin en güzelini ona yediriyordu.
Kâbe’nin yanında Hicr denilen yerde Abdülmuttalib’e ait bir minder vardı. O minderde ondan başka kimse oturamazdı. Peygamberimiz gelip o mindere oturduğunda amcaları ona kızar, onu kaldırmak ister, Abdülmuttalib ise oğullarına müdahale ederek şöyle derdi: “Oğlumu rahat bırakınız. Onun şanı çok yüce olacaktır.”[5]
Mekke lideri Abdülmuttalib, yaptığı toplantılara torununu da götürür, O’nun terbiyesi ile yakından ilgilenirdi. Torununu yanından ayırmaz, sürekli takip ederdi. Bir defasında Ümmü Eymen dalgınlık sonucu Efendimizi kaybetmiş, Abdülmuttalib Ümmü Eymen’i azarlayarak Efendimiz hususunda dikkatli olmasını zira onun ileride çok önemli bir kimse olacağını ümid ettiğini söylemişti.[6]
Yine bir keresinde Muhammed aleyhisselam dedesinin kaybolan devesini aramak için evden çıkıp geç kalınca Abdülmuttalib derin bir endişe duymuş, Kâbe’ye giderek torununa kavuşması için Allah’a dua etmiş, nihayet Efendimiz geri döndüğünde ise şöyle demişti: “Yavrucuğum, seni bulamayacağım diye o kadar korktum ki hayatımda hiçbir şeye bu kadar üzülmedim. Bundan sonra ne olursa olsun seni yanımdan ayırmayacağım.”[7]
Mekke’de kıtlık ve kuraklığın hüküm sürdüğü bir mevsimde Kureyşliler yağmur duası için Ebû Kubeys dağına çıkmış, Abdülmuttalib de torunu Muhammed’i omzuna alarak buraya gelmişti. Abdülmuttalib’in samimi bir dille yaptığı duaya Mekkeliler “âmin” demiş ve onlar daha yerlerinden ayrılmadan yağmur yağmaya başlamıştı.[8]
Peygamber Efendimiz sekiz yaşında iken gözünde bir ağrı hissetmiş, dedesi onu tedavi ettirmek amacıyla Taif’e götürmüştü. Efendimizin gözleri burada kendisine verilen ilaç sayesinde iyileşti.[9]
Abdülmuttalib’in Vefatı
Zemzem kuyusunu bulan, Fil ordusunun komutanı Ebrehe’nin karşısında cesaretle duran, kavmini adaletle yöneten Abdülmuttalib, seksen iki yaşında vefat etti.[10] O, vefatı öncesi oğullarını toplamış ve torunu Muhammed’e çok iyi bakmalarını vasiyet etmişti. Efendimiz’in babası Abdullah ile aynı anneden olan Ebû Talib ve Zübeyr, Efendimiz’in bakımını üstlenmek için kura çekti ve Peygamberimiz amcası Ebû Talib’in yanında kaldı. Zaten amcaları arasında Efendimiz’i en çok Ebû Talib seviyordu.[11]
Abdülmuttalib vefat ettiğinde torunu Muhammed, dedesinin divanı yanında içini çeke çeke ağlamış,[12] dedesinin cenazesi ardında yürümüş ve yıllar sonra dedesinin vefatını soranlara o günü hatırladığını ve o zaman sekiz yaşında olduğunu söylemiştir.[13]
Abdülmuttalib, Hacun mezarlığına defnedilmiş; onu çok seven Mekkeliler günlerce yas tutmuşlardır.[14]
Annesinin vefatından sonra sevgili dedesine sığınan Efendimiz iki yıl sonra onu da kaybetmiştir. Allah Resûlü şimdi, öz oğullarından çok yeğenini seven, yeğenini korumak için tüm dünyayı karşısına alan fedakar amcası Ebû Talib’in ve onun muhterem hanımı Fatıma bint Esed’in yanındadır.
Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh’ten rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Vaktiyle doksan dokuz kişiyi öldürmüş bir adam vardı. Bu adam, yeryüzündeki en büyük âlimin kim olduğunu sordu. Ona bir rahibi gösterdiler.
