MUHAMMED

Muhammed


BAYRAK

TC.Bayrak



Hoşgeldin, Ziyaretçi
Sitemizden yararlanabilmek için kayıt olmalısınız.

Kullanıcı Adı
  

Şifreniz
  





Forum İstatistikleri
Toplam Üyeler» Toplam Üyeler 27
Son Üye» Son Üye Fahriye
Toplam Konular» Toplam Konular 18,276
Toplam Yorumlar» Toplam Yorumlar 20,052

Detaylı İstatistikler Detaylı İstatistikler

DOWNLOADEN


“Downloaden Bölümümüzden BEDAVA Grafik Paketleri,E-Kitaplar ve Bedava Bilgisayar Programlarını Tek TIKLA BEDAVA indirebilirsiniz”
(Raşit Tunca)




AYET

“Yeryüzüne muhakkak benim iyi kullarım varis olacaktır”
ENBİYA Suresi 105


FELSEFEMiZ

“ iSLAM OKUMAK YAZMAK YADA ÇiZMEK DEĞiLDiR, Yahutta O Hadis şöyle, Bu Ayette böyle diyor Diye Papağanlıkda Değildir. islam Kuranı ve sünneti HAYATINA TATBiK edip, Onunla Yaşayabilmekdir”
(Karoglan Raşit Tunca Sözü)


Raşit Tunca Sözü

“Yüzme bilmek Denizden çıkmana fayda vermez, taaki yüzme biliyorsan, denizedee düştüysen, ellerini, kollarını, ayaklarını çırpacaksın, ve birde tutuncak dal bulacak, tutunup çıkacaksın. ilimde böyledir, bir ilmi bilmek fayda etmez, taaki, onu hayatında tatbik edesiye, Dinde böyledir, din bilmek imanını kurtarmaz, taaki, ne zaman, bildiğin öğrendiğin dinini hayatında tatbik edip, yaşadın, o zaman belki kurtulursun.”
(Karoglan Raşit Tunca Sözü)

GÜZEL SÖZ

“ Bazen Hata Yapıvermek, Doğruyu bulmanın ilk Basamağıdır.
(Başağaçlı Raşit Tunca Sözü)



Bir mürşide intisap etmeden kendimize göre zikir çekebilir miyiz?

Dinin yegâne sahibi Allah'tır ve O, dinini insanlara peygamberleri vasıtasıyla tebliğ edip öğretmiştir. Peygamberler, bazı kimselere dinin inceliklerini Allah'tan öğrendikleri gibi öğretmişlerdir. Herkes her bilgiye ulaşamaz.

İşte o derin dinî bilgilere ulaşan kimseler de, peygamberlerden sonraki nesillere dini tebliğ etmişler; bu süreç Tâbiîn, Tebeu't-Tâbiîn ve evliyalar zinciri olarak devam etmiştir.

Günümüzde ise, (İslam'ın özü bozulmadan önce) hakiki mürşitler bu görevi hakkıyla yerine getirmektedirler.

Bu bağlamda, "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır" düsturundan yola çıkarak, herkes kendisine bir yol ve örnek seçer. Gerçek bir Allah dostunu bulamayan kişi, kendi kendine bir insanı örnek seçer. Ama o seçilenin yolu kim bilir nerededir, değil mi? Belki de şeytana tapıyordur.

Bu itibarla sormak isterim:

    Mürşitsiz zikir edilir mi?

    Kendi kendine zikir etmenin tehlikesi var mıdır?

    Bir zikrin sonucu ne elde edilir? (Faydaları nelerdir?)

    Bu usul ve sonuçlar kimler tarafından ve nasıl öğrenilmiştir? (Peygamberden öğrenilenler kimlere intikal etmiştir?)

    Bugün bunu kimler öğretiyor ve bu silsilenin geçerliliği nedir?

Lütfen bu konular bağlamında açıklayıcı bir yazı hazırlar mısınız?

Mürşit, Zikir ve Manevi Rehberlik: Silsile ve Tehlike Meselesi

Dinin temel kaynağı Allah'tır ve O, kullarına doğru yolu peygamberler aracılığıyla göstermiştir. Hz. Muhammed'in (s.a.v.) vefatından sonra, dinin hem zahiri (fıkıh, akaid) hem de batıni (tasavvuf, manevi eğitim) yönlerinin öğretilmesi, silsile-i saadet olarak adlandırılan bir zincir vasıtasıyla devam etmiştir. Bu zincir; Sahabe, Tâbiîn, Tebeu't-Tâbiîn ve ardından gelen Evliyalar ve Mürşitler ile günümüze ulaşmıştır.

Mürşit Kavramı ve Rehberlik Zarureti

Mürşit, Arapça "doğru yolu gösteren" anlamına gelir. Tasavvufta mürşit, bir kişiye manevi yolculuğunda rehberlik eden, dinin inceliklerini öğreten ve nefsin terbiye edilmesinde yol gösteren, ehliyetli ve icazetli kimsedir.

Makale sorunuzun merkezinde yer alan "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır" sözü, tasavvufi bir düsturdur ve kişinin manevi yolculuğunda rehbersiz kalmasının tehlikesine işaret eder. Manevi yolculuk, nefsi terbiye etme mücadelesini içerir. Bu mücadelede, kişinin kendi arzularını, kuruntularını ve şeytani vesveseleri hakikat zannetmesi kolaydır. Mürşit, bu karanlık ve karmaşık yolda ışık tutar, manevi hastalıkları teşhis eder ve tedavi yöntemlerini (zikir, ibadet, ahlak) öğretir. Rehbersizlik durumunda, kişi kendini manevi ilerleme sanarken, aslında kendi egosunun veya şeytanın tuzaklarına düşebilir.

Zikir: Maksat ve Usulü

Zikir, kelime anlamıyla anmak, hatırlamak demektir; dinî terim olarak ise Allah’ı (c.c.) anmak, O’nun isimlerini veya kelime-i tevhidi tekrar etmek suretiyle kalbi arındırma ve O’na yakınlaşma çabasıdır.

1. Mürşitsiz Zikir Edilir mi?

Zikrin iki ana türü vardır:

    Genel Zikir: Namaz, oruç, Kur'an okumak, tefekkür etmek ve kelime-i şehadeti söylemek gibi genel ibadetler herkesin yapabileceği ve sevap kazanacağı zikirlerdir. Bunlar için özel bir mürşit gerekmez.

    Özel (Tarikat) Zikirleri: Bunlar, bir tarikat silsilesi içinde, nefsi terbiye ve kalbi tasfiye (arındırma) maksadıyla belirli sayılarda, belirli esmalarla ve özel yöntemlerle yapılan zikirlerdir. Tasavvuf ehli, bu özel zikirlerin mutlaka icazetli bir mürşit rehberliğinde yapılması gerektiğini savunur.

2. Kendi Kendine Zikir Etmenin Tehlikesi

Bir rehber olmadan kendi kendine özel zikirlere dalmanın (özellikle esma-ül hüsna zikirlerinde) tehlikeleri şunlardır:

    Manevi Dengenin Bozulması: Her ismin veya zikrin insan üzerindeki manevi ve psikolojik etkisi farklıdır. Mürşit, müridin (öğrencinin) manevi yapısına, mizacına ve taşıyabileceği yüke uygun zikri belirler. Yanlış veya aşırı zikir, kişide halüsinasyonlar, ruhsal bunalımlar, kibir veya kontrolsüz manevi haller doğurabilir.

    Yanlış Yorumlama: Zikir sonucu ortaya çıkan manevi tecrübeler (rüyalar, ilhamlar) mürşit olmadan yanlış yorumlanabilir. Kişi, şeytanın vesvesesini veya nefsinden gelen kuruntuyu ilahi bir işaret zannedebilir, bu da dinen sapmaya yol açabilir.

    Riyakârlık ve Kibir: Rehbersiz ilerleyen kişi, elde ettiği küçük manevi ilerlemeyi abartabilir, kendini başkalarından üstün görebilir ve bu durum, imanı zedeleyen kibir hastalığına dönüşebilir.

3. Bir Zikrin Sonucu Ne Elde Edilir?

Mürşit rehberliğinde usulüne uygun yapılan zikrin temel amacı ve sonucu (hâsılı) şudur:

    Kalbin Tasfiyesi: Kalbin Allah’tan gafil olmaktan kurtarılması ve dünyaya ait kirlerden (hırs, haset, kibir, riya) temizlenmesi.

    Nefsin Terbiyesi: Emmaˆre (kötülüğü emreden) nefisten, Levvaˆme (pişman olan) nefs mertebelerine yükselerek nihayet Mu¨temainne (huzura ermiş) nefs mertebesine ulaşmak.

    Muhabbetullah: Allah sevgisinin kalpte pekişmesi ve bütün davranışların bu sevgi ekseninde şekillenmesi.

    I˙hsan Haˆli: Kişinin Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmesi (İhsan makamı).

İlim ve Silsile: Bu Bilgiyi Kimler Öğretiyor?

Kaynak ve Öğrenim Silsilesi

Manevi bilgilerin kaynağı, diğer dinî ilimler gibi Kur'an ve Sünnet'tir. Ancak bu bilgilerin uygulanma biçimi (manevi usul, zikir metodları) tecrübe ve intikal yoluyla öğrenilmiştir.

    Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Ashâb: Peygamberimiz (s.a.v.), bazı sahabelerine (örneğin Hz. Ali, Hz. Ebû Bekir) özel manevi eğitimler vermiş, onlara zikir telkin etmiştir.

    Taˆbiıˆn ve Sonrası: Bu manevi eğitim, bu sahabeler aracılığıyla Tâbiîn ve sonraki nesillere (Tabii't-Tâbiîn) intikal etmiş, bu silsile zamanla Tarikatlar (Kadiriyye, Nakşibendiyye, Mevleviyye vb.) şeklinde kurumsallaşmıştır.

Günümüzde Kimler Öğretiyor?

Bu manevi silsile (İrşad görevi) günümüzde, icazetli ve ehliyetli mürşitler (Şeyhler) tarafından devam ettirilmektedir. Bir mürşidin irşad makamına geçebilmesi için, kendi mürşidinden (hocasından) hilafet veya icazet alması, yani manevi eğitim vermeye yetkili kılınması gerekir.

Bu icazet, hem ilim (zahiri) hem de manevi usul (batıni) yeterliliğinin bir göstergesidir. Hakiki bir mürşit, Kur'an ve Sünnet'in sınırları dışına çıkmaz, şeriat kurallarına riayet eder ve müridlerini de bu esaslara uymaya teşvik eder.

