MUHAMMED
BAYRAK
| Hoşgeldin, Ziyaretçi |
|
Sitemizden yararlanabilmek için kayıt olmalısınız. |
| Forum İstatistikleri |
» Toplam Üyeler 27 » Son Üye Fahriye » Toplam Konular 18,274 » Toplam Yorumlar 20,051 Detaylı İstatistikler |
DOWNLOADEN
AYET
FELSEFEMiZ
Raşit Tunca Sözü
GÜZEL SÖZ
TOKİ’nin 500 Bin Konut Projesinden Ev Almak Caiz midir?
TOKİ’nin 500 bin konut projesinden ev almak caiz midir? Dr. Öğr. Üyesi Ahmet Hamdi Yıldırım cevaplıyor.
Konut bir ihtiyaçtır. Özellikle de Türkiye’mizde, günümüzde insanların mesken ihtiyacı vardır. Hele de büyük şehirlerde, enflasyonist baskıyla kiralar her geçen gün artıyor. Dolayısıyla asgari ücretle çalışan veya belli bir ücretle geçinen dar gelirliler için konut bir zorunluluk hâline geliyor.
İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de ve büyükşehirlerde, hatta bazı küçük şehirlerde de aynı konut problemi belki İstanbul’dan daha yoğun bir şekilde yaşanıyor olabilir. Buralarda eğer oturacak eviniz varsa, asgari ücretle bile olsa insan kıt kanaat geçinebiliyor. Ama hem emekli olacaksınız hem asgari ücret alacaksınız hem de kira ödeyeceksiniz, bu çok zor.
Devlet de bundan dolayı evi olmayanlara “konut projesi” adı altında 500.000 konutluk bir proje ilanına çıktı. Tabii bu projenin henüz kesinleşmemiş, belli olmayan birçok yönü var. Ümit ediyoruz, dua ediyoruz ki “dağ fare doğurmaz.” Çünkü geçmişte de çok böyle konut projeleri ortaya atıldı, sonra buharlaşıp gitti.
Şimdi burada vatandaşın devlete güvenip güvenmemesi meselesi var. Bu konut olduğuna göre, oturulabilecek bir meskeni ifade ediyor. Dolayısıyla buraya verdiğiniz parayla devlet size bir konut yapmayı taahhüt ediyor. Henüz bunun ön başvuruları yapılıyor.
Elbette bu başvuruların neticesinde, dahil olacağınız proje İstanbul’daysa fiyatı farklı olacaktır; Antalya’daysa farklı, Bayburt’taysa farklı olacaktır. Henüz başvuru süreci olduğu için burada, ihtiyacı olan kimseler bu projeye başvursun deniliyor.
Benim kanaatim, evet, kardeşimizin sorduğu şey doğru: Eğer bir mal alıyorsanız — diyelim ki bir bardak alıyorsunuz — bu bardağın fiyatının ne kadar olduğunun belli olması lazım. Bardağı ya görerek alırsınız (önünüzde bir bardak vardır) ya da tanımlatarak alırsınız. Yani “bardak” dediğiniz, karton bardak da olabilir, plastik bardak da, tek içimlik bardak da, cam bardak da. Cam bardağın da yüzlerce çeşidi vardır; 1 liradan tutun da 10000 liraya kadar fiyat farkı olabilir.
Dolayısıyla “Ben bardak satıyorum.” diye birinden 50 lira alıp peşinden bir kâğıt bardak verirseniz, bu olmaz. Burada da neyi aldığınız belli olmadığı, ne kadar ödeyeceğiniz netleşmediği için ortada bir problem var demektir.
TOKİ’nin 500 bin Konut Projesinden Ev Almak Caiz midir?
Ama “mesken” dediğimiz şey bundan farklıdır. Mesken, içinde oturulabilecek 1+1, 2+1, 3+1… kısaca bir ailenin ihtiyaçlarını karşılayabileceği bir yapıyı ifade eder. Burada henüz işin başlangıç aşamasında olduğumuz için kişi, devletin bu sosyal konut projesine başvurup başvurmama noktasında “caiz midir, değil midir” diye soruyor.
Benim şahsi kanaatim; elbette farklı hocalarımız, farklı fetva kurumları ve kurulları bu noktada farklı mülahazalarda bulunabilir. Fakat devletin sosyal konut adı altında vatandaşına vermeyi vadettiği konutlara, eğer vatandaşın gerçekten ihtiyacı varsa, müracaat edebilir.
İhtiyaç ne demek? Yani 10 tane evi olan biri de kalkıp “Benim ihtiyacım var.” diyerek 11. eve müracaat edemez. Ama aldığı maaşla ödediği kira arasında uçurum olan, “Bugün maaş alıyorum, kirasını ödeyebiliyorum ama yarın işimden olursam bu kirayla yaşamam mümkün değil.” diyen, başka türlü ev alma imkânı olmayan biri, bu sosyal konut projesine müracaat edebilir.
Şartlar ortaya çıktıkça da bakar; bu şartlar kendisine uyuyor mu, uymuyor mu, ona göre sonuçlandırır. Ama burada normal bir hukuki sürecin işlediğini, yani ticari bir alışverişin olduğunu söylemek mümkün değildir.
Gönül ister ki devlet, bütün vatandaşlarına barınma imkânı sağlasın. Çünkü barınma anayasal bir haktır. Herkesin barınabileceği bir meskene ihtiyacı vardır ve devlet bunu temin etmekle yükümlüdür.
Bu da devletin imkânlarıyla doğru orantılı bir durumdur. Binaenaleyh, vatandaş bir devlette yaşıyorsa ve devlet sosyal bir devletse, vatandaşlarına konut verme niyetini taşıyor demektir.
Maalesef Türkiye’mizde veya benzer ülkelerde politikalar genelde dört senelik, seçimden seçime yapılan planlar olduğu için uzun vadeli programlar yürümüyor.
