MUHAMMED
BAYRAK

Hoşgeldin, Ziyaretçi |
Sitemizden yararlanabilmek için kayıt olmalısınız. |
Forum İstatistikleri |
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
DOWNLOADEN
AYET
FELSEFEMiZ
Raşit Tunca Sözü
GÜZEL SÖZ
ölmüş bir evliyadan evi olmayan ev, işi olmayan iş,.. istiyor, ya hayatta olan evliya
insanlar Türbelere gidip ölmüş bir Evliyadan, evi olmayan ev, işi olmayan iş,.. istiyor da, ya hayatta olan evliyaları arayıp bulmak ve onların hatrına Allah'dan istemek
Türbeye gidenler dua ediyor ve ölmüş bir evliyadan evi olmayana ev, işi olmayana iş, eşi olmayana eş, çocuğu olmayana çocuk nasip et diye dua edip istiyor
Elbetteki Allah'ın Veli kulları dostları ölü değillerdir, O'nların, ölüykende, diriykende, faide ve faziletleri görülür, nitekim Kuranda Rabbimiz buyuruyor ki :
بِسْمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ الٓمٓ
وَلَا تَقُولُوا۟ لِمَن يُقْتَلُ فِى سَبِيلِ ٱللَّهِ أَمْوَٰتٌۢ ۚ بَلْ أَحْيَآءٌ وَلَٰكِن لَّا تَشْعُرُونَ
Ve lâ tekûlû li men yuktelu fî sebîlillâhi emvât(emvâtun), bel ehyâun ve lâkin lâ teş’urûn(teş’urûne).
Allah yolunda ölenlere veya öldürülenlere “ölüler” demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.
(Bakara Suresi 154)
Fakat Hayatta olan bir evliya ve Allah dostunu bilip bulmak, ve onunla konuşup görüşmek, ve maruzat ve hacetini belirtmek, ve duasını ve bereketini, himmetini istemek ile de, aynı faidelere kavuşulur, ancak gerçek Allah dostunu bilip bulabilirseniz...
ölmüş bir evliyadan evi olmayan ev, işi olmayan iş,.. istiyorda ya Diri hay ve hayatta olan evliyayı ziyaret edip, o evliyadan veya onun hatrına istemek le de o dua ve istekler daha makbul olmaz mı sizce, ve Allah o veli kulunun hatrına evi olmayana ev, işi olmayana iş, eşi olmayana eş, çocuğu olmayana çocuk nasip etmez mi?
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah Teâla Hazretleri şöyle ferman buyurdu:"
"Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (aynî veya kifaye) şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mü'min kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem."
(Buhârî, Rikak 38.)
Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:
"Şu üç şey Âdemoğlunun saadetindendir; saliha bir hanım, geniş ev, rahat binek." (Müsned, 1/168)
Nitekim başka bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (asm) yine şöyle buyurmuştur:
"Evlenin, çoğalın; çünkü kıyamet gününde diğer ümmetlere karşı sizinle iftihar edeceğim."
أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَۙ وَلَا يَز۪يدُ الظَّالِم۪ينَ اِلَّا خَسَارًا
Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmenirrahim
Ve nunezzilu minel kur’âni mâ huve şifâun ve rahmetun lil mu’minîne ve lâ yezîduz zâlimîne illâ hasârâ.
Meali :
Kur’ân’dan indirdiğimiz şeyler, mü’minler için şifadır ve rahmettir. Ve zalimlerin sadece hüsranını ve ziyanını artırır.
Sadakallahul Aziym İSRA Suresi 82. ayet
Peygamberimizin kendi zamaninda yağmur duasini çıktigini ve duasının kabul olduğunu, öyle Yağmur yağmış ki hatta, sonra yeni dua etmek durumunda kalmış, ve üzerimize değil etrafımıza etrafımızda diye dua ettiğini bildiren hadis-i mevcut.
Hicretin altıncı yılında büyük bir kuraklık ve kıtlık her tarafı sarmıştı. Ramazan ayında, bir cuma günü, Resûl-i Ekrem Efendimiz hutbe irad buyururken, kendisinden, "Allah'a dua et de bize yağmur versin." diye rica edildi.Bunun üzerine
Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Buyurdular
"Allah'ım! Bize yağmur ver. Allah'ım! Bize yağmur ver." diyerek duâ etti.
( Hadis-i Şerif , Buharî, 1:179; Müslim, 2:613.)
Bir anda ayna gibi berrak olan gökyüzünde bulutlar belirdi. Ve yağmur yağmaya başladı. Peygamber Efendimiz bu sefer, "Allah'ım! Bu yağmuru bardaktan boşanırcasına yağdır ve hakkımızda hayırlı kıl."
(Buharî, 1:179.) diye duâ etti.
Enes bin Mâlik der ki: "Üzerimize öyle bir yağmur yağdı ki, neredeyse evlerimize gitme imkânı bulamayacaktık. O gün, ertesi gün, daha ertesi gün, tâ öteki cumaya kadar yağmur yağmaya devam etti."
(Buhârî, 1:179; Müsned, 3:261)
Cuma günü Peygamber Efendimiz yine hutbe irad ederken, bu sefer yağmurun dinmesi için duâ etmesini şöyle rica ettiler:
"Yâ Resûlallah! Evler, yağmurdan yıkılmaya başladı. Yollar kapandı. Allah'a dua etsen de yağmuru kesse!"
(Müsned, 3:261)
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz tebessüm buyurdular, sonra da ellerini kaldırarak, "Allah'ım! Çevremize yağdır, üzerimize değil."
(Müsned, 3:261; Müslim, 2:613) diyerek duâ etti.
أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ
Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmenirrahim
Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe ve kûnû meas sâdikîn.
Meali :
Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla iyiler ile salihler ile beraber olun.
(Sadakallahul Aziym TEVBE Suresi 119. ayet)
Yani iyilik de, aynı ateşin ateşi tutuşturduğu gibi, iyilerde, iyilerin iyiliğini tutuşturabilir. Allahu Teala yine kur'an-ı Kerim'de yeryüzünü iyilere miras bırakacağını beyan ediyor:
أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
أَنَّ الْأَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ
Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmenirrahim
ennel arda yerisuhâ ıbâdiyes sâlihûn.
Meali :
“Yeryüzüne muhakkak benim iyi kullarım varis olacaktır”
(Sadakallahul Aziym ENBİYA Suresi 105. ayetten pasaj)
dünyada yeryüzünde iyilik hakim olursa elbet Allah burayı cennete çevirecektir. Allahu Teala rahmetinin gazabını koyup geçtiğini buyuruyor
Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Buyurdular
"Rahmetim gazabımı geçti."
(Hadis-i Şerif , Aclunî,Keşfü'l-Hafâ, 1/448)
Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Buyurdular ki
"Benim Ümmetimin alimleri,Beni israilin (İsrâiloğullarının) peygamberleri gibidir"
(bk. Razi, Tefsir, VIII/302; Neysaburi, Tefsir: I/264; Keşfu’l-Hafa: II/64)
Âlim Ne Demek?
Alim kelimesi sıfat olarak kullanıldığında "bilen" anlamını taşır. Sıfat olarak kullanımına gündelik hayatta sık rastlamayız. Bu kelime isim olarak kullanıldığında ise "bilge, bilgin" anlamlarını taşır. Alim kelimesini günlük hayatta cümlede sıkça kullandığımız kullanım şekli isim olarak kullanımıdır. Buna bir örnek vermek gerekirse: "Alim ile oturan mertebe alır." cümlesi alim kelimesinin cümlede isim olarak kullanımına örnektir.
Arapça kökenli olan alim kelimesi Arapçada çok bilen, en çok bilen, ilim sahibi, bilen, bilgin anlamlarına gelmektedir.
El-Alim Allah-u Teala'nın isimlerinden biridir. Bu isim Allah'ın her şeyi bilen, evrenin tüm bilgilerine sahip olan olduğunu ifade eder.
Alîm ve allâm kelimeleri, âlim kelimesinin mübalağalı şekli olup çok bilen; a'lem ise ism-i tafdil olup daha iyi, en iyi, pek iyi bilen demektir. Bu sıfatlar Allah'ın, sırları, gizli olanları, olmuşu ve olacağı, görünen ve görünmeyen âlemi, yerde ve göklerde olup bitenleri, geçmişi, hâli ve geleceği, canlı ve cansız bütün varlıkları, insanların gizli ve âşikâr bütün yaptıklarını, küçük ve büyük her şeyi bildiğini ifade eder.
Âlim ismi Kur'ân'da, Allah'ın gayb ve şehadet âlemini bildiğini beyan sadedinde 13 âyette geçmiştir:
"Allah, göklerin ve yerin gaybını bilendir. O göğüslerin özünü çok iyi bilendir." (Fâtır, 35/38)
"O Allah ki O'ndan başka ilâh yoktur, gayb ve şehadet âlemini (görülmeyen ve görülen varlıkları) bilendir. O rahmandır, rahîmdir." (Haşr, 59/22)
Âlim kelimesinin çoğulu olan alimîn, Allah hakkında iki âyette azamet ifadesi olarak kullanılmıştır: "...Biz her şeyi bilenleriz." (Enbiyâ, 21/ 51, 81)
Âlim kelimesi, "ulemâ' " ve "alimîn-âlimûn" şeklinde 6 âyette insanlar için de kullanılmıştır. Allah da insanlar da bilir, ancak insanların ilmi sınırlı, Allah'ın ilmi ise sınırsızdır. İnsan gaybı, gizliyi ve geleceği bilemez. Allah ise bilir. İnsan, ancak Allah'ın lütfettiği öğrenme yeteneği sayesinde bilebilir. Allah'ın ilmi, ezelîdir, ebedîdir. O, her şeyi ilmiyle kuşatmıştır.
ALLAH'IN İLMİ İLE İLGİLİ AYETLER
Kur'ân'da; âlim, alîm, allâm ve a'lem isimleriyle Allah'ın ilmi anlatıldığı gibi "alime ? ya'lemü" fiili ile de Allah'ın ilmi anlatılmıştır:
"Bilmiyorlar mı ki Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını biliyor." (Bakara, 2/77);
"... Biliniz ki Allah içinizden geçeni bilir..." (Al-i İmrân, 3/29)
"...Allah sizin gizlinizi, açığınızı ve ne kazandığınızı bilir." (En'âm, 6/3);
"Allah her dişinin neyi yüklendiğini ve rahimlerin neyi eksiltip artırdığını bilir..." (Râd, 13/8);
"...Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni ve ona çıkanı bilir..." (Hadîd, 57/4);
"Yaratan bilmez mi? O latiftir, haber alandır." (Mülk, 67/14);
"Allah bilir siz bilmezsiniz." (Nahl, 16/74).
"Bir şeyi açığa vursanız da gizleseniz de (fark etmez) çünkü Allah her şeyi çok iyi bilir." (Ahzâb, 33/54).
Gaybın (görünmez bilginin) anahtarları O'nun yanındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu ? ki bunlar apaçık Kitap'tadır - ancak O bilir." (En'âm, 6/59)
Âlim, âlimîn, alîm, allâm ve a'lem isimleri, Allah'ı anlatan, tanıtan ve niteleyen kelimelerdir. "Alime - ya'lemü" fiil şekli ile birlikte Kur'ân'da Allah'ın hudutsuz ilmini ifadede kullanılmıştır. Her şeyi bilen olması Allah'ın en önemli vasfıdır.
"Rabbimiz! Sen bizim içimizde gizlediğimizi ve açığa vurduğumuzu hep bilirsin. Ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz." (İbrâhîm, 14/38);
"Sözü açık söylesen de gizli söylesen de muhakkak O, gizliyi de ondan daha gizli olanı da bilir." (Tâ-hâ, 20/7).
Zikrettiğimiz bu âyetler ve benzerleri Allah'ın hudutsuz, eşsiz ve muazzam ilmini tasvir ediyor.
"Alîm" sıfatında; Allah'ın amellerine göre kullarını ödüllendirmesi ve tecziye etmesi anlamı da vardır.
(bk. Ankebût, 29/5, 60; Mü'minûn, 23/51).
بِسْمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ الٓمٓ
مُّحَمَّدٌ رَّسُولُ ٱللَّهِ ۚ وَٱلَّذِينَ مَعَهُۥٓ أَشِدَّآءُ عَلَى ٱلْكُفَّارِ رُحَمَآءُ بَيْنَهُمْ ۖ تَرَىٰهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِّنَ ٱللَّهِ وَرِضْوَٰنًا ۖ سِيمَاهُمْ فِى وُجُوهِهِم مِّنْ أَثَرِ ٱلسُّجُودِ ۚ ذَٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِى ٱلتَّوْرَىٰةِ ۚ وَمَثَلُهُمْ فِى ٱلْإِنجِيلِ كَزَرْعٍ أَخْرَجَ شَطْـَٔهُۥ فَـَٔازَرَهُۥ فَٱسْتَغْلَظَ فَٱسْتَوَىٰ عَلَىٰ سُوقِهِۦ يُعْجِبُ ٱلزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ ٱلْكُفَّارَ ۗ وَعَدَ ٱللَّهُ ٱلَّذِينَ ءَامَنُوا۟ وَعَمِلُوا۟ ٱلصَّٰلِحَٰتِ مِنْهُم مَّغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًۢا
Muhammedun resûlullâh(resûlullâhi), vellezîne meahû eşiddâu alel kuffâri ruhamâu beynehum terâhum rukkean succeden yebtegûne fadlen minallâhi ve rıdvânen sîmâhum fî vucûhihim min eseris sucûd(sucûdi), zâlike meseluhum fît tevrât(tevrâti), ve meseluhum fîl incîl(incîli), ke zer’in ahrece şat’ehu fe âzerehu festagleza festevâ alâ sûkıhî yu’cibuz zurrâa, li yagîza bihimul kuffâr(kuffâra), vaadallâhullezîne âmenû ve amilûs sâlihâti minhum magfireten ve ecren azîmâ(azîmen).
(Muhammed [aleyhisselam], Allah’ın Peygamberidir, Onunla birlikte bulunanların [Eshabın] hepsi, kâfirlere karşı çetin ve birbirlerine karşı merhametlidir. Onları rükuya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah, inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükafat vaad etmiştir.)
(Fetih Suresi 29)
بِسْمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ الٓمٓ
كُنتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِٱلْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ ٱلْمُنكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِٱللَّهِ ۗ وَلَوْ ءَامَنَ أَهْلُ ٱلْكِتَٰبِ لَكَانَ خَيْرًا لَّهُم ۚ مِّنْهُمُ ٱلْمُؤْمِنُونَ وَأَكْثَرُهُمُ ٱلْفَٰسِقُونَ
Kuntum hayra ummetin uhricet lin nâsi te’murûne bil ma’rûfi ve tenhevne anil munkeri ve tu’minûne billâh(billâhi), ve lev âmene ehlul kitâbi le kâne hayran lehum, minhumul mu’minûne ve ekseruhumul fâsikûn(fâsikûne).
Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz. Kitap ehli de inansalardı elbette kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler de var. Ama pek çoğu fasık kimselerdir.
(Âli İmrân Suresi 110)
بِسْمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ
وَإِن يُرِيدُوٓا۟ أَن يَخْدَعُوكَ فَإِنَّ حَسْبَكَ ٱللَّهُ ۚ هُوَ ٱلَّذِىٓ أَيَّدَكَ بِنَصْرِهِۦ وَبِٱلْمُؤْمِنِينَ
Ve in yurîdû en yahdeûke feinne hasbekallâh(hasbekallâhu), huvellezî eyyedeke bi nasrihî ve bilmu´minîn(mu´minîne).
(Resulüm sana Allah yetişir ve seni müminlerle [Eshabınla] destekler.)
(Enfal Suresi 62)
(Eshabım, cin ve insanların hepsinden daha üstündür.)
(Bezzar)
(İnsanların en hayırlısı asrımdaki müslümanlar [Eshab-ı kiram]dır. Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenler [Tabiin] dir. Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenler [Tebe-i tabiin] dir. Artık bunlardan sonra yalan yayılır. Bunların [Eshabımın yolunda olmayanların] sözlerine ve işlerine inanmayınız!)
(Buhari)
İmam Ca'fer es-Sâdık aleyhisselam'ın şöyle buyurduğunu duydum: "Resûlullah sallallahu aleyhi ve alih şöyle buyurdu: Bu ümmetin içinde benim Ehl-i Beyt'im tıpkı gökteki yıldızlar gibidir. Her yıldız kayboldukça bir yenisi doğar. Öyle ki siz gözlerinizi o doğan yıldıza dikersiniz ve parmağınızla onu gösterirsiniz sonra ölüm meleği gelir de onu götürür. Sonra uzun bir süre kimin kimden daha üstün olduğunu anlamadan beklersiniz. Abdulmuttalib'in bütün evlatları fazilette eşit olurlar. Siz bu durumda iken Allah sizlere yıldızınızı çıkarır. Ona hamd edin ve onu kabul edin." (Gaybet-i Numanî, Şeyh Muhammed bin İbrahim-i Numanî).
İmam Muhammed Bâkır aleyhisselam bana şöyle buyurdu: "Ey Ebu'l-Carud! Zaman o kadar geçecek ki şöyle söyleyecekler: 'Öldü mü? Helak mı oldu? Veya hangi vadiye gitti?' Ve Mehdi'yi arzu edenler de şöyle söyleyecek: 'Ne zaman zuhur edecek? Artık kemikleri çürüdü.' İşte o zaman zuhuru bekleyin ve O'nun zuhur ettiğini duyarsanız, buzun üzerinde sürünseniz dahi ona ulaşmaya çalışın."
(ALINTI Erhan DOĞAN BEGiN)
Farklı inançlar umutla aynı tapınakta buluşuyor
Çeşitli hastalıkların iyileşebilmesi için, tıptan değil de, doğaüstü olay ve kişilerden medet umanlar, farklı yerlerde ve farklı dinlerde yaşasalar da, aynı umutlarla, çeşitli türbe ve yatırlara giderek, oraları ziyaret ediyorlar.
Aynı coğrafya üzerinde yaşayan farklı inançtaki insanlar bile, aynı sembolleri kullanarak ziyaret ettikleri türbelere, yatırlara veya kiliselere çaput bağlayıp, mum yakıp, kurban keserek, hastalıkların iyi olacağına inanıyorlar. Binlerce yıllık kültür ve inanç birikimine sahip Anadolu'da insanların sosyal yapıları, ekonomileri ve eğitim durumları nasıl olursa olsun, aynı mekânlarda buluşturan inançlarının dışa vurumu ve benzerlikleri oldukça ilginç. Mensubu olduğu dinde yer verilmese bile, insanlar hâlâ türbelere, yatırlara veya başka ziyaret yerlerine giderek, dertlerine deva hastalıklarına şifa arıyorlar. Hangi dinden olursa olsun, bu mekânlarda dilekte bulunulanlar aynı. Aya Yorgi Kilisesi'ne ip bağlayanlarla, Zuhuratbaba Türbesi'ne beşik asanların inançları farklı da olsa, inandıkları aynı. Üstelik, bu aynılıklar da yüzyılardır değişmiyor.
KANGAL'DA TEZVEREN BABA TÜRBESİ
Balıklı kaplıcasıyla ünlü Sivas'ın Kangal ilçesinde bulunan Tezveren Baba Türbesi, çocuğu olmayanlar ve kısmetinin açılmasını isteyenler tarafından ziyaret ediliyor. Çocuğu olmayan kadınlar, perşembe akşamı yatsı namazından sonra bir bez bebek yapıp hazırlıyorlar. Ertesi gün, erkeklerin cuma namazına gittikleri sırada, akşamdan hazırladıkları bezden yapılmış oyuncak bebeği yanlarına alarak, Tezveren Baba'nın mezarına gidiyorlar. Sembolik olarak hazırlanmış bu bebeği Tezveren Baba'ya bağışlayıp, mezarın üzerine bırakıyorlar ve gerçek bebek vermesini diliyorlar. Kısmetinin açılmasını isteyen kızlar da, perşembe günleri burayı ziyaret edip, "Kabrine geldim, isteyerek atıldım, evime gittim ki satıldım" şeklinde sözler söyleyerek, mezarın üzerine kapanıp, toprağı öpüyorlar. Çeşitli sıkıntıları ve hastalıkları olanlar, bu yatırın başına gelerek dua edip, dilek ve isteklerini belirterek, adak adıyorlar. Dileği gerçekleşenler, adak kurbanlarını mezarın başında veya evde keserek, pişirip dağıtıyorlar. Sütü gelmeyen loğusa kadınlar, Tezveren Baba'ya giderek önce mum yakıyorlar, mezarın üzerindeki toprağı öptükten sonra, bir miktar toprak alarak eve dönüyorlar. Mezardan getirdikleri bu toprağı banyo suyuna katarak, o su ile yedi gün banyo yapıyorlar. Ayrıca, asker ve gurbetçi yolu bekleyenler, bu yatırın başına gelerek dua ediyorlar. Yatırın çevresindeki kuşlara yem atarak Tezveren Baba'ya hitaben, "Onları bize tez kavuştur", kuşlara hitaben de "Selam götürün" diyorlar.
OF'TA MARAŞLI HASAN EFENDİ TÜRBESİ
Trabzon'un Of ilçesine bağlı Eskipazar beldesindeki Maraşlı Hasan Efendi'nin türbesi, ekonomik sıkıntı çekenlerin, çocuğu olmayanların ve sara hastalarının akınına uğruyor.
EDİRNE'DE SEZAİ BABA TÜRBESİ
Edirne'deki Hasan Sezai Baba Türbesi'ni, en çok yeni evli ve çocuk sahibi olmak isteyen çiftler ziyaret ediyor. Türbede bekçilik yapan Metin Ergeniş (64), Hasan Sezai Baba Türbesi'ne Türkiye'nin birçok ilinden ziyaretçi geldiğini belirterek şöyle diyor: "Türbeyi en çok, Ramazan'da ve üç aylarda ziyaret ediyorlar. O zamanlar ziyaretçi sayısı günde ortalama 200 kişiyi buluyor. Türbeye dilek dilemeye gelenler, türbe içindeki dilek taşına çıkarak dua ediyorlar ve dileklerinin tutmasını istiyorlar. Dilek dileyenlerin arasında yeni evlenen ve çocuğu olmayan çiftler çoğunlukta." Çocuk sahibi olmak için yine Ankara'da Şeyh İzzettin, Nallıhan'da Caferi Sadık Rahim Baba türbelerine gidiliyor.
PÜLÜMÜR'DE BÜKLÜ DEDE TÜRBESİ
Tunceli'nin Pülümür ilçesinin Doğanpınar Köyü'nde bulunanan Büklü Dede Türbesi de, çocuğu olmayanların, çocuğu olup da ölenlerin, derdi, dileği olanların dileklerinin yerine gelmesi inancıyla uğrayıp, kurban kestikleri ve dua ettikleri bir ziyaretgâh.
MERSİN'DE PAŞA TÜRBESİ
Erdemli ilçesi, Ayaş Köyü ile Kızkalesi arasında bulunan türbede, 1220 yıllarında bölgeyi Ermeniler'in istilasından kurtaran ve bu savaşta ölen Selçuklu beylerinden Aktaşoğlu Sinan Bey'in mezarı var. Günümüzde Paşa Türbesi adı ile bilinen mezar, umutla ziyaret ediliyor. Hastalar sağlıklarına kavuşma, çocuğu olmayanlar çocuk için türbede namaz kılıp, dua ediyor, mum yakıyorlar.
URFA'DA İMAM BAKIR TÜRBESİ
Urfa'da çocuğu olmayanlar, İmam Bakır Türbesi'ne gidiyor. Eğer çocukları olursa, adını "İmam Bakır" koyuyorlar. Gidip türbede yedi yıl kurban kesiyorlar. Yörede çocuğu olmayana "kör ocak" deniliyor.
MANİSA'DA AYNİ ALİ TÜRBESİ
Manisa merkez Akgün mahallesinde bulunan Ayni Ali Türbesi, çocuğu olmayanların uğradığı bir türbe. Ayni Ali Camii'nin karşısında bulunan türbede 17. yüzyılda yaşamış yardımsever Ayni Ali isminde bir şahsın yattığı söyleniliyor.
İSTANBUL'DA SAINT ANTUAN KİLİSESİ
Çocuk sahibi olmak isteyenlerin ziyaret ettiği yerlerden biri de, Galatasaray'da bulunan ve 1912 yılında Aziz St. Antonio Di Padove adına yapılan Saint Antuan Kilisesi'dir. Saint Antuan, İstanbul'daki en büyük Katolik kilisesi olma özelliği ve merkezi yerde bulunması nedeniyle, her gün yüzlerce kişi tarafından ziyaret ediliyor. Farklı inançlardaki insanlar da, İstanbul'un en kalabalık yerindeki bu kiliseyi ziyaret ediyorlar. Kimileri sadece meraklarını gidermek için ziyarette bulunurken, kimileri de kutsal mekânın havasına kapılarak, mum dikip dua etmeden çıkmıyor. Kilisede salı ve perşembe günleri ayin yapılıyor. Kiliseye bir dilek tutmak amacıyla gelenler üç, beş veya yedi hafta, her salı ya da perşembe günü mum yakarlarsa, dileklerinin gerçekleşeceğine inanıyorlar. Daha çok gençler tarafından ziyaret edilen ve inananları arasında her derde deva olduğu düşünülen kiliseye; iş, ev ve çocuk isteyenlerin yanı sıra hastalar ve kısmetinin açılmasını isteyenler de geliyor ve mum yakıyorlar.
KARAMAN'IN ŞİFA TAPINAKLARI
Türbeler ve ziyaret yerleri, ülkemizin her yerinde olduğu gibi Karaman'da da çok sayıda bulunuyor. Karaman'da çocuğu olmayandan, olup da konuşamayanlara, yılancık hastalığından egzamaya, ağrıya, sızıya kadar birçok sorun için insanlar, şifa tapınaklarına giderek umut bağlıyorlar. Çocuğu olmayanlar Karaman Morcalı Köyü'nde bulunan Ali Beke Türbesi'ne gidip, kurban kesiyor ve dua ediyor. Eğer çocuk erkek olursa, ismi "Ali Beke" konuluyor. Yine aynı köyde olan, çocuğu olmayanların ziyaret edip, taş çaktıkları bir diğer türbe de; Mihlıtaş Dedesi Türbesi'dir. Karaman Kılbasan Kasabası'nda da egzama hastalığına iyi geldiğine inanılan bir ocak bulunuyor. Yeşildere kasabası sınırları içinde bulunan İsmail Hacı Tekkesi'nin mescid damının örümcek tutmadığı, buradaki çatal direk arasından geçenlerin bütün günahlarının döküldüğü ve burasının birçok ağrı ve sızıya iyi geldiğine inanılıyor. Narlıdere köyünde bulunan Hızırilyas Suyu'nun çıbanlara ve fıtığa iyi geldiğine inanılıyor. Doğuştan fıtıklı doğan çocuklar buraya getiriliyor; buradaki çalılar aşı yapılır gibi yarılıyor ve çalılardaki yarılmış kısımlar kapanınca, çocuğun fıtığının da iyi olduğuna inanılıyor. Zayıflığı bir türlü geçmeyen güçsüz çocuklar, Cedid mahallesinde, içinde 40 anahtar bulunan tasla (Kırk Anahtar) yıkandıklarında, zayıflıklarının sona erdiğine inanıyorlar. Başı ağrıyanları da Ağrı Kesen Dede'ye giderek dua ettikten sonra, "Ağrımızı buraya çakıyoruz" diyerek çivi çakıyorlar. Karaman'da İbrala Tekkesi, Türkiye'nin her tarafından, geçmeyen ağrı ve sızılarını geçirebilmek ümidiyle gelenlerin geldiği bir yer. Tekkenin sorumlusunun, ağrıyan yere, kırmızı örtü örtüp, bıçakla sembolik olarak kesmesi sonucu, ağrıların geçeceğine inanılıyor.
KARADENİZ'İN UMUT KAPILARI
İstek ve ihtiraslarının gerçekleşmesi zorluğu karşısında, kutsal bildikleri yerlerde kaderlerini değiştirmeye çalışanlar Karadeniz Bölgesi'nde de çeşitli tapınakları ziyaret ediyorlar. Karadeniz'de çocuğu olmayanlar çocuk, evlenemeyenler kısmet, hastalar şifa bulmak, kimileri mal sahibi olabilmek için Sinop'ta bulunan Seyit Bilal Türbesi, İsfendiyaroğulları Türbesi, Sultan Hatun Türbesi, Hatunlar Türbesi, Yeşil Türbe, Yesari Baba Türbesi, Gazi Çelebi Türbesi, Aşıklı Tekke, Koyun Baba Tekkesi, Dodurgalı Hacı Mustafa Türbesi, Demirci Dede Türbesi, Kalebağı Türbesi, Durağan Yağbasan Türbesi, Gerze Çeçe Sultan Türbesi, Saraydüzü Ahmet Baba Türbesi, Tekkeşoğlu Türbesi, Erfelek Uzun Türbe gibi çok sayıda türbeyi ziyaret ediyorlar.
(ALINTI Erhan DOĞAN ENDE)
"Çocuk olmayan evde bereket yoktur." hadisi gerçek midir?
Gerçekse çocuğunun olmasını isteyip de çocuğu olmayanlar, neden bu bereketsizliğe maruz kalıyorlar?..
Soruda da işaret edildiği üzere, bu hadisi Suyutî, el-Camiu's-Sağîr (I/217)'de zikretmiştir.
Evvela bu hadis, Ebu'ş-Şeyh'den nakledilmiştir. Bu kaynak sahih hadisler yanında zayıf hadisleri de içinde barındırmaktadır. Bu yüzden olacaktır ki, Suyutî, bu hadisin sahih olup olmadığı hakkında herhangi bir değerlendirmede bulunmamıştır. Bu işin bir yönü?.
Şayet bu hadis sahih olsa bile, bundan maksat çocuk yapmaya teşvik söz konusudur.
Nitekim bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:
"Evlenin, çoğalın; çünkü kıyamet gününde diğer ümmetlere karşı sizinle iftihar edeceğim."
Burada da, ümmeti evlenmeye ve çocuk yapmaya bir teşvik olduğu görülmektedir. Dolayısıyla, İslam öncesi cahiliye döneminde geçinmeme korkusuyla çocuklarını öldüren, özellikle bir utanç kaynağı kabul ederek kızlarını öldüren insanların olduğu bilinmektedir.
İşte böyle bir dönemden geçerek gelen ilk Müslümanların bu tür ikazlara muhtaç oldukları tartışılmazdır. Böyle bir ortamda işin doğru yanını ders vermek, tebliğ ve irşadın bir gereğidir.
Dolayısıyla, insanların elinde olmadan, Allah'ın takdirinin bir sonucu olarak çocukların olmadığı bir ailede bereketsizliğin olduğunu düşünmek, doğru bir yaklaşım değildir.
Hadisi şerifi, "helal bir mazereti olmaksızın çocuğun olmasına engel olan evlere bereketin gelmeyeceği" şeklinde değerlendirmek gerekir. Yani, bir anne veya baba madem ki Allah'ın verdiği çocuğu istemiyor, öyleyse o çocuğun getireceği berekete de haklarının olmayacağı anlatılmak istenmektedir. Yoksa çocuk olmayan her eve diye yorumlamak asla doğru değildir.
Ayrıca çocuğun doğduğu eve yeni bir bereketin gelmesine neden olacağı da anlaşılmaktadır. (Buhari, Bed'ul-Halk 11. Vudu, 8. İbn-i Mace, Nikah 27.)
Kız çocuk nimet ise erkek çocuk nedir?
- Kız çocuğun nimet olması, erkek çocuğun nimet olmadığı anlamına gelmez. Bu yanlış bir çıkarsamadır.
Bir şeyin güzel olması, diğer bir şeyin çirkin olduğu manasına gelmez. “Muzu severim” diyen bir insanın “elmayı sevmediğini” anlamaya çalışmak akıl dışı bir karşılaştırmadır.
Bununla beraber bu konuda bir kaç noktaya dikkat çekmekte fayda vardır:
a) Önce şunu belirtelim ki, “kızların nimet olduğu”na dair sahih bir hadis rivayetine rastlayamadık. Yalnız Şia kaynaklı bir rivayette şu ifadelere yer verilmiştir: “Kızlar hasenattır (bir iyiliktir), oğlanlar ise nimettir. Hasenat mükafatlandırılır, nimetten ise sorguya çekilir.” (bk. el-Mektebetu’l-İslamiyetu’l-Aleviye)
b) Kız çocuklarıyla ilgili gelen sahih rivayetlerin hedefinde (erkek çocukların yaramazlığı değil), cahiliye devrinden kalma kızları hor görme adetini ortadan kaldırmaktır.
“Onlardan birine bir kızının dünyaya geldiği müjdelenince, öfkesinden ve üzüntüsünden, yüzü mosmor kesilir. Müjdelendiği bu kötü haberin etkisiyle utanıp eşinden dostundan saklanmaya çalışır. Şimdi ne yapsın: Hor, hakir, itilip kakılan bir bela olarak onu hayatta mı bıraksın, yoksa toprağa mı gömsün, ne yapsın, diye kara kara düşünür! Dikkat ediniz, ne fena hükümlerdi verdikleri bu hükümler!” (Nahl, 16/58-59)
mealindeki ayetlerde bu kötü düşüncenin teşhir edildiğini görmekteyiz.
c) Kız çocuklarıyla ilgili hadislerde bu çirkin hastalığın tedavisi söz konusudur.
“Ümmetimden kim üç tane kız çocuğunu veya kız kardeşinin geçimini sağlarsa o cennette benimle beraber olur.” (Memcmau’z-Zevaid, h. no:13495)
gibi birçok hadis rivayetlerinde peygamberimizin bu cahiliye hastalığının tedavisine çaba gösterdiğini görmekteyiz.
d) Mealini vereceğimiz ayetlerden alınacak çok dersler vardır:
“Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’ındır. O dilediğini yaratır. Dilediğine kız evlat, dilediğine erkek evlat verir, yahut kızlı oğlanlı olarak her iki cinsten karma yapar. Dilediğini de kısır bırakır. O her şeyi mükemmel bilir, her şeye kadirdir.” (Şura, 42/49-50)
Bu ayetlerde Allah’ın mutlak iradesine vurgu yapılmıştır. Kızlardan anneleri sorumlu tutan cahiliye kültürünün yanlışlığına dikkat çekilmiştir. Kız olsun erkek olsun bütün çocukları yaratan Allah’tır. İkisi de Allah’ın insanlara ikram ettiği bir nimettir. Birini diğerine tercih etmek, bu iradeye karşı bir saygısızlıktır.
- İbn Abbas’tan yapılan rivayete göre peygamberimiz şöyle buyurdu:
“Bir şey verip ikramda bulunduğunuzda (erkek-kız ayırımı yapmaksızın) çocuklarınıza eşit verin. Şayet ben bir tarafa fazladan vermeyi tercih etseydim, kızları / kadınları tercih ederdim.” (Zevaid, h. no:6759; Kenzu’l-Ummal, h. no:45359)
Burada da kadınların tercihi meselesi, onların erkeklerden daha üstün olduğu için değil, daha zayıf olduklarından dolayıdır.
- İşin özeti şudur: Bütün erkeklerin veya bütün kadınların bir nimet olduğunu söylemek mümkün değildir. Evet bunlar Allah tarafından verilen birer nimettir. Fakat onlardan bazıları kendi özgür iradelerini kullanarak kötü yolu seçip nimet cihetini kaybedebiliyorlar. Parası için annesinin boğazını kesen kızın veya babasını boğan bir oğlanın bir nimet olduğunu söylemek mümkün mü?
Hülasa: “Allah katında -erkek ve kadın olarak- en değerlinin, ona karşı en saygılı olanınızdır.” (Hucurat, 49/13) mealindeki ayette -cin
"Şu üç şey Âdemoğlunun saadetindendir; saliha bir hanım, geniş ev, rahat binek." hadisi açıklar mısınız?
Bu konuda Peygamberimiz (sav)' şöyle bir hadisi bulunmaktadır:
"Şu üç şey Âdemoğlunun saadetindendir; saliha bir hanım, geniş ev, rahat binek." (Müsned, 1/168)
Her insan geniş bir eve veya müstakil bahçeli bir eve sahip olamaz. Ekonomik imkanlar dahilinde küçük dahi olsa bir evde oturmakta bir günah yoktur. Ancak imkanı olanlar için elbetteki geniş ev daha iyidir. Dinimizin gereklerini yerine getirmek açısından da geniş ve müstakil evler daha iyidir.
Duada at veya deve diye isilmlendirmeyip binek diye ifade edilmesi ile, manası daha geniş tutulmuş olur. Bu günümüzde araba olarak da anlaşılabilir.
Evin geniş olması mecazi olarak da düşünülebilir. Mesela, "ocağının külü bol" demek o kişinin misafirperver ve cömert olduğuna işaret eder. Geniş ev de aynı şekilde misafir perverliğe teşvik olarak da düşünülebilir. Ayrıca çocuk sahibi olmaya da teşvik olabilir.
1. (401)- İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la beraber iken, kendi elimle bir ev yapmıştım. Bu ev beni yağmura karşı korumaya, güneşe karşı da gölgelemeye yetiyordu. Bunun inşasında Cenâb-ı Hakk'ın mahlukatından hiçbirinin yardımını da görmemiştim."
2. (402)- Bir başka rivayette:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatından beri tuğla üzerine tuğla da koymuş değilim." der. Buhârî, İstizan, 53; İbnu Mâce, Zühd 13, (4162).
3. (403), Kays İbnu Ebî Hâzım (radıyallahu anh) anlatıyor: "Habbab İbnu'l-Eret (radıyallahu anh)'e geçmiş olsun ziyaretine geldik. Karnına tam yedi yerden dağ vurmuştu. Bize: "Bizden önce gelip geçen arkadaşlarımız var ya, dünya onların sevaplarından hiçbir şey noksanlaştırmadı. Biz ise onlardan sonra öyle dünyalığa erdik ki, koruyacak yer bulamayarak toprağa (bina inşaatına) yatırdık. Halbuki sıkıntılı dönemde, (öyle anlar oldu ki) eğer Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yasaklamasaydı, ölmeyi temenni edecektik." dedi. Bir başka gelişlerimizde, Habbab'ı kendine ait bir duvarı inşa ederken görmüştük de şöyle buyurmuştu:
"Müslüman, harcadığı her şey için sevaba erer, ancak şu inşaat işi hâriç." Buhârî, Mardâ 19, Da'avât 30, Rikâk 7, Temennî 6; Müslim, zikr 12, (2681); Nesâî, Cenâîz 2, (4, 3-4).
AÇIKLAMA:
Habbab İbnu Eret, ilk Müslümanlardandır. Kendisi aslen Temimli'dir ve Mekke'ye bir nevi mülteci statüsüyle yerleşmiştir. Yabancı ve dolayısıyla hâmisiz oluşu sebebiyle en ağır işkencelere mâruz kalmıştır. Kızgın demir ve taşlarla yapılan işkenceler, vücudunda ölünceye kadar devam eden yaralar açmıştır.
Rivâyette, Habbâb (radıyallahu anh) kendisi gibi ilk dönemin işkence ve sıkıntılarına mâruz kaldıkları halde, sonraki zafer ve bolluk devrine erişmeden ölmüş olanları anıyor: "Onlar, hizmetlerine mukabil, hiçbir dünyevî ücret alamadılar, bütün ücretleri âhirete kaldı, biz ise zafer ve zaferin getirdiği bolluk devrini idrak ettik. Hizmetlerimizin mükâfaatını dünyada almış gibiyiz." demek istiyor.
Habbâb'ın kasteddiklerinden biri: Mus'âb İbnu Umeyr (radıyallahu anh)'dir. İslâm'dan önce bolluk içinde olduğu halde, Müslüman olunca, ailesi onu evlatlıktan çıkarıp, her türlü maddî destekten mahrum bırakmıştı. Büyük maddî sıkıntılara rağmen İslâm için hizmet verirken Uhud'da şehid düştüğü zaman, vücudunu örtecek kefen bile bulunamadı. Elbisesi ile baş tarafı örtülünce ayak tarafı açık kalmıştı, ayakları kuru otlarla örtülerek mezara kondu.
Hadiste geçen bina yapmanın keraheti meselesine gelince, âlimler bu konularda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. İhtiyaçtan fazla, gösteriş için yapıldığı takdirde mekruh olduğunda ittifak ederler. Aksine, zaruri ihtiyacı karşılayan mesken inşaatının mekruh olmayacağında da ittifak ederler. Ancak bazıları bu durumda harcanan için ne sevap ne günah yoktur demişse de, sevab olacağını ifade eden âlimlerimiz de vardır. Aslolan ikinci görüş olmalıdır.
4. (404)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Nafaka için harcananın hepsi Allah yolunda harcanmış gibidir, bina için harcanan müstesna, bunda hayır yoktur." Tirmizî, Kıyamet 41, (2484).
5. (405)- Yine, Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanında biz olduğumuz halde (gezintiye) çıktı. Derken, etrafındaki binalara rağmen (daha yüksek olduğu için) sivrilen bir kubbe görmüştü: "Bu da ne?" diye sordu. "Ensardan falancaya ait" dendi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sükut buyurdu, ancak binaya karşı içinden hoşnutsuz olmuştu. Bir müddet sonra, sahibi geldi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e cemaatin içinde selam verdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yüzünü çevirdi ve selamını almadı. Tekrar tekrar selam verdi ise de aynı şekilde davranarak selamını almadı. Adam anladı ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine kızgındır ve yüz çevirmektedir. Durumu arkadaşlarına açarak: "Allah'a kasem olsun, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bakışını iyi bulmuyorum. Hakkımda ne olup bitti, bilemiyorum da dedi. Kendisine: "Gezinirken kubbeni gördü. "Bu kimin?" dedi. Sana ait olduğunu haber verdik." dediler.
Adam hemen dönüp, kubbesini yıktı, öyle ki yerle bir etti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir başka gün yine gezintiye çıktı. Kubbeyi göremeyince: "Kubbeye ne oldu?"diye sordu.
Kubbe sâhibiyle olup biten gelişmeler haber verildi. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) "Bilin ki, zaruri olmayan her bina, sahibine bir vebaldir." buyurdu. Ebû Dâvud, Edeb 169, (5237).
6. (406)- Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben, ahşab evimi tamir için çamurlamakla meşguldüm. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana uğradı ve: "Bu da ne Ey Abdullah?" buyurdu. Ben: "Evin tamiriyle meşgulüm" dedim. "Ölüm(ün gelmesi) ve bu ev(in yıkılmasın)dan daha çabuktur." buyurdu.
Bir rivayette: "Ben emr-i Hakk'ın gelmesini bun(un yıkılmasın)dan daha çabuk görüyorum." buyurmuştur. Ebu Davud, Edeb 169, (5235), (5236); Tirmizî, Zühd, 25, (2336); İbnu Mâce, Zühd 13 (4160).
7. (407)- Dükeyn İbnu Sâid el-Müzenî (radıyallahu anh) anlatıyor; "Yiyecek istemek üzere Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a uğradık. Hz. Ömer (radıyallahu anh)'e seslenerek: "Ey Ömer git, istediklerini ver." emretti. Hz. Ömer (ra) bizi bir odaya çıkardı. Hücresinden anahtarı çıkardı ve kapıyı açtı." Ebû Dâvud, Edeb 170, (5238).
8. (408)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Yol hususunda ihtilaf ederseniz genişliğini yedi zira' yapın." Buhârî, Mezâlim 29; Müslim, müsâkât 243, (1613); Tirmizî, Ahkâm 20, (1355); Ebu Dâvud, Akdiye 31, (3633), İbnu Mâce, Ahkâm 16, (2338).
AÇIKLAMA:
Bu rivayet Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şehircilik meseleleriyle de meşgul olması bakımından ehemmiyetlidir. Yeri geldikçe görüleceği üzere belediyeleri ilgilendiren çeşitli meselelerle ilgilenmiştir.
Âlimler, yolla ilgili bir rivayeti açıklarken, hadisten maksadın yolun genişliğini bu rakamla tahdid etmek olmadığını belirtirler. Bu rakamın daha çok herkesin gelip geçtiği ana yollarla ilgili olduğu, tâli ve hususî yolların, ihtiyacı görecek genişlikte olabileceği gibi, ana yolların daha da geniş olabileceği belirtilir.
1) MESKEN VE KÜLTÜR:
Terbiye meselesinde mühim bir husus, meskendir. İnsanoğlunun, yarı ömründen fazlasını içerisinde geçirdiği mesken, tek zâviyeden değil, pek çok zâviyelerden ehemmiyet taşır. Kur'ân-ı Kerim'de geçmiş ümmetlerin, gerek güç ve haşmetleri ve gerekse zulüm ve fesâdları ile meskenleri arasında bir ilgi kurulmakta, meskenlerinin ahvâli üzerine durulup ibret almaya teşvik edilmektedir.
Şu âyet Sebe' kavminin ulaştığı haşmetin meskenlerinde okunduğunu söyler:
"Gerçekten (Yemen'de yaşamış olan) Sebe' kavmi için meskenlerinde bir âyet vardı. Sağ ve soldan iki taraflı bahçeler (...) (Sebe', 34/15).
Keza Semûd kaminin kudretini tasvîr zımnında: "Vâdilerde kayaları oyarak" ev ve şehir kurdukları belirtilir (Fecr, 89/8-9). Şu âyete de zulmün, neticede medeniyetleri yıkıp, evleri virâneye çevireceği bildirilir, virâneler üzerinde tefekkür ve araştırmaya sevkedilir:
"İşte zulümleri yüzünden çökmüş, ıpıssız kalmış evleri (nin enkâzı), şüphe yok ki bilcek bir kavm için bunda (ibret verici) bir nişâne vardır," (Neml, 27/52).
Şu âyette de maddî medeniyette ulaşılacak ileri bir seviye, meskenlerin alacağı şa'şaa ile tasvir edilmekten başka, bu şa'şaa karşısında insanların kültürel değişikliğe uğrayıp bozulacaklarına da işaret edilmektedir:
"Eğer bütün insanlar (küfre imrenecek), bir tek ümmet hâline gelmeyecek olsalardı, o çok esirgeyen (Allah)'a küfreden kimselerin evlerinin tavanlarını, üstünden çıkacakları merdivenleri, odalarının kapılarını, üzerine yaslanacakları tahtları hep gümüşten yapardık. Onların bu eşyalarını altın yaldızlı ve işlemeli kılardık. Bunların hepsi, ancak dünya hayatının geçici menfaatleridir." (Zuhruf, 43/33-35).
Bu âyetlerde temas edilen beşer-mesken münâsebetleri, günümüzde müstakil bir ilim dalı olarak inceleme konusu hâlini almış durumdadır. Mesken Sosyolojisi dediğimiz bu yeni disiplinin mensupları, araştırmalar ilerledikçe, tecrübi ilimlere has, objektif, her tarafta geçerli kanunlara ulaşacaklarını söylemektedirler.
Bugüne kadar yapılan araştırma ve katedilen mesafelere dayanarak şimdiden kesin bir dille meskeni "belli bir medeniyette kültürün bir tezâhürü", "cemiyetin arz üzerine vurulmuş bir mührü, bir damgası" olarak tavsîf etmektedirler. Onlara göre, bu damgada, "o cemiyetin mânevî durumu, iktisâdî durumu, mâruz kaldığı çeşitli problemleri ve müşkilleri" okunabilir.
Dilimizde kısaca aslan yatağından belli olur diye ifâde edilen fikre, ilmî ve daha şümûllü bir hüviyet verilerek "Ferd... Cemiyet... Ve hattâ medeniyet yatağından bellidir."denecek kadar ileri gidilerek bir cemiyetin kültürü ile meskeni arasında tefrîki gayr-ı kaabil bir birlik ve berâberlikten ittifakla söz edilmiştir. Neticede ferdin oturduğu meskenin kendi kültürüne uygun olması gerektiği, aksi takdirde ya meskende bâzı tadilatlar yaparak sâkinin onu kendisine uyduracağı, yahut meskenin, içinde oturan kimsenin duygu, düşünce, telakkî ve davranışlarında (yani kültüründe) bazı değişiklikler husûle getirerek kendine uyduracağı ileri sürülmüştür. Bu husûsun kesinliği, meselenin uzmanlarına:"Meskenlerimizi biz yaptığımızı zannederiz, aslında bizi yapan meskenlerimizdir." dedirtmiştir.
Aynı fikir, bazan da tıpkı cemiyetin, alt yapı (enfrastructure) denen ekonomik durumuna tabi olarak üst yapı (süperstructure) denen din, hukuk, siyâset vs. değişeceğini iddia edenlere paralel bir üslûbla: "Mesken ve lojmanı, devâm edecek bir değişikliğe tâbi tutmak, ancak ve ancak, âile ve cemiyeti değiştirmekle mümkündür." şeklinde ifâde edilmiştir. Ciddi bir terbiye sonucu kültür, teknik ve iktisâdî hayatta husûle gelecek bir değişiklikle meskenin de kendiliğinden değişeceği böylece ifâde edilmiştir.
Şüphesiz bu ifâdeler inkârı zor olan bir gerçeği dile getirmektedirler. İbtidâîlerin meskenleriyle yüksek bir teknik seviyeye ulaşan ileri bir milletin inşaatlarını nazara alacak olsak söyleneni te'yîd eden müşâhedelere varırız.
Şu hâlde, sâdece soğuk-sıcak ve emniyetsizliklere karşı ferdin ilticâ yeri olmakla kalmayan, aynı zamanda kültür ve mânevî değerlerin de bir melcei durumunda olan meskenin sünnetteki yeri nedir?
Terbiye bir yönüyle cemiyetin kültürünü ferde aktarmak, diğer bir yönüyle de ferdin dünyâ ve âhiret saâdetini te'mînde ona yardımcı olmak olduğuna göre, kendisini bir muallim ve bir mürebbi olarak takdim eden dünyâ ve âhiret saâdetinin yollarını gösteren Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm), insanoğlunun hayatında bu kadar ehemmiyetli bir yer tutan meskene nasıl bir nazar atfetmiş, getirdiği sistem için nasıl bir meskeni uygun bulmuştur? Bunları bilmekte mevzûmuz için fayda ve belki de zarûret vardır. Nitekim, geçmişte ciddi şekilde kaleme alınmış sistematik terbiye ve ahlâk kitaplarımızın çoğunda meskenle ilgili bölümlere de rastlamaktayız. Buralarda ittifakla meskenin aslî ihtiyâçlardan biri olduğu belirtilir.
Meselâ Kınalızâde, evi: "İnsanların bekâyı nesil için muhtaç oldukları beş esâsı (anne, baba, evlad, hâdim ve gıda) muhâfazaya mahsûs mahal ve me'vâ" olarak târîf ettikten sonra bunun, taştan, yünden, deriden vs. olabileceğini söyler. Ahlâk-ı Hâmide de: "İndelhâce alıp kullanmak üzere havâic-i asliyesini hıfzetmek üzere yerler tedârikini" insanı hayvandan ayıran vasıflardan biri olarak kaydeder.
Kârî, mesken inşaatına başlarken "Sıcak ve soğuktan korunmakla birlikte, içerisinde ibâdet yapmaya da (taabbüd) niyet etmeli" der. Bu kitabların bir kısmında bâzan inşaatta kullanılacak malzeme ve tâkip edilecek inşaat usûlüne kadar inen -yapıcı tekniğiyle ilgili- bâzı teferruâta da rastlandığı hâlde, terbiye için asıl mühim olan plân meselesine, meskenin diğer te'sîslerle olan münâsebetlerine, hıfzu'ssıhha şartlarına vs. aynı ağırlıkta ve yeterince rastlanamaz. Meselâ geniş olması, yüksek olmaması gerektiği söylenir, ama tatmîn edici açıklamaya yer verilmez. Halbuki terbiyenin mahalli olarak mesken, bilhassa taşıdığı plân ve beşerî ihtiyâçlara uygunluğu ile büyük ehemmiyet taşır. Hele, meskeni tek başına ele almak son derece noksan bir davranış olur.
Öte yandan Kur'ân ve sünnette meskenin terbiyevî yönüyle alâkalı bir hayli teferruât yer aldığı gibi, diğer te'sislerle olan ilgisine de dikkat çekilmektedir. Bilhassa sünnette meskene geniş yer verildiğini görürüz. Mükerrer rivayetlerde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), meskeni, kişinin saâdeti için şart olan üç ana unsurdan biri olarak tavsîf eder: "Kişinin saâdeti üç şeye bağlıdır: "Sâliha kadın, sâlih mesken, iyi binek." Burada teleffuz edilen "sâlih"lik vasfı oldukça mutlak bir ifâdedir. Az sonra belirteceğimiz gibi, bâzı hadislerde "sâlih" olmanın şartları" arasında bilhassa genişlik, komşularının iyiliği, camiye yakınlık vs. bâzı vasıflar daha belirtilmişse de her devrin değişen şart ve gelişen telakkîlerine göre ilâve edilecek başka vasıflara, aranacak başka hususiyetlere açıktır.
Hülâsa, biz burada Hz.Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in meskenle ilgili olarak tebliğ ettiği tâlimâtı inceleyeceğiz. Temâs edilecek meseleler iki ana başlık altında toplanacaktır.
1. Mikro Plânda Mesken:
Bu kısımda meskeni tek başına ele alıp sünnette beyân edilen vasıfların ve kısımlarını belirtip, İslâm'ın ideal mesken plânını ana hatlarıyla ortaya koymaya, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in mesken siyâsetini açıklamaya çalışacağız.
2. Makro Plânda Mesken:
Bu kısımda ise meskeni şehir bütününün bir parçası olarak ele alıp, meskenin bir nevi hârice uzantısı olan ve tamamlayıcı durumunda bulunan diğer içtimâî te'sîslerle olan münâsebeti üzerinde duracağız.
1. MİKRO PLÂNDA MESKEN
Terbiye nokta-i nazarından mesken ele alınınca, birinci plânda karşımıza çıkan, meskenin müstakil bir ünite olarak taşıması gereken vasıflarıdır. Bir başka deyişle bir meskenin sâkinini mes'ûd edebilmesi için hâiz olması gereken vasıflar nelerdir? Genişliği, odalarının sayısı, mefrûşât, dekor vs. nasıl olmalıdır? Bu meselelerde Sünnet'in tavsiye ettiği ölçüler var mıdır, varsa nelerdir? Şu hâlde biz burada, bu husûsları belirtmeye çalışacağız ve önce bunlardan en mühimmi olan genişlikten söz edeceğiz.
a. GENİŞLİK
Sünnetin beyânında meskenin geniş olması kaçınılmaz, vazgeçilmez bir vasıftır. "Sâlih Mesken" in evsâfını belirten çeşitli hadislerde, genişlik her seferinde birinci şart olarak tekrâr edilmiştir. Bundan maksadın (istifâde edilen) odaların (merâfık) sayıca çokluğu olduğu ayrıca tasrih edilmiştir.
Sünnette meskenin genişliği üzerinde ısrarla durulduğunu te'yîd eden rivayetler çoktur. Kurtuluşun nasıl olacağını soran Ukbetu'bnu Âmir'e Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Diline hâkim ol, evini genişlet, hatâlarına da ağla (tövbe et)." cevabını verir. Sevbân'ın rivayetinde bu mânâ: "Lisânına hâkim olan, evini genişleten ve hatasına ağlayana ne mutlu." şeklinde ifâde edilmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in: "Yâ Rabbî! Günâhımı affet, evimi genişlet, rızkımı mubârek kıl."diye dua ettiği ve rivayetler arasındadır.
Bir kısım rivayetlerde evin genişliği, evin uğuru olarak ifâde edildiği gibi, darlığı da uğursuzluğu olarak ifâde edilmiş(1) ve darlık kişiyi şekâvete (bedbahtlık) atan, üç âmilden biri olarak zikredilmiştir: "Âdemoğlunun şekâveti üç şeydendir: "Kötü hanım, kötü mesken ve kötü binek (...)". Meskenin kötülüğünden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in darlığını kastettiğini Hâkim'in bir tahricinde görmekteyiz:
"(...) Meskenin kötülüğü darlığıdır (yâni, istifade edilen) bölümlerinin azlığı." İbnu Hacer'in Taberânî'ye atfen zikrettiği bir vecihte, bu darlık, "bölümlerinin azlığı" şeklinde değil "sâhasının darlığı" şeklinde ifâde edilmiştir.
Bâzı rivayetlerde, Hicreti müteâkip bir kısım muhâcir kadınların, ev darlığından şikâyet etmeleri üzerine, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bu mesele ile ciddiyetle ilgilendiğini görürüz. Önce, Muhâcirler'i Ensar'ın evlerine yerleştirmiş, (bilâhere de) Medine'de ev inşâ etmeleri için arsa taksîm etmiştir. Kendilerine arsa verilenlerden bir çoğunun ismini zikreden ve arsaların yerleriyle ilgili rivayetleri de zikreden es-Semhûdî, mezkûr arsaların büyük ekseriyetinin Mescid-i Nebevî etrafında yer aldığını ilâve eder.
Kötü meskenin başlıca vasfının darlık olduğu belirtilmiş olmakla berâber, bâzı rivayetlerde "komşusunun kötülüğü", "ezân ve kaamet işitilmeyecek derecede mescide uzaklığı" da zikredilmiştir. Gürânî, bunlara "havasının kötü olmasını" da ilâve eder.
Diğer bâzı rivayetler bize sünnetin oturulan meskenden hoşlanılmasını istediğini, hoşlanılmayan meskenin -hoşlanılacak şekle sokulmasını, mümkün olmuyorsa- terkedilmesini emrettiğini göstermektedir. Hz. Enes (radıyallahu anh)'in rivayet ettiğine göre (yeni yerleştiği evi uğursuz addederek) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e gelip: "Ya Resûlallâh! Biz bir evde idik, orada sayıca kalabalık, malca zengindik, bir başka eve geçtik, bu yeni yerde sayımız da azaldı, malımız da, (ne yapmamızı söylersin?)" diyen bir kimseye -ki, bu Muvattâ'nın rivayetinde kadındır- "Orayı zemim olarak (kabûl edin ve) terkedin." der. Hattâbî, buraya terk emrini, orada bizâtihi uğursuzluk olduğu için değil, ev ve mesken sebebiyle kendilerine uğursuzluk geldiğine dâir içlerinde doğan vehmi izâle etmek için verdiğini belirtir.
Aynı şekilde ikamet etmekte oldukları yerin, şiddetli vebâ vakalarına sahne olduğundan şikâyet eden bir (Yemenliye) de: "Oraya gitmekten vazgeç, zira hastalığın bulaşması kırıma sebep olur." der. Kezâ evinin darlığından şikâyet eden Hâlid İbnu Velîd'e de: "Binâyı göğe yükselt ve Allah'tan (fiilî olarak) genişlik taleb et." der.
Bu rivayetlerden evin gerek kapladığı mesâha ve gerekse oda sayısı yönünden geniş olması gerektiği anlaşılmakla berâber ne mesâha ne de oda sayısı yönüyle bir rakama rastlanmamaktadır. Bunun sebebini, ailenin sâbit olmayan hacmi ile izâh edebiliriz. Zîra aileler nüfusça kalabalık olabileceği gibi karı kocadan müteşekkil iki kişi de olabilir. Binâenaleyh ev için sünnetçe tesbît edilecek kesin bir rakam olamazdı.
b. PLÂN
Bir meskenin nasıl olması husûsunda bâzı umûmî bilgileri verdikten sonra nassî ifâdelere dayanarak, acaba bu evin bütün kısımlarına şâmil kaba bir plân mümkün mü? diye bir sual akla gelebilir. Esâsen bu husûs bizzat Kur'ân-ı Kerîm'de işlenmiş olan bir mevzûdur. Orada bir Müslüman ailesinin oturması gereken asgarî ölçüleri havi normal bir evin plânı bize verilmektedir. Kur'ân'daki bu bilgilere sünnetten bâzı detaylar da ilâve edilince İslâm terbiyesine ve İslâm dünya görüşüne uygun ev plânı kolayca çıkmaktadır.
Daha önce de belirtildiği gibi meskenin ebâdı her şeyden önce ailenin hacmine bağlıdır. Kur'ân'ın derpîş ettiği aile, günümüz sosyolojisinde nükleer (çekirdek) aile denen, anne-baba, çocuklar (ve hizmetçi)'den müteşekkil sınırları oldukça mahdût bir aile tipidir. Diğer yakın akrabaların herbirinin evleri ayrı, sofraları ayrı olacaktır. Biz bunu şu âyetten anlamaktayız:
"Size göre de (gerek) kendi evlerinizden, gerek babalarınızın evlerinden, gerek annelerinizin evlerinden, gerek bîraderlerinizin evlerinden, gerek kızkardeşlerinizin evlerinden, gerek amcalarınızın evlerinden, gerek halalarınızın evlerinden, gerek dayılarınızın evlerinden, gerek teyzelerinizin evlerinden gerek (başkasına ait olup da) anahtarlarına mâlik (ve hazinedârı) bulunduğunuz (evler)den, yâhut da sâdık dostlar (ın evlerinden) yemenizde de (bir hareç yoktur). Hep bir arada toplu olarak da, dağınık olarak da yemenizde dahi hareç yok (...)" (Nur, 24/61).
Âyetin sonunda berâber olmaya da cevaz vermekle birlikte esas olan ayrılmaktır.
Şu âyetten çocuk veya hizmetçi bulunan bir evde en az iki odanın bulunması gerektiğini, günün (istirâhate tahsîs edilen) belli saatlerinde aynı odada kalmayıp ayrı ayrı odalara geçmek icâbettiğini anlıyoruz:
"Ey iman edenler, sağ elinizin mâlik olduğu (köle ve cariyeler), bir de sizden olup da henüz bülûğ çağına girmemiş (küçük)ler, (şu) üç vakitte, sabah namazından önce, öğle sıcağından elbisenizi çıkaracağınız zaman, bir de yatsı namazından sonra (odanıza girecek olurlarsa) sizden izin istesin(ler). Bu üç (vakit) sizin için avret (ve halvet vakitleri)dir. Bunlardan sonra ise birbirinizi dolaşmanızda ne sizin üzerinize, ne de onların üzerine bir vebâl yoktur. Allah âyetleri size böyle açıklar (...). Sizden olan (hür) çocuklar büluğ çağına ulaştığı zaman kendilerinden evvelkilerin izin istediği gibi izin istesinler (...)" (Nûr, 24/58-59).
İbnu Abbâs âyetin iniş sebebini beyân zımnında o vakitte evlerde perde olmadığını, erkek hanımı üzerinde iken "hâdim veyâ çocuk veya evde bulunan yetime"nin âniden çıkageldiklerini, bunun üzerine âyetin perdeyi emrettiğini bildirir. İbnu Kesîr, âyetin muhkem ve gayrı mensûl olmasına rağmen insanların bununla amele pek riayet etmedikleri için İbnu Abbâs'ın hayıflandığını kaydeder.
Şu hâlde bir Müslümanın evi, birbirine kapı ile geçilen asgarî iki bölme olmalıdır. Bölmeler ahşap kapı veyâ bez perde ile mutlaka ayrılmalıdır.
Diğer taraftan sünnet yedi yaşından itibâren çocukların yataklarının ayrılmasını emretmektedir. Bu ayırma keyfiyeti, hadiste oldukça mübhemdir. Henüz bülûğa ermeyenler için yataklarının aynı oda içerisinde ayrılması anlaşılsa bile bülûğa erdikten sonra odaların da ayrılması, bilhassa erkek ve kız çocuklarının odalarının ayrılması, terbiye için daha muvâfık gözükmektedir. Hadîsten bu mânayı çıkarmaya mâni bir sarâhat de gözükmüyor.
Şu hâlde bu durumda asgarî oda sayısının üç olması gerekmektedir:
1. Ebeveyn odası,
2. Kız çocukları için bir oda,
3. Erkek çocukları için bir oda.
Sünnet açısından bir Müslüman, misâfiri de nazara almak zorundadır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah ve âhiret gününe inanan (...) misâfirine ikrâm etsin." "Her şeyin bir zekâtı vardır, evin zekâtı da ziyâfettir." gibi çeşitli beyânlarıyla evlerde misâfir ağırlamaya, onlara hizmet, yemek v.s. yollarla ikramda bulunmaya teşvîk etmiştir. Hattâ "Bir gün ve bir gece evde kalması, misâfirin kesinlikle hakkı" olarak beyân edildikten başka misâfirliğin üç gün olduğu teyid edilir.
Evi planlarken misâfir unsurunun behemahal nazar-ı itibâra alınması gerektiğini te'yîd eden bir diğer hadis de yatak sayısı ile ilgili olarak gelmiştir:
"Bir kimsenin evinde üç yatak bulunmalıdır: Biri erkek için, biri hanım için, biri de misâfir için, dördüncüsü ise şeytana aittir."
Anlaşılacağı üzere buradan asıl maksat evde bulunması gereken yatak sayısını bildirmek değildir. Nitekim çocukların yatağından bahsedilmiyor. Hadîs, karı ile kocanın ayrı ayrı yatağı (ve hattâ odaları) olabilir mi gibi bir tereddüt ve suale "evet" diyor, bir de ihmâli mümkün olan misâfir yatağı (ve konması gereken odayı) hatırlatıyor. "Dördüncüsü şeytana aittir" tâbiri ise, şârihlerin belirttiği gibi, "ihtiyaçtan fazla, gösteriş ve övünmeklik için isrâf olarak alınan ev eşyâsına şâmilir." Nitekim İbnu Zübeyr, zevcesinin yanında üç yatak görünce: "Biri bana, biri de zevceme ait, üçüncüsü ise şeytana aittir, çıkarın onu" der ve misâfir yatağını söz konusu bile etmez.
Tatbikatta, bir evi plânlarken ilk Müslümanların bu husûsu nazara almış olacağını teyîd eden son bir delîlimiz Şir'atu'l-İslâm'da yer eden şu cümledir: "Binâ ile ilgili sünnetlerden biri de (...) evde ziyâfet için bir odanın (misâfir odası) inşâsıdır; zira hadiste: "Her şey için bir zekât vardır, evin zekâtı da (evde verilcek) ziyâfettir." buyrulmuştur.
Bunlardan başka, Kur'ân-ı Kerîm yaşlanan anne ve babalara da bakılmasını emreder ki, mesken inşâsında nazara alınması gereken bir başka durum olmaktadır.
Şu hâlde asgarî iki oda olması gereken Müslüman evinin âzamî oda sayısı için bir hudûd konmamış, ihtiyâca ve maddî imkâna göre Müslümanların insiyâtifine bırakılmış, ancak daha önce de belirttiğimiz gibi gerek kapladığı sâha ve gerekse oda sayısı itibârıyla geniş olması, yani az sonra belirteceğimiz seyyaliyete imkân tanıması tavsiye edilmiştir.
Burada ev plânına dâhil edilmesi gereken diğer bir unsur evin avlusudur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şahsî evinin plânından bahsederken görüleceği üzere avlu evin ayrılmaz bir parçasıdır. Evin şartlarından bahseden bir çok rivayetlerde avlunun da behemahâl söz konusu edildiğini görürüz. Bu durum Müslümanlar'a: "Finâyı hâne'yi hânenin müştemilâtından" telâkkî ettirmiş, yakın zamana kadar şehirlerde bile evlerin bahçeli olarak inşâ edilmesini netice vermiştir. Ancak zamanımızın şartları, bilhassa büyük şehirlerde, avlu veya bahçe mefhumunu unutturmak istikâmetinde gelişmektedir.
HZ. PEYGAMBER'İN EVİNİN PLÂNI
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in evi beher kenarı takrîben 100 zira' olan kare bir avlu etrafında sıralanan dokuz adet hücreden müteşekkildi. Bunlardan iki adedi Mescid-i Nebevî'nin inşâsı sırasında yapılmış, diğerleri ihtiyaç hasıl oldukça bilâhare ilâve edilmiştir. Bu, bir avlu etrafında dışarı kapalı, hepsi avluya açılan odalardan müteşekkil ev tipi, "Halen Mısır, Suriye, Mezopotamya ve Arabistan Yarımadası'nın şehirlerinde ikâmetgâh olarak kullanılmakta olan" ev tiplerine benzemektedir. Rivâyetler, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hücrelerinin takrîben 10x10 zira' ebâdında kare şeklinde, duvarlarının da 7 veya 8 zira' boyunda olduğunu haber verir. Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin hücresi ile ilgili tafsîlâta göre kapısı dikenli ardıç (sâc) veyâ ur'ur (denen, Hindistan'da yetişen, abanoz ve çınara benzetilen bir ağaç)dandır. Tek kanatlıdır ve Şam cihetine bakmaktadır. Bâzı rivayetler bu hücreye ikindi güneşinin vurduğunu da kaydederler.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in meskeninin plân ve şümûlü husûsunda Kettânî oldukça mübâlağalı bir tasvîr ve tahminde bulunur. Delîle dayanmadığı için burada zikretmeyi uygun bulmadık.
Müteahhir kitaplarda, inşâ edilecek bir binada odanın yüksekliği için verilen: "Sünnette bu, mikdâru'lkifâye (yeterli miktar)dır, bu da altı zirâdır", ölçüsü buradan alınmış olabilir. Odanın genişliği hususundaki "mikdâru'lkifâye" için "içinde oturanların durumuna bağlı olarak değişir" denmektedir.(2)
c. EVİN SEYYÂLİYETİ
Anlaşıldığı üzere, evin muhtaç olunan hacmi ve odalarının sayısı, her an değişmesi muhtemel olan ihtiyâca göre farklı olacaktır. Halbuki inşaat bir defa yapılır ve sâbittir. Bu durumda âilenin ilerde muhtemelen alacağı en büyük vüsati nazarı itibâra alarak mı plân yapmalı? Halbuki çocukların büyüdükten sonra evlenip ayrılmaları, âilenin hacmini tekrar düşürecektir. Her hâl u kârda sünnette bu meseleyle de ilgili bâzı rivayetlere rastlamaktayız ve bunlardan evin elastikî bir plâna sahib olması gerektiği sonucunu çıkarmaktayız.
Mezkûr rivayetlerden bâzıları Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, evin içerisinde, bir köşede, büluğa ermiş kızların kalması için "hıdr" denen bir çadır kurduğunu haber verir. Hattâ evlendireceği zaman çadırın önüne oturur ve: "Falanca, falancayı (kızın ve erkeğin ismini söyleyerek) istiyor." der eğer içerideki sükût ederse onu isteyenle evlendirirdi, istemediği takdirde vururdu ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de istemediğini anlayarak ona vermezdi, denir.
Diğer bâzı rivayetlerden de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bir hasırı olduğunu, gündüzleyin bunu (üzerine oturmak üzere) yaydığını, geceleyin de onunla (evin içerisine kendisi ile başkaları arasında perde olmak üzere) bölme yaptığını öğrenmekteyiz. Zeyd İbnu Sâbit (radıyallahu anh)'ten gelen rivayette, hasırla bölme işinin mescidde yapıldığı tasrîh edilir. Ancak bu, evde de yapılmış olduğunu nefyetmez. Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'den Müsned'de tahrîc edilen rivayette aynen şöyle denir:
"Bizim bir hasırımız vardı. Onu gündüzleri yayar, geceleri de (onunla) hücre yapardık (...)."
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hücrelerinde çadır kurup, bölme yaptığına delâlet eden daha sarîh başka rivayetler de mevcuttur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in âzadlı cariyelerden Ruzeyne (radıyallahu anhâ)'nin rivayetine göre, "Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin hücresinde (ihtiyaç halinde) içerisine girilerek saklanılan, hurma dallarından (sa'af) örülmüş bir çadır vardı." İçerisine toz, toprak ve örümcek ağının bulunduğuna dâir gelen sarahat nazarı itibâra alınacak olursa bunun pek sık kullanılmadığı anlaşılmaktadır.