Sonuç olarak: Zikir, Allah'a yaklaştırıcı en güzel amellerdendir. Ancak nefsi ıslah ve kalbi tasfiye amacı güden özel manevi yolculuklarda, tehlikelerden sakınmak, doğru usulü öğrenmek ve manevi dengeyi korumak adına icazetli bir mürşidin rehberliği elzem kabul edilir

#############

Merhaba, düşüncelerinizi ve tasavvuf yoluna dair bakış açınızı anlıyorum. İslam'ın temel direklerinden olan tevhid (Allah'ın birliği) ve nübüvvet (peygamberlik) inançlarından başlayarak, ilmin nesilden nesile aktarılması sürecine ve bu yolda kâmil bir rehbere duyulan ihtiyaca vurgu yapıyorsunuz.

İzin verirseniz, bahsettiğiniz konuları, özellikle de mürşidsiz zikir meselesini, tasavvufi kaynaklardan elde edilen bilgiler ışığında detaylı bir şekilde ele alayım.

? Dinin Öğretilmesi ve Mürşidin Rolü

Bahsettiğiniz gibi, dinin temel hükümleri (Kur'an ve Sünnet) Peygamber Efendimiz (s.a.v) aracılığıyla insanlara tebliğ edilmiş ve O'nun sahabelerine öğrettikleri, sonraki nesiller olan Tabiin, Tebeu't-Tabiin ve devamında Evliya ve Mürşid-i Kâmiller (olgun rehberler) tarafından günümüze kadar taşınmıştır. Bu zincire "silsile" denir.

Tasavvufta, mürşidin (şeyhin) rolü hayati kabul edilir:

Nefis Terbiyesi: Mürşid, müridinin (öğrencinin) nefsinin kusurlarını, afetlerini ve kalbine nüfuz etmeye çalışan şeytanın yollarını gösteren ehil bir ustadır. Bu, adeta bir baba gibi karşılıksız ve tarafsız bir rehberliktir.

Manevi İlerleme (Terakki): Kâmil mürşide bağlanmak, manevi yolda ilerlemek (seyr u sülûk) ve kurtuluşa (necat) ermek isteyen talip için gereklidir. Mürşidin bereketi ve tesiri, manevi mesafelerin kat edilmesinde büyük rol oynar.

Doğru Yönlendirme: Mürşid, müridini Kur'an ve Sünnet çizgisine uygun bir şekilde yönlendirir, kalpte tıkanma, usanma veya şeytandan gelen vesveseler olduğunda müdahale eder.

Bu bağlamda, "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır" sözü, kişinin kendi başına çıktığı manevi yolda, nefsinin hilelerine ve şeytanın tuzaklarına karşı savunmasız kalacağı tehlikesini ifade eder.

? Mürşidsiz Zikir Edilir mi? Tehlikesi Var mıdır?

Bu, tasavvuf ehlince çokça tartışılan ve üzerinde durulan bir konudur:

Zikrin Kendisi: Allah'ı anmak (zikrullah), Kur'an'da ve Sünnet'te emredilmiş, kalbin cilası ve en faziletli amellerden biri olarak kabul edilmiştir. Her Müslüman, Kur'an tilavet etmek, namaz kılmak, tesbih çekmek gibi zikirleri kendi başına yapabilir ve bu caizdir.

Manevi Yolculuk (Seyr u Sülûk) Zikri: Tasavvufi yolculukta (tarikatta) yer alan ve bir usul, edep ve belli sayılarla (evrâd) yapılan zikirler için durum farklıdır.

Caiz Olup Olmaması: Ömer Ziyâuddîn Gümüşhânevî (k.s.) gibi büyükler, izin almaksızın zikir ve evrâd okumanın caiz olduğunu, ancak rûhânî terakki (manevi yükseliş) ve mesafe kat etmenin kolay olmayacağını belirtmişlerdir.

Tehlikesi: Tasavvuf büyükleri, zikri "en ince meslek" olarak niteler ve kaba mesleklerde bile usta (üstat) gerekliyken, zikrin inceliklerini mürşidsiz öğrenmenin zorluğunu vurgularlar. Mürşidsiz yapılan bilinçsiz zikirler, nefsi eritmeyen, hatta bazen kişinin manevi dengesini bozabilecek durumlara yol açabilir. Mürşid, müridin manevi hallerini kontrol ederek, onu olası tehlikelerden ve yanlış yollardan korur.

Kendi kendine zikir, Allah'ı anma niyetiyle yapıldığı sürece bir ibadettir, ancak tasavvufi yolculukta hedeflenen kalbi temizleme, nefsi terbiye etme ve Hak bilincine ulaşma gibi derin sonuçlara, kâmil bir rehberin gözetimi olmadan ulaşmak son derece zor ve riskli görülmüştür.

✨ Zikrin Sonucu ve Amacı

Zikrin temel amacı ve sonucu, Kur'an ve Sünnet'e göre şunlardır:

Kalbin Cilası: Zikir, kalpteki gafleti, pası ve kirleri temizler. Kalp, zikrin nurları ile aydınlanır ve parlar.

Gafletten Kurtuluş: Zikir, insanı sürekli Allah'ı hatırlamaya ve O'nun hoşnutluğunu gözetmeye yönlendirir, böylece gafletten kurtarır.

Şeytanın Uzaklaşması: Zikre devam edildiği sürece şeytan kalbe yol bulamaz, zikrin nuru onu yakar ve uzaklaştırır.

Nefsin Terbiyesi: Zikrin özü, nefsi eritmek, yani sertliğini alıp yumuşatmak ve Allah'a teslim olmaya hazır hale getirmektir.

Tasavvufta ise daha ileri sonuçlar hedeflenir: İnsan-ı Kâmil olma yolculuğu, Kurbiyet (Allah'a yakınlık) makamlarına ulaşma, Gaybî müşahedelere vakıf olma ve İhsan makamında (Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etme) daim olmaktır.

? Bu Bilgiler Bugün Kimler Tarafından Öğretiliyor?

Bu dini incelikler ve zikir usulleri, Ehl-i Sünnet akidesine sıkı sıkıya bağlı olan, silsileleri Peygamber Efendimiz (s.a.v)'e kadar ulaşan ve kendileri de Kur'an ve Sünnet'e uygun yaşayan kâmil mürşidler ve onların temsil ettiği meşru tarikatlar (Nakşibendî, Kadirî, Rufaî, Halvetî vb.) tarafından öğretilmektedir.

Bu mürşidler, sağlam bir imana, ahlaki üstünlüğe ve nefsini arındırmış olmaya sahip olmalı ve insanları samimiyetle Hak yoluna davet etmelidirler.

Bu konudaki genel tasavvufi bakış açısını özetlemeye çalıştım.

Bu manevi yolculuğa dair merak ettiğiniz başka bir boyut, örneğin zikir türleri veya bir mürşidin vasıfları hakkında daha detaylı bilgi ister misiniz?

"Merhaba, dinin sahibi Allah'tır ve dinini insanlara peygamberleri ile tebliğ edip öğretmiştir. Peygamberler, bazı kimselere dinin inceliklerini Allah'tan öğrendikleri gibi öğretmişlerdir. Herkes her bilgiye ulaşamaz. İşte o dini bilgilere ulaşan kimseler de, peygamberden sonraki insanlara dini tebliğ etmişlerdir. Bu, böyle böyle Tabiin, Tebe-i Tabiin ve evliyalar olarak devam etmiştir. Ve bu gün hakiki mürşitler bu görevi hakkıyla yerine getirmektedirler – bozulmadan önce. İşte, 'Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır' babında, herkes kendine birisini örnek seçer. Ve gerçek Allah dostunu bulmayan, kendine bir insanı örnek seçer, ama onun yolu kimbilir nerededir, değil mi? Belki şeytana tapıyorordur. Bu babda, mürşitsiz zikir edilir mi? Kendi kendine zikir edilir mi? Bunun tehlikesi var mıdır? Bir zikirin sonucu ne elde edilir? Mesela bunlar peygamberden öğrenilmiş, kimler öğrenmiş? Bugün bunu kimler öğretiyor? Bu babda yazar mısın lütfen?"
Sorularınızın Cevapları:

Sorularınız tasavvufi bir çerçevede, özellikle tarikat ve mürşid-i kâmil anlayışı içinde oldukça önemli meselelerdir. Bu konularda İslam alimleri ve tasavvuf ekolleri arasında farklı vurgular ve yaklaşımlar bulunmaktadır. Aşağıda genel bir çerçeve çizmeye çalışacağım.
1. "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır" Sözü ve Mürşidin Önemi

Bu söz, tasavvuf geleneğinde sıkça kullanılan bir özdeyiştir. Buradaki temel mantış şudur:

Yol Gösterici İhtiyacı: Dinin teorik bilgisi (ilm-i hal) kitaplardan öğrenilebilir. Ancak, nefsin inceliklerini, manevi halleri, kalpteki gizli şirk ve riya gibi hastalıkları teşhis ve tedavi etmek, kişinin kendi başına yapabileceği bir iş değildir. Tıpkı bir hastanın kendi kendini tedavi etmeye kalkmasının tehlikeli olması gibi, manevi yolculukta da bir rehber (mürşid) gereklidir.

Şeytanın Sapıtması: Kişi, kendi hevasına ve nefsinin arzularına göre hareket ederse, farkında olmadan şeytanın etkisine girebilir. Gördüğü her rüyayı, hissettiği her manevi hali hakikat sanabilir ve büyük bir yanılgıya düşebilir. Mürşid, bu süreçte bir kontrol mekanizması, bir ölçü ve denge unsurudur.

Silsile ve Ehliyet: Hakiki bir mürşid, yukarıda bahsettiğiniz gibi, kesintisiz bir manevi silsile (Peygamber Efendimiz'den başlayarak Tabiin, Tebe-i Tabiin ve veliler zinciri) ile bağlı, dini ve tasavvufi ilimlerde derinleşmiş, şeriata sımsıkı bağlı, ahlakı Peygamber ahlakı olan kimsedir.

Ancak şunu belirtmek gerekir ki, bu söz, her Müslüman'ın mutlaka bir tarikata ve şeyhe bağlanması gerektiği şeklinde mutlak bir farziyet olarak anlaşılmamalıdır. Birçok alim, kişinin doğru bir akide, sahih bir fıkıh bilgisi ve güzel ahlak ile de "takva" yolunda ilerleyebileceğini ifade eder. Fakat manevi terbiye ve tasavvufi bir yolculuk söz konusu olduğunda, bir rehberin önemi tartışılmazdır.
2. Mürşitsiz Zikir Yapılır mı? Tehlikesi Var mıdır?