Bu adam rahibe giderek:
- Doksan dokuz adam öldürdüm. Tevbe etsem kabul olur mu? dedi.
Rahip:
- Hayır, kabul olmaz, deyince onu da öldürdü. Böylece öldürdüğü adamların sayısını yüz’e tamamladı. Sonra yine yeryüzündeki en büyük âlimin kim olduğunu sordu. Ona bir âlimi tavsiye ettiler. Onun yanına gitti ve yüz kişiyi öldürdüğünü, tevbesinin kabul edilip edilmeyeceğini sordu.
Âlim:
- Elbette kabul edilir. İnsanla tevbe arasına kim girebilir ki! Sen falan yere git. Orada Allah Teâlâ’ya ibadet eden insanlar var. Sen de onlarla birlikte Allah’a ibadet et. Sakın memleketine dönme. Zira orası fena bir yerdir, dedi.
Adam, denilen yere gitmek üzere yola çıktı. Yolu yarıladığında eceli geldi.
Rahmet melekleriyle azap melekleri o adamı kimin alıp götüreceği konusunda tartışmaya başladılar.
Rahmet melekleri:
- O adam tevbe ederek ve kalbiyle Allah’a yönelerek yola düştü, dediler.
Azap melekleri ise:
- O adam hayatında hiç bir iyilik yapmadı ki, dediler.
Bu sırada insan kılığına girmiş bir melek çıkageldi. Melekler onu aralarında hakem tayin ettiler.
Hakem olan melek:
- Geldiği yerle, gittiği yeri ölçün. Hangisine daha yakınsa adam o tarafa aittir, dedi.
Melekler iki mesafeyi de ölçtüler. Gitmek istediği yerin daha yakın olduğunu gördüler. Bunun üzerine rahmet melekleri onu alıp götürdü.”
(Buharî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46, 47, 48)
Bir adam doksan dokuz kişi öldürmüş, doksan dokuz cana kıymış, doksan dokuz ocak söndürmüş. Kim bilir kaç çocuğu yetim, boynu bükük bırakmış… Sevgiyi, merhameti bilmeyen bu adam; yüzünü görenleri, adını duyanları dehşete düşüren bir ölüm makinesi haline gelmiş. Ama bir gün yaptıklarına pişman olmuş, işlediği suçlardan ötürü duyduğu vicdan azabı, onu bir arayışa mecbur etmiş.
Âlemlerin Rabbi olan Allah, bu kadar vahşi bir katilin yüreğine dahi tevbeyi ve iyi bir insan olma isteğini yerleştirmiş, yani kulundan vazgeçmemiş. O halde hiç kimse umutsuz bir halde, henüz hayattayken cehennemlik olup sonsuza kadar azap çekmeye mecbur edilmiş bir vaziyette değildir. Kulunun tüm yaptıklarına rağmen onu seven, kendisinden af dilemesini isteyen ve merhameti her şeyi aşmış olan yüce bir Mevlası vardır.
O öyle bir Mevla’dır ki kul can çekişinceye, güneş batıdan doğuncaya dek tevbeleri kabul eder. Gündüz günah işleyen kimse için gece boyunca, gece günah işleyen kimse için ise gündüz boyunca rahmet elini açar ve kullarına merhamet eder. Yavrusunu kaybeden bir anne onu bulduğunda ne kadar sevinirse, kulu tevbe ettiğinde Rabbimiz bundan daha çok sevinir. Yeryüzünün en zalim, en aşağılık katilleri için bile tevbe kapısı kapanmış değildir. Cennet için, güzel bir hayat için, mutlu bir son için, eğer nefes alıyorsak hâlâ bir fırsatımız var demektir.
“Ey haddi aşarak kendilerine haksızlık eden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah bütün günahları affeder. O, bağışlayan ve çok merhametli olandır.” (Zümer sûresi, 53)
Vicdanının sesini dinleyen adam yarasına merhem olacak bir adamın, bir âlimin yanına gider ve ona sorar: “Acaba benim için bir kurtuluş var mıdır? Doksan dokuz cana kıymış bir katilin dönüşü, yeniden doğuşu mümkün müdür?”