Hülâsa, muhtelif rivayetler nazara alınınca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hücrelerinde, mahremiyet v.s. maksadlarla perde germek, küçük çapta çadır kurmak gibi çeşitli tedbirlere tevessül ederek, evi genişletme imkânları aradığı ve evin de bu çeşit teşebbüslere imkân verecek durumda olduğu anlaşılmaktadır.
Burada son olarak şu noktayı da belirtelim ki Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in evi zevcelerinden her birine birer oda isâbet edecek şekilde idi. Üstelik, daha önce başka vesîlelerle de belirttiğimiz üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in çocukları yanında kalmıyorlardı. Zâten Medîne'de iken, sâdece Mısırlı câriyesi, Mâriye (radıyallahu anhâ)'den çocukları olmuştu. O da diğer zevceleri gibi mescidin yanındaki hücrelerden birinde değil, ayrı bir yerde kalıyordu. Nitekim daha önceki bahislerimizde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in süt annesi (radıyallahu anhâ)'nde olan çocuğu için sık sık ziyârete gittiğini de zikretmiştik.
d. SÂBİT UNSURLAR
Evin mutfak, helâ, gusülhâne.. gibi sâbit unsurlarına gelince, bunlardan bir kısmının eskiden beri bütün evlerde mevcut olmasına rağmen, bir kısmının İslâmî kültür ve terbiyenin bir icâbı olarak sonradan ilâve edildiği anlaşılmaktadır ki bu durum, mesken sosyolojisine "meskeni kültürün arz üzerine vurulmuş bir damgası kabûl edip, evdeki her bir inşâî unsurun, içerisinde yaşayanların kültüründe mevcut zevk, inanç ve alışkanlıklarına tekâbül ettiği" fikrini savunanları te'yîd etmektedir. Komşularından biriyle müşterek olan fırın, bâzı kereler -maddî darlık sebebiyle- iki ay boyunca ateş yakılmadığı bildirilen mutfak, umûmiyetle evlerin üst kısmında yer alıp, merdivenle çıkıldığı anlaşılan ve müstakil bir odadan müteşekkil meşrübe, içerisine eşyâ koymak için evin dâhilinde inşâ edilen ve kapısına perde çekilerek örtülen -ki sofa, raf,duvarda eşyâ koymaya mahsus oyuk, ışık ve hava için açılan delik (kevve), evin bir kenarında altına eşyâ koymak için inşâ edilen üzeri örtülü târiflere nazaran bugünkü dîvânı andıran sâbit hücre-, vs. mânâlarına da gelen sehve, büyük odaların içerisinde inşâ edilen, küçük çaptaki dar mahdâ, câhiliye devrinde kocası ölen kadınların mâtem alâmeti olarak bir yıl boyu girdikleri tavanı son derece basık, dar, âdi hıfş gibi câhiliye evlerinde de bulunan unsurlar istisnâ edilirse, helâ, gusûlhane, misâfir odası, namazgâh gibi bâzı kısımlar İslâmî kültürün bir icâbı olarak Müslüman evlerin plânında hemen hemen umûmî bir şekilde yer almıştır. Ahlâk kitaplarında "Binâ husûsundaki sünnetler"meyânında: "Büyük ve küçük, abdest bozmaya mahsûs bir yer (helâ), abdest ve gusül için bir yer (gusülhâne), ziyâfet için bir yer (misâfir odası -ki ziyâfet odası demek daha doğrudur-) zira hadiste vârid oldu ki: "Her şeyin bir zekâtı vardır, evin zekâtı da ziyâfettir." (...) ifadesine hemen hemen aynı lâfızlarla yer verilmesi, bu plânın umûmîliğini ifâdeye kâfidir.
İslâmî inancın getirdiği mühim unsurları görelim:
HELÂ: Buhârî, Müslim ve diğer sünnet kitaplarında gelen rivayetlerden, İslâm'dan önceki Arap cemiyetinde, evlerde helâ bulunmadığını anlıyoruz, tıpkı yakın zamana kadar Avrupa evlerinde ve hattâ saraylarda bulunmadığı gibi. İhtiyâcı gelenler kazây-ı hâcet için şehir dışına çıkmaktadır. Bidâyette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ve zevceleri de aynı geleneğe uymuşlardır. Ancak kadınların gece karanlığından bilistifâde akşamdan akşama Medîne'nin dışında Menâsı' denen "husûsî yerler"e kazâ'yı hâcet yaptıkları, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in de bu maksatla şehir dışına çıkarak "kimsenin göremiyeceği kadar uzaklaştığı" ve hattâ Muğammis denen ve Mekke'ye üçte iki fersâh mesâfede, (Tâif yolu üzerine bulunan) bir yere kadar gittiği rivayetlerde tasrîh edilir. Bu hâl, tesettür âyetinin gelişine kadar devâm etmiş, ancak ondan sonradır ki evlerde helâlar inşâ edilmiştir. Semhûdî'nin kaydettiği bir rivayetten Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin hücresi ile kızı Fatıma (radıyallahu anhâ)'nın hücresi arasındaki boşlukta yer aldığını anlamaktayız.
Dinin bir vecibesi, evlerde hela ilavesiyle inşaat planlarını değiştirmekle kalmamış, helanın yönüne de te'sir etmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den "Kazâyı hâcet ve bevl sırasında ön ve arkanızı kıbleye çevirmeyin (...)" meâlindeki hadisler Müslüman evlerde helaların istikametine de yön vermiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu kararı verdiği zaman kararını Mekke ahâlisine de duyurmak için Sehl İbnu Hanif'i husûsi elçi olarak yollamıştır. Rivayetler, Mısır'a ve Şam'a gelen Müslümanlar'ın orada yönü kıbleye müteveccih olarak eskiden inşa edilmiş olan helalarda bile imkân nisbetinde bu emre riayet ettiklerini gösteriyor. Alimler bu yasağın kır gibi etrafı açık yerler için varid olduğu, kapalı yerler için olmadığı arka tarafın çevrilebileceği, ön tarafın çevrilemeyeceği, yasağın Kudüs cihetine de (yâni her iki kıbleye de) râci olduğu hususlarında sünnette gelmiş olan muhtelif rivayetlere dayanarak münakaşa etmişlerdir. Bundan başka helâlarda su bulundurmak, suya imkân verecek şekilde inşa etmek gibi hususiyetler, sünnetteki ilgili emirlerden menşelerini almışlardır.
BANYO: Helâdan sonra mühim bir unsur banyodur. Az önce söylediğimiz gibi İslâm'dan önce de varlığı düşünülebilse de İslâmiyet'ten sonra evlerin vazgeçilmez bir unsuru olmalıdır. Hem abdest almak, hem de gusletmek için ihtiyaç vardır. Hastalığı sırasında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in leğen içerisinde yıkandığına dâir rivayet olmakla berâber Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le birlikte guslettiğine ve kendisine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in guslünden soran kardeşine, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın az su ile guslettiğini göstermek niyetiyle, perde gerisinde, bir sa' su ile yıkandığına dair rivayetler Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin hücresinde gusle mahsus hususi bir mahallin varlığını ifade eder. Nitekim az ilerde, tasvirle ilgili olarak Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'dan rivayet edilen:
"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir seferden dönmüştü. (O'nun) yokluğu esnâsında üzerinde (kanatlı at) timsâller(i) bulunan bir durnûku eve (sehve üzerine) asmıştım. Bana onu indirmemi emretti. İndirdim. Ben ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir tek kaptan su alarak yıkanıyorduk."
hadisinde Hz. Aişe'nin perdeden söz ederken hiçbir sebep yokken gusle geçip, ondan söz etmeye başlamasını, Kirmanî rivayette üzerinde perde çekilen mezkûr sehvenin gusülhâne (muğtesel) olabileceği ihtimâli üzerinde durmaktadır. Sehve hakkında ilerde kaydedeceğimiz tasvirler de bu uhtimâli kuvvetlendirmektedir. Bu durumda Hz. Aişe'nin hücresinde gusülhane olduğu hükmüne varılabilir.
Bunu takviye eden diğer bir husus az önce temas ettiğimiz Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hasta iken içerisinde yıkandığı leğenle ilgili: Rivâyette bunun Hz. Hafsa'ya ait olduğu tasrih edilmektedir. Hz. Aişe' nin odasında bulunan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hasta olması sebebiyle gusülhânede yıkanmıyor, daha kullanışlı olduğu için Hz. Hafsa'nın leğeninde yıkanıyor.
e. DAR EV VE ÇOCUK
Hadiste dünyevi hayatın şekâvet ve huzursuzluklarının baş âmillerinden biri olarak gösterilen fenâ mesken, içerisinde yaşayan her yaştaki sâkinine zararlı olmakla berâber en büyük zararı çocuklara yapmaktadır. Meskenin çocuğun terbiye ve sıhhatli bir gelişme göstermesindeki ehemmiyetini ibrâz sadedinde: "Lojmanda baş yeri çocuk almalıdır. Lojman çocuğun ihtiyaçları nazara alınarak plânlanıp inşâ edilmelidir." denilmektedir. Günümüz araştırıcıları çocuk ölüm nisbetinin nâmüsâit evlerde müsâit evlere nazaran daha önde olduğunu tesbit etmiştir. Sağ kalanlar içerisinde de çocuk suçları işleyerek mahkemelere, çeşitli ruhî ve bedenî marazlarla hastanelere düşenlerin nisbeti yüksektir.
Bunlardan başka çocuk şahsiyetinin gelişmesinde de bu dar evlerin menfi rolü büyüktür. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in çocuklarla münâsebetini incelerken çocuğa tam bir hürriyet tanımanın esâs olduğunu görmüş, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in çocuklara aşırı sevgi göstermekten başka müdâhaleden de kaçındığını belirtmiş, hele dayağa hiç yer vermediğini misâllerle beyân etmiştik. Halbuki dar meskende, her elinin ulaştığını tedkîk edip karıştırarak merâkını tatmin etme, her an hoplayıp zıplayarak eğlenme, gürültü yapma fıtratında olan çocukların mütemâdî müdâhale, azar, tekdir,te'dip ve dayağa mâruz kalmaları için en iyi ortam hazırlanmış oluyor.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in evinin sâdeliği, Müslümanlar'a sâdeliği tavsiye edip dikkat çekişi, "dünyâya çekici" tezyinâtı istihkâr edişi de çocuk terbiyesi noktasından değerlendirilebilir. Zira, günümüzde olduğu gibi, bu çeşit câzib biblolar, tablolar, rengârenk ve parlak masa ve sehpa örtüleri gibi hep çocukları kendine dâvet eden çeşitli süsleme unsurları çocuklara müdâhale imkânlarını sayıları nisbetinde artırmaktadır. Hele bunlar ellerinin ulaşacağı seviyede, -darlık veya odaların düşüncesizce plânlanmaları sebebiyle de- günlük cevelân sâhasının içerisinde yer alıyorlarsa böyle bir ev, çocuklu bir âile için büyük küçük herkese, gerçekten büyük bir huzursuzluk kaynağı olacaktır. Bu açıdan eski evlerimizi takdir etmemek elden gelmiyor. Bugünkü, üzerlerindeki tezyin unsurlarıyla çocukları kendine çeken, her an kırılıp dökülmeye hazır koltuk ve sehpâlara bedel, her bakımdan emniyetli, çocuk ölçüleriyle de mütenâsib kanapeler minderler, çocukların ulaşamayaağı seviyede (raflarda duvarlarda) yer alan tezyin unsurları, onların terbiyesinde, anne-babaya âdetâ yardımcı durumundadırlar. Geniş ve iyi plânlanmış meskenler, bu yeni şartların zararlarını asgarî bir nisbete indirebilirse de dar evlerde -ki günümüzde iktisâdî ve içtimâî sebeplerle çoğunluğu teşkil etmektedirler- mümkün değilir.
Darlığın çocuğun ruhî inkişâf ve terbiyesiyle olan menfi ilgisini araştırıcılardan dinleyelim: "Bir evde oda başına düşen ferd sayısı 2'den 2,5'a yükselirse (3) çocuk çabuk sinirlenen, kırıp dökmeyi huy edinen bir tip olur." Bu ifâde bir başka ekibin: "Evin genişliği, adam başına ortalama sekiz-on metrekareden daha az bir yer isâbet edecek şekilde dar olursa, ebeveynle çocuklar arasındaki münâsebetler son derece gergin olur, ebeveyn çocuklara bağırıp çağırmaktan kendilerini alamazlar." hükmüne tevafuk etmektedir. Bu araştırmalardan bahsederken şunu belirtmek gerekir ki kalabalık ve dar meskenlerde çocuk, davranış bozuklukları göstermek tehlikesiyle başbaşadır. Sonunda genç çocuğun rûhî gelişmesi önlenmiş olur ve böylece ortaya çıkan gecikme, şartlar değişmedikçe bir daha telâfi de edilemez. Çocukta meydana gelen "bir kısım ruhî bozuklukların, çocuğun anne baba ile aynı odada yatıp kalkmasından" ileri geldiği artık bilinen bir husustur.
Fenâ meskenlerin hâsıl ettiği problemler, şüphesiz sadece içinde oturanlara münhasır kalmamakta, cemiyete de sirâyet ederek çok yönlü menfi neticeler, içtimâî huzursuzluklar doğurmaktadır. Bu hususta da şu pasajı gözden geçirelim:
Fenâ Meskenlerin İçtimâî ve İktisâdî Neticeleri ve Bunları Telâfî Etmek İçin Gösterilen Gayretler:
"Bu seriye giren hadiseler, beşerî ve ahlâkî planda tecâhülü imkânsız, insanı isyâna sevkeden vahim bir durumu gözler önüne sermektedir. Fenâ mesken, bir yandan esas sebebini teşkil eden içtimâî eşitsizlikleri takviye edip artırırken diğer yandan da ferd ve âilelerin bozulmalarının yegâne sebebi olmaktadır.(...)"
"Fena meskenler, gruplar teşkil edecek şekilde bir arada bulundukları zaman, cemiyetin dışında kalan fertlerin bir araya gelmesine imkân hazırlayan yuvalar ortaya çıkmış olur. Böylece fertlerin tekrâr düzeltilmeleri iyice zorlaşır. Diğer taraftan, iktisâdî imkânsızlıklar sebebiyle başka yerde yerleşmeycek olan âileler de bozulmaya yüz tutacaklar. Bu durum, sâdece vahim ruhî netcelere müncer olmakla kalmıyor, aynı zamanda devlet için de çok pahalıya mal oluyor. Hattâ gecekondunun bir "lüks maddesi" olduğu söylenmiştir. İçtimâî Muâvenet Dâiresi gecekondularda oturan muhtelif âilelere hastalık ve hastaneye kaldırılmaları için yapılan masrafları rakamlara vurmayı denedi. Devletin karşıladığı yük, gerçekten ağır (...) Bâzan o kadar ağır ki, âile için mükemmel dayalı döşeli bir mesken inşâsı daha ucuza çıkıyor. Bu değerlendirmede ne komşulara da bulaştırma tehlikesi, ne hastalık sebebiyle kişinin kaybedeceği iş verimi, ne de âilenin çekeceği ızdırâb ve bozulmalar hesâba katılmamıştır.
Meselâ ABD'de Cleveland şehrinin gecekondu mahalleri ağır bir yüktür. Orada şehir halkının sâdece onda biri oturduğu hâlde, şehirdeki mevcut polis, itfâiye ve içtimâî muâvenet hizmetlerinin % 26'sı, bütün şehir sâkinleri için yapılan masrafların da % 36'sı onlara gitmektedir. Bu nisbet bir çok Amerikan şehirlerinde mevcuttur."
Son araştırmalarla, mesken darlığının bilhassa çocuk için bir yıkım olduğunu anlayan batılılar, iktisâdî imkânlarına paralel olarak, mesken telakkilerini değiştirerek ferd başına bir odayı esâs alma görüşüne ulaşmışlardır. Le Monde Gazetesi'nin bir haberinden Fransa'da 1976 yılı içerisinde, sırf günlük vaktinin mühim bir kısmı mutfakta geçen anneyle bu esnâda, çocukların münâsebetlerini en iyi bir tarzda tanzim etmek gâyesiyle, bundan böyle inşâ edilecek meskenlerde mutfakların en az 12 m2 olması için kanûnî mecburiyet koyma cihetinde prensip kararına varıldığını öğreniyoruz.
Çocukların ihtiyacı nazar-ı itibâra alınarak kanunlaştırılan diğer bir husus, lojman dışı genişlikle ilgili. İslâmî meskenin plânını incelerken "hanenin müştemilâtından" olarak telakki edildiğini belirttiğimiz avlu unsurunun, modern "blok inşaatları" dediğimiz toplu meskenlerde ortadan kalkmasının husûle getirdiği boşluk ve ızdırapları telâfi etmeyi, -hiç olmazsa azaltmayı-, hedef edinen bu tedbire göre Fransa'da -şimdilik resmî- blok inşaatlarında lojman başına asgarî 0, 75-1,000 m2'lik bir boş sâha bırakılacaktır.
Bu tedbirlere ehemmiyet veren Fransa'da doğum nisbetinin düşüklüğü sebebiyle çocuk sayısının son derece az olması bir yana, kış mevsiminin oldukça mûtedil ve nisbeten kısa geçtiğini, her şehirde mahalle aralarında sık sık irili ufaklı parklar, çocuk bahçeleri vs. olduğunu, çocuklar için ayrıca ana okulları, kreşler bulunduğunu, kaldırımların oldukça geniş olduğunu vs. nazara alırsak, yurdumuzda bu tedbirleri daha da çoğaltmaya, çocuk sayısı, kış süresi ve diğer bir kısım imkânsızlıklara muvâzî olarak değişik rakamlara yer vermeye mecbur olduğumuzu anlarız. İstanbul'un bahçelerden mahrûm edilmiş, parlaklardan yoksun, kaldırımları -bazân hiç yok denecek kadar- dar, nüfusça kalabalık yerlerinde çocuklar ömürlerinin baharını yaşamaktan çok uzaktalar. Bu tâlihsizlerin sağlıklı bir gelişim göstermeleri, tesâdüfe kalmış gibidir.
Bu fecî durumu bütün büyük şehirlere teşmîl etmek gerekir. Hele Erzurum gibi, iklim icâbı sekiz ay içeride kalmak zorunda olan çocukların durumu yeni inşaatlarda behemahal nazara alınmalıdır.
f. MEFRUŞAT
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in evinde yer alan malzeme ile de ilgili bâzı rivayetler mevcuttur. Bunlar tezyin işinde olduğu gibi tefriş işinde de sâdeliğin esas olduğunu göstermektedir. Hz. Ömer (ra) ilâ hâdisesiyle ilgili ziyâretinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in evini gözleriyle tetkik ettiğini belirttikten sonra bize çok kıymetli bir tasvir sunar. Anlattıklarına göre bu ziyârette, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in başını dayadığı, içerisi lifle doldurulmuş bir yastık, vücudunun ancak bir kısmına kifâyet eden hurma yaprağından örülmüş bir hasır (hasefe), tepesinin üzerinde asılı duran işlenmemiş bir kaç (üç adet) deri ve bir miktar da, deri işlemede kullanılan ağaç yaprağından görür. Hasırın örgülerinin, Hz. Peygamber (asm)'in vücûdunun açık yerlerinde izler yapmış olduğunu gören Hz. Ömer (radıyallahu anh) manzaradan müteessir olarak ağlamaya başlar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) niçin ağladığını sorunca:
"Nasıl ağlamayayım, şu hasır vücudunda izler bırakmış, odada ise görülenlerden başka bir şey yok. Şu Kisrâ ve Kayser nehirler, meyveler içerisinde (altın tahtlar, ipek ve atlas yataklar üzerinde) olsunlar, sen ise Allah'ın Resûlü (ol da böyle yokluk çek) sana da yatak yapsak olmaz mı?"der. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in (bir rivayetteki) cevâbı aynen şöyle:
"Benim dünyâ ile ne alâkam var, ben dünyâda kendimi bir ağacın altında gölgelenip, sonra bırakıp giden yolcu gibi görüyorum."
Böylece Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) nezdinde sâdeliğin bir esâs olduğunu belirttikten sona bazı ana malzemeden bahsedebiliriz.
SERGİ: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in evinde sergi olarak umumiyetle, yukarıda da sözü geçtiği gibi, hurma yaprağından örülmüş hasır zikredilir. Daha önce de temâs edildiği üzere gündüzleri alta yayılan bu hasır, geceleri de evi bölmek için perde olarak kullanılmaktadır.
Halı Araplarca bilinmekle berâber Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ve umumiyetle Müslümanların kullanmadığı anlaşılıyor. Hattâ Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kullanmadığı için Ashâb'dan bunun kerâhetine zâhip olanlar da çıkmıştır. Ancak şu rivayet bunun kullanılmayışının maddî darlık sebebiyle olduğunu ve hattâ Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in halıya cevâz da verdiğini göstermektedir: Hz. Câbir anlatıyor: "Evlendiğim zaman Hz. Peygamber bana: "Halılar da te'mîn ettin mi?"dedi. Ben de: "Halıyla da ne alâkamız var?" dedim. Bunun üzerine: "Fakat bil ki yakın bir gelecekte halılar da olacak." buyurdu.
Buradaki cevâzın daha ziyâde yere serilen halılara olduğu, sırf tezyin kasdıyla duvara halı vs. asmanın hoş karşılanmadığı belirtilmektedir. Müslim'in tahricinde, kapının üzerine halı asan Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'ye Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Allah taş ve toprağa elbise giymeyi emretmemiştir." diyerek indirttiğini görmekteyiz.
Buhârî'nin bir tahricinde, İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) tarafından dâvet edilen Ebû Eyyûb (radıyallahu anh) da duvarın bir örtü ile kaplanmış olduğunu görünce (duraklar). İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) "Bu meselede kadınlar bize galebe çaldı (söz dinletemedik)." der. Ebû Eyyûb (radıyallahu anh): "Başkasın(ın evde böyle bir münkere yer vereceğin)den korksam da senden korkmazdım." der ve geri döner.
İbnu Hacer, başka rivayetlere dayanarak, bu dâvetin İbnu Ömer'in oğlu Sâlim'in düğünü vesilesiyle yapıldığını belirtir. Abdullah İbnu Yezîd de dâvet edildiği yerde tezyin için duvara örtü çekildiğini görünce girmez, oturup ağlar. Sebebi sorulunca: "Nasıl ağlamıyayım" der ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in "(...) Dünya size galebe çalacak (...) siz bir elbiseyle evden çıkıp, bir başka elbiseyle geri döneceksiniz, evlerinizi de Kâbe'yi örter gibi örteceksiniz." (...) dediğini duymuştum." der.
Hülâsa bu konuda muhtelif rivayetleri veren İbnu Hacer duvara halı vs. çekmenin hükmü hususunda "İhtilâf-ı kadim" var dedikten sonra cumhur-u Şâfiiyyenin, kerâhetine hükmettiğini belirtir. Hanefiler de bu çeşit tezyinâtta mübâlağayı tavsiye etmezler.
KARYOLA: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ev malzemelerinden biri de bir karyoladır (serîr). Rivâyetler Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in torunu Hasan'ın oynamakta olduğu bir köpek yavrusunun zaman zaman bunun altına girdiğini ve hatta orada öldüğünü belirtirler. Yerine göre leğen, evrak gibi bâzı eşyaların konduğu, küçük hayvanların girebildiği bu karyolanın altı boştur.
Süheylî bu karyola hakkında şu bilgiyi verir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın karyolası lifle çatılmış tahtalardan (mâmûl) dü. Benû Ümeyye zamanında satıldı. Bir adam bunu 4.000 dirheme satın aldı.
Ebû Rifâ'a' (radıyallahu anh)'nın rivayetinden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ayakları demirden olan bir sandalyesi olduğunu, Hz. Ali (radıyallahu anh)'nin rivayetinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kızı Fâtıma'nın el değirmeni kullanmaktan ellerinin yara ve nasır bağladığını öğreniyoruz.
YATAK: Evde zarûri olandan fazla yatak bulundurmayı yasaklamış bulunan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kendisinin tek yatağı olduğu, bunun da kılıfının deri, içerisinin ise hurma lifleriyle doldurulmuş bulunduğu belirtilir. Yastığı için de aynı tavsifde bulunulmuştur. Bu hâliyle bir hayli sert olduğu söylenebilen bu yatak, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hayat karşısındaki sâdelik ve zühdünü ifâde etmektedir.
Çocukların yatağı hususunda terbiye kitaplarında "sert olması" için yapılan tavsiyeler bu tavsiflerden alınmadı ise hükemâ ve etibbânın sözlerinden alınmış olabilir. Zira bu konuda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e nisbet edilen herhangi bir rivayete rastlamadık.
PERDE: Bilhassa tesettür vâsıtası olması hasebiyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hücrelerinde yaygın bir şekilde perde kullanıldığı anlaşılmaktadır. Buhârî'de geçen"odasının perdesini açtı" cümlesinde kullanılan "es-Sicfu" isminin boydan boya ortadan bölünmüş perdeye ıtlak edildiğine bakılırsa Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in penceresinde (daha kullanışlı olan) iki kanatlı perde kullanmış olabileceğine hükmedilebilir.
LEGEN: Bâzı rivayetler, "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, evde hurma kütüğünden bir leğen bulundurduğunu, geceleyin bunu kullanıp karyolasının altına koyduğunu" haber verir. Bâzı âlimler "Evde bevli bekletmeyin, zira melâike, bekletilmiş bevl olan eve girmez", "Evde leğen içerisinde bevl bekletilmesin (...)" gibi hadislere dayanarak bu iki hadisin teâruzundan bahsetmişse de Suyutî'nin belirttiği üzere yasaktan maksad uzun süre bekletme olabilir. Kaldı ki Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hastalığı sırasında (küçük abdest bozmak için) leğen istediğine ve yine hasta iken leğen içerisinde guslettiğine dâir rivayetler gelmiştir. Şu hâlde eve seyyâliyet kazandıran bir unsur olarak leğen, diğer ev eşyâları arasında mühim bir yer işgal etmiş olmalıdır.
KANDİL: Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'den gelen, gece namazıyla ilgili bir rivayette geçen: "O sırada evlerde lâmba (mesabih) yoktu." cümlesinden anlaşıldığına göre bidâyette lamba Medine'de kullanılmamaktadır. Zâten diğer bâzı rivayetler, bunun ilk defâ Hristiyânlıktan mühtedî Temîmu'd-Dârî tarafından getirildiğini bildirmektedir. Her hâl u kârda kandil Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında evlere girmiş olmalıdır. Zîra Buhârî'nin el-Edebü'l-Müfred'de yaptığı bir tahricten anlıyoruz ki yanık bırakılan kandilin fitilini bir fâre alıp tavana götürdüğünü, geceleyin uyanmış olan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) görür ve muhtemel bir yangının önüne geçer. Hâkim'in tahricinde, bu fitilin fâre tarafından geri getirilip, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yanına bırakıldığı, dirhem büyüklüğünde bir yerin yanmasına sebep olduğu sarâhatına rastlarız. Muhtemelen bu hadiseden sonra olacak ki yatarken kandillerin söndürülmesini Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) sıkı sıkıya tavsiye etmiştir.
g. MAHREMİYET
Evde aranan diğer bir fonksiyon, içinde yaşayanlara mahremiyet imkânlarını sağlamasıdır. Sünnet bu husûsa da ehemmiyet vermiştir. Sünnet açısından ev, sâdece soğuğa sıcağa karşı bir ilticâ yeri değil, aynı zamanda insanda fitrî olan mahremiyeti sağlama yeridir. Bu sebeple eve "haram" denmiş ve buraya sâhibinin izni olmadan girilmesi yasaklanmıştır.
Sünnetin beyânlarına göre mahremiyeti ihlâl sâdece "girmek" fiiliyle tahakkuk etmez, "bakmak"la da vukûa gelir. Bu sebeple, "Hiç kimse izin almaksızın başkasının evinin içine bakmasın, kim izinsiz bakarsa aynen girmiş gibidir." denir ve bu fiil, "helâl olmayan fiiller" meyânında zikredilir.
"İzin istemek" (isti'zân) göz sebebiyle vaz edilmiş olduğu gibi izin henüz tahakkuk etmeden gözün içeriye kaymamasına dikkat etmek gerekecektir. Bu sebeple kapıyı çalarken, kapıya yüzünü dönerek değil, yan dönerek durmak emredilmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in de böyle hareket ettiği belirtilir. "Kim, bir başkasının evine ıttılâ peydâ ederken gözü çıkarılır da diyet için mürâcaat etmeye kalkarsa, bilsin ki hiçbir hak talep etmeye hakkı yoktur." hükmü bu meselenin ciddiyet ve ehemmiyetini teyid eder.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kendi evine pencereden izinsiz bakmış olan bir adama elinde tarağı göstererek: "Bilseydim ki içeri bakıyordun, şu tarağı gözüne sokardım." der. İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'ın bildirdiğine göre Hakem İbnu Ebî'l-Âsî (radıyallahu anh)'yi içeriye bakarken tesbit eden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) "Ben sağ olduğum müddetçe Medine'de oturmayacaksın." diyerek Tâif'e sürer.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in: "Bir kimse kapısı açık bırakılmış (veya giriş kısmında perde olmayan) bir eve uğrar da (içeriye bakarsa kabahat onda değil, ev sâhibindedir." sözü, mahremiyeti bozmama husûsunda sâdece yoldan geçenin veya eve uğrayan ziyâretçinin değil herkesin, bütün ev sâhiplerinin dikkat etmesi gerektiğini ifâde etmektedir. Her âile dışarıya karşı mahremiyetin te'mini için gerekli tedbiri almalı, bunu te'min vasıtası olan perde, kapı vs.ye dikkat etmelidir. Aksi takdirde mahremiyetin ihlâli vak'asından "ev sâhibi kabahatlidir."
Bu hadis Müslümanlar'ı, evlerin plânlanmasında mahremiyyet unsurlarının yerleştirilmesine itinâya dâvet etmektedir. Kapılar ve pencereler bu maksada en uygun şekilde yerleştirilmelidir. Umûmiyetle giriş kapılarının arkasında yer alan aralık (antre) kısmı bu maksatla ihdâs edilmiş olabilir. Şu hâlde bâzı yeni plânlamalarda bunun ihmâli, bir eksiklik olarak değerlenirilmelidir.
DÂHİLÎ MAHREMİYET
Meskenin şâmil olması gereken muhtemel plânını incelerken de belirttiğimiz üzere, plâna, sâdece âile dışındakilere karşı duyulan mahremiyet değil, "zevce ve sağ elin sâhip olduğu (yâni cariye) dışında kalan" bütün âile efradına karşı korunması emredilen mahremiyyet de te'sîr etmektedir. Hz. Câbir'den: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)"Kişi çocuğundan -ne kadar yaşlı da olsa- annesinden, erkek kardeşlerinden, kız kardeşlerinden ve babasından izin almalıdır." dediği rivayet edildiğine göre, bunlarla berâber yaşandığı takdirde, bu fertlerden her birinin birbirlerine -en az Kur'ân'ın belirttiği üç vakitte- isti'zânla gidip gelecekleri şekilde yerleştirilmeleri gerekecektir.
Yukarıdaki hadisi "Burada zikredilen fertlerin ayrı ayrı evlerde yaşamaları hâline râcidir" diye yapılabilecek muhtemel bir itirazı şu hadisle cevaplandırabiliriz: "Atâ' İbnu Yesâr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e bir adam gelerek sordu: "Yâ Resûlallah annemin yanına girerken izin isteyeyim mi?" "Evet" cevâbını verince adam tekrâr: "Eğer ben evde onunla berabersem?" Hz. Peygamber: "İzin iste" dedi. Adam itirazla: "Ben ona hizmet etmekteyim" dedi. Bunun üzerine Resûlullah: "(Öfkeyle) "Annenden izin iste, onu üryân olarak görmekten hoşlanır mısın?" dedi. Adam: "Hayır" deyince: "Öyle ise (her seferinde yanına girerken) annenden izin iste." buyurdu."
Bilhassa bu son rivayette, hayâtının büyük bir kısmını geçirdiği evinde fertlerin, gönlünce ve kılık kıyâfet bakımından da oldukça serbest olabilmesi için behemahal müsâit, müstakil bir odaya muhtâç olduğu ifâde edilmektedir.
Müslüman âile geçici darlıklar müstesnâ, devâmlı dar yerlerde kalmamalıdır. Büluğ sahasını aşan -ve hattâ bülûğa yaklaşan- âile ferdleri, anne baba dâhil, müstakil birer odaya sâhip olmalıdır, sünnetin ulaşılmasını istediği ideal mesken tipi budur.
Burada bir kere daha tekrâr edelim ki günümüz sosyologları dar meskenin zararları üzerinde ısrarla durmaktadırlar. Bunlar çok yönlü olarak mahzurludurlar. Ezcümle, dar meskenlerde ve bunların bir araya gelmesiyle teşkil edilen muhitlerde, zamanla, cemiyette hâkim bir kısım değer öçlülerinin kaybolduğu, bunların yerine, cemiyete ters düşen yeni değerlerin çıktığı, binnetice telâkki ve davranışların da değişerek, yeni davranışların ortaya çıktığı tesbit edilmiştir. Bu sebeple gecekondu diye ifâde edilen dar ve nâmusâid yerlerde kalanlar sosyal yönden "anormaller" olarak kabûl edilmekte ve "cemiyetin kayıpları" nazarıyla bakılmaktadır. Araştırmalar, uzun müddet böyle dar yerlerde kalanların, müsâid meskenlere geçtikleri zaman, buralara intibâk edemedikleri, yeni ve normal hayat şartlarına intibâk edebilmeleri için "bunların, her seferinde, tâkip edilmeleri" ve "yeniden terbiyeden geçirilmeleri" gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Bu meseleye ciddiyetle eğilen Hollanda, Belçika, İngiltere, ABD, Fransa gibi ileri memleketlerde "bu, sosyal yönden bozulmuşlar"a normal ev verilmezden önce, "yeniden terbiye edilerek" cemiyete kazandırılmak düşüncesiyle, husûsi sûrette inşâ edilmiş mutavassıt lojmanlarda belli bir müddet (10-12 ay civârında) oturmaya icbâr edilmişlerdir.
Batı Medeniyeti'nin Zevâli (Le Declin de l'Occident) adlı eseriyle ün yapan Spengler'in ifâdesinde, medeniyetlerin çöküş sebebi olarak gösterilen "Medenînin kısırlığı (la stérilité du civilisé)" bir başka deyişle doğum azalması, sosyologlarca geniş ölçüde mesken şartlarına bağlanmış olması da bize enterasan gelmektedir. Muhtelif araştırmalardan: "Çok dar ve gayr-i müsâid meskenlerde, davranışlarda her çeşit kontrolun kaybolmaya yüz tutması sonucu doğumun, fizyolojik bir hâl alarak arttığı, müsâid meskenlerde oturan âilelerde tabiî bir şekilde arttığı, bu ikisi arasında kalan nâmüsâid evlerde ise azalmaya yüz tuttuğu" sonucunun çıkarıldığı belirtilmiştir.
h. TEZYİN (DEKOR)
Sünnette üzerinde titizlikle durulmuş olan diğer bir husus, içerisinde ikamet edilen meskenin dekorudur. Ev içerisinde yer alan her bir eşya ve eşyada tezâhür eden telkin unsurları üzerinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hassâsiyet göstermiştir. Gerek kendi evinde gerekse Ashâb'ın evlerinde İslâm kültürüne muhalif düşen ve başka kültürleri temsil eden unsurların ve şekillerin varlığına muttali olunca ya sözle, ya fiille, yâhut da ahvâliyle istikrâhını bildirerek müdâhale etmiştir.
Buhârî'nin Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'den yaptığı bir tahricte, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in evde, üzerinde haç bulunan her eşyanın haçını mutlaka bozduğu bildirilmektedir.
Yasak sâdece haç şekillerini ihtivâ eden eşyâlara münhasır kalmayıp Allah'ı, yaratma fiilinde taklid manası taşıyan tasvirlere de şamil kılınmıştır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu mânâyı taşıyan tasvirlerin evde bulunma yasağını:
"Tasvirin olduğu yere melek girmez."
"En büyük azâba maruz kalacak kimseler musavvirlerdir."
"Dünyada suret yapana kıyamet günü "haydi, yaptığına ruh üfle" denecek ve üfleyemeyecek."
gibi şiddet ifade eden çeşitli tâbirlerle dile getirmiştir. (4) Bu husûsla ilgili rivayetlerden birinde Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) şöyle bir vak'a anlatır: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir seferden dönmüştü. (Onun yokluğu esnâsında) üzerinde (kanatlı at) timsaller(i) bulunan bir durnûku (eve) asmıştım. Bana onu indirmemi emretti, indirdim (...)" Hadisin bir başka vechinde "üzerinde timsaller bulunan bir kıramımı, sehve (denen duvardaki hücrenin) üzerine örtmüştüm. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) onu görünce çıkardı ve: "Kıyâmet günü azâbın en şiddetlisine dûçar olacak kimseler Allah'ın yarattıklarını taklid edenlerdir." dedi. Ben de ondan bir veya iki yastık yaptım. Bir başka vechinde: "İki nümruka (minder) yaptım, bunlar evdeydi ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) üzerine oturuyordu." der.
Bu hadise müsteniden alimlerin, gölgesi olmayan tasvirlerin, üzerine oturmak, basmak gibi hakir durumlarda kullanılan halı, döşek vs. eşyâ üzerinde bulunmasına cevaz verdiği belirtilir. Nevevî bu görüşün Sahâbe ve Tâbiine mensub Cumhur-u ulemânın görüşü olduğunu belirttikten sonra bu meyânda Sevrî, Mâlik, Ebû Hanîfe ve Şâfiî'nin ismini zikreder. Nesâî'nin bir tahricinde Hz. Peygamber'in yanına girmek için gelmiş olan Cibril girmez ve: "Nasıl gireyim, evinde tavsirler ihtivâ eden bir örtü var. Ya suretlerin başını kopar, ya örtüyü üzerine basılan bir sergi yap. Biz melekler tasvirin bulunduğu bir eve girmeyiz." der.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Abdullâh İbnu Ömer (radıyallahu anh)'in rivayetinde ziyâret için gelmiş olduğu, Sefine Ebû Abdirrahmân'ın rivayetinde de berâber yemek için vâki dâvet üzerine gelmiş olduğu kızı Fâtıma (radıyallahu anhâ)'nın evine, kapıya asılmış olan nakışlarla süslü perde sebebiyle girmeden geri döner.
Abdurrezzâk'ın bir tahricinde de yemeğe dâvet edildiği eve geldiği vakit, çeşitli renklerle tezyin edilmiş olduğunu görür, kapıda durup renkleri saydıktan sonra "Keşke tek renk olsaydı" diyerek girmeksizin geri döner. Aşağıdaki misallerin de te'yid edeceği üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu davranışla evin tezyininde sadeliğin esas olmasını irşâd buyurmuştur.
İlim adamları bu rivayetlerden "İçerisinde muharremât bulunan eve girmek ve dâvete icâbet etmek için önce izâlesine çalışılır, muktedir olunmazsa girilmez, icâbet edilmez." hükmünü vermişlerdir. Ancak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in son misalde "keşke tek renk olsaydı" dediği, birinci misâlde de geri dönüş sebebini soran Hz. Ali (ra)'e "Dünya benim neyime, nakış benim neyime?" cevabını verdiği, kezâ yukarıda zikrettiğimiz tasvirli perde vs. kaldırması için Hz. Aişe (ra)'ye verdiği emirle ilgili hadisin bâzı vecihlerinde: "Zira bu bana dünyayı hatırlatıyor.", "Zira üzerindeki tasvirler namaz esnasında dikkatimi dağıtıyor.", "Zira eve her girişimde bunu görüyorum, dünyâyı hatırlıyorum." vs. dediği tasrih edilmektedir ki bunlar Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yeni tebliğ etmiş olduğu bir dinin tam yerleşmesine engel teşkil edebilecek sebepler hususunda titizliğinin derecesini göstermektedir.
O, istiyordu ki insanlar bütün himmetleriyle Kur'ân'a yönelsin, onun hakikatlarını anlamaya, yaşamaya çalışsın. Hattâ bu sebeple kendisinden Kur'ân dışında bir şey yazmayı da yasaklamış, bir nevi câhiliye prestişlerinden biri olan kabir ziyaretlerini de menetmişti. Diğer taraftan "İnsanların kalbi Allah'ın iki parmağı arasındadır, istediği gibi oynatır." cümlesinde ifâde ettiği beşer tabiatındaki istikrarsızlık sebebiyle iman ve amellerine rağmen müşrikliğe ait hâtıralar sebebiyle eski sapıklıklarının tekrâr şu veya bu şekilde tezâhüründen korkmakta idi. Bu sebeple, o hususlarda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) titizliği ileri götürmüş, açık kapı bırakmak istememiştir. Halkın esprisini nazara alışını gösteren en mânidâr misallerden biri Hz. Aişe (ra)'ye, cahiliye devrinde yanlış temele oturtulmuş olan Kâbe'yi, yeniden aslî temeli üzere kurmaya teşebbüs etmeyişinin sebebini izah sadedinde söylediği şu cümledir: "Kavmin Câhiliye devrine yakındır. Bu sebeple, (yapacağım tâdilâtın) kalplerinde nefret uyandıracağından korkuyorum..."
Şu hâlde "Câhiliye devrine yakın" olan insalığın hâlet-i rûhiyelerini nazarı itibara alan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), o devre âit şirklere alâmet olan her şeye karşı amansız bir mücâdele açmıştır. Bu, put olabilir, putların tasviri olabilir, o devreye âit bir yemin tarzı, selâmlaşma şekli vs. olabilir, hepsi yasaklanmıştır.
Tasvirle ilgili yasakları, şârihlerin: "Kendisine ibâdet edilen zîruhların hürmet ifade eden tarzda konması haramdır, ayak altına atılması mübahtır." diye formüle etmesi, sünnette gelen yasağın terbiyevî yönünü ifâde eder. Bu yasaktan ağaç tasvirleri istisnâ edilmiştir. Ancak Arapların o devirde takdis ettikleri ağaçları Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yıktırdığını, rivayetler haber verir.
Evlerin Kontrolü
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Medine'yi baştan ayağa kontrol ettirerek "putları kırdırdığı, yüksek kabirleri düzlettiği, tasvirleri de iptal ettirdiği"ne dair rivayetler bu husustaki titizliğinin ne dereceyi bulduğunu gösterir. Bu rivayetlerden bâzılarında bu maksatla gönderilen "Ensâr'dan bir adamın": "Yâ Resûlallâh, ben kavmimin evlerine girmek istemiyorum" diye itirazı -ve bunun üzerine Hz. Ali'nin gönderilmesi- devletin, bu hususla ilgili olarak koyduğu yasağın uygulanmasını tâkip için evleri kontrolden bile geçirdiğini göstermektedir.
Söylediklerimizi hülâsa etmek gerekirse, evin dekor ve tezyininde yer alan tezyin unsurları aynı zamanda bir telkin vâsıtası kabul edilmektedir. Müslümanın hayat görüşüne ters düşen unsurların yer almaması gerekmektedir.
Son olarak şunu da kaydedelim: Dehlevî'ye göre duvar ve elbisenin resimlenmesi iki sebepten yasaktır: 1. Fuzûlî isrâf ve iftihârı önlemek,
2. Putperestlik kapısını açmamak.
İ. MÂNEVÎ HAVA
Çocuğun terbiyesinden birinci derecede baba ve sonra anne mes'ul olması hasebiyle evin başlıca fonksiyonlarından biri, çocuğun mânevî ve ruhî terbiyesinde de en önde yer almaktır. Bu sebeple daha yapılışı sırasında onun maddî mânevî kirlerden temiz olması istenmekte ve: "Binâlarınıza haram taş koymaktan sakının. Zîra bu harap olmanın esâsı (temel sebebi)dir." denmektedir. Bu meâlde olarak Vehb İbnu Münebbih'in "Tevratta okudum" kaydıyla yaptığı rivayette de: "Zayıfların gücü ile (zorla) yapılan binanın âkibeti harap olmaktır, haram yolla kazanılan malın âkibeti de fakra düşmektir." denir ki bu çeşit nasihatlara ahlâk kitaplarımızın ilgili bahislerinde rastlanır.
Şüphesiz evi helâl kazançla inşa etmekle (veya helâl kazançtan kirasını ödemekle) mesele bitmiş olmuyor. Evin iyi bir terbiye yuvası olabilmesi için her çeşit menhiyâttan sakınılması, farz ve vâcibâtın yerine getirilmesi, bir başka deyişle İslâm'ın fiilen yaşanması gerekmektedir. Bu sebeple yasak olan oyun âletleri, ipekten mâmul döşek (halı, yastık, perde vs.) altın ve gümüşten mâmul kap kacak vs.nin evde bulundurulması yasaklanmıştır.
Diğer mühim bir husus, evin sadece yatma, yeme, istirahat veya emniyet yeri olarak düşünülmemesi, veya fiilen öyle bir havanın hakim kılınmamasıdır. Bunu Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Evlerinizi kabirlere çevirmeyin." sözüyle ifade eder. Evleri kabir olmaktan kurtaracak şey, evlerde yapılacak ibadet ve zikirlerdir. Kur'an okumak, namaz kılmak, tefekkür ve nefsî murâkebede bulunmak gibi. Bu sebeple:
"Evlerinizi kabirlere çevirmeyin, Kur'ân okuyun, Kur'ân okunan eve şeytan girmez."
"Kişi evinde Kur'ân okursa ev, ehline karşı genişler ve melekler de orada hazır olur, şeytanlar kaçar, hayır artar. Kur'ân okunmayan eve gelince, o, sâhibine daralır, melekler orayı terkeder, şeytanlar istilâ eder, hayır da azalır."
"Nâfile namazlarınızı evlerinizde kılın, onları kabirlere çevirmeyin."
"Kişinin evindeki namazı nûrdur, öyle ise evlerinizi (namazla) nurlandırın."
"Mescitte namazınızı edâ edince eviniz için de bir nasib ayırın, zira Allah bu namazdan dolayı eve (hususi) bir hayır yapar."
"Farzdan sonra en hayırlı namazınız evlerinizde kıldığınız namazdır."
vs. mânevî tevâtüre ulaşan pek çok târiklerle gelen rivayetle, kişinin behemahal evinde namaz kılmasını emretmektedir.
Hattâ bâzı rivayetlerde bu teşviklerin bir neticesi olarak evlerde hususî namazgâhlar (mescidler) ittihâz edildiği anlaşılmaktadır. Buhârî'nin bir rivayetinden daha Mekke devresinde iken buna başlandığını ve (belki de ilk defâ olarak) Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh)'in evinin avlusunda, bir köşede bir mescit ittihâz ettiğini görmekteyiz.Medine'de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e çeşitli mâzeretlerle mürâcaat edip evlerinde mescit ittihaz etmek için müsâade talep ettiklerine rastlıyoruz. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) arzu üzerine evlere gidip "mescit yapmak istedikleri yerde" namaz kıldırmak suretiyle bu talepleri yerinde ve normal bulduğunu göstermiştir. İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)'dan gelen uzun bir rivayetin son kısmı "mescid"in hususî bir hücre olabileceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Hadiste İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) fitne ânında ne yapması gerektiğini sorar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Dârına (kabilesinin, akrabalarının kaldığı yer) gir." der. İbnu Mes'ud: "Oraya da gelirse?" der. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Beytine (âilesiyle kaldığı ev) gir." der. İbnu Mes'ud tekrar sorar: "Oraya da gelirse?" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in cevabı şu olur: "O vakit mescidine gir (...)." Kezâ bir başka rivayette de Zeyneb bintu Cahş (radıyallahu anhâ)'ın Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le evlenmezden önce evindeki "mescid"den bahsedilmektedir.
Hülâsa evlerde husûsî mescidler ittihâzı için vâki teşvikten sonra, daha Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde, bir kısım Müslümanlar meskenlerinde buna yer vermişler, âlimler de bunu tecviz etmiştir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in evlerden menhiyyâtın kaldırılması, Kur'ân okunması, namaz kılınması, hattâ mescidler ittihâz edilmes gibi dinin evde yaşanmasına müteallik ısrarlı tavsiyeleri, bir bakıma, evde yeni yetişmekte olan çocukların terbiyeleri içindir. Zira, böylece onlar, büyüklerinden dini meseleleri kulaklarıyla işitmiş, gözleriyle görmüş, halleriyle de yaşamış olacaklardır.
J. MESKEN SİYÂSETİ
Evle ilgili rivayetler bize, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından vaz edilen ve müteakip halifelerce titizlikle tâkip edilen bir "mesken siyâseti"nin varlığını göstermektedir. Bir başka deyişle meskenin kültürle olan sıkı irtibatı sebebiyle bir kısım kültürel değerlerin hayâtiyeti için devletin mesken inşaatını devamlı murâkebe altında tuttuğunu, kanun dışı inşaat tipleri ortaya çıkınca derhal müdahale ederek bunları ortadan kaldırttığını görüyoruz. Müteâkiben vereceğimiz misallerden, ferdler ve ailelerin mesken inşası meselesinde tamamen hür olmadıkları, devletin müdahale hakkının her an mevcut olduğu fikrinin vicdanlara iyice yerleştirildiği sonucu çıkarılabilir. Bizi bu hükme götüren bâzı misâlleri, müdahalenin yapıldığı sâhalar çerçevesi içerisinde inceleyeceğiz.
1. FUZULÎ İNŞAAT YASAGI
Şunu belirtelim ki, meskende genişlik tavsiye edilmiş olmakla berâber, isrâfa yer verilmemesi, fuzulî inşaatlar yapılmaması için ısrar edilmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) "Nafakanın hepsi Allah yolundadır, bundan bina (yapmak için harcanan) hâriç, onda hayır yoktur." der. Başka rivayetlerde "Kişinin ihtiyacı hâricinde yaptığı her bina sırtına bir vebaldir.", "(...) Oturmayacağınız binâyı yapmayın (...)", "Kim ihtiyacından fazla bina yaparsa, kıyâmet günü onu boynuna yüklenmeye zorlanır.", "Allah bir kuluna kötülük murad edince malını binaya infak ettirir." vs. yasaklayıcı ifadeler bulunur.
Mevzu ile ilgili bazı hadisleri vermek için, Buhari'nin ayırdığı baba "Binâ hakkında varid olanlar bâbı" diye mutlak bir başlık atmasından da anlaşılacağı üzere yukarda verdiğimiz hadislere istinâd eden bir kısım Müslüman âlimler, bina yapmanın kerâhetine kaani olmuşlar, "İnşaat için harcanacak parayı kerih addetmişlerdir." Kerâhete meyledenlerden İbrâhim Nehâ'î mûtedil bir ifâde ile ihtiyaç için yapılan binâlardan dolayı "sevab da günah da terettüp etmez" demiştir.
Ancak buradaki kerahatin ihtiyaçtan fazla olarak, tefâhur ve gösteriş için yapılan inşaatlara râci olduğu "ikâmet, soğuk ve sıcağa karşı korunmak için yapılanlara şâmil olmadığı" da ayrıca belirtilmiştir. Esâsen bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den "Kim zulmetmeksizin ve ilâhî hududu tecavüz etmeksizin bir bina yapacak olursa, bundan Cenab-ı Hakk'ın mahlûkatı istifâde ettiği müddetçe, ona komşuluk sevâbı hâsıl olur." buyurur.
Binaya para ve emek sarfetmenin kerâhetine kaail olanların, kendilerine delil meyânında zikrettikleri Abdullah İbnu Amr hadisini de muhkem kabul edemeyiz. Zira bu rivayet evini çamurla tamir etmekte olan Abdullâh İbnu Amr (radıyallahu anh)'a Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in: "(...) Ölümün gelmesi bu evin yıkılmasından daha süratlidir." diyerek, bu meşguliyetten kerâhat izhâr ettiğini göstermekte ise de Habbetü'bnu Hâlid ve Sevâ' İbnu Halid (radıyallahu anh)'in rivayetlerinde bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in evini tamir işiyle meşgul olduğunu görmekteyiz. Üstelik Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in de minberden: "Ey nâs evlerinizi tâmir edin (...)" diye uyarılarda bulunduğu da mervidir. Şu hâlde sâdece bazı hadislerin zâhirine bakarak: "Sünnet meskene yapılacak yatırımı kerih addetmiştir." diye hükmetmek, gerçeği aksettirmekten son derece uzak kalacaktır.
Semerkandî, inşaatta beis görmeyenlerin Kur'ân'dan:
"Allah sizi (...) yeryüzünde yerleştirdi, ovalarında (kışlık) köşkler ediniyor, dağlarında (yazlık) evler oyup duruyorsunuz" (A'râf, 7/74)
"De ki, Allah'ın kulları için çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızıkları kim haram etmiş?" (A'râf, 7/32),
gibi âyetleri; hadisten de: "Allah bir kuluna nimet verince o nimetin eserini kulu üzerinde görmekten hoşlanır." mealindeki Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sözlerini delil getirdiklerini zikrettikten sonra (kendini kastederek) fakih der ki: "Efdal olanı, malı âhiret için harcayıp dünya için sarfetmemektir. Buna rağmen, 1. Malı haram yoldan kazanmamış olmak,
2. Bir Müslüman veya zımmîye (inşaat vesilesiyle) zulmetmemek,
3. (İnşaat sebebiyle) Allah'a karşı olan farzlardan birini terketmemek şartıyla inşaat haram değildir." hükmüne varır.
El-Hakîmu't-Tirmizî de, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in bina hususundaki bir müdâhalesini kaydettikten sonra şunu söyler: "Eğer bina muhtaç olunan miktarsa bunu Allah'tan sevâb bekleyerek inşâ edebilir. Zira meskene olan ihtiyaç aynen yiyecek, giyecek ve bineğe olan ihtiyaç gibidir." der.
Bina hususunda hadislerde gelen bir kısım istikrâhı, isrâfla izah etmek çok yerinde olacak. Müslümanların bu konudaki kanaatlerini, bu meseleye bakışlarını Hârunu'r-Reşîd'e,yüksek bir saray yaptırdığı zaman, Muhammed İbnu's-Semmâk'ın cesâretle yüzüne haykırdığı şu sözlerde bulabiliriz:
"Toprağı yükselttin, dini bıraktın. Eğer bu kendi paranla yapıldıysa, bil ki sen müsriflerdensin, Allah ise müsrifleri sevmez. Yok bu başkasının malından ise bil ki zâlimlerdensin. Allah ise zâlimleri sevmez." der.
Mesken mevzuunda israftan zecirle ilgili tâlimât Ahlâk-ı Alâiyye'de şu ifâdeye ulaşır.: "... İrtifa'ı binâ ve nakş ve zuhrufe'i sakf ve cidârda mübâlağadan hazer ede. Ahbârda vârid olmuştur ki bir kimseye menzilini altı zirâ'dan artık kaldırsa melâike-i âsiman "ilâ eyne yâ mel'ûn" derler.
İtidâlden bîrûn kadr u mâlâbüdden efzûn harc mezmumdur. Hususan ki bozup düzmeye mûtad ve bir sûretten usanıp hey'et-i cedid etmeğe mübtelâ olma maraz-ı sa'b ve huluk-ı zemimdir..."
2. HERKESE BİR EV:
Yukarıda verdiğimiz misâllerden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in her insan için zaruri olan, normal bir eve sahip olmasını hoş karşılamadığı hükmünü çıkarmak çok yanlış olur. Aksine bu husustaki siyâsetin esası her âileyi "geniş" bir ev sâhibi yapmaya dayanır. Vazifeli olarak tayin ettiği her memurun, bir ev edinme külfetini devlete tahmil etmesi, kim olursa olsun her Müslümana herhangi bir ev veya akarını, alacağı parayı tekrar ev veya akara yatırmadıkça, satmayı hoş karşılamayıp "Yerine yenisi konmazsa bu para hakkında hayırlı kılınmaz." demesi gibi muhtelif rivayetler Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in "her Müslüman için normal bir ev" siyâseti takib ettiğinin inkâr edilmez delilleridir.
3. BİNALARIN YÜKSEKLGİ:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) evlerin yüksek olmasına katiyyen taraftar değildir. Rivâyetlerin göstereceği üzere ev hususunda müdâhele ettiği cihetlerden biri de evlerin boyu ile ilgilidir. Hattâ Medine'ye gelince Hz. Ebû Eyyûbi'l-Ensârî (radıyallahu anh)'nin yedi ay misâfir kaldığı evinin alt katına yerleşmiş, bir müddet sonra Hz. Ebû Eyyûb (radıyallahu anh)'un üste geçmesi için vâki mürâcaatına Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Alt daha rahattır." "Bizim ve bizimle temâsı olanlar (Ashâb) için altta olmamız daha uygundur." gibi cevâplar vermiştir. Fakat Ebû Eyyûb Hazretlerinin (radıyallahu anh): "Senin, altında bulunduğun bir tavanın üstüne çıkamıyacağım."diye ısrârı üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) mihmândârını memnûn etmek için (istemeyerek) üste geçer ve Ebû Eyyûb (radıyallahu anh) da aşağı iner.
Hatta Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in nezâret ve iştiraki ile yapılan ilk câmi ve âilesine mahsûs etrafındaki hücrelerin de tavanı el değecek kadar alçaktır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) evlerin boyca yükselmesindeki istikrâh ve memnûniyetsizliğini muhtelif vesilelerle ifâde etmiş, bunu "kıyâmet alâmetlerinden biri"olarak tavsif etmiştir. Meşhûr Cibril hadisinde kıyâmetin ne zaman kopacağına dâir suâle "Bilmiyorum" dedikten sonra alâmetlerinden olarak: "Davar çobanları bina yükseltmekte yarıştıkları zaman" der (5). Kezâ bir diğer rivayette de "binâlar sivrilince" kıyâmetin beklenmesi gerektiğini söylemektedir. Bu cümleden olarak kıyâmete yakın insanların evlerini (rengârenk münakkaş ve çizgili elbiselere benzeteceklerini ifâde ederek, evin harici tezyinatını da israf sınıfına sokarak kerâhetini bildirmiştir.
Meskenlerin fazla yüksek olmasını tavsiye etmeyen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu rivayette takribî bir rakam da verir:
"Bir kimse binâsını yedi (bir başka vecihte on) zirâdan fazla yükseltirse kendisine (semâdaki bir münâdi tarafından): "Ey fâsık (Ey Allah'ın düşmanı) nereye (gitmeyi arzu ediyorsun?) diye nidâ edilir."
İbnu'l-Arabî اَلَمْ تَرَ كَيْفَ رَبُّكَ بِعَادٍ اِرَمَ ذَاتِ الْعِمَادِ âyetinin tefsirinde bu âyetten, binayı yüksek ve iri yapmaktan tahzir manasını da kaydeder.
Yüksekten men sebepleri hadiste tavzih edilmediği halde şarihlerce israf, tefahur ve başkalarının avretine ıttıla gibi sebeplerle izah edilmektedir. Bunlarla birlikte başka sebeplerin de olabileceğini hadisin ıtlâkından çıkarmak mümkündür. Bu meyânda, hususen zamanımızda anlaşılan mahzurlardan biri, insan ölçüleriyle tenâsübü son derece aşan inşaatların insanda meydana getirdiği ruhî ve içtimâî bozukluklardır. Bugün "cehennemî makine", "umacı şehir" gibi vasıflarla tavsif edilmeye başlanan büyük şehirlerde hızla artmakta olan tecennün ve buna yakın rûhî hastalıkların sebepleri arasında bu durum da kaydedilmektedir. Büyük inşaatlar azametleriyle insan ruhunu ezmekle kalmıyor, içinde yaşayanların tabiatla ilgisini son derece azaltıyor ve ayrıca insanlar arası münasebetlere te'sir ederek menfi istikamette geliştiriyor.
Apartman hayatının huzursuzlukları ve komşu seçme imkânı tanımayan şartları nazara alınınca büyük şehirlerde, kalabalığa rağmen insanın nasıl yalnızlığa itildiği anlaşılır. Sosyologlar, "Temâslar satıhta kaldığı müddetçe, mübâşeret ne kadar artarsa artsın ferdin kalabalık içerisinde yalnız kalacağını", yalnızlığı ortadan kaldıran şeyin sâdece "görmek ve dinlemek" değil, aynı zamanda "görülmek ve dinlenilmek" olduğunu belirtmişlerdir. Bir İslâm feylesofu olan Fârâbî'de (v. 950) de değişik kelimelerle aynı şeyi buluruz. O, "el-Medînetü'l-Fâdıla" ile kasteddiği ideal şehri "saadeti elde etmede muhtaç olunan şeyleri te'minde, teâvün maksadıyla toplanılan yer" olarak kabûl eder. Cemâat ve yardımlaşma şuurunu vermeyen, bugünün tabiriyle kişiyi yalnızlığa iten şehir, ideal şehir değildir. Ona göre ideal şehir sıhhatli, her bakımdan tam ve mükemmel bir beden gibidir ki, uzuvları birbiriyle gâyenin te'mîninde yardımlaşırlar."
Şunu da son olarak kaydedelim ki, ihtiyaçtan doğarak darlığı önleyecek yükseltmelere müsâade edilmişe benziyor. Zira evinin darlığından şikâyet eden Hâlid İbnu Velîd'e Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Evi semâya doğru yükselt ve Allâh'tan genişlik iste." buyurmuştur.
4. MÜDÂHALE:
Bazı rivayetler sünnetin meskenle ilgili bir kısım tavsiye ve nasihatlarda bulunmakla kalmayıp, tavsiye edilen evsafa uyulmadığı hallerde müdahale de edildiğini göstermektedir.
Enes'in rivayetine göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir çıkışında etrafındaki evlere nazaran çıkıntı teşkil eden (yüksekçe) bir kubbe görür ve "Bu da ne?" diye sorar. Ashâbı kendisine "Bu, Ensâr'dan falancanındır" derler. Hz.Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) manzaraya içinden kızarsa da sükût eder. Fakat inşaat sâhibi, kendisine gelip selâm verince selâmını almaz ve yüzünü çevirir. Öbürü kaç sefer karşısına geçip selâm verse de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) her defasında aynı şekilde davranıp selâmını almaz. Neticede adamcağız Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kendisine kızdığını ve bu sebeple yüz çevirdiğini anlar. Durumu arkadaşlarına açarak dert yanar. Ona: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) dışarı çıktığı vakit kubbeni gördü (ve buna kızdı)" derler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir başka gün kubbeyi yerinde görmeyince "Kubbeye ne oldu?" diye sorar. Olup biteni kendisine anlatırlar. Bunun üzerine: "İhtiyaç fazlası her bina, sâhibi üzerine bir vebâldir." buyurur. Kezâ aynı muhtevâda bir müdahale de amcası Abbas'ın yaptırdığı gurfe'ye karşı olmuştur. Hz. Abbâs (radıyallahu anh), gurfe'nin yıkılmaması karşılığında bedelince sadakada bulunmayı teklif eder. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bunu kabul etmez. Abbâs (radıyallahu anh) teklifinde sonuna kadar ısrar ederse de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buna katiyyen yanaşmaz ve "yık onu" der. İnşaat yıktırılır.
Süveylimu'l-Yahûdi'nin evinin yıkılmasıyla ilgili hâdise, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in meskene olan müdâhalesine değişik bir misâl olarak zikre değer. İbnu Hişâm'ın kaydına göre münâfıklar, Tebük gazvesi için hazırlık yapıldığı sırada Yahudi Süveylim'in evinde toplanarak halkın sefere katılmasını önleyici faaliyetlerde bulunuyordu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Talha İbnu Ubeydillah (radıyallahu anh) başkanlığında bir grup göndererek Süveylim'in evini üzerlerine yıkmalarını emreder.Talha (radıyallahu anh) emri aynen icra eder.
Burada müdâhale sebebi olarak devlet aleyhine cereyân eden menfi faaliyeti görmekteyiz ki az ilerde, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den sonra görülen bâzı benzer örnekler vereceğiz.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hayâtında rastlanan mühim bir müdâhale örneği mâbedlerle ilgili. Hâtırası Kur'ân'da ebedleştirilen Mescid-i Dırâr hâdisesi mevzumuzu ilgilendirse gerek. Kaynaklarımızın bildirdiğine göre Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Tebük seferinde iken Medine münafıklarından on iki kişilik bir grup, müstakil bir mescid inşa ederek kendi aralarında bir araya gelme imkânı düşünürler. Zira Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in onlara karşı takip ettiği başarılı bir siyaset sonucu bir araya gelemiyorlardı. Müslümanlar seferden dönüp, Medine yakınlarındaki Zi-Evân mevkiine gelince Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e adam yollayarak: "Ya Resûlullah biz, hastalar, ihtiyaç sahipleri, yağmurlu ve karanlık geceler için bir mescit yaptık, senin bize orada namaz kıldırarak (küşâdını yapmanı) istiyoruz."dediler. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Siz gidin, şu anda yolculuğum bitmiş değil, meşguliyetim de var, Medine'ye varınca inşaallah geliriz (...)" diyerek müsbet cevap verir.
Fakat bir müddet sonra gelen vahiy münâfıkların gerçek gayesini Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e bildirir:
"Bir de (Müslümanlara) zarar vermek için, küfür için, mü'minlerin arasına ayrılık sokmak için ve daha evvel Allah ve Resûlü ile harb eden (in gelmesini iştiyak ile) beklemek ve gözetmek için bir (bina yapıp onu) mescid edinenler ve " (bununla) iyilikten başka bir şey kastedmedik" diye muhakkak yemin edecek olanlar vardır. Allah şâhitlik eder ki: Onlar şeksiz şüphesiz yalancıdırlar. (Habîbim) onun içerisinde hiçbir vakit (namaza) durma (...) onların kurdukları bina, kalblerinde dâimî bir şek (ve nifaka) sebep olacaktır. Meğer ki kalbleri ölümle parçalanmış olsun (....)" (Tevbe, 9/107-110).
Vahiy üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) gönderdiği adamlarla "küfür, Müslümanlar'a zarar ve nifak için" yapılmış olan ve "sağ kaldıkları müddetçe kalplerindeki şek ve nifakı besleyip artıracak" olan bu inşaatı yıktırıyor ve yaktırıyor.
Rivayetler, Mescid-i Dırâr'ın yerinin çöplük ve mezbelelik yapıldığını, oraya uğrayan yoldan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hiç geçmediğini kaydederler. Taif mescidinin Taif'deki eski tapınağın bulunduğu yere yapılması için verilen emirle bu sünnet karşılaştırılınca "binâu'l müfsidin"e karşı gösterilen aksülamel anlaşılır.
Rivâyetler, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sünnetinde rastlanan bu misâllere muvazî olarak müteakip devirlerde halifeler tarafından hususi meskenlere ve hatta amme için yapılmış inşaatlara, benzeri maksatlarla müdahalelerde bulunulduğunu göstermektedir. Müleyh İbnu Avf es-Sülemî'nin rivayetine göre Hz. Ömer (ra)'e, Sa'd İbnu Ebi Vakkas (radıyallahu anhümâ)'ın evinin kapısına tahtadan işlemeli bir kapı, kasrına da kamıştan ilave bir kulübe yaptırdığı haberi ulaşır. Hz. Ömer (radıyallahu anh) bu haber üzerine derhal Muhammed İbnu Mesleme (radıyallahu anh)'yi göndererek (israf olarak değerlendirilen) mezkur kapı ve kulübeyi yakmasını emreder. el-Hakîmu't-Tirmizî'nin bir tahricinde, Ebûd-Derdâ'nın Humus'daki evine bir kenif / abdesthane ilâve ettiğini haber alan Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in, "Yâ Üveymir, dünyayı tezyin hususunda Fars ve Rum'un inşaatları sana kifayet ederdi. Allah onları (israfları için) harâb etti. Mektubumu alır almaz Humus'u terket, Dımeşk'e git" diyerek cezâ olarak onu bulunduğu yerden sürgün eder.
Hz. Ömer (radıyallahu anh), Humus emîrinin, evin üstünde ılliyye denen bir tenezzüh odası yaptırdığını duyunca derhal ona bir mektup yazarak "odun toplayıp yakmasını"emreder. Benzeri bir olayı Hâricetu'bnu Hüzâfe (radıyallahu anh)'nin Mısır'da yaptırdığını duyunca Mısır Vâlisi Amr İbnu'l-Âs (radıyallahu anh)'a yazarak "... Hârice, komşuların avretine ıttıla peydâ etmek istyor, mektubumu alınca yık onu." der.
Temîmü'd-Dârî (radıyallahu anh)'nin rivayetinden "Hz. Ömer (radıyallahu anh) zamanında halkın yüksek binâlar yaptırdığını" öğreniyoruz. Abdullâhu'r-Rûmî'nin bahsettiği, Hz. Ömer (radıyallahu anh) tarafından vâlilere: "Binâlarınızı yükseltmeyin" diye yapılan tamim, bu yüksek yapma hareketlerinden sonra yapılmış olabilir. Belki de Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in bu titizliği sonucu olarak Kûfe'de bulunan Sa'd İbnu Ebî Vakkâs oturmak için muhtâç olduğu evin Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in mesken mevzuundaki titizliğini ifade eden bir diğer misâl tezyinatla ilgili. Abdurrezzâk'ın bir tahricinde Hz. Ömer (radıyallahu anh)'e Basralı Hadrâ adında bir kadın evinin iç duvarlarını, örtüler çekerek, tezyin ettiği haberi ulaşınca orada vâli bulunan Ebû Musâ el-Eş'arî (radıyallahu anh)'ye yazarak bu tezyinat perdelerini yırtmasını emreder. Kezâ kendisini İrânlı bir çiftçi (dehkân) dâvet edecek olsa, önce sorar, eğer evinde tasvir olduğunu öğrenecek olursa icâbet etmezdi.
Hz. Ömer (radıyallahu anh) umumi ahlâka menfi te'sir eden evlere de müdâhale etmiştir. Bu meyânda bir nevi içki imâl ve satış yeri (hânût) durumunda olan Ruveyşudu's-Sakafi'nin evini yaktırır. Sa'd İbnu İbrâhim evi bir kor hâlinde gördüğünü kaydeder.
Hülâsa, gerek Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den, gerek Hz. Ömer (radıyallahu anh)'den verdiğimiz bu misaller her çeşit inşaatların -ister yükseklik ve ebad yönüyle, ister tezyinat ve kullanılış gayesi yönüyle- devletin murâkebe ve kontrolü altında tutulduğunu göstermektedir. Bu durum, bilhassa ilk zamanlarda daha titizlikle uygulanmış gözükmektedir. Suyûti, Halife Muktedir Billâh'ın Râfizîler'den bir grubun toplanıp namaz kıldığı, sahâbeye hakâret edip cuma kılmadıkları ve Karâmita ile de mektup irtibâtına başladıkları, Nerâsâ mescidinin yıkılması hususunda ulemâya başvurup "Mescid-i Dırâr'dır" diye fetvâ alıp yıktırdığını ve yerini de mezarlık yaptırdığını kaydeder.
Cemiyet için zararlı faaliyetlerde bulunan, davranış ve yaşayışlarıyla ammenin ahlâkını bozucu kötü örnekler veren kimseleri barındıran "binâu'l müfsidin"in yıktırılması hususunda fetvâ veren Suyûtî, bu mühim mesele için bir de müstakil eser vermiştir: Ref'u Menâri'd-Din ve Hedmu Binâi'l-Müfsidîn.
5. MESKEN TELAKKİSİ:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in mesken siyâsetini belirtmek sadedinde naklettiğimiz hususlar nazara alınınca her Müslümanın şöyle bir mesken telakkisine sahip olmasını arzu ettiği neticesi çıkarılabilir.
1) Mesken dünyevî (ve dolayısıyla uhrevî) saadetin baş âmillerinden biridir.
2) Meskenin iyi olması: Genişliğine, komşusuna, sosyal tesislere yakınlığına, yeni yerinin havadar, güneşli vs. olmasına, civarında mescid, mektep, çarşı gibi kültürel ve iktisâdî tesislerin bulunmasına bağlıdır.