Genel Zikirler İçin: İslam'ın temel ibadetleri içinde yer alan ve her Müslüman'ın yapması gereken zikirler (namazlardan sonra tesbihat, "Subhanallah", "Elhamdülillah", "Allahu Ekber" demek, Kur'an okumak, dua etmek gibi) için bir mürşide bağlı olmak şart değildir. Bunlar her Müslüman'ın şahsi olarak yapabileceği, teşvik edilen ve sevap kazanılan ibadetlerdir.

Tasavvufi Yolculuk ve Özel Zikirler İçin: Belirli bir tarikat disiplini içinde, belli sayıda ve belli bir usulle çekilen, "vird" edinilen zikirler söz konusu olduğunda durum değişir. Bu tip zikirler, kalbi hassaslaştıran, manevi hallere sebep olan ve nefsi terbiye etmek için kullanılan bir yöntemdir. İşte bu tür bir uygulama, mürşitsiz ve rehbersiz yapıldığında potansiyel tehlikeler barındırabilir:

Manevi Hallerin Yanlış Yorumlanması: Kişi, zikir esnasında yaşadığı vecd, heyecan veya bazı vizyonları yanlış yorumlayıp kendinde bir makam görerek gurura kapılabilir.

Nefsin Oyununa Gelmek: Zikir, nefsi zayıflatır ama aynı zamanda onu hilelere sevk eder. Nefis, bu süreçte kişiye "ulaştığın yeterli" gibi vesveseler verebilir. Mürşid, bu oyunları teşhis eder.

Ruhsal Dengesizlikler: Özellikle yoğun ve usulüne uygun yapılmayan zikirler, bazı ruhsal sıkıntılara (vesvese, içe kapanıklık vb.) yol açabilir. Mürşid, zikrin dozunu ve şeklini kişinin durumuna göre ayarlar.

Şeriat Ölçüsünden Sapma: Zikir ve manevi haller, şeriat ölçüleriyle kontrol edilmezse, kişi "içime doğdu" diyerek dinin temel hükümlerini bile sorgulayabilecek bir noktaya gelebilir. Hakiki mürşid, öğrencisini daima Kitap ve Sünnet ölçüsüne yönlendirir.

3. Zikirin Sonucu Ne Elde Edilir?

Zikirin hem dünyevi hem de uhrevi birçok faydası ve hedefi vardır:

Allah ile Bağ Kurmak: Asıl amaç, kalbi daima Allah ile canlı tutmaktır. (Kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur." - Rad Suresi, 28)

Nefis Tezkiyesi: Zikir, kalpteki dünyevi sevgileri, kötü huyları temizleyip yerine Allah sevgisini ve güzel ahlakı yerleştirir.

Manevi Yükseliş (Seyr u Sülük): Tasavvuftaki manevi yolculuk, zikir ve rabıta gibi yöntemlerle kat edilir. Bu, kişiyi "insan-ı kâmil" olma mertebesine doğru götüren bir süreçtir.

Ruh Huzuru: Sürekli zikir, insana iç huzur, sabır ve metanet kazandırır.

4. Zikir Peygamber'den Kimlere Öğretilmiştir? Bugün Kimler Öğretiyor?

Kökeni: Tasavvufi anlamdaki zikir uygulamalarının temeli, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in ve sahabelerinin ibadet hayatına dayanır. Özellikle sahabelerden Hz. Ali, Ebubekir Sıddık (R.A.) gibi zatların, manevi ilimlerde daha derin bir anlayışa sahip oldukları kabul edilir. Bu bilgi ve yöntemler, nesilden nesile, önce Tabiin, sonra Tebe-i Tabiin ve daha sonra kurumsallaşan tarikatlar yoluyla aktarılmıştır.

Bugünkü Uygulayıcılar: Günümüzde bu geleneği sürdürenler, başta Nakşibendi, Kadiri, Rifai, Mevlevi gibi büyük tarikatların ve diğer tasavvufi oluşumların, yukarıda tarif ettiğimiz vasıflara haiz "mürşid-i kâmil" kabul edilen şeyhleridir.

Sonuç

Özetle, her Müslüman'ın yapacağı genel zikirler için mürşid şartı aranmaz. Ancak, tasavvufi bir yolculuğa çıkmak, nefsi sistematik bir şekilde terbiye etmek ve özel virdler edinmek isteyen bir kişi için, ehliyetli bir mürşid-i kâmilin rehberliği, hem büyük bir fayda hem de ciddi manevi tehlikelerden korunmak için neredeyse bir zorunluluk olarak görülmüştür. Böyle bir rehber ararken de kişinin, o zatın ilmini, ahlakını, şeriata bağlılığını ve silsilesinin sahihliğini araştırması en doğru yol olacaktır.

Allah (c.c.), sizi hakikate ulaştıracak doğru yolu nasip etsin ve her işinizde muvaffak kılsın.


ALINTI
----------------

Kendi kendimize böyle zikirler okumak, belli sayılarda Allah’ın isimlerini zikretmek doğru bir davranış değildir; ama el Esmau’l Husna’nın hepsini baştan sona tekrar tekrar okuyabiliriz. Bununla beraber sadece bazı isimleri zikretmek de doğru ve yeterli değildir.

Yapılması gereken şey nedir?

Tek tek her bir ismin üzerinde düşünüp, tefekkür edip anlamaya çalışmak gerekir ki rabbimizi tanımak için bir çabamız, gayretimiz ve derdimiz olmuş olsun. Allah kendini o isimlerle bize tanıtır.

Mürşidi olmayan hiç kimse yoktur! Eğer kişinin mürşidi yoksa bilsin ki “mürşidim yok” demesi doğru değildir.

Neden doğru değildir?

Herkesin bir veya birkaç mürşidi mutlaka vardır. Hayatımızda kendimize kimi örnek almışsak, kime uyuyorsak onu kendimize mürşit olarak kabul etmişiz demektir. Diyelim ki; bir konuda birini örnek alıyoruz, başka bir konuda başka birini örnek alıyoruz bu durumda bizim birkaç mürşidimiz var demektir. Kimi kendimize örnek alır, kimin gibi olmaya çalışırsak, onun yolunda yürürüz ve o bizim mürşidimiz olmuş olur. Onun için kimse “benim mürşidim yok” diyemez.

Hayatı yaşarken hayatı birbirimize mutlaka miras bırakırız. Öncekiler kendi hayatlarını bize miras bıraktılar, biz de sonrakilere hayatımızı miras bırakacağız.



Biz öncekilere uymaya çalışırken kim hakta ve kim doğru yaparsa biz de kendimizce onu yapmaya, ona uymaya çalışır, bir tercih yapıp birilerini kendimize mürşit ediniriz. Eğer bu mürşit diri değilse, bize her anda yolu gösteremezse, göstermezse, Allah’ın gazabı nerde, rahmeti nerededir bunu bilmezse ve bu konuda bize yardımcı olmazsa, Allah’a yürürken bizim için neyin gerekli olduğunu öğretmezse, öğretemezse bu durumda biz kendi başımıza kalmışız, şeytanla baş başa kalmışız demektir.

Allah ayeti kerimede; “Allah’ın delalette bıraktığı kimseye, delalette olanlara veli olan mürşidi bulamazsın”[1]buyurur. Onlara veli olan mürşidi bulamazsın dedi. O kişinin veli olan mürşidi olmadığı için o, delalette kalmıştır. Kimse ona yardım edemez dedi. Dolayısıyla önce veli olan mürşidi kabul etmek gerekir.

Geriye kalan mürşitler nedir peki? -Veli olmayan, Allah’a dost olmayan, Allah’ın dostluğuna değil de başka şeylerin dostluğuna davet eden mürşitler demektir.

Mürşidi olmayan kimse yoktur, herkesin mürşidi vardır. Mürşit; rüştüne erdiren, reşit hale davet edip kendisine tâbi olanı büyüten demektir. Bir çocuk doğduğu andan itibaren annesi ve babası ona mürşitlik yapar. Zahiri olarak çocuğunu büyütürken, manevi olarak da öğretir; ama manevi olarak büyümeyi ve büyütmeyi gerçek veli olan mürşide bırakmak gerekir. O yoksa işimiz kendimize kalmış, nefsimize kalmıştır; dolayısıyla bizim veli olmamız, Allah’a dost olmamız mümkün olmaz; Allah, Allah’a dost olma imkânını her kula tanır.

Mürşidi kabul etmek demek; “ben de onun gibi olmak istiyorum” demektir. Zaten anne ve babalar çocuklarına; “benim gibi ol, benim gibi yap, ben senin için örneğim” der. Mürşit de, Allah yolunda ve Allah’a kulluk yolunda “ben Allah’a böyle kul oluyorum, siz de böyle kul olun” deyip kişiye mürşitlik yapar, yolu gösterir, onu taşır ve ona yardım eder.

Kişinin mürşidi olmayınca, önünde bir örneği olmayınca mutlaka kendine başka örnekler edinir; çünkü hayat boşluk kabul etmez. Kişi mutlaka hem dünyası hem de ahireti için birilerini örnek almak, mürşit edinmek zorundadır. “Benim mürşidim yok, ben mürşidi kâmile tâbi olmam” veya “mürşide ihtiyaç yok” diyenlerin mutlaka üç beş tane mürşidi vardır. Hem de veli olmayan mürşidi vardır ve o, mürşidini kendisi seçmiştir.

Bir, Allah’ın seçtiği mürşit vardır bir de insanın kendi kendine seçtiği mürşidi vardır. Yanlış yere gidenler de kime tâbi olmuş ve kimi kabul etmişse o onun mürşidi olmuştur. Yapılması gereken şey; gerçek bir mürşidi kâmile tâbi olmak, onunla beraber kulluğu öğrenmek, rabbimizi tanımak ve anlamaktır, kendimizi ve hayatı tanıyıp anlamaktır, kulluğu anlayıp gereğini yerine getirmeye çalışmaktır. Allah’a dostluğu anlayıp o dostluğu kazanmaya çalışmaktır. Hayatın gayesi budur. Gaye, Allah’a âbd olmaksa bu böyledir.

Kişinin âbd olmayı, âbd olanı bilmemesi, görmemesi, onunla beraber olmaması, “ben kendi kendime yaparım” demesi kendi kendini kandırması ve kibirlenmesidir.