Bundan dolayı kanaatimce, ticari olmayan, yarı bağış mahiyetindeki bu tür projeler caizdir. Çünkü devlet 10 liraya mal ettiğini 3 liraya vatandaşına veriyor. Deprem konutlarında da aynı durum geçerliydi. Vatandaş “Veriyor ama bedava mı veriyor?” diyor. Evet, bedava veriyor. Mesela İzmir’de yapılan konutlar 300.000 TL civarında, 2.000 TL taksitlerle hak sahiplerine verildi. Şimdi 2.000 TL’ye konut taksidi mi var?
Binaenaleyh burada kişinin devletine güvenip güvenmemesi meselesi var. Bu projenin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ayrı bir konu. Ancak bu durum, normal bir konut alım-satımı şeklinde bir işlem değildir.
Bu nedenle vatandaş, eğer gerçekten ihtiyacı varsa — az önce ifade ettiğimiz şartlar çerçevesinde — bu konuta müracaat edebilir. Ama ihtiyacı yoksa, yani kendi konutu varsa, oturduğu evi varsa “fazla olsun, kiraya veririm” diye müracaat edemez.
Devlet zaten bunu vermiyor. Fakat bazen insanlar “Senin şartların tutuyor, sen müracaat et ama parayı ben vereyim, ev benim olsun.” gibi yollar deniyor. Bu caiz değildir. Çünkü bu bir normal satış değil, konut edindirme sürecidir.
Burada oturacak evi olmayan, kendine ait meskeni bulunmayan ihtiyaç sahipleri müracaat edebilirler.
Birisi kalkıp şunu da sormasın: “Evet, benim ilk evim olacak, evime ihtiyacım var ama ben bunu oturmak için değil, yatırım amaçlı düşünüyorum.” Yatırım amaçlı böyle bir projeye kimsenin girmesi caiz olmaz.
Burada “yatmak” için değil, “oturmak” için, yani mesken olarak kullanmak için ihtiyacı olan birinin müracaat etmesi gerekir.
Bunu derken şunu da demek istemiyorum: Adam İstanbul’un Ümraniye’sinde işi gücü var, orada evi var ama devlet projeyi Tuzla’da yapmış. “Buraya sadece Tuzla’dakiler müracaat edebilir.” demek doğru değildir. Çünkü adam orayı kiraya verir, Ümraniye’deki kirasına destek olur.
Önemli olan, bir mesken sahibi olmayan ama yarın öbür gün Ümraniye’deki işini bitirip Tuzla’daki evinde oturabilecek olan ihtiyaç sahibidir.
İnşallah doğru ifade edebiliyorumdur. İhtiyaç sahibi olan kimseler, devletin bu projesine müracaat edebilir ve bu imkândan istifade edebilirler.
İslam ve İhsan
TOKİ’nin 500 bin konut projesinden ev almak caiz midir? Dr. Öğr. Üyesi Ahmet Hamdi Yıldırım cevaplıyor.
Konut bir ihtiyaçtır. Özellikle de Türkiye’mizde, günümüzde insanların mesken ihtiyacı vardır. Hele de büyük şehirlerde, enflasyonist baskıyla kiralar her geçen gün artıyor. Dolayısıyla asgari ücretle çalışan veya belli bir ücretle geçinen dar gelirliler için konut bir zorunluluk hâline geliyor.
İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de ve büyükşehirlerde, hatta bazı küçük şehirlerde de aynı konut problemi belki İstanbul’dan daha yoğun bir şekilde yaşanıyor olabilir. Buralarda eğer oturacak eviniz varsa, asgari ücretle bile olsa insan kıt kanaat geçinebiliyor. Ama hem emekli olacaksınız hem asgari ücret alacaksınız hem de kira ödeyeceksiniz, bu çok zor.
Devlet de bundan dolayı evi olmayanlara “konut projesi” adı altında 500.000 konutluk bir proje ilanına çıktı. Tabii bu projenin henüz kesinleşmemiş, belli olmayan birçok yönü var. Ümit ediyoruz, dua ediyoruz ki “dağ fare doğurmaz.” Çünkü geçmişte de çok böyle konut projeleri ortaya atıldı, sonra buharlaşıp gitti.
Şimdi burada vatandaşın devlete güvenip güvenmemesi meselesi var. Bu konut olduğuna göre, oturulabilecek bir meskeni ifade ediyor. Dolayısıyla buraya verdiğiniz parayla devlet size bir konut yapmayı taahhüt ediyor. Henüz bunun ön başvuruları yapılıyor.
Elbette bu başvuruların neticesinde, dahil olacağınız proje İstanbul’daysa fiyatı farklı olacaktır; Antalya’daysa farklı, Bayburt’taysa farklı olacaktır. Henüz başvuru süreci olduğu için burada, ihtiyacı olan kimseler bu projeye başvursun deniliyor.
Benim kanaatim, evet, kardeşimizin sorduğu şey doğru: Eğer bir mal alıyorsanız — diyelim ki bir bardak alıyorsunuz — bu bardağın fiyatının ne kadar olduğunun belli olması lazım. Bardağı ya görerek alırsınız (önünüzde bir bardak vardır) ya da tanımlatarak alırsınız. Yani “bardak” dediğiniz, karton bardak da olabilir, plastik bardak da, tek içimlik bardak da, cam bardak da. Cam bardağın da yüzlerce çeşidi vardır; 1 liradan tutun da 10000 liraya kadar fiyat farkı olabilir.
Dolayısıyla “Ben bardak satıyorum.” diye birinden 50 lira alıp peşinden bir kâğıt bardak verirseniz, bu olmaz. Burada da neyi aldığınız belli olmadığı, ne kadar ödeyeceğiniz netleşmediği için ortada bir problem var demektir.
TOKİ’nin 500 bin Konut Projesinden Ev Almak Caiz midir?
Ama “mesken” dediğimiz şey bundan farklıdır. Mesken, içinde oturulabilecek 1+1, 2+1, 3+1… kısaca bir ailenin ihtiyaçlarını karşılayabileceği bir yapıyı ifade eder. Burada henüz işin başlangıç aşamasında olduğumuz için kişi, devletin bu sosyal konut projesine başvurup başvurmama noktasında “caiz midir, değil midir” diye soruyor.