3) Meskenin genişliği, içinde oturanların adedine bağlı olarak oda sayısını çokluğu ve odalarının genişliği ile ölçülür.
4) Mesken sâde olmalı, inanç ve ahlâka zıt telkinlere sebep olan yabancı kültürü temsil eden tezyin unsurlarına yer verilmemelidir.
5) Mesken gerek vüsat ve gerek tefriş yönüyle ihtiyacı taşıp isrâfa yer vermemelidir.
6) Mesken yüksek olmamalıdır.
7) Her mesken gusülhâne, helâ, mutfak gibi unsurlara şâmil olmalıdır.
8) Kanûna uymayan meskene devlet müdâhale edebilir.
Böyle bir mesken telâkkisine her Müslümanın sâhip olması gerektiğini, bu vasıfların ufak tefek farklarla kısa bir şekilde terbiye kitaplarında umumiyetle yer almış olmasından da anlayabiliriz.
6. ŞER'Î MESKEN:
Sünnete göre bir evde bulunması gereken şartları ortaya koyup, her Müslüman'ın sâhip olması gereken mesken telakkisini belirttikten sonra fukahânın, kocayı, karısına karşı teminle mükellef kıldığı meskenin tasvirini vermekte fayda var. Bu meskene şer'î mesken veya meşrû mesken denebilir. Burada, fukahânın, normal bir İslâmî hayat için oturulacak meskende bulunmasını şart ve zarurî gördükleri asgarî evsafı görmüş olacağız. Dikkat edilirse burada, çocuk unsuru üzerinde durulmamıştır. Evlenme ânında, çocuksuz farzedilen bir kadına hazırlanması gereken meskenin zarurî şartları mevzubahistir. Çocuklar olunca durum ne olacak? Fıkıh kitaplarında burası mübhemdir. Dr. Ruhi Özcan'ın "İslâm Hukukunda Karı-Koca Nafaka Mükellefiyeti" adlı doktora tezinden aynen aldığımız tasvir şöyle:
A. Meşrû meskende aranan şartlar şunlardır:
1) Zevcenin din ve dünya işlerini görmesine müsâid olmalıdır.
2) Kocanın zevceye zulüm (haksızlık) etmek istediğinde, bu zulümden onu men etmeye kudreti yeten sâlih komşular arasında yer almalıdır.
3) Zevceye can ve mal emniyeti sağlayabilmelidir.
4) Kocanın zevcesinden cinsen faydalanmasına imkân vermelidir.
5) Bütün ihtiyaçlarla birlikte su da meskene koca tarafından getirilmiş olmalıdır. Meskenin içinde sarnıç, kuyu, çeşme bulunması, bu mahallin meşrû mesken olmasına engel değildir.
6) Zevce izin vermedikçe meskeninde, kocanın akrabası ikâmet edemezse de kocanın her türlü kadın kölelerinin, başka kadından olma cinsî münâsebeti anlamayacak kadar küçük çocuklarının bulunmasına mani olamaz. Buna mukabil meskende zevce de kocanın izni olmadıkça, başka kocasından olma küçük çocuğunu, kendi akrabasını bulunduramaz. Mesken mülkiyetinin kocaya âit olması veyâ olmaması bu ahkâma müessir değildir.
B. Mesken tenhâ, duvarları yüksek, konak gibi geniş olup da, zevcenin yalnızlıktan dolayı aklına bir bozukluk gelmesine sebep olacağı anlaşılır (mâlum olur)sa kocanın zevceye bir yoldaş; (arkadaş, enise) temin etmesi lâzımdır.
C. Zevceye arkadaş te'mîn mecbûriyeti, zevceden zevceye ve yerden yere değişir; farklıdır. Meselâ zevce yalnız başına odada ikâmet edip gecelemekten korkan cinsten ise, iskân yeri küçük olsa bile, kocanın zevceye yoldaş te'mîn etmesi gerekir. Kezâ zevce küçük ve yalnız olarak ikâmetten korkan bir insansa, zevceye yoldaş te'mîni icâb eder.
Ç. İskân yeri küçük, sâlih komşular arasında olup da, zevcenin korkmayacağı anlaşılır (mâlûm olur)sa, kocanın zevcesine yoldaş te'min etmesi gerekmez.
Dipnotlar:
(1) Hz. Peygamber (asm) bâzı sahîh hadîslerde, uğursuzluk addetmeyi, (teşâum) reddettiği halde (bk. Müslim, Selâm 110-114 (4, 1745-46, 2223-2224 HI.) burada uğursuzluktan bahsetmesi âlimler arasında münâkaşa vesilesi olmuştur. Hattâ Hattâbî ve diğer birçokları, bu üç şeyde uğursuzluk çıkarmanın nehyedildiğini (Meâlim 4, 236) anlamışlardır. Onlara göre bu üç nesneden sâhiplerinin memnûniyetsizlikleri söz konusu olabilir. Bu durumda talak ve satış yoluyla halâs olması gerekir. Bâzılarına göre de kadının uğursuzluğu kısır oluşu; kötü dilli oluşu; bineğin uğursuzluğu huysuz oluşu, üzerinde cihât edilmemesi vs. dir.
(2) Evin genişliği, bugünkü sosyologlara göre, sâdece içerisinde yaşayanların sayısına değil, yaşayanın iktisâdî durumuna da bağlıdır. Meselâ Fransa'da bekâr yaşayan bir kimse için 14 m² normal genişlik kabûl edilirken, bu Amerika'da 36 m² dir. Kezâ Amerika'da iki kişi için 67 m², üç kişi için 90 m², dört kişi için 103 m² tesbît edilmiştir (Famille et Habitation 1, 108). Oda sayısının tesbîti için de : "Ebeveyn için bir yatak odası, -ailenin durumuna göre- evde kalan diğer nüfustan her ikisi (veyâ her biri) için birer oda. Diğer kısımların (oturma odası, gusulhane, mutfak, helâ... ) sayı ve genişliği evde kalanların sayısına göre değişir" denmektedir. (a.g.e. 1, 109).
(3) Dar mesken husûsunda iki ölçü verilir: 1. Mesâha yönünden: Adam başına 8-10 m² düşen lojman behemahal marazîdir, 12-14 m² tehlikelidir ve marazî ârazlara sebep olabilir. 2. Kesâfet yönünden: Oda başına iki buçuk kişi düşerse behemahal marazîdir, iki kişi düşerse tehlikelidir (Famille et Habitation 1, 121). Meselenin ehemmiyetine binâen bir başka kaynakta, Fransa'da âile nüfus sayısına göre tesbît edilen lojman standart tablosunu burada sunmayı uygun bulduk (J. -E. Havel, Habitat et Logement, Puf, Paris, 1974, s.34).
(4) Aynî bu konuda şiddet ve suhûlet ifade eden hadîslerin te'lifi zımnında: "Şâri bidâyette nakış bile olsa, bütün sûretleri yasakladı. Zira halk sûretperestlikten yeni çıkmıştı. Fakat nehiy yerleştikten sonra câhilin, hürmete tevessül etmeyeceğinden emin olunan vazîyetlerdeki (yüksekte asılı olmayan) tasvîrler mubâh kılındı" der. (Aynî 22, 74).
(5) İbnu Hacer'in Kurtubî'den "Nebat (ehlinin) kibarlaşması ve şehirlerde kasırlar edinmeleri dînin inkilâbına duçâr olmasıdır" hadîsi üzerine naklettiği şu îzahı, enteresan olduğu için aynen naklediyoruz: "Hadîsden maksûd ehl-i bâdıyenin (köylülerin) amme işlerini (el-emr) (devlet) istilâ etmeleridir. Memlekete zorla hâkim olurlar. Bunların (böylece) malları çoğalır, himmetleri (yüksek apartmanlar inşasıyla) binâ yarışına ve bununla tefâhura yönelir. Bu duruma içinde bulunduğumuz şu devir şehâdet etmektedir:" (F.B. 1,131). Merhûm Prof. Hamdi Râgıb Atademir bir vesile ile Cibril hadisinde geçen "tetavülü'l-Bünyân" tâbiriyle günümüzün demokrasi sistemine ve bunun marazî tarafına delâlet ettiğini söylemişti. Aynı hadîsi Mübârekfûrî' de: "Bu hadis köylü ve benzeri ihtiyâç sâhiplerinin dünyâlık yönüyle zenginleşerek binâlar yaptırmak sûretiyle birbirlerine karşı böbürleneceklerine delâlet eder" der.
(bk. Prof. Dr. İbrahim, Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi)
Kaynaklar :
Başağaçlı Raşit Tunca – Karoglan Hoca
Sorularla islamiyet
Dinimiz islam
Milliyet Gazetesi
Sabah Gazetesi
islam ve ihsan
Kuran-i Kerim
Sabah Gazetesinde Erhan DOĞAN "Farklı inançlar umutla aynı tapınakta buluşuyor" konusu
İmam Rabbani Hazretleri
İmam Rabbani Hazretlerinin kabri şerifi ; Hindistan – Serhend’de
Hindistan’da yetişen meşhûr İslâm âlimi ve büyük velî. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir, insanların i’tikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine “Silsile-i âliyye” denilen İslâm âlimlerinin yirmiüçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel’âbidîn’dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü’l-Berekât’dır. 971 (m. 1563) senesinde Hindistan’ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. 1035 (m. 1624)’de Serhend’de 63 yaşında iken vefât etti. Türbesi oradadır. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır, İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demektir. Rabbânî âlim de; kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından kâmil olan âlim demektir. Hicri ikinci bin yılının Müceddidi olmasından dolayı “Müceddîd-i elf-i sânî”, ahkâmı İslâmiye ile tasavvufu vasletmesinden, birleştirmesinden dolayı da, “Sıla” ismi verilmiştir. Hazreti Ömer’in soyundan olduğu için, “Fârûkî” nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, “Serhendî” nisbeti verilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî, Müceddîd-i elf-i sânî, Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî’dir (kuddise sirruh).
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîfde; “Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer bin Hattâb peygamber olurdu.” buyurarak methettiği ve Hazreti Ebû Bekr’den sonra insanların en üstünü olan Hazreti Ömer’in soyundan olup, yirmidokuzuncu torunudur. Yine hadîs-i şerîfde; “Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir.” buyurularak bildirilen, ilmini nübüvvet kaynağından alan ve “Ulemâ-i râsihîn” denilen âlimlerin en meşhûrlarındandır.
Doğumu ve Çocukluğu
Babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük âlimleri, sâlih ve faziletli kimseleri idiler. Babası Abdülehad zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetişmiş, tasavvuf hâllerinde kemâl derecede büyük bir âlim ve mürşid-i kâmil idi. Gençliğinde ilmi yaymak, insanlara hizmet etmek, doğru yolu göstermek için seyehat ettiği sıralarda, Hindistan’ın meşhûr kasabalarından Skendere’ye gitmişti. O memleketin asîl bir ailesine mensûb sâliha bir hanım, firâsetiyle Abdülehad’ın mübârek bir zât olduğunu anlayıp, ona; “Kendi kucağımda terbiye edip büyüttüğüm, iffet ve ismet cevheri bir kız kardeşim vardır. Böyle sâliha bir kızın sizinle nikahlanmasını arzu ediyorum. Ümid ederim ki bu ricamı kabûl edersiniz” diye haber göndermişti. Abdülehad bir müddet düşündükten sonra teklifi kabûl edip, o kızla nikahlandı. Bu evliliklerinden İmâm-ı Rabbânî hazretleri doğdu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin memleketi olan Hindistan’ı ilk fetheden, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin onbeşinci dedesi olan Ferruh Şâh’dır Ferruh Şah, Kabil sultanlarının büyük vezirlerinden ve kumandanlarından olup, Gazne ve Kabil taraflarından gelip Hindistan’a yerleşmiş idi. Serhend (Sihrind) şehrini de ilk kuran Sultan Firûz Şâh’dır. Sihrind, siyah arslan demektir. Çünkü, bu şehrin yeri önce arslanlar ormanı idi. Yakınında şehir yoktu. Daha sonraları burası îmâr edilip, güzel bir şehir kuruldu, İmâm-ı Rabbânî hazretleri doğduğunda, Serhend şehri, Hindistan’ın meşhûr bir şehri ve bulunduğu havâlinin merkezi hâline gelmiş idi. Babası Abdülehad, o beldenin tanınmış âlimlerinden ve meşhûr evliyâsından idi.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri çocukluğunda şiddetli bir hastalığa tutulmuştu. Evlerinde büyük bir üzüntü hâsıl olup, vefât edeceğini zannetmişlerdi. O zamanın meşhûr evliyâsından Şah Kemâl Kihtelî Kâdiri’ye götürüp duâsını istediler. Şah Kemâl Kadirî, İmâm-ı Rabbânî’yi görünce büyük bir hayranlıkla bakarak babasına; “Hiç üzülmeyiniz. Bu çocuk çok yaşayacak, ilmiyle âmil, büyük bir âlim ve eşsiz bir ârif olacak” demiş ve çocuğun elinden tutup, ağzından öpmüştür. Muhabbetle sarılmalarından dolayı, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin feyzi ve nûru, mübârek vücûdunu kaplamıştır.
Şah Kemâl Kadirî, İmâm-ı Rabbânî hazretleri hakkında çok güzel ve büyük müjdeler vermiştir. İmâm-ı Rabbânî yedi-sekiz yaşlarında iken Şah Kemâl-Kâdirî vefât etmiştir. İmâm-ı Rabbânî daha sonra bu zâtı ve kendisini götürdükleri evini de hatırlamıştır.
Yine bir defasında İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) gençliği sırasında, çok zayıf düşüp hastalanmıştı. Zafiyetinin çokluğunu ve hastalığının şiddetini gören hanımı çok üzüldü. Abdest alıp iki rek’at hacet namazı kıldı. Ağlayarak ihtiyâç içinde yüzünü yerlere sürdü. Bu ağlama esnasında uyudu. Rü’yâda birisinin; “Hiç üzülme, bu zât daha çok yaşayacaktır, bizim onunla çok büyük işlerimiz vardır. Öyle ki, o işlerin binde biri daha zuhur etmemiştir” dediğini duydu. İmâm-ı Rabbânî o hastalıktan hemen kurtuldu. Sonra hocası Muhammed Bâkî-billah’ın sohbetine kavuştu.
Tahsili ve Bakibillah Hazretlerine İntisabı
İmâm-ı Rabbânî hazretleri ilk tahsiline, babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Sesi güzel olduğundan, Kur’ân-ı kerîmi bülbül gibi okurdu, ilminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamanının meşhûr âlimlerinden öğrendi. Babasından ders aldığı sırada, çeşitli ilimlere âit küçük kitapları ezberledi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, zâhirî ve bâtınî ilimlerde, o zamanın en meşhûr âlimi Mevlânâ Kemâleddîn Keşmîrî’den aklî ilimlerin bir kısmını gayet iyi bir şekilde öğrendi. Mevlânâ Kemâleddîn ( radıyallahü anh ), meşhûr âlim Abdülhakîm-i Siyalkûti’nin de hocası olup, zamanının en yüksek âlimi idi. Ba’zı hadîs kitaplarını da Şeyh Ya’kûb-ı Keşmîrî’den okudu. Âlim-i Rabbânî Kâdı Behlûl-i Bedahşânî’den hadîs, tefsîr ve ba’zı usûl ilimlerinde icâzet (diploma) aldı. Onyedi yaşında iken tahsilini tamamlayıp, aklî ve nakli, fürû’ ve usûl ilimlerinin hepsinden icâzet aldı. Tahsili sırasında, Kadirî ve Çeştî büyüklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Babası hayatta iken, zâhirî ve bâtınî ilimleri talebelere öğretmeye başladı. Bu sırada; “Risâlet-üt-tehlîliyye”, “Redd-i revâfid”, “İsbât-ün-nübüvve” adlı eserlerini yazdı. Edebiyata çok meraklı olup, fesahati ve belagatı, sür’at-i intikâli, zekâsının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu. Daha sonra da, Vâhidî’nin; Besît, Vesît, Esbâb-ı nüzûl gibi eserlerini, Kâdı Beydâvî’nin; Envâr-üt-tenzîl, Menhâc-ül-vüsûl, Gâyet-ül-kusvâ ve diğer eserlerini, İmâm-ı Buhârî’nin; Câmi’us-Sahîh, Sülâsiyyât, Edeb-ül-müfred, Efâl-i ibâd, Târih ve diğer eserlerini, Tebrîzî’nin Mişkât-ül-mesâbîh’ini, Tirmizî’nin Şemâil’ini, İmâm-ı Süyûtî’nin Câmi’us-sagîr’ini ve müselsel hadîs rivâyeti icâzetini Kâdı Behlûl-i Bedehşânî’den aldı.
Bu kadar ilmi ve herkesin üstünde kemâli ile birlikte kalbi, Ahrâriyye (Nakşibendiyye) büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. Babasının vefâtından, bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend’den yola çıktı. Bu yolculuğunda Delhi’ye varınca, orada tanıdıklarından ve Muhammed Bâkî-billah’ın (kuddise sirruh) talebelerinden olan Mevlânâ Hasen Keşmîrî ile görüştü. Mevlânâ Hasen Keşmîrî, onu hocasının huzûruna götürüp, tanıştırmak istedi ve şöyle dedi: “Bugün Ahrâriyye yolunda bu ülkede başka böyle büyük bir zât yoktur. Talibler onun bir nazarıyla öyle şeylere kavuşuyorlar ki, günlerce çekilen çileler ve çeşitli riyâzetlerle buna kavuşamazlar.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, daha önce babası Abdülehad’dan da, Ahrâriyye yolunun ve bu yolda bulunanların şânını ve kıymetini duymuştu. Bu yolun büyüklerinin kitaplarını okuyup onların güzel hâllerini bildiği için; “Bu Hicaz yolunda, böyle büyük bir âlimden, bu büyükler yolunun zikr ve murâkabesini almaktan daha iyi ne olur?” diyerek Muhammed Bâkî-billah’ın huzûruna gitti. Huzûruna girince kalbinde bir nûr parladı. Mıknatıs iğneyi çeker gibi çekildi. Şimdiye kadar duymadığı, bilmediği şeyler kalbine doldu. Hacdan sonra uğrayıp istifâde etmeği niyet etti ise de, kalbindeki sevgi ve arzu, kendisini bırakmayıp, ertesi gün huzûruna gelip Ahrâriyye feyzine kavuşmak şevkini bildirdi. Hizmetinde kaldı. Edeble, can kulağı ile sözlerine ve hâllerine bağlandı. Ya’nî Kâ’beye gitmekten vazgeçip, Kâ’be sahibini talep etti. Yüksek kabiliyeti ve bütün varlığı ile çalışıp, bütün kemâlât kendisinde hâsıl oldu. Üstadının da lütfu ve himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmeyen hâllere kavuştu. Muhammed Bâkî-billah, İmâm-ı Rabbânî’nin daha birkaç gün geçmeden yükselmeye başladığını ve üzerindeki irşâd eserlerini görünce, husûsî odasında, ona birkaç sene önce şâhid olduğu hâdiseleri şöyle anlattı: “Yüksek üstadım Hâcegî Muhammed İmkenegî (kuddise sirruh) bana şöyle emretti: “Hindistan’a git, orada senin sayende, bu yüksek yola büyük rağbet olacak ve bu yol revaç bulacak.” Ben kendimi bu işe lâyık görmeyip, özür diledim, istihâre etmemi emretti. Rü’yâda gördüm ki bir papağan, bir dal üzerinde oturuyordu. Ben de kalbimden şöyle niyet ettim: “Eğer şu papağan o daldan iner, elime konarsa, bu seferde bize çok şeyler nasîb olacaktır.” Böyle düşünürken, o papağanın uçup, elime konduğunu gördüm. Ben ağzımın suyunu onun gagasına akıttım. O papağan da ağzıma şeker verdi. O sabah, gördüğüm rü’yâyı Hâcegî Muhammed İmkenegî’ye arzettim. Buyurdu ki: “Papağan. Hindistan kuşlarındandır. Hemen Hindistan’a gidiniz. Orada sizin bereketli irşâdınızla bir azîz yetişecek, bütün dünyâ onun nûruyla dolacak. Hattâ siz de ondan nasîbinizi alacaksınız.”
Muhammed Bâkî-billah (kuddise sirruh) diğer bir hâdiseyi de şöyle anlatmıştır: “Hocam İmkenegî’den (kuddise sirruh) icâzet alıp Hindistan’a dönüyordum. Sizin bulunduğunuz Serhend şehrine gelmiştim. Rü’yâda bana; “Sen bir kutbun civarındasın” dediler ve kutb olan zâtın şemailini gösterdiler. İşte siz, o zâtsınız.” “Yine Serhend’den geçerken, gördüm ki, göklere kadar yükselen bir meş’ale yanmış, şarkdan, garba kadar bütün dünyâ, bu meş’alenin ışığından aydınlanıyordu. Bu meş’alenin ziyasının gittikçe arttığını, birçok insanların bundan kendi mumlarını yaktıklarını müşâhede ettim. Bu rü’yâyı, sizin dünyâya geleceğinize bir müjdeci, bir işâret biliyorum.”
Sohbetinde kaldığı bu iki-üç ay içinde, Allahü teâlânın yardımıyla Hâce Bâkî-billah’ın İmâm-ı Rabbânî hakkında bereketli nazar ve terbiyeleri öyle bir semere verdi ki, kalem dil olsa, dil kalem olsa, bunu yazmaktan ve söylemekten âciz kalırlar.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, daha sonra hocasının mahdûmlarına gönderdiği bir mektûpta şöyle buyurmuştur: “Yüksek üstadımın, beni dünyâ ve âhıret ni’metlerine kavuşturan kıymetli hocamın sevgili yavruları! Biliniz ki, herşeye muhtaç olan bu zavallı kardeşiniz, tepeden tırnağa kadar, o yüksek babanızın sadakaları ve ihsânları içinde yüzüyorum, insanlığın elifbasını ondan öğrendim. Yükseklikleri haber veren kelimeleri ondan okudum. Herkesin senelerce çalışarak kazanabildiği dereceler, onun huzûrunda, terbiyesi altında, az zamanda elime geçti, insanlara meziyet, üstünlük veren bütün kıymetler, ona hizmetimin ikramiyesi olarak üzerime serpildi. Hiçbir işe yaramıyan ve insanlıktan haberi olmıyan bu zavallı, onun nurlu bakışları altında, ikibuçuk ay içinde olgunlaşarak, büyüklerin yoluna katıldı. Onların Allahü teâlâya olan yakînliklerine kavuştu. Böyle az bir zamanda, tasavvufu tatmış olanların, tecelliler, zuhurlar, nûrlar, hâller ve keyfiyetler diye anlatmak istedikleri gizli kazançlar, babanızın parlak kalbindeki deryanın damlaları olarak önüme saçıldı. Bunlardan hangi birini anlatayım. Onun, lütf ederek, acı(Zeker) mübârek gönlünü bu fakire çevirmesi ile, tasavvufcuların tevhîd (bir bilmek), kurb (yakınlık), ma’iyyet (beraberlik), ihata (her tarafı kaplamak), sereyân (her zerrede bulunmak) gibi sözlerle, anlatmak istedikleri ma’rifetlerden, ince bilgilerden ele geçmiyen, hemen hemen birisi kalmadı. Bunların içlerinden, özlerinden bildirilmedik bırakılmadı…”
Hâce Muhammed Bâkî-billah, zamanının âlimlerinin büyüklerinden ba’zı ahbabına yazdığı mektûplardan birisinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden bahsederek buyurdu ki: “Serhend şehrinden bir genç geldi, ilmi pekçok. Her hareke’ti ilmine uygun. Birkaç gün bu fakirin yanında bulundu. Onda çok şeyler gördüm. Dünyâyı, nurla dolduracak bir güneş olacağını anlıyorum. Akrabası ve kardeşlerinin hepsi de pırlanta gibi, kıymetli ve âlim yiğitler! Onların da, az zamanda, ne cevherler olduklarını anladım. Hele Ahmed’in oğulları da var ki, her biri, Allahü teâlânın birer hazinesidir.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Muhammed Bâkî-billah’ı tanıdıktan sonra, edeple ve can kulağı ile bu hocasının sözlerine ve hâllerine bağlandı. Yüksek kabiliyeti ve bütün varlığı ile çalışıp, hocasının da lütfu ve himmeti ile, iki ay içinde kimsede görülmeyen hâllere kemâlâta ve üstünlüklere kavuştu. Birkaç ay sonra, hocası Muhammed Bâkî-billah ona icâzet verdi. Böylece tasavvuf ilminde ve hâllerinde de yüksek dereceye kavuştuktan sonra, memleketi olan Serhend’e dönmesi emrolundu. Hocası, talebesinden çoğunun yetiştirilmesini de ona bırakıp, onları da arkasından Serhend’e gönderdi. Hocası onun için şöyle buyurdu: “Kalblere deva, rûhlara şifâ olan bu tohumu, Semerkand ve Buhârâ’dan getirip Hindistan’ın bereketli toprağına ektim. Taliblerin yetişip kemâle gelmesi için uğraştım. O (İmâm-ı Rabbânî), her dereceyi aşıp, üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım.” Hocasından başka o zamanın büyük âlimlerinin bir çoğu onu medhetmişlerdir. Hepsi, onun ma’rifet ışığı etrâfında, pervane gibi toplanmışlardır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, memleketine gelince zâhirî ve bâtınî ilim ve nûrlarını dünyâya yaymağa, talibleri yetiştirmeğe ve yükseltmeğe başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan âşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydâvî tefsîri, Sahîh-i Buhârî, Mişkât-i Mesâbîh, Avârif-ül-Me’ârif, Usûl-i Pezdevî, Hidâye ve Şerhi Mevâkıf gibi ba’zı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu, ömrünün son zamanlarında dahî talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nûr ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselâmın ( aleyhisselâm ) dînini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının pâdişâhlarını, vâli, kumandan, âlim ve hâkimlerini, çok te’sîrli mektûpları ile, dîne, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok âlim ve evliyâ yetiştiriyordu. Allahü teâlâ ona o kadar ilm-i bâtın ihsân etmişti ki, kendine mahsûs olan ilimleri de cihâna yaydı. Hocası Bâkî-billah da bu yeni ilimlere kavuşmak için huzûruna gelir, hürmetle otururdu. Hattâ birgün geldiği zaman, İmâm-ı Rabbânî’yi kalbi ile meşgûl görüp, odaya girmedi, hizmetçiye de haber verip; “Rahatsız etme!” dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir müddet sonra İmâm-ı Rabbânî hazretleri kalkıp; “Kapıda kim var?” deyince üstadı; “Fakir Muhammed Bakî” dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, edep ve tevâzu ile karşıladı.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir müddet Serhend’de talebe yetiştirmekle meşgûl olup, insanlara doğru yolu anlattıktan sonra, hocası Muhammed Bâkî-billah’ı ziyâret için Delhi’ye gitti. Bir müddet hizmetinde kaldı ve hocası ile çok hoş sohbetleri oldu. Hâllerini bulunduklarından daha yukarıya götürdüler. Bütün bu lütufları ile çok yüksek hâllere, faziletlere kavuşmasına rağmen, hocası Muhammed Bâkî-billah’a öyle edeble davranıyordu ki, daha fazlası mümkün değildi. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Hâce Hüsâmeddîn Ahmed’den işittim. Hocam İmâm-ı Rabbânî’yi (kuddise sirruh) medhedip övdükten sonra şöyle buyurdu: “Mertebesi yüksek, fazileti çok olmakla beraber, edebe riâyette, hocamız Muhammed Bâkî-billah’ın talebelerinden hiçbiri, İmâm-ı Rabânî hazretleri gibi değildi. Bunun için bereketler herkesten önce ona nasîb oldu.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, hocası Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin ikinci defa huzûruna gidip bir müddet kaldıktan sonra, tekrar memleketine döndü. Bir müddet daha taliblere feyz vermekle meşgûl oldu. Bu sırada pek yüksek derecelere kavuştu. Bu hâllerini hocasına mektûplar yazarak bildirdi. Bundan sonra üçüncü defa hocasını ziyârete gitti. Bu ziyâretinden sonra Delhi’den Serhend’e dönüp birkaç gün kaldı ve Lahor şehrine gitti. Lahor şehrinde herkes, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin teşrîfini büyük bir ganîmet bildi. Talebelerinin en meşhûrlarından olan; Mevlânâ Muhammed Tâhir, Hâce Muhammed, Mevlânâ Esgar Ahmed ve Mevlânâ Ravh Hüseyn gibi zâtlar bu sırada talebesi olup, sohbetinde pişip yüksek derecelere kavuştular. İmâm-ı Rabbânî hazretleri Lâhor’da bulunduğu sırada, oranın meşhûr âlimleri kendisine çok hürmet ve edep gösterdiler. Nice muamma ve zor mes’eleleri ondan sorup doyurucu cevaplar aldılar.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Lâhor’daki sohbetleri devam ederken, hocası Muhammed Bâkî-billah’ın vefât haberi geldi. Kalblerdeki huzûr ve ferahlığın yerini, elem ve keder aldı. Bu haberi duyunca, hemen Delhi’ye gidip mübârek mezarlarını ziyâret etti. Oğullarına ve talebelerinin büyüklerine ta’ziye de bulundu. Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin talebeleri, üzüntülerini ve kalblerindeki elemi, onun terbiyelerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle gidermek için, huzûrlarına gelip, Muhammed Bâkî-billah’a gösterdikleri gibi, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine de; muhabbet, hürmet ve teslimiyet gösterdiler. Küçük büyük hepsi onu kabûl edip bağlandılar.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri de yüksek hocasının emrine, vasıyyetlerine ve buradaki kalbi yaralıların ricâlarına uyarak, bir müddet Delhi’de kaldı. İrşâdlarının te’sîri, feyzlerinin bereketi ile, talebelerin sohbete devam ve gayretleri, hocaları Hâce Muhammed Bâkî-billah’ın hayatta olduğu zamanki gibi yeniden tazelendi. Teveccüh eserleri ve cezbe nûrları, bu talebelerin hâllerinde görünmeğe başladı. Bu gayretli yetiştirme ve feyz verme sırasında, ba’zı çekemeyenler oldu ise de, İmâm-ı Rabbânî hazretleri onlara nasihat etti. Bunu da dinlemiyenler sonunda yaptıklarına pişman olup af dilediler, İmâm-ı Rabbânî hazretleri de ihsân ederek onları affetti. Böylece pekçok kimse sohbetlerinden ve feyzlerinden istifâde etti.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Ahrâriyye (Nakşibendiyye) yolundan başka; Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Çeştiyye ve Kübreviyye yollarından da icâzet almıştır. Çeştiyye ve Kâdiriyye yollarının icâzetini babasından aldı. Babası Abdülehad onu büyük bir muhabbetle severdi. Hattâ İmâm-ı Rabbânî Akra’da bulunduğu sırada, meşgûliyeti sebebiyle babasının yanına gidemeyince, babası onu görmek için Akra’ya gitmiştir. Daha sonra Akra’dan dönüp babasının hizmetinde bulundu. Babası Abdülehad evliyânın büyüklerinden idi. Babasının sohbetinde çok feyze kavuştu.
Ehlisünnet düşmanlarının saldırıları ve Güwalyar Kalesine Hapsedilmesi
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dîne yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri, sağlam, ikna edici delîllerle sapık fikirlerinin çürütüldüklerini, Ehl-i sünnet i’tikâdının ve doğru din bilgilerinin yayıldığını, bid’atlerin kalktığını gören ba’zı sapık kimseler, ona cephe aldılar hased ve iftira etmeye başladılar.
İşte, bunun için ba’zı kimselerin cefâsına, oklarına ve iftirâlarına uğradı. Nice âlimlerin, fâdılların, kâmillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp, etrâfına ve hizmetine koşuşmaları da, hasedcileri arttırdı. İmâm’ı tehlikeye düşürmek için, hilelere başladılar.
O zamanın sultânı Selîm Cihangir Hân’ın devlet adamları, hattâ büyük veziri, baş müftîsi ve etrâfındakiler Ehl-i sünnet düşmanı idiler. Hâlbuki İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin birçok mektûpları ve bilhassa ayrıca yazdığı “Redd-i revâfid” risalesi, Eshâb-ı Kirâm düşmanlarını red etmekte, câhil, ahmak ve alçak olduklarını anlatmaktadır. İmâm-ı Rabbânî bu risalesini Buhârâ’da bulunan en büyük Özbek hânı Abdullah-ı Cengizî Hân’a yollamıştı. “Bunu İran’da, Şah Abbâs-ı Safevî’ye gösterin! Kabûl ederse ne iyi, etmezse onunla harb caiz olur” demişti. Kabûl etmedi. Harb oldu. Abdullah Hân, Hirât’ı ve Horasan’daki şehirleri aldı. Buralarını yüz sene evvel Safevîler almıştı. İşte bundan sonra, Hindistan’daki bozuk fırkalar, Eshâb-ı Kirâm düşmanları elele verdiler. Sultâna gidip İmâm-ı Rabbânî hazretleri hakkında çeşitli iftiralarda bulunarak şikâyet ettiler. Sultan, oğlu Şah Cihân’ı gönderip, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini, evlâdlarını ve yetiştirdiği talebelerini çağırıp, hepsini öldürmeğe karar verdi. Bunun üzerine Şah Cihan, bir müftî ile yanına gitti. Sultâna secde caiz olduğunu gösteren bir fetvâyı da götürdü. İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) üstünlüğünü biliyordu. “Babama secde edersen seni kurtarabilirim” deyince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu fetvânın zarûret zamanında izin olduğunu, azîmet ve din bütünlüğünün secde etmemek olduğunu, ecel gelince, ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi ve secde etmeği kabûl etmedi. Çocuklarını ve talebelerini bırakıp sultâna yalnız gitti. Kendisine yapılan iftiralara karşı sultâna o kadar” güzel ve doyurucu cevap verdi ki, sultan yüksek hakîkatleri anlıyabilecek birisi olmadığı hâlde, neş’elendi ve serbest bırakıp özür diledi. Hattâ, sultâna kendisine yapılan iftiraların asılsız olduğunu açık delîllerle anlatırken, orada bulunan ateşe tapıcı Hindûların büyük bir kumandanı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek müslüman oldu. Sultânın ikna olduğunu, kendi uğraşmalarının boş olduğunu gören iftiracı sapıklar; “Bunun adamları çoktur. Sözleri bütün memlekette yürürlüktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir” diyerek, uzun konuşmalardan sonra sultânı aldattılar. Sultan, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, memleketin on sağlam ve korkunç kalesi olan Güwalyar Kalesi’ne hapsedilmesini emretti ve hapsedildi.
Bu hâdiseye çok üzülen talebeleri sultâna isyan etmek istediler. Bunu yapabilecek güçte idiler. Fakat İmâm-ı Rabbânî hazretleri onları rü’yâlarında ve uyanık iken bu işten men etti. Sultâna hayır duâ etmelerini emredip; “Sultânı incitmek bütün insanlara zarar verir” buyurdu. Kendisi de sultâna hep hayır duâ ediyordu. Sultânın veziri, koyu bir muhalif olduğundan, zindanda, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin başına kardeşini ta’yin etmiş ve çok şiddetli davranmasını emretmişti. Bu görevli ise ondan çeşitli kerâmetler, üzülmek yerine heybet, sabır ve hattâ neş’e görerek tövbe etti. Bozuk i’tikâdını terkedip Ehl-i sünneti seçti ve onun hâlis talebelerinden oldu. Kalede hapis bulunan binlerce kâfir, onun bereketi ve sohbetleri ile müslüman olmakla şereflendiler. Birçok günahkâr tövbe etti. Hattâ ba’zıları yüksek âlim oldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri hapiste üç sene kaldıktan sonra, sultan yaptığına pişman oldu. Hapisten çıkarıp ikram ve ihsân eyledi. Hattâ hâlis talebesinden ve sâdık dostlarından oldu. Bir müddet, asker arasında kalmasını istedi. Sonra serbest bırakıp, hürmetle vatanına gönderdi. Hapisteki bu sıkıntılardan ve uğradığı dertlerden sonra, evvelce bulundukları hâllerin ve makâmların binlerce üstünde derecelere yükselmiş olarak memleketine döndü. İmâm-ı Rabbânî hazretleri daha önceleri; “Yetiştiğim derecelerin üstünde, daha Çok makamlar vardır. Onlara yükselmek celâl sıfatı ile, sert terbiye edilmekle olabilir. Şimdiye kadar cemal sıfatı ile okşanarak terbiye edildim” buyurmuştu. Talebesinden bir kısmına; “Elli ile altmış arasında üzerime dertler, belâlar yağacak” buyurmuştu. Buyurduğu gibi oldu. O makamlara da yükselmek nasîb oldu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hapsettiren Selîm Cihangir Hân’ın oğlu Şah Cihan, pâdişâh olmak için babasına karşı geldi. Askeri çok ve babası tarafındaki kumandanların çoğu kalbden kendisine bağlı olduğu hâlde zafer kazanamadı. O zamanın evliyâsından birine hâlini anlatıp duâ istedi. O velî dedi ki: “Senin zafer kazanman için vaktin dört kutbunun sana duâ etmesi lâzımdır. Bunlardan üçü seninle beraber ise de, en büyükleri olan dördüncüsü bu işe râzı değildir. O da İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî hazretleridir. Şah Cihan, İmâm’ın huzûruna gelip duâ etmesi için yalvardı. Fakat, İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) onun babasına karşı gelmesine mâni olup nasihat etti. “Babana git, elini öp, gönlünü al, yakında vefât edecek, saltanat sana kalacaktır” diye müjde verdi. Şah Cihan emirlerini dinleyip arzusundan vazgeçti. Az zaman sonra 1037 (m. 1627)’de babası vefât edince saltanata kavuştu.
Müslümanların zayıf düştüğü, küfrün, sapıklığın, zulmetin, felsefecilerin ve sapık kimselerin her tarafı kapladığı bir zamanda, binlerce kâfir İmâm-ı Rabbânî’nin elinde müslüman oldu. Çok sayıda fâsık ve fâcir onun güzel hâllerini görüp, sohbetini işitip tövbe ederek sâlih müslüman oldu. Uzaktan yakından çok kimseler, rü’yâda ve uyanık iken onu görerek yanına koşmuş, huzûruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlardır. Âlim, sâlih, genç, ihtiyâr binlerce kimse onu görüp, sohbetinde bulununca, feyz alarak kalbleri zikreder olmuştur. Huzûrundaki pekçok sayıda talebeyi hâllere, yüksek derecelere kavuşturmuştur. Her an kerâmetleri görülür feyz ve bereket yayardı. Kerâmetlerinin altıbinden fazla olduğu bildirilmiştir.
İlmi ve Tasavvufi Düşüncesi
İmâm-ı Rabbânî, İslâm dininde her sözü sened olan, Ehl-i sünnetin temel direklerinden çok büyük bir âlim ve velidir. Kelâm ilminde de müctehiddir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri daha ilim deryasına yeni daldığı sıralarda Peygamberimizi ( aleyhisselâm ) rü’yâda görmüştü. Peygamber efendimiz kendisine buyurmuştu ki: “Sen kelâm ilminde müctehid olacaksın.” Bu rü’yâsını hocasına anlatmıştı. O günden beri, ilm-i kelâmın her mes’elesinde ayrı ictihâdı ve görüşleri vardır. Fakat, mes’elelerin çoğunda (Mâtürîdiyye) imamımız ile beraberdir. Eski Yunan filozoflarının İslâmiyete uymayan sözlerini reddedip, yanıldıklarını isbât etti. Tasavvuf büyüklerini tanıyâmayarak, sözlerini anlamayarak, yoldan çıkan, sapıtan ve kendilerini din adamı sanıp, herkesi de yoldan çıkartan, câhil ve ahmakların yüz karalarını meydana çıkardı, önceki birkaç asırda İslâmiyete çok sinsi bir şekilde, din düşmanları tarafından sokulmak istenen felsefî düşünceleri tamamen bertaraf etti. Yazdığı mektûplar ve kitaplarla, kıyâmete kadar bu yoldaki bütün suâllere cevap teşkil edecek izahlar ve açıklamalar yaptı. Daha 18 yaşında iken yazdığı İsbât-ün-nübüvve (Peygamberliğin İsbâtı) kitabı ile peygamberleri filozoflardan kesinlikle ayırarak, peygamberlerin Allahın dînini bildiren ve Allahü teâlânın seçtiği kimseler, filozofların ise, yalnız aklını rehber edinmiş sıradan insanlar olduğunu açıkça ve kesin delîllerle isbât etmiştir. Böylece peygamberliğe inanmayanların, peygamherleri filozof zannedenlerin veya onlarla bir tutmaya kalkışanların, ne kadar yanlış düşündüklerini göstererek, İslâm dînine insan düşüncesi ve fikri karıştırmak ve böylece dîni, zamanla değişir hâle getirmek isteyenlerin yolunu kapatmıştır. Büyük Ehl-i sünnet âlimleri ve evliyânın da ancak Muhammed aleyhisselâmın tam yolunda yürüyen yüksek insanlar olduğunu belirterek, bunlara da filozof diyenlerin bu sözlerinin ne kadar yanlış olduğunu göstermiştir. Bundan sonradır ki, müslümanlar arasındaki sapık kimselerin te’sîriyle ortaya çıkmış fikir ayrılıkları, düşünce farklılıkları sona ermiş, şüpheye ve tereddüde düşürülmüş olanlar itminana ve emniyete kavuşmuşlardır. Daha sonraki asırlarda ve zamânımızdaki filozofların her türlü sözlerine, onun eserlerinde cevaplar bol bol bulunmaktadır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, tasavvufun bütün inceliklerine ve en yüksek kemâllerine kavuşarak, Muhyiddîn-i Arabî, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, Bâyezîd-i Bistâmî ve Cüneyd-i Bağdadî başta olmak üzere, kendisinden önce yaşamış velîlerin sekr hâlinde ya’nî tasavvufda kendinden geçme hâlinde iken söyledikleri ve iyi anlayamayanları şaşırtan yüksek sözlerini, vahdet-i vücûd bilgilerini, gayet net bir şekilde açıklamış, bu büyüklerin yanlış anlaşılmasına ve onlara düşmanlık yapılmasına ve îmânlarının ve i’tikâdlarının tehlikeye düşmesine mâni olmuştur.
Böylece o büyük velîleri kötülemek veya medhetmek şeklinde de olsa, iftiralar atılmasına son vermiştir. Tasavvuf deryasından bol bol saçtığı yüksek ma’rifetler, beliğ ifâdeler ve fasih sözleri ile, çok kimsenin anlamak ve anlatmaktan âciz kaldığı yüksek hakîkatleri, candan arzulayanlara sunarak, bu sonsuz deryadan susuzlarının hararetini teskin etmiştir. Yolunu şaşırmışlara doğru yolu göstermiş, aşağı derecelerde takılıp kalanları çok yükseklere çıkarmıştır. Sorulan bütün suâllere cevaplar vererek, tasavvufta iyi anlaşılmayan bir yer bırakmamıştır. Mürşidlik, müridlik, tarikat, kutb, gavs, evliyâ, zikr, ma’rifet, kerâmet gibi kelimeleri çok mükemmel bir şeklide açıklamış, bu konulardaki karışık ifâde ve bilgilerin arkasına saklanarak, müslümanları kandıran ve şaşırtan câhillerle, dünyâya düşkün bozuk tarikatçıların maskelerini indirmiştir. Bu husûsta esasları düstûrları açıklamış, bütün bu isim ve sıfatların, asıllarını ve hakîkatlerini gözler önüne sermiştir. Böylece bu yoldan, tasavvuf kelimesi perde edilerek, İslâm dînine bozuk inanç ve ibâdetlerin, uydurma merasim ve toplantıların, her türlü sapıklık ve hurafelerin girip yerleşmesini önlemiştir. Vilâyetin ve veliliğin muhakkak kerâmet göstermek demek olmadığını, asıl vilâyetin Allahü teâlâyı unutmamak ve Allahü teâlânın isimlerine, sıfatlarına ve fiillerine olan ma’rifet, yakınlık olduğunu, tasavvufun, İslâm dîni dışında ayrı bir yol değil, bizzat dînimizin içinde, emir ve yasakların kolaylıkla yapılmasına yardımcı olan ve Allahü teâlâya muhabbet yolu olduğunu çok veciz şekilde îzâh etmiştir. Böylece din bilgisi az olanların ve hakiki tasavvuf ehli olmayanların, şaklabanlıklar ve istidrâclar ile insanları kandırmalarına ve böylelerinin ma’rifet ve kerâmet sahibi hakiki velîlerle karıştırılmasına mâni olmuştur. Kısacası onun tasavvuf deryasında çözmediği bilmece, haber vermediği esrâr kalmamıştır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, kitaplarında, mektûplarında, sohbetlerinde ve günlük hayâtında, bütün bid’atlerle şiddetle mücâdele etmiş, bunları bir bir ayıklayarak, unutulmuş olan nice sünnetleri, hattâ farzları yeniden meydana çıkarmıştır. Bid’atlerin en çirkinin i’tikâdda ortaya çıkanlar olduğunu bildirerek, bunlara ve ibâdetlere sokulmak istenen bid’atlerle, ilim, amel ve ma’rifet ile mücâdele etmiş, her sözü ve işinin sünnete uygun olmasına pek çok titizlik göstermiştir.
Ayrıca zamanındaki bütün fen ilimlerini en üstün şekilde biliyordu. Fen bilgileri üstüne yapağı açıklamalar, bu ilimlerin mütehassıslarını hayrette bırakmıştır. Meselâ, atomların içinin ve böylece maddelerin dolu sanıldığını, hâlbuki elektronların çok hızlı dönüşlerinden dolayı boş olduğunu ilk olarak bundan dörtyüz sene önce açıklamıştır. Bu husûs, fen adamları tarafından ancak yirminci yüzyılda ve uzun tecrübeler sonucu anlaşılabilmiştir.
Onun tasarruflarının bereketi ile İslâm dîni, bilhassa Hindistan’da çok kuvvetlendi. Ekber Şah zamanında yıkılan, ihmâl edilen İslâm eserleri yenilendi, inançsızlardan pek çok kimse onun elinde müslüman oldu. Binlerce fâsık tövbe etti. Muhlislerinden ve talebesinden olan Hân-ı Hânân ismi ile meşhûr Abdürrahîm Hân, Nüvâb Ferid Mürtedâ Hân, Muhammed a’zam Hân gibi birçok kuvvetli, kudretli vâli ve kumandanları, te’sîrli mektûpları ile İslâmiyeti kuvvetlendirmeğe, yaymağa, Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdını beyân etmeğe teşvik ve muvaffak eyledi Bunlar da emr-i şerîflerine uyarak, bu yolda çok gayret sarfedip, dînin kuvvetlenmesine hizmet ettiler. Öyle oldu ki, bid’at ve küfr zulmeti kalkıp, îmân ve sünnet nûru yayıldı.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, tasavvufda kendi yolunu bildiren, yüksek ma’rifetlerle dolu bir mektûbun sonunda şöyle yazmıştır: “Allahü teâlânın bu fakire gösterdiği yol budur. Başlangıçtan sonuna kadar beni mümtaz eylediği yolun aslı, nihâyetin başlangıcına yerleştirilmesi olan Ahrâriyye yoludur. Bu asıl ve temel üzerine birçok binalar kurdurdular, köşkler yaptırdılar. Eğer bu asıl ve temel olmasaydı bu hâle gelmezdi. Buhârâ ve Semerkand’dan tohum getirip, aslı Medine ve Mekke toprağından olan Hindistan’a ektiler. Fazilet suyu ile terbiye eylediler. Bu faziletler ve ihsânlar kemâle gelince, bu ilim ve ma’rifet meyvelerini verdi. Allahü teâlâya bu ni’metlerinden dolayı hamd-ü-senâlar olsun.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin tasavvufda gösterdiği yola “Müceddidiyye” denilmiştir. Tasavvuf; bir müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten ilimdir.
Tıb ilmi, beden sağlığına âit bilgileri öğrettiği gibi, tasavvuf ilmi de, kalbin, rûhun kötü huylardan kurtulmasını öğretir. Kalb hastalığının alâmetleri olan kötü işlerden uzaklaştırıp, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlar. Zâten dînimiz, önce ilim öğrenmeyi, sonra öğrendiklerine uygun iş ve ibâdet yapılmasını ve bütün bunların da Allah rızâsı için olmasını emrediyor. Kısaca din; ilim, amel ve ihlâsdan ibârettir, insanın ma’nen yükselmesi, dünyâ ve âhıret saadetine kavuşması, bir uçağın uçmasına benzetilirse, îmân ile ibâdet, bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi ya’nî benzinidir. Maksada ulaşmak için, uçak elde edilir. Ya’nî îmân ve ibâdet kazanılır Harekete geçmek için de, kuvvet, ya’nî tasavvuf (ahlâk) ilminin yolunda ilerlemek gerekir. Tasavvufun iki gayesi vardır. Birincisi; îmânın vicdânileşmesi, ya’nî kalbe yerleşmesi ve şüphe getiren te’sîrlerle sarsılmaması içindir. Akıl ile, delîl ve isbât ile kuvvetlendirilen îmân böyle sağlam olmaz. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Ra’d sûresi 28. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: “Kalblere îmânın sinmesi, yerleşmesi, ancak ve yalnız zikr ile olur.” Zikr; her işte ve her harekette Allahü teâlâyı hatırlamak, O’nun rızâsına uygun iş yapmak demektir. Tasavvufun ikinci gayesi; fıkıh ilmi ile bildirilen ibâdetlerin seve seve kolaylıkla yapılmasını ve nefs-i emmâreden doğan tembelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir, ibâdetlerin kolaylıkla seve seve yapılması ve günah olan işlerden de nefret ederek uzaklaşılması, ancak tasavvuf ilmini öğrenip, bu yolda ilerlemek ile mümkündür. Tasavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden haber vermek, nûrlar, rûhlar ve kıymetli rü’yâlar görmek için değildir. Tasavvuf ile elegeçen ma’rifetlere, bilgilere ve hâllere kavuşmak için, önce îmânı düzeltmek, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenip, bunlara uygun iş ve ibâdet yapmak lâzımdır. Zâten bu üçünü yapmadıkça, kalbin tasfiyesi kötü huylardan temizlenmesi, nefsin tezkiyesi, terbiye edilmesi mümkün değildir. Tasavvuf bilgileri mürşid-i kâmiller tarafından öğretilir. Mürşid-i kâmil; yol gösteren, rehberlik eden yetişmiş ve yetiştirebilen âlimdir. Böyle olan âlimlerin belli usûllerle gösterdikleri, insanları saadete kavuşturmak için tasavvufta ta’kib ettiği bu yollara, tarikat denilmiştir.
Tarikatların çeşitli isimler alması, başka başka olmalarından değildir. Aynı hocanın talebeleri, birbirlerini tanımak ve hocaları ile tanınmak, öğünmek için, bulundukları yola mürşidlerinin ismini vermişlerdir. Tarikatlar, başlıca iki kısma ayrılırlar.
1- Sessiz zikr (Zikr-i hafi) yapan tarikatlar Bu yol Hazreti Ebû Bekr’den gelmiş olup, mürşidlerinin adına göre, (Tayfûriyye), (Yeseviyye), (Medâriyye), hakîki olan; (Bektâşiyye), (Nakşibendiyye), (Ahrâriyye), (Ahmediyye-i Müceddidiyye) ve (Hâlidiyye) gibi isimler almışlardır.
2- Yüksek sesle zikr (Zikr-i cehri) yapan tarikatlar: Bu yolda, Hazreti Ali’den oniki İmâm vasıtasıyla gelmiştir. Oniki İmâmın sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ’dan Ma’rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdâdî’nin çeşitli talebelerinin yolunda bulunan meşhûr mürşidlerin adı verilerek, kollara ayrılmışlardır. Böylece Ebû Bekr-i Şiblî yolundan, (Kadirî”), (Şâzilî), (Sa dî) ve (Rıfâî), Ebû Ali Rodbârî yolundan; Ahmed Gazâlî ve Ziyâüddîn Ebû Necîb-i Sühreverdî vâsıtaları ile (Kübrevî) meydana gelmiştir, İmâm-ı Ali’den Hasen-i Basrî vâsıtası ile (Edhemî) ve bundan (Çeştî) hâsıl olmuştur. (Bedeviyye), Rıfâiyyeden hâsıl olmuştur.
Tarikat, zikr ile Allahü teâlâya kavuşma yoludur. Zikr, Allahü teâlâyı hatırlamak demektir. Her sözünde ve her işinde O’nun emirlerine ve yasaklarına sarılmaktır. Yaklaşık olarak, son yüz seneden beri tarikat diyerek birçok şeyler uyduruldu. Hakîki İslâm âlimlerinin, Eshâb-ı Kirâmın, Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) alıp bildirdikleri doğru yol unutuldu. Dinde câhil olanlar, hattâ İslâmiyetin emirlerine açıkça uymayanlar, şeyh ve tarikatçı ünvanı alarak, zikr ve ibâdet adı altında, dînimizin yasak ettiği birçok günahları ve bid’atleri işlediler. Bugün sahte, yalancı mürşidlere, müslümanları sömüren tarikatçılara, dîni siyâsete âlet edenlere çok rastlanmaktadır. Şeyh-ül-İslâm Ahmed İbni Kemâl Efendi’nin Risâle-i Münîre adlı eserinde yer alan bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyuruyor ki: “Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü, yahut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat İslâmiyete uymayan bir iş yapsa, kerâmet sahibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz!”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, “Mektûbât” adlı eserinin üçüncü cild 123. mektûbunda, bu husûsla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
“İnsanı Allahü teâlâya kavuşturan yollar ikidir. Birincisi, peygamberlerin yakınlığı gibi olan (Nübüvvet yolu) olup, insanı aslın aslına ulaştırır. Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve bunların sahâbîleri bu yoldan kavuşmuşlardır. Ümmetlerinden sahâbî olmıyanlar arasından dilediklerini de bu yoldan kavuşmakla şereflendirirler. Fakat bunlar pek azdır. Bu yolda vâsıta, aracı yoktur. Ya’nî vâsıl olduktan sonra, doğrudan doğruya asıldan feyz alırlar. Hiçbiri ötekine vâsıta olmaz, perde olmaz, İkinci yol, (Vilâyet yolu)’dur. Kutblar, evtâd, büdelâ ve nücebâ ve bütün evliyâ hep bu yoldan kavuşmuşlardır. Bu yol (Sülûk) yoludur. Evliyânın cezbeleri de, bu yolun cezbeleridir. Bu yoldan kavuşanlar birbirlerine vâsıta ve perde olurlar. Bu yoldan vâsıl olanların önderi ve en üstünleri ve ötekilere vâsıta olanı, hazret-i Ali Mürtedâ (kerremallahü teâlâ vechehü’l-kerîm)dir. Bu yoldan gelen feyzlerin kaynağı odur. Resûlullahtan ( aleyhisselâm ) gelen feyzler, ma’rifetler hep onun vâsıtası ile gelir. Fâtımat-üz-Zehrâ, hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn (r.anhüm), bu makamda, hazret-i Ali ile ortaktırlar, öyle sanıyorum ki, hazret-i Ali, dünyâya gelmeden önce de, bu makamda idi. Vefât ettikten sonra da, bu yolda her velîye gelen feyzler, hidâyetler, yine onun vâsıtası ile gelmektedir. Çünkü kendisi, bu yolun en yüksek noktasında bulunuyor. Bu makamın sahibi odur. Hazret-i Ali vefât edince, ondan yayılan feyzler, hazret-i Hasen ve sonra hazret-i Hüseyn vâsıtası ile geldi. Daha sonra oniki İmâmdan, sağ olanları da vâsıta oldular. Bunlardan sonra gelen evliyâya feyzler, bu oniki İmâm vâsıtası ile geldi. Kutblara, nücebâya da, hep bunlardan geldi.
Abdülkâdir-i Geylânî (kuddise sirruh), dünyâya gelip, velî oluncaya kadar hep böyle idi. Sonra, bu da bu vazîfeye kavuştu. Ondan sonraki kutblara, nücebâya ve bütün evliyâya oniki İmâmdan gelen feyzler ve bereketler bunun vâsıtası ile geldi. Başka hiçbir velî bu makama kavuşamadı. Bunun içindir ki; “Önceki velîlerin güneşleri battı. Bizim güneşimiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak, hiç batmıyacaktır” buyurmuştur. Hidâyet, irşâd feyzinin akmasını, güneş ışıklarının yayılmasına benzetmiştir. Feyzin kesilmesine, güneşin batması demiştir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine oniki İmâmın vazîfeleri verilmiştir. Rüşd ve hidâyete vâsıta olmuştur. Kıyâmete kadar, her velîye feyzler onun vâsıtası ile gelecektir. (Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin bu vasfından dolayı, ona “Gavs-ül-a’zam” denilmiştir.)
Her asırda gelen müceddidler, onun vekîlleridir. (Hazret-i Îsâ (aleyhisselâm), hazret-i Mehdî ve İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) “Nübüvvet yolu” ile vâsıl olduğundan, vâsıtaya ihtiyâçları yoktur. Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ) nübüvvet yolunda, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) vekîlidir:
Resûlullahın vârisi, müceddîd-i elf-i sânî,
İlm-i zâhirde müctehid, tasavvufda Veysel Karânî.
Dîni yaydı yeryüzüne, nûrlar saçdı her mü’mine,
Uyandırdı gâfilleri, yüce İmâm-ı Rabbânî.
İyi bildi ilm-i hâli, dîne uygundu her hâli,
Küfr sarmışken cihanı, oldu Ebû Bekr misâli.
Sohbetinden feyz aldılar, hem kumandan hem de vâli,
Ömer Fârûk soyundandır, buna şâhid oldu adlî.
Bütün İslâm âlimleri, bu zâtın İmâm-ı Rabbânî hazretleri olduğunda ittifâk etmişlerdir. Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) tam bin sene sonra ilim ve irşâd kürsüsüne mutlak olarak oturup, cihanı Resûlullahın ( aleyhisselâm ) nûrları ile aydınlattı. Bid’atleri-temizleyip İslâm dînini ihyâ etti. Onun zamanında Hindistan’da ve hattâ bütün İslâm âleminde baş gösteren sapık fikirler, bozuk inanışlar yayılmaya başlayıp, büyük fitneler çıkmıştı. Ayrıca tasavvufda vahdet-i vücûdu anlatan sözler, müslümanlar arasında çeşit çeşit şekillere sokuldu. Bu yüksek ve kıymetli bilgi anlaşılamadı. Birçok câhiller, büyüklerin sözlerinin ma’nâlarını anlamayarak zamanla dinden çıktı. İslâmiyete karşı olanlar da bunu fırsat bilip, müslümanları doğru yoldan ayırmak için çalıştılar. Böylece tasavvuf bilgileri ile İslâmiyetin hükümleri arasında ayrılık ve çatışma varmış gibi, ikisi birbirinden ayrıymış gibi gösterilerek, müslümanlar çeşitli isimler altında birbirlerinden ayrılmaya ve birbirlerine düşman edilmeye çalışıldı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri başta vahdet-i vücûd bilgileri olmak üzere, yanlış anlaşılan daha birçok mes’eleyi gayet açık bir şekilde îzâh ederek, insanların zihinlerini ve kalblerini, yanlış ve bozuk inanışlardan, bid’atlerden temizledi. Hakkı bâtıldan ayırıp, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) hak ve doğru yol olduğunu haber verdiği Ehl-i sünnet i’tikâdını her yere yaydı. Genç-ihtiyâr herkes ve birçok âlim onun etrâfında toplandı. Kendisine ilk defa (Müceddîd-i elf-i sânî) ismini veren, zamanının en büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyalkûti’dir. O zamanın diğer büyük âlimleri de onu medhetmiş, övmüştür.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin husûsiyetlerinden ve üstünlüklerinden bir kısmı şunlardır:
Zamanının âlimleri, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine “Sıla” ismi ile hitâb ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü, o, tasavvufun İslâmiyetten ayrı bir şey olmadığını İslâmiyete uygun bir şey olduğunu isbat ederek, ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu vasl etmiş, birleştirmiştir. Bir hadîs-i şerîfte; “Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefaati ile çok kimseler Cennete girer” buyurularak onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Süyûtî’nin “Cem’ül-Cevâmi’” kitabında vardır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir mektûbunda; “Beni iki derya arasında “Sıla” yapan Allahü teâlâya hamd olsun” diye duâ etmiştir. Eshâbı, talebeleri ve sevenleri arasında “Sıla” ismiyle meşhûr olmuştur. Hadîs-i şerîfte müjdelenen “Sıla” ismini ondan evvel kimse almamıştır.
Mevlânâ Abdürrahmân Câmî (kuddise sirruh) Nefehât kitabında diyor ki: Şeyhülislâm Ahmed Nâmık-i Câmî buyurdu ki: “Evliyânın çektiği riyâzetlerin, sıkıntıların hepsini yalnız başıma çektim ve daha çok da çektim. Allahü teâlâ, evliyâya verdiği hâllerin, ihsânların hepsini bana verdi. Her dörtyüz senede, Ahmed isminde bir kuluna böyle büyük ihsânlar yapar ve bunu herkes görür.” Ahmed Câmî’den, İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) zamanına kadar dörtyüzotuzbeş sene olup, bu zaman içinde evliyâ arasında bu büyüklükte, Ahmed isminde biri bulunmadı. Ahmed Câmî’nin haberi, büyük bir zan ile İmâm-ı Rabbânî’ye (kuddise sirruh) âid olmaktadır. Şeyhülislâm Ahmed Câmî’nin; “Benden sonra benim ismimde onyedi kişi gelir. Bunların sonuncusu bin târihinden sonra olup, en büyüğü ve en yükseği odur” sözü de, bu husûsu kuvvetlendirmektedir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, müceddîd-i elf-i sânîdir. Ya’nî hicrî ikinci binin müceddididir. Eski Ümmetler zamanında, her bin senede yeni din getiren bir Resûl gönderilirdi. Yeni din önceki dîni değiştirir, ba’zı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede de bir Nebî gelir, din sahibi peygamberin dînini değiştirmez, kuvvetlendirirdi. Hadîs-i şerîfde; bu ümmete ise, her yüz yıl başında İslâm dînini kuvvetlendiren bir âlim geleceği haber verilmektedir. Peygamber efendimizden ( aleyhisselâm ) sonra peygamber gelmeyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, İslâm dînini her bakımdan ihyâ edecek, dîne sokulan bid’atleri temizleyip, asr-ı se’âdetteki temiz hâline getirecek, zâhirî ve bâtınî ilimlerde tam vâris, âlim ve ârif bir zâtın olması lâzımdı. Hadîs-i şerîfler bunu bildirmektedir. Bu mühim hizmeti İmâm-ı Rabbânî hazretleri yapmıştır.
Talebelerinin meşhûrlarından Muhammed Hâşim-i Keşmî “Zübdet-ül-makâmât” adlı eserinde şöyle yazmıştır: “Kalbimden geçti ki: “Eğer Allahü teâlâ, bu zamanın âlimlerinin en büyüklerinden birine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Müceddîd-i elf-i sânî olduğunu (ikinci binin kuvvetlendiricisi olduğunu) bildirse, bu ma’nâ tamamen kuvvetlenirdi.” Birgün bu düşünce ile İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gittim. Bu fakire hitâb edip buyurdular ki: “Birçok kıymetli kitaplar yazan aklî ve naklî ilimlerde Hindistan’da bir benzeri bulunmayan Abdülhakîm Siyalkûtî’den mektûp aldım.” Bunu söyleyip tebessüm etti. Sonra da; “Mektûbunun bir yerinde bu fakiri medhedip; “Müceddid-i elf-i sânî” yazıyor” dedi.
Abdülhakîm Siyalkûti; bir gece rü’yâda İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördü, İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona şu âyet-i kerîmeyi okudu: “Allah de ve onları kendi oyunlarına bırak.” (En’âm-91) bu rü’yâyı gördükten hemen sonra İmâm-ı Rabbânî’nin huzûruna gelip, hakiki muhlislerinden oldu. Huzûruna gelmeden evvel: “Ben İmâm-ı Rabbânî’nin üveysiyim” (Ya’nî onun rûhâniyeti beni terbiye ediyor) dedi.
Halîl-ül-Bedahşî (kuddise sirruh) buyuruyor ki: “Silsilet-üz-zeheb büyüklerinden Hindistan’da bir kâmil gelir ki, asrında onun gibisi bulunmaz.” Hindistan’da bu silsileden İmâm-ı Rabbânî’den (kuddise sirruh) başkası meydana çıkmamış olduğundan, bu haberin İmâm-ı Rabbânî’ye âit olması zarurî lâzımdır.
Hâce Muhammed Bâkî-billah’ın talebesinin en büyüklerinden ve en yüksek âlimlerden olan Seyyid Mîr Muhammed Nu’mân diyor ki: “İmâm-ı Rabbânî’ye tâbi olmağı hocam bana söyleyince, buna lüzum olmadığını anlatmak için; “Kalbimin aynası ancak sizin parlak kalbinizin nûruna karşı duruyor” dedim. Hocam sert bir sesle; “Sen, Ahmed’i ne sanıyorsun? Onun, güneş olan nûru, bizler gibi binlerce yıldızı örtmektedir” buyurdu. Muhammed Bâkî-billah (kuddise sirruh) bir kerre de buyurdu ki: “Bu üç-dört sene içinde, herkese doğru yolu, kurtuluş yolunu göstereceğim diye uğraşdım. Elhamdülillah ki, bu gayretim boşa gitmedi. Çünkü, İmâm-ı Rabbânî gibi biri yetişti.”
Hâce Muhammed Bâkî-billah bir kerre de buyurdu ki: “Kalblere deva, rûhlara şifâ olan bu tohumu Semerkand ve Buhârâ’dan getirip Hindistan’ın bereketli toprağına ektim. Taliblerin yetişip kemâle gelmesi için uğraştım. O, (Ya’nî İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) her dereceyi aşıp üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım.”
Hâce Muhammed Bâkî-billah, İmâm-ı Rabbânî’ye yazdığı bir mektûpta buyuruyor ki: “Allahü teâlâ size, en yüksek dereceye yetişmek ve herkesi de yetiştirmek nasîb etsin!” Mısra’:
“Kerîmlerin sofrasından toprağa da nasîb vardır!”
Mübalağa değil, işin doğrusu şöyledir ki, Şeyhülislâm Abdullah-i Ensârî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Beni, Ebü’l-Hasen-i Harkânî yetiştirdi. Fakat Harkânî şimdi sağ olsaydı, hocam olduğunu düşünmez, gelip önüme diz çökerdi.
Bizim durmamız, ihtiyâcımız olmadığından veya ehemmiyet vermediğimizden değil, belki kabûl işâretini gözetmekteyim, işin doğrusu budur. Allahü teâlâ, bizlere hidâyet ihsân eylesin! Kendini beğenmekten ve aldanmaktan korusun! Bu mektûbumu size getiren Nişâpûrlu Seyyid Sâlih, kalbinin derdine çâre için bana geldi. Vaktim, hâlim buna elverişli olmadığından, vakitlerini yanımda ziyan etmemesi için size gönderiyorum. İnşâallah lütf ve yüksek teveccühünüze kavuşarak istidâdı kadar bir şeyler alır.
Allahü teâlâ, ilim ve irfan fukarasını, birşeyden nasîbi olmıyanları, sevip seçtiği evliyâsı hürmetine maksatlarına kavuştursun! Evliyâ kaynağı olan makamınıza ihlâs ve saygılarımı arzedemedim. Evet, hâlleri doğru olan bir huzûra ancak bu kelimeyi yazmak mümkündür. Size talebem demek, hayâsızlığın en aşağısı ve görünüşün söylenmesi olup, hakîkati örtmek olur. Bize lâzım olan, haddimizi bilmek, yersiz konuşmamaktır. Duâlarınızı istirhâm ederim efendim.”
Üstadından başka, o zamanın büyük âlimlerinden, kâmillerinden birçoğu; ona lâyık olan medh-ü-senâlarda bulunmuşlar, ona karşı edebsizce söyliyenlere cevap vererek, hepsi onun ma’rifet ışığı etrâfına pervane gibi toplanmışlardır. Bunlardan parmakla gösterilen en büyükleri; Fadlullah-i Burhân-pûrî, Mevlânâ Hasen-ül-Gavsî, Mevlânâ Abdülhakîm-i Siyâlkûti, Mevlânâ Cemâleddîn-i Tâluvî, Mevlânâ Ya’kûb Sırfi, Mevlânâ Hasen-ül-Kubâdânî, Mevlânâ Mîrekşâh, Mevlânâ Mîr Mü’min, Mevlânâ Can Muhammed Lâhorî ve Mevlânâ Abdüsselâm’dır.
Fadl Burhân-pûrî, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin güzel evsâfını, doğru hâllerini dinlemekten hoşlanır, kıymetli ma’rifetlerini işitmekle zevklenirdi. Onun, kutb-ül-aktâb olduğunu, hakîkat sırlarından verdiği haberlerin hep doğru olduğunu; sözlerinin doğruluğuna ve hâllerinin yüksekliğine alâmet ise, İslâm dîninin bütün inceliklerine tâbi olması ve herkesin onu sevmesi olduğunu söylerdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri Guwalyar Kalesi’nde habs olduğu zaman, kurtulması için beş vakit namazda çok duâ ederdi. Kendisine Serhend taraflarından talebe gelince: “Siz İmâm-ı Rabbânî’ye yakın olup da, ilmi, ma’rifeti başka yerlerde arıyorsunuz. Güneşi bırakıp, yıldızların ışığına koşuyorsunuz. Sizlere şaşıyorum” derdi.
Mevlânâ Abdülhakîm-i Siyâlkûtî, İmâm-ı Rabbânî’ye ( radıyallahü anh ) çok ta’zîm ve hürmet ederdi. İnkâr edenlerle mücâdele ederdi. İnkâr edenlere karşı; “Büyüklerin sözlerine, maksatlarını anlamadan i’tirâz etmek cahilliktir. Böylelerin sonu felâkettir, ilim ve feyz kaynağı, irfan menba’ı üstâd Ahmed’in sözlerini red etmek, bilmemezlik ve anlamamazlıktandır” diye yazmıştır.
Belh şehrinde bulunan Mîr Muhammed Mü’min Kübrevî, talebesinden birini, inâbet, tövbe ve sülûk için, İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) huzûruna gönderdi. İmâm-ı Rabbânî’nin huzûruna varınca; üstadından, Seyyid Mîrekşâh’dan, Hasen-i Kubâdâni ve Kâdı’l-kudât Tulek’den selâm getirdi ve; “Üstadım Mîr Muhammed Mü’min buyurdu ki: “İhtiyârlığım mâni olmasaydı ve yerim yakın olsaydı, gidip dersinden istifâde eder, ölünceye kadar ona hizmetçilik ederdim. Kimseye nasîb olmıyan nûrları ile kalbimi aydınlatmağa çalışırdım. Bedenim uzakta, gönlüm ise, onunla oradadır. Bu fakiri, huzûrunda bulunan temiz talebesi gibi kabûl buyurmasını ve mukaddes nûrlarından rûhuma ışık salmasını yalvarırım ve benim için de mübârek elini öp!” dedi” deyip İmâm’ın (kuddise sirruh) bir daha elini öptü. Veda edip ayrılırken de dedi ki: “Belh şehrindeki azîzler, kendilerine, yüksek hakîkatleri bildiren mektûplarınızdan göndermenizi istirhâm ettiler.” Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî bir mektûp yazıp, diğer birkaç mektûpla beraber verdi. Bir müddet sonra, Belh’den Hindistan’a gelen ba’zı sâdıklar dedi ki: “İmâm’ın (kuddise sirruh) bu mektûbu, Mîr Muhammed Mü’min’e ulaşınca, okurken zevkinden yerinde duramıyordu. “Sultân-ül-ârifîn Bâyezîd, Seyyid-üt-tâife Cüneyd ve bunlar gibi büyükler şimdi sağ olsalardı, İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) önünde diz çökerler, hizmetinden ayrılmazlardı” dedi.