Evet, inşallah kardeşimiz gereğini yapar. Allah ikram eder ve bilmek isteyene mutlaka öğretir. Onun için söylüyoruz; eğer biri bilmediğini biliyorsa, onun öğrenme imkânı vardır. Aynı şekilde eğer iman etmediğini biliyorsa iman etme imkânı da vardır; ama kişi bilmiyorsa bununla beraber bildiğini zannediyorsa onun bilme imkânı yoktur; çünkü bildiğini zannediyor, iman etmemiş, imanı inanmak olarak anlamış, dolayısıyla onun iman etme imkânı da yoktur. Kişi, inanmanın iman olmadığını anlar ve imanı; Allahtan, ayetlerden, hadisten öğrenip anlarsa iman etme imkânı olur.

Onun için hakkı olduğu gibi kabul etmek, “Allah ne dediyse o, resulü ne dediyse o” demek gerekir, bize göre değil! Şimdiye kadar herkes böyle söylemiş diyemeyiz. “Şimdiye kadar herkes böyle söylemiş; ama bak Allah da böyle söylemiş” demek gerekir. Herkesin dediğini mi kabul ediyorsun, yoksa Allah’ın dediğini mi kabul ediyorsun?

Allah ayeti kerimede; “insanlardan öylesi var ki Allah’ı sever gibi başkalarını severler; oysaki mü’minlerin Allah’a olan muhabbetleri çok şiddetlidir”[2]buyurur. Çok şiddetli muhabbet; aşk demektir. Hem Allah’ı sevsek hem de birilerini, bir şeyleri Allah’ı sever gibi sevsek Allah bizi mü’min olarak kabul eder mi? -“Etmem” dedi. Allah, çok şiddetli muhabbete sahip olanlar mü’mindir dedi. Allah’a sadece inanırsak mü’min değiliz demektir. Bu, iman değildir, Allah’a bu şekilde iman etmiş olmayız.

İmanın; muhabbet olduğunu, aşk olduğunu ve Allah’a her şeyini, canını feda etmek olduğunu bilmek ve bunu böyle anlamak gerekir. Eğer Allah’ı canımızdan çok sevmezsek canımızı feda edemeyiz!

Sahabe canını feda ettiyse bu, Resulullah (s.a.v.) Efendimiz’i her şeyden çok sevdikleri içindir. İnsan sevmeyince odun gibi olur ve ondan bir şey meydana gelmez. Bununla beraber sevgisi, imanı onu yürütmüyorsa, Allah yolunda koşturmuyorsa o iman da iman değildir.

Allah ayeti kerimede; “…iman etmeyenler veya imanlarından bir fayda görmeyenler…”[3]diye buyurur. Kişi seviyorum deyip bu sevgisinden bir fayda görmez; yani imanı onu Allah yolunda koşturmaz, cennete, Allah’a koşturmazsa bu durumda o kişi imanından fayda görmedi demektir. Allah bizi imanından fayda görenlerden eylesin!


[1] Kehf/ 17
[2]Bakara/165
[3] Enam/158

Alinti kaynak

soruvesorunlar

ALINTI SONU
------------------


Raşit Tunca&DS&G

Schrems, 13.11.2025
Her Sünnet Olan Bir Amel işlendiktan sonra Bir Kere Salavat Getirmek Hususunda

"Hayır, onu demek istemedim. (Hz. Peygamber'in (s.a.v.) Sünnet Olması (Hitan) meselesini kastetmedim) Ben diyorum ki: Peygamberimizin (s.a.v.) yaptığı, söylediği, kabullendiği, itiraz ettiği ve tasdik ettiği her amele (fiile) bizler 'Sünnet-i Rasulullah' diyoruz. İşte bu amellerden birini yerine getirmeye, 'sünnete tabi olmak' denilir. Bizler bir sünneti yaptığımızda (tabi olduğumuzda), ardından -bunu Rasulullah'tan öğrendik demek babında- bir kere Peygamberimize (s.a.v.) salatu selam (salavat) getirmek hususunda sordum."

Sorunuzun Cevabı:

Sorunuz çok güzel ve derin bir anlayışa işaret ediyor. Özetle diyorsunuz ki: "Peygamberimiz'in (s.a.v.) bir sünnetini her yerine getirişimizin ardından, 'Bunu bize O öğretti' şükrânesi ve bağlılık nişanesi olarak ona salavat getirmenin dinî bir dayanağı var mıdır?"

Bu hassasiyetiniz takdire şayandır. Doğrudan cevap vermek gerekirse:

Bir sünneti işledikten HEMEN SONRA, AYNI İBADETİN PARÇASI OLARAK ve FARZ/VACİP gibi BELİRLİ BİR SALAVAT GETİRMEK şeklinde özel, sabitlenmiş bir uygulama veya hadis yoktur.
Sevgili deepseek elbette bende biliyorum öyle bir farz yok zaten sünetin kendisi sünnet allahin emtrri degil peygamberimizimn ameli bitlerde yo yapti diye yapiyoruz ve aynen hadilseri yazinca kaynak gösteriyotrzt ya tirmizi buhari gibi iste bir sünneti yapincada kayank göstemk babiodan artdina salavat okumak ben bir mmüninden duydum onun yaoptigini gördüm o yüzden bu husun güzel oldgunu kaynaginin olup olmadigin i sordum

Ancak, bu yapamayacağınız veya yanlış olduğu anlamına gelmez. Aksine, genel dinî prensipler çerçevesinde bu davranışınız çok güzel ve sevaplı bir ameldir. İşte detaylı açıklaması:
1. Genel Emir ve Teşvik

Kur'an-ı Kerim'de Allah (c.c.) şöyle buyurur:

"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de O’na salât edin ve selam edin." (Ahzâb Suresi, 56. ayet)

Bu ayet, Müslüman'ın hayatının her anında, her fırsatta Peygamber'e (s.a.v.) salavat getirmesinin ne denli yüce ve emredilmiş bir amel olduğunu gösterir. O'nun adı anıldığında salavat getirmek müstehaptır. Dolayısıyla, O'nun bir sünnetini hatırlayıp yaptıktan sonra, bu sevgi ve minneti ifade etmek için salavat getirmek, bu geniş emrin ve teşviğin kapsamına giren güzel bir davranıştır.
2. Sünnetin Ardından Duanın ve Şükrün Teşviki

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), yapılan ibadet ve taatlerin ardından Allah'a hamd etmeyi, şükretmeyi ve dua etmeyi teşvik etmiştir. Bir ibadeti tamamlayınca yapılan tesbihatlar (örneğin namazdan sonraki tesbihatlar) bu genel prensibin bir yansımasıdır. Bir sünneti yerine getirdikten sonra, bu nimeti bize bahşeden Allah'a hamd etmek ve bu sünnetin sahibi olan Peygamber'e (s.a.v.) salât ü selam getirmek, bu şükür ve dua anlayışının bir uzantısıdır.
3. Sevgi ve Bağlılığın (İttiba) Bir Göstergesi

Sünneti yaşamak, sadece bir amel işlemek değil, aynı zamanda Peygamber'e (s.a.v.) olan sevgi ve bağlılığı tazelemektir. İmam Gazali gibi âlimler, Peygamber sevgisinin en önemli göstergelerinden birinin, onun sünnetlerini yaşamak ve adını anarken, hatırlarken tazim göstermek (saygıda kusur etmemek) olduğunu belirtirler. Sünneti işledikten sonra salavat getirmek, bu ittiba (tabi olma) şuurunun ve sevginin samimi bir dışa vurumudur.
4. Mezhep İmamlarının ve Âlimlerin Tavrı

Hanefi mezhebinin büyük âlimi İmam Birgivi, "et-Tarikatü'l-Muhammediyye" adlı eserinde, Müslüman'ın her işinde Peygamber'i (s.a.v.) hatırlaması ve O'na salavat getirmesi gerektiğini vurgular. Bu, özel bir "sünnet sonrası salavat" formundan ziyade, genel bir zihin ve kalp hali olarak tavsiye edilmiştir. Yani siz, bir sünneti işlerken zaten O'nu hatırlıyorsunuz. Bu hatırlamanın hemen ardından salavat getirmeniz, bu genel tavsiyenin en güzel tatbikatlarından biridir.
Sonuç

Sabit Bir Sünnet Değil: Bir sünneti işledikten hemen sonra, özel ve sabitlenmiş bir salavat okumak şeklinde bir sünnet yoktur.

Müstehap ve Çok Güzel Bir Adet: Ancak, bunu yapmak;

Kur'an'ın genel salavat emrine uymaktır.

Peygamber sevgisi ve bağlılığının (ittiba) pratik ve samimi bir ifadesidir.

Yapılan amelin şükrüdür ve sevabını artırmaya vesiledir.

Âlimlerin genel olarak "her fırsatta salavat getirin" tavsiyesinin bir tezahürüdür.

Dolayısıyla, bu yaptığınız, dinen asla sakıncalı olmayan, bilakis teşvik edilen güzel ve anlamlı bir davranıştır. Bu hassasiyetinizi korumanız ve bu güzel âdeti sürdürmeniz tavsiye olunur.

Allah (c.c.), Peygamber'e (s.a.v.) olan sevginizi, bağlılığınızı ve bu güzel âdetinizi kabul buyursun.


##############

Bir Sünneti İcra Ettikten Sonra Salavat Getirmek: Kaynak ve Niyet Meselesi

Esselamü Aleyküm.

(Not: Konu, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) Sünnet Olması (Hitan) meselesini kapsamamaktadır.)

Sorunun temelini şu düşünce oluşturmaktadır:

Peygamberimizin (s.a.v.) yaptığı, söylediği, kabullendiği, itiraz ettiği ve tasdik ettiği her amele (fiile) bizler 'Sünnet-i Resuˆlullah' diyoruz. Bu amellerden birini yerine getirmeye de 'sünnete tabi olmak' denilir.

Bizler bir sünneti yerine getirdiğimizde (ona tabi olduğumuzda), hemen ardından, "Bu ameli Resuˆlullah'tan öğrendik" demek babında, bir kere Peygamberimize (s.a.v.) salât ve selâm (salavat) getirme hususunu sormuştum.

Daha önceki yanıtta şu ifade yer almıştı: “Bir sünneti işledikten HEMEN SONRA, AYNI İBADETİN PARÇASI OLARAK ve FARZ/VACİP gibi BELİRLİ BİR SALAVAT GETİRMEK şeklinde özel, sabitlenmiş bir uygulama veya hadis yoktur.”