Benim şahsi kanaatim; elbette farklı hocalarımız, farklı fetva kurumları ve kurulları bu noktada farklı mülahazalarda bulunabilir. Fakat devletin sosyal konut adı altında vatandaşına vermeyi vadettiği konutlara, eğer vatandaşın gerçekten ihtiyacı varsa, müracaat edebilir.
İhtiyaç ne demek? Yani 10 tane evi olan biri de kalkıp “Benim ihtiyacım var.” diyerek 11. eve müracaat edemez. Ama aldığı maaşla ödediği kira arasında uçurum olan, “Bugün maaş alıyorum, kirasını ödeyebiliyorum ama yarın işimden olursam bu kirayla yaşamam mümkün değil.” diyen, başka türlü ev alma imkânı olmayan biri, bu sosyal konut projesine müracaat edebilir.
Şartlar ortaya çıktıkça da bakar; bu şartlar kendisine uyuyor mu, uymuyor mu, ona göre sonuçlandırır. Ama burada normal bir hukuki sürecin işlediğini, yani ticari bir alışverişin olduğunu söylemek mümkün değildir.
Gönül ister ki devlet, bütün vatandaşlarına barınma imkânı sağlasın. Çünkü barınma anayasal bir haktır. Herkesin barınabileceği bir meskene ihtiyacı vardır ve devlet bunu temin etmekle yükümlüdür.
Bu da devletin imkânlarıyla doğru orantılı bir durumdur. Binaenaleyh, vatandaş bir devlette yaşıyorsa ve devlet sosyal bir devletse, vatandaşlarına konut verme niyetini taşıyor demektir.
Maalesef Türkiye’mizde veya benzer ülkelerde politikalar genelde dört senelik, seçimden seçime yapılan planlar olduğu için uzun vadeli programlar yürümüyor.
Bundan dolayı kanaatimce, ticari olmayan, yarı bağış mahiyetindeki bu tür projeler caizdir. Çünkü devlet 10 liraya mal ettiğini 3 liraya vatandaşına veriyor. Deprem konutlarında da aynı durum geçerliydi. Vatandaş “Veriyor ama bedava mı veriyor?” diyor. Evet, bedava veriyor. Mesela İzmir’de yapılan konutlar 300.000 TL civarında, 2.000 TL taksitlerle hak sahiplerine verildi. Şimdi 2.000 TL’ye konut taksidi mi var?
Binaenaleyh burada kişinin devletine güvenip güvenmemesi meselesi var. Bu projenin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ayrı bir konu. Ancak bu durum, normal bir konut alım-satımı şeklinde bir işlem değildir.
Bu nedenle vatandaş, eğer gerçekten ihtiyacı varsa — az önce ifade ettiğimiz şartlar çerçevesinde — bu konuta müracaat edebilir. Ama ihtiyacı yoksa, yani kendi konutu varsa, oturduğu evi varsa “fazla olsun, kiraya veririm” diye müracaat edemez.
Devlet zaten bunu vermiyor. Fakat bazen insanlar “Senin şartların tutuyor, sen müracaat et ama parayı ben vereyim, ev benim olsun.” gibi yollar deniyor. Bu caiz değildir. Çünkü bu bir normal satış değil, konut edindirme sürecidir.
Burada oturacak evi olmayan, kendine ait meskeni bulunmayan ihtiyaç sahipleri müracaat edebilirler.
Birisi kalkıp şunu da sormasın: “Evet, benim ilk evim olacak, evime ihtiyacım var ama ben bunu oturmak için değil, yatırım amaçlı düşünüyorum.” Yatırım amaçlı böyle bir projeye kimsenin girmesi caiz olmaz.
Burada “yatmak” için değil, “oturmak” için, yani mesken olarak kullanmak için ihtiyacı olan birinin müracaat etmesi gerekir.
Bunu derken şunu da demek istemiyorum: Adam İstanbul’un Ümraniye’sinde işi gücü var, orada evi var ama devlet projeyi Tuzla’da yapmış. “Buraya sadece Tuzla’dakiler müracaat edebilir.” demek doğru değildir. Çünkü adam orayı kiraya verir, Ümraniye’deki kirasına destek olur.
Önemli olan, bir mesken sahibi olmayan ama yarın öbür gün Ümraniye’deki işini bitirip Tuzla’daki evinde oturabilecek olan ihtiyaç sahibidir.
İnşallah doğru ifade edebiliyorumdur. İhtiyaç sahibi olan kimseler, devletin bu projesine müracaat edebilir ve bu imkândan istifade edebilirler.
İslam ve İhsan
Ferdi Mesuliyet Neden Önceliklidir?
Her birey kendi nefsinden başlayarak sorumluluklarını yerine getiriyor mu? Hz. Peygamber’in (s.a.v.) örnek hayatı, ferdi mesuliyetin toplumsal ve ahiretteki önemini nasıl gösteriyor?
Allah Teâlâ, kıymetli ve şerefli olarak yarattığı[1], akıl, irade ve muhakeme gibi özelliklerle güçlendirdiği insanı, boş yere yaratmamış ve başıboş bırakmamıştır.[2][3] Hz. Muhammed (s.a.s) de bu çerçevede son peygamber olarak, Allah Teâlâ’dan aldığı vahyi, bir başka deyişle vahyin içeriğini; Yüce Yaratıcının kullarına duyurmayı murat ettiği hususları, emirleri ve yasakları insanlara ferdi mesuliyet çerçevesinde tebliğ etmekle/ulaştırmakla yükümlü kılınmıştır.