Âlim ona tevbesinin kabul olmayacağını, doksan dokuz kişiyi öldüren bir kimse için tüm çıkış yollarının kapalı olduğunu söyler. Ümit yoktur, katil olarak yaşayacak, o şekilde ölecek ve cehenneme gidecektir. Duydukları adamı çılgına çevirir, eğer derdinin devası yoksa sayıyı yüze tamamlamanın ne zararı olabilir? Gözünü kırpmadan o âlimi öldürür.
Âlimin kararını vermeden önce biraz düşünmesi, adamı anlayamaya çalışması, hem adamın hem de toplumun durumunu hesap etmesi gerekmez miydi? Verdiği olumsuz kararla cinayet makinesinin çalışmaya devamından başka ne yapmış oldu ki? Üstelik kendi canından da olmadı mı? İnsanların tevbelerinin kabul edilip edilmeyeceğine başka insanlar nasıl ve hangi hakla karar verebilir? Hiç kimse Rabbimize ait yetkileri kullanamaz, cennete ya da cehenneme kimlerin gidebileceğini belirleyemez. Bir âlime düşen insanları uçuruma yuvarlamak değil, onları korumaya çalışmaktır.
Derken adam başka bir âlime gider ve aynı soruyu sorar. Demek ki adam iyi bir insan olabilme hayalinden vazgeçmiş değildir. Fakat bu sefer ki âlimin cevabı başkadır: “Elbette ki senin tevben kabul olur. İnsanla tevbe arasına kim girebilir ki?” İnsanla Rabbi arasına kim girebilir? Rabbinin merhamet edeceği bir kulu onun yolundan kim uzaklaştırabilir?
Fakat tevbenin kabulünün şartları vardır. Kişi Rabbine samimiyetle dönmeli, günah bataklığından uzak durmak da kararlı olmalıdır. Bu ise güzel bir çevre ile mümkündür. Katil dostlarının arasında, ahlaksız bir ortamda, eski kötü günlerini sürekli hatırlayacağı bir yerde bu adam nasıl temiz kalabilir, nasıl salih bir mümin olabilir? Kişi arkadaşının dini üzeredir, öyleyse kiminle arkadaşlık ettiğimiz çok önemlidir. Bu adamın tek kurtuluş yolu hicrettir. Âlim bunu bilmekte ve ona yol göstermektedir: “Sen falan yere git. Orada Allah Teâlâ’ya ibadet eden insanlar var. Sen de onlarla birlikte Allah’a ibadet et. Sakın memleketine dönme. Zira orası fena bir yerdir.”
Eğer gerçek bir mümin olmak hususunda samimi isek, önce bizi Rabbimizden uzaklaştıran şeyleri terk etmeli, sadece Rabbimizin rızasını kazanmak isteyen insanlarla birlikte olmalı, nefsimizden ve onun kötülüklerinden, bize bunları hoş gösterecek arkadaşlardan uzak durmalıyız. Sürekli tevbe etmeli, tevbemizi salih amellerle, yaptığımız ibadetlerle daima güçlü ve diri tutmalıyız.
Bir âlim, bir insanın kurtuluşuna vesile oldu. Sanki bir âlemi diriltmiş oldu. Bir katili, salih ve güzel bir kul olmaya çağırarak yeryüzünün tamamına sahip olmaktan daha büyük bir hayra ulaştı. Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağırdı, kaba ve katı kalpli olmadı, akıbeti pek güzel oldu.
Tevbe eden salih adam Rabbinin rızasını kazanmak için yerini yurdunu terk etti, yollara düştü. Henüz yolun ortasında iken eceli geldi. Belki hiçbir ibadeti, hiçbir iyiliği yoktu ama tertemiz ve Allah için atan bir kalbi vardı. Son nefesini vereceği sırada göğsünün üzerinde salih insanların yurduna bir karış daha yaklaşmak için sürünüyordu. Rahmet melekleri geldi ve onu cennete götürdü.