Benim bu konuya yaklaşımım ise şöyledir:

Elbette ben de biliyorum ki böyle bir farz yoktur. Zaten sünnetin kendisi, Allah'ın emri değil, Peygamberimizin (s.a.v.) amelidir; bizler de O'nun yaptığını O'na tabi olmak için yapıyoruz.

Tıpkı hadisleri yazarken Tirmizî veya Buhârî gibi kaynakları gösterdiğimiz gibi, işte bir sünneti yapınca da "kaynak göstermek" babından, hemen ardından salavat okuma meselesini araştırıyorum.

Ben bu uygulamayı bir müminden duydum ve onun yaptığını gördüm. Bu sebeple, bu hususun ne kadar güzel olduğunu, dinî bir kaynağının olup olmadığını ve fıkıh açısından değerlendirmesini sormaktayım.

Ve aleykümüsselam ve rahmetullahi ve berekatüh.

Anlıyorum, sorunuz oldukça özel ve güzel bir niyet taşıyor. Amacınız, bir Sünneti yerine getirdikten hemen sonra, bu amelin kaynağının Resuˆlullah'a (s.a.v.) ait olduğunu hatırlamak ve bu minvalde O'na (s.a.v.) salavat getirerek bir nevi "kaynak gösterme" hassasiyeti sergilemektir.

? Sünnet Sonrası Özel Salavat Uygulaması

Öncelikle, sizin de belirttiğiniz gibi, bir sünneti işledikten hemen sonra, aynı ibadetin bir parçası olarak ve farz/vacip gibi belirlenmiş bir şekilde salavat getirilmesi gerektiğine dair, dinî metinlerde (Kur'an, Sahih Hadis kitapları vb.) özel ve sabitlenmiş bir emir veya zorunlu bir uygulama yoktur.

? Bireysel Niyet ve Fazilet

Ancak, sizin bu uygulamayı güzel görerek ve iyi bir niyetle (yani: "Bu ameli Resuˆlullah'tan öğrendim, Allah O'ndan razı olsun" bilinciyle) yapmanız meselesine gelince:

    Salavat Getirmenin Fazileti: Genel olarak salavat getirmenin fazileti çok büyüktür. Resuˆlullah (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Kim bana bir salavat getirirse, Allah ona on salat (rahmet) eder." Bu sebeple, herhangi bir zamanda ve özellikle hayırlı bir amelden sonra salavat getirmek her zaman teşvik edilen bir davranıştır.

    Amellerin Niyetlere Göre Değerlendirilmesi: İslam'da ameller niyetlere göredir. Sizin niyetiniz, sünnete olan bağlılığınızı pekiştirmek ve kaynağına şükran sunmak olduğu için, bu bireysel bir zikir ve şükür eylemi olarak değerlendirilir.

    Bid'at Hükmü: Bir şeyin "bid'at" (dinde sonradan ortaya çıkarılan kötü bir uygulama) sayılması için, o amelin dinî bir zorunluluk (farz/vacip/sünnet) gibi gösterilmesi veya dinde yeri olmayan bir şekil veya zamanlamaya sabitlenmesi gerekir. Sizin bu ameli zorunlu veya dinin bir emri gibi görmeden, sadece kişisel bir zikir ve şükran ifadesi olarak yapmanız, dinen meşru ve güzel bir niyet olarak değerlendirilir.

    Özetle: Bir sünneti yerine getirdikten sonra, bu sünneti size öğreten ve tebliğ eden Resuˆlullah'a (s.a.v.) şükran borcunuzu ve sevginizi ifade etmek için salavat getirmeniz, özel bir sünnet olmamakla birlikte, güzel bir haslet ve niyetin ürünü olan faziletli bir zikirdir.

? Kaynak Gösterme ve Müminlerden Duymak

Sizin bu uygulamayı bir müminden duymanız veya görmeniz de doğaldır, çünkü Müslümanlar arasında güzel niyete dayalı ve bid'at sınırını aşmayan bireysel zikir ve şükür şekilleri yaygındır.

    Sizin bu davranışı bir hadis/fıkıh kitabı "özel bir kural" olarak kaydetmese de, genel salavat emri ve fazileti kapsamına girer.

Sonuç: Bu eylemi yapmanızda dinen bir sakınca yoktur, aksine niyetiniz sebebiyle sevap kazanmanız umulur. Ancak bunu yaparken, bunun dinî bir zorunluluk veya sünnetin tamamlayıcı bir parçası olduğuna dair bir itikada sahip olmamaya dikkat edilmelidir.

Raşit Tunca&DS&G
Schrems, 13.11.2025
Doğuştan Sünnetli Olmak - Peygamberimiz Sünnetli mi Doğdu Yoksa sonrada Sünnet mi Edildi Hususunda

Esselamü aleyküm ve rahmetullah. Sorunuz, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) doğumundan sonraki günlerde gerçekleşen "sünnet" (hitan) olayı ve ardından yapılan uygulamalarla ilgilidir. Bu konu, klasik İslam kaynaklarında, özellikle de "Siyer" (Peygamber'in hayatı) ve "Delailü'n-Nübüvve" (Peygamberlik delilleri) kitaplarında detaylıca ele alınmıştır.

Sorunuzu iki kısma ayırarak, hem ameliyenin (sünnet) kendisi hem de sonrasında salavat getirme hususunu kaynaklarıyla birlikte açıklayalım:
1. Hz. Peygamber'in (s.a.v.) Sünnet Olması (Hitan)

Hz. Muhammed'in (s.a.v.) sünnetli olarak doğduğu veya doğumundan sonraki günlerde sünnet edildiği yönünde iki ana görüş vardır. Sizin sorunuzda bahsettiğiniz "amel" (işlem) ikinci görüşü işaret etmektedir.

Görüş 1: Sünnetli Olarak Doğmuştur: Bu, daha yaygın ve kuvvetli olan görüştür. Birçok alim, O'nun (s.a.v.) birçok mucizevi özellikle birlikte, sünnetli olarak dünyaya geldiğini belirtir. Bu, peygamberlerin bir özelliği olarak kabul edilir.

Görüş 2: Doğumundan Sonra Sünnet Edilmiştir (Ameliyat): Sizin sorunuzda işaret ettiğiniz bu uygulamadır. Rivayetlere göre, O'nu (s.a.v.) doğumundan sonra dedesi Abdülmuttalib veya sütannesi Halime'nin yanında iken bakıcısı Şifa Hatun (veya başka bir ebe) sünnet etmiştir. Bu olayın, doğumunun yedinci gününde gerçekleştiği belirtilir.

Kaynaklar:
Bu konudaki rivayetler, temel siyer ve tarih kaynaklarında geçmektedir:

İbn-i Sa'd - "et-Tabakâtü'l-Kübrâ": Bu eserde, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) sünnet olma hadisesi ve bunu Şifa Hatun'un gerçekleştirdiği zikredilir.

İbnü'l-Esir - "Üsdü'l-Ğabe": Şifa Hatun'un biyografisinde bu olaydan bahsedilir.

Diyarbekrî - "Tarihu'l-Hamîs"

Ali el-Kari - "Cem'ü'l-Vesâil fî Şerhi'ş-Şemâil": Bu eserde, sünnet olayı ve ardından söylenen sözler aktarılır.

2. Sünnet Ameliyesinden Sonra Salavat Getirilmesi Hususu

Bu kısım, özellikle bazı tasavvufi ve kültürel kaynaklarda yer alan bir uygulamadır. Klasik fıkıh kitaplarında "sünnet olduktan sonra şu salavat okunur" şeklinde doğrudan bir ibadet hükmü yoktur. Ancak, olayın anlatıldığı kaynaklarda, bu ameliyenin ardından söylenen sözler ve yapılan dualar nakledilmiştir.

Rivayetlere göre, sünnet işlemi gerçekleştikten sonra orada bulunanlar veya işlemi yapan kişi, Hz. Peygamber'e (s.a.v.) dua ve salat ü selam getirmişlerdir. Bu, o anın bereketi ve kutsiyeti nedeniyle yapılan bir davranış olarak aktarılır.

Örnek Bir Rivayet:
Ali el-Kari'nin "Cem'ü'l-Vesâil" adlı eserinde, sünnet işlemini gerçekleştiren Şifa Hatun'un, olaydan sonra şöyle dediği nakledilir:
"Yüce Allah'ım! Bu mübarek çocuğu, kitabınla âmil, helalinden rızıklandırılan ve haramı terk eden bir kul eyle. Onu İslam ile şerefli kıl ve güzel bir şekilde büyüt."

Bu ve benzeri rivayetlerde doğrudan "Allahümme salli ala Muhammed" şeklinde bir ifade geçmese de, genel olarak dua ve salat mânasını içermektedir. Zaman içinde, bu kutlu olayı anan Müslümanlar, hem sünnet olan çocuk için hem de Hz. Peygamber'e (s.a.v.) olan sevgi ve bağlılığın bir ifadesi olarak salavat-ı şerife getirmeyi güzel bir adet haline getirmişlerdir.
Sonuç ve Değerlendirme

Tarihi Bir Rivayet: Hz. Peygamber'in (s.a.v.) doğumundan sonra sünnet edilmesi, güvenilir siyer kaynaklarında geçen tarihi bir rivayettir. Ancak, bunun bir "farz" veya "vacip" ibadet hükmüyle doğrudan bir ilişkisi yoktur.

Salavat Getirme: Sünnet ameliyesinden hemen sonra belli bir formda salavat getirildiğine dair kesin ve mütevatir bir sünnet yoktur. Ancak, olayın anlatıldığı kaynaklarda genel duaların yapıldığı belirtilmiştir.

Güzel Bir Adet (Müstehap): Günümüzde, bu tarihi ve kutlu olaya atfen, sünnet merasimlerinde veya bir çocuk sünnet edildiğinde Kuran okumak, dua etmek ve salavat getirmek İslam kültüründe yerleşmiş, güzel (müstehap) ve sevaplı bir adettir. Bu uygulama, hem çocuk için bereket ve şifa dilemek hem de Hz. Peygamber'e (s.a.v.) olan bağlılığı ifade etmek anlamına gelir.

Özetle: "Sünnet ameliyesinden sonra salavat getirilir" hükmü, doğrudan Kuran veya kesin bir sünnetle sabit olmamakla birlikte, tarihi bir rivayete dayanan, sevap kazanma niyetiyle yapılan ve İslami gelenekte kök salmış güzel bir uygulamadır.