Ferdi Mesuliyetin Temeli: Kendini Tanımak ve Sorumluluğu Kabullenmek
Kur’an, tebliğ konusunda Hz. Peygamber’in (s.a.s), bu sorumluluğu nasıl icra edeceğine, hangi aşamalarla gerçekleştireceğine, merkezden çembere doğru nasıl bir yöntem izleyeceğine dair ona bir yol haritası çizmiştir. Peygamber (s.a.s)’e ilk inen âyetler[4], aslında Hz. Peygamber’in (s.a.s) öncelikli olarak tebliğ ve tebyin açısından ferdi mesuliyetini öne çıkarmaktadır. “Oku” emrinden maksat, Hz. Peygamber’in (s.a.s), kendisine vahyedilen âyetleri okumasıdır. Âyetler, kıraatin, kitabetin, ilmin ve bu nimetlerle karşı karşıya gelen insanı yüceltmektedir. İlk dinî çağrı ilme, kıraate, kitabete yapılmıştır ki, bu çağrıda ilk muhatap kadın olsun erkek olsun insandır. Bu davet, bütün insan cinsini kapsamaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s) ve onun zatında ümmetinin her biri, ferdi mesuliyetini önce kavrayarak kendine has ve uygun çabayı sarf ederek tebliğ ve tebyin görevini yapacaktır. Görüldüğü gibi, âyetin muhatabı bütün insan cinsini kapsasa da, ferdi yükümlüğü öne çıkarmaktadır.
Ferdi mesuliyet, kişinin öncelikle kendine yönelmesi, kendini tanıması, ilâhî yükümlülüğün ve kulluk bilincinin kendisinden başladığını fark etme yeteneğinin içselleşmesidir. Aslında ferdi mesuliyetin mahiyeti, “ben”, kavramı ile başlayan ve bu çerçevede, insan olduğunun ve yaradılış serüvenin kökenini ve gayesini teşkil ettiğinin bilinci anlaşılır. Ben kavramı, Türkçe’de, teklik, birinci kişiyi gösteren söz, kişiyi, öbür varlıklardan ayıran bilinç, bir kimsenin kişiliğini oluşturan temel öğe, ego şeklinde tarif edilmiştir.[5] Bu, kelimenin Arapça karşılığı, “nefs” kelimesi ile ifade edilir. Çok çeşitli anlamları içeren “nefs” kelimesinin, “bir nesnenin aynı/zatı ve cevheri”[6] anlamını içerir. Biz burada sadece, kişi, birey, şahıs, zat anlamlarındaki ben’in ferdi mesuliyet veçhesini kısaca ele alıyoruz
Hz. Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilen vahye ve onun düsturlarına iman etmekle yükümlü kılınmıştır.[7] Aynı zamanda Hz. Peygamber (s.a.s), kedisine vahyedilenlere tabi olmakla emrolunmuştur.[8] Tebliğle görevlendirilen Hz. Peygamber (s.a.s), kendisine indirilene tabi olacak ve onun prensipleriyle hayatını tanzim edecek ki, diğer insanlardan vahyin getirdiği ilkelere uymalarını istesin. Bu gerçek, vahyin tebliğinde ve başarıya ulaşmasında büyük önem taşımaktadır.[9] Görüldüğü gibi, diğer bütün sorumlulukların ifası, ferdi mesuliyetin anlaşılması ve icrası ile mümkündür.
Hz. Peygamber, öncelikle ferdi mesuliyet çerçevesinde kendisine indirilen vahyin birinci muhatabı olarak kendini görüyor, onun gereklerine göre hareket ediyor ve onun ilkelerini uygulamaya bizzat nefsinden başlıyordu.
Ferdi mesuliyet, kişinin yapıp ettiklerinde öncelikle kendisini muhatap olarak görmesini gerekli kılar. Kişinin, fiil ve hareketlerinde, tebliğ ve tebyin ettikleri hususlarda kendisini birinci derecede sorumlu görmemesi, Kur’an ölçeğinde tutarsızlıktır ve çirkin bir davranıştır.”[10]
Ferdi mesuliyetin, nereden başlanacağına dair şu âyet oldukça önem arz etmektedir: “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…”[11]
Âyette zikredilen “enfüs” kelimesi ile her ne kadar hitap, çoğul olarak gelmiş olsa bile, her bireyi ve şahsı tek başına muhatap kabul edilmektedir. Ferdi mesuliyet, elbette hem birey hem de İslam cemaati ile birlikte yapılması ile tamamlanır. Ancak âyette, ferdi mesuliyetin önce kendilerinden başlamalarının lüzûmuna işaret edilmiştir.
Ferdi mesuliyetten kaçarak insanlara iyiliği emredip, tebliğ ve irşatta bulunup kendisini unutanları Kur’an’an şu soruyla tenkit eder: “(Ey Yahudi bilginleri) siz, insanlara iyiliği (gerçeği ve peygambere îman etmeyi) emredersiniz de kendinizi unutur musunuz? Hâlbuki Kitab (Tevrat) da okursunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?”[12]
Muhammet Hamdi Yazır’ın ifadesiyle Kötülük emretmektense, iyilik emretmek elbette iyidir. Ancak, aklı olan, başkasının iyiliğini isterken kendini unutur mu? Başkasını irşat edip de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten, irşattan mahrum bırakmak, eli selamete çıkarıp, kendisini ateşe atmak demektir ki, amelî akıl açısından bir çelişki teşkil eder...[13]
Aile ve Toplumda Ferdi Mesuliyetin Rolü
Toplumun nüvesi ve en küçük ünitesi olarak bilinen ailenin bireylerden oluşması gibi, toplum da, ailelerden oluşur. Ferdi mesuliyet önce aileden başlar. Anne-baba ailenin asli üyeleridir. Her birinin Kur’an ve sünnetin ortaya koydukları ilkelere, yürürlükte olan kanunlara ve öteden beri meşruluk zeminine oturan bilfiil yaşanan geleneklere göre sorumlulukları vardır. Ancak öncelikle ailede, annenin ve babanın ferdi mesuliyeti temel teşkil eder. Anne ve baba kendine düşen ferdi mesuliyetleri yerine getirerek, aile fertlerine karşı müşterek yükümlülüklerini ifa ederler. Aile fertlerinin sağlıklı bir şekilde hayata hazırlanması da ancak bu yöntemle gerçekleşir. Hiçbir şekilde ferdi mesuliyeti öteleyerek, eşlerin birbirlerine sorumluluk yüklemesi eğitim-öğretim açısından doğru değildir.