O zamanın âriflerinden biri diyor ki: “Âlimlerin, İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) yazılarından nasîbleri, câhillerin, hikmet sahiplerinden duyduklarını anlamaları gibidir.”
O zamanın, ilmi ile amel eden dindar âlimlerden biri buyuruyor ki: “Kalb ve rûh ilimlerinin mütehassısları, ya kitap tasnif ederler veya te’lîf ederler. Tasnif demek; bir ârifin kendine bildirilen ilimleri, esrârı, dereceleri yazmasıdır. Te’lîf ise, başkalarının sözlerini kendine mahsûs bir sıra ile toplayıp yazmasıdır. Tasnif çok zamandan beri dünyâdan kalktı. Yalnız te’lîf kaldı. Fakat, İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) yazıları, doğrusu, tasniftir. Te’lîf değildir. Ben, onun talebesi değilim. Fakat insaf ile söylemek lâzım gelirse, onun yazılarına çok dikkat ediyorum. Başkalarının sözlerini bulamıyorum. Hepsi kendi keşfleri, kalbine gelen ilimlerdir. Hepsi de, yüksek, makbûl, güzel ve İslâm dînine uygundur.”
O zamanın en büyük kadısına, İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) hâlleri soruldukta, dedi ki: “Kalb ve rûh âlimlerinin sözlerine ve hâllerine bizim aklımız ermiyor ve almıyor. Fakat İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) hâllerini görünce, geçmiş evliyânın hâllerini ve sözlerini anladım ve bildim. Bundan evvel, geçmiş evliyânın acayip hâllerini, garîb ibâdetlerini okuyunca, talebenin bunları, büyülterek yazmış olmaları hatırıma gelirdi. Onun hâllerini, vaziyetlerini görünce, bu düşünce ve tereddütlerim kalmadı.”
Hadîs âlimi Abdülhak-ı Dehlevî, ilk zamanlar İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) hazretlerinin yazılarını beğenmez, i’tirâzlar yazardı. Fakat, son zamanlarda, Allahü teâlânın inâyetine kavuşarak, yaptıklarına pişman oldu. Tövbe etti. Hâce Muhammed Bâkî’nin icâzetli talebelerinden Mevlânâ Hüsâmeddîn Ahmed’e, bu tövbesini şöyle yazdı: “Allahü teâlâ, Ahmed-i Fârûkî’ye selâmetler ihsân etsin! Bu fakirin kalbi, şimdi ona karşı çok hâlis oldu. Beşeriyet perdeleri kalktı. Nefsin lekeleri temizlendi. Yol birliğini bir tarafa bırakalım, böyle bir din büyüğüne karşı durmamak, akıl icâbı idi. Ne insafsızlık, ne cahillik etmişim. Şimdi kalbimde, vicdanımda duyduğum mahcubiyeti, ona karşı küçüklüğümü anlatamam. Kalbleri çevirmek, hâlleri değiştirmek, Allahü teâlâya mahsûstur.” Abdülhak Dehlevî kendi çocuklarına da mektûp yazarak; “Ahmed-i Fârûkî’nin sözlerine karşı i’tirâzlarımın müsveddelerini yırtınız! Kalbimde ona karşı hiçbir bulanıklık kalmamıştır. Kalbim ona karşı hâlis olmuştur” dedi.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri vefâtından sonra da sevilmiş, asırlar boyu medhedilmiş, eserleri okunup istifâde edilmiştir. Büyük velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, ince rûhunun terennümleri ile dolu olan fârisî dîvânının doksandördüncü sahifesindeki beytlerinde buyuruyor ki:
“Yâ Rabbî! O nihâyetsiz yolun yolcusu, ilim sahiplerinin reîsi, bu göz ile görülmeyen, akıl ile varılmayan gizli sırların menba’ı, insanların anlayamadığı, ancak senin bildiğin büyüklüğün sahibi, köpüren ve dalgalanan ma’nâlar deryası, maddesizlik ve mekânsızlık âleminin reîsi, nûrları ile Hindistan’ı aydınlatan, Sihrind şehrini, Mûsâ aleyhisselâma Allahü teâlânın kelâmı geldiği şerefli va’di yapan, Muhammed aleyhisselâmın dîninin büyüklüğünün vesîkası, keskin görüşlüler meclisinin ışığı, dîni bütün olanlar ordusunun kumandanı, düşünülemiyen yüksekliklere erişen, izinde gidenleri de oraya çeken Ahmed-i Fârûkî’nin (kuddise sirruh) gözlerinin nûru hürmetine beni affet! Senin af ve merhamet denizinin sonsuzluğunu düşünerek, rahat ediyorum. Allahım! Yalnız senin ihsânına güveniyorum. Çünkü, “Ben af ediciyim” buyuruyorsun!”
Evliyânın büyüklerinden ve meşhûrlarından olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye, hocası Şah Abdullah-ı Dehlevî hazretleri yazdığı bir mektûpta şöyle buyuruyor:
“İmâm-ı Rabbânî’yi sevenler, mü’min ve takvâ sahipleridir. Sevmeyenler ise şâkî ve münâfıklardır. Bütün âlem-i İslama, İmâm-ı Rabbânî’nin şükrünü eda etmek vâcibtir.” Yine bu mektûpda; “İnsanlarda bulunabilecek her kemâli her üstünlüğü, Allahü teâlâ, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine vermiştir…” buyurarak onun için farsça şu şiiri yazmıştır:
“Her letâfet ki, nihân bûd pes perde-i gayb
Heme der sûret-i hûb-ı tû ıyân sâhte end.
Herçi ber safha-i endîşe keşed kilk-i hiyâl
Şekl-i matbû’i tu zîbâter ezân sâhte end.”
Ma’nâsı:
Gayb perdesi ardında bulunan güzellikler,
Senin eşsiz simanda hepsi zuhur ettiler.
Hayal kalemi gönül sayfasına ne çizse,
Senin düzgün şeklini, ondan güzel ettiler.
Onu medh edenlerden birisi de, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin (kuddise sirruh) yetiştirdiği ulemâ ve evliyânın en üstünü, âlim, fâdıl, velîyyi kâmil, sayısız kerâmetler sahibi, Seyyid Tâhâ-i Hakkâri (kuddise sirruh) hazretleridir.
İmâm-ı Rabbânî’yi (kuddise sirruh) medheden büyüklerden birisi de, ulemânın zîneti, evliyânın ekmeli, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Efendi’dir. “rahmetullahi aleyh”. Sâlihlerden birine yazdığı bir mektûpta buyuruyor ki: “Zikr ve zikrin te’sîri, derin bir denizdir. Onun derinliklerine kimse varamamıştır. Bir dalgalı deryadır ki, bütün dünyâ onun bir dalgasını bilmiyor. Dünyâyı kuşatan öyle bir bahr-i muhittir ki, (okyanustur) onu kavramağa bütün âlemin gücü yetmez. Zikr; zikr edenlerin kalblerinde hâsıl olan bir hâldir. Söylemesi, yazması, bildirmesi imkânsızdır.
Hak teâlâyı, bilen kimsenin dili söylemez olur. Kelime bulamaz ki, anlatabilsin. Şaşar kalır. Dünyâdan ve insanlardan haberi olmaz. Zikr olunan, Allahü teâlâ olduğu gibi, zikr eden de ancak O’dur. Kendisini yine ancak kendisi zikr edebilir. Mahlûkların, O’nu zikr etmek haddîne mi düşmüştür? Ancak Sıfat-ı ilâhiyesi ile sıfatlanması için, yaratmış olduğu insana kendisini zikr etmesini emr etmiştir. Herkes, yaradılışındaki kabiliyeti kadar, o nihâyetsiz ve dalgalı denizden birşey ile teselli bulur. Veysel Karânî o deryanın bir damlası ile teselli bulmuştur. Cüneyd-i Bağdadî, o denizden bir avuç miktarı ile doymuş, kanmıştır. Abdülkâdir-i Geylânî, ancak o denizin kenarına varmıştır. Muhyiddîn-i Arabî ise, bunun dibinden çıkarılmış bir cevher ile övünmektedir, İmâm-ı Rabbânî, ondan büyük pay almıştır.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hocası Muhammed Bâkî-billah’ın (kuddise sirruh) büyük oğlu Hâce Ubeydullah, İmâm-ı Rabbânî’ye (kuddise sirruh) yazdığı bir mektûpta onu şöyle medh etmiştir:
“Kölelerinizin en aşağısı, hakîr Ubeydullah’ın, ihlâs ve ihtisasın menba’ı olan yüksek makamınıza arzıdır. Bu yolun bütün sarhoşluklarından kurtulup, ayıklıkta ve uyanıklıkta en ileri gitmiş olanların başı, taliblere yol gösterenlerin önderi, şeyhülislâm, karanlıkları aydınlatan, bütün insanların rehberi, uykuda olanların uyandırıcısı, ameli kuvvetli, vera’ı çok, kemâli üstün, nûr yüzü, nûr kaynağı olan azîz efendim!
İslâm dîninin kuvvetlendiricisi, nûrlandırıcısı, bid’at ve alçak şeylerden dînin temizleyicisi, doğruyu ve hakkı söyleyen, dînini kayıran, dînin sağlam hükümlerini koruyan, hakkı arayanlara feyz verme makamlarının sahibi, aşağı mertebelerden saadet ufkuna yükselen muhterem efendim!..”1- Kutbluk istidâdı: Kutb olacağı daha hocası Muhammed Bâkî-billah’a talebe olmadan birkaç sene önce bu hocasına bildirilmiştir.
2- Tasavvufda yüksek hâllere kavuşmadan önce, hocası Muhammed Bâkî-billah onun cihanı aydınlatacak nûrlarını büyük, bir kandil gibi görüp, hakkında; “Onun, âlemi, nurla dolduracak bir güneş olacağını anlıyorum” buyurdu.
3- Hocası, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine, tasavvufda yetişmek isteyen birini göndererek şöyle demiştir: “Bizi seven ve size gelen bu dostumuzu altı yedi günde nihâyete kavuşturmanızı rica ediyorum.” Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüksek derecesine işâret etmiştir.
4- İmâm-ı Rabbânî hazretlerine murâdlık ve mahbûbluk (çekilip götürülmek) mertebeleri verilip, çok yüksek hâllerle müjdelendi.
5- Hocası Muhammed Bâkî-billah’ın huzûrunda, iki-üç ay kadar kısa bir zaman içinde, tasavvufda yetişip tam bir olgunluğa ulaştı.
6- Çok yüksek derecelerde bulunan hocası Muhammed Bâkî-billah, daha hayatta iken, irşâd ve feyz verme makamına İmâm-ı Rabbânî hazretlerini geçirdi.
7- Yüksek hocası Muhammed Bâkî-billah bir “mektûbunda kendisinden feyz almak için, huzûruna gitmek üzere işâret beklediğini yazmıştır.
8- Hocası ondan istifâde etmek ve feyz almak için yanına gitmiş ve onun hakkında; “O bizim gibi binlerce yıldızı örten bir güneştir” buyurmuştur.
9- Yine hocası Muhammed Bâkî-billah birgün; “O, murâdların ve mahbûbların (çekilip götürülen) büyüklerindendir”, bir başka vakit; “Gök kubbe altında bugün, bu yüksek yolun velîlerinden onun gibisi yoktur”, bir başka vakit; “Eshâb-ı kirâm’dan, Tabiînin büyüklerinden ve müctehidlerden sonra seçilmişlerin seçilmişlerinden İmâm-ı Rabbânî gibi birkaç kimse görüyorum” buyurdu.
10-Bereketler ve faziletler sahibi Hâce Muhammed Bâkî-billah’ın vefâtından sonra, çok gizli ve husûsî sırları açıklayan yazıları ele geçti. Burada dört dâire çizmişti. Birinci dâirede velâyet, ikinci dâirede vilâyet, üçüncü dâirede bâtın kemâlâtı, dördüncü dâirede mutlak kemâl kelimelerini yazıp, bu dört dâirede, Sahabe ve Tabiînden sonra gelen (radıyallahü anhüm) seçilmişlerin seçilmişlerini, bu dâirelerin etrâfına, mertebelerine uygun olarak, şüphesiz bir keşf yoluyla, gayb âleminden kendilerine bildirdiği şekilde yazdı. Bütün bunların arasında en büyüklerinden on-oniki büyüğü, her dâirede en olgun bir şekilde, dâhil edilmiş gördüler. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini de bu on-oniki kişi arasında her dâireye girmiş buldular. Muhammed Bâkî-billah defalarca onun kutb olduğuna işâret etmiştir.
11-Muhammed Bâkî-billah kendi yüksek nisbetlerini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine verdikten sonra, diğer yollardaki büyükler de kendi nisbetleri ve terbiye usûllerini kırmızı bir gül gibi ona sunup, daha yüksek makamlara götürdüler. Evliyâullahdan ba’zılarına verilen vilâyet nisbetini ve nübüvvet kemâlâtını tamamen İmâm-ı Rabbânî hazretlerine verdiler. Hepsinin ma’rifeti ile şereflendirdiler. Kendisi birçok defalar bunu söyleyip şöyle buyurdu: “Allahü teâlânın, bu kullarının en aşağısına en büyük yardımı şudur Bu yolda hiçbir sokak, hiçbir makam kalmadı ki, bu fakiri oradan geçirmemiş olsunlar. Sereyânın, ma’iyyetin, ihatanın, vahdetin, tesbihin, tenzihin yüksek nisbetlerini, dünyânın ve âhıretin, varlığı lâzım olanın ve mahlûkâtın esrârını kerem ve ihsân ederek ayrı ayrı bildirdiler.”
12-Hızır ve İlyas aleyhisselâmın rûhâniyeti ile görüşüp, konuştu. Ona hayatları ve ölümleri hakkında bilgi verdiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu husûsu “Mektûbât’ın birinci cild, 282. mektûbunda bildirmiştir.
13-İmâm-ı Rabbânî hazretleri tasavvufda ilerlemeye başladığı ilk sıralarda, Hızır aleyhisselâm ona ilm-i ledünnîyi öğretti.
14-Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri murâkabe halkasında bir kırıklık ve amellerindeki kusurları görme hâlinde iken; “Seni ve kıyâmete kadar vasıtalı veya vasıtasız seni tevessül, vesile edenleri, senin yolunda gidenleri ve sana muhabbet edenleri mağfiret eyledim” nidasını duydu. Ve; “Bunu herkese söyle” diye kendilerine emrettiler. Nitekim Mebde’ ve Me’âd risalelerinde bunu bildirmiştir.
15-İmâm-ı Rabbânî hazretlerine; “Elbette o, müttekîlerdendir” ilhamı geldi. Bunun sebebi şu idi: Birgün vefât eden oğullarından birinin rûhuna sadaka olarak bir yemek verdi. Bu arada inkisârlarının (kırıklıklarının) kendisini istilâ etmesinden dolayı buyurdu ki: “Bu sadakamızı nasıl kabûl ederler. Allahü teâlâ sadakayı kabûl hakkında; “Allah ancak müttekîlerinkini kabûl eder” buyuruyor. Bunu derken, şöyle bir nidâ geldi: “Elbette o müttekîlerdendir.
16-İmâm-ı Rabbânî hazretlerine: “Cenâze namazında bulunduğun herkes mağfiret olunmuştur” müjdesi ilham olundu.
17-Magfiret olunması için hangi mezarın başına gitse, kendisine o mezarda bulunanlardan azâbın kaldırıldığı ilham edilirdi.
18-İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ilham olundu ve müjde verildi ki: “Senin söylediğin ve yazdığın ilimlerin hepsi bizdendir.” Kendisine mahsûs olup, tereddüt ve şüphe ettiği ilimlerin doğrularını ve hakîkatlerini de kendisine bildirdiler.
19-İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “İslâmiyeti gördüm. Kervanın, kervansaraya indiği gibi, bizim mahallemize, etrâfımıza indi.”
20-İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Ramazân-ı şerîfin son on gününde idi. Teravih namazını kıldıktan sonra, kendimde bir gevşeklik hissedip yatağıma yatmak istedim. Yatarken, bu gevşekliğin çokluğundan evvelâ sağ tarafa döneceğimi unuttum. Hâlbuki bu sünnet idi. Sol tarafa dönüp yattım. Bir müddet sonra sünneti terk ettiğim hatırıma geldi. Bunu ilk defa terk ettiğimi düşündüm. O anda unutarak ve sehven olduğu bildirildi. Fakat, sünneti terketmek korkusu benden gitmedi. Hemen kalktım; sağ tarafa dönüp yattım. Bunu yaptıktan sonra Allahü teâlânın nihâyetsiz nûr ve feyzleri zâhir oldu ve şöyle bildirildi: “Sen bu kadar sünnete riâyet edince, âhırette hiçbir şekilde sana azâb etmem!”
21-Yine Ramazân-ı şerîfin son on gününde buyurdu ki: “Bu gün son derece güzel bir hâl zâhir oldu. Yatağımda uzanmış yatıyordum. Gözlerimi kapamıştım. Yatağımın üzerine bir başkasının gelip oturduğunu hissettim. Bir de ne göreyim, evvelkilerin ve sonrakilerin seyyidi, efendisi Peygamberimizdir ( aleyhisselâm ). Buyurdu ki: “Senin için icâzet yazmağa geldim. Hiç kimseye böyle bir icâzet yazmadım.” Gördüm ki, o icâzetnamenin metninde bu dünyâya âit büyük lütuflar yazılı idi. Arkasında da öbür dünyâya âit, çok inâyetler yazmışlardı.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu husûsu, “Mektûbât”ının üçüncü cild, 106’ncı mektûbunda uzun bildirmektedir.
22-Resûlullah ( aleyhisselâm ) İmâm-ı Rabbânî hazretlerine, yârın kıyâmet günü binlerce insanı senin şefaatin ile affederler müjdesini verdi. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri Peygamber efendimizden ( aleyhisselâm ) bu müjdeyi alınca, bu ni’metin şükrünü eda etmek için, bir ziyâfet verdi. O ziyâfette kendilerinin; “Beni iki derya arasında “Sıla” yapan Rabbime hamd ederim” sözlerine temasla şöyle arzettim: “Azîzlerden birisiyle bu husûsda münâkaşa ettik. Dedi ki, Allah aşkına! Peygamber efendimizden ( aleyhisselâm ) Mehdî hakkında olduğu gibi, bunun hakkında da böyle bir müjde zâhir olmuş mudur? Ben dedim ki: “Hadîs-i şerîflerde ona âid bir işâret olmadığını nereden bileyim ki, biz bütün hadîsleri bilmiyoruz.” O azîz dedi ki: “İmâm-ı Süyûtî’nin “Cem’ul-Cevâmî”, kitabı bende var. Onda bulunmıyan çok az hadîs-i şerîf vardır. Gel, bu ümmetin faziletleri kısmında arayalım.” Bu arama esnasında bir hadîs-i şerîfe rastladık ki, aradığımıza tam uygun idi. Ve o hadîs-i şerîf şu idi: “Ümmetimden “Sıla” isminde biri gelir. Onun şefaatiyle, çok çok kimseler Cennete girerler.” Ben o azîze dedim ki, ne için bu hadîs-i şerîf İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hâline bir işâret olmasın. “Olabilir” dedi ve sustu. Onların kalemi ile açık olarak yazılan “Sıla” kelimesini duydum ve gözümü hadîs-i şerîfin sonu olan şefaat kelimesine diktim. Elhamdülillah ki, o müjdeye de kavuştum. Hazret-i İmâm tebessüm ettiler ve bu fakîr hakkında iltifâtlar buyurdular.
23-Hazret-i İmâm Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) yedi derecesine mutâbe’at, ya’nî uymak nûrları ve bereketleri ile şereflendi.
24-Vesveseler veren Hannâsı (Şeytanı) İmâm-ı Rabbânî’nin sinesinden dışarı çıkardılar. Kendisi bunu şöyle anlatmıştır: “Duhâ (kuşluk) namazında idim. Aniden sinemden büyük bir belânın dışarı çıktığını gördüm. Ondan sonra, onun yuvasının da sinemden çıkarıldığını gösterdiler. Etrâfında bulunan büyük zulmetten de bir eser kalmadı. Kalbimde büyük bir inşirah (ferahlık) buldum. Göğsümden çıkanın, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) ondan Allahü teâlâya sığınmakla emir olunduğu Hannâs olduğunu bildirdiler. Ve yine bildirdiler ki, usûl-i dinde zâhir olan düşünce ve tehlikelerin menşei bu Hannâsdır ki, göğüste yuvası vardır. Kalbi her zaman oradan iğneler.
25-Allahü teâlâ mutlak inâyet ederek, gizli şirki İmâm-ı Rabbânî’nin ibâdetlerinden kaldırdı. Buyurdular ki: “Birkaç gün amellerdeki kusurlarımı görme hâli, beni o kadar kapladı ki, namazda Fâtiha sûresini okurken; “Elbette sana ibâdet ederiz” kelâmına gelince, hayret edip; “Eğer bunu okursam, onun ma’nâsıyla hâllenmiş değilim” dedim. Ve; “Ey îmân edenler! Niçin yapmıyacağınız şeyi söylersiniz?” (Saff-2) âyet-i kerîmesi ile amel etmiş olurum; aklıma geldi. Okumazsam, onsuz namaz tamam olmaz diye düşündüm. Bu hâlde iken, Allahü teâlâ, benim ibâdetlerimden şirki kaldırdığını bildirdi. “İyi bil ki, Allah için olan din, şirk ve riyadan uzak olarak ibâdet etmektir.” (Zümer-3) âyet-i kerîmesinin ma’nâsı zâhir oldu. Bunun için Allahü teâlâya hamd ederim.
26-İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) bağlılığının çokluğundan, İmâm-ı a’zamın ve İmâm-ı Şafiî’nin ( radıyallahü anh ) ve bütün talebelerinin ictihâdlarına ittibâlarının fazlalığından, hepsinde fenâ ve bekâya kavuştular. Bunu kendisi şöyle anlatmıştır: “Bir sabah zikr halkasında idim. Aniden bir fenâ hâli zâhir oldu. Kendimden geçtim. Bu hâl o günün ikindi namazından sonrasına kadar devam etti. Gördüm ki; ümmetin ışığı, İmâmların İmâmı, Ebû Hanîfe Kufi ( radıyallahü anh ) bütün talebeleri ile ve kendi mezheblerindeki bütün müctehidlerle etrâfımda toplandılar ve beni sardılar. Hocalarından İbrâhim Nehaî gibileri de orada gördüm. Sonra gördüm ki, İmâm-ı a’zâmın ve bu imamlardan hepsinin nûru bana geldi. Ben onların bu nûrlarından kendime geldim ve bekâya kavuştum. Tamamen o nûrlara gömüldüm. Her birinin nûrunu ayrı ayrı kendimin bir parçası gördüm, İki-üç gün sonra aynı huzûr ve bekâ, İmâm-ı Şafiî ve talebesi ve mezhebindeki müctehidleri ile zuhura geldi. Hanefî âlimlerinin benden ayrılıp çıktıklarını, İmâm-ı Şafiî’nin talebesinin ve müctehidlerinin bana geldiklerini, kalbime girdiklerini gördüm. Evvelkiler gibi, bunların da nûrları benim parçalarım oldu. Birkaç saat sonra, Hanefî mezhebinin nûrları, eskisi gibi tekrar bana geldiler. Şimdi kendimi bu iki mezhebin nûrlarına kavuşmuş buluyorum…”
27-İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Erkeklerden ve kadınlardan vasıtalı ve vasıtasız olarak bizim yolumuza girmiş olanları ve girecekleri bana gösterdiler. İsimlerini, soylarını, doğum zamanlarını ve memleketlerini bize bildirdiler. İstersem hepsini tek tek sayabilirim. Hepsini bana bağışladılar.”
28-Yine buyurdu ki: “Hindistan’da peygamberler geldiğini bildirdiler (aleyhimüsselâm). Ba’zılarına üç, ba’zılarına iki, ba’zılarına bir kişi imân etti.” Bu memlekette bulunan, bu peygamberlerin ba’zılarının mübârek mezarlarını da İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gösterdiler ve onların nûrlarını müşâhede eylediler.
29-İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin en büyük husûsiyetlerinden biri de şudur Vefâtına yakın buyurdu ki: “Bir insana verilmesi mümkün olan bütün kemâlleri, olgunlukları bana ihsân eylediler. Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) mutabeat, tâbi olmak ve verasetle bu makama kavuşturdular.”
30-Buyurdu ki: “Birgün amellerimdeki kusuru görme hâli beni kapladı. Büyük bir pişmanlık ve kırıklık içinde iken “Allahü teâlâ için tevâzu göstereni, Allahü teâlâ yükseltir” hadîs-i şerîfi gereğince, şöyle bir nidâ geldi: “Seni ve kıyâmete kadar seninle vasıtalı ve vasıtasız olarak tevessül, vesile edenleri mağfiret eyledim.”
İbadet ve Adetleri
İmâm-ı Rabbânî hazretleri yüksek hâller ve binlerce kerâmet sahibidir: Bu husûsta şöyle buyurmuştur: “Gerçi amel ve işlerden bize ne ihsân olunduysa bunları husûsi ihsân ve mücerret ikram ile bilirim. Bunun sebebi ise Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) mutabeat, uymak sebebiyledir, işimin esâsını bunda bilirim. Bana verilenlerin hepsini, az olsun çok olsun Peygamberimize ( aleyhisselâm ) uymak, tâbi olmak sebebiyle verdiler. Vermediklerini de, insanlık icâbı olarak, bu tâbi olmaktaki noksanlıktan dolayı vermediler.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından olan Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Birgün Hazret-i İmâm’ın huzûrunda oturuyordum. Onlar ma’rifetleri yazıyordu. Aniden bevl sıkıştırması sebebiyle kalkıp helaya gitti. Fakat hemen sür’atle dışarı çıktı. Böyle sür’atle helaya girip, hemen aceleyle dışarı çıkmalarına hayret ettim. “Acaba bunun sebebi nedir?” dedim. Heladan çıkar çıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin baş parmağının tırnağını yıkadı ve oğaladı. Sonra tekrar helaya girdi. Bir müddet sonra çıkınca buyurdu ki: “Bevl sıkıştırdı, acele ile helaya girdim ve oturdum. Gözüm tırnağımın üzerine gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol etmek için bunu yapmıştım. Hâlbuki, o nokta Kur’ân-ı kerîmin harflerini yazarken kullanılırdı. Orada oturmağı doğru görmedim ve edebe riâyete uygun bulmadım. Bevl sıkıştırmasından dolayı sıkıntı çektimse de, bu sıkıntı, bir edebi terketmenin vereceği sıkıntının yanında çok az göründü. Dışarı çıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrar içeri girdim.”
“Bir başka zaman yine huzûrlarında idim. Mevlânâ Sâlih-i Haşlânî’ye emir buyurup; “Bahçeden birkaç karanfil alıp getir” dedi. O da altı tane karanfil alıp getirdi. Karanfilleri çift sayıda getirdiği için onu azarladı ve; “Bizim en aşağı bir talebemiz, hiç olmazsa şu kadarını duymuştur ki: “Allahü teâlâ tektir ve teki sever.” Tek’e riâyet ve dikkat müstehâbdır. İnsanlar müstehâbı ne zannediyorlar. Müstehâb, Allahü teâlânın sevdiği şeydir. Eğer dünyâyı ve âhıreti Allahü teâlânın sevdiği birşey için verseler, hiçbir şey vermemiş olurlar” buyurdu. Sonra buyurdu ki: “Biz müstehâba o kadar riâyet ederiz ki, yüzümüzü yıkarken önce suyu sağ tarafımıza getiririz. Çünkü sağdan başlamak müstehâbdır.”
Birgün sedir üzerinde yaslanmış oturuyordu. Aniden fırlayıp yere indi ve şöyle buyurdu: “Yatağın altında bir kâğıt gördüm. Bu kâğıt üzerinde birşey yazılı olup olmadığını, varsa ne yazılı olduğunu anlayamadım. Bir kimseye o kâğıdı alıp kaldırmasını söyleyecektim. Fakat bu kadar zaman bile oturmayı edebe aykırı gördüm.”
Bir başka vakit, hafızlardan biri kendi minderlerinden aşağı bir minder koyup üzerine oturarak, Kur’ân-ı kerîm okumağa başladı, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu durumun farkına varıp, hemen üzerinde oturduğu yüksek minderi bir kenara çekip yere oturdu. Hiçbir zaman Kur’ân-ı kerîm okumakta olan hafızdan yüksekte oturmazdı.”
Zamanının meşhûr âlimlerini ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerini de görmüş olan bir zât şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerini görüp sohbetinde bulunduktan sonra, Burhânpûr şehrinde bulunan onu sevenlerden meşhûr Şeyh Muhammed bin Fadlullah’ın huzûruna gitmiştim. Bu zât benden İmâm-ı Rabbânî hazretlerini sordu ve; “O büyüğün huzûrunda bulunmuşsun, hadi gördüklerini anlat da dinleyelim” dedi. Ben cevâbımda; “Benim gibi bir maksatsızın, onun kalb hâllerinden ne haberi olur? Ama zâhirde sünnet ve sünnetin inceliklerine riâyet ve dikkat husûsunda, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini şöyle buldum ki, eğer bu zamanın bütün velîleri toplansa, onun yaptıklarının yüzde birini yapamazlar” dedim. Bunun üzerine Şeyh Muhammed bin Fadlullah çok sevindi ve şöyle buyurdu: “Madem ki böyledir, onun gibi bir din büyüğü, sırlardan ve hakîkatlerden ne söylerse ne yazarsa, hepsi sahih ve doğrudur. Bunların doğru olduğuna ve bunlara kavuştuğuna işâret, sözlerinin doğruluğu ve hâllerinin tamamen sünnete uygun olması yetişir.”
Zamanın devlet adamlarından biri İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hâlleri hakkında tereddütteydi. Birgün Hazret-i İmâm’ın komşusu ve kadıların reîsi olan zâtla, yalnız bir yerdeyken; “Siz âlim bir zâtsınız, doğru konuşursunuz ve çok dindarsınız, komşunuz olan azîzin hâlini bana anlatınız” dedi. Bunun üzerine o zât şöyle dedi: “Kalb ve rûh âlimlerinin sözlerine ve hâllerine bizim aklımız ermiyor ve almıyor. Fakat şu kadar söyleyeyim ki; “İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) hâllerini görünce, geçmiş evliyânın hâllerini ve sözlerini anladım ve bildim. Çünkü bundan evvel, geçmiş büyük evliyânın acâib hâllerini, riyâzetlerini, garip ibâdetlerini kitaplarda okuyunca, onları sevenlerin bunları abartarak yazmış oldukları hatırıma gelirdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hâllerini görünce, bu düşünce ve tereddütlerim kalmadı. Hattâ bu hâlleri yazanlara, az yazdıklarından dolayı kırılıyorum.”
Talebelerine zikre çok devam etmelerini, huzûr ve murâkabeyi çok istemelerini gösterir ve buyururdu ki: “Bu dünyâ; amel, çalışma, huzûr ve hâl elde etme yeridir. Bu kalb hâllerini, dîne uyarak yapılan zâhirî amellerin neticesi olduğunu biliniz.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin fıkıh mes’elelerinde ilmi çoktu ve her mes’eleye ânında cevap verebilecek bir derecedeydi. Usûl-i fıkıhta da tam bir maharet sahibiydi. Fakat ihtiyâtının çokluğundan, çoğu zaman kıymetli fıkıh kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda ba’zı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. Onların bütün gayreti, müftâbih, fıkıh âlimlerinin üzerinde ittifâk ettikleri fetvâlara, dâima uymaktı. Ba’zı fıkıh âlimlerinin caiz dediği, ba’zılarının mekrûh dediği bir işte, o kerahet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. Buyururdu ki: “Bir mes’elenin yapılmasında ve yapılmamasında, helâl ve haram olmasında ihtilâf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmeği mümkün olduğu kadar elden kaçırmamalıdır.”
Yaz olsun, kış olsun, seferde ve hazarda; ekseriya gecenin yarısından sonra, ba’zan da gecenin üçte ikisi geçtikten sonra kalkar, o vakitte okunması sünnet olan duâları okur, mükemmel bir abdest alırdı. Abdest alırken bir başkasının su dökmesini istemezdi. Abdest suyunda o kadar ihtiyâtlı davranırdı ki, bundan fazlası tasavvur olunamaz. Abdest alırken kıbleye dönmeye çok dikkat ederdi. Fakat ayaklarını yıkarken, kuzeye ve güneye dönerlerdi. Ya’nî, ayaklarını kıbleye karşı yıkamaz, kıbleye ayak uzatmazdı. Her abdestte misvak kullanmağa ve her namazda abdest almağa çok dikkat ederlerdi. Her uzvu üç defa yıkar, her defasında, elleriyle uzuvdan suyu silerdi, tâ ki yıkanan uzuvdan ve ellerinden damlama ihtimâli kalmasın. Bunun sebebi; abdestte kullanılmış suyun temiz ve necis olması hakkında ihtilâf vardır. Her ne kadar fetvâ, temiz olduğuna dâir ise de, ihtiyâtlı davranırdı. Her uzvu yıkarken, Kelime-i şehâdet ve “Tekmile-i Mişkât” gibi hadîs kitaplarında, ba’zı fıkıh kitaplarında ve “Avârif-ül-Meârif’de. bildirilen abdest duâlarını okurdu. Abdesti bitirdikten sonra, o vakitte okunması bildirilen duâyı okurlar ve teheccüd namazına başlardı. Tam bir itminan, huzûr ve cem’iyyetle, uzun sûreler okuyarak teheccüd namazı kılardı. Öyle ki, insan gücü buna zor takat getirirdi. İlk zamanlarında, teheccüd, kuşluk ve feyz-i zeval namazlarında, Yâsîn sûresini tekrar tekrar okurdu. Hattâ bu sûreyi, bir namazda seksen defa okuduğu olurdu. Ba’zan daha az, ba’zan daha çok okurdu. Son zamanlarda, daha çok, namazda Kur’ân-ı kerîmi hatm ile meşgûl oldu. Teheccüd namazını bitirdikten sonra tam bir huşû’ ve istiğrak ile sessizce murâkabeye otururdu. Sabahtan iki-üç saat önce, sünnete uyarak bir müddet yatardı, tâ ki teheccüd namazı, iki uyku arasında olsun. Sonra ortalık ağarmadan tekrar uyanır, sabah namazını kılardı. Sabah namazının sünnetini evde kılar, sünnetle farz arasında sessiz olarak; “Sübhânallahi ve bi-hamdihi sübhânallahil azîm” duâsını devamlı okurdu. Sabah namazının farzını kıldıktan sonra işrâk vaktine kadar, mescidde talebeleri, eshâbı ile murâkabe halkasında oturur, sonra iki selâmla dört rek’at işrâk namazı kılardı. O vakitte okunması îcâb eden tesbihler ve duâlar ile meşgûl olurdu.
Sonra evine gider hanımının ve çocuklarının hâllerini sorar eve lâzım olan ve yapılması îcâb eden işleri söylerdi. Sonra husûsî odasına çekilir, Kur’ân-ı kerîm okurdu. Bundan sonra da talebelerini çağırıp hâllerini sorardı. Yâhud da talebelerinin en yükseklerini çağırır, kendisine mahsûs sırlardan bahseder, bu sırları dinleyen talebeleri kendinden geçerdi. Çünkü bu marifetleri dinlerlerken kendi nisbetlerini ve kendisine verilen ni’metleri onların kalblerine akıtırdı. Ba’zan talebelerinden herbirine, hâline ve istidâdına göre bir vazîfe verirdi. Talebelerinde hâsıl olan bir hâli ve değişmeyi anlardı. Hepsine yüksek maksatlı olmayı, sünnete uymayı, dâima zikr, murâkabe, huzûr ve hâllerini gizlemek üzere olmalarını, tekrar tekrar söylerdi. Buyururdu ki: “Eğer bu dünyâyı ve içerisindekileri Allahü teâlânın beğendiği, râzı olduğu bir işe vermekle, onun rızâsına uygun bir iş yapılacağı bildirilse, bunu büyük bir ganîmet biliniz. Bu, bir kimsenin kırık saksı parçaları ile, dünyânın en kıymetli mücevheratını satın almasına benzer.” “La ilahe illallah, Muhammedün Resûlullah” mukaddes kelâmını tekrar tekrar söylemek husûsunda şöyle buyurdu: “Görüşün ve gidişin âciz kaldığı, arzu ve himmet kanatlarının düştüğü, her bilgi ve buluşun dışına çıkıldığı zaman, insanı; (La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah) tevhîd kelimesinden başka, birşey ilerletemez. Bu kelimenin âgûşuna sığınmadan, oralarda yükselmek olamaz. Sâlik, bu güzel kelimeyi bir kere söylemekle, o makama yükseliyor. Bu yüksek kelimenin işâret ettiği hakîkat sayesinde, o makamdan yukarıya ilerliyor. Kendinden uzaklaşıp, Allahü teâlâya yaklaşıyor. O yolun en az bir parçası, bütün bu gökler küresinden katkat çoktur. Bu kelimenin üstünlüğünü buradan anlamalıdır. Bütün mahlûkların, bu kelime yanında varlığı hiç kalır. Duyulmaz bile. Büyük bir deniz yanında, bir damla kadar da değildir. Bu güzel kelimenin derecesi ne kadar yüksek ise, bu mukaddes kelimenin büyüklüğü, o kadar çok meydana çıkar. Arabî şiir tercümesi:
Güzelliği o kadar çok görünür,
Ona bakış, ne kadar çok olursa,
Dünyâda bundan daha kıymetli, daha üstün bir arzu olmaz ki, insan, her bulunduğu yerde, (her işinde, her vazîfesinde) bu güzel kelimeyi tekrar tekrar söylemekle lezzet alsın ve haz duysun. Ama ne yapılabilir ki, bütün arzular ele geçmiyor, insanlarla konuşmak ve gaflete düşmek çaresiz oluyor.”
Kendi talebelerine fıkıh kitaplarını mütâlâa etmelerini söylerdi ve şöyle buyururdu: “Din âlimlerinin kitaplarından, dînin sağlam hükümlerini araştırınız, çıkarınız. Hangileri müftâbihdir, hangileri ile amel edilmiştir ve hangileri bid’at ve merdûtturlar öğreniniz! Çünkü Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) zamanından çok uzak kaldık. Çok şeyler bozuldu. Bid’at ve günahların zulmeti her tarafı kapladı. Bu zulmette sünnet-i seniyye nûrundan, ışığından başka kurtuluş yolu yoktur.” Yine buyururdu ki: “Keşf gözüyle görüyorum ki: Bid’atler karanlık bir girdap gibi, bütün dünyâyı sardılar. Sünnetin nûru her tarafta ateş böcekleri gibi görünüyor.”
Sohbetlerinin çoğu sükût ile geçerdi. Sohbetlerinde bir müslüman gıybet edilmez, kimsenin aybı zikr olunmazdı. Talebeleri onun olduğu yerde, gayet edeb ve huşû’ ile otururlardı. Temkin (dikkat) ve istikrarı (kararlılığı) o derece idi ki, bu kadar yüksek hâllere sâhib olduğu hâlde, onlarda bir değişme eseri görülmezdi. Coşma, bağırma, hattâ yüksek sesle “Ah!” bile söylediği görülmezdi. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle demiştir, “İki sene huzûrlarında bulunduğum hâlde, üç-dört defa gözyaşlarının temiz yüzlerine indiğini gördüm. Yine üç-dört defa yüksek ma’rifetleri beyân ederken gözlerinde ve yüzlerinde kırmızılık, iki mübârek yanaklarında hararet terleri ve kırmızılığı müşâhede eyledim. Birgün bir ma’rifeti beyân ederken, bir müddet sustular. Bu susma zamânındaki duraklamada, büyük hâller, yüksek muâmeleler zâhir oldu. O zaman gözlerinde kendinden geçme eserleri ve bir parça kırmızılık göründü.”
Dahve-i Kübrâ vaktinde, kuşluk namazını sekiz rek’at olarak, odalarında yalnız olarak kılar, sonra talebeleri ile yemek yerlerdi. Yemeğe önce kendisi başlardı. Bütün oğullarına ve talebelere pişen yemeklerden verirdi. Oğullarından, talebelerinden veya hizmetçilerinden biri orada bulunmasaydı, onun yemeğinin ayrılmasını emrederdi. Yemekten sonra bildirilen duâları okurdu. Son zamanlarında uzleti, yalnızlığı seçmişti. Çoğu zaman oruç tutardı. Ve aynı odada yemek yerdi, insanlar arasında meşhûr olan, yemeklerden sonra Fâtiha okumak, onlardan çok az görülmüştür. Çünkü, sahih hadîslerle gelmemiştir. Her gün öğleden önce, bir defa, bir şeyler yerlerdi ve bu yedikleri de çok az olurdu. Bununla beraber, şöyle buyururdu: “Ne yapayım ki, âhır zaman geldiği için yemeklerde de bereket kalmadı. Açlıkta, dünyânın ve dînin Serverine ( aleyhisselâm ) tamamen uymak ele geçmiyor.” Yine şöyle buyururdu: “Ârifi, meleklikten insanlığa yaklaştıran, yemekten başka bir şey değildir. Yemeği huşû’ ve huzûr ile yerdi Yemek yerken, sol dizi yatırır, sağ dizi dikerek otururdu. Ba’zan da, bağdaş kurarak yemek yerdi. Öğleden önce sünnet olduğu için bir müddet kaylûleye yatar uyurdu. Müezzini, öğlenin evvel vaktinde ezan okurdu. Ezanı duyar duymaz hemen abdest alır, öğlenin sünnetini kılardı ve buyururdu ki: “Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bi’setten vefât edinceye kadar, öğlenin sünnetini terketmedi.” Bu namazda ba’zan uzun, ba’zan kısa okurdu. Sonra dört rek’at farzı, sonra iki rek’at sünneti sonra da dört rek’at daha nafile kılardı, öğle namazı bittikten sonra, hafızdan bir cüz veya daha az, yâhud daha çok Kur’ân-ı kerîm dinlerdi. Eğer verilecek ders varsa, verirdi. Eğer hafız orada olmazsa kendi odasına gidip, Kur’ân-ı kerîm okurdu, ikindi namazını, her şeyin gölgesinin, iki mislini geçtikten sonra, evvel vaktinde kılardı, İkindi namazından evvelki dört rek’at sünneti terkettiği görülmemiştir, ikindiden sonra akşama kadar, talebeleriyle beraber, sessizce murâkabede otururlardı. Bu, sabah ve ikindi halkalarında, kalben talebelerin hâllerine teveccüh ederdi.
Akşam namazını, hava bulutlu değilse, vaktin evvelinde kılar, farzdan sonra kalkmadan on kere kalbden; “La ilahe illallahü vahdehû lâ şerîke-leh, Lehü’l-mülkü ve Lehü’l-hamdü yuhyî ve yümît biyedihil-hayr ve hüve alâ külli şey’in kadir” kelimesini okurdu. Farzdan ve sünnetlerden sonra; “Allahümme entesselâm ve minkesselâm tebârekte yâ zelcelâli vel-ikrâm” duâsından fazla bir şey okumazdı, iki rek’at sünneti kıldıktan sonra, evvâbîn namazını kılar, sonra o vakitte bildirilen duâları okurdu. Evvâbîn namazını altı rek’at kılardı. Ba’zan da dört rek’at kıldıkları da olurdu. Bu husûsta buyurdu ki: “Ba’zı hadîs şerhedicileri, hadîste bildirilen altı rek’ata, akşam namazının iki rek’at sünnetinin de dâhil olması muhtemeldir dediler.” Bu namazda ekseriya Vâkıa sûresini okurdu. Yatsı namazını İmâm-ı a’zamın bildirdiği vakte göre, ufuktaki beyazlık kaybolunca kılardı. Yatsının farzından evvel dört rek’at sünneti kılardı, İki rek’at yatsının sünnetinden sonra, dört rek’at nafile kılardı. Son dört rek’at sünnette, Elif lam mim, Secde, Tebâreke ve Kulyâ eyyühelkâfirûn ve Kulhüvallahü ehad sûrelerini okurdu. Ba’zan o dört rek’atta dört kul (ya’nî kulyâ eyyühel kâfirûn, kulhüvallahü ehad ve kul e’ûzüleri) ayrı ayrı okurdu. Eğer bu dört rek’atta, Elif lam mim, Secde sûresini ve Mülk sûresini okumazsa, vitir namazından sonra, bu iki sûreyi ve Duhân sûresini okur, bunların bu vakitlerde okunmasını talebelerine söylerdi. Vitir namazının birinci rek’ atında ekseriya “Âlâ” sûresini, ikinci rek’atta “Kâfirûn” sûresini, üçüncü rek’atta “İhlâs” sûresini okurdu. Hanefî’nin kunût duâsına Şafiî’nin kunût duâsını ilâve ederdi. Vitir namazını kıldıktan sonra oturarak iki rek’at nafile namaz kılardı. Birinci rek’atta “Zilzal”, ikinci rek’atta “Kâfirûn” sûrelerini okurdu. Son zamanlarında, bu iki rek’ati nâdir olarak eda eyledi ve buyurdu ki: “Fıkıh âlimlerinin bu husûsta çeşit çeşit sözleri vardır.” Vitir namazından sonra âdet hâline gelen iki secdeyi yapmazdı. Buyururdu ki “Âlimler bunun kerâhiyyetine fetvâ verdiler. Vitir namazını ba’zan yatsıdan, ba’zan da teheccüd namazını kıldıktan sonra kılardı. Ba’zılarının yaptığı gibi, gecenin evvelinde kılınan vitir namazını, gece kalkınca bir daha kılmazdı. Buyururdu ki: “Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Bir gecede iki vitir olmaz.” Yine buyurdu ki: “Bir gece bana gösterdiler ki: Vitir namazını kılmayıp yatan ve gecenin sonunda kılacağım diye niyet edene, sevâb meleği, vitir namazını kılıncaya kadar sevâb yazar. O hâlde, vitir ne kadar geç kılınırsa, o kadar iyi olur. Bununla beraber buyurdu ve hattâ yazdı ki: “Vitri acele kılmakta veya te’hir eylemekte Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) uymaktan başka hiçbir şey göremiyorum. Ve, hiçbir fazileti mutâbeat (tâbi olmak) ayarında bulamıyorum. Resûlullah ( aleyhisselâm ), vitri ba’zan gecenin evvelinde, ba’zan da gecenin sonunda kılardı. Şekilde ve sûrette de olsa, kendi se’âdetimi her işte, O servere ( aleyhisselâm ) benzemekte bilirim. Binlerce gecenin ihyasını, bir mutâbeatın, Resûlullaha bir işte uymanın, yarısına değişmem. Ramazân-ı şerîfin son on gününde i’tikâfta idim. Talebeleri toplayıp dedim ki: “Resûlullaha ( aleyhisselâm ) tâbi olmaktan başka hiçbir şeye niyet etmeyiniz ki, bizim insanlardan ayrılmamızdan ve uzletimizden ne çıkar. Yüzlerce tutulmayı bir mutâbeati (uymayı) elde etmek için kabûl ederim. Ama tevessülsüz (vesilesiz), binlerce uzleti kabûl etmem. Beyt:
“Gözü sarayda olan, hiçbir şeyi göremez,
Bahçesindeki bostanı, lâleyi, gülü bilemez.”
Allahü teâlâ, Peygamberine ( aleyhisselâm ) tam uymağı nasîb eylesin.”
Yatsı namazını ve vitir namazını kıldıktan sonra, hemen yatmaya giderdi. Yatmadan evvel okunması bildirilen âyetleri ve duâları okurdu. Yatsıdan sonra hemen yatmak hakkında buyururdu ki: “Yatsı namazından sonraki uyanıklık, gecenin sonundaki uyanmayı geciktirir.” Eğer bir kimse bu vakitte yanlarında otursa, gayet resmî konuşurdu.
Son zamanlarda, Cum’a geceleri talebelerini toplarlar, bin adet salevât-ı şerîfe okuyup Resûlullaha ( aleyhisselâm ) gönderirlerdi. Bunu bitirdikten sonra, bir müddet murâkabede oturur, tam bir inkisar (kırıklık) ile duâ ederdi. Tavırlarından bununla emr olunduğu anlaşılırdı. Ya kendisinin tertîb ettiği bir cüzden daha fazla olan salevât-ı şerîfe risalesini, veya Abdülkâdir-i Geylânî’nin ( radıyallahü anh ) tertîb eylediği, salevât-ı şerîfe risalesini okurdu.
Cum’a namazında câmiye ve bayram namazlarında bayram namazının kılındığı yere giderdi. Cum’a namazından sonra, ihtiyâten zuhru âhır namazını da kılardı. Cum’a namazını kıldıktan sonra, Fâtiha, İhlâs ve mu’avvizeteyn’in herbirini yedi kerre okurdu. Kurban Bayramı günü tekbirleri, yoldan giderken yüksek sesle söylerdi. Ba’zan da “Müdmerat” kitabındaki fetvâya uyarak alçak sesle söylerdi. Zilhiccenin ilk dokuz gününde, gündüzleri oruç tutardı, geceleri, sabahlara kadar ibâdet eder, uzlete çekilip ibâdet ile meşgûl olurdu. Hacca gidenlere müstehâb olduğu için, onlara benzemek niyetiyle o günlerde saç ve tırnak kesmezlerdi. Ama, arefe günü, Arafattakilere benzemek için, hacıların yaptıklarını yapmazdı. Bu on günde gece ve gündüz, “Velfecr” sûresini okurdu. Bunun gibi, bu ayın onundan sonra Küsûf namazı kılardı. Teravih namazlarını seferde ve hazarda tam bir cem’iyyet ve huzûr ile kılar, Kur’ân-ı kerîmi tekrar tekrar hatm ederdi. Bu günlerde iki veya üç defa hatm ederdi. Teravih namazı aralarında ba’zan salevât-ı şerîfe, ba’zan da bu zamanda okunması îcâbeden duâları okur, üç kerre “Sübhâne zil-mülki ve’l-melekût…” duâsını okurdu. Ramazânın hâricinde de dâima hatm okurdu. Buyururdu ki: “İnsanlar arasında meşhûr ve şevk ile mukarrer olan “Hatmi Ahzâb” bu yolun sohbetlerinde sünnet olarak söylenmiştir.” Buyurdu ki: “Azîzlerden biri, Mevlânâ Ya’kûb-i Çerhî’nin (kuddise sirruh) yazdığı şu şiiri görmüş ve “Hatmi Ahzâb”ı şöyle bildirmiş: Beyt:
“Fâtiha, En’âm, Yûnus, Tâhâ’yı eyle tamam,
Ankebût’la, Zümer’le, Vâkıa’yla vesselâm.”
Kur’ân-ı kerîm okurken, dinliyenler, okumasından ve simasından, Kur’ân-ı kerîmin esrârının ve bereketlerinin ona akıp geldiğini anlarlardı. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Birgün tilâvet (Kur’ân-ı kerîm okuma) esnasında, bu fakire dönüp; “Sübhânallahi ve bi-hamdihi”, Kur’ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ ile Habîbi arasında çok sırlar vardır ki, onları ancak Râsih ilimli âlimler anlar” buyurdu.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri namaza dururken, tekbir almak üzere iki elini kulaklarına kaldırır, avuç içlerini kıbleye çevirir, parmaklarının arasını hafif açık tutar, baş parmaklarını kulak yumuşaklarına değdirir ve; “Allahü ekber” diyerek tekbir alırdı. Sağ elini sol eli üzerine koyup, sağ elinin baş ve serçe parmağını halka yaparak sol elinin bileğini kavrardı. Namazda iki ayağı arasındaki mesafe, dört parmak genişliğinde idi. Namazda ayakta dururken, kıyâmda iken, her iki ayağı üzerine tam basardı. Tek ayağı üzerine meyl etmezdi. Kıyâmda iken, secde edeceği yere bakardı. Kırâati, okumayı, tecvid kaidelerine uygun ve tertil üzere tek tek okur, âyet-i kerîmelerin ma’nâlarını anlar, esrârına ererdi. Kıyâm ve kırâattan sonra tekbir alıp rükû’a eğilirdi. Rükû’da başını sırtıyla aynı hizada tutup, belini de düz tutardı. Rükû’da el parmakları ile diz kapaklarını kuvvetlice kavrar, ayaklarına bakardı. Rükû’dan doğrulunca kavme yapar, sübhanallah diyecek kadar, ya’nî bir tesbih miktarı ayakta dik dururdu, İmâm olunca, rükû’dan kalkarken; “Semiallahü limen hamideh” der sonra içinden; “Rabbena lekel hamd” söyler. Cemâat ile kılarken ise İmâm: “Semiallahü limen hamideh” dedikten sonra o: “Rabbena lekel hamd” derdi, iki secde arasında bir tesbih söyleyecek kadar durur “celse” yapardı. Secdede kucağına bakardı. Secdede karnını dizlerine ve uyluklarına bitiştirmez, açık tutardı. Secdede a’zâlarını yere tam koyardı. Rükû’da ve secdede öyle bir hâl ve yakınlık hâsıl olurdu ki, onu ancak kendisi bilirdi. Rükû’ ve secdede, el ve ayak parmaklarını kıbleye karşı uzatırdı. Talebeleri ve kendisine bağlı olan eshâbı namazı onun gibi kılmaya çalışırlardı.
Talebelerinin meşhûrlarından Bedreddîn Serhendî şöyle anlatmıştır: “Ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebesi olmadan önce, ba’zan Cum’a namazı kılmak için onun mescidine giderdim. Mescidde onun namaz kıldığını görenler “Sanki o, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) nasıl namaz kıldığını görerek namaz kılıyor” derlerdi. Ben âlimlerden ve şeyhlerden çok kimsenin namaz kılışını gördüm, fakat, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin namaz kılışı gibi hiç kimsede görmedim. Namazın âdabına ve erkânına öylesine uyardı ki, onun namaz kılması büyük bir hârika idi. Öylesine bir ta’zim, temkin, huşû’, vekâr ve inkisar gösterirdi ki, böyle namaz kılmak, ancak Resûlullaha ittibâ tam tâbi olmak ve râsih âlim olmakla ve bâtını kuvvetin nihâyetine ulaşmakla mümkün idi. Benim ve pekçok kimsenin İmâm-ı Rabbânî hazretlerine talebe olması, onun namaz kılışına hayranlık sebebiyledir.”
Namazda ve namaz dışında Kur’ân-ı kerîm okurken, korku âyetlerini öyle bir şekilde okurdu ki, korku ifâdesi yüzünden belli olurdu. Recâ, (ümit) âyetlerini tebessüm ederek, suâl şeklinde olan âyetleri suâl şeklinde okurdu. Kur’ân-ı kerîm okurken asla tegannî yapmazdı. Yolculuk esnasında, hayvan üzerinde mahfilde oturur, bir yastık alıp üzerinde Kur’ân-ı kerîm okurdu. O vaziyette, ba’zan altı cüz, ba’zan da daha az okurdu. Secde âyeti gelince secde ederdi. Üzerinde Kur’ân-ı kerîm olan minderi gözlerine çok yakın tutar ve böylece gözlerinin uygun olmayan birşeyi görmemesini te’min ederdi. Yalnız namaz kıldığı zaman, rükû’daki ve secdedeki tesbihleri beş, yedi, dokuz veya onbir defa hâle ve vakte göre okurdu. Buyururdu ki: “Yalnız namaz kılan bir kimsenin kuvveti, kudreti olduğu hâlde, tesbihleri en az olarak söylemesi ne kadar ayıb olur.” Yine buyururdu ki: “Namazda, sünnetlere, müstehablara ve edeblere riâyet etmek, kalbin huzûrda olmasına sebep olur. Çünkü bütün bu riâyetler zikrdir ve Allahü teâlâyı hatırlamak ve O’na teveccühtür.” Yine buyururdu ki “İnsanlar, riyâzet ve mücâhedelere heves ederler, hâlbuki namazın edeblerine riâyet ve dikkat etmek, riyâzet ve mücâhedelerden çok daha üstündür. Bilhassa, farz, vâcib ve sünnet namazlarında, buyurulduğu gibi namaz kılmak çok zor ele geçer. Bunun için Allahü teâlâ buyuruyor ki:. “Namaz (nefsinize) ağır gelen bir yüktür. Ancak kalbinde huşû’ olanlara ağır gelmez.” (Bekâra-45)
Buyururdu ki: “Birçok vera’ ve riyâzet sahibi insan görüyorum ki, riâyet ve ihtiyâta gayret ediyorlar, ama namazın edeblerinde gevşeklik gösteriyorlar.” Abdest aldıktan sonraki, iki rek’at namazı ve câmiye girince, hürmeten kılınan iki rek’at tehiyyat-ül-mescid namazını terk etmezdi. Revâtib sünnetleri gibi, zevâid sünnetleri de hazarda ve seferde dâima kılardı.
İyi amellerde ve işlerde bir ilâve ve noksanlık yapmamak için çok ihtiyâtlı davranırdı. Teravih namazı hâriç, hiçbir nafile namazı cemâatle kılmazdı. Hattâ, nafile namazları cemâatle kılmak mekrûhtur buyururdu. Aşure günü, Berât ve Kadr geceleri, cemâatle nafile namaz kılanları men ederdi. Hattâ bu husûsta, fıkhın en kuvvetli rivâyetlerini bildiren bir mektûp yazmıştır, istihâre ederek iş yapardı. Ba’zan da kalbinin kanâati ile ve sünnet olan duâları okuyarak iş yapardı. Ba’zan birçok mühim mes’eleye bir istihâre yapar, istihâre yaptığı işleri ayrı ayrı sayardı. Eğer istihârenin evvelinde mühim olan bir şeyi unutsa, istihârenin arasında veyâhud sonunda onu da yerine getirirdi. Teşehhüdde “Ettehıyyâtü okurken” sağ elinin parmağını (işâret parmağını) kaldırmazdı. Buyururdu ki: “Her ne kadar ba’zı hadîslerin zâhiri, görünüşdeki ma’nâları, parmak kaldırmağı gösteriyorsa da, hattâ Hanefî âlimlerinden bunun caiz olduğuna dâir rivâyetler gelmişse de, iyi araştırılır, incelenirse, ihtiyâtlı olmak lâzım geldiği ve hakîki fetvâların bunu terketmeyi îcâb ettirdiği anlaşılır.”
Hastaları ziyârete gider, Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) naklen gelmiş olan duâlar okurdu. Hattâ ba’zı hastaların şifâ bulması için, kalb ile de teveccüh ederdi. Birçok hasta, bu feyzler menba’ının teveccüh ve duâları ile iyileşirdi. Kabirleri ziyârete gider, ölüler için mağfiret ister ve duâ ederdi. Da’vetlere giderdi. Fakat, günah işlenen, oyun oynanan, semâ ve raks edilen yerlere ve da’vetlere gitmezdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine kıl ucu kadar uygunsuzluğu bulunan hâli kabûl etmezdi.
Ahrâriyye yolunun büyüklerini, diğer yollarınkilerden daha üstün bilirdi. Bu yola; “Eshâb-ı Kirâm yolunun aynısıdır” derdi. Çünkü buyururdu ki; “Sonda olanlar, başlangıca yerleştirilmiştir.” Yine şöyle buyururdu: “Bu yolumuzun büyükleri; “Bizim nisbetimiz, yolumuz, bütün nisbetlerden, yollardan üstündür” buyurdular. Bunun sebebi, onların bu yolunun sünnete uymakta ve azîmete riâyet ve dikkat etmekte, diğer yollardan daha ilerde olmasıdır. Böyle olunca, nisbetleri de diğerlerinin nisbetinden üstün olur. Bu yolda sonra gelenlerin, Hâce Behâeddîn Buhârî (Şâh-ı Nakşibend), Alâeddîn-i Attâr, Hâce Muhammed Pârisâ ve Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr gibi büyüklerin yollarına uymayan ruhsat cinsinden hareketlerini beğenmezdi.
Beydâvî tefsîri, Sahîh-i Buhârî, Mişkât-i Mesâbih, Avârif-ül-Meârif, Pezdevî, Hidâye ve Şerhi Mevâkaf gibi ba’zı din kitaplarını, ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu, ömrünün son günlerinde dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, ilim tahsilini önde tutardı.
Bir yere gitse, sünnet olan günlerde yola çıkar. Buyururdu ki: “Günlerin uğursuzluğu Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) dünyâya teşrîflerinden sonra kalkmıştar. Buna; “Günler, Allahın günleri, kullar da Allahın kullarıdır” hadîs-i şerîfi delîldir derdi. Yolculuğa çakacağı zaman, istihâre eder ve yolculuğa çıkarken okunması îcâbeden duâları okurdu. Bunun gibi, konaklama ve duraklama yerlerinde sünnet olan duâları terketmezdi. Elbiselerini giyerken, su içerken yemek yerken ve aynaya bakarken, bu zamanlarda okunması bildirilen duâları okurdu.
Çok hamd ve istiğfar ederdi. Az bir ni’mete çok şükrederdi. Hattâ evlâ olan bir işi terketse çok fazla istiğfar ederdi. Eğer bir belâya mâruz kalsa; “Kötü amellerimiz ve hâllerimiz sebebiyledir” derdi. Fakat o belâyı, birçok kirleri temizleyen bir sabun gibi görürdü. Buna, yükselmenin sebebi derdi. Vaktin sultânının İmâm-ı Rabbânî hazretlerini bir kalede hepsettiği günlerde talebelerinden biri, ona bir mektûp yazıp, hâlinin kabzından (tutulmasından), daralmasından ve insanların eziyetlerinden şikâyet etmişti. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu talebesine cevap olarak şu mektûbu yazdı:
“Allahü teâlâya hamd olsun, sevdiği seçtiği kullarına selâmlar olsun. Gönderdiğiniz mektûp geldi. İnsanlardan eziyet ve cefâ gördüğünüzü yazıyorsunuz. Bu cefâ, bu yoldakilerin güzelliğinin kendisidir ve onların paslarını temizlemek ve cilalamaktır. Niçin kabz ve hâllerin daralmasına ve bulunmasına sebeb olsun! Bu fakîr, bu kaleye ilk geldiğim zamanlar, insanların eziyet ve cefâlarını, birbiri arkasından gelen nûr dalgaları, ışık bulutları gibi buldum ve hissettim. Bunların verdiği sıkıntılara katlanmak sebebiyle hâlim alçaklardan, yükseklere çıkarıldı. Birçok seneler, cemâl sıfatlarının terbiyesi ile, çok konaklar makamlar aşdırdılar. Şimdi celâl ile terbiye ediyorlar ve yüksek makamlara kavuşturuyorlar. Bu belâ ve cefâlara sabrediniz, hattâ râzı olunuz, cemâl ile celâli aynı biliniz. Yazıyorsunuz ki: “Bu fitnenin zuhurundan, ya’nî sizi kaleye hapsetmeleri sebebi ile, ne zevk kaldı ne de hâl.” “Hâlbuki zevk ve hâllerin artması lâzımdır. Çünkü Mahbubun (Sevgilinin, ya’nî Allahü teâlânın) cefâsı, vefasından daha çok lezzet verir. Niçin belâ olarak düşünülsün.”
Avvâm gibi konuşuyorsunuz ve kendinizi ni’metlerden uzak görüyorsunuz. Çünkü cemâlde ve ni’metlerde, mahbûbun arzusu vardır. Celâlde kendi arzusu yoktur. Buradaki vaktim ve hâlim, eski hâllerimden, çok daha gayrıdır, çok daha yüksektir. Aralarında büyük farklar vardır.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin onyedi sene sohbetinde ve hizmetinde bulunan ve talebelerinin meşhûrlarından olan Bedreddîn Serhendî, Hadarât-ül-Kuds kitabında, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin şeklini, sûretini, mübârek yüzünü şöyle ta’rîf etmiştir “Onun mübârek hilyesini şöyle beyân edelim ki, sevenleri ve yolunda bulunanlar, onun mübârek yüzünü ve sohbetlerini düşünerek feyz alsınlar. Beyaza yakın buğday tenli ve açık alınlı idi. Alnında ve mübârek yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, ona bakacak takat kalmazdı. (Bir talebesi de; “Ne zaman mübârek yüzüne baksam, alnında ve yanaklarında “Allah” yazılı görürdüm” demiştir.) Kaşlarının arası açık idi. Kaşları yay gibi olup, uzun, siyah ve ince idi. Gözleri irice olup, siyahı tam siyah, beyazı tam beyaz idi. Mübârek burnunun ortası yüksekçe olup, ince idi. Dudakları kırmızı ve ince idi. Dişleri sık, birbirine bitişik olup, inci gibi parlar idi. Sakalları sık, heybetli ve yuvarlak olup, yanaklarına taşmazdı. Uzun boylu ve ince yapılı idi. Ya’nî şişman değil idi. Sıcakta da olsa teri hep misk gibi kokardı. Yüzünün güzelliği Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini andırırdı. Vecâheti (heybeti), vakarı Halîlürrahmân İbrâhim aleyhisselâmın heybetini andırırdı. Onu gören gayr-i ihtiyâri, Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini bildiren; “Böyle insan olmaz, bu ancak üstün bir melektir” (Yûsuf-31) meâlindeki âyet-i kerîmeyi hatırlardı ve “Sübhânallah bu Allahü teâlânın velî kuludur” derdi ve; “Görüldüklerinde Allahü teâlâ hatırlanır” hadîs-i şerîfini hatırlardı. Ondan her an ve her saat hârikalar zuhur ederdi.
“Ey yükseklerden feyiz saçan rahmet bulutu,
Senden yağıyor bereketli nisan yağmuru.
Bekliyoruz senin feyizinle, kurtuluşu,
Zîrâ hâlimiz harab rûhumuz kan ağlıyor.”
Menkıbeleri ve kerâmetleri
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hayatını, menkıbe ve kerâmetlerini anlatmak üzere yetmişden ziyâde kitap yazılmıştır. Bunların en meşhûrlarından olan “Hadarât-ül-Kuds” kitabında meşhûr talebesi Bedreddîn Serhendî şöyle demiştir: “Onyedi sene İmâm-ı Rabbânî hazretlerine hizmette bulundum. Eğer huzûruna kavuştuğum ilk günden i’tibâren, vâki olan keşf ve kerâmetlerini, yüksek hâllerini, makam ve derecelerini yazsaydım, sâdece benim gördüklerim hesaba gelmezdi. Çünkü, her saat, her an o hazretten kerâmetler zuhur ediyordu. Kaldı ki, hergün sâdece bir kerâmetini kaydetseydim, huzûrunda bulunduğum müddet içinde altı bin kerâmetini yazıp, kayda geçebilirdim.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Bize amel ve işlerden ihsân olunan şeylerin hepsi, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmak, uymak sebebiyle ihsân olundu, işimin esâsını Muhammed aleyhisselâma tâbi olmakta bilirim.” Yine buyurdu ki: “Allahü teâlâ, nihâyetsiz ihsân ve kereminden bana öyle büyük ihsânlarda bulundu ki, bir kuru dala teveccüh ve himmet etsem bütün dünyâ ondan aydınlanır. Fakat, Allahü teâlânın rızâsı bu gibi işlerin zuhurunda değildir. Ben de böyle şeyleri yapmak istemem.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüzlerce kerâmeti Zübdet-ül-makâmât, Menâkıb ve Makâmât-ı Ahmediyye-i Saîdiyye ve Hadarât-ül-Kuds gibi onun hakkında yazılan kıymetli kitaplarda kaydedilmiş olup, bir kısmı şöyledir:
Mevlânâ Muhammed Yûsuf, zamanının âlimlerinden bir zât idi. Muhammed Bâkî-billah onu tasavvufda yetişmesi, kemâle ermesi için İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetine göndermişti. Mevlânâ Yûsuf henüz kemâle ermeden hastalanmış ve ölümü yaklaşmıştı. İmâm-ı Rabbânî, onu ziyârete gitti. Mevlânâ Yûsuf teveccüh ve himmet istedi. İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh), murâkabe ile meşgûl olup, onu Fenâ ve Bekâ makamlarına kavuşturdu. O, bu hasta hâlinde, kalbindeki bu ilerlemeleri görüp, haber verdi. Yolu tamam eyledi ve aynı anda vefât etti. Allaha kavuştu.
Çok uzak memlekette bulunan bir azîz, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin medhini duyup, Serhend şehrine geldi. Geceleyin bir kimsenin evinde misâfir kaldı, İmâm-ı Rabbânî’den istifâde etmek için geldiğini, ona talebe olmak şerefine kavuşmak istediğini ve bunun için çok neş’eli olduğunu söyleyince, ev sahibi İmâm-ı Rabbânî’yi kötülemeye başladı. O azîz çok üzüldü. Mahcûb oldu. İmâm-ı Rabbânî’ye sığınıp kalbinden; “Ben yalnız Allah rızâsı için, size hizmet niyeti ile gelmiştim. Şu şahıs, beni bu saadetten mahrûm etmek istiyor” dedi. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî birdenbire yalın kılıç gözüküverdi. Hâllerini inkâr eden, o şahsı parça parça eyledi ve evden çıktı. O azîz sabahleyin mübârek huzûruna kavuşunca, geceki hâdiseyi arz etmek istedi. Fakat İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Gece olanı, gündüz anlatma” buyurup, kerâmetini gizledi.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski talebelerinden seyyid bir zât şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin birâderi Sürûnç beldesinde idi. Ona bir mektûp yazıp huzûruna gelmesini istemişti. Bu mektûbu götürmek için beni vazîfelendirdi. Yola çıkarken selâmetle gitmem için duâ edip Fâtiha okudu ve bana buyurdu ki: “Yolda “Kureyş sûresini” çok oku ki, tehlikelerden korunasın. Şayet yolda müşkil bir iş ile karşılaşırsan bizi hatırla!” Gitmek üzere yola çıktım. Yanımda iki kişi daha vardı. Sürûnç’a iki menzil yolumuz kalmıştı. Fakat önümüzde dehşetli bir çöl vardı. Bu çölde iken bir ara, yanımdakilerden ayrılıp biraz uzağa gittim. Abdest tazeledim ve abdest aldıktan sonra iki rek’at namaz kılmak üzere namaza duracaktım. Bu sırada karşıma birden bire korkunç bir arslan çıkıverdi. Bana doğru yaklaşıyordu. Hemen hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; “Bir müşkil ile karşılaşırsan bizi hatırla” emri hatırıma geldi. Kendi kendime; “Ey hocam! Allahü teâlânın izniyle imdâdıma yetiş, beni bu yırtıcı arslanın pençesinden kurtar!” dedim. Daha ben sözümü bitirmeden İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözüküverdi. Bana saldırmak üzere olan arslana benden uzaklaşması için eliyle işâret etti. Arslan kaçarak uzaklaşıp gitti. Bu hâdiseyi yanımda bulunan arkadaşlarım da gördü. Bana; “Böyle bir anda imdâdına yetişen bu büyük zât kimdir?” dediler. Ben de; “İmâm-ı Rabbânî hazretleridir” dedim. Onlar da bu hâdise üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini çok sevenlerden oldular.”