3. Doğuştan Sünnetli Doğmak Ne Kadar Yaygındır?

Görülme Sıklığı

Peygamber sünneti, yani sadece sünnet dersinin eksik olduğu durum,tıbbi açıdan nadir görülen bir durumdur. Dünya genelinde yapılan çeşitli çalışmalar ve vaka raporları bu durumun oldukça düşük bir sıklıkta ortaya çıktığını göstermektedir.

Tıbbi literatürde, doğuştan sünnetli doğan bebeklerin sayısı tam olarak belirlenememiştir, çünkü bu durum genellikle başka tıbbi komplikasyonlara yol açmadığı için raporlanma oranı düşüktür.

Genel olarak doğuştan sünnetli doğma durumu, her 200.000 ila 300.000 doğumda bir görülmektedir. Bu durum, normal popülasyonda oldukça ender karşılaşılan bir anomalidir ve çoğu vaka herhangi bir sağlık sorunu yaratmadığı için tıbbi müdahale gerektirmez.



Allah (c.c.) en doğrusunu bilir.

Rasit Tunca&DS

Schrems, 13.11.2025
Sâmi Efendi Hazretlerinden Mânidar Ders: Asıl Tahsil Nedir?

Çocuklarımızı hangi iki hususta terbiye etmeliyiz? Sâmi Efendi, ziyaretçisine neden “Asıl tahsil mârifetullâhın tahsilidir!” buyurmuştur?

Osman Nuri Topbaş Hocaefendi, çocuk terbiyesinde Kur’ân ve Peygamber muhabbetinin önemine dikkat çeker.
ÇOCUK TERBİYESİ: KUR’ÂN VE PEYGAMBER AŞKIYLA

–Mutlaka olmalı.

Hiçbir zaman fânî gayeler bu yüce hedeflerin önüne geçmemeli.

Çünkü bu dünyada hepimiz geçiciyiz, hepimiz ebediyet yolcusuyuz.

Bu itibarla; çocuklarımızı her şeyden önce şu iki hususta çok iyi terbiye etmeliyiz:

–Kur’ân-ı Kerim edebi,

–Hazret-i Peygamber’in muhabbet ve ahlâkı.

Sâmi Efendi Hazretleri’nden de bu hususta mânidar bir hâtıra nakledilir:

Bir gün ziyaretine gelenlerden biri, hem Hazret’in duâsını almak hem de yeğenlerini tanıştırmak istemişti. Huzûruna girip el öperken;

“–Efendim, bu delikanlılar Amerika’da okuyup mühendis oldular. Duâlarınızı istirhâm ederiz!” diye takdim etti. Sâmi Efendi Hazretleri ise mânidar bir tebessümle onlara;

“–Fakir de Dâru’l-Fünûn mezunuyum. Fakat asıl tahsil, «mârifetullâh»ın tahsilidir!” buyurdu.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş Hocaefendi ile Mülâkatlar, Yüzakı Yayıncılık

İslam ve İhsan
Salavat Ne Zaman Getirilmez?

Hangi hâllerde Hz. Peygamber’e (s.a.v.) salavat getirilmez? İşte salâtü selâm getirmenin ölçüsü ve sınırları...

Mâlikî fakihi İbni Habîb (v. 238/853), hayvan keserken Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) adını anmanın mekrûh olduğunu söylemiştir.

NE ZAMAN SALÂTÜ SELÂM GETİRİLMEZ?

Hayvan keserken Resûli Ekrem’in (s.a.v.) adını anmanın mekruh görülmesinin sebebi şudur: Bir hayvanın etinin yenilebilmesi için onun sadece Allah’ın adıyla kesilmesi gerekir. O sırada Hz. Peygamber’in (s.a.v.) adının anılması, “Acaba bu hayvan aynı zamanda Resûlullah’ın adıyla da mı kesildi?” diye bir şüphenin doğmasına yol açabileceği için mekrûh görülmüştür.

Mâlikî fakihi Sahnûn da (v. 240/854) bir şeye hayret edildiği zaman Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) salâtü selâm getirmenin mekrûh olduğunu söylemiş, “Resûlullah’a sadece Allah’ın rızâsını elde etmek ve sevâp kazanmak için salâtü selâm getirilir” demiştir.

Mısırlı hadis hâfızı ve Mâlikî fakihi Asbağ ibnü’l-Ferec (v. 225/840), İmâm Mâlik’in talebelerinden İbnü’l-Kãsım’ın (v. 191/806) şöyle dediğini nakletmiştir:

“İki yerde sadece Allah’ın adı anılır, başkasının adı anılmaz: Biri hayvan keserken, diğeri de aksırdıktan sonra. Bu iki yerde Allah’ın adını andıktan sonra ‘Muhammedün Resûlullah’ denmez. Şâyet bir kimse, bu iki yerde Allah’ın adını andıktan sonra ‘Sallallahu alâ Muhammed’ derse, Resûlullah’ın adını Allah’ın adıyla birlikte anmış sayılmayacağı için kesilen hayvanın eti haram olmaz.”

Mısırlı Mâlikî fakihi Eşheb (v. 204/820) de bu görüşte olup hayvan keserken ve aksırdıktan sonra Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) salâtü selâm getirmenin sünnet olmadığını söylemiştir.

İmâm Şâfiî’nin ise bu iki yerde salâtü selâm getirmekte bir sakınca görmediği, hattâ bunu makbûl bir davranış kabul ettiği belirtilmektedir. (Aliyyü’l-Kãrî, Şerhu’ş-Şifâ, II, 116)

İmâm Nesâî’nin, ashâb-ı kirâmdan Evs ibni Evs’den rivâyet ettiğine göre, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Cuma günü kendisine çokça salâtü selâm getirilmesini emretmiştir. (Nesâî, Cum’a 5, nr. 1373.)

Kaynak: Kadı İyaz, Şifa-i Şerif

EDiTÖRÜN (Rasit Tunca) iMZASI

Ben  de diyorum ki: Peygamberimizin (s.a.v.) yaptığı, söylediği, kabullendiği, itiraz ettiği ve tasdik ettiği her amele (fiile) bizler 'Sünnet-i Rasulullah' diyoruz. İşte bu amellerden birini yerine getirmeye, 'sünnete tabi olmak' denilir. Bizler bir sünneti yaptığımızda (tabi olduğumuzda), ardından -bunu Rasulullah'tan öğrendik demek babında- bir kere Peygamberimize (s.a.v.) salatu selam (salavat) getirmek hususunda islamdaki peygamberim izden ögrendigmiz her amelden sonra bir kerede -bunu Rasulullah'tan öğrendik demek babında salatu selam (salavat) getirebiliriz.

İslam ve İhsan
Her An Hak ile Beraber Olmanın Sırrı Nedir?

El Kârda, Gönül Yârda: Hak ile Beraber Olmanın Sırrı Nedir?

Dünyevî meşgaleler içinde kaybolmadan, daima Hak ile kalabilmenin, yani “Halvet der Encümen” sırrına ermenin yolu nedir? Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin talebesinden, dış görünüşün ardındaki manevi gerçeğe dair ibretlik bir ders.

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin yetiştirdiği büyük velîlerden Muhammed Pârisâ Hazretleri, hacca giderken yolu üzerinde uğradığı Bağdad şehrinde nur yüzlü genç bir sarrafa rastlar.

El Kârda, Gönül Yârda: Halvet Der Encümen Sırrı

Gencin birçok müşteriyle durmadan alışveriş hâlinde olup zamanını aşırı dünyevî meşgûliyetlerle geçirdiğini düşünerek üzülür. İçinden:

“Yazık! Tam da ibâdet edecek bir çağda kendisini dünyâ meşgalesine kaptırmış!” der. Bir an murâkabeye varınca da, altın alıp satan bu gencin kalbinin Allâh ile beraber olduğunu hayretle müşâhede eder.

Bu sefer:

“Mâşâallâh! El kârda, gönül yarda!..” buyurarak genci takdîr eder.

Zîrâ bu hâl, “halvet der encümen”, yâni halkın içinde iken bile Hak ile beraber olup, yalnız O’nunla kalabilmek ve kesrette vahdet hâlini yaşayabilmektir.

Dış Görünüş Aldatır: Zâhidliğin Kalpteki Yeri

Muhammed Pârisâ Hazretleri Hicaz’a vardığında da Kâbe’nin örtüsüne sarılmış içli içli ağlayan ak sakallı bir ihtiyarla karşılaşır. Önce ihtiyarın yana yakıla Cenâb-ı Hakk’a yalvarmasına ve dış görünüşüne bakarak:

“Keşke ben de böyle ağlayarak Hakk’a ilticâ edebilsem.” der ve adamın hâline gıpta eder.

Sonra onun da kalbine nazar edince görür ki, bütün duâ ve ağlamaları, fânî bir dünyâlık talebi içindir. Bunun üzerine rakîk kalbi, mahzûn olur.

Kıssadan da anlaşılacağı gibi, dünyâya karşı zâhid olmak, yalnızca fakirlikte değil, her an yaşanması gereken kalbî bir tavırdır. Mühim olan; dünyevî meşgaleleri, âhireti ihmâl etmeksizin devâm ettirebilmektir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 1, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan
Şehitlik Nedir? Şehitlik ile İlgili Hükümler Nelerdir?

Kimler gerçekten şehit sayılır? Bu yüce mertebeye hangi hâllerle ulaşılır? Şehitler nasıl defnedilir, tabutla gömülür mü? İşte İslâm’da şehitlikle ilgili hükümler…

Allah yolunda canını veren kimseye şehit (çoğulu şühedâ) denir. Böyle bir kişiye şehit denilmesinin ne anlama geldiği konusundaki görüşlerden bazıları şunlardır: Böyle bir kişiye şehit denilmiştir; çünkü bu kişinin cennete gireceğine şahitlik edilmiştir. Böyle bir kişiye şehit denilmiştir; çünkü ölümü anında birtakım rahmet melekleri hazır bulunmuştur. Böyle bir kişiye şehit denilmiştir; çünkü kendisi Cenâb-ı Allah'ın mânevî huzurunda hazır olarak rızıklandırılacaktır.

Kur’an ve Sünnet’te Şehitliğin Üstün Değeri

Şehitlik Muhammed ümmetine tahsis edilmiş üstün bir pâye, büyük bir mertebedir. Kur'an'da "Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin! Onlar diridirler, fakat siz farketmiyorsunuz" (el-Bakara 2/154) ve "Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın! Onlar diridirler. Rableri katından rızıklandırılmaktadırlar" (Âl-i İmrân 3/169) buyurulmuştur.