Ferdi mesuliyetin önemini ortaya koyan aşağıdaki âyeti bu hususta örnek verebiliriz. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’e şu talimatı vermiştir. “Aile efradına namazı emret ve buna sabırla, ısrarla devam et.”[14]
Bu âyette Allah Teâlâ, Peygamber Efendimiz'den (s.a.s), aile halkına namaz kılmayı emretmesini, onlarla beraber ona sarılmasını, sabır ve azimle ona devam etmesini istemiştir. Âyetteki hitap, Hz. Peygamber'in (s.a.s) şahsınadır. Ancak bu hitabın içine umumi olarak bütün ümmeti, hususî olarak ta Hz. Peygamber'in (s.a.s) aile halkı girmektedir.[15] Bu âyetin hükmü gereği peygamberimiz, altı ay müddetle Mescid-i Nebevî'ye sabah namazına gitmeden önce, Hz. Fatıma ve Hz. Ali'nin (r.a.) evlerine uğrar ve kapılarının önünde durur ve: “Ey Ehl-i Beyt (Muhammed'in ev halkı) namaza kalkınız” buyururdu. … âyette “buna sabırla, ısrarla devam et[16] pasajında Hz. peygambere, tebliğ görevinin gereği namazı aile ve topluma emretmesinin yanı sıra, ferdi mesuliyet çerçevesinde kendisinin de sabırla namaza devam etmesi istenmiştir.
Peygamber (s.a.s), ferdi mesuliyetini, her daim canlı tutmuştur. Peygamberimiz (s.a.s), ev halkına karşı taşıdığı ağır mesuliyetleri hissederek sık sık endişelendiği görülmüştür. Daima onları, bu dünyadakilere kıyasla öteki dünyanın mükâfat ve güzelliklerine teşvik etmiştir.[17]
Ferdi Mesuliyetin Ahiret ve Tebliğ Açısından Önemi
Âhiretteki muhasebenin başlangıç noktasının da ferdi mesuliyetin yerine getirilip getirilmemesi ile başlayacağını şu âyet ne güzel ifade etmiştir: “Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter”[18] Herkes, amel defterini kendisi okuyacak. Sorumlu olduğu ve inanmakla yükümlü kılındığı Kur’ân’ın/Kitabın, bir başkasının okuyup okumadığı kişiye sorulmayacaktır. Ferdi mesuliyet çerçevesinde sorgu suale tabi olacaktır. “Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenemez…”[19] ilâhî ilkesi, ferdi mesuliyetin önde geldiğini, diğer sorumlulukların ferdi mesuliyetle tamamlanacağını göstermektedir.
Dipnotlar:
[1] el-İsrâ 17/70.
[2] el-Kıyâme 75/36.
[3] el-Mü’min 25/114.
[4] el-Alak 96/1-5
[5] Şükrü Halûk Akalın ve Diğerleri, Türkçe Sözlük (Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 2009), 241.
[6] Asım Efendi, Kamus Tercümesi (İstanubl: Asitane Yayınları tıpkı basım, ts), 2: 299-300.
[7] el-Bakara 2/285.
[8] el-En’âm 6/50, 106; el-A’raf 7/203; el-Ahzâb 33/2.
[9] Kerim Buladı, Kur’an’da Hz. Peygamber’in Vasıfları (İstanbul: Kayıhan Yayınları, 2018), 24.
[10] es-Saff 61/2-3.
[11] et-Tahrîm 66/6.
[12] el-Bakara 2/44.
[13] Bkz. Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili (İstanbul: Eser Kitapevi, 1971), 1: 338-339.
[14] Tâhâ, 19/132.
[15] Kurtubî, el-Camiu li Ahkâmu'l-Kurân (Beyrut: Dâru’l-Fikir, 1993), C. 4: Cz. 11: 174.
[16] Tirmizî, “Tefsir”, 34.
[17] Bkz. Afzalur Rahman, Hz. Muhammed (s.a.v) Sîret Ansiklopedisi, tercüme, Yusuf Balcı ve diğerleri (İstanbul: İnkılâb Yayınevi, 1996), C. 1: 264-265.
[18] el-İsrâ 17/14.
[19] el-İsrâ 17/15; 33/38; el-Fâtır 35/18; en-Necm, 53/38.
Kaynak: Kerim Buladı, Altınoluk Dergisi, Sayı: 477
İslam ve İhsan
Her birey kendi nefsinden başlayarak sorumluluklarını yerine getiriyor mu? Hz. Peygamber’in (s.a.v.) örnek hayatı, ferdi mesuliyetin toplumsal ve ahiretteki önemini nasıl gösteriyor?
Allah Teâlâ, kıymetli ve şerefli olarak yarattığı[1], akıl, irade ve muhakeme gibi özelliklerle güçlendirdiği insanı, boş yere yaratmamış ve başıboş bırakmamıştır.[2][3] Hz. Muhammed (s.a.s) de bu çerçevede son peygamber olarak, Allah Teâlâ’dan aldığı vahyi, bir başka deyişle vahyin içeriğini; Yüce Yaratıcının kullarına duyurmayı murat ettiği hususları, emirleri ve yasakları insanlara ferdi mesuliyet çerçevesinde tebliğ etmekle/ulaştırmakla yükümlü kılınmıştır.
Ferdi Mesuliyetin Temeli: Kendini Tanımak ve Sorumluluğu Kabullenmek
Kur’an, tebliğ konusunda Hz. Peygamber’in (s.a.s), bu sorumluluğu nasıl icra edeceğine, hangi aşamalarla gerçekleştireceğine, merkezden çembere doğru nasıl bir yöntem izleyeceğine dair ona bir yol haritası çizmiştir. Peygamber (s.a.s)’e ilk inen âyetler[4], aslında Hz. Peygamber’in (s.a.s) öncelikli olarak tebliğ ve tebyin açısından ferdi mesuliyetini öne çıkarmaktadır. “Oku” emrinden maksat, Hz. Peygamber’in (s.a.s), kendisine vahyedilen âyetleri okumasıdır. Âyetler, kıraatin, kitabetin, ilmin ve bu nimetlerle karşı karşıya gelen insanı yüceltmektedir. İlk dinî çağrı ilme, kıraate, kitabete yapılmıştır ki, bu çağrıda ilk muhatap kadın olsun erkek olsun insandır. Bu davet, bütün insan cinsini kapsamaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s) ve onun zatında ümmetinin her biri, ferdi mesuliyetini önce kavrayarak kendine has ve uygun çabayı sarf ederek tebliğ ve tebyin görevini yapacaktır. Görüldüğü gibi, âyetin muhatabı bütün insan cinsini kapsasa da, ferdi yükümlüğü öne çıkarmaktadır.