“Hadarât-ül-Kuds” kitabının müellifi, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerâmetlerini yazarken, amcası Şeyh Muhammed’den naklen şöyle anlatmıştır: “İsfehan’dan dönmekte olduğumuz bir yolculukta atımdan heybem düşmüştü. Farkına varınca, atımı kâfiledekilere bırakıp heybeyi aramak için kâfileden ayrıldım. Şuraya da bakayım, buraya da bakayım diyerek ararken aradan çok zaman geçti. Kâfile gözden kayboldu. Kâfileden uzak kaldım. Çöl ve dağdan başka hiçbir şey göremiyordum. Yolumu kaybettim. Şaşkın, perişan bir hâlde, çaresizlik içinde ağlayarak her tarafa koşuyordum. Fakat kâfileden bir eser göremiyordum. Buralarda ölüp gideceğim, yolumu şaşırdım diye düşünüyordum. Sonra bir suyun başına oturup abdest aldım. Tam bir yalvarışla duâ edip, hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin imdâdıma yetişmesini istedim. Ben böyle duâ ederken, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir at üzerinde karşıma çıkıverdi. Yanıma yaklaşıp durdu ve; “Elini ver” buyurarak elimden tutup beni atın terkisine bindirdi. Sonra atı sür’atle sürüp aradığım kâfileye yaklaştı. Ben kâfileyi uzaktan görünce beni attan indirip! “Hadi git” buyurdu. Kâfileye ulaştım, İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözden kayboldu, bir daha göremedim.”
Serhend kadılarından birinin oğlu, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetinde bulunanlardan ve sevenlerinden idi. Bu genç bir defasında çok ağır bir hastalığa yakalandı. Tabibler hastalığına bir ilâç bulamadılar. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bir mektûp yazıp, yalvararak, içinde bulunduğu şiddetli hastalıktan kurtulması için duâ istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri mektûbuna cevap yazıp; “Biz seni himâyemize aldık, bu hastalıktan kurtulacaksın. Hatırını hoş tut” buyurdu. O genç İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin teveccühü ve duâsı bereketiyle, hastalıktan kurtulup sıhhate kavuştu. Sonra tekrar sohbetine devam etmeye başladı. Bu hastalıktan kurtulduktan sonra hâlini zevk ve şevkle anlatıp, bağlılığını dile getirirdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “Küçüklüğümde Kur’ân-ı kerîmi ezberleyip hafız olmuştum. Daha sonra Serhend’den İlâhâbâd’a gittim. Zamanla işe dalıp ezberimi unuttum. Bende hafızlık kalmadı. Böylece aradan birkaç yıl geçti. Sonra memleketim olan Serhend’e döndüm. Bu sırada Ramazân-ı şerîf ayı idi. Serhend’e geldiğimde İmâm-ı Rabbânî hazretleriyle görüşünce bana; “Hâfız! Teravih, namazını, hatim ile kıldır!” buyurdu. Kur’ân-ı kerîmin ezberimde kalmadığını, hafızlığımı kaybettiğimi söyledim. Fakat; “Okuyacaksın!” buyurdu. Üç defa hâlimi arzedip; “Bende hafızlık kalmadı” dedimse de kabûl etmediler. Çaresiz emre uydum. Teravih namazını kıldırmak üzere İmâm oldum, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin himmeti ve emirlerinin bereketi ile, unutmuş olduğum hâlde ilk gün yirmibir cüz’ü ezberden okumak sûretiyle teravih kıldırdım. İmâm-ı Rabbânî hazretleri kıyâmda dinledi. Diğer cemâat uzun müddet kıyâmda durmaya güç yetiremedi. İkinci gün terâvihde hatmi tamamladım. Bende hafızlık kalmadığı hâlde böyle okuyabilmem, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bereketi ile idi.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden Muhammed Türâb şöyle anlatmıştır: “Kardeşim ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Hastalığı o derece şiddetli idi ki, artık kurtulma ümidi kalmamış gibiydi. Hattâ kefeni bile hazırlanmıştı. Bu hâlde iken birgün İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bir sığır ve bir miktar da para hediye etmeye nezr etmişti. Ertesi gün birdenbire ayağa kalkıp; “Ben iyileştim” dedi. Bu hâlini görenler, bu delirdi mi? nasıl olur dediler. Sonra ona çorba içirdiler. Gerçekten ağır hastalıktan kurtulmuş sıhhate kavuşmuştu. Sonra bize o gece seher vaktinde İmâm-ı Rabbânî hazretlerini rü’yâda gördüğünü ve elinden tutup; “Sen sıhhate kavuşacaksın üzülme!” buyurduğunu ve böylece sıhhate kavuştuğunu söyledi.
Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebelerinden Şeyh Müzzemmil hakkında şöyle buyurdu: “Görünüyor ki, şeyh Müzzemmil şu anda korkunç hâlde! Bir kuyuya düşmüş durumdadır! Öyle bir hâlde ki çıkmak için elini ayağını oynatamıyor!” Şeyh Müzzemmil. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski ve meşhûr talebelerinden idi. Dağda dolaştığı bir sırada aniden ayağı kayıp derin bir kuyuya düşmüştü. Kuyunun derinliğinde elini ayağını oynatamadığı için çıkamıyordu. Çaresiz kuyunun içinde kalakalmıştı. O bu hâlde iken bir köylü hâlini farkedip hemen koşup on kişilik bir gruba haber verdi. Bunun üzerine hemen gelip Şeyh Müzzemmil’i düştüğü kuyudan çıkardılar.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yakın talebelerinden, Şehzâde Veliahd’ın hocası olan Mîrek Şeyh şöyle anlatmıştır: “Ben önceleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerini sevenlerden değildim. Çünkü, onun hakkında; “Kendini Hazreti Ebû Bekr’den üstün görüyor” diye bir iftira yayılmıştı. Bu sıralarda Hindistan’a gitmiştim. Serhend şehrine varınca eski dostlarımdan biriyle karşılaştım. Bu arkadaşım önceden çok kötü bir insandı. Fakat bu defa karşılaştığımda onu çok iyi ve üstün bir hâlde, takvâ sahibi gördüm. Yüzünde bir nûr vardı. “Sen böyle değildin bu hâl nedir?” dedim. Dedi ki; “Ben İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hizmetine ve sohbetine girdim, devamlı huzûrundayım. Onun sohbetinin bereketi ile bu ni’mete kayuştum.” Bunun üzerine ben ona; “Senin bahsettiğin zât kendinin Hazreti Ebû Bekr’den üstün olduğunu yazmış. Onun sohbetinin te’sîr ve fâidesi nasıl olur?” dedim. O” arkadaşım ben böyle deyince; “Asla! Binlerce asla! Bilmeden, anlamadan inkâr etme! O yeryüzünün kutbudur. Eğer sen onu görmüş ve sohbetine kavuşmuş olsaydın onun hakkında söylenilen bu iftiranın asılsız olduğunu anlardın” dedi. Fakat bendeki şüphenin çokluğu sebebiyle; “Görmek istemiyorum” dedim. Arkadaşım bana İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gidip onu görmem için çok ısrar etti. Mutlaka görmemi ve bu yanlış düşünceden kurtulmamı istiyordu. Bu ısrar üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gitmeye karar verip kendi kendime; “Eğer şu üç şeyden bahsedip beni ikna ederse ben de onu sevenlerden olurum” dedim. Kendi kendime cevâbını almak hakkında kendini Hazreti Ebû Bekr’den üstün görüyor diye söylenilen iftiraya cevap vermesi, hemen bu mevzûyu açıp bu husûsta benim şüphelerimi giderip tam ikna etmesi idi. İkincisi; benim babam ve dedelerimden bahsetmesi, üçüncüsü de Hâce Hâvend Mahmûd’dan bahsetmesi idi. Bu karardan sonra beni götürmek isteyen ve bu husûsda çok ısrar eden arkadaşımla beraber, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gittik, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini daha uzaktan görür görmez bütün a’zâlarım heybet ve dehşete kapıldı. Kalbim ona tutuluverdi. Korkarak ve titreyerek huzûruna yaklaşbm. Oturmamıza izin verdi. Oturduktan sonra yastığının altından bir mektûp çıkarıp benim elime verdi. Sonra verdiği bu mektûbu okuyup öyle bir izah yaptı ki, hakkında yapılan ve kendini Hazreti Ebû Bekr’den üstün görüyor diyenlerin iftiralarına cevap verip açıkladı. Benim bu husûsta artık hiç şüphem kalmadı. Bundan sonra zihnimde tuttuğum ikinci mes’eleye geçip; “Mevlânâ Mîrek! Senin baban şöyle şöyle bir zât, deden de şöyle şöyle bir zât ve senin ecdadının şerefi şöyledir” diyerek medhetti. Sonra ayrılmak üzere kalktığımızda veda ederken hatırıma, üçüncü suâlim olan mes’eleden, Hâce Hâvend Muhmûd’dan bahsetmedi diye geçti. Tam bu sırada yüzünü bana dönüp; “Hâce Hâvend bizim Pîr-zâdemizdir ve cezbe sahibidir” buyurdu. Bir sohbetinde bu üç kerâmetini gördüm.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri; herkese, önce kendisi selâm verirdi. Birgün hatırımdan; “Bu gün huzûruna gidip önce ben selâm vereyim” diye geçti. Bu niyetle gittim. Evlerine varınca kalabalık bir cemâat arasında yaklaştım, öyle oldu ki, birkaç adım daha atsam hocamla karşı karşıya gelecektim. Fakat henüz o beni, ben de onu görememiştim. Tam bu sırada cemâatin arasından ismimi söyleyerek; “Selâmün aleyküm yâ filân!” dedi. Çâresiz hemen huzûruna çıkıp “Ve aleykümüsselâm” dedim. Sonra; “Niyetim önce selâm vermek idi” diye arzettim. Tebessüm etti.”
Birgün talebesinden on kişi, aynı akşam, Îmân-ı Rabbanî’yi iftara da’vet ettiler. Kabûl buyurdu. Aynı akşam, aynı anda, hepsinin evinde hazır bulunup, iftar etti.
Birgün buyurdu ki: “Kâ’be-i muazzamayı tavaf arzum o kadar ziyâdeleşti ki, yerimde duramaz oldum. Allahü teâlânın lütfu ile, bu şevk ve iştiyâk cazibesinde, Kâ’be-i şerîfeyi yanımda gördüm ve tavaf ile şereflendim.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden seyyid bir zât şöyle nakletmiştir: “Acîn’de idim, bir grup tüccâr da yanımda idi. Bu tüccârlar arasında Can Muhammed adında Celender’den bir zât da bulunuyordu. Onunla aramızda bir dostluk kurmuştuk. Birgün birisi bana, sultânın, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hapsettiğini söylediğinden çok üzüntülü idim. Can Muhammed beni böyle kederli görünce, üzüntümün sebebini sordu. Ben de, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hapsedildiğini duyduğum için, çok üzüntülü olduğumu söyledim. Can Muhammed bana; “Ben de onun talebesiyim. Bugün işin aslını ondan öğreneceğim” dedi. Sonra gidip kaylûle yaptı ya’nî öğle vaktine yakın biraz uyudu. Sonra bu uykusunda, rü’yâsında İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüğünü ve kendisine; “İşittiğiniz haber doğrudur. Fakat ba’zı makamları geçmek, Allahü teâlânın celâl sıfati ile terbiye edilmeye bağlıdır. Eğer böyle olmasaydı o makamları geçmek mümkün olmazdı. Dostlarımıza söyle, gönüllerini hoş tutsunlar, işin sırrı budur” buyurduğunu söyledi.
Yine Can Muhammed Celenderî şöyle anlatmıştır: “Ben İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin çok hizmetinde bulundum. Her ne zaman mübârek yüzünü görsem alnında ve iki yanağında Allahü teâlânın ismini, “Allah” yazılı olduğunu açıkça görürdüm.”
Yine Can Muhammed Celenderî, Acîn’de görüştüğü o seyyid zâta şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yanında talebe iken, birgün akşama doğru İmâm-ı Rabbânî hazretleri bana; “Sana bir iş söylesem yapar mısın?” buyurdu. “Canım feda olsun yapmaz olur muyum!” dedim. Bunun üzerine benim elime yazılı bir kâğıt verdi ve buyurdu ki: “Hâfız Rahne’nin bahçesine git, orada bir grup derviş oturmaktadır. Onların yanına var. Aralarından güzel yüzlü bir dervişin onlardan geride bulunduğunu göreceksin. Bu dervişin yanına git, ona bizim duâ ettiğimizi söyle. Bu kâğıdı ona ver ve buraya gelmesini söyle.” Emri üzerine derhâl söylediği yere gittim. Söylediği gibi dervişlerden bir cemâat ve bu cemâatten biraz geride oturan güzel yüzlü bir derviş gördüm. O da beni gördü ve görür görmez bana; “Seni İmâm-ı Rabbânî hazretleri mi gönderdi?” dedi. Evet deyip elimdeki kâğıdı ona verdim, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin duâ ettiğini ve çağırdığım söyledim. Ben böyle deyince kalkıp, benimle yola koyuldu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna girdiğimizde bir köşede oturuyordu. Çağırıp geldiğim zât da başka yere oturdu. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî hazreleri kahve getirmemi söyledi. Hemen koşarak dergâhtaki kahve pişirilen yere gittim. Kahveyi alıp getirdim, önce İmâm-ı Rabbânî hazretlerine taktim ettim. “Ona götür” buyurarak gelen misâfire götürmemi istedi. Ona götürmek üzere yüzümü o tarafa döndüm. Onu da İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sûretinde gördüm. Bu sefer o, önce İmâm-ı Rabbânî hazretlerine götürmemi söyledi. Dönüp baktım, İmâm-ı Rabbânî hazretleri yerinde oturuyordu! Huzûruna çağırıp geldiğim o derviş, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden beni sordu. O da; “Bu Celender’dendir. İsmi, Can Muhammed’dir” dedi. Bunun üzerine o derviş; “Babası bizim tanıdıklarımızdandır. Bunu hangi tarikatta yetiştiriyorsunuz?” deyince; “Kâdiriyye silsilesinden” buyurdu. Bunun üzerine o zât; “Allahü teâlâya hamd olsun. Onu Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî’ye kavuştururuz” dedi. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî hazretleri dışarı çıkmak üzere kalktı ve benden bir ibrik su istedi. Hemen hazırladım. Dışarı çıktığında bana kutup yıldızını göstererek; “Can Muhammed! Kutup yıldızını biliyor musun? Bu mudur değil midir? Dikkatli bak!” buyurdu. Dikkatli baktım kutup yıldızından, üzerinde siyah hırka bulunan bir zât çıktı ve ok gibi bir anda yanımıza geldi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bana buyurdu ki: “Huzûruna yaklaş! O, Abdülkâdir-i Geylânî’dir! Ona intisâb et, bağlan.” Bu emre uyarak hemen huzûruna yaklaştım, benim kendisine intisabımı (talebeliğimi) kabûl etti. Sonra tekrar kutup yıldızına doğru gidip, yıldızında kayboldu. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî hazretleri, abdest aldıktan sonra mescide girdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin beni göndererek çağırdığı derviş de yanımda idi. Bana; “Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini gördün mü?” dedi. Ben de “Evet” dedim.”
Bu hâdiseyi Can Muhammed Celenderî’den naklen anlatan seyyid zât şöyle anlatır. “Ben bunları Can Muhammed Celenderî’den dinledikten sonra ona dedim ki: “Bu kadar kıymetli şeylere kavuştuktan sonra neden ticârete dalıp da dergâhdan uzak kaldın?” O da bana; “Acâib bir hikâyedir. Ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrunda talebe iken akrabâlarım gelip, beni götürmek istediler. “Buna müsâade et, biz bunu kethüda (ticâret reîsi) yapacağız” diye ısrar ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bana; “Git kethüda ol” buyurdu. Ben ayrılıp gidemedim. Yakınlarım tekrar gelip, ısrarla beni istediler. “Git” buyurdu. Ben yine gidemedim. Akrabâlarım kalabalık bir hâlde tekrar geldiler, beni götürmek için ısrar ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu hâlden rahatsız oldu. Birgün birşey yiyordu. Kendi ağzından yediği şeyin bir parçasını koparıp benim ağzıma verdi. Onu ağzıma alır almaz hâlim değişdi. Dünyâ işlerini düşünür hâle dönmüştüm. Çâresiz beni götürmek için gelip ısrar eden akrabalarımla bu sefer gittim. Ticârete başlayıp, kethüda oldum. Bundan sonra ticâretle uğraştım. Fakat hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerini unutmadım. Ona bağlılığımı kesmedim. Her ne zaman buraya gelsem, ziyâret edip görüşürüm, sohbetinde bulunurum” dedi.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüksek talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri namazlarda devamlı İmâm olur, namazı kıldırırdı. Ben bir defasında huzûrunda iken acaba devamlı İmâm olmalarının hikmeti nedir diye düşünüp merak ettim. Ben böyle düşündüğüm sırada, İmâm-ı Rabbânî hazretleri birdenbire bana buyurdu ki: “Şafiî ve Mâlikî mezheblerinde Fâtihasız namaz caiz değildir. Bunun için bu mezheblerde İmâma uyan cemâat Fâtiha okur. Bu husûsu gösteren sahih hadîs-i şerîfler de vardır. İmâm-ı a’zama göre ise, cemâatte İmâmın Fâtihayı okuması cemâat için de kâfidir, İmâma uyan cemâatin Fâtiha okumasını caiz görmemiştir. Hanefî mezhebi fukahâsının cumhuru, çoğu böyle buyurmuştur. Ancak Hanefî mezhebinde okumanın caiz olduğuna dâir ba’zı rivâyetler de vardır. Bunun için de namazlarda İmâm olmak sûretiyle, mezheplerin hepsinin hükmüne uymaktayım.”
Serhend şehrinin Cîtbûr kasabası kumandanlarından biri isyan edenlerin üzerine yürümeği, onlarla savaşmağı düşündü. O civarda bulunan âlimlerden bir zâta bu husûsta istihâre etmesini söyledi. O zât da; “Galip geleceksiniz, muhakkak gidiniz” dedi. Bu kumandan o zâtın işâreti gereğince savaşmak üzere yola çıktı. Fakat zafer kazanacaksın diyen zât, keşfinde tereddüt edip, ihtiyât olsun diye durumu bir de İmâm-ı Rabbânî hazretlerine sormak için bir mektûp yazdı. Mektûbunda dedi ki: “Ben bu husûsda kendisine gâlib geleceksin diye müjde verdim. Acaba hazretiniz ne buyururlar?” İmâm-ı Rabbânî hazretleri cevâbında, “Keşfde hatânız oldu. Bize göre tamamen aksi olacak. Birşey güneş gibi meydanda açıkça görünmeyince, keşfedilmeyince hüküm vermemek lâzım” buyurdu. Fakat o kumandan çok uzağa gittiğinden, ona yeni bir haber ulaştırılamadı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; “Keşfde hatânız oldu” buyurmasından sonra, üç dört gün geçmeden, o kumandanın, baş kaldıranlar karşısında hezimete uğrayıp perişan olduğu ve geri döndüğü haberi geldi.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “Bir defasında şiddetli bir sıtma hastalığına tutulmuştum. Uzun müddet bu hastalıktan kurtulamadım. İyice bitkin ve zayıf düştüm. Artık hastalığım o dereceye gelmişti ki, yakınlarım hayâtımdan ümidi kesip, ölürken yanında bulunalım diye geceleri başımda duruyorlardı. Ben bu hâlde iken hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hatırlayıp, onun bereketi ile hastalıktan kurtulmam için duâ ettim. Hastalığımın şiddetlendiği bir sırada geceleyin, üzerinde boydan boya bembeyaz elbise olan ve yüzü kapalı bir zât karşıma çıkıverdi. Yanıma yaklaşıp; “Bu ridâyı (örtüyü), Peygamberimiz server-i kâinat aleyhisselâtü vesselâm, İmâm-ı Rabbânî Şeyh Ahmed Fârûkî Nakşibendî hazretlerine gönderdi, İmâm-ı Rabbânî hazretleri de sana gönderdi. Ben bunu sana giydirmek için geldim! Bunun bereketiyle sen hastalıktan kurtulup sıhhate kavuşacaksın!” dedi. Sonra o ridâyı başımdan ayağıma kadar örttü. Bu sırada ayaklarımdan bir soğuma başladı. Bu soğukluk başıma kadar ulaştı. Hastalıktan kurtuldum. Yanımda bulunan kız kardeşim, ayaklarımın soğuduğunu farkedince artık benim ölmek üzere olduğumu zannederek ağlayıp feryâd etmeye başladı. Ben onun feryadından rahatsız olup; “Üzülme, ben iyileştim” dedim. Sonra çorba isteyip içtim. Tam bir sıhhate kavuştum. Hattâ o gün kalkıp, sabah namazını ayakta kıldım.” Yine bu talebesi şöyle anlatmıştır: “Birgün bir arkadaşımın evinde, arkadaşımla birlikte, içinde afyon bulunan bir yiyecek hazırlamıştık. Bundan ikimizden başka bir kimsenin haberi yoktu. Yiyeceği hazırladıktan sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin namaz kıldırdığı mescide gidip cemâatle namaz kıldık. Namazdan sonra dönüp, hazırladığımız içinde afyon bulunan o yiyeceği yiyecektik. Namaz bittikten sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, içeri girmek üzere iken kapının önünde durup her ikimizi de yanına çağırdı. Huzûruna varınca bize; Cennetten, hûrîlerden, Cennetteki köşklerden bahsedip, dünyânın lezzetlerinin geçici olduğunu, âhıret saadetini ve lezzetlerini kazanmak için uğraşmak lâzım olduğunu anlattı. Sözünü bitirirken de; “O hazırladığınız afyonlu yiyeceği yemeyiniz!” buyurdu. Bu sözü üzerine kerâmeti karşısında hayran, şaşkın kaldık. Eve gidip hazırladığımız afyonlu yiyeceği yemeyip bir havuza attık. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bu kerâmeti karşısında ona bağlılığımız kat kat arttı.”
Yine bu talebesi anlatmıştır: “Annem hasta idi. Sevâbını Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin rûhuna hediye etmek niyetiyle bir miktar para nezrettim, adadım. Bu parayı alıp hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerine götürdüm. Dağıtması için takdim ettim. Fakat; “O senin yanında kalsın” buyurup, gayet nâzik ve güzel bir tavırla parayı kabûl etmediler. O gece rü’yâmda İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüm. Bana; “Ey falan! Uyan ve git annen can çekişmektedir. Vefât ederken başında bulun!” dedi. Uykudan uyandım, gece vakti hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gittim. Teheccüd namazını kılmıştı. Selâm verdim ve gördüğüm rü’yâyı anlattım. Bir müddet başını eğip murâkabeye daldı, uzaktan teveccüh etti. Sonra bana buyurdu ki: “Çabuk git’ Annen vefât etmek üzeredir!” Ağlayarak annemin yanına koştum. Yanına varınca nabzını yokladım. Durmak üzere idi. Biraz sonra da vefât edip Hakkın rahmetine kavuştu.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “Din düşmanlarının ve hasetçilerinin iftirası üzerine Sultan Cihangir, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini Guwalyar kalesine hapsetmişti. Bu günlerde büyücülerden biri bana dedi ki: “Ben Hintçe ba’zı isimler biliyorum. Eğer bunları bir namaz vaktinden diğer namaz vaktine kadar okursan o gün düşman helak olur! Bu çok tecrübe edilmiştir.” Sonra o isimleri bir kâğıda yazdı ve bana verip; “Evinin tavanındaki bir ağacın altına koy” dedi. Alıp evimin tavanındaki bir ağacın altına koydum ve; “Yarın Salı günüdür. Yarın okurum” dedim. O gece rü’yâmda hocam İmâm-ı Rabbânî aniden karşıma çıktı. Hayret içinde parmağını ısırarak; “Bizim dostlarımızın böyle bir şey yapması çok hayret edilecek bir iştir. Sakın ha o işi yapma, sihirdir!” dedi. Bu rü’yâdan sonra büyücünün yazdığı o yazıları okumaktan vazgeçtim. Sonra, Sultan, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hapsettiğine pişman olup, serbest bıraktı. Hapisten çıktıktan sonra huzûruna gittim. Ben evde gizlediğim o sihir yazılı kâğıdı saklıyordum. Bir defa da olsa düşmanın ciğerine bir ok saplamak istiyordum, işimi açmayıp, gizleyeyim diye düşündüm. Hocam İmâm-ı Rabbânî hazretleri hapisten çıkınca üç gün Serhend’de kaldı. Her üç gün bu niyetle huzûruna gittim. Düşmana birşey yapayım diye düşünüyordum. Üçüncü gün gittiğimde beni kalabalık cemâat arasından çağırttı ve bana buyurdu ki:
“O Hintçe isimleri okuma, çünkü onlar sihirlidir!” öyle birşey olmadığını söyleyip, saklamak istedim. Bunun üzerine; “Bana niye böyle söylüyorsun? O isimleri falan sihirbazdan öğrendin!” diyerek o sihirbazın ismini söyledi. Sonra; “O öğrendiğin şeylerin yazılı olduğu kâğıt, evinin tavanındaki bir ağaç arasındadır. Her ne kadar sihir te’sîr ederse de sihir yapmak haramdır! Şimdi git o sihir yazılı kâğıdı yırt!” buyurdu. Ben başımı önüme eğdim. Sonra bana; “O işi yapmayacağına ve sihir yazılı kâğıdı yırtacağına dâir söz ver” buyurdu. Elimi tutup eliyle vurdu. Ben bu kerâmeti karşısında hayret ettim. Çünkü, yapacağım o işi hiç kimse bilmiyordu. Hemen eve gidip üzerinde sihir yazılı kâğıdı, tavandaki ağacın altından çıkardım ve yırtarak parça parça edip attım.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerini seven bir vâli vardı. Birgün o vâliye bir haber gönderip, bulunduğu yerden uzaklaşmasını yoksa başına büyük bir belâ geleceğini bildirdi. Fakat o vâli bu tavsiyeye uymadı. Neticede pâdişâhın kızgınlığına uğrayıp cezalandırıldı. Başına başka belâlar da geldi.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bağlı bir tüccâr, birgün huzûruna gelip; “Gençliğim geçti, ihtiyârladım, ömrüm geçmek üzere, beni arkamdan anacak, bana duâ edecek bir evlâdım olmadı!” diyerek bu husûsta ısrarla teveccüh isteyip, bir evlâdı olması için duâ etmesini istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir müddet murâkabe yaptıktan sonra;.”Senin bu hanımından çocuğun olmayacak, başka bir hanım daha nikahlarsan ondan seni yâd edecek bir çocuğun olur” buyurdu. Bundan sonra o tüccârın ilk hanımı vefât etti. Tüccâr da başka bir hanımla daha evlendi. Bu hanımından bir oğlu, birde kızı oldu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin akrabâlarından biri şöyle anlatmıştır: “Ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden olmayı arzu ediyordum. Fakat çeşitli mâniler sebebiyle, bir türlü hizmetine girmek nasîb olmamıştı. Bir gece karar verip, “Yarın gidip hâlimi arzedip, beni de talebeleri arasına kabûl etmesini isteyeyim” diye düşündüm. O gece rü’yâmda kendimi derin bir deniz kenarında gördüm. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ise karşı sahilde idi. Huzûruna kavuşmak istiyordum. Bana; “Çabuk gel! Çabuk gel! Geç kaldın” buyurdu. Bu sözlerini işitince kalbim hemen zikretmeye başladı. Sonra uykudan uyandım, kalbim artık zikrediyordu. “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yolu böyledir. Daha ben sohbette bulunmadan kalbim zikre başladı. Ya bir de sohbetinde bulunsam nasıl olur?” dedim. Sabahleyin İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gidip, gördüğüm rü’yâyı bana olan teveccüh ve tasarruflarını anlatarak hâlimi arzettim. Kalbimin zikretmeye başladığını söyledim. Bana; “Yolumuz tam budur. Buna devam et” buyurdu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bağlı olanlardan Mevlânâ Murtaza Nâib şöyle anlatmıştır: “Askere gittiğimde ihtiyâçlarımı karşılama husûsunda sıkıntıya düştüm. O günlerde mühim ihtiyâçlar zor te’min ediliyordu. Oğullarım da askerde olduğundan sıkıntım artıyordu. Bu sebeble çok üzülüyordum. Bir gece İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yardımıma yetişmesini istiyerek, Allahü teâlâya duâ ettim. O gece İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüm. Elime üzerinde birşeyler yazılı olan bir kâğıt verdi. Sabahleyin bu kâğıdı dîvâna götürüp, ihtiyâçlarımdan dolayı bana yardım etmeleri için verdim, İki-üç gün içinde işim görüldü. Arzu ettiğim şeye kavuşup rahatladım. Bu işimin hemen halledildiğini görenler hayret edip; “Biz senelerdir askeriz, bizim mühim işlerimiz daha hâlledilmedi, bu nasıl olur?” dediler. Bunun üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin tasarrufu ve bereketiyle olduğunu anlattım. Ona karşı sevgileri ve bağlılıkları iyice arttı.”
Yine bu zât şöyle anlatmıştır: “Babam bana vasıyyet etti ve dedi ki: “Vefât edince, cenâzemi İmâm-ı Rabbânî hazretlerine götürüp, beni de talebeleri arasına almasını iste. O öyle bir yolda ki, insanlar öldükten sonra da onun teveccühüne kavuşur” dedi. Babam vefât edince vasıyyeti üzerine cenâze namazının kılınması ve hâlini arzetmek için cenâzesini götürdüm. Durumu arzettim. Bunun üzerine; “Yarın meclisimizde hazır bulun” buyurdu. Ertesi gün gidip huzûruna oturdum. Bu sırada beni bir hâl kapladı. Kendimden geçip gaybet (kendimi kaybetme) hâline girdim. Bu hâlde iken bir de gördüm ki, babam da huzûrunda oturuyor. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ile arasında bir kişi vardı. Babam da zikrediyordu. Babamın bu hâlini görünce Rabbime şükrettim.”
Bu talebesi yine şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri Guwalyar kalesinde hapis iken, birgün vefât ettiği haberi yayıldı. Çok üzülüp ağladım ve Fâtiha okudum. Üzüntüyle ağlayıp gözyaşı dökmekte olduğum gece rü’yâmda İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüm. Yanında birkaç dervişle içeri girdi. Bana hitâb ederek; “Vefât ettiğime dâir yayılan haber yalandır!” buyurdu. Bunun üzerine hemen uyanıp kalktım, yayılan haberin yanlış olduğunu, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sıhhat ve afiyette olduğunu bildirdim.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden Mevlânâ Muhammed Emîn, birgün ona şöyle arzetti: “Nevâbşîr Hâce, asil ve şerefli bir aileye mensûp olup, babası ve dedeleri evliyâdan idi. Fakat Nevâbşîr Hâce çok içki içiyor ve haram olan işlerle meşgûl oluyor, bunun ıslâhı için bir teveccüh buyurunuz. Bu bir komutandır. Eğer tövbe etmek nasîb olursa onun sebebiyle askerlerden pekçok kimse de kurtulur, sâlih kimselerden olurlar.” Bunu arzedince İmâm-ı Rabbânî hazretleri sükût etti. Yine bir defa aynı şey arzedilince İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Ey Mevlânâ Muhammed! Nevâbşîr Hâce’nin hâline teveccüh ettim. Onu haramlar ve günahlar içinde gördüm. Onu bu kötü hâlden kurtarmak için çok teveccüh ettim, uğraştım. Elim ona ulaşmadı. Fakat sonunda onu kendimize çekeceğiz” buyurdu. Aradan uzun zaman geçti. Hakkında böyle buyurduğu o kimse, içki içmeyi ve işlediği diğer haramları terkedip tövbe etti. Bundan sonra ibâdet ve tâatla meşgûl oldu. Bu zât bir defasında Serhend şehrinden başka bir şehre gitmişti. Serhend’e dönüşünde hastalanıp vefât etti. Oğulları onu İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin türbesi yanında bir yere defnettiler. Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; “Sonunda biz onu yanımıza çekeceğiz” buyurmasının hikmeti anlaşıldı.”
Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri odasında yalnız otururken, talebelerinden Abdülmü’min hizmetinde bulunuyordu. Abdülmü’min’e; “Ne istiyorsan iste?” buyurdu. Abdülmü’min yeni müslüman olmuş ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerini tanıyıp hizmetinde bulunmakla şereflenmişti. Dedi ki: “Her ne kadar uğraşdımsa da annemle, birâderimin müslüman olmalarını sağlayamadım! Onların müslüman olmaları için teveccüh buyurmanızı arzu ediyorum.” Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Çok muhabbet, çabuk müslüman olmaya sebep olacak” buyurdu. Aradan üç gün geçti ki o talebesinin annesi ve kardeşi Serhend’e gelip müslüman olmakla şereflendiler.
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri bana şöyle anlattı: “Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri hastalanmıştı. Bu hastalığı sırasında yemek için onbir tane üzüm istedi. Hizmetçi üzümleri getirince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri murâkabeye daldı. Bir müddet sonra başını kaldırıp; “Çok garîb bir hâl gördüm.
Bu üzümleri önüme koydukları zaman, hepsinin Allahü telâlâya münâcaat ettiklerini, yalvardıklarını işittim. Allahü teâlâ üzümlerin münâcaatını kabûl etti ve hastalıktan kurtulmağı bunları yemeğe bağlı kıldı” buyurdu. Bu üzümlerden birkaç tane yeyince hastalığı tamamen geçti. Geri kalan üzümleri de sakladı. Bir müddet sonra küçük oğlu hastalandı. Bu hastalığa dayanamayacak bir hâl alınca o üzümleri yedirdiler ve onun da hastalığı iyileşti.”
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle nakleder: “Hâller sahibi Seyyid Rahmetullah’dan işittim. Şöyle anlattı: “Dekken melikinin emri üzerine, iki üç arkadaşla bir sahraya gittik. Orada bir puthâne gördüm. Birgün senin üstadından, “Bir müslümanın elinden bunu yıkma işi gelirse, bunu muhakkak yıksın, veya zarar versin. Bu işi yapmaktan kaçınmasın. Çünkü bunu yapan Allah yolunda, din için cihâd eden gaziler sevâbına kavuşur” diye duymuştum. Onların bu sözlerine güvenerek arkadaşlarıma bu sahrada, bu puthâneyi koruyan kimse görünmüyor, burayı yıkalım dedim. Duvarlardan biraz yıkmıştık ki, bu civarda tarlalarında çalışan Hindulardan biri, bizim puthâneyi yıkmakta olduğumuzu görmüş. Koşup, o puthânede tapınan köylülere haber vermiş. Aniden ne görelim! Bin kişiye yakın bir kalabalık, taşlarla, sopalarla, mızraklarla tam bir kızgınlıkla üzerimize doğru geliyorlar. Ben ve arkadaşlarım hayret ve korkudan ne yapacağımızı şaşırıp, olduğumuz yerde kaldık. Kaçmağa bile cesâret edemedik. Kalbimden Kelime-i şehâdet getirmeğe başladım. Bu hâlde iken, senin üstadının kalbine müteveccih oldum ve; “Ey din büyüğü! Sizin nasihatinize güvenip bu işi yapmağa koyulduk. Allahü teâlânın izniyle bizi bu alçak kâfirlerin elinden kurtar” dedim. Bu yalvarma ve iltica esnasında İmâm-ı Rabbânî’nin ( radıyallahü anh ) sesi kulağıma geldi. Ve dedi ki: “Hiç korkma! Şimdi senin için İslâm askeri gönderiyorum.” Ben arkadaşlarıma; “Bana bir hâl oldu. Hazret-i İmâm’ın sesini duydum, İmâm’ın söz verdiği askerler ne zaman gelecek, bunlar yaklaştı” dedim. Hindular çok yaklaşmışlardı ki, aniden otuz kırk kadar süvari göründü. Tam bir sür’atle geldiler, bir kısmını kamçıladılar ve bizi korudular. Hepsini sürüp götürdüler. Bu iş senin büyük üstadının tasarrufu ve kerâmeti ile oldu.
Kıymetli talebelerinden Seyyid Cemâl, sahrada arslanla karşılaştı. Kaçacak yer yoktu, İmâma sığınıp, imdâd diledi, İmâm, elinde baston ile göründü ve o kükremiş arslana şiddetle vurdu. Arslan kaçtı. Talebe kurtuldu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin makbûl talebelerinden biri, cüzzam hastalığına yakalandı. Dostları, onunla oturmaktan, bir arada durmaktan, onunla sofraya oturup yemek yemekten kaçınıyorlardı. Hattâ birgün, bir toplantıda, çok sevdiği arkadaşlarından biri onunla aynı kabdan yemek yemekten açıkça çekindi. Bu zât, bundan çok kırıldı ve üzüldü. Hazret-i İmâm’ın dergâhına sığınıp, Allahü teâlânın izniyle teveccüh ve yardım etmesi için yalvardı. Hazret-i İmâm, şefkat ve merhametlerinin çokluğundan, kederlendi ve o hastalığın kalkması için duâ etti. O hastalığı kendine çekti. Şöyle ki, bu hastalık o kimsenin bedeninden onun mübârek ayaklarına intikâl eyledi. Dostları bu kimsenin vücûdunda hastalıktan eser kalmadığını gördüler. Gerçi muhlislerin ihlâsı ve akidesi daha çok kuvvetlendi. Ama, bu hastalığın hazret-i İmâm’a geçmesinden, hepsi rahatsız, huzûrsuz olup, eleme gark oldular. Bu hastalık sebebi ile, oğullarının ve talebesinin sabırsızlığını, feryâdlarını, ağlamalarını ve korkularını görünce, kendilerinden de kaldırılması için bir daha duâ edip, yalvardı. Allahü teâlânın yardımı ile, kendilerinden de kalktı. Oğullarına ve dostlarına bunun müjdesini ulaştırdılar. O hastalığın bulunduğu a’zâlarını gösterip eser kalmadığını bildirdiler. Hepsi şükrettiler.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebeleri ile birlikte bir köye gitmek üzere yola çıkmışdı. Bir sahraya geldikleri sırada, hava çok sıcak ve tozlu idi. Talebeleri bunaltıcı havada susamışlar ve sıcaktan rahatsız olmuşlardı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözlerini semâya dikerek duâ edince, birkaç adım yürümeden bir parça bulut göründü ve hepsini gölgeledi. Toz kalkmayacak ve çamur olmayacak kadar yağmur yağdı. Yağmurun ardından havanın hararetini düşüren hafif bir rüzgâr esti.
Talebelerinden biri şöyle anlatır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri taleberiyle beraber bir yolculuğa çıkmıştı. Bir kervansarayda konakladıkları sırada, talebelerine aniden şöyle buyurdu: “Bu gün buraya bir belâ geleceğini ve herkese sirayet edeceğini görüyorum. Arkadaşlarımız birbirlerine söylesinler herkes; (Bismillâhillezî lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil-ardı velâ fissemâi ve hüvessemî’ul-alîm) ve Eûzü bi-kelimâtillâhittâmmâti min şerri mâ halak) duâlarını tekrar tekrar okusunlar. Çünkü, bu duâyı kim okursa, Allahü teâlânın inâyeti ile kendisi ve malı korunur.” Bunu söyledikten sonra iki saat geçmeden kervansarayın ba’zı kısımlarında yangın çıktı. Bir türlü söndüremediler ve birçok mal yanıp telef oldu. Bu arada İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden Mevlânâ Abdülmü’min Lâhorî’nin de malları yandı. Ona; “Sana hiç kimse okunması îcâbeden duâları söylemedi mi?” buyurdu. Arkadaşları ona bu duâların okunması gerektiğini söylemeyi unutmuşlardı.”
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Seyyidlerden bir genç, medresede talebe idi. Onunla arkadaşlık ederdik. Birgün ağlayarak yanıma geldi ve başından geçen bir hâdiseyi anlattı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyük bir kerâmetini görmüştü. Dedi ki: “Hazreti Ali’ye karşı savaşanları, hele Hazreti Muâviye’yi sevmezdim. Bir gece senin üstadın İmâm-ı Rabbânî’nin “Mektûbât”ını okuyordum. Okuduğum yerde; “İmâm-ı Enes bin Mâlik buyurdu ki: “Hazret-i Muâviye’yi, sevmemek onu kötülemek, hazret-i Ebû Bekr’i ve hazret-i Ömer’i sevmemek bunları kötülemek gibidir. Ona söğene, bunlara söğene verilen cezayı vermek lâzımdır” yazılı idi. Bunu okuyunca, canım sıkıldı ve yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış dedim. “Mektûbât’ı yere attım. Yatağıma uzandım. Uyudum. Rü’yâmda gördüm ki; senin o büyük üstadın öfkeli ve kızgın bir hâlde yanıma geldi. İki mübârek elleri ile kulaklarımı çekti ve; “Ey câhil çocuk! Sen bizim yazdığımızı beğenmiyorsun ve kitabımızı fırlatıp, yere atıyorsun. Benim yazımı okuyunca şaşaladın ve inanmadın. Ama gel, seni bir zâta götüreyim de gör! Resûlullahın ( aleyhisselâm ) eshâbını sevmediğin için, aldandığını ondan işit” buyurdu. Beni çekerek, bir bahçeye götürdü. Beni bahçenin kapısında bırakıp kendisi yalnızca ilerledi. Uzakta görünen büyük bir odaya doğru yürüdü. Orada nûr yüzlü, büyük bir zâtın oturmakta olduğunu gördüm. Çekinerek ve saygı ile o zâta selâm verdi. Önünde diz çöküp oturdu. Ona birşeyler söylüyor, beni gösteriyordu. Uzaktan bana bakışlarından benden bahsettiği anlaşılıyordu. Biraz sonra senin o yüksek üstadın İmâm-ı Rabbânî, kalktı. Beni çağırdı. “Bu oturan zât, hazret-i Ali ( radıyallahü anh )dir. İyi dinle! Bak ne buyuruyor” dedi. Yanlarına gidip, selâm verdim. “Sakın, sakın! Resûlullahın ( aleyhisselâm ) eshâbına karşı, kalbinde bir dargınlık bulundurma! O büyüklerden hiçbirini, hiç kötüleme. Aramızda muharebe şeklinde görünen işlerimizin, hangi iyi niyetlerle yapıldığını, biz ve o kardeşlerimiz biliriz!” dedi. Senin yüksek hocanın adını söyleyerek; “Bu zâtın yazılarına da sakın karşı gelme!” buyurdu. Bu nasihati dinledikten sonra, kalbimi yokladım. Bu husûsdaki tereddüdün ve soğukluğun, kalbimden çıkmadığını gördüm. Bu hâlimi hemen anladı. Öfkelendi. Senin yüksek hocana bakarak; “Bunun gönlü daha temizlenmedi. Suratına bir tokat indir!” dedi. Şeyh hazretleri, yüzüme kuvvetli bir tokat indirdi. Tokadı yiyince, kendi kendime dedim ki: “Bunu sevdiğim için onlara düşmanlık etmiştim. Hâlbuki kendisi onlara düşmanlığımdan bu kadar çok incinmektedir. Bu hâlden vazgeçmeliyim!” Kalbimi yokladım. Düşmanlık, kırgınlık kalmamış, tertemiz buldum. O anda uyandım. Şimdi de kalbim o kinden temizlenmiştir. O rü’yânın, o sözlerin tadı, beni başka hâle soktu. Kalbimde Allahtan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmadı. Senin yüksek hocan İmâm-ı Rabbânî’ye ve onun yazdıklarındaki ma’rifete inancım iyice arttı.” İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden mevki sahibi yüksek rütbeli bir subay, hazret-i İmâm’ın bir vezirin yanına gittiğini duyunca, üzüldü ve; “Dünyalık isteyenlerin huzûruna gitmek, onlara yakışmazdı” dedi. Bunu söylerken orada, hazret-i İmâm’ın muhlislerinden biri vardı. O subaya; “Elbette bir müslümanın işini görmek yahut hayırlı bir iş için gitmişlerdir, sizin bu i’tirâzınız hiç de iyi değildir” dedi. Öbürü susup, birşey söylemedi. O genç subay aynı gece rü’yâda gördü ki, gaybden bir grup insanlar geldi. Tamamen kızgın idiler. Büyük bir suç işlemiş gibi kendisini azarladılar. Birgün evvelki i’tirâzı ile işlemiş olduğu kabahati kendisine hatırlattılar. Sıkıca tutup dilini kesmek istediler. Çok yalvardı, özür diledi, sayısız tövbe ve istiğfar eyledi. Diğerleri de kabûl edip vaz geçtiler. Bundan sonra görünüşte ağır gelse de, hazret-i İmâm’ın hiçbir işine ve sözüne i’tirâz etmedi.
Muhammed Hâşim-i Keşmî nakleder “Vera’ ve faziletler sahibi, cenâb-ı Hakkın velî kulu, Hâce Abdülhak bu fakire şöyle anlattı: “Zamanımız âlimlerinden birinin meclisinde idim. Söz senin yüksek hocandan açılmıştı. O âlim, hazret-i İmâm’ı kötülemeğe başladı. Ben o âlime dedim ki: “Bu fakîr, bu azîzin sohbetinde bulundum. Aynı zamanda çok evliyâ da gördüm. Onlarda gördüğüm yüksek hâlleri, eşsiz ma’rifetleri ve dînimize bu derece bağlılığı, diğerlerinde göremedim. Biliyorum ki, bu büyükler Allah adamlarıdır.” O âlim, bir takım mes’eleler ortaya attı. Uzun müddet konuştuktan sonra, kendisine dedim ki “İşte Kur’ân-ı kerîm! Hadi, ikimiz de abdest tazeleyip, ikişer rek’at namaz kılalım. Tam bir niyet ve ihtiyâç ile Kur’ân-ı kerîmi açalım. Açtığımız sahifenin ilk kelâmını bu zâtın hâline işâret tutalım ve münâkaşaya böylece son verelim.” Sözümü kabûl etti. İkimiz de ikişer rek’at namaz kıldık. Kur’ân-ı kerîmi o âlim eline aldı. Tam bir arzu ve iştiyâkla sahifeyi açtı. Kur’ân-ı kerîmden açtığı sahifenin başında meâlen; “Öyle insanlar vardır ki, ticâret ve alış-veriş onlara Allahın zikrini (Allahı hatırlamağı) unutturmaz” (Nûr-37) buyurulan âyet-i kerîme çıktı. O âlim hayret etti ve söylediklerine pişman oldu. Ben de şükrettim. Onların bu kerâmetlerini gördüğüm için, onlara bağlılığım daha çok arttı.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin güvenilir bir talebesi ve oğulları şöyle anlatmışlardır Bir tüccâr İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin komşularından birinin malını çaldı. Mal sahibi ise, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin akrabasından bir genci hırsızlıkla itham etti. O genç, hakaret ve dayak korkusundan kaçıp gitti. Serhend nöbetçisi bunu duyunca hazret-i İmâm’ı çağırdı, işinde gevşeklik gösterenin yanına gitmek îcâbetmediğini bildikleri hâlde, İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebelerinden birisi ile, yaya olarak oraya gitti. O edepsiz nöbetçi onların şânına yakışmayan çok alçak sözler söyledi Hazret-i İmâm ise gayet yumuşak cevaplar verdi. Bu esnada Mevlânâ Tâhir Bedahşî geldi. O kızgın nöbetçiye; “Kimi ayağına çağırdığım biliyor musun? Allahü teâlânın dostlarına kötü davrananlar elbette kısa zamanda cezasını görür” dedi. Nöbetçi onları bıraktı. Aradan birgün geçmeden bu edebsiz nöbetçi, semtinde bulunan büyük bir kalabalıkla münâkaşa etti. İş kavgaya döküldü. O nöbetçi, oğullarından ve akrabasından yirmi kadar insanla kalabalığa karşı koymak istedi ve evin damına çıktı. O evde de harb için saklanan patlayıcı maddeler vardı. Oraya aniden bir ateş düştü ve büyük bir patlama oldu. O nöbetçi, bütün oğlu ve akrabası ile havaya uçtu. Cesedleri bile görülmedi. Böylece Allah dostlarına kötü söz söylemenin cezasını canıyla ödedi. Beyt:
Yalnız kendine değil, edebsizin zarârı,
Onun ateşi sarar, hattâ bütün âfâkı.
Zamanın sultânı, haksızlık yapan kumandanlardan birinin oğlunu, tam bir kızgınlıkla Lâhor’a çağırdı. Sultânın kızgınlığının çokluğunu görenler, gelir gelmez, onu fillerin ayakları altına attırıp ezdirecek diye düşündüler. Kumandanın oğlu da böyle düşünmüştü ve çok korkmuştu. Serhend şehrine gelince, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini o zamana kadar görmediği hâlde, ona inanması ve ma’nevî bağlılığı sebebi ile, huzûrlarına gelip kendisini koruması için yalvardı. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona; “Hiç korkma! Allahın izni ile sana hiçbir kötülük ve eziyet yapılmayacak, hattâ sultan sana lütfedip muhabbet ve hürmet gösterecek” buyurdu. Eleminin ve ızdırâbının çokluğundan onlara; “Size bağlı olan bu muhlisiniz hakkında buyurduklarınızı, kalem ile bir kâğıda yazsanız ve o yazıyı bu garîbe verseniz, hiç sıkıntım kalmazdı efendim” diye arzetti. Bu husûstaki ısrârının fazlalığı üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretleri tebessüm edip şöyle yazdı: “Filân kimse, sultânın gadabından, kızgınlığından kurtulmak için bu fakire sığındı. Bu fakîr onu himâye kanatlarımın altına aldım. Helak olmaktan kurtuldu.” Bu kâğıdı alıp huzûrundan ayrıldı. Epey bir zaman sonra, birisi haber getirip; bu şahsa sultânın eziyet ettiğini zindana attığını söyledi. Bu haber İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kulağına gidince, tebessüm etti ve: “Sabah güneşi kadar açık olarak görüyorum ki, o şahıs sultandan şefkat ve inâyet görmektir. Söylenenler doğru değildir” buyurdu. İki üç gün sonra haber geldi ki, bu şahıs sultânın huzûruna çıkınca, sultan kendisini gülerek karşıladı ve birkaç nasihat edip, sonra iltifât göstererek ona hil’at verdi.
Sultan-zâdelerin birini, zamanın pâdişâhı zindana attırdı. Pâdişâh onun öldürülmesini istiyordu. O zavallı her tarafa baş vurdu. Evliyâdan da yardım istedi. O sırada İmâm-ı Rabbânî hazretleri Akra’ya gelmişlerdi. Zindanda üzgün bir hâlde bulunan bu zât, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski talebelerinden biri vâsıtası ile kendisinin kurtulması için, husûsî teveccüh ve duâ etmesini rica etti. Bu talebe gelip tam bir yalvarma ve ısrar ile, o zâtın isteğini arzetti. Hazret-i İmâm o gece teveccüh eyledi. Sabahleyin buyurdu ki: “Ona müjde ulaştır ki, ölümden kurtuldu. En kısa zamanda hapisten de çıkacak.” O talebe sevinçle bu haberi ona götürdü. Fakat Sultan-zâde, ızdırâbının ve eleminin çokluğundan bu habere tamamen inanamadı. Allahü teâlânın velî kullarından olan başka bir zâtdan da kurtulması için teveccüh etmesini, bir haberci ile rica etti. O velî de; “Üzülmesin! Gördüm ki; Nakşibendî büyüklerinden birinin çengeli geldi. Onun balığını, helak girdabından çıkardı” dedi. Sultan-zâde o günlerde hapisten çıktı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden oldu. Bu işe vâsıta olan o zât anlatır: “Hazret-i İmâm onun kurtulacağını buyurduğu zaman; “Gününü söylemeyince, gönlü rahat etmiyor” dedim. Buyurdular ki: “Yarın çıkacak.” Söyledikleri gibi oldu, ertesi gün hapishâneden kurtuldu.”
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Annesi tarafından Sultan-zâdelerden olan, bu yüksek yolumuzun üstâdlarından birinin oğlu, kulunç hastalığına yakalandı. Günlerce devam etti. Doktorlara baş vurdu. Bir fâide göremedi. Çok eziyetler çekti. Çok üzüldü. Ne yapacağını, kime baş vuracağını bilemiyor, gece gündüz gözüne uyku girmiyordu. Bu hakîrin tanıdıklarından olan yakınlarından birini, bu fakire gönderip; “Yolumuzun azîzlerinin büyüklerinden yüksek üstadınıza, iyi bir zamanda, bu belânın kaldırılması için teveccüh etmelerini arzederseniz, biz ve büyüklerimizin rûhları sizden memnun olur” diye söyledi.
Bu haberi getiren fakir ikindiden sonra geldi. O gece yatsı namazından sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini odalarında yalnız bulup, hastanın durumunu anlatıp kendilerinden teveccüh istediğini arzettim. “İnşâallah elimizden geleni yaparız” buyurdu. Sabah namazının farzını kıldıktan sonra, bizzat kendisi bu fakiri çağırdı. Kulağıma yaklaşıp; “Teheccüd namazından sonra, akşam sizin söylediğiniz hastalığın kalkması için duâ ettim. Allahü teâlânın yardımı ile o belâ kalktı. Hemen git. Duâmızı o ümitsize ulaştır” buyurdu. Bu fakir emirlerine uyarak, o şahsın yanına gittim. Beni görür görmez, yerinden fırladı, boynuma sarıldı ve gözlerinden yaşlar akmağa başladı. Hâlbuki, ben daha bir kelime konuşmamış idim. Dedi ki: “Seni ne için gönderdiklerini anladım. Biraz önce, burada olanlara; “Gecenin bitmesine birkaç saat kalmışdı ki; bu hastalık benden tamamen kalktı. Sanki hiç hasta olmamış gibi bir hâle geldim” demiştim. Yakînen anladım ki, ricamı onlara arzetmişsiniz. Onlar da bu anda teheccüd namazına kalkmışlar, bu hastalığın kalkmasına duâ ve teveccüh eylemişlerdir. Duâları kabûl edildi. Şimdi müjdesini bana gönderirler diye düşünüyordum.” Ben de; “İşin doğrusu tamamen anladığınız, düşündüğünüz gibidir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri beni bu müjdeyi size ulaştırmak için gönderdiler. Elhamdülillah ki, yüksek yaratılışınız ve bağlılığınız sebebi ile yazıya ve habere lüzum göstermediniz” dedim. Bu hâdiseyi gördükten sonra şeyh-zâde, sultan evlâdından olduğu hâlde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gelip, tövbe ve inâbetle, talebe olma saadetine kavuştu. Muhlislerinden ve sevdiklerinden oldu. Öyle ki, hocasına gelirken dâima yaya olarak huzûruna gelir, bu memlekette, bu zamanda, böyle büyük bir zâtın bulunduğuna dâima şükrederdi.”
Hâce Divâne Sûreti’nin talebesi olan Mevlânâ Muhammed Emîn ağır bir hastalığa tutulmuştu. Bu hastalığı epey bir zaman devam etti. Doktorların tedâvisinden bir fâide görmedi. Hazret-i İmâm’ın büyüklüğünü duyunca, tam bir yalvarma ile mektûp yazıp, şifâ ve deva olan duâlarını istirhâm edip, teberrüken bir elbise göndermelerini de yalvararak istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri onun arzusu üzerine merhamet edip, bir mektûbu ve teberrüken bir gömleklerini gönderdi.
Mektûp şöyledir:
“Kıymetli oğlum! Kendi üzerinize şefkatli bir anne gibi titremeniz ne zamana kadar sürecek? Kendiniz için üzülmeniz, dertlenmeniz, ne kadar devam edecek! Kendini ve herkesi ölü olarak düşünmek, hissiz ve hareketsiz şeyler gibi bilmek lâzımdır. “Elbette sen öleceksin, o kâfirler de ölecekler…” (Zümer-30) âyet-i kerîmedir. Bu birkaç günlük dünyâ hayâtında, çok zikr ederek, kalb hastalığından kurtulmak en mühim iştir. Bu kısa zamanda ma’nevî hastalıkların ilâcı, Allahü teâlâyı hatırlamaktır. Maksadların en büyüğü olan kalb, Allahtan başkasına tutulursa, ondan ne hayır gelir. Âhırette kalb selâmeti isterler. Rûhun, Allahtan başka şeylerden kurtulmasını ararlar. Bizim gibi dar düşünceliler, dâima kalb ve rûhumuzu başka şeylere bağlamak için sebepler aramağı düşünürüz. Heyhat’ Heyhat! Ne yapalım. Âyet-i kerîmede meâlen; “Allah onlara zulm etmez, onlar kendilerine zulm ederler” (Âl-i İmrân-117) buyuruldu. Zâhiren olan hastalığınızdan merak etmeyiniz, inşâallah sıhhate kavuşup tamâmiyle iyi olacaksınız. Bu fakirden elbise istemiştiniz. Bir gömlek gönderdim. Giyiniz ve çok bereketli olan netice ve semerelerini bekleyiniz. Allah yolunda gidenlere selâmlar olsun. Beyt:
“Efsâne gibi okuyanlara efsânedir
Kıymetini bilene, behâsız hazînedir.”
Mevlânâ Muhammed Emîn, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin gönderdiği gömleği giydi. Onun duâsı bereketiyle senelerce devam eden o hastalıktan kurtuldu. Gelip talebelerinden oldu.
Talebelerinden fazilet sahibi bir zât şöyle anlatmıştır: “Benim İmâm-ı Rabbânî hazretlerine talebe olmamın sebebi şudur: Çok sevdiğim bir akrabam vardı. Ağır hastalığa tutuldu. Çok doktorlara gitti, ilâç kullandı. Fakat bir fâide görmedi. Bir kimseden, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ismini ve büyüklüğünü duydum. Huzûruna gidip, teveccühlerini istirhâm ettim. Fâtiha okudu ve husûsî odasına gitti. Biraz sonra çıkıp; “Hastası için bizden şifâ isteyen ilim talebesi nerededir” deyip, beni çağırdı. Hemen huzûruna gittim. “Gelin, af ve mağfiret olunması için Fâtiha okuyalım!” dedi. Sonra ben şaşkın ve üzgün olarak, Serhend’den birkaç kilometre uzakta bulunan köyüme döndüm. Yolda, kendi kendime dedim ki: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Fâtiha okuyalım buyurarak, Fâtiha okumasından bu akrabamın vefât ettiği anlaşılıyor. Eğer böyle ise, bu çok büyük bir hârikadır. Muhakkak gelip, talebesi olmalıyım.” Eve geldiğim zaman gördüm ki, akrabam vefât etmiş, yıkamış ve gömmüşlerdi. Hesâb ettim. Tam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin beni çağırıp; “Af ve mağfireti için Fâtiha okuyalım” buyurduğu sırada vefât etmişti. Ben bu sebeple, o büyük İmâm’ın talebelerinden oldum.”
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin makbûl talebelerinden olan, yüksek yaradılışlı bir azîzden işittim, şöyle buyurdu. “Mühim bir iş için Lahor şehrinden, Burhânpûr şehrine gitmiştim. Serhend’e gelip, hazret-i İmâm’ın ellerini öpmekle şereflendiğim zaman hastalandım. Gideyim mi, kalayım mı diye tereddüt ediyorum, İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Çok mühim bir işin var, muhakkak gitmelisin, inşâallah hayırlısı olur” buyurdu. Emîrlerine uyarak yola çıktım. Henüz iki üç konak gitmiştim ki, hastalığım arttı. Bir gece böyle devam etti. Bu hastalığın şiddetli zamanında kendi kendime; “Onlar bana; “Gidin bunda hayır vardır” buyurdu dedim.” Hâlbuki hastalığım çok arttı. Bu düşünceden sonra bu hastalığın ateşi ve sıkıntısı esnasında, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini rü’yâda gördüm. “Hiç üzülme, şifâ bulacaksın yola devam et” buyurdu. Sabah olunca, o hastalıktan hiçbir eser kalmadığını gördüm. Delhi’ye gelince, orada bir dostum bana Hâre (bir şehir) helvası ikram etti. Bunu yiyince, o hastalık daha şiddetli olarak tekrar bana geldi. Yatağa düştüm ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerem ve teveccühüne kavuşmak için yalvarmağa başladım, İki gün geçmeden, hazret-i İmâm’ın huzûrunda bulunan, eski ve samîmi dostlarımdan biri, aniden kapıdan içeri girdi. “Hayırdır, inşâallah” dedim. Dedi ki: “Beni İmâm-ı Rabbânî hazretleri gönderdi. “Git, filân dostunun yanında bulun, şimdi ağır hastadır, senin gibi işten, hâlden anlayana çok ihtiyâcı olup, beraber bulunursunuz” buyurdu. “Senin yanına gelmek üzere yola çıkacağım sırada bir torba şifalı ot isteyip sana getirmem için bana verdi. İşte getirdim.” Ben dedim ki: “Bu otları İmâm-ı Rabbânî hazretleri benim hastalığımın iyileşmesi için ilâç olarak göndermiştir. Bu otları ezip, suyunu içmeliyim.” Doktorlar; “Sıtmanın şiddetli zamanında, tatlı ve soğuk yenmez, içilmez” deyip, beni bu işten men etmek istediler. Ben onlara; İmâm-ı Rabbânî hazretleri bunları benim için gönderdi içeceğim” dedim, ister istemez o otları ezip şerbet yaptılar, içer içmez, hastalığımın yarısının geçtiğini anladım. Ertesi gün kalan otların da suyunu çıkarıp içtim. O hastalık ve sıtma tamamen geçti. Orada bulunanlar, bu hâdise üzerine hayretler içerisinde kaldılar ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bağlılıkları kuvvetlendi.” Dekken memleketinde bulunan bir zât vardı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini henüz görmemişti. Fakat uzaktan tanımış ve sohbetine kavuşmayı çok arzu ediyordu. Arzusunun çokluğundan; “Uzakta kalan ve o ni’metlerden mahrûm olan bu garîbe imdâd ediniz” şeklinde bir mektûp yazdı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu mektûbu okuyup ona cevap olarak yazdığı mektûpda şöyle buyurdu:
“Mektûbunuzu okurken, o diyardaki nûrâniyetinizin fazlalığını gördüm ve ümidim arttı. Bunun için Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun.” O zât bu müjdelerle dolu mektûbun gelişinden bir sene sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbeti ile şereflendi. Bir müddet o kapıda hizmet etti ve çok iyi muâmele gördü. Sonra tekrar, Dekken’e gitti. Dekken’e döndükten sonra İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin müjdesi zâhir oldu. Binlerce tâlib onun yardımı ile Ahrâriyye yoluna girdi. Bir çokları, hâl ve zevklere kavuştu. Birçok fâsık tövbe edip, doğru yola girdi. Onun bu hâlini, İmâm-ı Rabbânî hazretleri daha önceden görmüş ve haber vermişdi. Mısra’:
“Kalbler, uzağı gören gözüne, esîr olsun.”
Dekken’de emrinde binlerce insan olan, bir vâli vardı. Bu vâli sâlihleri, âlimleri, ârifleri severdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine de çok bağlılığı ve muhabbeti vardı. Aniden eyâlet başkanlığından azledildi. Zamanın sultânı, onun ve çocuklarının hakkında gayet kötü düşünüyor, hattâ öldürmek bile istiyordu. O vâlinin tanıdıklarından olan, Mir Muhammed Nu’mân onun hâlini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bir mektûp yazarak arzetti. Husûsî yardımlarını istirhâm edip, tekrar aynı makama gelmesini ve sultan tarafından gelecek belâlardan muhafaza edilmesi için duâ istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri mektûbuna şöyle cevap yazdı: “Mektûbunuzu okurken o hân (vâli) gözümde, pek yüksek göründü. Onun hakkında hiç merak etmeyiniz.” Bu mektûp, Mir Muhammed Nu’mân’a ulaşınca, mektûbu vâliye gönderdi. O da buna çok sevindi şükretti ve dedi ki: “Sultânın, yoktan yere beni bu kadar fenâ tanıması ve beni bu hâle düşürmesi bana çok ağır geliyor. Hasedçiler, sultâna benim hakkımda çok yalanlar söylemişler ve yazmışlar. Bununla beraber büyük velîlerin, eşsiz âriflerin teveccühlerine tamamen inanıyorum ve güveniyorum.” Bu mektûbun yazılmasından on-oniki gün sonra, sultan yaptığına pişman oldu. Tekrar merhamet ve şefkat edip, o eyâlet ve memleketi vâlinin emrine verdi. Eskisinden daha çok ihsân ve iltifât eyledi.
İnsanları doğru yola getirmek için çok çalışan bir âlim, muhabbet ve tam bir aşk ile, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dergâhına koştu. Huzûruna gelince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri yeni gelenlere, bilhassa şeyhlere ve âlimlere karşı gösterdiği neş’eyi, tevâzu ve muhabbeti bu kişiye göstermedi. Ba’zı üstün talebeleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerine; “Bu zât, meşhûr âlimlerdendir” diye arzedip; “Tam bir ihlâs ile, çok uzaktan huzûrunuza geldi. Ona, merhamet buyurun” dediler. Buyurdu ki: “Evet, öyle düşünüyorduk. Fakat, alnında açık bir yazı ile “münkir” kelimesinin yazılı olduğunu görüyorum. Ne yapalım!” Talebeleri bundan dolayı şaşırdılar. Bir müddet onların yanında kaldı. Zamanla İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin keşf ve firâsetlerinin tamamen doğru olduğu anlaşıldı. Çünkü Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “Mü’minin firâsetinden korkunuz, çünkü o Allahın nûru ile bakar” buyurmaktadır.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden azîz bir zât şöyle anlatmıştır: “Daha hocamın huzûru ile şereflenmemiştim. Bir mektûp gönderip; “Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) eshâbının bir sohbetle, eshâbdan olmayan, en büyük evliyâdan daha üstün olmalarının sebebi nedir? Yoksa bir sohbette evliyâda hâsıl olan bütün hâllerden daha üstün bir hâl mi elde ediyorlardı” diye sordum, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bunun cevâbında; “Bu suâlinizin cevâbı sohbete, hizmete ya’nî beraber bulunmaya ve görüşmeye bağlıdır” diye yazdılar. Bundan sonra İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrları, hizmetleri ve sohbetleri ile şereflendim. Daha ilk sohbette öyle hâllere kavuştum ki, açıklamaya ve beyâna sığmaz. Aynı gün İmâm-ı Rabbânî hazretleri beni çağırıp: “Bu gün senin mektûbuna cevap verdim, senin hâllerin başka şekil aldı. Anladın mı? Yoksa anlamadın mı?” buyurdu. Ayaklarına kapandım. O esrâr ve firâset nûrlarının bahçesindeki servinin ayaklarının toprağına, kalb gözlerimden gizli nehirler akıttım.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebeleri şöyle anlatmıştır: “Gönül sahibi bir seyyid, birgün İmâm-ı Rabbânî’nin huzûrlarına geldi. Seyyidi, öyle bir hâl kaplamıştı ki, yanında oturan onun kalbinin; “Allah! Allah!” dediğini duyardı. Hele uyuduğu zaman kalbinin bu zikri iki kat fazla duyulurdu. Zamanın meşâyıhından, kemâle ve olgunluğa gelmeden icâzet almıştı. Bu icâzetin hakkıyla verilmemiş olduğu anlaşıldı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden de izin ve icâzet almak istiyordu. Onun kalbinin zikretmesi ve isteği üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Mübârek bir zât olduğu anlaşılıyor. Ama bu hadde varan kalb zikrinin istilâsından ve hakkıyla verilmemiş olan o icâzetlerden dolayı olan düşünceleri, onun ilerleme yolunu kesiyor. Ona yapılacak ilâç, bu hâllerini yok etmektir.” iki gün geçmeden, o kalbe âid zikr kendisinden öyle alındı ki, her ne kadar kendini zorlasa bile zikr edemedi. Şaştı kaldı. Ağlamağa, inlemeğe, feryâd etmeğe başlayıp, çok göz yaşları döktü. İmâm-ı Rabbânî hazretleri birkaç gün içinde, teveccühü ile onu eritti ve onun gurûrunu kökünden kazıdı. Sonra onu çağırıp, tasavvufda gizli hâller ile süsledi, hâllendirdi ve buyurdu ki: “Kalb hâlleri, kalbe âid ve kökleşmiş olmalıdır.” İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin makbûl ve keşf sahibi küçük kardeşleri ve kıymetli talebesi Şeyh Muhammed Mes’ûd, geçim için ihtiyâcını gidermek maksadıyla, Kandehâr şehrine ticârete gitmişti. O günlerde İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir sabah huzûrlarında bulunan hizmetçilerine şöyle buyurdu: “Ne garîb iştir. Kardeşim Muhammed Mes’ûd’un nerede olduğunu öğrenmek için teveccüh eyledim. Keşf gözü ile her ne kadar aradıysam, hiçbir yerde bulamadım. Bundan sonra daha dikkatli teveccüh eyledim, ölmüş ve henüz gömülmüş olan yeni mezarını gördüm.” Dinleyenler hayretler içerisinde kaldılar. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bunu söylemesinden bir müddet sonra, kardeşinin beraber gittiği arkadaşları geldiler ve onun Kandehâr’da vefât ettiğini söylediler.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir defasında Ecmîr şehrine gitmişti. Bu sırada mübârek Ramazan ayı gelmişti. Âdeti üzere teravih namazlarında, Kur’ân-ı kerîmi hatm etmeğe başladı. Birinci gece yağmur yağdığı için küçük bir mescidde namazı kıldılar. Çok sıkışık oldu. Ba’zı kimselerden onlara sıkıntı ve eziyet geldi. Namazı bitirdikten sonra, buyurdu ki: “İnşâallah hatmlerimizi bitiririz. Eğer Allahü teâlânın ihsânı ile geceleri yağmur yağmayıp, mescidin avlusunda teravih namazı kılarsak ne büyük bir ni’met olur.” Muhammed Hâşim-i Keşmî bundan sonrasını şöyle anlatmıştır: “Bu fakir, bir arkadaşıma; “Ne söylediklerini duydun mu? Ramazanın sonuna kadar bir daha yağmur görmeyeceğiz, inşâallah” dedim. Dördüncü hatmi bitirdikleri Ramazân-ı şerîfin yirmiyedinci gecesine kadar, gece yağmur yağmadı. Bu da onların büyük bir kerâmeti idi.”
Yine Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Teravih namazı kıldığımız o mescidin, bir duvarı sağlam yapılmamıştı ve bir tarafa doğru eğilmişti. O kadar ki, mescide gelenlerin çoğu ve etrâfında bulunanlar oradan geçerken, bugün yarın bu duvar yıkılacak derlerdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri birgün bu düşüncelerine temasla buyurdu ki: “Bu duvar, bu fakirler burada kaldığı müddetçe, bize riâyet edip her hâlde yıkılmayacak. Nitekim büyükler; “Bizim şakamız ciddîdir” buyurmuşlardır. Buyurdukları gibi duvar, İmâm-ı Rabbânî hazretleri oradan ayrılıncaya kadar yıkılmadı. Oradan ayrıldığımız gün, ben, herkes gittikten sonra bir bahâne ile bir saat kadar o mescidin yanında kaldım. Duvarın yıkılmasını ta’kib ediyordum, İmâm-ı Rabbânî hazretleri mescid görünmez oluncaya kadar uzaklaşınca duvar birdenbire yıkılıverdi.”
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri Lahor şehrine gittikleri zaman bir gece, yatsı namazını kıldıktan sonra eski bir binanın yanında durup; “Sakın kimse bu binanın yanında bulunmasın!” dedi. O gece yağmur yağacak ve fırtına esecek bir durum gözükmüyordu. Tecrübeli bir şahıs bana; “Diğer eski binalar bundan kurtulacak da, bu binanın kabahati nedir ki, yıkılacak” dedi. Gecenin üçte ikisi geçtikten sonra, o bina aniden yıkıldı. Bu binada bir kadın yatıyordu. Ev onun başına çöktü. Yakın olan birisinin ayağına da bir tuğla düştü. Kadını görenler ezildi ve öldü zannederlerdi. Hazret-i İmâm; “Biz bu gece burada kimse kalmasın demedik mi?” buyurdular. O kadını oradan çıkardıkları zaman, üzerinde bir yara ve incinme görülmedi, bir zarar görmemişti.”