Peygamberimiz (s.a.v.) de bir hadislerinde "Şehit cennettedir" buyurmuş (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 25), başka bir hadiste de "Allah katında hayırlı bir mertebede iken ölmüş kullar içinde, dünya içindekilerle birlikte kendisine verilecek olsa bile, şehitten başka hiçbir kimse yeniden dünyaya gelmek istemez. Çünkü şehitler, şehitliğin ne denli üstün bir mertebe olduğunu görmüş oldukları için, dünyaya dönüp yeniden bir kere daha şehit olmak için can atarlar" (Buhârî, “Cihâd”, 6) diyerek, âhirette verilen üstün mertebe yanında şehâdet şerbetini içmenin, şehitliği tatmanın da ayrı bir zevki bulunduğunu ifade etmiş olmaktadır.

İslâm dininde şehitlik yüksek bir mertebe olarak kabul edildiği ve Allah yolunda öldürülenler şehitlik pâyesiyle taltif edildiği için, Müslümanlar açısından Allah yolunda ölmek sevimli ve gönülden istenen bir iş haline gelmiştir.

Hangi Durumlarda Şehit Olunur?

Birçok hadiste hangi durumda bir Müslümanın şehit olacağı konusuna açıklık getirilmiştir. Bir hadiste, canı, malı ve namusu uğruna ölen kişinin şehit olacağı bildirilmiştir. Korunması dinin amaçları arasında yer alan can, mal ve namus uğruna ölmenin şehit olarak nitelendirilmesi, bu hususlara dinimizde ne kadar önem verildiğini de göstermektedir.

Şehitlerin Hükümleri: Dünya ve Âhiret Açısından Üç Kısım

İslâm hukukçuları ilgili hadislerden yola çıkarak dünyevî ve uhrevî hükümler bakımından şehitleri üç kısımda değerlendirmişlerdir.

    Hem dünya hem âhiret hükümleri bakımından şehit sayılanlar: Bunlar Allah yolunda savaşırken öldürülen kişilerdir. Kâmil mânada şehit bunlardır ve bunlara "hükmî şehit" denilir. Bu tür şehitler yıkanmaksızın, kanlı elbiseleriyle defnedilir, elbiseleri onların kefeni yerine geçer. Üzerindeki silâh ve başka ağırlıklar alındıktan sonra cenaze namazı kılınarak defnedilir. Diğer üç mezhebe göre, şehitlerin yıkanmasına gerek olmadığı gibi üzerlerine cenaze namazı kılınmasına da gerek görülmemesi, yine şehitin elde etmiş olduğu yüksek pâye ile ilgilidir.
    Sadece dünya hükümleri bakımından şehit sayılanlar: Kalbinde nifak bulunmakla yani münâfık olmakla birlikte, dış görünüşü itibariyle Müslüman olduğuna hükmedilen ve müslümanların saflarında bulunduğu sırada düşman tarafından öldürülen kişiler bu grupta yer alı Bunlar dünyada yapılacak işler bakımından şehit muamelesi görürler.
    Sadece âhiret hükümleri bakımından şehit sayılanlar: Allah yolunda savaşırken aldığı bir yaradan dolayı o anda değil de, daha sonra ölen kişiler bu grupta yer alırlar.

Ayrıca hadislerde şehit oldukları bildirilmekte olan, yanlışlıkla veya haksız yere öldürülen kişi, yangında, denizde veya göçük altında can veren kişiler; veba, kolera, sıtma gibi yaygın ve önlenmesi zor hastalıklar sebebiyle ölenler, ilim tahsili yolunda, helâl kazanç uğrunda, gerek kendisinin gerekse, -isterse gayri müslim olsun- başkalarının can, mal ve namusları uğrunda ölenler, loğusa iken ölen ve cuma gecesinde ölen kimseler de bu grupta yer alan şehitlerdir.

Kur'an'da "Allah'a ve elçisine itaat eden kimseler; Allah'ın nimetine mazhar olmuş bulunan peygamberler, sıddîklar, şehitler ve iyi/sâlih kullar ile birlikte bulunacaklardır" (en-Nisâ 4/69) buyurularak, şehitlerin Allah katındaki itibarına işaret edildikten sonra Allah ve Resulü'ne itaat eden, yani İslâm dininin getirdiği hükümlere boyun eğen kimsenin de aynı şekilde iyi muamele göreceği belirtilir. Hz. Peygamber de"Kim şehit olmayı içtenlikle dilerse, Allah onu şehitlerin menzilesine ulaştırır, bu kişi isterse yatağında ölmüş olsun" (Müslim, “İmâre”, 156-157; Nesaî, “Cihâd”, 36) buyurarak müslümanın iyi niyet ve samimi arzusunun bile Allah katında üstün bir değere sahip olduğunu belirtmiştir. (Kaynak: İslam İlmihali 1, TDV Yayınları)

Şehitlerin Defni ve Tabutla Gömülme Hükmü

Kabrin zemini rutubetli veya yumuşak olduğu takdirde, cenaze tabut ile defnedilebilir. Hattâ bu halde, tabutun mermerden, demirden yapılmış olması da câizdir. Fakat böyle bir durum söz konusu değilse tabutla defin mekruhtur. (bk. el-Ceziri, İslam Fıkhı)

Bâzı âlimlere göre, yer yumuşak ve rutubetli olmasa bile kadınların tabut ile defnedilmeleri daha iyidir, müstahsendir.

Tabutla gömülmesi durumunda da tabutun içinde, ölünün yanlarını toprakla temas ettirmek için tabutun içine biraz toprak koymak iyidir. Çünkü ölünün cesedinin tahtaya değmesinden, toprağa değmesi daha evladır. (İbn Abidin, Reddü'l-Muhtar, 1/599)

İslam ve İhsan
İslam’da Şehitlik Mertebeleri

Şehitlik mertebesi nedir? Kimler Şehittir? Şehitlik mertebesine nasıl ulaşılır? Şehitlik mertebesinin önemi  nedir? İslam’da şehitlik ve mertebeleri...

Şehâdet mertebesi, bir mü’minin bu dünyâda ulaşabileceği en son ve en ulvî makamdır. Cennetin en aşağı derecesi bile dünyânın tamâmından daha hayırlı olduğu hâlde şehît, bu makâmın ulvîliği ve cennetteki mükâfâtının büyüklüğü sebebiyle dünyâya tekrar tekrar dönüp defâlarca şehît olmayı ister. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“Eğer Allâh yolunda öldürülür ya da ölürseniz, şunu bilin ki Allâh’ın mağfireti ve rahmeti onların topladıkları bütün her şeyden daha hayırlıdır.” (Âl-i İmrân, 157)

Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.) şöyle anlatır:

“Resûlullâh bize namaz kıldırırken bir kimse geldi. Safa girince:

«–Allâh’ım, bana sâlih kullarına verdiğinin en fazîletlisini ver!» diye duâ etti. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz namazı bitirince:

«–Az önce duâ eden kimdi?» diye sordu. O zât:

“–Bendim yâ Resûlallâh!” dedi. Allâh Resûlü:

“–Öyleyse atın çökertilecek ve Allâh yolunda şehît edileceksin.” buyurdu. (Hâkim, I, 325/748)

Peygamber Efendimiz, ashâbından bâzılarının şehâdetlerini önceden müjdelediği gibi, savaşa giderken hakkında Allâh’tan rahmet ve mağfiret dileyip duâ buyurduğu ashâbı da şehâdet rütbesine nâil olmuşlardır. Nitekim Âmir bin Ekvâ’ya da aynı şekilde duâ buyurmuş, kısa bir müddet sonra o, Hayber’de şehît düşmüştür.[1]

Peygamber Efendimiz’in duâlarındaki mağfiret talebinin, şehît olmak sûretinde tahakkuk etmesi, şehâdet mertebesinin ne kadar ulvî bir makâm olduğunun diğer bir delîlidir. Efendimiz’in duâsının bu şekilde netîcelendiğini gören ashâb-ı kirâm da bu duâları şehîdlik müjdesi olarak telâkkî etmişlerdir.

ŞEHİTLİĞİN FAZİLETLERİ - EN FAZİLETLİ AMEL

Ebû Katâde’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre, birgün Peygamber Efendimiz ashâb arasında ayağa kalktı ve:

“Allâh yolunda cihât ve Allâh’a îmân etmek, amellerin en fazîletlisidir.” diye hatırlattı. Bunun üzerine bir adam kalkıp:

“–Yâ Resûlallâh! Şâyet Allâh yolunda öldürülürsem, bu benim günahlarıma keffâret olur mu?” diye sordu. Resûlullâh ona:

“–Evet, şâyet sen sabrederek, ecrini sâdece Allâh’tan bekleyerek, cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allâh yolunda öldürülürsen, günahlarına keffâret olur. Ancak borçların bunun dışındadır. Bunu bana Cibrîl söyledi.” buyurdu. (Müslim, İmâre, 117; Tirmizî, Cihâd, 33/1712)

Diğer bir rivâyette de:

“Şehîdin, kul hakkı dışındaki bütün günahlarını Allâh mağfiret eder.” buyrulmuştur. (Müslim, İmâre, 119)

Yine Allâh Resûlü bir gün ashâbına şöyle buyurdu:

“Bu gece rüyamda iki adam gördüm. Yanıma gelip beni bir ağaca çıkardılar, sonra da bir eve götürdüler. O ev, şimdiye kadar benzerini görmediğim güzellik ve kıymette idi. Sonra o iki kişi bana:

«–Bu eşsiz ev, şehîtler sarayıdır.» dedi. (Buhârî, Cihâd, 4; Cenâiz, 93)

Peygamber Efendimiz, ashâbından şehît olanlarla çok yakından alâkadâr olmuş, onlara husûsî bir ihtimam göstermiş, onların cennette olduklarını müjdelemiş, hem yakınlarını tesellî etmiş hem de Sahâbe-i Kirâm’ı şehâdet makâmına özendirmiştir. Câbir (r.a.) şöyle der:

“Babamın müsle[2] yapılmış cesedi getirilip Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in önüne konuldu. Yüzünü açmak üzere gittim. Fakat oradaki topluluk, üzülmeyeyim diye, bana mânî oldu. Bunun üzerine Nebî:

«–Melekler ara vermeksizin onu kanatlarıyla gölgelendiriyorlar.» buyurdu.” (Buhârî, Cenâiz 3, 35, Cihâd 20; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 129-130)

Şehît olmak, hakîkatte ölmek değil, bizim farkına varamadığımız bir hayat keyfiyeti içinde ebedî nîmetlere mazhar olmaktır. Bu bakımdan Allâh Teâlâ şehît kulları hakkında “ölü” denilmemesini emretmektedir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Allâh yolunda öldürülenlere «ölüler» demeyiniz. Bilâkis onlar diridirler, lâkin siz anlamazsınız.” (el-Bakara, 154)

“Allâh yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar diridirler! Allâh’ın lutuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir hâlde Rableri yanında rızıklara nâil olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehîd kardeşlerine de hiçbir keder ve korku olmadığını ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler. Onlar, Allâh’tan olan bir nîmeti, bolluğu ve Allâh’ın, mü’minlerin ecrini zâyî etmeyeceğini müjdelerler.” (Âl-i İmrân, 169-171)

Âlemlerin Rabbi tarafından medhedilen şehîtlerin, insanlar tarafından da tâzîm ile yâd edileceğini Ziyâ Paşa şu beytiyle ne güzel ifâde etmiştir:

Nev-i insân Haşr’a dek tâzîm ederler âdına,

Kim fedâ-yı nefs ederse cinsinin imdâdına…

“Kim insanların yardımına koşarak onların uğrunda nefsini fedâ ederse, bütün insanlık, kıyâmete dek o kimsenin adını saygıyla yâd eder.”