Asla düzelmeyeceğini düşündüğümüz, bir hayır görmediğimiz, küçük bir hatası sebebiyle sildiğimiz, burun kıvırdığımız, olumsuz yönlerini abartmaya gayret ederek karaladığımız hangi arkadaşımız ya da çevremizdeki hangi şahıs yüz adam öldürdü? Öyleyse biraz daha sabır, biraz daha merhamet.
“Vaktiyle doksan dokuz kişiyi öldürmüş bir adam vardı. Bu adam, yeryüzündeki en büyük âlimin kim olduğunu sordu. Ona bir rahibi gösterdiler.
Bu adam rahibe giderek:
- Doksan dokuz adam öldürdüm. Tevbe etsem kabul olur mu? dedi.
Rahip:
- Hayır, kabul olmaz, deyince onu da öldürdü. Böylece öldürdüğü adamların sayısını yüz’e tamamladı. Sonra yine yeryüzündeki en büyük âlimin kim olduğunu sordu. Ona bir âlimi tavsiye ettiler. Onun yanına gitti ve yüz kişiyi öldürdüğünü, tevbesinin kabul edilip edilmeyeceğini sordu.
Âlim:
- Elbette kabul edilir. İnsanla tevbe arasına kim girebilir ki! Sen falan yere git. Orada Allah Teâlâ’ya ibadet eden insanlar var. Sen de onlarla birlikte Allah’a ibadet et. Sakın memleketine dönme. Zira orası fena bir yerdir, dedi.
Adam, denilen yere gitmek üzere yola çıktı. Yolu yarıladığında eceli geldi.
Rahmet melekleriyle azap melekleri o adamı kimin alıp götüreceği konusunda tartışmaya başladılar.
Rahmet melekleri:
- O adam tevbe ederek ve kalbiyle Allah’a yönelerek yola düştü, dediler.
Azap melekleri ise:
- O adam hayatında hiç bir iyilik yapmadı ki, dediler.
Bu sırada insan kılığına girmiş bir melek çıkageldi. Melekler onu aralarında hakem tayin ettiler.
Hakem olan melek:
- Geldiği yerle, gittiği yeri ölçün. Hangisine daha yakınsa adam o tarafa aittir, dedi.
Melekler iki mesafeyi de ölçtüler. Gitmek istediği yerin daha yakın olduğunu gördüler. Bunun üzerine rahmet melekleri onu alıp götürdü.”
(Buharî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46, 47, 48)
Bir adam doksan dokuz kişi öldürmüş, doksan dokuz cana kıymış, doksan dokuz ocak söndürmüş. Kim bilir kaç çocuğu yetim, boynu bükük bırakmış… Sevgiyi, merhameti bilmeyen bu adam; yüzünü görenleri, adını duyanları dehşete düşüren bir ölüm makinesi haline gelmiş. Ama bir gün yaptıklarına pişman olmuş, işlediği suçlardan ötürü duyduğu vicdan azabı, onu bir arayışa mecbur etmiş.
Âlemlerin Rabbi olan Allah, bu kadar vahşi bir katilin yüreğine dahi tevbeyi ve iyi bir insan olma isteğini yerleştirmiş, yani kulundan vazgeçmemiş. O halde hiç kimse umutsuz bir halde, henüz hayattayken cehennemlik olup sonsuza kadar azap çekmeye mecbur edilmiş bir vaziyette değildir. Kulunun tüm yaptıklarına rağmen onu seven, kendisinden af dilemesini isteyen ve merhameti her şeyi aşmış olan yüce bir Mevlası vardır.
O öyle bir Mevla’dır ki kul can çekişinceye, güneş batıdan doğuncaya dek tevbeleri kabul eder. Gündüz günah işleyen kimse için gece boyunca, gece günah işleyen kimse için ise gündüz boyunca rahmet elini açar ve kullarına merhamet eder. Yavrusunu kaybeden bir anne onu bulduğunda ne kadar sevinirse, kulu tevbe ettiğinde Rabbimiz bundan daha çok sevinir. Yeryüzünün en zalim, en aşağılık katilleri için bile tevbe kapısı kapanmış değildir. Cennet için, güzel bir hayat için, mutlu bir son için, eğer nefes alıyorsak hâlâ bir fırsatımız var demektir.