O zamanın sultânının üçüncü oğlu, diğer kardeşlerinden çok daha olgun ve aralarında seçkin bir durumda idi. Babasına isyan etmişti. Bir taraftan babası, bir taraftan da bu oğlu, kuvvetli ordularla birbirlerine hücum ettiler. Şiddetli bir harb başladı. Babasının tarafında bulunup, en mühim işleri deruhte eden büyük bir kumandan, bu harb sırasında sultânın oğlunun tarafına geçti. Diğer kumandanlar da bu düşüncede idiler. Bu şehzâde, velîlerin ve âlimlerin sevgisini kazanmıştı. İslâmiyetin yayılmasına gayret ve müslümanları himâye ediyordu. Zamanın evliyâsının büyüklerinden bir kısmı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine mektûp yazıp; “Delhi’de bulunan velîler ve büyükler keşf ve vâkı’alarla galibiyetin ve nusretin şehzâde tarafında olduğunu görüyorlar. Hazretiniz bu husûsda ne buyururlar” dediler: İmâm-ı Rabbânî hazretleri cevâbında; “Harb meydanındaki vaziyetin bunun aksi olduğunu anlıyorum, fakat sonunda şehzâdenin kazanacağını tamamen görüyorum” buyurdu. Buyurdukları gibi oldu. Bir müddet kadar diğerleri devleti idâre edip, sonra Allahü teâlâ kardeşler arasında sultanlığı ona (Şah Cihan bin Cihângir’e) nasîb etti. Babasının vekîli olarak onun makamına geçti. Allahü teâlâ, bu sultâna Hindistan’ı adâlet ve ihsânla dolduran bir padişahlık nasîb eyledi. Bu pâdişâh sayesinde memleket başka nizâma girdi. Ârifler ve âlimler bambaşka hürmet gördüler. Dîne üstün hizmetler yapıldı.
[/toggle][toggle title=”Vefatı” load=”hide”]İmâm-ı Rabbânî hazretleri 1024 (m. 1615) senesinde, elliüç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine; “Benim ömrüm ve hayâtım hakkındaki kazâ-yı mübremin altmışüç sene olduğunu ilham ile bana bildirdiler” buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) tâbi olmasının çokluğu, yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı zamanda bu husûsta Hazreti Ebû Bekr’e, Hazreti Ömer’e ve Hazreti Ali’ye de uymuş oluyordu.
1032 (m. 1623) senesinde Ecmîr’de iken; “Vefât etmemin yakın olduğuna dâir işâretler, alâmetler görülmeğe başladı” buyurdu. Serhend’de bulunan kıymetli oğullarına mektûp yazıp; “Ömrümüzün sona ermesi yakındır” buyurdu. Babalarının hasreti ve ayrılığı ile yanan, evliyânın gözlerinin nûru kıymetli oğulları, bu mektûbu alınca, babalarının bulunduğu yere hareket ettiler. Huzûruna kavuşunca, birgün, bu yüksek oğullarını husûsi odaya çağırdı. Buyurdu ki: “Kıymetli oğullarım, bu dünyâya hiçbir şekilde nazarım ve bağlılığım kalmadı, öbür dünyâya gitmek îcâb ediyor, gitme ve yolculuk alâmetleri görünmeğe başladı.” Muhammed Hâşim-i Keşmî demiştir ki: “Oğulları odadan çıkınca, kalblerindeki sıkıntıyı ve ölçülemeyen üzüntüyü, bu fakîr gördüm. Her birinin ağlamaktan boğazı tıkanıyordu. Böyle olduklarını görünce, kendilerine ne için bu kadar ağladıklarını sordum. Babaları İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, vefâtının yakın olduğunu açıklaması üzerine ağladıklarını öğrendim. Fakat İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu haberden oğullarının çok üzgün olduğunu, kalblerindeki sıkıntı ve darlığı görünce, aynı zamanda kendisine daha bir yıldan çok yaşayacakları bildirilince, tekrar oğullarını çağırdılar ve: “Bir takım işleri tamamlamak için daha bir müddet yaşayacağımızı bildirdiler” buyurdu. Bu müjdeden, bu iki mes’ud kardeş çok sevindiler, mesrûr oldular. Bundan sonra bu hâdiseyi bana anlattılar. Bununla beraber, bu fakirin gözyaşlarının aktığı rahneleri (çukurları) açmış oldular. Fakat, bu müjdelerinden, kıymetli oğulları ve bu kalbi yaralı âşık, uzun yıllar yaşayacaklarını ümid ettik.”
Gaybî habercilerden biri de şudur “İmâm-ı Rabbânî hazretleri o günlerde, Hâce Mu’înüddîn Ceşti hazretlerinin mezârını ziyârete gitti. Bir müddet o evliyânın kalblerine murâkabe ederek oturdu. Kalkınca, buyurdu ki: “Hazret-i Hâce çok iltifât edip, çok şefkat gösterdiler. Kendi husûsî bereketlerinden ziyâfetler verdiler. Konuştuk ve çok sırlar açıklandı. Konuşulanlardan biri şudur: Buyurdu ki: “Bu asker arasında bulunmaktan kurtulmağa çalışmayınız. Kendinizi Allahü teâlânın rızâsına bırakınız.” Bu arada o mezarda hizmet gören türbedârlar gelip, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin elini öpmekle şereflendiler.
Mu’înüddîn Ceşti hazretlerinin kabrinin örtüsünü her sene değiştirip eskisini evliyânın büyüklerinden birine gönderirlerdi. Yâhud da zamanın pâdişâhına verirler, o da kıymetli inci ve mücevherat gibi, bir sandıkta, teberrüken saklardı. O gün, o mezârın örtüsünü değiştirdiler ve eskisini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna getirip, buna en çok lâyık olan sizsiniz diyerek takdim ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri tam bir edeble kabûl etti. Örtüyü hizmetçilerine verip, kalbden soğuk bir ah çekdi ve; “Hazret-i Hâce’ye bundan daha yakın bir libâs, bir örtü yoktur. Bunu, bana kefen etmek için saklayın” buyurdu.
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “O günlerde bir gece, teheccüd vaktinde bu fakir, husûsî odalarının yanına geldim. Kapılarının eşiğinin dibinde başımı dizlerimin üzerine koyarak, tefekkür etmeğe başladım. Aniden o odadan ağlamakla karışık acıklı, hüzünlü bir ses işittim. Kulağımı kapıya dayadım ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin içli olarak bir beyt okuduklarını ve Hakkı gören gözlerinden ihtiyâç ve muhabbet gözyaşları döktüklerini anladım. O beyt şu idi:
“İki günlük hayatla Câmî gamına doymadı,
Âh ne güzel olurdu, şu ömrüm uzun olsaydı.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri Ecmîr seferinden Serhend’e dönünce, artık evinde inzivâya çekildi. Bir müddet, beş vakit namaz ve Cum’a namazı hâriç, evden dışarı çıkmadı. Nûr ve esrâr menba’ı olan husûsî odasına; Muhammed Hâşim-i Keşmî’den, yüksek oğullarından, talebelerinden ve hizmetçilerinden iki üç kişi hâriç, başkalarının girmesi çok nâdir oluyordu. Bu halveti seçtiği günlerden birgün, soğuk bir nefes çekip; “Şeyhülislâm’ın (Ebû Ali Dekkâk’ın) meşrebi çok yükselince, meclisinde insan kalmadı” sözünü söyledi. Burada olduğu gibi, ömrünün sonuna doğru, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin meşrebi de o kadar yüksek oldu ki, talebelerinin en yüksekleri bile onun yanında mektebe yeni başlayan küçük çocuklar gibi kalıyorlardı.
O günlerde dostlarına yazdığı mektûplarda ekseriya istiğfar ve Kelime-i tevhîd’in çok okunmasını yazardı. Hattâ ba’zı mektûplarında; “Ömrümüzün sonu yaklaştı, bakalım ne olur?” diye açıkça yazdı. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Bu esnada, Dekken idâresinde karışıklıklar ve hercû merçler sebebiyle hatırıma, gidip çocuklarımı alıp, yüksek huzûrlarına getirip, Serhende, yerleşeyim diye geldi. Bu arzumu İmâm-ı Rabbânî hazretlerine arzettim. Nihâyet yüzlerce hasret ve gamla izin verdi. Gitmek için izin verdiği zaman, kendilerine; “Duâ buyurunuz da, bir an evvel dönüp Hakka kulluk edenlerin sığınağı olan kapınızla şerefleneyim” diye arzettim. Bir âh çekip; “Duâ edelim de, âhırette, hep beraber bir yerde olalım” buyurdu. Bu canları yakan son sözleri aklımı başımdan aldı. Fakat, bu talihsizin nasîbi mahrûmluk olunca, kazaya karşı gelemeyip, ister istemez, gözlerimden kanlı yaşlar akıta akıta, hasret ve gurbet şiirleri dize dize hazırlığa başladım ve ayrıldım.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri vefât etmeden altı ay önce, Şa’bân ayının onbeşinci gecesi olan “Berât kandili” gecesini, kendi husûsî odasında ihyâ eyledi. O gece yarısı, kıymetli hanımının bulunduğu odaya geldi. Hanımı dedi ki: “Bu gece ecellerin ve amellerin takdîr edildiği gecedir. Kimbilir Allahü teâlâ kimin defterine ölecek ve kimin defterine yaşayacak! diye kaydetti.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu sözü duyunca; “Niçin tereddüt ve şüphe ile söylüyorsun? Ya isminin, dünyâda yaşayacaklar sahifesinden silindiğini görenin hâli nice olur?” buyurdu. Bunu söyleyince, esrâr yatağı olan kalbinden bir âh çekti. Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretleri, o sene vefât edeceğine kerâmetiyle işâret buyurmuşlardı.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ömrünün son günlerinde, hasta olduğu sırada huzûruna çıkıp, birkaç günlüğüne memleketime gidip gelmek için izin istedim. “Birkaç gün dur!” buyurdu. Sonra tekrar arzedip; “Hemen gidip, döneceğim” dedim. “Birkaç gün sabret!” buyurdu. Fakat; “Gidip en kısa zamanda huzûrunuza döneceğim” deyince, izin verdi ve: “Sen nerede, biz nerede, ilkbahar nerede?” mısra’ını okudu. Bu sözünden birkaç gün sonra vefât etti.
Bunun gibi, husûsî mahremleri ve onlara çok yakın olanlar; bu günlerde İmâm-ı Rabbânî hazretlerine inzivâ ve insanlardan uzak kalmalarına temasla; “Çoluk-çocuğunuzdan ve bütün insanlardan ayrılmanızın, uzlete çekilmenizin sebebi nedir?” diye sorunca, cevâbında: “Bu dünyâdan göçmemi çok yakın görüyorum, İş böyle olunca, tamamen inzivâ ve ayrılığı tercih edip, dâima istiğfar ediyorum, af diliyorum. Bunları zarurî görüyorum. Bütün vakitlerimi ve nefeslerimi, zâhirî ve bâtınî ibâdetlerle geçirmeyi elzem buluyorum. Bu da ancak, insanlardan ayrılmak ve yalnız kalmakla ele geçer. Bunun için beni bırakınız, benden ayrılınız ve beni Allahü teâlâya ısmarlayınız” buyurdu.
Yine bugünlerde, birgün kendi evinin aralığında (holünde) istirahat ederken, aniden; “İki üç ay sonra biz bu evde olmayız” buyurdu. Orada bulunanlar; “Husûsî odanızda mı bulunacaksınız?” diye arzettiler. Buyurdu ki: “Orada da olmayacağım.” Ya nerede olacaksınız?” diye sordular. “Bu yerlerden hiçbirinde olacağım görülmüyor. Bakalım ne olur?” buyurup, yollarının îcâbı açık söylemedi.
Bu arada çok sadaka verdi ve büyük hayırlar yaptı. Esrâr mahremlerinden, yakınlarından biri, bu sadaka ve hayratlarının çokluğunu görünce; “Bütün bu hayratlar, belâların giderilmesi için midir?” diye sordu. Buyurdu ki: “Hayır, belki de kavuşmak şevki ile bunları yapıyorum. Ve şu beyti okuyup gözlerinden sevinç gözyaşları döküldü:
“Vuslat günüdür sırdaşım âleme kucak açayım,
Bu devletin, bu ni’metin sevinçlerini saçayım.”
Muharrem-ül-harâm ayının onikinci günü buyurdu ki: “Bana bu dünyâdan öbür dünyâya gitmeme kırk veya elli gün kaldığını bildirdiler. Mezârımı da gösterdiler.” Bu sözleri dinleyenler üzüldüler ve şaşa kaldılar. Ciğerlerindeki yara yeniden tazelendi. O günlerde, oğlu Muhammed Sa’îd birgün, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini ağlarken gördü. Sebebini sordu. Cevâbında; “Allahü teâlâya kavuşmanın sevinci ile ağlıyorum” buyurdu. Yine oğlu; “Allahü teâlâ, bu işi, bu dünyâda çok sevdiklerinin isteğine bırakır. Madem ki, siz bu kadar çok istiyorsunuz, elbette gidersiniz” diye arz etti. Bu sözü söyleyen oğullarında bir değişme gördü ve buyurdu ki: “Muhammed Sa’îd! Allahü teâlânın gayretine dokunuyorsun.” Oğlu; “Kendi hâlime üzülüyorum” dedi ve gayet samimî bir beyânla, derd ve elem dolu kalbini dışarı vururcasına; “Ey gönlümün sürûru babacığım! Bize yaptığınız bu şefkatsizlik ve acımasızlık nedendir?” diye arz etti. Bunun üzerine; “Allahü teâlâ sizden sevgilidir. Ayrıca bizim size şefkat ve yardımlarımız, vefât ettikten sonra, bu dünyâdakinden daha çok olacaktır. Çünkü bu dünyâda iken, insanlık îcâbı ba’zan ister istemez yardım ve teveccüh tam olmuyor. Hâlbuki öldükten sonra, beşerî sıfatlardan tamamen ayrılma vardır” buyurdu. Bunu söylediği günden i’tibâren, o günleri saymağa başladılar. Şöyle ki, Safer ayının yirmiikinci gecesi kalbleri hasta eshâbına; “Bugün söylediğim günlerin kırkıncı günü geçmiş oluyor. Bakalım bu yedi-sekiz günde ne zuhur eder” buyurdu. Yine oğullarına buyurdu ki: “Şu arada hâsıl olan birkaç günlük sıhhatte, Allahü teâlâ, Habîbine ( aleyhisselâm ) tâbi olan bir insanda bulunabilecek bütün kemâlâtı bana ihsân eyledi. Oğullarının bu sözlerden kalbleri parçalandı. Çünkü, bu sözlerde Hazreti Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) Sıddîk-i Ekber’in; “Bu gün dîninizi tamam eyledim.” âyet-i kerîmesi gelince kalblerine gelen, ya’nî Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) vefât edecektir, ilhamından bir işâret bulunduğunu anladılar. Mısra’:
“Senin misk zülfünden, ayrılık gecesinin kokusu geliyor.”
Safer ayının yirmiüçü Perşembe günü, dervişlere, kendi mübârek elleriyle elbiselerini taksim etti. Kendi üzerinde pamuklu, sıcak tutan bir elbise bulunmadığı için, havanın soğukluğu te’sîr edip, tekrar sıtma hastalığına tutuldu ve tekrar yatağa düştü. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) hastalıktan kurtulup, az bir zaman sonra tekrar hasta olmuşlar ve vefât eylemişlerdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu husûsta da ittibâ’ı (uymayı) kaçırmadı. Bu hastalıktan evvel hizmetçilerinden birine; “Mangal için şu kadar liralık kömür al!” buyurdu. Biraz sonra tekrar yanına çağırarak; “Söylediğimin yarısı tutarında kömür al, çünkü bir ses kalbime, o kömürleri yakacak kadar zaman kalmadı diyor” buyurdu. Kömürün bir kısmını kendisi için ayırtıp, diğerini çocuklarına gönderdi. Kendisine ayrılmış olan miktar, vefât ettiği gün tamamen bitmişti. Bu hastalık zamanında, yüksek ilimleri, çok fazla olarak kendi yüksek oğullarına anlattı. Birgün ince hakîkatleri beyânda o kadar uğraşıyor ve bunun için o kadar konuşuyordu ki, kıymetli oğulları Hâce Muhammed Sa’îd; “Hazretinizin hastalığı bu kadar konuşmanıza elverişli değildir, bu ma’rifetlerin beyânını bir başka zamana bıraksanız nasıl olur babacığım?” diye arzetti. Bunun üzerine buyurdu ki: “Ey oğlum! Daha zaman ve fırsat var mı? Biliyorum ki, bir başka vakit, bu kadarını söylemeye de kuvvet ve kudret bulamayacağım.”
Bu günlerde hastalığı şiddetli olmasına rağmen cemâatle namaz kılmağı terketmedi. Ancak son dört-beş gün, yalnız başına namaz kıldı. Duâları, tesbihleri, salevâtları, zikri ve murâkabeyi, hiçbir eksiklik olmadan yapıyordu. Dînimizin ve hocalarının yollarının inceliklerinden hiçbirini terketmiyordu. Bir gece, gecenin üçüncü yarısında kalkıp abdest aldı. Teheccüd namazını ayakta kıldı ve; “Bu bizim son teheccüdümüzdür” buyurdu.
Vefâtından biraz önce, kendinden geçme hâli görüldü. Büyük oğlu, bu kendinden geçme hâlinin çokluğu, hastalığın şiddetinden mi, yoksa istiğrak (nurlara gömülme) sebebi ile midir, diye arzetti. Cevâbında; “İstiğrak sebebi iledir. Çünkü, ba’zı çok yüksek hâller görünüyor. Bunun için onlara teveccüh ediyorum, tâ ki hepsini oldukları gibi görebileyim ve bunlarla herşeyim tamam ve kâmil olsun” buyurdu. Bu derin sırlardan kısaca yüksek oğullarının kulaklarına fısıldadı. Bu kendinden geçme hâlinden kurtulunca, ciğeri yaralı, kalbi yanık talebelerine elveda sözünü hatırlatan, vasıyyetlerini söylemeye başladı. Bu vasıyyetlerin çoğu; mutâbeata, Peygamberimize ( aleyhisselâm ) tâbi olmaya teşvik, sünnete yapışma, bid’atten kaçınma, zikr ve murâkabeye devam etme hakkında idi.
Buyurdu ki: “Sünnete çok sıkı sarılmak lâzımdır.” Bu sözleriyle de Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) uymak istemişlerdi. Çünkü, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) vefât edecekleri zaman böyle nasihat eylemişlerdi. Abbâd bin Sâriye’den ( radıyallahü anh ). Tirmizî ve Ebû Dâvûd şöyle rivâyet eder “Resûlullah ( aleyhisselâm ) bize va’z ediyordu. Bu va’zdan kalbler ürperiyor. Gözler yaşarıyordu. Dedik ki: “Yâ Resûlallah! Bu sözleriniz veda va’zına benziyor, bize vasıyyet ediniz.” Resûlullah aleyhisselâm buyurdular ki: “Size vasıyyetim olsun: Allahtan korkunuz, bir köle bile emr-i ilâhîyi bildirirse dinleyiniz ve yapınız. Yaşayanlarınız çok şeyler görecek. O zaman benim ve Hulefâ-i râşidînin sünnetine gayet sıkı sarılınız, onu elden kaçırmayınız. Dinde bid’atten çok sakınınız. Çünkü bütün bid’atler dalâlettir, sapıklıktır.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri vasıyyetine devamla şöyle buyurdu: “Dînimizin sahibi, Resûlullah ( aleyhisselâm ) nasihatlerin en incelerini bile; “Din nasihattir” hadîs-i şerîfi gereğince ihmâl etmediler. Dînimizin kıymetli kitaplarından, tam tâbi olmak yolunu öğreniniz ve bununla amel ediniz. Benim techiz ve tekfin işlerimde sünnete uyunuz.” Bundan evvel daha önce mübârek hanımına buyurmuştu ki: “Eğer ben senden evvel, bu sıkıntılarla dolu dünyâdan âhırete gidersem, benim kefenimi, senin mehr parandan aldırırsın.”
Nasihatlerinden biri de; “Mezarımı belli olmayan bir yere yapınız” idi. Yüksek oğulları arzettiler ki: “Bundan evvel, hazretinizin işâreti ile ağabeyimizin gömüldüğü, şerefli ve bereketli yer hakkında; “Benim mezarım orada olacaktır. Aynı yerde gömüleceğim” buyurmuştunuz. Bu gün de böyle buyuruyorsunuz.” “Evet öyle idi. Fakat şimdi ben böyle istiyorum” dedi.
Oğullarının, bunu kabûl etme hakkında durakladıklarını görünce; “Eğer böyle yapmazsanız, şehrin dışında yüksek babamın yanına defnediniz. Bu da olmazsa, şehrin hâricinde bir bahçede benim mezarımı yapınız. Süslemeyiniz. Olduğu gibi bırakınız ki, en kısa zamanda nişanı kalmasın” buyurdu.
Hazret-i İmâm kendi kabirleri için buyurdukları iki üç yer hakkında, oğullarında bir duraklama, bir dikkat, hattâ bir şaşkınlık görünce, tebessüm edip; “Serbestsiniz. Nereyi münâsip görürseniz, oraya defnediniz” buyurdu. Vefât ettiği Safer ayının yirmidokuzunda Salı günü, gece kendine hizmet eden hizmetçilerine; “Çok zahmet çektiniz, bu sizin son zahmetinizdir” buyurdu. Gecenin sonunda: “Bu gece de bitti, sabah oldu” buyurdu. O günün işrâk zamanında; “Bevl edeceğim, bir leğen getirin” buyurdu. Getirdiler, fakat içinde kum yoktu, “İçinde kum olmazsa sıçrama ihtimâli olabilir” buyurdu. O en nâzik zamanda da, en ince husûslara dikkat edip, bevl etmedi ve; “Bu leğeni kaldırın, beni de yatağıma yatırın” buyurdu. Dediği gibi yaptılar. Kendilerine biraz sonra, vefât edeceksin, abdest almağa vakit bulamayacaksın ilhamı gelince, abdestini bozmak istemedi ve abdestli olarak rûhunu teslim etmek istedi. Sedirin üzerine yatınca, sünnet üzere sağ elini sağ yanağının altına koyup, zikrle meşgûl oldu. Büyük oğlu Muhammed Sa’îd, babasının sık sık nefes aldığını görünce; “Hâl-i şerîfiniz nasıldır babacığım?” diye arzetti. “İyiyim ve kıldığım o iki rek’at namaz kâfidir” buyurdu. Bundan sonra bir daha konuşmadı. Yalnız Allahü teâlânın ismini söyledi ve biraz sonra da vefât etti. Peygamberlerin büyüklerinin çoğunun son sözleri namaz olmuştur. Bu husûsta da Peygamberlerin serverine ( aleyhisselâm ) tâbi oldu. Vefâtı binotuzdört senesi, Safer ayının yirmisekizi, güneş hesabı ile yirmidokuzu, Salı günü kuşluk vakti vâkî oldu.
O ay yirmidokuz gün idi. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) vefât ayı olan Rebî’ul-evvel ayının ilk gecesi, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) huzûruna kavuştu. Hastalık ve humma çektiği günler, yaşının sene adedi kadar olup, altmışüç gün idi. Hadîs-i şerîfde; “Bir günlük humma, bir senenin keffâretidir” buyuruldu. Çektikleri hastalık, bu hadîs-i şerîfin ma’nâsına uygun oldu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin nurlu bedeni yıkama tahtasının üzerine koyulup, elbiseleri soyulunca, orada olanların hepsi de gördüler ki, hazret-i İmâm, namazda olduğu gibi ellerini bağladı. Sağ elinin baş parmağı ve küçük parmağını, sol elin bileğinde halka yaptı. Hâlbuki, oğulları vefâtından sonra, kollarını düzeltip uzatmışlardı. Yıkama tahtasına yatırırken, tebessüm etti ve bir müddet böyle mütebessim olarak kaldı. Hattâ orada olanlar feryâd ettiler.
Yıkayıcı, mübârek ellerini açıp düzeltti. Sol tarafa yatırdı, sağ tarafını yıkadı. Sağ tarafa yatırıp sol tarafını yıkayacağı zaman, orada bulunanlar, velilik kuvvetinin bir alâmeti olarak, zaîf bir hareketle ellerinin hareket ettiğini, biraraya geldiğini ve eskisi gibi tekrar sağ elinin baş ve küçük parmaklarının, sol elinin bileğinde halka yaptığını gördüler. Hâlbuki sağ tarafa yatınca, sağ elin sol el üzerine gelmemesi îcâbederdi. Latif elleri mum ve taze gül yaprağı kadar taze idiler. Bununla beraber öyle bir kuvvetle sol elini tutmuştu ki, ayırmak ve çözmek mümkün değildi. Kefene sardıkları zaman, yine ellerinin bağlandığı görüldü. Böylece iki-üç defa vâki oldu. Nihâyet oradakiler, bunda derin bir ma’nâ ve gizli bir sır olduğunu anlayıp, bir daha ellerini açmaya uğraşmadılar ve oğulları Hâce Muhammed Sa’îd; “Madem ki, muhterem babam böyle istiyor, böyle bırakalım” buyurdu. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîfde; “Yaşadıkları gibi ölürler” buyurdu. Bu, Allahü teâlânın büyük bir ihsânıdır. Dilediğine ihsân eyler. O’nun ihsânı boldur.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin cenâze namazını, oğlu Hâce Muhammed Sa’îd kıldırdı. Vefâtında 63 yaşında idi. Serhend’de evinin yanında defnedildi. Daha sonra Afganistan pâdişâhı Şâh-i Zaman, kabri üzerine büyük ve çok san’atlı bir türbe yaptırdı. Vefât haberi, talebelerini ve sevenlerini çok üzüp ağlattı. Duyulduğu her yerde gözyaşları döküldü. Vefâtı üzerine çok şiirler yazılmış ve pekçok târih düşürülmüştür. Onun vefâtına dayanamayan talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatır: “Vefât ettiği günün akşamı şehrin kenarında, virâne bir mescidde, o pahasız hazînenin hayaliyle içim yanıyor, kalbim parçalanıyordu. Kalbimden soğuk ahlar çekiyor, gözümden yakıcı gözyaşları döküyordum. Ben bu hâlde iken birden hocamın rûhâniyeti gözüküp; “Sabretmek lâzım” buyurdu Binlerce kırıklık ve perişanlık içinde; “Ey efendim, ateşe kim dayanabilir?” dedim, “İbrâhim aleyhisselâma uymayı yerine getirmek lâzımdır” buyurdu. Böylece, bu kendinden geçmiş âşığın divaneliği arttı, ızdırâbımı ve ona olan muhabbetimi dile getiren şiirler söylemeğe başladım.”
Büyük oğlu Muhammed Sa’îd buyurdu ki: “Yüksek babamı, vefâtından sonra rü’yâda gördüm. Allahü teâlânın kendisine verdiği büyük ni’metlerden tam neş’e ve sevinçle anlatıyordu ve bununla iftihar ediyordu. Kendisine; “Canım babacığım, şükr makamından hiç kimseye bir nasîb verdiler mi?” diye arzettim. “Evet, beni de şükredenlerden eylediler” buyurdu. Arzettim ki, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Şükreden kullar azdır” (Sebe’-13) buyuruluyor. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılan, bu cemâatin, peygamberler olduğudur. Yâhud da Peygamberlerin en büyük eshâblarıdır. Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ) gibi deyince; “Evet, öyledir. Fakat beni husûsî bir ihsân ve inâyetle, o cemâate dâhil eylediler” buyurdu.
Hâce Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: “Babamı vefâtından sonra rü’yâda gördüm. Münker ve Nekîr’in suâli nasıl geçti? diye sordum.” Buyurdu ki: “Allahü teâlâ merhamet ederek, bereket cihetiyle ilham edip; “Eğer sen izin verirsen bu iki melek kabrine gelecek” buyurdu. Arzettim ki: “Ey Allahım! Bu iki melek de, senin huzûrunda kalsınlar dedim. Nihâyetsiz rahmet ve merhametinden bana acıdı ve onları benim yanıma göndermedi.” Tekrar; “Kabir sıkması nasıl geçti?” diye sordum. “Oldu, fakat çok az oldu” buyurdu.
Çocukları ve Talebeleri
1- Hâce Muhammed Sâdık: Büyük oğlu olup, daha küçük yaşta tasavvufda yüksek hâllere kavuştu. Onsekiz yaşında iken zâhirî ilimleri bitirip, ders vermeye başladı. Tasavvufda en yüksek dereceye ulaştı. Yirmidört yaşında iken 1025 (m. 1616) senesinde tâ’ûn, veba hastalığından vefât etti.
2- Hâce Muhammed Sa’îd: Babasının huzûrunda ilim öğrenip, onyedi yaşında aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Tatlı sözlü ve alçak gönüllü olup, dünyâya hiç kıymet vermezdi. Hadîs ve fıkıh ilimlerinde, yüksek derecede âlim idi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu oğluna icâzet ve hilâfet verip; “Muhammed Sa’îd, Ulemâ-i râsihîndendir (ilmini nübüvvet kaynağından alan âlimlerden)” buyurdu. Bu oğlu 1070 (m. 1660) senesinde vefât etti.
3- Muhammed Ma’sûm: Hindistan’da yetişen kelam âlimlerinin en meşhûrlarından olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde pek yüksek derecede idi. O doğunca, İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Muhammed Ma’sûm’un dünyâya gelişi bizim için pek bereketli ve pek mübârek oldu” buyurmuştur. Babası onu aklî ve naklî ilimlerde yüksek derecede yetiştirmiştir. Ona; “İlim tahsilini çabuk bitir ki, seninle işimiz vardır” buyurmuştur. Muhammed Ma’sûm (r.aleyh) daha ondört yaşında iken babasına; “Ben kendimde öyle bir nûr görüyorum ki, bütün âlem güneş gibi ondan aydınlanmaktadır. Eğer o nûr sönerse dünyâ karanlık, zulmetli olur!” diyerek hâlini babasına arzetmiştir. Bunun üzerine babası İmâm-ı Rabbânî ona; “Sen zamanının kutbu olursun” buyurarak müjde vermiştir. Muhammed Ma’sûm, daha sonra bu husûsu şöyle belirtmiştir “Allahü teâlâya hamdü senalar olsun. Va’dedilen ele geçti. Müjdelere kavuştum!” Muhammed Ma’sûm ( radıyallahü anh ) 1079 (m. 1667) senesinin Rebî’ul-evvel ayının yedinci günü vefât etti.
4- Muhammed Ferrûh: Daha çok küçük iken feyz ve nûrlara kavuşmuş, küçük yaşta, tâ’ûn hastalığından 1024 (m. 1615) senesinde vefât etmiştir.
5- Muhammed Îsâ: ismi, Îsâ aleyhisselâmın ismine izafeten Îsâ konmuştur. Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri “Tâhâ” sûresini dinliyordu. Buyurdu ki: “Îsâ aleyhisselâmı gördüm. Meclisimizde idi. Bana; “Senin bir çocuğun dünyâya gelecek. İsmini benim ismimden koyunuz” dedi. Doğunca ismini Muhammed Îsâ koydular. Dört yaşına gelince hârikaları, kerâmetleri görülmeye başladı. Bu oğlu da Muhammed Ferrûh ile aynı gün tâ’ûn hastalığından vefât etti.
Veba (tâ’ûn) hastalığının yaygın olduğu günlerde, iki oğlu Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ hastalandılar. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu iki kardeşi birbirinden ayrı yerlerde yatırın dedi. Muhammed Ferrûh’u cemâathâne odasında, Muhammed Îsâ’yı ise, içerideki odada yatırdılar. Muhammed Îsâ vefât etti. “Muhammed Ferrûh’da ağırdır. Kardeşinin vefâtını ona haber vermeyelim” dediler. Bu sırada Muhammed Ferrûh; “Ey kardeşim, vefasızlık ettin, benden evvel gittin” dedi. Mevlânâ Abdülhay orada idi. “Baba, kime söylüyorsun?” dedi. “Muhammed Îsâ’ya söylüyorum. Ahırete gitmede benden evvel davrandı” cevâbını verdi. Mevlânâ Abdülhay, “Muhammed Îsâ içerideki odadadır. Onun vefât ettiğini nereden bildin?” deyince, Muhammed Ferrûh; “Meleklerin onu gasl ettiklerini görüyorum” dedi. Aynı gün akşam Muhammed Ferrûh da vefât etti.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Sâlih’e gönderdiği bir mektûpda (Birinci cild, 306. mektûp), tâ’ûn hastalığından küçük yaşta vefât eden oğulları için kısaca şöyle yazıyor:
“Kardeşim Molla Sâlih! Serhend’de bulunanların başına gelenleri dinle! Büyük oğlum Muhammed Sâdık ( radıyallahü anh ), iki küçük kardeşi Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ birlikte âhırete gittiler. “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci’ûn.” Allahü teâlâya sonsuz hamd olsun ki, önce geride kalanlara sabr etmek gücünü ihsân eyledi. Bundan sonra bu belâdan râzı olmayı nasîb eyledi. Beyt:
“Beni incitsen de, yüz dönmem yine,
Sabretmek tatlı olur sevgili elemine.”
Sekiz yaşında vefât eden ve bu yaşta çok kerâmet ve hârikaları görünen Muhammed Îsâ’dan ne bildireyim! Her üçü de, nefis birer cevher idiler. Bize emânet verilmişlerdi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, bu emânetleri râzı olarak sahibine teslim eyledik. Yâ Rabbî! Peygamberlerin efendisi hürmetine, bizi onların sevâbından mahrûm bırakma! Onlardan sonra bizleri fitneye düşürme!”
6- Ümmü Gülsüm: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerîmesi, kızı olup, iffet hazînesi idi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri birgün çocukları ile evde oturuyorlardı. Kerîmeleri Ümmü Gülsüm o zaman yedi yaşında idi. Odaya girdi ve annesine; “Vah vah! Siz Allahdan gâfil hâlde oturuyorsunuz” dedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona; “Bîbî! Sen Allahü teâlâyı unutmamak hâlini nereden aldın?” buyurdu. “Siz perde arkasından, filân hanıma zikr telkin ediyordunuz. Ben de perde arkasında olan o hanımefendinin yanında idim. O günden beri benim kalbim zikr ediyor. Dâima, Allah Allah diyor. Allahü teâlâyı bir an unutmuyorum. Aynı zamanda kalblerde olanları da biliyorum. Kimi görsem, kalbindekini bilirim” dedi. Kardeşlerinden birgün sonra, ya’nî Rebî’ul-evvelin sekizinci günü o da vefât etti. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bu kızından başka iki kızı daha vardı. Bunlardan biri, babasının sağlığında vefât etti. Diğeri de Kâdı Abdülkâdir’le evlendi.
7- Muhammed Eşref: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğullarından olup, babasının sağlığında, süt emmekte iken vefât etti.
8- Şah Muhammed Yahyâ: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin en küçük oğludur. Bu oğullarına Şah lakabını vermesinin sebebi; Şah İskender-i Kâdirî’nin bu çocuğa, daha çok küçük yaşta teveccüh edip, inâyet nazarları ile hâlini süsleyip, kendi dedelerinin âdeti üzere, bu gözbebeğine Şah ismini vermiş olmasıdır. Yahyâ ismini vermelerine gelince; bu oğlu dünyâya gelmeden önce, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine şöyle ilham olundu: “Evinde bir çocuk dünyâya gelecek, senin ismini ihyâ edecek, yaşatacaktır.” Dünyâya gelince, o müjde sebebi ile ismini; ihyâ eden ma’nâsına Yahyâ koydu.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, dâima bu vilâyetin gözbebeğinin yaradılışının ve kabiliyetinin yüksekliğinden bahsederlerdi. Hattâ bu göz nûru, hazret-i İmâm’ın bereketli terbiyeleri ile sekiz dokuz yaşlarında iken Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Daha çok küçük yaşta, kendisinde ilim tahsiline karşı öyle bir rağbet ve muhabbet görülüyordu ki, üstadına yaptığı rabıtalar ve bu esnadaki müşâhedeler, hiç bir çocukta görülmüş ve duyulmuş değildir. İmâm-ı Rabbânî, Ecmîr seferinden dönerken, hizmetçilerinden birkaçı, Şah Muhammed Yahyâ’yı, hazret-i İmâm’ı karşılamak için iki üç konak ileriye götürdüler. Hazret-i İmâm’ın huzûruna geldi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, dört gün sonra Serhend’e geleceklerini söyledi. Oğlu Serhend’e dönmek için babasından izin istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Dönmek için niçin bu kadar acele ediyorsun. Yoksa bizi özlemedin mi?” buyurdu. “Burada kalırsam derslerim kalır ve filân arkadaşım beni geçer. Bunu istemem. Hocamı da özledim” dedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri çok memnun oldu ve; “Evet, ne için böyle olmasın ki, âlimler tabakasındandır, sâlihler ve hafızlar hânedânındandır” buyurdu ve izin verdi.
Şah Muhammed Yahyâ babasının vefâtından sonra, yüksek ağabeylerinin bereketli terbiyeleri ile, aklî ve naklî ilimleri tamamen öğrendi. Tam bir kuvvet ve kudretle ilim kürsüsüne oturup, en zor kitaplardan ders okutmaya başladı. Allahdan başka herşeyden vaz geçip, lüzumsuz hiçbir şey yapmayıp, vakitlerinin kıymetini bilip, sünnet-i seniyyeye uyup, bu büyükler yoluna tam riâyet edip, bu yolda devam etti. Öyle ki, temizliğin ve ma’nevî nisbetin varisliği, temiz alnından belli olurdu. Boyu, gözleri, kaşları, yürüyüşü, yüksek babasına çok benzerdi. Makbûl ve sevgili olmasının alâmetlerinden biri de, Hâce Bâkî-billah’ın büyük oğlu Hâce Muhammed Abdullah’ın kızının, bu vilâyet sedefinin nikâhı altına girmesidir. 1037 (m. 1627) senesinde onbeş yaşında idi ve “Mutavvel” okuyordu.
Zâhirî ilimlerden sonra, yüksek ağabeylerinin yanında tasavvuf yolunda ilerledi. Kemâl ve ikmâl derecelerine kavuşup, mürşid-i kâmil-i mükemmil oldu. Yüksek keşf ve ma’rifetler sahibi oldu. Bir kısmını kalem dili ile, hazret-i Urvet-ül-Vüskâ İmâm Ma’sûm’a arzetti, doğruluklarını sordu. Mektûbât-ı Ma’sûmî’de bunlar vardır.
Yüksek ağabeyleri, Haremeyni şerîfeyni ziyârete gidince, bu da onlarla beraberdi. O mübârek yerlerin feyz ve nûrlarından çok nasîb aldı. 1098 (m. 1687)’de vefât etti. Tegannînin haram olduğuna dâir bir risalesi vardır. (Tegannî; Kur’ân-ı kerîmi ve ezanı, hareke veya harf katacak veya harfleri değiştirecek şekilde, müzik perdelerine uyarak okumaktır.)
Şah Muhammed Yahyâ’nın iki oğlu kaldı. Biri Şeyh Ziyâeddîn, diğeri Şeyh Fakîrullah idi. Bunların ikisi de zâhir ve bâtın kemâllerine kavuşmuşlardı. Mektûplarından birkaçı Gülşen-i Vahdet’de vardır.
Talebeleri: İmâm-ı Rabbânî hazretleri irşâd makamına geçip, insanları irşâda, doğru yolu anlatmaya başlayınca, insanlar dünyâ kazançlarını bırakıp, yakın-uzak heryerden karınca ve çekirge sürüleri gibi huzûruna üşüştüler. Onun bereketiyle, dünyâda bir benzeri daha bulunmayan ve büyük bir ni’met olan ders halkaları ve sohbet meclisleri kuruldu. İslâmiyetin zayıf, kâfirlerin galip olduğu bir zamanda, binlerce gayr-i müslim İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrunda müslüman oldu. Nice fâsık ve fâcir, haramlara dalmış felâket içinde olan günahkâr kimseler, onun sohbeti ile hidâyete kavuşmuş, hâllerini düzeltip, takvâ sahibi ve ibâdet eden kimseler olmuşlardır.
Dünyânın her yerinden, uzaktan-yakından pekçok insan, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini rü’yâda ve uyanıkken görüp, aşk ve muhabbetle huzûruna koşmuşlardır. Âlimlerden, sâlihlerden, zengin ve fakirlerden pekçok kimse böylece huzûruna gelip, sohbetiyle şereflenmişler, ondan feyz almışlardır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, huzûruna gelip, sohbetinde toplanan herkese teveccüh eder, feyz verir ve tasavvufta üstün hâllere kavuştururdu. Elinde tövbe edip, ona talebe olanların sayısı yüzbinlerin üstündedir. Seçkin talebelerini insanlara doğru yolu anlatmak üzere çeşitli memleketlere göndermiş ve talebeleri vasıtasıyla oralara da feyz vermiştir.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından bir kısmı şu zâtlardır:
Muhammed Sâdık: Yirmidört yaşında iken çok az insanın kavuşabileceği yüksek derecelere kavuşan büyük oğludur. Babasının sağlığında 1025 (m. 1616) senesinde vefât etmiştir. Muhammed Sa’îd: Yüksek hâller, güzel ahlâk ve temiz ameller sahibi ikinci oğludur. Aklî ve naklî ilimlerde âlim, tasavvuf bilgilerinde mütehassıs idi. Babasının husûsî sırlarına büyük derecelerine, eşsiz kemâlât ve hâllerine kavuşup, onun nûrunu bütün âleme yayan üçüncü oğlu Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî olup, dokuzyüzbin talebesi vardı. Bunlardan yüzkırkbini evliyâ, yedibini de mürşid-i kâmil idi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebeleri arasında, en meşhûrlarından ve halîfelerinden olanları da şu zâtlardır 1- Mîr Muhammed Nu’mân, 2- Şeyh Tâhir-i Lâhori, 3- Bedî’uddîn Sehâren-pûri, 4- nûr Muhammed Pütnî, 5-Hamîd-i Bingâlî, 6- Şeyh Müzzemmil, 7-Şeyh Tâhir Bedahşî, 8- Mevlânâ Ahmed Berkî, 9- Mevlânâ Kâsım Ali, 10- Mevlânâ Yûsuf Semerkandî, 11-Mevlânâ Muhammed Sâlih Gülâbî, 12-Mevlânâ Muhammed Sıddîk Keşmî, 13- Şeyh Abdülhayy, 14- Mevlânâ Yâr Muhammed Telkânî, 15- Mevlânâ Hasen-i Berkî, 16- Şeyh Abdülhâdî, 17-Şeyh Hacı Hıdır Efgân, 18- Şeyh Yûsuf-i Berkî, 19- Şeyh Mühibbullah, 20- Mevlânâ Ahmed Deybenî, 21- Kerîmüddîn Baba Hasen Ebdâlî, 22- Şeyh İshâk Sindî, 23- Mevlânâ Abdülvâhid Lâhori, 24- Mevlânâ Emânullah Lâhorî, 25- Muhammed Sâdık Bedahşânî, 26- Yâr Muhammed Kadîm, 27-Mevlânâ Kâsım Ali, 28- Âdem Bennûrî 29- İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hayâtını ve menkıbelerini anlatan “Zübdet-ül-makâmât” kitabını yazan ve Mektûbât’ın üçüncü cildini toplayan meşhûr talebesi, Muhammed Hâşim-i Keşmî, 30- Yine hayâtını ve menkıbelerini anlatan “Hadarât-ül-Kuds” kitabını yazan, meşhûr talebesi, Bedreddîn Serhendî en meşhûr talebelerindendir.
Yüksek talebelerini, insanlara zâhirî ilimleri ve bâtınî ma’rifetleri öğretmeleri için her tarafa gönderdi. Meselâ; Mevlânâ Hamîd-i Bingâlî, Mevlânâ Muhammed Sıddîk-i Bedahşî, Şeyh Müzzemmil, Mevlânâ Tâhir-i Bedahşî, Mevlânâ Ahmed-i Deybenî, Kerîmüddîn-i Baba Hasen-i Ebdâlî, Hasen-i Berkî, Mevlânâ Abdülhayy-i Belhî, Mevlânâ Hâşim-i Keşmî, Mevlânâ Bedreddîn-i Serhendî, Yûsüf-i Berkî, Hacı Hıdır Efgân, Hâce Muhammed Sâdık-i Kâbilî, Mevlânâ Yâr Muhammed Kadîm-i Talkânî ve diğerleri..
Bu zâtlar İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin seçkin talebelerindendir. Bunların sohbetinden milyonlarca insan feyz alarak, Vilâyet makamına kavuşmuşlardır. Bu yüksek talebelerine çok yüksek müjdeler vermiş ve insanların bu seçkin zâtların sohbetlerine kavuşmalarını teşvik eylemiştir. Talebesinden ba’zılarını vilâyet ve kutbluk makamı ile müjdelemiştir.
Nûr Muhammed Pütnî (kuddise sirruh): talebesinin büyüklerindendir. Bunun hakkında; “O, ricâl-ül-gaybdendir. Ya Nükabâdan, yâhud Nücebâdandır” buyurdu.
Bedî’üddîn-i Sehârenpûri (kuddise sirruh): Rü’yâda Peygamber efendimizden ( aleyhisselâm ) çok inâyet ve iltifâtlara kavuştu. Kendisine; “Sen Hindistan’ın sirâcısın kandilisin” buyuruldu. Zamanın kutbu olmak saadetine de kavuştu.
Mevlânâ Ahmed-i Berkî (kuddise sirruh): Bir hafta içinde bütün sülûk konaklarını geçmiştir. Bu da memleketinin kutbu olma şerefine nail olmuştur.
Mevlânâ Muhammed Tâhir-i Lâhori (r.aleyh): Kendi memleketinin kutbu olmakla şereflendi. Allahü teâlâ kendisine; “Senin teveccüh ettiklerinin hepsini Cehennem ateşinden halâs ettim ve sana talebe olanı bağışladım” diye ilham eyledi.
Seyyid Âdem-i Bennûrî (r.aleyh): Daha ilk teveccühde ve hattâ telkin ânında, talebeyi tasavvufda Fenâ-i kalbî makamına ve nisbet-i hâssaya ulaştırırdı. Allahü teâlâ tarafından kendisine husûsî bir tarz ve yol ihsân edildi. Bu yola “Ahseniyye” denmiştir, işte bu yol ile insanları Allahü teâlâya yaklaştırıyordu. Bu beşareti, müjdeyi, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, şu sözleri ile kendisine verdiler “Size bizden istifâde ettiğinizden daha çoğu gaybî olarak verilecektir. Sizin yolunuza tevessül (vesile) eden, mağfiret olunmuştur. Kıyâmette size yeşil bir sancak verilir. Size tevessül edenler, sizin yolunuzda gidenler, kıyâmet gününde o sancağın altında rahat ve gölgede olurlar.” Dörtyüzbinden ziyâde kimse huzûrunda tövbe etti. Bin tane kâmil talebesi vardı. Seyyid Ahmed, Medîne-i münevvereye gidince, Resûlullah ( aleyhisselâm ) selâmını almış ve pek az kimseye bile nasîb olmıyan müsâfeha etmek şerefine kavuşmuştu. O sırada; “Ey oğlum! Sen benim yanımda kal!” diyerek bir ses duyuldu ve hakîkaten, Medîne-i münevverede vefât etti.
Seyyid Muhammed Nu’mân-ı Bedahşî (kuddise sirruh): İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir mektûbunda, Seyyid Muhammed” Nu’mân-ı Bedahşî’ye: “Sizin kemâl hilâliniz, güneşin karşısında ondördüncü ay gibi oldu. Güneşe verilenlerin hepsi, ona aksetti” yazdı. Kutb olduğu kendisine müjdelendi, İrşâdları çok fazla oldu. Yüzbinlerce insanı Allahü teâlâya yaklaştırdı. Zamanın pâdişâhı, talebesinin çokluğundan korktu. Onu Dekken’den çağırıp yanında muhafaza eyledi. Buyurdu ki: “Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) rü’yâda gördüm. Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ), O serverin yanında idi. Buyurdu ki: “Yâ Ebâ Bekr! Oğlum Muhammed Nu’mân’a söyle, Ahmed’in makbûlü, benim makbûlümdür ve Allahü teâlânın makbûlüdür. Ahmed’in merdûdünü, kabûl etmediğini ben ve Allahü teâlâ sevmeyiz.” İmâm-ı Ahmed Rabbânî’nin (kuddise sirruh) makbûllerinden olduğum için, bu müjdeyi duyunca, büyük bir sürura kapıldım. Bu huzûr içerisinde iken, tekrar şöyle buyurdular: “Oğlum Muhammed Nu’mân’a de ki: Senin makbûlün, Ahmed’in (İmâm-ı Rabbânî’nin) makbûlüdür. Onun makbûlü, benim ve Allahü teâlânın makbûlümüzdür. Senin merdûdün, kabûl etmediğin Ahmed’in, benim ve Allahü teâlânın merdûdüdür.”
Eserleri ve Eserlerinden Seçmeler
Eserleri: 1- Mektûbât: İslâm âleminde İmâm-ı Rabbânî’nin mektûbâtı kadar kıymetli bir kitap daba yazılmamıştır. Mektûbât, üç cild olup, beşyüzyirmialtı mektûbunun toplanmasından meydâna gelmiştir. Kelâm ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun ma’rifetlerini açıklayan uçsuz bir derya gibi eşsiz bir eserdir.
Mektûbât’ın birinci cildi 1025 (m. 1616) senesinde talebelerinin meşhûrarından Yâr Muhammed Cedîd-i Bedahşî Talkânî tarafından toplanmıştır. Birinci cildde üçyüzonüç (313) mektûp vardır. Bu cildin son mektûbu, Muhammed Hâşim-i Keşmî’ye yazılmıştır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri birinci cildin son mektûbunu yazınca; “Muhammed Hâşim’e gönderilen bu mektûpla resûllerin, din sahibi peygamberlerin ve Eshâb-ı Bedr’in sayısına uygun olduğundan, üçyüzonüç mektûpla birinci cildi burada bitirelim” buyurmuştur.
İkinci cildi ise 1028 (m. 1619) senesinde yine talebelerinden, Abdülhay Pütnî tarafından toplanmıştır. Bu cildde Esmâ-i hüsnâ ya’nî Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde geçen doksandokuz ismi sayısınca doksandokuz (99) mektûp vardır.
Üçüncü cild de İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından sonra 1040 (m. 1630) senesinde talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî tarafından toplanmış olup, bu cildde de Kur’ân-ı kerîmdeki sûrelerin sayısınca yüzondört (114) mektûp vardır. Her üç cildde toplam beşyüzyirmialtı (526) mektûp vardı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından sonra on mektûbu daha üçüncü cilde ilâve edilmiştir. Böylece toplam mektûp adedi. (536) olmuştur.
Mektûbât’daki mektûpların birkaçı Arabî, geri kalanların hepsi Fârisîdir. 1392 (m. 1972) senesinde, Pakistan’da Karaşi’de (Edeb Menzil, Sa’îd Kompani) de Gulâm Mustafa Hân tarafından, üç cildi iki kitap hâlinde ve haşiyesinde açıklamalar olarak, gayet okunaklı ve nefis basılmıştır. Bu Fârisî baskının, 1397 (m. 1977) senesinde İstanbul’da, ofset baskısı yapılmıştır. Muhammed Murâd-i Kazanî Mekkî tarafından 1302 (m. 1884) yılında Arabîye tercüme edilerek, “Dürer-ül-meknûnât” adı verilmiş, 1316 (m. 1898)’da Mekke-i mükerremede Miriyye matbaasında basılmıştır. 1382 (m. 1963)’de, İstanbul’da da ofset yolu ile birinci hamur kâğıda gayet nefis basılmıştır. İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) ve oğlu Muhammed Ma’sûm’un (kuddise sirruh) (Mektûbât) kitapları, Müstekîm-zâde Süleymân Efendi tarafından Farsçadan Türkçeye, Osmanlıcaya tercüme edilip, 1277 (m. 1860) senesinde taşbasması yapılmıştır. Daha sonra birinci cildi Türkçeye tercüme edilerek, “Müjdeci Mektûblar” adı ile İstanbul’da Hakîkat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. Mektûbât’ın ikinci ve üçüncü cildindeki mektûplardan da bir kısmı Türkçeye tercüme edilerek, “Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye” kitabı içinde 108 madde hâlinde yayınlanmıştır.
İmâm-ı Rabbânî’nin mübârek oğlu Muhammed Ma’sûm-i Serhendî’nin yetiştirdiği, yüzlerce evliyânın meşhûrlarından olan Muhammed Bâkır Lâhorî, 1080 (m. 1668)’de “Mektûbât’ı Fârisî olarak hülâsa edip, özetleyerek “Kenz-ül-hidâyât” ismini vermiştir. Bu eser yüzyirmi sahife olup, içinde yirmi başlık vardır. 1376 (m. 1957) senesinde Lâhor’da basılmıştır.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyük talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatır: “Hocamın zamanında yaşayan ve derin âlim olan bir zât bana: “Senin hocanın risaleleri ve mektûpları olduğunu duydum, fakat görmedim” dedi. Ben de İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bir mektûbunu, o dindar âlime okudum. Dinlerken zevkinden coşup, ellerini kaldırdı. Bir müddet duâ etti ve; “Yâ Rabbî! Bu muazzam şeyhe dâima selâmet ver!” dedi, sonra bana; “Bid’atlarla dolu olan bu bozuk zamanda kalb kararıyor, paslanıyor. Senin yüksek hocanın sözleri o pasları sildi, kalbimi cilâlandırdı” dedi.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle nakleder: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Bütün yazılarımızı, âhır zamanda gelecek olan Hazret-i Mehdî’nin okuyacağı ve hepsini makbûl bulacağı bize bildirildi.”
Son asrın zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük İslâm âlimi ve rûh bilgilerinin mütehassısı, Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri defalarca şöyle buyurmuştur: “Ba’de kitâbillah ve ba’de kütüb-i sitte efdal-i kütüb, Mektûbâtest.” Ya’nî, Allahü teâlânın kitabı olan Kur’ân-ı kerîm’den sonra ve Resûlullahın ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîflerinin toplanması ile meydana gelmiş olan Kütüb-i sitteden sonra, dîn-i İslâmda yazılmış kitapların en üstünü Mektûbât’tır. Yine Mektûbât’tan bahsederken; “Din ve dünyâya en ziyâde yarıyan ve dîn-i İslâmda misli yazılmamış Mektûbât kitabı…” buyurmuştur.
Evliyâ-yı Kirâmın vilâyetlerinin kemâlâtının ma’rifetlerini bildiren kitapların en kıymetlisi, Celâleddîn-i Rûmî’nin “Mesnevî”si olduğu gibi, hem vilâyet kemâlâtının ma’rifetlerini, hem de nübüvvet kemâlâtının ma’rifetlerini ve inceliklerini bildiren kitapların en kıymetlisi ve en üstünü, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin “Mektûbât” kitabıdır.
Diğer eserleri de şunlardır: 2- Redd-i revâfıd: Fârisî olup, Râfizîleri reddeden bu kitabın Türkçesi, (Hak sözün Vesîkaları) kitabında, bir bölüm olarak, Hakîkat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. Arapcaya da tercüme edilmiştir. 3- İsbâtün-nübüvve: “Peygamberlik nedir?” adı ile Türkçeye tercüme edilmiştir. Hak Sözün Vesîkalan kitabı içinde bir bölüm olarak yayınlanmıştır. Ayrıca Arapcası, İngilizceye ve Fransızcaya da tercüme edilmiştir. 4- Mebde’ ve Me’âd, 5-Âdâb-ül-mürîdîn, 6- Ta’lîkât-ül-Avârif, 7-Risâle-i tehlîliyye, 8- Şerh-i Rubâ’ıyyât-ı Abd-il-Bâkî, 9- Meârif-i ledünniye, 10- Mükâşefât-ı gaybiyye, 11- Cezbe ve sülûk risalesi.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eşsiz eseri “Mektûbât”, hem yazıldığı asırda, hem de sonraki asırlarda, hakîki saadeti arayanlar tarafından aşk ve şevkle okunmuş, istifâde edilmiş ve pekçok insanın se’âdete kavuşmasına vesile olmuştur. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak isteyenlere fâideli olmak için yazdığı bu eserinden seçmeler:
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, büyük oğlu Muhammed Sâdık’a yazdığı birinci cilddeki 260. mektûbun son kısmında şöyle buyurdu:
“Ey oğlum! Kutb-i irşâdın feyz vermesi ve ondan feyz almakla ilgili ma’rifetler, “Mebde’ ve Me’âd” risalesinde, “İfâde ve istifâde” babında yazılmışdı. Sırası gelmiş iken, fâideli olan bu ma’rifeti de, buraya yazıyorum. Orada yazılı olan ile karşılaştırınız! Kutb-i irşâd, kemâlât-i ferdiyyeye de mâlikdir. Çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından tâ arşa kadar herkese; rüşd, hidâyet, îmân ve ma’rifet onun yolu ile gelir. Herkes, ondan feyz alır. Arada o olmadan, kimse bu ni’mete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyanus gibi, (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün dünyâyı sarmıştır. O derya, sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz (ya’nî şöhretten uzak olur, onu kimse tanımaz.) O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yâhud, o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre, o deryadan kalbi feyz alır. Bunun gibi bir kimse, Allahü teâlâyı zikr ederse ve bu zâtı hiç düşünmezse, meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fakat, birinci feyz daha fazla olur. Bir kimse, o büyük zâtı inkâr eder, beğenmezse, yâhud o büyük zât, bu kimseye incinmiş ise, Allahü teâlâyı zikr etse bile, rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zât, bunun istifâdesini istememiş olmasa bile, onun zararını istemese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de yoktur. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı zikr etmeseler de, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar. Fârisî beyt tercümesi:
Susdum artık, zekîlere bu yeter,
Çok bağırdım, dinleyen varsa eğer.
Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamdolsun. O, rahmândır ve rahimdir. O’nun resûlü Muhammed aleyhisselâma ve Âline ve Eshâbına sonsuz salât ve selâm olsun.”
Birinci cild, 23. mektûpda şöyle buyurdu:
“Bir din âlimi, gençlere din öğreteceği zaman, bunlara önce, İslâm düşmanları ve câhil kimseler tarafından şırınga edilen, yanlış bilgileri ve iftiraları anlayıp, onların temiz ve körpe kafalarını bu zehirlerden temizler. Zehirlenen rûhlarını tedâvi eder. Sonra, yaşlarına ve anlayışlarına göre, İslâmiyeti ve meziyetlerini, faydalarını, emirlerindeki ve yasaklarındaki hikmetlerini, inceliklerini ve insanlığı saadete ulaştırdığını, onların kalbine yerleştirir. Böylece gençlerin rûh bahçelerinde, dertlere deva, rûhlara gıda olan nefis çiçekler yetişir. Böyle bir din âlimini ele geçirmek, en büyük kazançtır. Onun bakışları, rûhlara işler. Sözleri, kalblere te’sîr eder. Dîn-i İslâmı hazır lokum gibi yutmak, susuz kalmış iken soğuk şerbet içip ciğerlerine kadar serinliyebilmek, ancak böyle bir Allah adamının sunması ile mümkündür…”
Birinci cild, 193. mektûp:
Allahü teâlâ yardımcımız olsun! işlerinizi kolaşlaşdırsın! Ayıb ve çirkin olan şeylerden korusun!
Âkil ve baliğ olan erkeğin ve kadının birinci vazîfesi; Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmakdır. Allahü teâlâ, o büyük âlimlerin çalışmalarına bol bol sevâb versin! Âmin. Kıyâmette Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmağa bağlıdır. Cehennemden kurtulacak olanlar, yalnız bunların yolunda gidenlerdir. (Onların yolunda gidenlere “Sünnî” denir.) Resûlullahın ( aleyhisselâm ) ve Eshâbının “rıdvânullahi aleyhim ecmaîn” yolunda gidenler yalnız bunlardır. Kitâbdan ve sünnetten (ya’nî Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden) çıkarılan bilgiler içinde kıymetli, doğru olan, yalnız bu büyük âlimlerin, kitâbdan ve sünnetden anlayıp bildirdikleri bilgilerdir. Çünkü, her bid’at sahibi, ya’nî her reformcu ve her sapık kimse, bozuk düşüncelerini, kısa aklı ile, kitâbdan ve sünnetden çıkardığını söylüyor. Ehl-i sünnet âlimlerini gölgelemeğe, küçültmeğe kalkışıyor. Demek ki, kitâbdan ve sünnetden çıkarıldığı bildirilen her sözü, her yazıyı doğru sanmamalı, yaldızlı propagandalarına aldanmamalıdır…
İ’tikâdı düzeltdikten sonra, helâl, haram, farz, vâcib, sünnet, mendûb ve mekrûh olan şeyleri de fıkıh kitaplarından öğrenmek ve her işi bunlara göre yapmak da lâzımdır. Talebeden birkaçına emir buyurunuz da, Fârisî dilinde yazılmış fıkıh kitaplarından birini, toplandığınız zaman okusunlar. “Mecmû’a-i Hâni” ve “Umdet-ül-İslâm” adındaki kitapları okumak çok uygun olur.
Allah korusun, i’tikâd edilecek şeylerde bir sarsıntı olursa, kıyâmetde. Cehennemden hiç kurtulmak olmaz. İ’tikâd doğru olup da, işlerde gevşeklik olursa, tövbe ile ve belki tövbesiz de af olunabilir. Eğer af olunmazsa, Cehenneme girse bile, sonunda yine kurtulur. Görülüyor ki, işin aslı ve temeli, i’tikâdı düzeltmektir. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr buyurdu ki: “Bütün iyi hâlleri ve buluşları bize verseler, fakat Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdını kalbimize yerleşdirmeseler, hâlimi harab; istikbâlimi karanlık bilirim. Eğer, bütün harablıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet i’tikâdı ile süsleseler, hiç üzülmem.” Allahü teâlâ, bizi ve sizi, Ehl-i sünnet i’tikâdından ayırmasın! İnsanların efendisi hürmetine ( aleyhisselâm ) duâmızı kabûl buyursun! Âmîn.
Lâhor’dan gelen bir talebe, Şeyh Ciyûn’un eski Nahhâs Câmii’nde Cum’a namazı kıldığını söyledi. Meyan Refi’uddîn onun iltifâtına kavuşduktan sonra, Kâdı Şeyh Ciyûn’un kendi bahçesinde bir câmi yaptırdığını söyledi. Böyle haberleri işittiğimiz için, Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ böyle iyi işleri arttırsın! Böyle haberleri işitince, çok, hem de pekçok sevinmekteyiz.
Muhterem Seyyid hazretleri! Bugün, müslümanlar kimsesiz kaldı, İslâmiyete yardım için, bugün az birşey vermek, binlerce altın vermiş gibi kıymetli olur. Hangi talihli kimseye bu büyük ni’meti ihsân ederlerse, ona müjdeler olsun! Dînin yayılmasına, İslâmiyetin kuvvetlendirilmesine çalışmak, her zaman iyidir ve kim olursa olsun böyle çalışan, cihâd sevâbına kavuşur. Fakat, İslâm düşmanlarının her yandan saldırdığı bu zamanda, Ehl-i beyt-i nebeviden olan siz kahramanların yardım etmesi, elbette daha iyi, daha güzel olur. Çünkü Allahü teâlâ, İslâmiyet gibi en büyük ni’metini, kullarına, sizin yüksek ceddîniz ile gönderdi. Sizin yardımınız, kendi yaptığı şeye yardım etmek olur. Başkalarının yardımı ise böyle olmaz, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) tam vâris olabilmek, bu büyük işi yapmakla olur. Resûlullah ( aleyhisselâm ) Eshâbına karşı buyurdu ki: “Siz, öyle bir zamanda geldiniz ki, Allahü teâlânın emirlerinin ve yasaklarının onda birini yapmaz iseniz, helak olur, Cehenneme gidersiniz. Sizden sonra öyle müslümanlar gelecek ki, Allahü teâlânın emirlerinin ve yasaklarının onda birini yapabilseler Cehennemden kurtulurlar.” işte bizim zamanımız, o zamandır ve müjdelenenler de, şimdiki müslümanlardır. Fârisî beyt tercümesi:
Se’âdet topu, ortaya kondu.
Topu kapan yok, erlere noldu?
Bu yakınlarda, mel’ûn Guvendval kâfirinin öldürülmesi çok güzel oldu. Onun ölümü, Hindûların burunlarının kırılmasına sebeb oldu. Ne niyetle olursa olsun, niçin öldürüldü ise öldürülsün. İslama saldıranların alçalması, müslümanlar için bir kazançdır. O kâfir öldürülmeden önce rü’yâda, devlet reîsimizin, kâfirlerin liderlerinin başını kesdiğini görmüşdüm. Doğrusu, o kâfir, düşmanların önderi ve kâfirlerin şefleri idi. Allahü teâlâ, o alçakları yardımsız bıraksın!
İslâmiyetin ve müslümanların yükselmesi, kâfirlerin ve kâfirliğin kıymetden düşmesine, aşağı olmasına bağlıdır. Allahü teâlâ, zımmîlerden cizye almağı emreyledi. Onlardan bu vergiyi almak, onları aşağı kılmak içindir. Kâfirler ne kadar yükselirse, müslümanlar da o kadar alçalır. Bu inceliği iyi anlamalıdır. Çok kimse, bu bağlılığı anlayamıyor. Bu yüzden dinlerini yıkıyorlar. Allahü teâlâ, Tövbe sûresinin, 73. âyetinde meâlen; “Ey sevgili Peygamberim ( aleyhisselâm )! Kâfirlerle ve münâfıklarla cihâd et, döğüş! Onlara sert davran!” buyurdu. Kâfirlerle döğüşmek, onlara sert davranmak, dinde zarurî lâzımdır. Ya’nî îmânın şartıdır. (Fakat, cihâdı hükümet yapar. Devletin ordusu yapar. Müslümanların cihâdı, asker olarak hükümetin verdiği vazîfeyi yapmakdır.)
İslâmiyetin emirlerini bildirmek için, hârika işler yapmak, kerâmet sahibi olmak şart değildir. Bilenlerin, bilmeyenlere öğretmeleri lâzımdır. Elimde gücüm, kuvvetim yokdu da, İslâmiyetin yasak etdiği şeylerin kötülüklerini söyliyemedim diyerek, özür ve bahâne ileri sürmek, kıyâmetde insanı azâbdan kurtaramayacakdır. İnsanların en iyileri olan peygamberler (aleyhimüsselâm), İslâmiyetin emirlerini, yasaklarını bildirirlerdi. Ümmetleri mu’cize isteyince; “Mu’cizeleri Allahü teâlâ yaratır. Bizim vazîfemiz O’nun emirlerini bildirmekdir” buyururlardı. Allahü teâlâ, dilerse ümmetlere merhamet ederek, inanmaları, saadete kavuşmaları için, o anda mu’cize yaratırdı. Her ne olursa olsun, İslâmiyeti bildirmek, gençlere öğretmek, fâidelerini açıklamak, düşmanların yalanlarını, iftirâlarını cevaplandırmak elbette lâzımdır. Bilenler, bildirmezlerse, cezadan, azâbdan kurtulamayacaklardır. Bu vazîfeyi yaparken, fitne çıkarmamağa dikkat etmelidir. Dikkatle çalışırken, kendine bir sıkıntı gelirse, bunu ni’met bilmelidir. Peygamberler (aleyhisselâm), Allahü teâlânın emirlerini bildirirken, görmedikleri sıkıntılar, çekmedikleri işkenceler kalmadı. Onların en üstünü Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Hiçbir peygambere, benim çekdiğim eziyet çektirilmedi.” Fârisî beyt tercümesi:
Ömür geçdi, derdimi anlatmak bitmedi,
Bitireyim artık, gece devam etmedi.
Vesselâm.
Mübarek Sözleri
Edebi gözetmek, zikrden üstündür. Edebi gözetmeyen, hakka kavuşamaz.”
“Ehlin gönlü için (ailenin gönlünü almak için) günah işlemek ahmaklıktır.”
“Eshâb-ı Kirâm sohbet ile yükseldi. Eshâb-ı Kirâm, dîni bildirenlerdir.”
“Eshâb-ı Kirâma dil uzatan dîni yıkar. Eshâb-ı Kirâmın îmânda ayrılıkları yoktur.”
“Eshâb-ı Kirâmın hepsi, evliyânın hepsinden üstündür.”
“Farzı bırakıp, nafile ibâdetleri yapmak boşuna vakit geçirmektir.”
“Felâsifenin (filozoflar) kısa görüşleri, yalnız madde âlemini görmektedir.”
“Gına sahiblerinin ya’nî zenginlerin, alçak gönüllü olması güzeldir. Fakirlerin ise onurlu olması lâzımdır.”
“Haram sebeple elde edilen herşey de haramdır.”
“Havf (korku), gençlikte; recâ (ümîd), ihtiyârlıkta olmalıdır.”
“Hayr, Allahü teâlâdan gelendedir.”
“Her sabah ve akşam yüz kerre; “Sübhânellahi ve bi-hamdihi” demelidir.”
“Her ne ki kalbin huzûruna yardım ede, mübârektir.”
“Her hatıra geleni yapmağa kalkışmamalıdır.”
“Herşeye kalbi bağlamaktan kurtulmadıkça, Hak teâlâya bağlanılamaz.”
“İbâdet-i gayrdan (başkasına tapınmaktan) kurtulmak için, Allahü teâlâdan başka birşey istememelidir.”
“İbâdetin hâlis olması için mâsivâya köle olmakdan kurtulmalıdır.”
“İhlâs ile yapılan bir iş, senelerce yapılan ibâdetlerin kazancını hâsıl eder.”
“İctihâd ve kıyas; âyetlerin ve hadîslerin ma’nâlarını açığa çıkarmaktır.”
“İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak, daha sonra tasavvuf yolunda ilerlemektir.”
“İslâmın temeli; Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine inanmak ve yapmaktır.”
“Kalbe gelen lekeleri temizlemek için; tövbe, istiğfar, pişmanlık ve iltica (sığınma, yalvarma) etmelidir.”
“Kalbin tasviyesi (temizlenmesi); İslâmiyete uymakla, sünnetlere yapışmakla, bid’atlerden kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur. Zikr ve rehberi (doğru yolu gösteren âlimi) sevmek bunu kolaylaştırır.”
“Kalbin birçok şeyleri sevmesinin sebebi, hep o birşey içindir. O da nefsdir.”
“Kâfirlere Kıymet vermek müslümanlığı aşağılamak olur.”
“Kelâm-ı ilâhi’nin tefsîri; nakil ile, işitmekle olur.”
“Kelime-i tevhîd; putlara ibâdeti bırakıp, Hak teâlâya ibâdet etmek demektir.”
“Küfür, nefs-i emmârenin isteklerinden hâsıl olur.”
“Malı zarardan korumanın ilâcı, zekât vermektir.”
“Maraz-ı kalbi (kalbin hasta olması), Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına kalbin inanmaması demektir.” “Maraz-ı kalbi, kalbin mâsivâya (Allahü teâlâdan başka şeylere) bağlanmasıdır.”
“Maraz-ı kalbiye tutulmuş olanların hiçbir ibâdeti ve tâati fâideli olmaz.”
“Mâsivâ, mahlûklar demektir.
Akla hayâle gelen, düşünülen, görülen herşey mâsivâdır.”
“Mekrûhtan sakınmak ve bir edebi gözetmek; zikrden, fikirden ve murâkabeden daha fâidelidir.”
“Meyyite (ölüye); duâ, Fâtiha, sadaka ve istiğfar ile yardım etmelidir.”
“Minnet ve sıkıntıya katlanmak, muhabbet sahiblerine lâzımdır.”
“Mübah olan şeyleri lâzım olunca kullanmalıdır. Mübahları, kulluk vazîfesini yapmak için niyet ederek kullanmalıdır.”
“Mübahları gelişi güzel kullanan, şüpheli şeyleri yapmağa başlar. Şüphelileri yapmak da harama yol açar.”