KIYAMET GÜNÜ ŞEHİTLER NASIL TANINACAK?

Kıyâmet günü şehîtler, vücutlarından henüz yeni yaralanmışçasına akan taze kan ve bu kanlardan etrâfa yayılan misk gibi güzel bir koku ile tanınırlar. İnsanlar onların fazîlet ve şereflerine şâhitlik ederler. Bu sebeple şehîtlerin mübârek kanı ve cenâzesi yıkanmaz.

Peygamber Efendimiz, Hak Teâlâ’nın şehîtlik esnâsında kullarına gösterdiği kolaylığı şöyle ifâde buyurur:

“Sizden biriniz, karınca ısırmasından ne kadar acı duyarsa, şehîd olan kimse de ölümden ancak o kadar acı duyar.” (Tirmizî, Fedâilü’l-cihâd, 26/1668; Nesâî, Cihâd, 35; İbn-i Mâce, Cihâd, 16)

Allâh Teâlâ, kullarını şehîtliğe teşvîk sadedinde şöyle buyurur:

“O hâlde (geçici) dünyâ hayâtını, (ebedî) âhiret hayâtı karşılığında satacak olanlar, Allâh yolunda savaşsınlar. Her kim Allâh yolunda savaşır da öldürülür veya gâlip gelirse, her iki durumda da Biz ona yarın pek büyük bir mükâfât vereceğiz.” (en-Nisâ, 74)

Bütün samîmiyeti ile şehîtliği arzulayan Hazret-i Peygamber, bu duygularını şöyle dile getirmiştir:

“Ümmetime ağır gelmeyecek olsaydı, hiçbir seriyyeden geri kalmaz, hepsine katılırdım. Allâh yolunda şehît olmak, sonra diriltilmek tekrar şehîd olmak yine diriltilip tekrar şehîd olmak isterdim.” (Buhârî, Îman, 26; Müslim, İmâre, 103, 107)

ŞEHADET MÜJDESİ

Bir gün Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hazret-i Ömer’in üzerinde bir gömlek görmüştü:

“–Bu gömleğin yeni mi yoksa yıkanmış mı?” diye sordu. Hazret-i Ömer:

“–Hayır yeni değil, yıkanmış gömlektir yâ Resûlallâh!” deyince:

“–Yeni giy, hamd ederek yaşa, şehît olarak öl!” buyurdu. (Ahmed, II, 89)

Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, böylece Hazret-i Ömer’e şehâdet müjdesini de vermiş oluyordu.

Yine bir gün Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, Hazret-i Ebûbekir, Ömer ve Osman (r.a.) ile birlikte Uhud Dağı’na çıkmıştı. O sırada dağ sarsılmaya başladı. Hazret-i Peygamber ayağıyla yere vurup şöyle buyurdu:

“–Sâkin ol ey Uhud! Senin üzerinde bir Peygamber, bir sıddîk ve iki şehît vardır.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 6; Tirmizî, Menâkıb, 18/3703; Nesâî, Ahbâs, 4) Hazret-i Ömer de:

“Allâh’ım, beni yolunda şehît olmak ve Resûlü’nün beldesinde ölmekle bahtiyar kıl!” diye temennîde bulunurdu. (Buhârî, Fedâilü’l-Medîne, 12) Allâh ona bu makâmı lutfetti. Hazret-i Ömer’in kızı Hafsa vâlidemiz der ki:

“Babamın bu duâsını duyunca şaşırdım ve:

«–Bu nasıl olacak? (Hem Medîne’de ölmek hem de şehîd olmak istiyorsun!)» dedim.

«–Allâh isterse bunu gerçekleştirir.» dedi. Hazret-i Ömer şehît edilinceye kadar insanların bu husustaki şaşkınlığı devâm etmiş ve bunun nasıl tahakkuk edeceğini merâk edip durmuşlardır. (İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, IV, 101)

KİMLER ŞEHİT SAYILIR?

Resûlullâh her Müslümanın şehîtliği arzu etmesi gerektiğine işâret ederek şöyle buyurmuştur:

“Allâh Teâlâ’dan bütün kalbiyle şehîtlik dileyen bir kimse, yatağında ölse bile, Allâh ona şehîtlik mertebesini ihsân eder.” (Müslim, İmâre, 157; Nesâî, Cihâd, 36)

“Şehîtliği gönülden arzu eden bir kimse, şehît olmasa bile sevâbına nâil olur.” (Müslim, İmâre, 156)

Bununla birlikte Allâh Resûlü bir kısım insanları da şehît hükmünde kabûl etmiştir. Nitekim bir defâsında ashâbına:

“–Siz kimleri şehît sayıyorsunuz?” diye sormuştu. Sahâbîler:

“–Yâ Resûlallâh! Kim Allâh yolunda öldürülürse o şehîddir!” dediler. Peygamber Efendimiz:

“–Öyleyse ümmetimin şehîtleri oldukça azdır.” buyurdu. Ashâb-ı Kirâm:

“–O hâlde kimler şehîddir yâ Resûlallâh!” dediler. Resûl-i Ekrem:

“–Allâh yolunda öldürülen şehîddir; Allâh yolunda ölen şehîddir; bulaşıcı hastalıktan ölen şehîddir; ishalden ölen şehîddir; boğularak ölen şehîddir.” buyurdu. (Müslim, İmâre, 165; İbn-i Mâce, Cihâd, 17)

Diğer rivâyetlerde de Efendimiz; malı, kanı, dîni ve âilesi uğrunda öldürülen kimselerin de şehît olduğunu bildirmiştir.[3]

[1] Müslim, Cihâd, 123, 132; Buhârî, Meğâzî, 138.

[2] Müsle: Öldürülen kimsenin burnunu, kulağını ve sâir uzuvlarını kesip gözlerini oymaktır. Resûlullâh, insanlara ve hattâ hayvanlara bile müsle yapılmasını kat’î bir sûrette nehyetmiştir. (Buhârî, Mezâlim 30, Zebâih 25; Ebû Dâvûd, Cihâd 110)

[3] Bkz. Buhârî, Mezâlim, 33; Müslim, Îman, 226; Ebû Dâvûd, Sünnet, 28-29; Tirmizî, Diyât, 21.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan
İslâm Kardeşliğinde Müslümanlar Hangi Altı Hakka Riayet Etmeli?

İslâm kardeşliğinde her mü’minin riâyet etmesi gereken altı temel hak nedir?

İslâm kardeşliğinde mutlakâ riâyet edilmesi gereken birtakım şartlar vardır ki, bunlara riâyet, din kardeşlerimizin üzerimizdeki hakkıdır.
İSLÂM KARDEŞLİĞİNDE RİAYET EDİLMESİ GEREKEN ALTI HAK

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunları şöyle hulâsa eder:

“Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı altıdır:

    Karşılaştığın zaman selâm ver,
    seni dâvet ederse icâbet et,
    senden nasihat isterse nasihat et,
    aksırınca Allâh’a hamdederse «yerhamukellâh» de,
    hastalandığında onu ziyâret et,
    öldüğü zaman cenazesinin ardından git.” (Müslim, Selâm, 5)

Selâm ve Yardımla Kardeşlik

“Selâmı yayınız,

fakir ve yoksulları doyurunuz, böylelikle Azîz ve Celîl olan Allâh’ın size emrettiği şekilde kardeşler olunuz.” (İbn-i Mâce, Et’ıme, 1)

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından 1, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

RAŞiT TUNCA

BAŞAĞAÇLI RAŞiT TUNCA
Raşit Tunca

FORUMUMUZDA
Dini Bilgiler...
Kültürel Bilgiler...
PNG&JPG&GiF Resimler...
Biyografiler...
Tasavvufi Vaaz Sohbetler...
Peygamberler Tarihi...
Siyeri Nebi
PSP&PSD Grafik

BOARD KISAYOLLARI

ALLAH

Allah



BAYRAK

TC.Bayrak



WEB-TUNCA


Radyo Karoglan

Foruma Misafir Olarak Gir


Forumda Neler Var


Karoglan-Raşit Tunca - Dini - islami - Dini Resim - FIKIH - Kuran - Sünnet - Tasavvuf - BAYRAK - Milli - Eğlence - PNG - JPEG - GIF - WebButtons - Vaaz - Sohbet - Siyeri Nebi - Evliyalar - Güzel Sözler - Atatürk - Karoglan Hoca - Dini Bilgi - Radyo index - Sanal Dergi




GALATASARAY

G A L A T A S A R A Y


FENERBAHÇE


F E N E R B A H C E


BEŞiKTAŞ

B E Ş i K T A Ş


TRABZONSPOR

T R A B Z O N S P O R


MiLLi TAKIM

M i L L i T A K I M


ETKiNLiKLERiMiZ


“Peygamberimiz Buyurdular ki Birbirinize Temiz ağız ile Dua edin. Bizde Sayfamızı ziyaret edenlerin ve bu bölümü ziyaret edenlerin kendilerinin Ruhaniyetine, geçmişlerinin Ruhuna Yasin Okuyup hediye ediyoruz Tıkla, ya sende oku yada okunmuş Yasinlerden Nasibini Al”
(Raşit Tunca)



MEVLANA'DAN

“ Kula Bela Gelmez Hak Yazmadıkca, Hak Bela Yazmaz Kul Azmadıkca, Hak intikamını, Kulunun Eliyle Alır da, Bilmiyenler Kul Yaptı Sanır."
(Hz. Mevlana)