“Ey haddi aşarak kendilerine haksızlık eden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah bütün günahları affeder. O, bağışlayan ve çok merhametli olandır.” (Zümer sûresi, 53)
Vicdanının sesini dinleyen adam yarasına merhem olacak bir adamın, bir âlimin yanına gider ve ona sorar: “Acaba benim için bir kurtuluş var mıdır? Doksan dokuz cana kıymış bir katilin dönüşü, yeniden doğuşu mümkün müdür?”
Âlim ona tevbesinin kabul olmayacağını, doksan dokuz kişiyi öldüren bir kimse için tüm çıkış yollarının kapalı olduğunu söyler. Ümit yoktur, katil olarak yaşayacak, o şekilde ölecek ve cehenneme gidecektir. Duydukları adamı çılgına çevirir, eğer derdinin devası yoksa sayıyı yüze tamamlamanın ne zararı olabilir? Gözünü kırpmadan o âlimi öldürür.
Âlimin kararını vermeden önce biraz düşünmesi, adamı anlayamaya çalışması, hem adamın hem de toplumun durumunu hesap etmesi gerekmez miydi? Verdiği olumsuz kararla cinayet makinesinin çalışmaya devamından başka ne yapmış oldu ki? Üstelik kendi canından da olmadı mı? İnsanların tevbelerinin kabul edilip edilmeyeceğine başka insanlar nasıl ve hangi hakla karar verebilir? Hiç kimse Rabbimize ait yetkileri kullanamaz, cennete ya da cehenneme kimlerin gidebileceğini belirleyemez. Bir âlime düşen insanları uçuruma yuvarlamak değil, onları korumaya çalışmaktır.
Derken adam başka bir âlime gider ve aynı soruyu sorar. Demek ki adam iyi bir insan olabilme hayalinden vazgeçmiş değildir. Fakat bu sefer ki âlimin cevabı başkadır: “Elbette ki senin tevben kabul olur. İnsanla tevbe arasına kim girebilir ki?” İnsanla Rabbi arasına kim girebilir? Rabbinin merhamet edeceği bir kulu onun yolundan kim uzaklaştırabilir?
Fakat tevbenin kabulünün şartları vardır. Kişi Rabbine samimiyetle dönmeli, günah bataklığından uzak durmak da kararlı olmalıdır. Bu ise güzel bir çevre ile mümkündür. Katil dostlarının arasında, ahlaksız bir ortamda, eski kötü günlerini sürekli hatırlayacağı bir yerde bu adam nasıl temiz kalabilir, nasıl salih bir mümin olabilir? Kişi arkadaşının dini üzeredir, öyleyse kiminle arkadaşlık ettiğimiz çok önemlidir. Bu adamın tek kurtuluş yolu hicrettir. Âlim bunu bilmekte ve ona yol göstermektedir: “Sen falan yere git. Orada Allah Teâlâ’ya ibadet eden insanlar var. Sen de onlarla birlikte Allah’a ibadet et. Sakın memleketine dönme. Zira orası fena bir yerdir.”
Eğer gerçek bir mümin olmak hususunda samimi isek, önce bizi Rabbimizden uzaklaştıran şeyleri terk etmeli, sadece Rabbimizin rızasını kazanmak isteyen insanlarla birlikte olmalı, nefsimizden ve onun kötülüklerinden, bize bunları hoş gösterecek arkadaşlardan uzak durmalıyız. Sürekli tevbe etmeli, tevbemizi salih amellerle, yaptığımız ibadetlerle daima güçlü ve diri tutmalıyız.
Bir âlim, bir insanın kurtuluşuna vesile oldu. Sanki bir âlemi diriltmiş oldu. Bir katili, salih ve güzel bir kul olmaya çağırarak yeryüzünün tamamına sahip olmaktan daha büyük bir hayra ulaştı. Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağırdı, kaba ve katı kalpli olmadı, akıbeti pek güzel oldu.