“Büyükleri sevmek saadetin sermâyesidir. Muhabbete müdâhâne (gevşeklik) sığmaz.”
“Nefs bir merkez bir santraldir. Duygu organları onun âletleridir.”
“Nefs bir kötülük deposudur. Kendini iyi sanarak Cehl-i mürekkeb olmuştur.”
“Nefse, günahlardan kaçmak, ibâdet yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan kaçmak daha sevâbtır.”
“Nefs-i emmâre, hiç kimsenin emri altına girmeyip, herkese emretmek ister.”
“Nefs-i emmâreyi yıpratmak, azgınlığını önlemek için dîne uymaktan başka çâre yoktur.”
“Namazda hâsıl olan lezzetlerde, nefsin nasîbi yoktur.”
“Namazın mi’râc olması bu ümmete mahsûstur.”
“Uyku zamanında yüz kere tesbih (sübhânellah demek), tahmîd (elhamdülillah demek) ve tekbîr (Allahü ekber demek) okumak, kendini hesaba çekmek sayılır.”
“Razzâk olan Hak teâlâ, rızıklara kefil olmuş, kullarını bu sıkıntıdan kurtarmıştır.”
“Se’âdet, ömrü uzun ve ibâdeti çok olanındır.”
“Saâdet-i ebediyyeye kavuşmak, peygamberlere uymağa bağlıdır.”
“Sohbeti ganîmet bilmelidir. Sohbetin üstünlüğü, bütün üstünlüklerin ve kemâllerin üstüdür.”
“Sünnet ile bid’at arasında şüpheli olan bir işi terk etmelidir.”
“Sünnet ile bid’at birbirinin zıddıdır. Birini yapınca öteki yok olur.”
“İslâmiyete uymadan, azâbdan kurtulmak olmaz.”
“İslâmiyete uymak, nefsin isteklerini bırakmak demektir.”
“İslâmiyete uymayan kimse, Allahü teâlâya kavuşamaz.”
“İslâmiyete uygun olmayan sözler ve işler, insanı felâkete sürükler.”
“Şeytan, (Allahü teâlâ rahimdir af eder) diyerek insanı günah işlemeğe sürükler. Hâlbuki kıyâmet günü düşmanlara merhamet olunmayacaktır.” “Şeytan, kötülükleri iyilik şeklinde gösterip insanları aldatır.” “Şöhret, âfettir.”
“İstemek, kavuşmanın müjdecisidir. Yanıp yakılmak da kavuşmanın başlangıcıdır.”
“Taleb (istemek), büyük ni’mettir. Ni’meti elden kaçırmamak için, onun şükrünü yerine getirmek lâzımdır.”
“Tâlib olmayan kimse, tâlib olmayı istemelidir. Bu istek de büyük ni’mettir.”
“Talibin nefse uymaması lâzımdır. Bu da vera’ ve takvâ ile olur ki, haramlardan sakınmalıdır.”
“Talibin yalvarması ve çok sevmesi lâzımdır.”
“Tasdik demek, kalbin şüphesiz inanmasıdır. Bilmek, anlamak demek değildir.”
“Tekmîl-i sınâ’at telâhuk-i efkâr iledir. Ya’nî san’atların, fenlerin gelişmesi, buluşların birbirine eklenmesi iledir.”
“Zâhid, dünyâya gönül bağlamadığı için, insanların en akıllısıdır.”
“Zekât niyeti ile bir kuruş vermek, dağlar kadar altını sadaka olarak vermekten kat kat daha sevâbdır.”
“Sâlih ameller İslâmın beş şartıdır. Sâlih amelleri yapmadan kalb selâmette olmaz.”
“Cennet ile Cehennemden başka ebedî bir yer yoktur. Cennete girmek için îmân ve dînin emirlerine uymak lâzımdır.”
“Dünyâyı maksad edinmemeli. Dünyâ, nefsin arzularına yardımcıdır. Dünyâ ve âhıret bir arada olmaz. Dünyâya düşkün olmak, günahların başıdır. Dünyâya düşkün olanlar âhırette zarar görür. Dünyâya düşkün olmamanın ilâcı, İslâmiyete uymaktır.”
“Bu zamanda dünyâyı terk etmek çok zordur. Dünyâyı terk lâzımdır. Hakîkaten terk edemeyen, hükmen terk etmelidir ki, âhırette kurtulabilsin. Hükmen terk etmek de büyük ni’mettir. Bu da, yemekte, içmekte, giyinmekte, meskende, dînin hududundan dışarıya taşmamakla olur.”
“Dünyâyı terk etmek iki türlüdür; birincisi, mübahların, zarûret miktarından fazlasını terktir. Bu çok iyidir, ikincisi, haramları ve şüphelileri terkedip yalnız mübahları kullanmaktır. Bu zamanda bu da iyidir.”
“Tesbih okumak (sübhânellah demek), tövbenin anahtarı ve hattâ özüdür.”
“Tövbe yapabilmek, Hak teâlânın büyük ni’metidir.”
“Ulemâ-i din (iyi din adamları, hakîki din âlimleri), dünyâ ni’metlerinden vazgeçmişlerdir. Dîni yaymaktan ve dîni kuvvetlendirmekten başka şey düşünmezler.”
“Ulemâ-i dünyâ (dünyâya düşkün olan kötü din adamları), dünyâ ve dünyâ ni’metleri arkasında koşarlar. Bunlarla arkadaşlık etmek zararlıdır. Kötülükleri herkese bulaşır.”
“Ulemâ-i sû’ (kötü din adamları) insanların doğru yoldan sapmalarına sebep olurlar.”
“Rü’yâlar güvenilecek şey değildir. Uyanık iken ele geçen kıymetlidir.”
“Vakit çok kıymetlidir. Kıymetli şeyler için kullanmak lâzımdır, işlerin en kıymetlisi sahibine hizmet etmektir. (Ya’nî Allahü teâlâya ibâdet ve tâat etmektir.”
“Gençlik zamanında dînin emirlerine uymak, dünyâ ve âhıret ni’metlerinin en üstünüdür.
“Annenin yavrusuna fâidesi olmadığı (annenin yavrusundan kaçacağı) kıyâmet günü için, hazırlık yapmayana yazıklar olsun!”
“Âyet-i kerîmede; “Vallâhu basîrun= Allah onların ne yaptıklarını görmektedir” buyuruldu. Allahü teâlâ herşeyi gördüğü hâlde (insanlar) çirkin işleri yaparlar. Aşağı bir kimsenin bile bu işleri gördüğünü bilseler, vaz geçerler yapmazlar. Bunlar ya Hak teâlânın görmesine inanmıyorlar, Yâhud onun görmesine kıymet vermiyorlar, îmânı olana her ikisi de yakışmaz.”
“Velîlerin hiçbiri, peygamber mertebesine varamaz.”
“Velîlerin hiçbiri, Sahâbî mertebesine çıkamaz.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki:
“Allahü teâlânın hayırlı işlerde kullandığı kimselere müjdeler olsun!”
“Her işi, dînini seven ve kayıran, doğru âlimlerin kitaplarından öğrenmelidir.”
“İyi kimselerle arkadaşlık kurmalı, kötü kimselerle arkadaşlıktan kaçınmalıdır.”
“Mâlâya’nî (boş şeyler) ile vakit geçirmek, Allahü teâlâdan uzaklaşmaya işârettir.”
“İhlâs ile yapılan küçük bir iş, senelerce yapılan ibâdetler gibi kazanç (sevâb) hâsıl eder.”
“Her ibâdeti seve seve yapmalı. Kul hakkına dokunmamağa, hakkı olanlara hakkını ödemeğe titizlikle çalışmalıdır.”
“Dünyânın vefasızlıkta eşi yoktur, dünyâyı isteyenler de alçaklıkta ve bahillikte (cimrilikte) meşhûrdur. Azîz ömrünü, bu vefasızın ve değersizin peşinde harcayanlara yazıklar ve korkular olsun.”
“Gençlik çağının kıymetini biliniz! Bu kıymetli günlerinizde, İslâmiyet bilgilerini öğreniniz ve bu bilgilere uygun olarak yaşayınız! Kıymetli ömrünüzü faydasız, boş şeyler arkasında, oyunla ve eğlence ile geçirmemek için uyanık olunuz.”
“İnsanlar riyâzet deyince, açlık çekmeği ve oruç tutmağı anladılar. Hâlbuki, dînimizin emr ettiği kadar yimek için dikkat etmek, binlerce sene nafile oruç tutmaktan daha fâidelidir.”
“Bir kimsenin önüne lezzetli, tatlı yemekler konsa, iştihâsı olduğu hâlde ve hepsini yemek istediği hâlde, dînimizin emr ettiği kadar yiyip, fazlasını bırakması, şiddetli bir riyâzettir ve diğer riyâzetlerden çok üstündür.”
“Bir farzı vaktinde yapmak, bin sene nafile ibâdet yapmaktan daha çok fâidelidir.” Fârisî beyt tercümesi:
“Allahtan başka her neye tapınsan, hepsi hiçtir.
Yazıklar olsun ol kimseye ki, bir hiç iledir.”
“Ölüm gelmeden önce, yapacak işi bilmeli, yüzü ak olarak, Allahü teâlâyı özliyerek can vermelidir.”
“Sebeplere yapışmak Allahü teâlâya güvenmeğe mâni değildir. Sebepleri ve onlardaki te’sîrleri de o yaratıyor.” Fârisî beyt tercümesi:
“Ne varsa güzel, Allah sevgisinden başka.
Hepsi cana zehirdir, şeker dahî olsa.”
“Herşey, Allahü teâlânın varlığını ve sıfatlarını gösteren, birer işârettir.”
“Hayrı ve şerri yaratan Allahü teâlâdır. İyilik istiyenlerden râzıdır. Kötülük istiyenlerden râzı değildir.”
“Birkaç günlük zamanı büyük ni’met bilerek, Hak teâlânın beğendiği şeyleri yapmağa çalışmalıdır.”
“Allahü teâlânın kıymet verdiği ilmi, onun sevmediği yolda kullanmak, çok çirkin bir iştir.”
“Büyük ihsân ve iyilik, kerîmlere güç gelmez.”
“İnsan tedbir alır, sebeplere yapışır, takdîri bilmez. Allahü teâlânın takdîri, kulun tedbîri ile değişmez.” Beyt:
“Yüzlerce dile mâlik olsa da vücûdum.
Lütfunun şükrünü, nasıl yapabilirim.”
“Gökler, yıldızlar, elementler, canlılar yok idi. Hepsi Allahü teâlânın yaratması ile var oldu.”
“Şefaatçi aramak tövbenin bir parçasıdır.” Beyt:
“Kendinden haberi olmayan kimse
Nerede kaldı başka şeyleri bile.”
“Ölmek, felâket değildir, öldükten sonra, başına gelecekleri bilmemek felâkettir.”
“Sonsuz kurtuluşa kavuşmak için, üç şey muhakkak lâzımdır ilim, amel, ihlâs.”
“Ölülere duâ ve istiğfar etmekle ve onlar için sadaka vermekle, imdatlarına yetişmek lâzımdır.”
“Dünyâyı ele geçirmek için âhıreti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak anmaklıktır.
“Nefse kolay ve tatlı gelen şeyi seâdet zan etmemeli, nefse güç ve acı gelenleri de şekavet ve felâket sanmamalıdır.”
“Birkaç günlük zamanı büyük ni’met bilerek, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmağa çalışmalıdır.”
“İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran şey namazdır.”
“Câhillerin, büyüklere dil uzatmalarına sebeb olmayınız! Her işinizin İslâmiyete uygun olması için, Allahü teâlâya yalvarınız.” Beyt:
“Haramdan sakın, farzı yapmaya bak
Farzı yapmazsan, olur hâlin harâb.”
“Geçici lezzetlere, çabuk biten, tükenen dünyalıklara aldanmamalıdır.”
“İhsan sahibinin kapısı çalınınca açılır..”
“Gönül dalgınlığının ilâcı: gönlünü Allahü teâlâya vermiş olanların sohbetidir.”
“Dünyâ hayatı pek kısadır. Bunu en lüzumlu şeyde kullanmak gerekir. Bu en lüzumlu şey de, kalbini toparlamış olanların yanında bulunmaktır. Hiçbirşey sohbet gibi fâideli değildir.”
Kaynaklar
1) Mektûbat-ı İmâm-ı Rabbânî
2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1023
3) Mebde’ ve Me’âd risalesi sh. 19
4) Zübdet-ül-makâmât sh. 126 vd.
5) Hadarât-ül-kuds sh. 30 vd.
6) Ümdet-ül-makâmât sh. 98 vd.
7) Visali Ahmedî (Bedreddîn Serhendî)
8) Makâmat-ı Ahmediyye (Ahmed Sa’îd Fârûkî)
9) Meslek-i İmâm-ı Rabbânî (Muhammed Sa’îd Nakşibendî)
10) Essebe-ül-esrâr fî medâric-ül-ahyâr (Muhammed Ma’sûm Ömeri)
11) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî (Muhammed Manzûr Nu’mânî)
12) Hazret-i Müceddid (Ebü’l-Hasen Zeyd Farûkî)
13) İmâm-ı Rabbânî (Muhammed Abdüşşükür)
14) Hazret-i Şeyh Ahmed Serhendî (Muhammed Eslem)
15) Hak Sözün Vesîkaları sh. 306
16) Eshâb-ı Kirâm sh. 147
17) Kıyâmet ve Âhıret sh. 168, 186
18) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 334
19) Reşehât zeyli sh. 19
20) Derer-ül-meknûnât (kenarı) sh. 52
21) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 330
22) Meslek-i Müceddid (Cemil Ahmed Şarkpûrî)
23) Makâmât-ı ahyar sh. 26
24) İrgâm-ül-merîd sh. 70
25) Hadâik-ül-verdiyye sh. 178
26) Hadîkat-ül-evliyâ sh. 97, 150
27) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 156
28) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 259
29) El-A’lâm cild-1, sh. 142
30) Rehber Ansiklopedisi cild-8, sh. 138
Müslümanın Davete İcabet ve Ziyaret Adabı Maddeler Halinde
Müslümanın davete icabet ve ziyaret adabı nasıl olmalıdır? Maddeler halinde ziyaret adabı...
İslâm dini, mü’minleri birbirine kardeş yapmış ve onların aralarındaki kardeşlik bağlarını güçlendirecek vesilelere büyük önem vermiştir.
“Mü’minler, ancak kardeştirler…” (Hucurât sûresi, 10)
Kardeşlik bağını güçlendirecek bu vesilelerden biri de mü’minin diğer bir mü’min kardeşinin davetine icabet etmesidir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Bir Müslümanın diğer Müslüman üzerindeki hakkı beştir. Selâmını almak, davetine icâbet etmek, cenazesini teşyi etmek, hastalandığında ziyaretine gitmek, aksırıp “elhamdülillah” dediğinde “yerhamukellah” diyerek dua etmek.” (İbn-i Mace, Cenâiz, 1) buyurarak bunu Müslümanın temel vazifelerinden biri saymıştır.
Yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “Çağrıldığınız zaman davete gidiniz.” (Müslim, Nikâh, 99) buyurmuş ve kendisi de davetlere icâbet ederek bizlere üsve-i hasene olmuştur.
Bedir gazvesine iştirak eden sahâbilerden İtbân bin Mâlik -radıyallâhu anh- kabilesi olan Sâlimoğullarına imamlık yapıyordu. Yağmur yağdığında evi ile mescid arasındaki vadiyi geçmek çok güçleştiğinden Rasûlullâh Efendimiz’e gelerek:
“Ey Allah’ın Rasûlü! Gözlerim iyi seçmiyor. Onlarla benim aramdaki vadinin deresi, yağmur yağdığı zaman taşıyor ve onu geçmek çok güçleşiyor. Bunun için evime teşrif edip bir yerinde namaz kılsanız! Çünkü o yeri namazgâh edinmek istiyorum”, diyerek Efendimiz’i davet eder. Allah Rasûlü:
“–İnşâallâh bu isteğini yerine getiririm.” diye cevap verir. Itbân şöyle devam etmektedir. Ertesi sabah, güneşin yükseldiği bir vakitte Ebûbekir ile birlikte Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana geldi. İçeri girmek için izin istedi, izin verdim. İçeri girdi, daha oturmadan:
“–Evinin neresinde namaz kılmamı istersin?”, buyurdu. Namaz kılmasını istediğim yeri gösterdim, tekbir alıp orada namaza durdu. Biz de arkasında saf bağladık. İki rekât namaz kıldırdı sonra selâm verdi, biz de selâm verdik. Namazı bitirince kendisi için hazırlanmış olan yemeği ikram ettik. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in bizde olduğunu duyan mahalle halkının erkeklerinden bir grup geldi. Evde epeyce insan toplandı. (Müslim, Mesâcid, 262; Buhâri, Sâlât, 45-46)
Fahr-i Kâinat Efendimiz, sahabisinin bu davetine icâbet etmiş ve hemen ertesi gün güneşin biraz yükseldiği bir vakitte İtbân’ın evine gitmişti. Namaz sonrasında hazîre denilen ince un ve ince kıyılmış etten yapılan yemek ikram edilmiş, Peygamberimiz de ev sahibinin ikramını kabul edip bundan yemiştir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashabının davetlerine icâbet ettiğine dair bir hadise de hendek kazarken vuku bulmuştur. Sahâbîler, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek sert bir kayaya rastladıklarını ve onu kıramadıklarını haber verdiler. Üç gündür bir şey yemeyen ve açlıktan karnına taş bağlamış olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hendeğe indi ve kazmayı vurduğu gibi o sert kayayı un ufak etti. Bu sırada Câbir -radıyallâhu anh- eve gitmek için Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den izin aldı. Evde hanımına, Allah Rasûlü’nün açlıktan dayanılmaz hâlde olduğunu söyleyip:
“–Evde yiyecek ne var?” diye sordu.
Zevcesi, biraz arpa ile bir de oğlak olduğunu söyledi. Hazret-i Câbir, oğlağı kesti, arpayı da öğüttü. Eti tencereye, ekmeği de fırına koydurup hemen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitti.
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biraz yemeğim var, bir-iki kişiyle birlikte bize buyrun.” dedi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz; yemeğin ne kadar olduğunu sordu. Câbir -radıyallâhu anh- da olanı söyledi. Bunun üzerine:
“–Oo, hem çok, hem de güzel! Hanımına söyle, ben gelinceye kadar tencereyi ateşten indirmesin, ekmeği de fırından çıkarmasın!” buyurdu. Sonra ashâbına:
“–Kalkınız!” dedi. Muhâcirler ve Ensâr hep birlikte kalktılar. Hazret-i Câbir telâşla zevcesinin yanına varıp:
“–Vay başımıza gelenlere! Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanında Muhâcirler, Ensâr ve beraberlerinde olanlarla birlikte geliyor.” dedi. Hanımı:
“–Sana ne kadar yemeğimiz olduğunu sordu mu?” dedi. Hazret-i Câbir; “Evet sordu.” deyince o firâsetli hanım; “O hâlde telâşa gerek yok!” diyerek kocasını teskin etti. Çok geçmeden sahâbîler çıkageldi. Efendimiz, ashâbına:
“–Giriniz, birbirinizi sıkıştırmayınız!” buyuruyordu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ekmeği koparıyor, üzerine et koyuyor ve her defâsında tencereyi ve fırını kapatıyor, aldığını ashâbına veriyordu. Onların hepsi doyuncaya kadar, ekmeği koparıp üzerine et koymaya devâm etti. Neticede bir miktar yiyecek de arttı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Câbir’in zevcesine:
“–Bunu ye, komşularına da ikrâm et, çünkü açlık insanları perişan etti!” buyurdu. (Bkz. Buhâri, Megâzî, 29; Vâkıdî, II, 452)
Enes bin Malik -radıyallâhu anh- anlatıyor; “Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize ikindi namazını kıldırdı. Namazdan çıkınca yanına Benî Selime'den birisi geldi ve: - Ey Allâh'ın Rasûlü! Biz, bir deve kesmek istiyor ve sizin de kesimde hazır bulunmanızı arzu ediyoruz, dedi. Efendimiz “Pekâlâ!” deyip bu dâvete icâbet etti. Biz de onunla gittik. Varınca, devenin henüz kesilmediğini gördük. Daha sonra kesip parçaladılar ve bir miktarını pişirdiler. Güneş batmadan o etten yedik.” (Müslim, Mesâcid, 196)
Ahlâk ve tevâzûsu dillere destan olan Efendimiz, ashâbından fakir ve kölelerin dâvetine de icâbet eder ve onların gönüllerini alırdı.
Hz. Enes'in anlattığına göre, büyükannesi Müleyke, hazırladığı bir yemeğe Rasûlullah'ı dâvet etti. Efendimiz dâvete icâbet ederek yemekten yedi. Sonra; “Kalkın size namaz kıldırayım!” buyurdu. Enes bin Malik -radıyallâhu anh- der ki; “Ben, uzun müddet kullanıldığı için kararmış olan hasırımızı getirdim, üzerine su serptim. Efendimiz üzerinde namaza durdu. Ben ve bir yetim arkasında saf yaptık, büyükannem de bizim arkamızda durdu. Rasûlullah bize iki rekât (nafile namaz) kıldırıp sonra ayrıldı.” (Buhâri, Salât, 20)
Allâh Rasûlü zaman zaman şöyle buyururdu:
“Eğer paça veya kürek eti bile yemeğe dâvet edilsem, derhal giderim. Şayet bana kürek veya paça dahi hediye edilse, hemen kabul ederim.” (Buhâri, Hibe, 2)
İcabet Edilmemesi Gereken Davetler
- Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- eğer dâvet edilen yerde Allâh Teâlâ'nın rızâsına muhâlif bir durum varsa icâbet etmezdi.
- Peygamber Efendimiz kibirli ve zorba kimselerin kendilerini başka insanlardan üstün göstermeyi vasıta yaptıkları bir sofrada yemek yememiştir.
- Zenginlerin çağrılıp fakirlerin çağrılmadığı davetler
Muhtelif vesilelerle yapılan bu davet ve ziyaretler 5’e ayrılır;
- Düğün Davetlerine İcâbet
- Dost ve Akraba Ziyareti
- Hasta Ziyareti
- Cenaze Teşyi ve Kabir Ziyareti
- Taziye
- 1.DÜĞÜN DAVETLERİNE İCÂBET
Cemiyet ahlâkını muhâfazada en müessir âmil, nikâh olduğu için Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onun zorlaştırılmaması husûsunda ümmetini îkâz ederek:
“Nikâhın hayırlısı, külfetsiz olandır.” (Ebû Dâvûd, Nikâh, 32) buyururlar.
Nikâha külfet getiren başlık parası, süt hakkı, yüz görümlülüğü ve benzeri âdetler, bâtıl uygulamalardır ki, câhiliye devri kalıntılarıdır.
Muhyiddîn-i Arabî -kuddise sirruh- Hazretleri, nikâha teşvik edip evlenenlere yardımcı olmanın fazîleti hakkında şöyle buyurur:
“En üstün sadaka-yı câriye, evliliğe vesîle olmaktır. Zîra onların neslinden gelen kimselerin yaptıkları her iyilikten vesîle olana da bir ecir vardır.”
İslâm’da ruhbanlık yoktur. Bu açıdan İslâm, koyduğu muhabbet ve hak ölçüleri itibarıyla mes’ud ve dengeli bir âile yapısı tesis eder. Yâni âile ile huzur ve saâdeti hedefler. Öyle ki:
“Kişinin cenneti evidir…” buyurulmuştur.
Böyle bir yüksek anlayış ve yapı da, elbette yüksek ölçü ve muhabbet üzerine meşru temeller ile mümkün olacağından İslâm, işe nikâh gibi ulvî bir ahidleşme ile başlar. Yâni her iki tarafın Allâh huzurunda birbirlerine Allâh adına belirli sözleri vermelerini şart koşar. Eskilerin ifadesiyle: “Nikâhta keramet vardır.” denilmesi, mes’ud ve huzurlu bir âilenin tesisinde nikâhın ehemmiyeti için kâfî bir ifadedir. Çünkü nikâh dışı beraberlikler, hem insan rûhu hem de cemiyet açısından sadece bir hüsran ve çöküştür.
Nikâh demek, insan fıtrat ve haysiyetini korumak demektir. Hadîs-i şerîfte şöyle ifade buyurulur:
“Kişinin yüceliği dîninde, mürüvvet ve şerefi aklında, soy-sop güzelliği de (nikâhla korunan) ahlâkında gizlidir.”
Evlilikten murad nefsin ve neslin muhafazasıdır. Cenâb-ı Hakk vahdâniyyeti kendisine münhasır kılmış, bütün mahlûkâtı çift olarak halketmiştir. Aralarına da cezb ve incizâb kanunu koyarak maddî ve mânevî kemâli, birbirleriyle bütünleşmelerine bağlamıştır. Hiç şüphesizdir ki, eşref-i mahlûkât olan insan fıtrî olan muhabbet temâyülünü, Cenâb-ı Hakk’ın izin verdiği dairede kullanılırsa nikâh, dışında kullanılırsa zina olur.
“Kaynaşmanız/sükûn bulmanız için size kendi (cinsi) nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O’nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.” (Rûm sûresi, 21)
Hâsılı nikâh peygamberlerin yolu, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünneti, neslin baharı, erkek ve kadının şeref ve edebi, namus ve iffet kalesi ve insanın diğer mahlûklardan imtiyazıdır.
Düğün Davetine İcâbet Âdâbı
- Düğün davetine icabet etmek
Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- evlendiğinde, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Bir koyunla da olsa, düğün yemeği verin.” buyurmuştur. (Buhâri, Nikâh, 68).
“Biriniz düğün yemeğine davet edildiği zaman mutlaka gitsin!” (Buhâri, Nikâh, 71)
“Biriniz (düğün) yemeğine dâvet edildiği zaman gitsin; şayet oruçluysa yemek sâhibine dua etsin, oruçlu değilse yesin.” buyurmuştur. (Müslim, Nikâh, 106)
Düğün dâvetlerine gidilmesini tavsiye eden Rasûl-i Ekrem Efendimiz, hiçbir mâzereti olmadığı halde bu davete icabet etmeyen kimselerin “Allâh'a ve Rasûlü'ne karşı gelmiş sayılacaklarını” belirtir. (Buhâri, Nikâh, 72)
Onun bu konudaki titizliğini bilen ve yaptığı her işi aynen yapmaya gayret gösteren Abdullah bin Ömer, düğün yemeklerine ve diğer dâvetlere oruçlu olduğu zamanlarda bile mutlaka gitmiştir. (Buhâri, Nikâh, 74)
Dört mezhep imamı düğün dâvetine icâbetin vacip olduğuna ittifak etmişlerdir. Bunun dışındaki dâvetlerde durum böyle değildir. Bu sebeple bir kimse oruçlu bile olsa dâvete katılır; keffâret orucu gibi farz veya vâcip bir oruç tutuyorsa onu bozmaz ve yemek veren kimseye dua eder. Tuttuğu oruç nâfile ise orucunu bozup bozmamak tamâmen kendisine kalmıştır.
- Dâvet edilmeyen yere gitmemek
Şayet birini götürmek mecbûriyetinde kalınırsa o takdirde, dâvet sâhibinden izin istemek gerekir. Mevzuyla alâkalı şu hâdise oldukça ibretlidir:
Ebû Şuayb el-Ensârî bir gün Rasûl-i Ekrem Efendimizi ziyarete gider. Mübarek yüzünün biraz solmuş olduğunu görünce, epeyce bir zamandır yemek yemediğini anlar. Kasaplık yapan oğluna gelerek, Allâh'ın Rasûlü'nü yemeğe dâvet edeceğini, bu sebeple beş kişilik yemek hazırlamasını söyler. Yemek hazırlanınca Efendimiz'i dâvet eder. Gelirken yolda bir adam peşlerine takılır. Kapıya gelince Rasûl-i Ekrem ev sâhibine: “–Bu bizim peşimize takılıp geldi. İstersen girmesine izin verirsin, istemezsen geri dönüp gitsin.” der. Ev sâhibi: - Hayır, ona izin veriyorum yâ Rasûlallâh! mukâbelesinde bulunur. (Buhâri, Büyû`, 21)
Rasûl-i Ekrem Efendimiz'in, arkalarına takılıp gelen zâtı kendilerinin getirmediğini ev sâhibine açıklaması, hem dâvetlileri zor durumda kalmaktan kurtarmış hem de dâvetsiz misâfirin gönül rahatlığı içinde orada bulunmasına imkân hazırlamıştır.
Düğün davetlerinde unutulma söz konusu olabilir. Böyle durumda alınganlık gösterilmemeli, unutulan var ise düğün sahibine hatırlatılarak bu konuda yardımcı olunmalıdır.
- Gidilemeyecekse düğün sahibini haberdâr etmek
- Maddi- manevî yardım gayretinde olmak
- Davete giderken hediye ile gitmek
Bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı.
Ashâb-ı kirâm:
“–Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular. Şu cevâbı verdi.
“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yâni malının yarısını tasadduk etmiş oldu.) (Çok büyük bir mal varlığına sahip olan) diğer bir kimse de malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Rabbim, beni mahrum edene vermemi emretti”, (size de tavsiye ederim.)
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“İyilikle kötülük bir olmaz Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost gibi olur.” (Fussilet, 34)
Hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:
“Seninle ilgisini kesenden sen ilgini kesme! Sana vermeyene sen ver! Sana kötülük edeni bağışla!” (İbn-i Hanbel, IV, 148, 158)
- Davete temiz, düzenli ve özel kıyafetle gitmek
İsraf, kibir ve ucuba götürecek kıyafetler de dikkat edilmesi gereken bir diğer husustur.
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme! Ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zîra Allâh, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez! Yürüyüşünde tabiî ol! Sesini alçalt!..” (Lokmân sûresi, 18-19)
“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.” (İsrâ sûresi, 37)
Birgün, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular:
“Kalbinde hardal tanesi kadar îmân olan hiçbir kimse cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan hiçbir kimse de cennete giremez.” (Müslim, Îmân, 148-149)
Bu nebevî beyân üzerine ashâbdan biri:
“–Yâ Rasûlallâh! İnsan elbisesinin, ayakkabısının güzel olmasını istemez mi?” deyince, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu karşılığı verdi:
“–Şüphesiz ki Allâh güzeldir; güzelliği sever. Kibir (ise nîmetleri kendinden bilerek) hakkı inkâr etmek ve insanları küçük görmektir.” (Müslim, Îmân, 147; Tirmizî, Birr, 61)
Yine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, katı kalpli, kaba, cimri kimselerle birlikte, kurularak yürüyen kibirli insanların da cehennem ehlinden olduğunu belirtmiş ve:
“Elbisesini kibirle yerde sürüyen kimseye Allâh merhamet nazarıyla bakmaz.” (Müslim, Libâs, 42) buyurmuştur.
- Kadınların kendi aralarında tesettür adab ölçülerine dikkat etmesi
- Büyüklere saygı, küçüklere sevgi ve muhabbeti ihmal etmemek
- Hoş olmayan eleştirilerde bulunmamak
- İkram alırken açgözlü davranmamak
“İki kişinin yiyeceği üç kişiye, üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter.” (Buhâri, Etıme, 11)
“Kişinin her iştahını çekeni yemesi israf olarak yeter.” (İbn Mace, Et'ime, 51)
“Mü'min bir mideyle (bir kişilik) yer (içer), kâfir ise yedi kişilik yer (içer).” (Buhâri, Et'ıme, 12)
- Davetten tebrik ederek ayrılmak
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- bildirmiştir: Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm- evlenen insanı tebrik edeceği vakit:
“Allah mübârek etsin. Tebrik ederim. Allah sizi mutlu kılsın ve sizi hayırla bir araya getirsin.” buyururdu. (Tirmizî, Nikâh, 7)
- Allah ve Rasûl’ünün razı olmayacağı düğün davetlerine katılmamak
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: ''Allah'a ve ahiret gününe îman eden kimse, üzerinde içki bulunan sofraya oturmasın.'' (Tirmizî, Edep,43)
Ukbe b. Âmir -radıyallâhu anh- der ki: Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- “Sakın (yabancı) kadınların yanına girmeyin” buyurdular. Ensardan bir adam “Ya Rasûlullah! Kocanın akrabaları hakkında ne dersiniz?” diye sorunca Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- “Kocanın akrabaları ölümdür (yani onlar daha da tehlikelidir)” buyurdular. (Ahmed b. Hanbel, IV, 149)
- Davete icâbet edilemediğinde mümkünse ev ziyareti yaparak tebrik etmek ve hediye takdim etmek
- DOST- AKRABA ZİYARETİ
Akrabâ çevresi, insanı maddî ve mânevî kötülüklerden muhafaza ettiği gibi muhtelif hayır ve sâlih amellerin işlenmesinde de yardımcı olur. Peygamberler, tebliğlerine akrabâlarından başlamışlardır. Yine onlar, akrabâlarının desteğiyle tebliğ vazifelerine devâm etmişlerdir.
Meselâ Şuayb -aleyhisselâm-’ın azgın kavmi kendisine:
“…Eğer kabîlen olmasaydı mutlaka seni taşlayarak öldürürdük…” demişlerdi. (Hûd sûresi, 91)
İslâm ictimai bir dindir, gayret ister, tembelliği sevmez. Namazın her rekâtında okuduğumuz Fâtiha Sûresi’nde, “Ancak Sana ibâdet eder ve ancak Senden yardım isteriz!” derken, günde en az kırk defâ, cemaat hâlinde olduğumuzu Rabbimize arz etmekteyiz. Dolayısıyla müslüman, dînî ve dünyevî hususlarda yakınlarına faydalı olmak ve hayırlı işlerde onlardan istifâde edebilmek için akrabâlık bağlarını devâm ettirmeli ve “sıla-i rahim” vazifesini hiçbir zaman ihmâl etmemelidir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“…Akrabâlık haklarına riâyetsizlikten sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (Nisâ sûresi, 1)
“…Anaya, babaya, akrabâya… iyi davranın…” (Nisâ sûresi, 36)
Cenâb-ı Hak, “rahim” diye adlandırılan akrabâlık bağına, Rahmân ism-i şerîfinden türeyen bir isim vermiş ve:“…Ona riâyet edene Ben de iyilik ve ihsanda bulunurum. Onu koparanı da lütûf ve merhametimden mahrum bırakırım.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Zekât, 45/1694)
Demek ki akrabâlarla münâsebetler, Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân sıfatının bir tecellîsi olarak merhamet ve şefkat temelleri üzerinde binâ edilmelidir. Şu hadîs-i şerîf bu hususta mühim bir ölçü tâlim etmektedir:
“Akrabâsının yaptığı iyiliğe aynıyla karşılık veren, onları koruyup gözetmiş sayılmaz. Akrabâyı koruyup gözeten kişi, kendisiyle alâkayı kestikleri zaman bile, onlara iyilik etmeye devâm edendir.” (Buhâri, Edeb, 15)
Bir sahâbî, fazîletli amellerin ne olduğunu sorduğunda, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisiyle alâkayı kesen akrabâlarıyla görüşmeye devâm etmenin, pek kıymetli davranışlardan biri olduğunu beyân etmiştir. (Ahmed, IV, 148, 158)
Diğer taraftan, sıla-i rahimde bulunmak, îmanımızın gerektirdiği bir ödevdir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“…Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kimse, akrabâsına iyilik etsin!..” buyurmuştur. (Buhâri, Edeb, 85)
Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, iyilikte bulunmada gözetilmesi gereken sırayı şöyle beyân etmiştir:
“Harcamaya kendinden başla. Artanı çoluk-çocuğuna sarf eyle. Âilenden bir şey artarsa, bunu da yakınlarına harca. Bunlardan arta kalanı da sağındaki solundaki komşulara ver!” (Müslim, Zekât, 41)
“Akrabâya yapılan infak için, hem sadaka hem de akrabâyı koruyup gözetme sevâbı vardır.” (Tirmizî, Zekât, 26)
Sıla-i rahimin birtakım zorlukları da olabilir. Lâkin ona va’dedilen mükâfat, daha fazla ve daha büyüktür. Fahr-i Kâinât Efendimiz, akrabâ ile ilgilenmenin mükâfatlarından bir kısmını şöyle haber vermiştir:
“Rızkının çoğalmasını ve ömrünün uzamasını isteyen kimse, akrabâsını kollayıp gözetsin!” (Buhâri, Edeb, 12)
Bundan daha güzeli de, sıla-i rahimin insanı Allah Teâlâ’nın muhabbetine eriştirmesidir. Bir kudsî hadîste Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“…Akrabâ ve dostlarıyla irtibâtını kesmeyenlere ve Benim için ziyâretleşenlere Benim de muhabbetim hak olmuştur.” (Ahmed, V, 229)
Bunun aksine, akrabâlarıyla bağını keserek onlarla ilgilenmeyen kişiler için de pek çok ilâhî îkaz ve tehditler vârid olmuştur. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Onlar, Allâh’a söz verdikten sonra verdikleri sözü bozarlar, Allâh’ın gözetilmesini emrettiği kimselerle alâkayı keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. İşte onlar, lânete uğramışlardır; cehennem de onlar içindir.” (er-Ra’d, 25)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ varlıkları yaratma işini tamamlayınca, akrabâlık bağı (rahim) ayağa kalkarak:
“–(Huzûrunda) bu duruş, akrabâlık bağını koparan kimseden Sana sığınanın duruşudur.” dedi. Allah Teâlâ:
“–Pekâlâ, seni koruyup gözeteni gözetmeme, seninle alâkasını kesenden rahmetimi kesmeme râzı değil misin?” diye sordu. Akrabâlık bağı:
“–Evet, râzıyım.” dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ:
“–Sana bu hak verilmiştir.” buyurdu.”
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunları anlattıktan sonra:
“–İsterseniz (bunu tasdik eden) şu âyeti okuyunuz!” buyurdu:
“Ey münâfıklar! Siz iş başına geçecek olursanız, yeryüzünde fesat çıkarır, akrabâlarla alâkanızı kesersiniz, değil mi? İşte Allâh’ın lânete uğrattığı, kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimseler bunlardır.” (Muhammed, 22-23) (Müslim, Birr 16)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Her cuma gecesi insanoğlunun amelleri Allâh’a arz olunur. Fakat akrabâsıyla alâkasını kesen kimsenin amelleri kabul edilmez.” (Ahmed, II, 484)
“Yeryüzünde bir müslüman, Allah’tan bir şey dilerse, günah bir şeyi istemediği veya akrabâsı ile alâkasını kesmeyi arzu etmediği müddetçe Allah onun dileğini mutlaka yerine getirir veya ona vereceği şey kadar bir kötülüğü kendisinden uzaklaştırır.” (Tirmizî, Deavât, 115/3573; Ahmed, III, 18)
Bu âyet ve hadisler, sıla-i rahimin ehemmiyetini ortaya koymaktadır. Hattâ bu husus o kadar mühimdir ki, akrabâlar müslüman olmasalar bile, onlarla aramızda belli bir hukuk mevcuttur. Nitekim âyet-i kerîmede müslüman olmayan anne-babaya dahî iyilik yapılması ve dünyada onlarla iyi geçinilmesi emredilmektedir.
“Ey insanoğlu! Anne ve baban, seni, körü körüne bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme; dünya işlerinde onlarla güzel geçin; Bana yönelen kimsenin yoluna uy; sonunda dönüşünüz bana’dır. O zaman, yaptıklarınızı size bildiririm.” (Lokman sûresi, 15)
Akraba İlişkilerinde Âdâb
- Ziyaretlerine gitmek
“Onlar ki, Allâh’ın riâyet edilmesini emrettiği şeye riâyet ederler (sıla-i rahimde bulunurlar), Rablerinden korkarlar ve (bilhassa) hesâbın kötü olmasından endişe ederler.” (Ra’d sûresi, 21)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, amcası Hazret-i Abbâs’ı medhederken:
“Bu Abbâs bin Abdülmuttalib, Kureyş’in en cömerdi ve akrabâlık bağlarına en çok riâyet edenidir.” buyurmuştur. (Ahmed, I, 185; Hâkim, III, 371)
Yine hadîs-i şerîfte bu hukuka riayet etmeyenler için; “Akrabâsıyla ilgisini kesen kimse cennete giremez.” buyrulmuştur. (Buhâri, Edeb, 11; Müslim, Birr, 18, 19)
- Uzakta olanları arayarak hal ve hatırlarını sormak
“Büyüklere saygı göster, hürmette kusur etme; böylece sen de yükselirsin, onların saâdeti sana da sirâyet eder.”
- Güzel sözlerle muamelede bulunup, eleştirel ve gayri ciddi bir tavırla konuşmamak
“Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler…” (İsrâ sûresi, 53)
“Rabbin ancak kendisine kulluk etmeni ve ana-babaya iyilikte bulunmanı emretmiştir. Onlardan biri ya da ikisi senin yanında yaşlanırsa, onlara “öf!” bile deme! Onları sakın azarlama! Onlara hep güzel ve iç açıcı sözler söyle!” (İsrâ sûresi, 23)
Kâmil mü’minler, evvelâ söyleyecekleri sözün fayda verip verme yeceğine dikkat eder, kendilerine veya muhâtaplarına zarar verecekse sükûtu tercih ederler. Ayrıca, hangi sözü hangi seviyede ve nasıl söyleyeceklerine de îtinâ gösterirler. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ne güzel söyler:
“Ne söylediğini, kime söylediğini ve ne zaman söylediğini iyi düşün!
Nitekim bazı saygı sözleri yöreseldir. Bulunduğumuz yerin hürmet ifadelerini kullanmaya özen gösterilmeliyiz. Hürmetin olduğu yerde kibir, kibrin olduğu yerde hürmet yoktur.
- İhtiyaçlarını gidermek
Bu mevzûda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Âhirette cezâsını ayrıca vermekle beraber, dünyada Allah Teâlâ’nın çabucak cezâlandırmasını en fazla hak eden günahlar, zulmetmek ve akrabâyı ihmâl etmektir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 43)
- Her zaman hüsn-ü niyetli olmak
İnsanlara karşı güzel duygular içinde bulunabilmek, mahlûkata Halık’ın nazarıyla bakabilme faziletinin meyvesidir. İnsanların iyiliğini istemek ve onların güzel yönlerini görebilmek, Cenâb-ı Hakk’ın rızasına, kulların da muhabbetine medar olan mühim bir haslettir.
Ebû Dücâne -radıyallâhu anh- hasta iken ziyâretine giden birisi, onun sîmâsının nur gibi parladığını gördü ve ona: “–Yüzün neden böyle parlıyor?” diye sordu. O da şu cevâbı verdi: “–Benim iki amelim var:
- Beni ilgilendirmeyen hususlarda susarım.
- Gönlüm mü’minlere karşı sû-i zandan uzak kalır. Bütün mü’minlere karşı hüsn-i zan beslerim.” (İbn-i Sa’d, III, 557)
- Hediyeleşmek
“Benim muhabbetim, benim için biri diğerini ziyaret edenlere hak oldu. Benim için birbirini sevenlere hak oldu. Benim için birbirlerine hediye verenlere hak oldu. Benim için yardımlaşanlara hak oldu.” (İhyâu Ulûmuddîn)
- Allah ve Rasûl’ünün razı olmadığı yerlerde onlara itaat etmemek
“Eğer anne baban, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa bu durumda onlara uyma ama yine de onlara dünyada iyi davran; yüzünü ve özünü bana çevirenlerin yolunu izle; dönüşünüz yalnız banadır, O zaman yapıp ettiklerinizin sonucunu size bildireceğim.” (Lokman, 15)
Hz. Ali -radıyallâhu anh-'in haber verdiğine göre Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Allah'a isyan olan yerde (kula) itaat yoktur. İtaat ancak meşru olanda gerekir.” (Müslim, İmâre 39-40)
- HASTA ZİYARET ÂDÂBI
Sâdî-i Şirâzî, hastanın hâlet-i rûhiyesini ifâde için şöyle der:“Gecenin ne kadar uzun olduğunu ancak hastalar bilir.”
Hayatta âcizliği tattığı için gönlü kırıklık içinde bulunan bir hasta, elbette dostlarının, akrabâlarının ve komşularının kendisini arayıp sormasını, ziyâret etmesini arzu eder. Böyle gönlü kırık bir hastayı ziyâret edip hâlini hatırını sormak ve tesellî etmek, Allâh’ın rızâsına medâr olan mühim bir hizmet ve ibâdettir.
İbn-i Ömer -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in hasta ziyâretiyle alâkalı bir hâtırasını şöyle nakleder:
“Biz, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile oturuyorduk. O sırada Ensâr’dan bir kişi gelip selâm verdi. Efendimiz ona:
“–Ey Ensâr’dan olan kimse! Kardeşim Sa’d bin Ubâde nasıl?” diye sordu. O da:
“–İyiye gidiyor.” cevâbını verdi. Bunun üzerine Allah Rasûlü:
“–Kim benimle birlikte onu ziyârete gelecek?” buyurarak ayağa kalktı. Biz de on, on beş kişi kalktık. Ne ayağımızda ayakkabı veya mest ne başımızda bir örtü ne de üstümüzde bir gömlek vardı. Çorak arâzide yürüyorduk. Nihâyet Sa’d’ın yanına vardık. Yakınları, Efendimiz ve beraberindeki arkadaşlarının yaklaşması için onun etrafından geri çekildiler.” (Müslim, Cenâiz, 13)
Hastaları ziyâret etmek, fazîletli bir amel-i sâlihtir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hasta ziyâretinin fazîletini şu hadîs-i şerîfleriyle beyân buyurmuştur: “Bir insan, bir hastanın hâlini hatrını sormaya gider veya Allah için sevdiği bir kişiyi ziyâret ederse, ona bir melek şöyle seslenir: “Sana ne mutlu! Güzel bir yolculuk yaptın. Kendine cennette barınak hazırladın!” (Tirmizî, Birr, 64/2008; İbn-i Mâce, Cenâiz, 2)
“Hasta ziyâretinde bulunan kimse, dönünceye kadar cennet yolundadır.” (Müslim, Birr, 39) “Bir müslüman, hasta bir müslüman kardeşini ziyârete gittiğinde, dönünceye kadar cennet hurfesi içindedir.”
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, cennet hurfesi nedir?” diye sorulunca da: “–Cennet yemişidir.” buyurdular. (Müslim, Birr, 40-42)
Yunus Emre Hazretleri hasta ziyaretinin ehemmiyetine dair şöyle der:
Bir hastaya vardın ise
Bir içim su verdin ise
Yarın anda karşı gele
Hak şarabın içmiş gibi
“Dört şey vardır ki zâhiri fazîlet, bâtını ise farzdır:
- Sâlihlerle oturup kalkmak fazîlet, onlara uymak farzdır.
- Kur’ân okumak fazîlet, onunla amel etmek farzdır.
- Kabirleri ziyaret etmek fazîlet, ona hazırlanmak farzdır.
- Hastayı ziyaret etmek fazîlet, ondan ibret almak ise farzdır.” (İbn-i Hacer, Münebbihât, s. 14)
- Hasta ziyaretinin bir kardeşlik vecibesi olduğunu bilmek
Bu mühim vazîfeyi ihmâl etmek, müslüman için büyük bir kayıp ve ağır bir mes’ûliyettir.
Peygamber Efendimiz bunu şöyle haber verir: “Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle buyurur: “–Ey Âdemoğlu! Hastalandım, Beni ziyâret etmedin!” Âdemoğlu: “–Sen Âlemlerin Rabbi iken ben Seni nasıl ziyâret edebilirdim?” der. Allah Teâlâ: “–Falan kulum hastalandı, ziyâretine gitmedin. Onu ziyâret etseydin, Ben’i onun yanında bulurdun. Bunu bilmiyor musun?” buyurur…” (Müslim, Birr, 43)
- Hasta ziyaretini Cenâb-ı Hakk’ın rızası için yapmak
Saîd bin Ilâka diyor ki:
Hazret-i Ali elimi tuttu ve:
“–Haydi, seninle Hasan’ın yanına gidip hasta ziyâretinde bulunalım!” dedi. Yanına vardığımızda Ebû Mûsâ’yı orada bulduk. Hazret-i Ali ona:
“–Ey Ebû Mûsâ! Hastayı ziyâret niyetiyle mi, yoksa şöyle bir uğrayıvermiş olmak için mi geldin?” diye sordu. Ebû Mûsâ:
“–Hastayı ziyâret için geldim.” dedi. Bunun üzerine Ali -radıyallâhu anh- şöyle dedi:
“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu işitmiştim:
“Bir Müslüman, hasta olan bir Müslüman kardeşini sabahleyin ziyârete giderse, yetmiş bin melek akşama kadar ona rahmet okur. Eğer akşamleyin ziyâret ederse, yetmiş bin melek onun için sabaha kadar istiğfâr eder. Ve o kişi için cennette toplanmış meyveler de vardır.” (Tirmizî, Cenâiz, 2)
- İmkânlar dâhilinde bizzat ziyaret etmek; mümkün değilse telefonla aramak veya haber göndermek
- Ziyarete gitmeden önce mümkünse haber vermek ve bildirilen saatte gitmeye özen göstermek
- Hasta ziyaretini uygun bir vakitte yapmak
- Bir ihtiyacı olup olmadığını sormak varsa seve seve yerine getirmek
“Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir hastayı ziyâret etti ve:
“–Canın ne çekiyor?” diye sordu. Hasta:
“–Buğday ekmeği!” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çevresindekilere:
“–Kimin yanında buğday ekmeği varsa kardeşine göndersin!” buyurdu. Sonra da:
“–Şayet hastanız bir şey arzu ederse, ondan yedirin!” buyurdu.” (İbn-i Mâce, Cenâiz, 1)
- Kısa aralıklarla ziyarette bulunmak ve yakından ilgilenmek.
“Sa’d bin Muâz, Hendek Gazvesi sırasında kol damarından yaralanmıştı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun için mescide bir çadır kurdurdu. Maksadı, onu daha sık ve yakından ziyâret etmek, (onunla ilgilenmek) ti.” (Buhâri, Megâzî, 30)
Bulaşıcı bir hastalık yoksa hasta ile yakından ilgilenilmelidir.
Rasûl-i Ekrem hastaları ziyaret ettiğinde sağ eliyle hastanın alnını sıvazlar, hastanın elini kendi elinin içine alır, şefkatle hatırını sorar: “Geçmiş olsun, inşallah hastalığın günahlarını temizler” buyurur ve “Ey insanların Rabbi! Bu hastalığı gider, şifâ ver; Sen şifâ verensin. Senin şifandan başka bir şifâ yoktur. Öyle bir şifâ ver ki hiçbir hastalık bırakmasın.” şeklinde dua ederdi. (Buhâri, “Merdâ“, 20)
Selman -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ensâr’dan bir hastayı ziyâret etti. Elini alnına koydu ve:
“–Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sordu. Hasta, Efendimiz’e cevap vermedi.
“–Yâ Rasûlallah! O Siz’i fark etmedi.” dediler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Öyleyse onunla beni başbaşa bırakın!” buyurdu. İnsanlar dışarı çıktı. Allah Rasûlü elini hastanın alnından kaldırdı. Hasta, elini tekrar koy, diye işâret etti. Sonra Efendimiz:
“–Ey filân, kendini nasıl hissediyorsun?” buyurdu. Hasta:
“–İyi hissediyorum. Yanıma biri siyah diğeri beyaz iki kişi geldi.” cevâbını verdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Hangisi sana daha yakın?” buyurdu. Hasta:
“–Siyah olan daha yakın.” dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz:
“–Öyleyse iyilik az, kötülük çok.” buyurdu. Hasta:
“–Yâ Rasûlallah! Duâ buyurun da istifâde edeyim!” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “Allâh’ım! Çoğunu bağışla, azını tamamla!” diye duâ etti. Sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz:
“–Ne görüyorsun?” buyurdu. Hasta:
“–Anam-babam Sana fedâ olsun, hayır görüyorum. İyilikler çoğalıyor, kötülükler de azalıyor. Siyah da benden uzaklaştı.” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Hangi amelin sana daha çok sâhip çıkıyor?” diye sordu. Hasta:
“–Ben hayattayken su dağıtırdım…” cevâbını verdi.” (Heysemî, II, 322, 324)
- Uygun bir hediye ile gitmek ve usulüne göre vermek
- Hastanın yanında ümitvâr olmak ve onu teselli etmek
Peygamber Efendimiz’in şu tavsiyesine uyulmalıdır:
“Hasta veya ölünün başında bulunduğunuz zaman güzel sözler söyleyiniz. Zîra melekler sizin duâlarınıza âmîn derler.” (Müslim, Cenâiz, 6)
Sa’d bin Ebî Vakkâs -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Vedâ Haccı yılında (Mekke’de) yakalandığım şiddetli bir hastalık sebebiyle Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ziyâretime geldi. O’na:
“–Yâ Rasûlallah! Gördüğün gibi çok rahatsızım. Ben zengin bir adamım. Bir kızımdan başka mirasçım da yok. Malımın üçte ikisini sadaka olarak dağıtayım mı?” diye sordum. Hazret-i Peygamber:
“–Hayır!” buyurdu.
“–Yarısını dağıtayım mı?” dedim. Yine:
“–Hayır!” buyurdu.
“–Ya üçte birine ne buyurursun, yâ Rasûlallah?” diye sordum.
“–Üçte birini dağıt! Hattâ o bile çok. Mirasçılarını zengin bırakman, onları muhtaç bırakıp da halka avuç açtırmaktan hayırlıdır. Allah rızâsını düşünerek yaptığın harcamalara, hattâ yemek yerken eşinin ağzına verdiğin lokmalara varıncaya kadar hepsinin mükâfâtını alacaksın.” buyurdu.
“–Yâ Rasûlallah! Arkadaşlarım gidip de ben kalacak mıyım? (Burada ölecek miyim?)” diye sordum.
“–Hayır, sen burada kalmayacaksın. Allah rızâsı için güzel işler yaparak yükseleceksin. Allah’tan öyle umuyorum ki, daha nice yıllar yaşayarak kimi insanlar (mü’minler) senden fayda, kimileri de (kâfirler) zarar görecektir…” buyurdu.” (Buhâri, Cenâiz 36)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hasta bir bedevîyi ziyâret etmişti. Her hastayı ziyâret ettiğinde yaptığı gibi onu da:
“Geçmiş olsun, hastalığın günahlarına keffâret olur inşâallah!” buyurarak tesellî etti. (Buhâri, Tevhîd, 31)
- Hastaya sağlık ve afiyeti için dua etmek
Hastalığımda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- beni ziyârete geldi ve üç defâ:
“Rabbim, Sa’d’ı iyileştir!” diye duâ buyurdu. (Müslim, Vasâyâ, 8)
Âişe -radıyallâhu anhâ-’dan rivâyet edildiğine göre Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, âile efrâdından biri hastalanınca, sağ eliyle hastayı sıvazlar ve şöyle duâ buyururdu:
“Bu hastalığı gider ey insanların Rabbi! Şifâ ver, çünkü şifâ verici sensin. Senin vereceğin şifâdan başka şifâ yoktur. Öyle şifâ ver ki hiç bir hastalık bırakmasın.” (Buhâri, Merdâ, 20)
Yine Hz. Âişe -radıyallâhu anhâ-’dan rivayete göre Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kendisine bir hastanın şifâ bulması için duâ taleb edildiği zaman:
“Allah’ın adıyla duâya başlarım. Bizim yerimizin toprağı ve birimizin tükrüğü vesilesiyle Allah’ın izniyle hastamız şifâ bulur.” (Buhâri, Tıbb, 38)
Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyururlardı: “Ağrıyan dişinin üzerine şehâdet parmağını koyup Yâsin-i Şerîfin son tarafını nihayete kadar oku, biiznillah teâlâ şifâ bulur.” (Suyûtî, el-Câmi’us-Sağîr, no: 5218)
Peygamber Efendimiz’in hasta olduğu bir zaman Cebrâîl -aleyhisselâm- gelerek:
“–Ey Muhammed, hasta mı oldun?” diye sordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“–Evet!” buyurdu. Cebrâîl -aleyhisselâm-:
“–Allâh’ın ismiyle Seni rahatsız eden her şeyden Sana okurum. Her nefsin veya hasetçi her gözün şerrinden Allah Sana şifâ versin. Allâh’ın adıyla Sana okurum.” diye duâ etti. (Müslim, Selâm, 40)
Peygamberimiz bir rahatsızlıkları olduğu zaman Muavvizeteyn sûrelerini okur, kendi üzerine üfler ve onu eliyle üzerinden silerdi. Ve şöyle buyururlardı:
“Allah’ın ismiyle. Ey Rabbim! Beni kendi devân ile tedavi et, bana kendi şifân ile şifâ ver ve beni kendi fazlınla Senden başkalarından müstağni kıl ve beni ezâlardan uzak tut.” (Heysemî, X, 180)
Selman -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Ben hasta iken Allah Rasûlü -aleyhissalâtü vesselâm- ziyâretime gelmişti. Çıkarken:
“Ey Selman! Allah sıkıntılarını gidersin, günahını affetsin. Ölünceye kadar dînine kuvvet, bedenine sıhhat versin!” buyurdu.” (Heysemî, II, 299)
Henüz eceli gelmemiş bir hastayı ziyaret eden bir mü’min yedi defa:
“Büyük Allah’tan, büyük Arş’ın Rabbi Allah’tan sana şifâ vermesini istiyorum!” derse muhakkak afiyet bulur. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 8)
Rebî bin Abdullah şöyle anlatır: Hazret-i Hasan ile birlikte hasta olan Katâde’yi ziyârete gittik. Hasan -radıyallâhu anh- hastanın başucuna oturdu ve ona hâlini hatırını sordu. Sonra da ona şöyle duâ etti:
“Allâh’ım, kalbine şifâ ver, hastalığına da şifâ ver!” (Buhâri, el-Edebü’l Müfred, no: 537)
- Kur’ân, kalbî ve bedenî, dünyevî ve uhrevî bütün hastalıklar için tam bir şifâdır.
Şifâ âyetleri şunlardır:
“…Allah, mü’min bir topluluğun kalplerine şifâ versin/gönüllerini ferahlatsın.” (Tevbe, 14)
“…Gönüllerdeki dertlere şifâdır…” (Yûnus, 57)
“…Onların (arıların) karınlarından çeşit çeşit renklerde bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifâ vardır…” (Nahl, 69)
“Biz, Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifâ ve rahmettir…” (İsrâ, 82)
“Hastalandığım zaman, bana O şifâ verir.” (Şuarâ, 80)
“…De ki: O (Kur’ân), inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifâdır…” (Fussilet, 44)
- Şifâ salâvâtı, hastaların şifâsı için okunan meşhur salâtlardandır.
- Hastadan dua talebinde bulunmak
- Hasta ziyaretini kısa tutmak
- Şayet hasta ölmek üzere ise, yanında; “Lâ ilâhe illallah” diyerek telkinde bulunmak
Hastanın Âdâbı:
- Hastalığın Allah’tan geldiğini bilmek ve kadere rıza göstermek
“De ki; bize ancak Allah’ın bizim için yazdığı isabet eder. O, bizim Mevlâmızdır. Mü’minler ancak O’na güvenip dayansınlar.” (Tevbe, 51)
İmam Rabbani- kuddise sirruh- hazretleri buyurmuşlardır ki:
“-Her gün insanın karşılaştığı her şey Allahü Teâlâ’nın dilemesi ve yaratması ile olmaktadır. Bunun için irademizi onun iradesine uydurmalıyız. Karşılaştığımız her şeyi aradığımız şeyler olarak görmeliyiz. Ve bunlarla karşılaştığımız zaman sevinmeliyiz. Kulluk böyle olur. Böyle olmamak kulluğu kabul etmemek ve sahibine karşı gelmek olur.
Allah’a ve kadere, Sünnetullah’a inanan bir mü’min, musibet karşısında “Neden ben, neden benim başıma geldi?” diye şikâyette bulunmaz. Her şeyin bir imtihan ve hikmete mebni olduğuna inanır.”
İbn Ataullah -kuddise sirruh- buyurdu ki:
Rızâ, Allahü Teâlâ'nın, kul için takdir ettiği şeyleri, kalbin sükûnetle karşılamasıdır. Çünkü Allah, onun için, en iyi olanı seçmiştir. Böylece kul, takdire rıza göstermiş ve hoşnûdsuzlukdan kurtulmuş olur.
- Hastalığın günahına kefaret yâ da terfi derecâtına vesile olduğunu bilmek
“Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikene varıncaya kadar müslümanın başına gelen her şeyi Allâh, onun hatâlarını bağışlamaya vesîle kılar.” (Buhâri, Merdâ, 1, 3)
“Erkek olsun, kadın olsun mü’min, Allâh’a günahsız olarak kavuşuncaya kadar kendisinden, çoluk çocuğundan ve malından belâ eksik olmaz.” (Tirmizî, Zühd, 57)
“Mü’mine bir hastalık gelir, sonra da Allâh ona şifâ verirse, bu hastalık onun geçmiş günâhlarına keffâret, geri kalan hayatı için de bir öğüt olur.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 1/3089)
- Nimet ve imtihanı sabır ve şükürle karşılamak
“Îman iki kısımdır. Yarısı sabırda, yarısı şükürdedir.” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, VII, s. 127)
Şu hâdise rızâ hâlindeki bir mü’min kimliğini ne güzel sergilemektedir: Abdullah bin Abbâs -radıyallâhu anhumâ- birgün Atâ bin Ebî Rebâh’a:
“–Sana cennetlik bir kadın göstereyim mi?” dedi. O:
“–Evet, göster.” deyince İbn-i Abbâs şöyle dedi:
“–Şu siyah kadın var ya! İşte bu kadın Fahr-i Kâinât Efendimiz’e geldi ve: “Beni sara tutuyor ve üstüm başım açılıyor. İyileşmem için Allâh’a duâ edebilir misiniz?” dedi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Eğer sabredeyim dersen, sana cennet vardır. Ama yine de sen istersen, şifâ vermesi için Allâh’a duâ ederim.” buyurdu. Bunun üzerine kadın:
“–Hastalığıma sabrederim. Ancak sara tuttuğu zaman üstümün başımın açılmaması için duâ buyurunuz.” dedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onun için Allâh’a niyâzda bulundu.” (Buhâri, Merdâ, 6)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: “Mü’minin hâli gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır vesîlesidir. Böylesi bir husûsiyet sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa şükreder, bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa sabreder, bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)
Eyyûb -aleyhisselâm-’ın hâli, bu hususta çok ibretli bir misaldir:
Hanımı Rahîme Hâtun Hazret-i Eyyûb’a:
“–Sen bir peygambersin. Duân makbûldür. Çok muzdarip bir hâldesin. Duâ et de şifâya nâil ol.” dedi.
Eyyûb -aleyhisselâm- ise şu mânidar cevâbı verdi:
“–Rabbim bana seksen sene sıhhat verdi. Hastalığım ise henüz seksen sene olmadı. Ancak birkaç senedir muzdaribim. Hâl böyleyken Cenâb-ı Hak’tan sıhhat istemeye teeddüb ederim.”
Şükrün o has kullardaki yüksek tezâhürünü, şu misal de ne güzel ifâde eder:
Hazret-i Râbia’ya sordular:
“–Allah, kulundan ne zaman râzı olur?”
Şöyle dedi:
“–Iztırap ve mihnet içindeyken bile, nîmet içindeymiş gibi şükrettiğinde…”
- Etrafındakilere hüsn-ü muâmelede bulunmak ve onlara dua etmek
- Hastalık durumuna göre ibadetleri ifâ etmek
Kişi hastalığından ötürü vücuduna su değdirmemesi gerekiyor veya yatalak durumda ise teyemmüm edebilir.
Hastanın, başını oynatabilecek güçte olduğu sürece namazı ertelemesi caiz olmaz. Ayakta kılamıyorsa oturarak, oturarak kılamıyorsa yatarak, yaslanarak namazını kılar. Rükû ve secde için başını eğerek (ima) namazını edâ eder. Cenâb-ı Hak buyurur;
“Onlar, ayakta dururlarken, otururlarken, yanları üzerindeyken Allâh'ı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)
Oruç tutması ise, hastalığına bağlıdır. Eğer oruç tutamazsa, iyileştiğinde tutamadığı gün kadarını kaza eder. Artık oruç tutması mümkün olmayacak bir hastalığa tutulmuş ise her günün yerine bir fidye verir.Hastanın hac ibadetini ertelemesi ise caiz olur.
Hastaya Bakanın Âdâbı:
- İmtihan dünyasında olduğumuzun farkında olmak
“Biz mutlaka sizi biraz korku, biraz açlık yahut mala, cana veya mahsullere gelecek noksanlıkla imtihan ederiz. Sen sabredenleri müjdele!” (el-Bakara, 155)
İnsanlar birbirine zimmetli ve ihtiyaç halindedir. Sağlıklı biri hastanın duasına, hasta sağlıklıya; zengin fakirin duasına, fakir zengine muhtaç ve zimmetlidir.
- Hastaya sadece Cenâb-ı Hakk’ın rızası için bakmak
Yaşlı ve muzdarip bir hasta, Mâruf-i Kerhî Hazretleri’ne misâfir olmuştu. Adamcağız bîçâreydi; saçı dökülmüş, yüzünün rengi uçmuştu; canı, vücûdunu bir çengel gibi pârelemekteydi. Mâruf-i Kerhî Hazretleri, bir yatak serdi ve hastanın istirahatini temin etti.
Hasta, ıztırâbının şiddetiyle inim inim inliyor ve feryâd ü figân ediyordu. Gece sabaha kadar kendisi bir nefes uyumadığı gibi feryatlarıyla hâne halkından da hiç kimseyi uyutmuyordu. Üstelik gittikçe huysuzlaştı ve ev halkına sitemler yağdırıp onları rahatsız etmeye başladı. Nihâyet onun bu sert tabiatına ve kötü davranışına tahammül edemeyen evdekiler, birer-ikişer başka yerlere kaçtılar. Evde, hasta ile Mâruf-i Kerhî ve hanımından başka kimse kalmadı.
Mâruf-i Kerhî, geceleri de uyumuyor; bu huysuz hastanın ihtiyaçlarını görmek, ona hizmet edebilmek için çırpınıp duruyordu. Ancak birgün uykusuzluğu had safhaya ulaşınca gayr-i ihtiyârî uykuya daldı. Onun uyuduğunu gören gâfil hasta da, kendisine şefkat ve merhametle kucak açan bu sâlih zâta teşekkür edeceği yerde sitem ediyor ve kendi kendine:
“–Bu nasıl derviş böyle!.. Zaten bu gibilerin zâhirde adları-sanları var; hakîkatte ise riyâcıdırlar. Her işleri gösteriştir. Bunların dışları temiz, ama içleri kirlidir. Başkalarına takvâyı emrederler, kendileri yapmazlar. İşte şu adam da benim hâlimi düşünmeden uyuyor. Kendi karnını doyurup uykuya dalan biri, sabaha kadar gözlerini yummayan biçâre hastanın hâlinden ne anlar!..” diye söyleniyordu.
Mâruf-i Kerhî, işittiği bu acı sözlere karşı da sabır ve kerem gösterdi. Duymazdan geldi. Lâkin sabrı taşan hanımı daha fazla dayanamadı ve Mâ ruf-i Kerhî’ye sessizce şunları söyledi:
“–Şu huysuzun neler söylediğini duydunuz. Artık onu bu evde barındıramayız. Bize daha fazla ağırlık vermesine ve size cefâ etmesine müsâade etmeyelim. Söyleyin buradan gitsin de başka bir yerde başının çâresine baksın. İyilik, kıymet bilene yapılır. Nankörlere iyilik yapmak, kötülüktür…“
Hanımının bu sözlerini sükûnetle dinleyen Mâruf-i Kerhî Hazretleri, mütebessim bir çehreyle şöyle buyurdu:
“–Ey hanım! Onun söylediği sözler seni niye incitir ki?.. Bağırmış ise bana bağırmış; terbiyesizlik yapmış ise bana yapmıştır. Onun nâhoş görünen sözleri, bana hep hoş gelir. Görüyorsun ki, o dâimî bir ıztırap içindedir. Baksana; zavallı bir nefes bile uyuyamıyor!.. Hem bilesin ki asıl hüner, asıl şefkat ve merhamet, böyle kimselerin cefâsına katlanabilmektir...”
Ubeydullah Ahrar Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın lutfuyla büyük bir servete sâhip olmuştu. Öyle ki, çiftliklerinde binlerce işçi çalışıyordu. Fakat o mübârek zât, buna rağmen hizmetten geri kalmıyordu. Mânevî kemâlât yolunda, tanıdık-tanımadık herkese büyük bir şefkatle hizmet ediyordu. Kendisi bu hizmetlerinden birini şöyle anlatır:
“Semerkant’ta Mevlânâ Kutbuddîn Medresesi’ndeki dört hastanın hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmetlerinde bulunduğum için hastalıkları bana da sirâyet etti ve yatağa düştüm. Fakat o hâlimle bile, testilerle su getirip hastaların altlarını temizlemeye, elbiselerini yıkamaya devâm ettim.”
Hak dostu Mahmud Sâmî Ramazanoğlu Hazretleri de, aynı şekilde yatalak bir hasta olan Cide Müftüsü Hüseyin Efendi’ye bir sene kadar bizzat hizmet etmiştir.
Hak dostu Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, fakir-fukarânın hasta olanları için açılmasına vesîle olduğu Hüdâyî Kliniği’nde tâkati yerinde olup da fiilen hizmet edemediğine teessüf eder, büyük bir iştiyakla: “–Gücüm yerinde olsa, gider hastalara bi’l-fiil hizmet ederdim.” derdi.
İşte Allah dostlarını büyük yapan, bu güzel hasletleridir. Onlar dâimâ yalnızların, sâhipsizlerin ve mâtemlerin civârında bulunmuşlardır.
- Cenâb-ı Hakk’a dua etmek ve O’ndan yardım istemek
- Cenaze Teşyii ve Kabir Ziyareti Âdâbı
Nitekim bu hakîkat, âyet-i kerîme’de şöyle ifade buyrulmaktadır:
“Yeryüzünde bulunan her canlı fânîdir. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâkî kalacaktır.” (er-Rahmân, 26-27)
Ölümle ayrılış mukadderattır, aslolan ahirette beraber olmaktır. O gün, âyet-i kerîmede ifâde buyrulduğu üzere bir “yevmü'l-fasl/ayrılık günü”dür. Cenâb-ı Hak, hayatını âhiret mîrası kazanmak uğrunda sarf edenlere;
“Onlara merhametli Rabb'in söylediği selâm vardır.” (Yâsîn, 58) hitabında buyrulduğu üzere ikrâm edecektir. Fakat aynı sülâleden de olsa, aynı toplumdan olan mücrimlere şöyle seslenecektir: “Ey mücrimler! Ayrılın bugün!” (Yâsîn, 59)
Cenaze; ölü, tabut veya teneşir anlamına gelir. Son nefesine yaklaşmış ve ölmek üzere olan kişiye muhtazar, ölüm anına sekerât, ölen kişiye meyyit (çoğulu mevtâ), ölü için genel olarak yapılması gereken hazırlıklara teçhiz, ölünün yıkanmasına gasil, kefenlenmesine tekfin denir.
Sekerât Halinde/Ölüm Anında Dikkat Edilecek Hususlar:
- Ölümü yaklaşmış kişinin (muhtazar) yanında abdestli olmak
- Mümkünse kıbleye doğru yatırmak
- Kelime-i tevhid ve kelime-i şehadet telkininde bulunmak
Peygamber Efendimiz “Kimin son sözü ‘Lâ ilâhe illallah’ olursa, o kişi cennete girer” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, “Cenâiz”, 16)
Ona “sen de söyle” dememeli, sadece yanında kelime-i tevhid ve kelime-i şehâdet okunmalıdır. Bu telkinin amacı, hastanın son nefeste bu sözleri söylemesi ve son sözünün bu kelimeler olmasıdır. Bu telkin tövbeyi de içine alacak şekilde şöyle de yapılabilir:
“Estağfirullâhe’l-azîm ellezî lâ ilâhe illâ hû, el-Hayye’l-Kayyûm ve etûbü ileyh.”