Ferdi mesuliyet, kişinin öncelikle kendine yönelmesi, kendini tanıması, ilâhî yükümlülüğün ve kulluk bilincinin kendisinden başladığını fark etme yeteneğinin içselleşmesidir. Aslında ferdi mesuliyetin mahiyeti, “ben”, kavramı ile başlayan ve bu çerçevede, insan olduğunun ve yaradılış serüvenin kökenini ve gayesini teşkil ettiğinin bilinci anlaşılır. Ben kavramı, Türkçe’de, teklik, birinci kişiyi gösteren söz, kişiyi, öbür varlıklardan ayıran bilinç, bir kimsenin kişiliğini oluşturan temel öğe, ego şeklinde tarif edilmiştir.[5] Bu, kelimenin Arapça karşılığı, “nefs” kelimesi ile ifade edilir. Çok çeşitli anlamları içeren “nefs” kelimesinin, “bir nesnenin aynı/zatı ve cevheri”[6] anlamını içerir. Biz burada sadece, kişi, birey, şahıs, zat anlamlarındaki ben’in ferdi mesuliyet veçhesini kısaca ele alıyoruz
Hz. Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilen vahye ve onun düsturlarına iman etmekle yükümlü kılınmıştır.[7] Aynı zamanda Hz. Peygamber (s.a.s), kedisine vahyedilenlere tabi olmakla emrolunmuştur.[8] Tebliğle görevlendirilen Hz. Peygamber (s.a.s), kendisine indirilene tabi olacak ve onun prensipleriyle hayatını tanzim edecek ki, diğer insanlardan vahyin getirdiği ilkelere uymalarını istesin. Bu gerçek, vahyin tebliğinde ve başarıya ulaşmasında büyük önem taşımaktadır.[9] Görüldüğü gibi, diğer bütün sorumlulukların ifası, ferdi mesuliyetin anlaşılması ve icrası ile mümkündür.
Hz. Peygamber, öncelikle ferdi mesuliyet çerçevesinde kendisine indirilen vahyin birinci muhatabı olarak kendini görüyor, onun gereklerine göre hareket ediyor ve onun ilkelerini uygulamaya bizzat nefsinden başlıyordu.
Ferdi mesuliyet, kişinin yapıp ettiklerinde öncelikle kendisini muhatap olarak görmesini gerekli kılar. Kişinin, fiil ve hareketlerinde, tebliğ ve tebyin ettikleri hususlarda kendisini birinci derecede sorumlu görmemesi, Kur’an ölçeğinde tutarsızlıktır ve çirkin bir davranıştır.”[10]
Ferdi mesuliyetin, nereden başlanacağına dair şu âyet oldukça önem arz etmektedir: “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…”[11]
Âyette zikredilen “enfüs” kelimesi ile her ne kadar hitap, çoğul olarak gelmiş olsa bile, her bireyi ve şahsı tek başına muhatap kabul edilmektedir. Ferdi mesuliyet, elbette hem birey hem de İslam cemaati ile birlikte yapılması ile tamamlanır. Ancak âyette, ferdi mesuliyetin önce kendilerinden başlamalarının lüzûmuna işaret edilmiştir.
Ferdi mesuliyetten kaçarak insanlara iyiliği emredip, tebliğ ve irşatta bulunup kendisini unutanları Kur’an’an şu soruyla tenkit eder: “(Ey Yahudi bilginleri) siz, insanlara iyiliği (gerçeği ve peygambere îman etmeyi) emredersiniz de kendinizi unutur musunuz? Hâlbuki Kitab (Tevrat) da okursunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?”[12]
Muhammet Hamdi Yazır’ın ifadesiyle Kötülük emretmektense, iyilik emretmek elbette iyidir. Ancak, aklı olan, başkasının iyiliğini isterken kendini unutur mu? Başkasını irşat edip de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten, irşattan mahrum bırakmak, eli selamete çıkarıp, kendisini ateşe atmak demektir ki, amelî akıl açısından bir çelişki teşkil eder...[13]
Aile ve Toplumda Ferdi Mesuliyetin Rolü
Toplumun nüvesi ve en küçük ünitesi olarak bilinen ailenin bireylerden oluşması gibi, toplum da, ailelerden oluşur. Ferdi mesuliyet önce aileden başlar. Anne-baba ailenin asli üyeleridir. Her birinin Kur’an ve sünnetin ortaya koydukları ilkelere, yürürlükte olan kanunlara ve öteden beri meşruluk zeminine oturan bilfiil yaşanan geleneklere göre sorumlulukları vardır. Ancak öncelikle ailede, annenin ve babanın ferdi mesuliyeti temel teşkil eder. Anne ve baba kendine düşen ferdi mesuliyetleri yerine getirerek, aile fertlerine karşı müşterek yükümlülüklerini ifa ederler. Aile fertlerinin sağlıklı bir şekilde hayata hazırlanması da ancak bu yöntemle gerçekleşir. Hiçbir şekilde ferdi mesuliyeti öteleyerek, eşlerin birbirlerine sorumluluk yüklemesi eğitim-öğretim açısından doğru değildir.