Tevbe eden salih adam Rabbinin rızasını kazanmak için yerini yurdunu terk etti, yollara düştü. Henüz yolun ortasında iken eceli geldi. Belki hiçbir ibadeti, hiçbir iyiliği yoktu ama tertemiz ve Allah için atan bir kalbi vardı. Son nefesini vereceği sırada göğsünün üzerinde salih insanların yurduna bir karış daha yaklaşmak için sürünüyordu. Rahmet melekleri geldi ve onu cennete götürdü.
Asla düzelmeyeceğini düşündüğümüz, bir hayır görmediğimiz, küçük bir hatası sebebiyle sildiğimiz, burun kıvırdığımız, olumsuz yönlerini abartmaya gayret ederek karaladığımız hangi arkadaşımız ya da çevremizdeki hangi şahıs yüz adam öldürdü? Öyleyse biraz daha sabır, biraz daha merhamet.
_______________________________________
Peygamberimizin Veda Hutbesi
_______________________________________
"Ey insanlar! " Sözümü iyi dinleyiniz! Biliyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım.
"İnsanlar! bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl
mukaddes ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl bir mübarek şehir ise,
canlarınız, mallarınız, namuslarınızda öyle mukaddestir, her türlü
tecavüzden korunmuştur.
"Ashabım! Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. Oda sizi yaptıklarınızdan
dolayı sorguya çekecektir. Sakin benden sonra eski sapıklıklara
dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız!Bu vasiyetimi burada
bulunanlar bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki burada bulunan kimse,
bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur.
"Ashabım! "Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine
versin.biliniz ki faizin her çeşidi kaldırılmıştır.Allah böyle
hükmetmiştir.İlk kaldırdığım faizde Abdulmuttalibin oğlu (amcam)abbasın
faizidir.lakin ana paranız size aittir.ne zulmediniz nede zulme
uğrayınız.
"Ashabım! "Dikkat ediniz, cahiliyeden kalma bütün adetler
kaldırılmıştır, ayağımın altındadır.cahiliye devrinde güdülen kan
davalarda tamamen kaldırılmıştır.Kaldırdığım ilk kan davası
Abdulmuttalibin torunu İlyas bin Rabia’nın kan davasıdır.
"Ey insanlar! "Muhakkak ki şeytan şu toprağınızda kendisine tapınmaktan
tamamen ümidini kesmiştir.Fakat siz bunun dışında ufak tefek
işlerinizde ona uyarsınız bu da onu memnun edecektir.Dinimizi korumak
için bunlardan da sakınınız.
"Ey insanlar! "Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allahtan
korkmanızı tavsiye ederim.Siz kadınları Allahın emaneti olarak aldınız
ve onların namusunu kendinize Allahın emri ile helal kıldınız. Sizin
kadınlar üzerinde hakkınız, kadınlarında sizin üzerinizde hakkı vardır.
Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız yatağınızı hiç kimseye
çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evinize
almamalarıdır.Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize
alırsa Allah size onları yatakların yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa
hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir.kadınlarında sizin
üzerinizdeki hakları, meşru örf ve adete göre yiyecek ve giyeceklerini
temin etmenizdir.
"Ey müminler! "Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça
yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler Allahın kitabı Kur an-ı Kerim ve
Peygamberinin sünnetidir.
"Müminler! "Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz. Müslüman müslümanın
kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslüman
kardeşinin kanıda, malıda helal olmaz.Fakat malını gönül hoşluğu ile
vermişse o başkadır.
"Ey insanlar! "Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir.Her
insanın mirastan hissesi ayrılmıştır. mirasçıya vasiyet etmeye lüzum
yoktur.Çocuk kimin döşeğinde doğmuş ise ona aittir.Zina eden kimse için
mahrumiyet vardır.Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz yahut
efendisinden başkasına intisaba kalkan köle Allahın meleklerinin ve
bütün insanların lanetine uğrasın.Cenab-ı hakk bu gibi insanların ne
tevbelerini nede adalet ve şehadetlerini kabul eder.