Ferdi mesuliyetin önemini ortaya koyan aşağıdaki âyeti bu hususta örnek verebiliriz. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’e şu talimatı vermiştir. “Aile efradına namazı emret ve buna sabırla, ısrarla devam et.”[14]
Bu âyette Allah Teâlâ, Peygamber Efendimiz'den (s.a.s), aile halkına namaz kılmayı emretmesini, onlarla beraber ona sarılmasını, sabır ve azimle ona devam etmesini istemiştir. Âyetteki hitap, Hz. Peygamber'in (s.a.s) şahsınadır. Ancak bu hitabın içine umumi olarak bütün ümmeti, hususî olarak ta Hz. Peygamber'in (s.a.s) aile halkı girmektedir.[15] Bu âyetin hükmü gereği peygamberimiz, altı ay müddetle Mescid-i Nebevî'ye sabah namazına gitmeden önce, Hz. Fatıma ve Hz. Ali'nin (r.a.) evlerine uğrar ve kapılarının önünde durur ve: “Ey Ehl-i Beyt (Muhammed'in ev halkı) namaza kalkınız” buyururdu. … âyette “buna sabırla, ısrarla devam et[16] pasajında Hz. peygambere, tebliğ görevinin gereği namazı aile ve topluma emretmesinin yanı sıra, ferdi mesuliyet çerçevesinde kendisinin de sabırla namaza devam etmesi istenmiştir.
Peygamber (s.a.s), ferdi mesuliyetini, her daim canlı tutmuştur. Peygamberimiz (s.a.s), ev halkına karşı taşıdığı ağır mesuliyetleri hissederek sık sık endişelendiği görülmüştür. Daima onları, bu dünyadakilere kıyasla öteki dünyanın mükâfat ve güzelliklerine teşvik etmiştir.[17]
Ferdi Mesuliyetin Ahiret ve Tebliğ Açısından Önemi
Âhiretteki muhasebenin başlangıç noktasının da ferdi mesuliyetin yerine getirilip getirilmemesi ile başlayacağını şu âyet ne güzel ifade etmiştir: “Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter”[18] Herkes, amel defterini kendisi okuyacak. Sorumlu olduğu ve inanmakla yükümlü kılındığı Kur’ân’ın/Kitabın, bir başkasının okuyup okumadığı kişiye sorulmayacaktır. Ferdi mesuliyet çerçevesinde sorgu suale tabi olacaktır. “Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenemez…”[19] ilâhî ilkesi, ferdi mesuliyetin önde geldiğini, diğer sorumlulukların ferdi mesuliyetle tamamlanacağını göstermektedir.
Dipnotlar:
[1] el-İsrâ 17/70.
[2] el-Kıyâme 75/36.
[3] el-Mü’min 25/114.
[4] el-Alak 96/1-5
[5] Şükrü Halûk Akalın ve Diğerleri, Türkçe Sözlük (Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 2009), 241.
[6] Asım Efendi, Kamus Tercümesi (İstanubl: Asitane Yayınları tıpkı basım, ts), 2: 299-300.
[7] el-Bakara 2/285.
[8] el-En’âm 6/50, 106; el-A’raf 7/203; el-Ahzâb 33/2.
[9] Kerim Buladı, Kur’an’da Hz. Peygamber’in Vasıfları (İstanbul: Kayıhan Yayınları, 2018), 24.
[10] es-Saff 61/2-3.
[11] et-Tahrîm 66/6.
[12] el-Bakara 2/44.
[13] Bkz. Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili (İstanbul: Eser Kitapevi, 1971), 1: 338-339.
[14] Tâhâ, 19/132.
[15] Kurtubî, el-Camiu li Ahkâmu'l-Kurân (Beyrut: Dâru’l-Fikir, 1993), C. 4: Cz. 11: 174.
[16] Tirmizî, “Tefsir”, 34.
[17] Bkz. Afzalur Rahman, Hz. Muhammed (s.a.v) Sîret Ansiklopedisi, tercüme, Yusuf Balcı ve diğerleri (İstanbul: İnkılâb Yayınevi, 1996), C. 1: 264-265.
[18] el-İsrâ 17/14.
[19] el-İsrâ 17/15; 33/38; el-Fâtır 35/18; en-Necm, 53/38.
Kaynak: Kerim Buladı, Altınoluk Dergisi, Sayı: 477
İslam ve İhsan
Benzememiz Gereken 4 Zümre
Fâtiha sûresinde Rabbimiz bizlere “Kendilerine nimet verilenlerin yoluna ilet” diye dua etmeyi öğretiyor. Peki kimdir bu nimet verilenler? Gelin şimdi hep birlikte bu dört büyük zümreyi tanıyalım ve hayatımızda örnek alalım:
Peygamberler (Nebiyyîn):
Rabbimizin en seçkin kullarıdır. Başta Peygamber Efendimiz ﷺ olmak üzere, bir yetimlikten devlet reisliğine, bir tebliğden ümmet inşasına kadar her hâliyle bize örnektir. O’nun ahlâkı Kur’an’dı. O’na benzemek, hayatın her alanında rehber edinmek, mü’minin en büyük gayesi olmalıdır.
Sıddıklar:
Bunlar doğrulukta ve sadakatte zirveye ulaşmış kimselerdir. Kur’an’a, Sünnet’e, Resûlullah’a bağlılıkta asla taviz vermezler. Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh) bunun en güzel örneğidir. Zorlukta da kolaylıkta da Allah ve Resûlü’nün yanında dimdik duranlardır.
Şehitler:
Allah yolunda canını feda etmekten çekinmeyen, dinini, vatanını, mukaddesatını korumak uğruna ölümü göze alan kahramanlardır. Onlar, “Rabbimizin katında diri olanlar”dır. (Âl-i İmrân, 169) Fedakârlığın ve teslimiyetin zirvesindedirler.
Salihler:
Amelleri düzgün, niyetleri halis, kalpleri tertemiz olan kimselerdir. Allah’ın rızasına uygun bir hayat sürer, insanlara örnek olur, yaşantısıyla tebliğ ederler. Onlar, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran, toplumun manevi direkleridir.
İslam ve İhsan
Fâtiha sûresinde Rabbimiz bizlere “Kendilerine nimet verilenlerin yoluna ilet” diye dua etmeyi öğretiyor. Peki kimdir bu nimet verilenler? Gelin şimdi hep birlikte bu dört büyük zümreyi tanıyalım ve hayatımızda örnek alalım:
Peygamberler (Nebiyyîn):
Rabbimizin en seçkin kullarıdır. Başta Peygamber Efendimiz ﷺ olmak üzere, bir yetimlikten devlet reisliğine, bir tebliğden ümmet inşasına kadar her hâliyle bize örnektir. O’nun ahlâkı Kur’an’dı. O’na benzemek, hayatın her alanında rehber edinmek, mü’minin en büyük gayesi olmalıdır.
Sıddıklar:
Bunlar doğrulukta ve sadakatte zirveye ulaşmış kimselerdir. Kur’an’a, Sünnet’e, Resûlullah’a bağlılıkta asla taviz vermezler. Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh) bunun en güzel örneğidir. Zorlukta da kolaylıkta da Allah ve Resûlü’nün yanında dimdik duranlardır.
Şehitler:
Allah yolunda canını feda etmekten çekinmeyen, dinini, vatanını, mukaddesatını korumak uğruna ölümü göze alan kahramanlardır. Onlar, “Rabbimizin katında diri olanlar”dır. (Âl-i İmrân, 169) Fedakârlığın ve teslimiyetin zirvesindedirler.
Salihler:
Amelleri düzgün, niyetleri halis, kalpleri tertemiz olan kimselerdir. Allah’ın rızasına uygun bir hayat sürer, insanlara örnek olur, yaşantısıyla tebliğ ederler. Onlar, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran, toplumun manevi direkleridir.
İslam ve İhsan
Kıpırdayamaz!
Kimler, hangi hesabı vermeden adım dahi atamayacak? Dikkat etmemiz gereken hususlar nelerdir?
Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Hiçbir kul, kıyâmet gününde;
Ömrünü nerede tükettiğinden,
İlmiyle ne gibi işler yaptığından,
Malını nereden kazanıp nerede harcadığından,
Vücudunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 1)
Demek ki;
Bir müslüman asla; «Mal benim! İstediğim gibi harcarım!» diyemez. Mü’min, bilir ki mülkün gerçek sahibi Allah Teâlâ’dır. O -azze ve celle-, malı ve serveti kuluna emâneten vermiştir. Aynı zamanda imtihan için vermiştir.
Emânetçiye düşen vazife, gerçek mal sahibinin şartlarına riâyet etmektir. Bu şartları iki noktada hulâsa edebiliriz:
Cimrilik, pintilik yok! Yani nefsi için biriktirip, hayra ve lüzumlu yerlere harcamaktan sakınmak yok!
İsraf ve lükse kapılmak, yani nefse ihtiyaçtan fazla sarf etmek de yok!
Bir müslüman;
Malı helâlinden kazanacak,
Kazancından kendisine ve ailesine; isrâfa ve lükse düşmeden kifâyet ve riyâzat ölçülerinde sarf edecek,
Arta kalanı Allah yolunda infâk ederek, âhiret sermâyesi eyleyecek…
-Müslüman kardeşini kendisine zimmetli bilecek. Mahrumlara, muzdariplere ulaşacak…
-İslâm’ın istikbâlinden kendisini mes’ul addettiği için, imkânlarıyla Allah yolundaki gayretlere destek olacak.
İslam ve İhsan
Kimler, hangi hesabı vermeden adım dahi atamayacak? Dikkat etmemiz gereken hususlar nelerdir?
Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Hiçbir kul, kıyâmet gününde;
Ömrünü nerede tükettiğinden,
İlmiyle ne gibi işler yaptığından,
Malını nereden kazanıp nerede harcadığından,
Vücudunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 1)
Demek ki;
Bir müslüman asla; «Mal benim! İstediğim gibi harcarım!» diyemez. Mü’min, bilir ki mülkün gerçek sahibi Allah Teâlâ’dır. O -azze ve celle-, malı ve serveti kuluna emâneten vermiştir. Aynı zamanda imtihan için vermiştir.
Emânetçiye düşen vazife, gerçek mal sahibinin şartlarına riâyet etmektir. Bu şartları iki noktada hulâsa edebiliriz:
Cimrilik, pintilik yok! Yani nefsi için biriktirip, hayra ve lüzumlu yerlere harcamaktan sakınmak yok!
İsraf ve lükse kapılmak, yani nefse ihtiyaçtan fazla sarf etmek de yok!
Bir müslüman;
Malı helâlinden kazanacak,
Kazancından kendisine ve ailesine; isrâfa ve lükse düşmeden kifâyet ve riyâzat ölçülerinde sarf edecek,
Arta kalanı Allah yolunda infâk ederek, âhiret sermâyesi eyleyecek…
-Müslüman kardeşini kendisine zimmetli bilecek. Mahrumlara, muzdariplere ulaşacak…
-İslâm’ın istikbâlinden kendisini mes’ul addettiği için, imkânlarıyla Allah yolundaki gayretlere destek olacak.
İslam ve İhsan
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurmuştur:
“İki salâtü selâm arasında yapılan duâ reddolunmaz.”
(Hadîs-i şerîf)
“İki salâtü selâm arasında yapılan duâ reddolunmaz.”
(Hadîs-i şerîf)
RAŞiT TUNCA
BAŞAĞAÇLI RAŞiT TUNCA

FORUMUMUZDA
Dini Bilgiler...
Kültürel Bilgiler...
PNG&JPG&GiF Resimler...
Biyografiler...
Tasavvufi Vaaz Sohbetler...
Peygamberler Tarihi...
Siyeri Nebi
PSP&PSD Grafik
ALLAH
BAYRAK
Radyo Karoglan
Foruma Misafir Olarak Gir
Forumda Neler Var
GALATASARAY
FENERBAHÇE
BEŞiKTAŞ
TRABZONSPOR
MiLLi TAKIM
ETKiNLiKLERiMiZ
Portal
Forum
Search
Community 
Forum Statistics
Forum Team
Calendar
Members
» Son Üye
» Toplam Konular 18,274
» Toplam Yorumlar 20,051
Read More / Comment 