"Ey insanlar! "Rabbiniz birdir. Babanızda birdir. Hepiniz Ademin
çocuklarısınız. Adem ise topraktandır.Arabın arab olmayana arab
olmayanında arab üzerine üstünlüğü olmadığı gibi kırmızı tenlinin
siyah üzerine siyahında kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü
yoktur.Üstünlük ancak takvada, Allahtan korkmaktadır. Allah yanında en
kıymetli olanınız Ondan en çok korkanınızdır. "Azası kesik siyahi bir
köle başınıza amir olarak tayin edilse sizi Allahın kitabı ile idare
ederse onu dinleyiniz ve itaat ediniz. "Suçlu kendi suçundan başkası
ile suçlanamaz. Baba oğlunun suçu üzerine oğlu da babasının suçu
üzerine suçlanamaz. "Dikkat ediniz!şu dört şeyi kesinlikle
yapmayacaksınız:Allaha hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız.Allahın haram
ve dokunulmaz kıldığı cani haksiz yere öldürmeyeceksiniz.Hırsızlık
yapmayacaksınız. İnsanlar "la ilahe illallah" deyinceye kadar onlarla
cihad etmek üzere emr olundum.Onlar bunu söyledikleri zaman kanlarını ve
mallarını korumuş olurlar. Hesapları ise Allaha aittir.
"İnsanlar! "Yarin beni sizden soracaklar ne diyeceksiniz?
Sahabe-i kiram hep birden şöyle dediler;
"Allah’ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine
getirdiniz,bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz,diye şehadet ederiz".
Bunun üzerine Resul''i Ekrem Efendimiz şehadet parmağını kaldırdı, sonrada cemaatin üzerine çevirip indirdi ve şöyle buyurdu;
"Şahid ol Yarab! Şahid ol yarab! Şahid ol yarab!"
_______________________________________
Hz. Muhammed(sav) efendimizin insanlara son mesajıdır. 8 mart 632
senesinde, cuma günü zevalden sonra kasva adlı devesi üzerinde 140.000
müslümana irad edilmiş bir hutbe'dir.
VEDA HUTBE'SİNİN ÖNEMİ NEDİR?
Bütün müslümanlar kardeştir.
Hiçkimsenin bir başka kişiye zarar verme hakkı yoktur.
Herkesin can, mal ve namusu korunmalıdır.
Bütün borçlar iade edilmelidir.
Kan davasını ve adaleti şahsen yerine getirmek yasaktır.
Kadınlar erkeklerin hayat arkadaşlarıdır bu sebeple onlara iyi muamele edilmesi emredilmiştir.
Kadınlarında erkekler gibi mal ve mülke şahsi tasarruf hakları olduğu öngörülmüştür.
İnsanların hiçbir ayrım gözetilmeksizin eşit oldukları belirtilmiştir.
Aile ve toplum hayatına zarar veren davranışlar yasaklanmıştır.
Kuran-ı Kerim'in insanlara emanet olarak bırakıldığı ve ona sımsıkı sarılınması gerektiği belirtilmiştir.
Bir yıl on iki ay olarak tespit edilmiştir.
Mekke ve çevresinin kutsal yerler olduğu saptan
_______________________________________
Kar©glan
Başağaçlı Raşit Tunca
Schrems, 08 Mart 2015 Çarşamba
Original Kar © glan
RAŞiT TUNCA
BAŞAĞAÇLI RAŞiT TUNCA


FORUMUMUZDA
Dini Bilgiler...
Kültürel Bilgiler...
PNG&JPG&GiF Resimler...
Biyografiler...
Tasavvufi Vaaz Sohbetler...
Peygamberler Tarihi...
Siyeri Nebi
PSP&PSD Grafik
ALLAH
BAYRAK

Radyo Karoglan
Foruma Misafir Olarak Gir
Forumda Neler Var


GALATASARAY
FENERBAHÇE
BEŞiKTAŞ
TRABZONSPOR
MiLLi TAKIM
ETKiNLiKLERiMiZ