- Sekerât halinde olan kişinin yanında Yâsîn veya Ra‘d sûresini okumak
“Yasin, Kur'ân'ın kalbidir. Onu bir kimse okur ve Allah'tan ahiret saâdeti dilerse, Allah onu mağfiret buyurur. Yâsin'i ölülerinizin üzerine okuyunuz.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 26)
Hanefiler ve Şafiîlerin sonradan gelen bazı âlimleri Ra'd Sûresinin de okunmasını güzel görmüşlerdir. Çünkü Cabir -radıyallâhu anh- demiştir ki: “Rad Sûresini okumak, kişinin ruhunun kolayca ayrılmasına yardımcı olur.”
- Mümkünse zemzemle dudaklarını ıslatmak
- Vefât ettiğinde gözlerini kapatıp dua etmek
“Kendinize hayırdan başka bir şeyle dua etmeyin. Çünkü melekler dualarınıza “âmin” derler!” buyurarak ölçüyü muhâfaza etmek gerektiğini bildirmiştir. Sonra da cenâze için yapılacak duâlara bir örnek olarak:
“Allâhım! Ebû Seleme’yi bağışla! Derecesini, hidâyete ermişler seviyesine yükselt! Geride bıraktıkları için de ona Sen vekil ol! Ey Âlemlerin Rabbi! Bizi de onu da bağışla! Kabrini genişlet ve nûrla doldur!” duâsında bulunmuştur. (Müslim, Cenâiz, 7)
- Çenesini ve ayak başparmaklarını bağlamak
- Üst-baş yırtmak, bağırıp çağırmak gibi davranışlardan uzak durmak
- Mevtânın yanında güzel kokulu bir şey bulundurmak
- Şişmeyi önlemek için mevtânın karnına demir cinsinden bir madde koymak
- Dost ve akrabalarına haber vermek
- Ölü yıkanıncaya kadar yanında Kur'ân okumamak
- Emin kişiler tarafından güzelce yıkayıp kefenlemek ve görülen kusurları örtmek
“Ölüyü yıkayıp da onda gördüğü hoş olmayan halleri gizleyen kimseyi Allâh Teâlâ kırk kere bağışlar. Ölüyü kefenleyene ipekten yapılmış cennet elbiseleri giydirir. Yine ölü için kabir kazıp onu oraya yerleştirene, bir fakiri kıyâmete kadar kalacağı bir eve yerleştiren kimsenin elde edeceği kadar ecir verir.” (Hâkim, I, 505-506)
Allâh Rasûlü’nün kızı Hz. Zeyneb vefât ettiğinde onu, vâlidelerimizden Hz. Sevde, Ümmü Seleme, Ümmü Eymen ve Ensâr kadınlarından Ümmü Atiyye yıkamışlardı. Yıkama esnâsında Efendimiz yanlarına varıp:
“Onu yıkamaya, sağ tarafından ve abdest âzâlarından başlayınız! Su ve sidr ile tek sayıda; üç, beş veya yedi kere, gerekli görürseniz daha fazla yıkayınız! Sonuncusunda suya kâfur koyunuz! Yıkama işini bitirince bana haber veriniz!” buyurdu.
Hz. Zeyneb’in saçlarını taradılar, üçe ayırıp her birini bir bukle yaptılar. Buklelerden ikisi Hz. Zeyneb’in yan taraflarındaki, biri de ön tarafındaki saçlarındandı. Yıkamayı bitirdiklerinde Allâh Rasûlü, beline bağladığı peştamalını onlara verip:
“–Bunu Zeyneb’e iç gömleği yapınız!” buyurdu. (Buhâri, Cenâiz, 9, 13)
(Sidr: Arabistanda yetişen, kokusu latîf ve hafif olan bir çeşit kiraz ağacıdır.)
- İnsanın hayattta iken rahatsızlık duyacağı şeyleri vefât etmiş kimseye de edeben yapmamak
Ümmü Kays bint-i Mihsan anlatıyor:
“Oğlum ölmüştü. Bu sebeple çok üzüldüm. Onu yıkayan kimseye teessürle:
“–Oğlumu soğuk su ile yıkama, onu öldüreceksin!” dedim.
Ukkâşe hemen Rasûlullah’a gidip benim söylediklerimi haber verdi. Allah Rasûlü tebessüm ettiler ve:
“–Böyle mi söylüyor! Öyleyse onun ömrü uzadı.” buyurdular.”
Hadîsin râvîsi; “Biz, bu kadın kadar uzun yaşayan başka bir kimse bilmiyoruz.” demiştir. (Nesâî, Cenâiz, 29)
- Hurafe olan hususlarda dikkat etmek
- Gece herhangi bir evde köpek ulursa, ya o hâneden ya da yakın hânelerin birinden cenâze çıkar.
- Gece vakti bir evden başka bir eve; kazan, tava ve tencere gibi herhangi bir kap kacak verilirse bu hareket ölümü celbeder.
- Makasın ağzı açık kalırsa kefen biçmeye yarar.
- Kefen diken iğne kırılmalıdır. Zîra ölüm ve uğursuzluk getirir.
- Ölü yıkandıktan sonra kazan ters çevrilmezse bir başkası daha ölür.
- Bir evden ölü çıkarsa o evdeki su kapları boşaltılmalıdır. Eğer boşaltılmazsa Azrâîl -aleyhisselâm- sulara dokunduğu için o evden biri daha ölebilir.
- Evdeki eşyalardan herhangi biri kendi kendine düşer veya kırılırsa bu, ölüme işarettir.
- Ayakkabı çıkarılırken ters çevrilirse o hâneden cenâze çıkar.
- Ölünün rûhu geldiğinde odasını aydınlık bulsun diye, cenâze çıkan evde 40 gün lâmba söndürülmez.
Cenaze Teşyî Âdâbı:
- Cenazeyi fazla bekletmemek bir an evvel defnetmek
“Talha’ya ölümün yaklaştığını görüyorum. Ölecek olursa bana haber verin. Teçhiz ve tekfin işlerinde elinizi çabuk tutun. Çünkü bir Müslümanın cesedini ailesinin yanında bekletmek uygun değildir. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 34)
Ancak cenazenin otopsi vb. zaruret sebebiyle bekletilmesi gerekiyorsa, o zaman morga konulabilir. Lâkin zaruret olmadan morga veya soğuk depolara koymak, cenazeye eziyet hükmüne girer.
- Cenâze hazırlandıktan sonra namaz kılıp dua etmek
“Cenâze namazı kıldığınız zaman, ölen kimseye ihlâsla duâ ediniz!” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 54-56)
Osman bin Affân -radıyallâhu anh-’dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir ölü defnedildikten sonra kabri başında durur ve şöyle buyururdu:
“Kardeşiniz için istiğfâr ediniz ve Allâh’ın onu kabir sualleri karşısında doğru cevap vermeye muvaffak kılması için niyazda bulununuz. Çünkü o şu anda hesâba çekilmektedir.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 67-69)
Avf bin Mâlik -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz’in cenâzelere katıldığını ve onlara duâ ettiğini bildiren bir rivâyetinde şöyle der:
“Fahr-i Kâinât Efendimiz, bir cenâze namazı kıldırmıştı. O esnâda Allâh Rasûlü’nün şöyle dua ettiğini duydum ve ezberledim:
“Allâhım! Onu bağışla, ona rahmet et, onu azap ve sıkıntılardan kurtar. Kusurlarını affet. Cennetten nasibini ihsan et, gireceği yeri (kabrini) genişlet! Onu su ile, karla ve buzla yıka (nmış gibi tertemiz et). Beyaz giysileri kirden temizler gibi onu günahlarından arındır. Ona kendi evinden daha güzel bir ev, âilesinden daha hayırlı bir âile, hanımından daha hayırlı bir zevce ver. Onu cennete koy, kabir ve cehennem azabından koru.”
Bu güzel duâyı duyunca “Keşke ölen ben olsaydım.” diye içimden geçirdim.” (Müslim, Cenâiz, 85)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cenâze namazı kılmanın ve onu mezara kadar uğurlamanın sevâbını şöyle bildirmiştir:
“Kim, sevâbına inanarak, karşılığını sâdece Allâh’tan bekleyerek bir Müslüman cenâzesi ile birlikte gider ve namazı kılınıp gömülünceye kadar beklerse her biri Uhud dağı kadar olan iki kırat sevapla döner. Kim de cenâze namazını kılar, defnolunmadan önce ayrılırsa bir kırat sevapla döner.” (Buhâri, İmân, 35)
Abdullah bin Ömer, Sa’d bin Ebî Vakkas’la birlikte otururken Habbâb bin Eret gelmiş ve:
– Ey Abdullah! Baksana Ebû Hureyre ne diyor, diye bu hadisi nakletmişti. Bunun üzerine İbn-i Ömer:
– Ebû Hureyre de çok oldu, demiş ve Habbâb’ı, bu hadisi tahkik etmek üzere Hz. Âişe’ye göndermiş; “Bunu ondan sor gel!” demişti. Habbab gidince İbn-i Ömer yerden bir avuç çakıl taşı alarak sinirli bir şekilde taşları elinde evirip çevirmeye başlamıştı. Bir müddet sonra Habbâb, Hz. Âişe’nin; “Ebû Hureyre doğru söylüyor; ben de Rasûlullah’ın öyle buyurduğunu duydum.” dediği haberini getirince, elindeki taşları yere fırlatmış ve:
– Desene biz çok kırat kaçırdık! diye teessürünü ifâde etmiştir. (Müslim, Cenâiz, 56)
Erkekler için büyük bir fazîlet olarak teşvik edilen cenâze namazı ve onu kabre defnetme vazifesi, kadınlar için hoş karşılanmamış, “tenzîhen mekruh” kabul edilmiştir. Çünkü fıtraten şefkat ve merhamet gibi hissiyâtı yüksek olan kadınların böylesine acı ve hüzünlü durumlarda uygun olmayan davranışlarda bulunmaları kuvvetle muhtemeldir.
Ümmü Atıyye -radıyallâhu anhâ- şöyle demiştir:
“Biz hanımlar cenâzeye iştirâk etmekten menedildik. Fakat cenâze teşyîi bize kesin olarak haram kılınmadı.” (Buhâri, Cenâiz, 29)
- Cenâzeyi sükûnetle taşımak
Cenâzeyi takip edenler, yolda lüzumsuz lâkırdı etmez ve yüksek sesle konuşmazlar. Hatta yüksek sesle zikredip Kur’ân-ı Kerîm okunması da uygun değildir. Bu esnâda ölümü ve ahireti tefekkür etmek gerekir.
- Cenâzeyi mümkün olduğu ölçüde binit üzerinde tâkib etmekten kaçınmak
“–Hayâ etmiyor musunuz? Allâh’ın melekleri yaya olarak giderken siz hayvanların sırtında gidiyorsunuz!” buyurdu. (Tirmizî, Cenâiz, 28)
Bir kimse yanından geçen cenâzeye katılamasa bile hürmeti de elden bırakmamalı; geçinceye veya yere konuncaya kadar oturmamalıdır. (Buhâri, Cenâiz, 47-48)
- Kabri düzgün yapmak
“Sizden biriniz, bir iş yaptığınız zaman, onu sağlam yapsın! Çünkü böyle yapmak, musibete uğrayan kişilerin gönlünü tesellî eden hususlardan biridir!” (İbn Sa’d, Tabakât, I, 141-142)
Diğer rivayete göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, oğlu İbrâhim’in kabrinin kenarındaydı. Lahidde bir açıklık gördü. Mezar kazan kişiye orayı düzlemesi için biraz çamur verdi ve şöyle buyurdu:
“–Bunun ölüye ne zararı, ne de faydası olur; lâkin (kabrin düz olması) dirinin gözünü aydın eder, onu mesrûr ve memnûn eder!” (İbn Sa’d, Tabakât, I, 142, 143)
Toprağı sağlamlaştırmak için kabrin üzerine su serpmekte bir beis yoktur. Hz. İbrâhim gömüldüğü zaman, Rasûlullah Efendimiz:
“–Bir kırba su getirecek kimse var mı?” diye sordu.
Ensâr’dan bir zât hemen bir kırba su getirdi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o zâta:
“–Onu İbrâhim’in kabrinin üzerine serp!” buyurdu. (İbn Sa’d, Tabakât, I, 141)
- Kabrin başına taş koymak, yerini belli etmek
“Osmân bin Maz’un vefât ettiği zaman, cenazesi (Medine’den Bakî‘a) çıkarıldı ve defnedildi. (Hz. Osman -radıyallâhu anh- muhacirlerden ilk vefât eden kişi idi.) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir kişiye Osman’ın kabrine bir kaya getirmesini emretti. Sahâbî kayayı taşımaya güç yetiremedi. Rasûlullâh Efendimiz bizzat kalkıp kayanın yanına vardı ve kollarını sıvadı. Sanki ben şu anda Rasûlullâh Efendimiz’in kollarının beyazlığını görür gibiyim. Sonra kayayı getirip Osman’ın baş tarafına koydu ve:
“–Bununla kardeşimin kabrini işaretliyorum, âilemden ölenleri bunun yanına gömeceğim.” buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 57-59)
- Kabrin uygun bir yerine ağaç dikmek
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, iki kabrin yanından geçerken onlar hakkında:
“İkisi de azap görüyorlar, ancak (onların zannına göre) büyük bir günahtan dolayı değil. Birisi söz götürüp getirdiğinden, diğeri de küçük abdest bozarken icâb ettiği sûrette korunmadığından dolayı muazzeb oluyor.” buyurdu. Akabinde yaş bir hurma dalı istedi. Onu ikiye ayırdı ve daha sonra bunları kabirlerin başına birer birer dikti. Sonra da sözlerine şöyle devâm etti:
“Kurumadıkları müddetçe onların azâbını hafifletmeleri umulur.” (Müslim, Tahâret, 111)
Ecdadımız müessese önlerine çınar, kabristanlara ise selvi ağacı dikmiştir. Çınar, sonbaharda yaprağını döktüğü için dünyanın ve müesseselerinin faniliğini, selvi ise yapraklarını dökmediği için âhiretin ebedîliğini simgeler.
- Bid’at ve yanlışlıklardan kaçınmak
- Cenazeye çelenk gönderilmesi; dinimizde olmayan ve mekruh görülen bir davranıştır. Haç şeklinde yapılan, eski yunan ve hristiyan âleminin dînî bir sembolü olan çelenk, ölüye bir fayda sağlamadığı gibi kâfirlere benzemenin de bir göstergesidir. Peygamberimiz ise kâfirlere benzemeyi yasaklamıştır.
Bir gül, dalında durduğu müddetçe tâzedir
Bir gül, çelenge girdiği gün bir cenâzedir.
- Cenazenin katafalka konularak saygı duruşunda bulunulması
- Cenazenin vazife yaptığı yerlere götürülerek başında nutuk çekilmesi
- Bando vb.çalgılar eşliğinde teşyî edilmesi
- Alkışlarla gönderilmesi; manevî bir atmosfere yakışmayan bu davranış dinimizce makbul sayılmamıştır. Cenâb-ı Hak benzer bir davranış sergileyen müşrikleri şöyle itâb etmektedir:
- Kadınların cenâze namazında erkeklerin arasına karışması ve mecburiyet yokken kabre gitmeleri doğru değildir.
- Defin sırasında veya daha sonra, ölü için “para karşılığında” Kur’ân okutmak, hatim indirtmek, yine ölü için muhtelif gün ve yıl dönümlerinde “ücret mukâbili” mevlid okutmak, ziyafet vermek, bid’at sayılmıştır. Ölüm münâsebetiyle Kur’ân okunmasının, okuyan için sevâba vesîle olacağı gibi ölene de fayda sağlayacağı ümîd edilir. Lâkin bunun başkasına ücret mukâbili yaptırılması ve Kur’ân okuyanların Allah rızâsını değil de alacakları para veya hediyeyi gâye edinmesi, bu fiilin bütün fazîlet ve ecrinin zâyî olmasına sebebiyet verir.
- Şatafatlı mezarlar yapılması ve mezar taşlarına aşırı iltifatlarla dolu ifadelerin yazılması da İslâm ahlâkı ve kulluk âdâbına uygun değildir.
- Cenâzeyi bulunduğu yerden başka bir yere götürüp orada defnetmek de günümüzde sıkça karşılaşılan yanlışlıklardan biridir. Cenâze ancak, öldüğü beldede bir Müslüman mezarlığı yoksa başka bir yerde defnedilebilir. Bu da mühim bir hassâsiyettir. Zîra hayattayken sâlihlerle beraber olmaya dikkat edildiği gibi, vefât eden mü’minleri de sâlihlerin arasına defnetmeye îtinâ gösterilmelidir.
- Mal hırsına ve nefsânî arzulara kapılarak, mîras yüzünden akraba ile düşman hâline gelmek de son derece yanlış bir durumdur. Mü’minler, mîrâsı Cenâb-ı Hakk’ın istediği şekilde taksim etmeli, akrabalık bağlarını zayıflatacak bir davranışa mahal vermemelidir.
“İşte bunlar, Allâh’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allâh’a ve Rasûl’üne itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan Cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur.” (en-Nisâ, 13)
- Ölünün ardından; yedisi, kırkı veya elli ikisi gibi belli gün ve gecelerde mevlid veya hatim gibi merasimler tertib etmek hususunda da Kur’ân-ı Kerîm’e veya hadîs-i şerîflere dayanan herhangi bir bilgi veya tavsiyeye rastlanmamıştır.
Ölünün ardından; yedisi, kırkı ve elli ikisi gibi günlerde mevlid veya hatim okuyup okutma geleneğinin ancak, bu vesîleler de olmasa ölünün büsbütün unutulması mahzurunu ortadan kaldırmak için ihdâs edilmiş olduğu düşünülebilir. Ancak böyle bir gelenek zarûreti de olmasa unutulup gitmek, bir bakıma ölen kimsenin gönüllerde yeteri kadar kıymetli hâtıralar bırakamadığının da acı bir delili olur.
Bu hâle düşmemek için Hazret-i Ali şu îkazda bulunur:
“Sâlih ve sâdıklarla beraber ol. Onlarla ünsiyet kur (ki onların şahsiyet ve karakteri sana sirâyet etsin). Öyle kâmil bir hayat yaşa ki; insanlar hayattayken seni özlesinler, vefâtından sonra da sana hasret kalsınlar!..”
Nitekim Mevlânâ Hazretleri bir rubâîsinde şöyle buyurur:
“Ölümümüzden sonra mezarımızı yeryüzünde aramayın. Bizim mezarımız, âriflerin gönüllerindedir.”
Gönüllere silinmez bir muhabbet imzası atarak gök kubbede hoş bir sadâ bırakabilen sâlih kullara ne mutlu!..
Kabir Ziyareti Âdâbı:
Islâm akaidinin temel esaslarından biri olan ahirete îman, inanç esasları arasındaki ehemmiyetine binaen birçok âyet-i kerîmede “Allah’a îman” ile yan yana zikredilmiştir.
Nitekim bu âyet-i kerîmelerden bir kaçı şöyledir:
“…Allâh’a ve âhiret gününe inanıp sâlih amel işleyenler için Rab’leri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.” (el-Bakara, 62)
“…Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız, onu Allah'a ve Rasûlü'ne götürün!” (Nisâ sûresi, 59)
İnsan, dünya ile alâkasının kesileceğini, hayır veya şer ne yapmışsa onlarla baş başa kalacağını, amellerinin karşılığını eksiksiz göreceğini düşündüğünde, günahlardan uzaklaşır ve sâlih amellere daha çok rağbet eder. Yani ölümü tefekkür etmek, şuurlanmaya, hayâta çekidüzen vermeye ve ahireti güzelleştirmeye vesîle olur. Kısacası; tefekkür-i mevt ve ahirete îman, aslında ahlâkın müthiş bir motivasyon sürecini başlatır.
Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:
“Ölümü çokça hatırlayın! Çünkü ölümü hatırlamak, (insanı) günahlardan arındırır, dünyaya karşı zâhid kılar. Eğer zenginken ölümü düşünürseniz, sizi zenginliğin âfetlerinden korur. Fakirken tefekkür ederseniz, hayâtınızdan memnun olmanızı sağlar.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I 47) Yine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tefekkür-i mevte teşvik ederek şöyle buyururdu:
“Ölümü ve öldükten sonra ceset ve kemiklerin çürümesini hatırlayın! Âhiret hayâtını isteyen, dünya hayâtının süsünü terk eder.” (Tirmizî, Kıyâmet, 24)
“…Kim ölümü çokça hatırlarsa Allah onu sever.” (Heysemî, X, 325)
Bir sahâbî, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e: “–Mü’minlerin en akıllısı kimdir?” diye sormuştu.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ölümü en çok hatırlayan ve sonrası için en güzel şekilde hazırlık yapanlardır. İşte (gerçek) akıllılar bunlardır.” buyurdu. (İbn-i Mâce, Zühd, 31)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nübüvvetinin başlangıcında, kabir ziyaretini, tekrar şirke dönülmesi tehlikesinden dolayı yasaklamıştı. Fakat İslâm kuvvet bulup îman ve tevhîd kalplere iyice yerleştikten sonra, artık mezarlara tapınma, onlardan bir medet umma ve onlara kudsiyyet atfetme endişesine mahal kalmadığı için, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kabir ziyaretlerine izin vermiş ve şöyle buyurmuştur:
“Size kabir ziyâretini yasaklamıştım. Artık kabirleri ziyâret edebilirsiniz!” (Müslim, Cenâiz, 106)
“…Kabirleri ziyâret etmek isteyen ziyâret etsin. Çünkü kabir ziyâreti bize âhireti hatırlatır.” (Tirmizî, Cenâiz, 60) buyurarak da bu ziyâretlerden asıl maksadın, âhireti hatırlamak ve o güne hazırlanmaya önem vermek olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
Sâlih kimselerin, anne, baba ve yakın akrabanın kabirlerini ziyâret etmek mendup sayılmıştır. Genel olarak kabirleri ziyâret etmek erkekler için müstehab olup, kadınlar için caizdir. Kadınların kabirleri ziyâret etmesi, bağırıp çağırma, saçını başını yolma ve kabirlere aşırı saygı gibi bir fitne korkusu olmadığı zaman mümkün ve caizdir. Çünkü Peygamber Efendimiz, çocuğunun kabri başında ağlamakta olan bir kadına sabır tavsiye etmiş, onu ziyâretten alıkoymamıştır. (Buhâri, Cenâiz, 7; Müslim, Cenâiz, 15) Diğer yandan Hz. Âişe’nin de kardeşi Abdurrahman bin Ebi Bekr’in kabrini ziyâret ettiği nakledilmektedir. (Tirmizî, Cenâiz, 61)
Kabir Ziyaret Âdâbı:
- Abdestli olmaya özen göstermek
- Mezarlıkta bulunan mevtâlara selâm vermek
Hattâ bir gece Cebrâil, Peygamber Efendimiz’e gelip:
“–Rabbin Bakî ehline gidip onlar için istiğfâr etmeni emrediyor!” buyurmuştur. Efendimiz de hemen bu emre icâbet edip Cennetü’l-Bakî’yi ziyaret etmiştir. (Müslim, Cenâiz, 103)
Abdullah bin Ebî Ferve -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Uhud’daki şehidlerin kabirlerini ziyaret etti ve şöyle buyurdu:
“Allâh’ım! Kulun ve Peygamberin, bunların hakîkî şehîd olduğuna şâhitlik eder. Ve kıyâmete kadar kim bu şehidleri ziyaret eder de selâm verirse onlar da o ziyaretçinin selâmına karşılık verirler.” (Hâkim, III, 31/4320)
Yine Hazret-i Peygamber ashâb-ı kirâma, kabristana gittikleri zaman şöyle demelerini öğretirdi:
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ دَارَ قَوْمٍ مُؤْمِنِينَ وَاِنَّا اِنْ شَاءَ اللهُ
بِكُمْ لاَحِقُونَ أَسْأَلُ اللهَ لَنَا وَلَكُمُ الْعَافِيَةَ
“Selâm size, ey mü’minler diyârının sâkinleri! İnşâallâh yakında biz de aranıza katılacağız. Allâh’ın bizi de sizi de bağışlamasını dilerim.” (Müslim, Tahâret, 39; Cenâiz, 104)
- Onlar için dua etmek ve mümkün olduğunca Kur'ân okumak
Kabir üzerine Kur’ân-ı Kerîm okumanın meşrûiyyeti hususunda bütün ulemâ kesin bir kanaate varmıştır. Kurtubî’ye göre, kabrin yanında Kur’ân okunduğunda, kabirdeki onu işitir ve Allâh’ın keremi sâyesinde hem Kur’ân okuma, hem de dinleme sevâbına nâil olur. Bu sebeple ilâhî rahmete erişir. Bunun yanında işitmediği hâlde kendisine hediye edilen kıraatin sevâbı da sadaka ve duâ gibi ona ulaşır.Yani kişi, dilediği yerde okuyup sevabını bağışlayabilir. Ama kabrin yanında okursa kabirdekilerin ayrıca Kur’ân dinleme sevâbına nâil olmalarına ve o esnâda inen rahmet ve sekînetten istifâde etmelerine de vesîle olmuş olur.
Kabir ziyaretlerinde Kur’ân okumak, 1400 senedir tatbik edilen bir icmâdır. Kur’ân tilâvetiyle hâsıl olan ilâhî rahmetten mevtâların da istifâdesi için bilhassa Yâsîn-i Şerîf okumak, herkesin bildiği bir usûldür.
Nitekim hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:
“…Yâsîn, Kur’ân’ın kalbidir. Bir kimse onu Allâh’ın rızâsını ve âhiret yurdunu talep ederek okursa, muhakkak günahları bağışlanır. Ölülerinize de Yâsîn Sûresi’ni okuyunuz.” (Ahmed, V, 26)
Kabir ehlinin mânevî istifâdesi için diğer sûre ve âyetlerden de okunabilir. Buna dâir pek çok rivâyetten biri şöyledir:
“Sizden biri vefât ettiğinde onu fazla bekletmeden kabre götürünüz. Defnettiğiniz zaman da biriniz, başucunda Fâtiha Sûresi’ni, ayakucunda da Bakara Sûresi’nin son kısmını (Âmenerrasûlü) okusun.” (Taberânî, Kebîr, XII, 340)
Bütün bu rivâyetlerden anlaşılacağı üzere kabirleri ziyâret etmek, orada bulunanlara selâm verip duâ ve istiğfar da bulunmak, onlar adına hayır ve hasenât yapıp Kur’ân tilâvet etmek, mevtâlar için bir rahmet vesîlesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz, bizden önce âhirete intikâl etmiş mü’min kardeşlerimiz için şöyle duâ etmemizi tavsiye eder:
Buna, şu âyet-i kerîme de delâlet etmektedir:
“Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş îmânlı kardeşlerimizi bağışla; kalblerimizde, îmân edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen çok şefkatli ve çok merhametlisin.” (el-Haşr, 10)
- Bir gün kendisinin de onlar gibi olacağını tefekkür etmek
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, bir kabrin başında durunca sakalı ıslanıncaya kadar ağlardı. Kendisine:
“–Cenneti ve cehennemi hatırladığın vakit ağlamıyorsun, fakat kabri hatırlayınca ağlıyorsun!” dediler. Bunun üzerine:
“–Çünkü Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu işittim:
“Kabir, âhiret menzillerinin ilkidir. Kişi ondan kurtulabilirse, sonrakiler daha kolaydır. Ondan kurtulamazsa sonraki menziller kabirden daha zor ve daha şiddetlidir… Gördüğüm manzaraların hiçbiri kabir kadar korkutucu ve dehşet verici değildi!” (Tirmizî, Zühd, 5)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
Biriniz namazda tahiyyâtı bitirdiği zaman, dört şeyden Allah’a sığınarak şöyle desin:
اَللّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عَذَابِ جَهَنَّمَ وَمِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ
وَمِنْ فِتْنَةِ الْمَحْيَا وَالْمَمَاتِ وَمِنْ شَرِّ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَّالِ
“Allâh’ım, cehennem azâbından ve kabir azâbından, hayat ve ölüm fitnesinden, kör deccâlin fitnesine uğramaktan sana sığınırım.” (Müslim, Mesâcid, 128)
- Onlar adına sadaka ve infakta bulunmak
Bu konuda vârid olan hadîs-i şerîflerden birisi şöyledir. İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- anlatır:
“Sa’d bin Ubâde -radıyallâhu anh-’ın annesi vefât etmişti. Peygamber Efendimiz’e gelerek:
– Ey Allâh’ın Rasûlü! Yanında bulunmadığım bir sırada annem vefât etti. Onun adına sadaka versem kendisine bir faydası dokunur mu, diye sordu.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Evet!” buyurunca, Sa’d -radıyallâhu anh-:
– Ey Allâh’ın Rasûlü! Siz de şâhid olun ki meyve bahçemi annem adına tasadduk ediyorum, dedi.” (Buhâri, Vesâyâ, 15)
- Kabir ve türbe ziyaretlerinde İslâmî hassasiyetlere titizlik göstermek
- Kabir ziyâreti sırasında namaz kılarak oraların mescid hâline getirilmesi dînen tasvip edilmeyen bir davranıştır. Ayrıca kabre karşı namaz kılmak da mekruhtur.
- Kabrin üzerine oturmak ve mezarları çiğnemek mekruhtur. (Müslim, Cenâiz, 98)
- Kabristanın ağaçlarını ve yaş otlarını kesmek mekruhtur.
- Kabir yanında kurban kesmek Allâh için olsa bile mekruhtur. Hele ölünün rızâsını kazanmak ve yardımını elde etmek için kesilmesi kesinlikle haramdır. Bunun şirk olduğunu söyleyenler de vardır. Çünkü kurban kesmek ibâdettir. İbadet ise yalnız Allâh’a mahsustur.
- Kabirlere mum dikmek ve yakmak câiz değildir. (Muvatta, Cenâiz, 12-13)
- Mecbur kalmadıkça, mezarların üzerine basılmaz, üzerlerine oturulmaz.
- Sâlihlerin kabirleri etrafında Ka’be’yi tavaf eder gibi dolaşılmaz.
- Türbe kapılarına ev, araba, çocuk gibi dünya hayatında sahip olmak istenilen şeylerin resmini çizmek, şifâ bulmak maksadıyla toprak almak, oralara madenî paralar atmak veya para yapıştırmak, türbeleri öpmek, el sürmek, eğilerek girmek ve bu sûretle herhangi bir müşkülünün hâllolacağına veya murâdının gerçekleşeceğine inanmak da îman bakımından mahzurlu davranışlardır.
- Mevtâdan yardım istemek ve bunun için mezar taşlarına bez, mendil ve paçavra bağlamak kişiye bir fayda sağlamaz.
Ancak Allâh’tan bir şey isterken sâlih zâtları vesile kılmak ve bunun için onların kabirlerini ziyâret etmek câizdir. Meselâ “Peygamber Efendimiz hakkı için, onun hürmetine, ya Rabbî onunla Sana dua ediyorum, şu isteğimi nasip eyle!” demek duaların kabulüne vesile olur. (Tirmizî, Deavât, 118; İbn-i Hanbel, IV, 138)
Bunun pek câlib-i dikkat bir misâli şudur:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra Medîne’de şiddetli bir kıtlık olmuştu. Ahâli durumu Hz. Âişe’ye şikâyet ettiler. Vâlidemiz onlara şu tavsiyede bulundu:
“Nebiyy-i Muhterem Efendimiz’in kabri şerîfine gidin, tavanından bir pencere açın. Efendimiz ile semâ arasında bir perde kalmasın!”
Böyle yaptıklarında bolca yağmur yağdı, otlar yeşerip büyüdü, develer iyice semizleşti. Hatta bu seneye “Âmu’l-fetk, bolluk senesi” ismi verildi. (Dârimî, Mukaddime, 15)
İslâm her meselede olduğu gibi kabir ziyareti hususunda da itidali esas almıştır. Şu hadise, kabir ziyaretlerini “şirk” sayacak kadar ileri gidenlere çok manidar bir cevap mahiyetindedir.
Bir gün Emevi halifelerinden Mervan bin Hakem, yüzünü Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kabr-i şerîfinin taşına koymuş bir kişiyi gördü ve yakasından tutarak:
-Sen ne yaptığını sanıyorsun? dedi.
O zat başını çevirince bir de baktı ki, bu kimse Ebû Eyyûb el- Ensârî -radıyallâhu anh- imiş. O Peygamber aşığı sahabî şöyle cevap verdi:
Ben ne yaptığımı biliyorum. Ben Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘e geldim, taşa gelmedim! Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in şöyle buyurduğunu işitmiştim:
“Dîni ehil olanlar üstlendi mi, din için kaygılanma; ancak ehil olmayanlardini tedvîre başladılar mı, din için ne kadar endişelensen ve ağlasan yeridir.” (İbn-i Hanbel, V, 422)
Şunu unutmamak gerekir ki Peygamber Efendimiz ’in kabri-i şerifini, sahabe-i kiram ve hak dostlarının kabirlerini ziyaret ederken edebe son derece riayet edilmelidir. Zîra edeble gelen ancak lütufla gider.
- Asrın sonlarında Derviş Ahmed Peşkârîzâde tarafından kaleme alınan “Tayyibetü’l-Ezkâr” isimli hâtıratta, Ravza-i Mutahhara’da gözetilen edep, hürmet ve nezâketin bir misâli şöyle nakledilmektedir:
Güneşin doğmasına üç saat kala, (yani teheccüd vakti girince) müezzinlerin reisi kapının dışında bir kere; “لَا اِلٰهَ اِلَّا اللهُ / Lâ ilâhe illâllâh!” diye nidâ eder. İçerideki nöbetçiler bunu duyunca; “مُحَمَّدٌ رَسُولُ الله / Muhammedü’r-Rasûlullah!” diye seslenirler ve sonra kapıyı açarlar.”
Şüphesiz ki ecdâdımızın bütün bu zarâfet ve nezâketinden almamız gereken dersler bulunmaktadır. Bunlardan biri de, bilhassa Hac veya Umre’ye gidip Peygamber Efendimiz’i ziyâret edenlerin, orada gereksiz yere dünya kelâmı etmeyip boş sözleri terk etmeleri, dillerini ve gönüllerini zikrullâh ile yıkamaları, sükûnet ve edep içerisinde, salevât-ı şerîfelerle huzûr-i Rasûlullâh’a yüz sürmeleri gerektiğidir.
- TAZİYE ADABI
“Bir musîbeti sebebiyle din kardeşine tâziyede bulunan mü’mine, Allah Teâlâ kıyâmet günü kerem elbiselerinden giydirir (şeref bahşeder)” (İbn-i Mâce, Cenâiz, 56)
- Duyduğunda dua etmek
- Cenaze sahibi ile iletişime geçerek, üzüntüsünü paylaşmak
Üsâme bin Zeyd -radıyallâhu anhümâ- şöyle der:
Kızı (Zeynep -radıyallâhu anhâ-), Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e haber göndererek:
“–Oğlum ölmek üzeredir, lütfen bize kadar geliniz!” dedi. Peygamber Efendimiz o esnâda ashâbıyla meşgul olduğu için:
“–Alan da veren de Allah’tır. O’nun katında her şeyin belli bir vakti vardır. Sabretsin ve ecrini Allah’tan beklesin!” buyurarak kızına selâm gönderdi. Bunun üzerine kızı, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e:
“–Ne olur, mutlaka gelsin!” diye tekrar haber yolladı.
Bu defâ Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Sa’d bin Ubâde, Muâz bin Cebel, Übey bin Kâ’b, Zeyd bin Sâbit ve başka sahâbîlerle birlikte kalkıp kızının evine gitti. Çocuğu Hazret-i Peygamber’e verdiler, kucağına aldı. Yavrucak pek zor nefes almaktaydı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gözlerinden yaşlar boşandı. Durumu gören Sa’d bin Ubâde:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, bu ne hâldir?” dedi. Efendimiz de:
“–Bu, Allâh’ın, dilediği kullarının kalbine koyduğu bir rahmettir. Zaten Allah Teâlâ ancak merhametli kullarına rahmet eder.” buyurdu. (Buhâri, Cenâiz, 33)
Peygamber Efendimiz’in Medîne dışında bulunan Muâz bin Cebel’e, oğlunun vefâtından dolayı yazdığı şu mektup, muazzam bir incelik ve ne güzel bir tâziye örneğidir:
“Bismillahirrahmanirrahim.
Allâh’ın Rasûlü Muhammed’den Muâz bin Cebel’e…
Allâh’ın selâmı üzerine olsun!
Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allâh’a hamdettiğimi sana iletmek isterim. Allâh ecrini artırsın, buna karşılık sana büyük mükâfâtlar ihsân etsin ve sabretme gücü versin. Bizi ve seni şükre muvaffak kılsın. Zîra canlarımız, mallarımız, evlâd ü iyâlimiz, Azîz ve Celîl olan Allâh’ın bize tatlı hibeleri, geçici bir süre için yanımıza bıraktığı emânetleri cümlesindendir.
Allâh sana o çocuğu vermekle seni sevindirdi. Şimdi de onu büyük bir ecir karşılığında senden aldı. Onun karşılığında Allâh’tan rahmet, mağfiret ve hidâyet bekliyorsan, sabret!.. Üzüntü ve kederin, ecrini yok etmesin! Sonra pişman olursun! Bil ki ağlayıp sızlamak hiçbir şeyi geri getirmez, hüzün ve kederi de def edemez. Başa gelecek olan zaten gelmiştir, ve’s selâm.” (Hâkim, III, 307)
- Maddi- manevî yardımda bulunmak
Nitekim Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh- şehîd olduğunda Fahr-i Kâinât Efendimiz kendi âilesine: “–Câfer’in âilesi için yemek yapınız! Çünkü onlar şu durumda mutfakla meşgul olamazlar!” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 25-26)
Daha sonra da bizzat kendisi, Hazret-i Câfer’in yetimlerine sâhip çıkarak onları himâye ve terbiyesine almıştır.
- Taziye evinde yüksek sesle konuşmamak
- Dua etmek, Kur’ân-ı Kerîm okumak ve okunmasına vesile olmak
“Kabirdeki ölü, denizde boğulmak üzere olan ve dehşet içerisinde yardım isteyen kimse gibidir. Babasından, anasından, kardeşinden, samîmî ve sâdık arkadaşından bir duâ bekler. Şayet bir duâ gelecek olsa, bu onun için dünyâ ve içindekilerden daha kıymetli ve sevimli olur. Şüphesiz Allah, kabir ehline, dünyadakilerin duâsı bereketiyle dağlar misâli ecir verir. Dirilerin ölülere gönderebileceği en iyi hediye ise onlar için istiğfâr etmek ve onlar adına sadaka vermektir.” (Deylemî, Müsned, IV, 103)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: “Öldükten sonra kulun derecesi yükseltilir. Kul: “–Ey Rabbim! Bu sevap nereden geldi?” diye sorar. Cenâb-ı Hak ona:
“–(Arkanda bıraktığın) hayırlı ve sâlih evlâdın senin için istiğfarda bulundu, duâ etti.” buyurur.” (İbn-i Mâce, Edeb, 1; Ahmed, II, 509)
Yine hidâyet rehberimiz Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “İnsan öldüğü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak şu üç şey bundan müstesnâdır: Sadaka-i câriye, istifâde edilen ilim ve kendisine duâ eden hayırlı evlât.” buyurmuştur. (Müslim, Vasıyyet, 1)
- Cenaze sahibine sabır tavsiye edip onu teselli etmek
Ebû Hüreyre radıyallâhu anh’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu söylemiştir:
“Dünyâda sevdiği bir dostunu aldığım zaman, (sabredip) ecrini Allâh’tan bekleyen mü’min kulumun katımdaki karşılığı cennettir.” (Buhâri, Rikâk, 6)
Âyet-i kerîme’de buyrulur; “Sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (ez-Zümer, 10)
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-’dan rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çocuğunun mezarı başında feryâd ederek ağlayan bir kadının yanından geçti. Ona:
“–Allâh’tan kork ve sabret!” buyurdu.
Kadın:
“–Çekil git başımdan; zîrâ benim başıma gelen felâket senin başına gelmemiştir!” dedi.
Kadın, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tanıyamamıştı. Kendisine, O’nun Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğunu söylediler. Kadın bunu duyar duymaz Peygamber Efendimiz’in kapısına koştu. Orada kendisini engelleyen herhangi bir kimse olmadığı için doğrudan Efendimiz’in huzûruna çıktı ve (özür dileyerek):
“–Yâ Rasûlallâh, Sizi tanıyamadım.” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Hakîkî sabır, felâketin ilk ânında gösterilendir!” buyurdu. (Buhâri, Cenâiz, 32)
Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da herhangi bir musîbete uğrayan insanlara şöyle tâziyede bulunurdu:
“Sabır, musîbetin elemini hafifletir, sızlanmanın ise faydası yoktur. Ölüm öncesi hayat basittir, çetin olan ölüm sonrasıdır. Rasûlullâh’ı kaybedişinizi hatırlayınız ki, musîbetiniz gözünüzde küçülsün ve Allah ecrinizi artırsın.” (Ali el-Müttakî, XV, 744)
- Mevtâyı hayırla yâd etmek
Hazreti Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- “Sizler ölülere sövmeyiniz. Çünkü onlar önden göndermiş oldukları amellerinin karşılıklarına ulaşmışlardır.” buyurmuştur.
Hadiste geçen “sövmekten maksat”, ölüyü çekiştirmek, kötülüklerini sayıp dökmek ve onun hayırsız bir kimse olduğunu söylemektir. Bize düşen onları iyi ve güzel hasletleriyle anmaktır.
Bunun yanında, Müslümanların hüsn-i şehâdetine nâil olabilmek de vefât eden kimse için büyük bir mazhariyettir. Zîra Hazret-i Enes şöyle anlatır:
“Peygamber Efendimiz ile bazı sahâbîler birlikte bulunurlarken yanlarından bir cenâze geçti. Ashâb-ı kirâmdan bazıları o cenâzeyi hayırla yâd ettiler. Bunun üzerine Efendimiz:
“–وَجَبَتْ (Vâcib oldu, kesinleşti!)” buyurdular.
Sonra bir cenâze daha geçti. Orada bulunanlar onun kötülüğünden bahsettiler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz yine:
“–وَجَبَتْ (Vâcib oldu, kesinleşti!)” buyurdular. Bunun üzerine Hazret-i Ömer:
“–Yâ Rasûlâllah, kesinleşen nedir?” diye hayretle sordu. Peygamber Efendimiz:
“–Önce geçen cenâzeyi hayırla yâd ettiniz, bu sebeple onun Cennet’e girmesi kesinleşti. Sonrakinin de kötülüğünden bahsettiniz, onun da Cehennem’e girmesi kesinleşti. Çünkü siz (mü’minler), Allâh’ın yeryüzündeki şahitlerisiniz.” buyurdular. (Buhâri, Cenâiz, 86)
- Taziyeyi üç gün içinde yapmak
Taziyeden sonra da geride kalanlara maddi-manevi desteğe devam edilmelidir. Zîra asıl ihtiyaç bundan sonraki günlerinde hissedilir.
Kaynak: Âdâb-ı Muâşeret, Zehra Yolcu - Elif Telkeş, Erkam Yayınları
Ahmed Arabi eş-Şernubi Kimdir
Ahmed Şernûbî, 931/1525 senesinde Mısırʼın Demenhûr şehrine bağlı Şernûb kasabasında dünyaya geldi. Babasının ismi Osman, annesinin ismiyse Âbideʼdir. Soy bakımından seyyid olan Ahmed Şernûbîʼnin neseb şeceresi şu şekildedir; Ahmed Arabî b. Osman b. Ali b. Nureddin b. Ahmed Ebiʼl-Abbas b. Muhammed b. Ahmed
b. Muhammed b. Ahmed b. Ali Bürhânî b. Hıdır b. Ali b. Muhammed b. Yusuf b. Süleyman b. Abdüʼl-Müheymin b. AbdülHâlık b. Salâhuddîn b. Muhammed Kameruʼd-devle b. Hasan b. Hasan es-Sayyad b. ibrahim Gâlibî b. Ömer b. Muhammed b. Abdüʼs-selam b. ibrahim Rızâ3 b. Musa Kâzım b. es-Sâdık (v.128- 183/745-799) b. Cafer es-Sadık (v.80-148/699-765) b. Muhammed Bâkir (113/731)
b. Ali Zeynelâbidîn (v.57-114/676-732) b. Hüseyn b. Ali b. Ebî Tâlib (v.60/680).4
imam Şernûbîʼnin çocukluğu hakkında elimizde fazla bir bilgi yoktur. Tek bilinen Şernûbîʼnin daha çocuk yaştayken tasavvufî hayatın içinde olduğunu anlatan şu menkıbedir; Koyun otlatmaya giderken annesi Ahmedʼe çantasındaki ekmeklere dikkat etmesini söylermiş. Çünkü kendisi istiğrak halindeyken diğer çocuklar gelip ekmeğini alıp, yerine taş dolduruyorlarmış. Ancak bu istiğrak halinden ayıldıktan sonra çantasını açan Ahmed, ekmeklerini olduğu gibi yerinde bulurmuş. Bu hali sıklaştığı için Şernûbî, Mekkeʼye giderek yedi sene boyunca burada mücâvir olma ihtiyacı duymuştur. Kemâleddîn Harîrîʼnin verdiği bu bilgilere dayanarak imam Şernûbîʼnin tasavvufî hayatının daha çocuk yaşlarında başladığını söyleyebiliriz.
imam Şernûbî 945/1538 senesinde tekrar Şernûbʼa dönmüş ve Şernûb kasabasının bağlı olduğu Demenhûrʼda bir zâviyede zahidane bir hayat geçirmiştir.5
Ahmed Şernûbî, Anadoluʼya iki defa sefer etmiştir. Bunlardan ilki hz. Peygambeʼrin Şernûbîʼye rüyada işareti üzere 975/1567 senesinde olmuştur. Bu sefer zamanı Şernûbî, istanbulʼa gelerek burada Sofyalı Bali Efendinin halifesi olan Nûreddînzâde Muslihuddîn Mustafa Efendiʼnin öğrencisi olmuştur. Ahmed Şernûbî istanbulda kaldığı müddet zarfında Sultan Selimʼle beraber Kıbrıs fethine katılmış ve bu seferden döndükten sonra Sultan Selimʼin emriyle Şernûb halkından vergilerin düşürülmesi için bir karar çıkarılmıştır. Ancak Şernûb halkı Şernûbîʼnin getirdiği bu kararı istememiş, tam tersine hâkime giderek onun ve müritlerinin Şernûbʼdan nefyedilmesini istemişlerdir. Bunun üzerine Şernûbî Mısır/Yukarı Saîd bölgesine göçerek orada ikâmet etmiştir.6
Abdülmecîd Şernûbî, Ahmed Şernûbîʼnin çocuklarından bahsederken onların daha Şernûbî hayattayken vefat ettiklerini ve kendi zaviyesinde defnedildiklerini haber vermektedir. Şernûbî vefat ettiği zaman yalnız üç oğlu hayattaydı. Bunlardan Ali babası vefat ederken dokuz yaşında, Muhammed ve Yusuf ise daha küçük yaştaydılar. Abdülmecîd Şernûbî bunlardan Aliʼnin babasının kerâmetleri hakkında bir kitap yazdığını söylemekteyse de her hangi bir kitap isminden bahsetmemektedir. 7 Kemâleddîn Harîrî bu kitabın isminin Futuhâtüʼl-gaybiyye fî beyâniʼt-tarîkatiʼş-Şernûbiyye olduğunu söylemektedir. Eserde imam Şernûbîʼnin kendisinden önceki ve sonraki tarîkat silsilesine ve kerâmetlerine yer verilmiştir.8
B. iLMÎ ve TASAVVUFÎ EĞiTiMi
imam Şernûbîʼnin oldukça renkli bir tasavvufî hayatı vardır. O hem Şâzelî, hem de Desûkî tarikatına mensup olmuş, ancak daha sonra kendi ismiyle Desûkiyyeʼnin bir kolu olan Şernûbiyye ortaya çıkmıştır. Kendisi ibrahim Desûkîʼnin (v.676/1277) halifesi olarak bilinse de, aslında Şernûbî, ibrahim Desûkî
ile maddi âlemde görüşmemiştir. Yalnız onun meşrebinden olduğu için bu şekilde bilinmektedir. 9 Tabakâüʼl-evliyâʼda Şernûbî, ibrahim Desûkî ile manevi âlemde görüştüğünü kendisi ifade etmektedir.10 Yani onun asıl şeyhi aşağıda adı geçecek olan Seyyid Muhammed Şehâvîʼdir (v.875/949).
1. Hocaları ve Şeyhleri
Kaynaklarda Ahmed Şernûbîʼnin tanıdığımız veya tanımadığımız birçok şeyhinin ismi geçmektedir. Bunların arasında fakih, müfessir, hadisçi ve mutasavvıf olanları vardır. Bütün bunlara dayanarak diyebiliriz ki imam Şernûbî, sadece tasavvuf ilminde değil diğer islamî ilimlerde de söz sahibi olmuştur. Burada imam Şernûbîʼnin kaynaklarda hakkında bilgi bulabildiğimiz bazı hocaları ve şeyhleri hakkında bilgi vermeğe çalışacağız.11
a. Seyyid Muhammed Şehâvî (v.875/949)
Mısır/Mahalle bölgesinde Nemiratüʼl-besal köyünde doğdu. Çok sayıda talebesi olmuştur. Kendi köyünde mescidi ve zaviyesi olmuş, orada da defnedilmiştir. Desukiyye tarîkatının bir kolu olan Şehâviyye tarikatı kendisine nispet edilmektedir. imam Şernûbî, Desûkî tarikatına bu şeyhi vasıtasıyla sülûk etmiştir.12
b. Ali Müttakî (885-975/1480-1567)
Tam ismi Ali b. Hüsâmuddîn b. Abdülmelik Cunbûrîʼdir. Hint asıllıdır. Uzun müddet Mekke ve Medineʼde yaşamış ve burada vefat etmiştir. Fakih, muhaddis ve vâiz olan Müttakî birçok islamî ilimde de söz sahibi olmuştur. Kenzüʼl-ummâl fî süneniʼl-akvâl veʼl-efʼâl, irşâdüʼl-irfân ve ibâratüʼl-imân gibi birçok eserlerin müellifidir.13 Ali Müttakîʼnin Mısırʼa gittiğine dair elimizde bir bilgi olmadığına göre imam Şernûbî’nin, Mekkeʼde kaldığı yedi sene zarfında bu hocasından ders aldığını söyleyebiliriz.
c. Ebuʼl-Hasan Bekrî (899-952/1493-1545)
Tam ismi Muhammed b. Muhammed b. Abdurrahman b. Ahmed b. Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. ivad b. Abdülhâlik Ebiʼl-Hasan Bekrî es- Sıddîkîʼdir. Kahireʼde yaşamış ve burada vefat etmiştir. Şâfiî âlimlerinden olan Bekrî aynı zamanda müfessir ve mutasavvıftır. Bir sene Mısırʼda, bir sene Mekkeʼde kaldığı söylenmektedir. Tefsîruʼl-Bekrî, Şerhu minhâciʼn-Nevevî, irşâduʼz-zâirîn li habîbi rabbiʼl-âlemîn gibi eserlerin müellifidir.14
d. Süleyman Hudayrî (v.961/1553’ten sonra)
imam Şernûbîʼnin bu şeyhi Mısırlı ve şâfiî mezhebine mensuptur. Celâleddîn es-Süyûtî (v.911/1505) ve Kutbuddîn Ocâkîʼnin (v.?) öğrencisi olmuştur. Tasavvufta hocası Şihâbuddîn Mehdîʼdir (v.?). Birçok hocadan ders almış, kendisinin de çok sayda talebesi olmuştur. Ömrünün sonuna uzlette yaşamıştır. Sayısız mükâşefe ve kerâmetleri olduğu iddia edilir.15
e. Zeyneddîn Mersafî (v.966/1559)
Tam ismi Muhammed b. Muhammed Zeyn Âbidîn Eşʼari Ğumrî sıbtuʼl- Mersafîʼdir. Mısırlı mutasavvıflardan ve Şâfiî fakihlerindendir. ez-Zücâcetüʼl- billûriyye, Şerhun li kasîdeti ibniʼl-Fârız hamriyye gibi eserlerin müellifidir.16
f. Nureddinzade Muslihuddin Efendi (908/1502-981/1574)
Filibeli ve 908/1502 doğumludur. Bâli Efendinin17 mürîdi olmuştur. Ebuʼs- Suûd (v.982/1574) tarafından Ayasofya şeyhliyine tâyin edilmiş ve Kanuni Sultan Süleymanın maiyetinde Zigetvar seferinde bulunmuştur. Zilkâde 981/Mart 1574 senesinde vefat etmiştir. Kabri istanbulʼda Edirnekapı dışında Sırt tekkesindedir. Zâhid ve keşf ehlinden olduğu rivayet edilmektedir. Tevhîd ilmine dair bir kitabı ve Sadreddîn Konevîʼnin (v.673/1274) Nusûsʼuna şerhleri vardır. Yine Tercüme-i menâziliʼs-sâirîn, Risâle-i mirac ve Fatiha tefsiri gibi eserleri vardır. imam Şernûbî,
Anadolu’ya ilk seferi zamanı bu şeyhine mürîd olmuş ve kendisinden icâzet ve hilâfet alarak Mısırʼa geri dönmüştür. 18
imam Şernûbîʼnin burada zikrettiklerimizden başka hakkında bilgi bulamadığımız başka şeyhleri de vardır. ibrahim ez-Zâkir, Muhammed itrîs, Abdurrahman et-Tâcûrî, Ali es-Sükkerî, Bedreddîn Âdilî, Abdurrahîm Beyrûtî, Abdüsselâm Mağribî Şernûbîʼnin hakkında bilgi bulamadığımız hocalarıdır.
2. Talebeleri
imam Şernûbî daha hayattayken etrafına çok sayıda talebe toplandığını söyleyebiliriz. Hatta bu sebepten olacak ki Desûkiyye/Şehâviyyeʼnin bir şubesi olan Şernûbiyye kolu ortaya çıkmıştır. Şernûbîʼnin farklı islamî ilimlerde söz sahibi olan öğrencileri de azımsanmayacak derecededir. imam Şernûbîʼnin talebelerinden bilinenler şunlardır;
a. ibrahim Lukânî (v.1041/1631)
Tam ismi ibrahim b. ibrahim b. Hasan b. Ali Lukânîʼdir. Kendisi Mısır/Buheyra bölgesinden ve Malikî fakihidir. Aynı zamanda Hadis ve Kelam âlimidir. Kendisinden birçok keramet zahir olduğu kaydedilmektedir. Hacc ziyaretinden dönerken vefat etmiştir. Cevheratuʼt-tevhîd, Haşiye alâ muhtasari Halîl, Tavzîhu elfâziʼl-ecrûmiyye gibi birçok eserin müellifidir. Akâid konusunda yazdığı Cevheratuʼt-tevhîd eserini şeyhi imam Şernûbîʼnin işareti ile bir gecede yazmış, daha sonra şeyhine arz ederek onun duasını almıştır.19 Hocası hakkında şöyle yazmaktadır; “Halimin başlangıcında Ahmed Arab Şernûbîyle, Derbuʼl-ahmerʼde kendi zaviyesinde karşılaştım. Kendisinden birçok kerâmetler müşâhede ettim. Onu ve müritlerini zaviyelerinde Kurʼan ve sünnete sımsıkı bağlı ve ilim öğrenmekle meşgul olduklarını gördüm. Kendisinden hiç kimseden duymadığım ilimler öğrendim.”20
b. Muhammed Bulkînî (v.994/1585ʼten sonra)
imam Şernûbîʼnin bu talebesi hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Hakkında tek bilinen fazıl ve sûfî olduğu, şeyhinden imlâen Keşfuʼl-guyûbî fî tabakâtiʼş-Şernûbî eserini yazdığıdır 21 ki bu şu an bizim çalışmamıza konu olan eserdir.
Ahmed Şernûbîʼnin talebesi olarak gösterilen onlarla isim olsa da maalesef yalnız şu ikisi hakkında bilgi bulunabildi. Ebuʼn-Nasr Desûkî, Abdurabbih ibşîdî, Süleyman Bürhâmi, ibrahim Şeberhîtî, Süleyman Alkamî, ibrahim es-Semdîsî, Şerefuddîn Mürşidî, Muhammed Desûkî, Hasan Münzelâvî ve diğerleri Şernubîʼnin hakkında bir şey bilinmeyen talebelerindendir.
C. VEFATI
Ahmed Şernûbî müritleriye beraber 994/1585 senesinde deniz yoluyla önce Suriyeʼye, daha sonra Suriye üzerinden ikinci Anadolu seferinde çıkmıştır. Şernûbîʼnin bu seferden maksadı Kanuni Sultan Süleymanʼa (926-1520/974-1566) müritlerinin bazı ihtiyaçlarının olduğunu iletmekti. Bu seferi esnasında hastalanan Şernûbî, Antalyaʼya gelerek burada on üç gün kaldıktan sonra vefat etmiş ve Antalyaʼda Ercalı isimli bir yerde camiin yakınında defnedilmiştir.22
D. ESERLERi
Ahmed Şernûbîʼye ait olduğu bilinen dört eser vardır. Bunlardan ikisi basılı, diğerleri ise yazma halindedir. Kaynaklarda Şernûbîʼye nispet edilen kitaplar şunlardır;
1. Akâiduʼş-Şernûbî
itikadî mezhebi Eşarî olan Şernûbîʼnin akîde konusunda yazdığı eseridir. Akâid ve Kitâbuʼt-tevhîd isimleriyle de bilinmektedir. Almanya Gotha (686), Hindistan Rampur (I, 318) ve ABD Garret (1564) kütüphanelerinde yazma halinde
bulunmaktadır. 23 Yine Ezher kütüphanesinde Akîdetuʼş-Şernûbî (314641) ismiyle bulunmakta ve altmış dört varaktan oluşmaktadır.24
2. Fethuʼl-mevâhib ve menhecüʼt-tâlibiʼr-râğib
Şernûbîʼnin müridlere tavsiyelerini ihtiva eden eseridir. Kahire (I, 336) ve iskenderiyye (tasavvuf, 26) kütüphanelerinde yazmaları mevcuttur.25
3. Tâiyyetüʼs-sülûk ilâ melikiʼl-mulûk
Şernûbîʼnin tasavvufî şiirlerinin yer aldığı eseridir. Tâiyyetüʼş-Şernûbî ismiyle de bilinmektedir. Abdülmecid Şernûbi (v.1349/1930) tarafından şerhedilerek Kahireʼde 1310/1891 senesinde basılmıştır. Ahmed Şernûbîˈnin bu eserindeki görüşleri ile Tabakâtüˈl-Evliyâ’daki görüşleri genel olarak uyumluluk içerisindedir. Tabakâtüˈl-evliyâˈda en belirgin fikir olan keşfî haberler konusunu Şernûbî bu eserinde şöyle dile getirmektedir;
(Levh-i Mahfûzˈdan 26 basîret gözüyle okuyarak, vukû bulmadan önce olaylar hakkında haber veriyor.) Eserin şârihi Abdülmecîd Şernûbî bu beyitlerin şerhinde aynı konuda ibn Arabî, ibrahim Desûkî ve Câkîr Kürdîʼden (590/1193) nakiller yaparak gelecekten haber verme konusunda onların da görüşlerine geniş yer ayırmıştır.27 Eserin başka bir yerinde aynı konuyla bağlı şu ifadeler yer almaktadır;
(Kalb gözleriyle gizli olan şeyleri görür ve gizli perdeleri gözleriyle idrak eder.) Beyitlerin şerhinde Abdülmecîd Şernûbî şunları söylemektedir; Ârif kimsenin özelliklerinden birisi de basîret ehlinden olmasıdır. Basîret, kendisiyle eşyâların görüldüğü kalp gözüdür. Eğer ârifin basîreti güçlenirse kalbindeki bu göz sayesinde gizli olan işleri görmeğe başlar. 28
4. Tabakâtüʼl-Evliyâ
Ahmed Şernûbîʼnin müridi Bulkînîʼye imlâen yazdırdığı ve aynı zamanda tez konumuz olan bu eser hakkında daha geniş bahsedeceğimiz için burada fazla bilgi vermeyeceğiz.
On altıncı yüzyılda yaşayan evliyâdan. İsmi Ahmed bin Osman’dır. Künyesi Ebü’l-Abbâs, lakâbı Şihâbüddîn’dir. Nesebi hazret-i Ali’ye ulaşır. Tarîkat silsilesi ise Şeyh Muhammed Şehâdî vâsıtasıyla Seyyid İbrâhim Burhâneddîn Düsûkî’ye dayanır. Mısır’ın Şernûb kasabasında doğduğu için Şernûbî nisbesiyle bilinir. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Antalya civârında bir yerde vefât etti. Orada defnedildi.
Şernûb’da doğup büyüyen Ahmed bin Osman hazretleri, yedi yaşında koyunları otlatırken, ilâhî bir cezbeye kapıldı. İçine Allahü teâlânın aşkı düşüp gece-gündüz ibâdetle meşgûl olmaya başladı. Annesinin vefâtından sonra Mekke-i mükerremeye gitti. Yedi yıl orada kalıp âlimlerle velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Hac ibâdetini îfâ edip, sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Yedi sene müddetle Mekke’de kaldı. Sonra 1538 (H.945) senesinde memleketi olan Şernûb’a döndü. Demenhûr’a giderek ibâdetle meşgûl oldu.
Bir gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz ona; “Ey Ahmed! İstanbul’da Şeyh Nûreddîn’e git, ondan tasavvuf ilmini öğren. Zîrâ kendisi bu zamanda âriflerin reisidir.” buyurdu. Bu emir üzerine İstanbul’a giden Ahmed bin Osman Şernûbî hazretleri Şeyh Nûreddîn’in huzûruna vardı. Evliyâ bir zât olan Şeyh Nûreddîn onu görünce; “Merhaba ey Peygamber efendimizin emri ile gelen kimse! Merhaba ey derviş oğlu derviş!” buyurdu.
Şeyh Nûreddîn’in iltifât ve ihsânlarına kavuşan Ahmed bin Osman Şernûbî ona talebe oldu. Sohbet ve hizmetinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Bir müddet sonra hocası ona Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara anlatmak husûsunda icazet, diploma ve hilâfet vererek memleketine gönderdi. İnsanların kurtuluşa ermelerini sağlamak husûsunda gayret gösterdi. Pekçok kimse onun sohbetlerinde bulunarak istifâde etti. Bir müddet sonra talebelerinden birkaç kişi ile birlikte İstanbul’a gitmek üzere yola çıktı. Mısır’ın Dimyat iskelesinden bir gemiye bindi. Günler süren bir yolculuktan sonra Antalya civârında bir yere çıktılar. Bu sırada ağır hastalığa tutulan Ahmed bin Osman Şernûbî arada on üç gün kadar iyileşti. Yolculuk esnasında uğradığı köy ve kasabalardaki insanlara vâz ve sohbetleriyle çok faydalı oldu. Zikir ve ibâdetle meşgûl iken vefât etti. O sabah erkenden vefât ettiği beldedeki câminin imâmı, Şeyh Ahmed bin Osman Şernûbî’nin vefât ettiği eve giderek; “Vefât eden Şeyh’in gaslini, yıkamasını ben yapacağım. Çünkü dün gece rüyâmda Fahr-i kâinât efendimiz böyle emir buyurdu.” dedi. Cenazesini yıkayıp namazını kıldıktan sonra, câmi yakınında bir yere defnettiler.
Kendisi âlim, fazîletli ve güzel ahlâklı bir zât olan Ahmed bin Osman Şernûbî’nin birçok kerâmetleri de görülmüştü. Pekçok mürîd ve halîfeleri vardı. Bunların en meşhûrları, zamanının en meşhûr âlim ve velîlerinden Şeyh Nâsırüddîn İbrâhim Lekânî ve Şeyh Muhammed Bülkînî hazretleriydi. Şernûbî hazretlerinin Tabakat-ı Evliyâ adlı eseri dünyâca meşhurdur.
Ahmed Şernûbî, 931/1525 senesinde Mısırʼın Demenhûr şehrine bağlı Şernûb kasabasında dünyaya geldi. Babasının ismi Osman, annesinin ismiyse Âbideʼdir. Soy bakımından seyyid olan Ahmed Şernûbîʼnin neseb şeceresi şu şekildedir; Ahmed Arabî b. Osman b. Ali b. Nureddin b. Ahmed Ebiʼl-Abbas b. Muhammed b. Ahmed
b. Muhammed b. Ahmed b. Ali Bürhânî b. Hıdır b. Ali b. Muhammed b. Yusuf b. Süleyman b. Abdüʼl-Müheymin b. AbdülHâlık b. Salâhuddîn b. Muhammed Kameruʼd-devle b. Hasan b. Hasan es-Sayyad b. ibrahim Gâlibî b. Ömer b. Muhammed b. Abdüʼs-selam b. ibrahim Rızâ3 b. Musa Kâzım b. es-Sâdık (v.128- 183/745-799) b. Cafer es-Sadık (v.80-148/699-765) b. Muhammed Bâkir (113/731)
b. Ali Zeynelâbidîn (v.57-114/676-732) b. Hüseyn b. Ali b. Ebî Tâlib (v.60/680).4
imam Şernûbîʼnin çocukluğu hakkında elimizde fazla bir bilgi yoktur. Tek bilinen Şernûbîʼnin daha çocuk yaştayken tasavvufî hayatın içinde olduğunu anlatan şu menkıbedir; Koyun otlatmaya giderken annesi Ahmedʼe çantasındaki ekmeklere dikkat etmesini söylermiş. Çünkü kendisi istiğrak halindeyken diğer çocuklar gelip ekmeğini alıp, yerine taş dolduruyorlarmış. Ancak bu istiğrak halinden ayıldıktan sonra çantasını açan Ahmed, ekmeklerini olduğu gibi yerinde bulurmuş. Bu hali sıklaştığı için Şernûbî, Mekkeʼye giderek yedi sene boyunca burada mücâvir olma ihtiyacı duymuştur. Kemâleddîn Harîrîʼnin verdiği bu bilgilere dayanarak imam Şernûbîʼnin tasavvufî hayatının daha çocuk yaşlarında başladığını söyleyebiliriz.
imam Şernûbî 945/1538 senesinde tekrar Şernûbʼa dönmüş ve Şernûb kasabasının bağlı olduğu Demenhûrʼda bir zâviyede zahidane bir hayat geçirmiştir.5
Ahmed Şernûbî, Anadoluʼya iki defa sefer etmiştir. Bunlardan ilki hz. Peygambeʼrin Şernûbîʼye rüyada işareti üzere 975/1567 senesinde olmuştur. Bu sefer zamanı Şernûbî, istanbulʼa gelerek burada Sofyalı Bali Efendinin halifesi olan Nûreddînzâde Muslihuddîn Mustafa Efendiʼnin öğrencisi olmuştur. Ahmed Şernûbî istanbulda kaldığı müddet zarfında Sultan Selimʼle beraber Kıbrıs fethine katılmış ve bu seferden döndükten sonra Sultan Selimʼin emriyle Şernûb halkından vergilerin düşürülmesi için bir karar çıkarılmıştır. Ancak Şernûb halkı Şernûbîʼnin getirdiği bu kararı istememiş, tam tersine hâkime giderek onun ve müritlerinin Şernûbʼdan nefyedilmesini istemişlerdir. Bunun üzerine Şernûbî Mısır/Yukarı Saîd bölgesine göçerek orada ikâmet etmiştir.6
Abdülmecîd Şernûbî, Ahmed Şernûbîʼnin çocuklarından bahsederken onların daha Şernûbî hayattayken vefat ettiklerini ve kendi zaviyesinde defnedildiklerini haber vermektedir. Şernûbî vefat ettiği zaman yalnız üç oğlu hayattaydı. Bunlardan Ali babası vefat ederken dokuz yaşında, Muhammed ve Yusuf ise daha küçük yaştaydılar. Abdülmecîd Şernûbî bunlardan Aliʼnin babasının kerâmetleri hakkında bir kitap yazdığını söylemekteyse de her hangi bir kitap isminden bahsetmemektedir. 7 Kemâleddîn Harîrî bu kitabın isminin Futuhâtüʼl-gaybiyye fî beyâniʼt-tarîkatiʼş-Şernûbiyye olduğunu söylemektedir. Eserde imam Şernûbîʼnin kendisinden önceki ve sonraki tarîkat silsilesine ve kerâmetlerine yer verilmiştir.8
B. iLMÎ ve TASAVVUFÎ EĞiTiMi
imam Şernûbîʼnin oldukça renkli bir tasavvufî hayatı vardır. O hem Şâzelî, hem de Desûkî tarikatına mensup olmuş, ancak daha sonra kendi ismiyle Desûkiyyeʼnin bir kolu olan Şernûbiyye ortaya çıkmıştır. Kendisi ibrahim Desûkîʼnin (v.676/1277) halifesi olarak bilinse de, aslında Şernûbî, ibrahim Desûkî
ile maddi âlemde görüşmemiştir. Yalnız onun meşrebinden olduğu için bu şekilde bilinmektedir. 9 Tabakâüʼl-evliyâʼda Şernûbî, ibrahim Desûkî ile manevi âlemde görüştüğünü kendisi ifade etmektedir.10 Yani onun asıl şeyhi aşağıda adı geçecek olan Seyyid Muhammed Şehâvîʼdir (v.875/949).
1. Hocaları ve Şeyhleri
Kaynaklarda Ahmed Şernûbîʼnin tanıdığımız veya tanımadığımız birçok şeyhinin ismi geçmektedir. Bunların arasında fakih, müfessir, hadisçi ve mutasavvıf olanları vardır. Bütün bunlara dayanarak diyebiliriz ki imam Şernûbî, sadece tasavvuf ilminde değil diğer islamî ilimlerde de söz sahibi olmuştur. Burada imam Şernûbîʼnin kaynaklarda hakkında bilgi bulabildiğimiz bazı hocaları ve şeyhleri hakkında bilgi vermeğe çalışacağız.11
a. Seyyid Muhammed Şehâvî (v.875/949)
Mısır/Mahalle bölgesinde Nemiratüʼl-besal köyünde doğdu. Çok sayıda talebesi olmuştur. Kendi köyünde mescidi ve zaviyesi olmuş, orada da defnedilmiştir. Desukiyye tarîkatının bir kolu olan Şehâviyye tarikatı kendisine nispet edilmektedir. imam Şernûbî, Desûkî tarikatına bu şeyhi vasıtasıyla sülûk etmiştir.12
b. Ali Müttakî (885-975/1480-1567)
Tam ismi Ali b. Hüsâmuddîn b. Abdülmelik Cunbûrîʼdir. Hint asıllıdır. Uzun müddet Mekke ve Medineʼde yaşamış ve burada vefat etmiştir. Fakih, muhaddis ve vâiz olan Müttakî birçok islamî ilimde de söz sahibi olmuştur. Kenzüʼl-ummâl fî süneniʼl-akvâl veʼl-efʼâl, irşâdüʼl-irfân ve ibâratüʼl-imân gibi birçok eserlerin müellifidir.13 Ali Müttakîʼnin Mısırʼa gittiğine dair elimizde bir bilgi olmadığına göre imam Şernûbî’nin, Mekkeʼde kaldığı yedi sene zarfında bu hocasından ders aldığını söyleyebiliriz.
c. Ebuʼl-Hasan Bekrî (899-952/1493-1545)
Tam ismi Muhammed b. Muhammed b. Abdurrahman b. Ahmed b. Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. ivad b. Abdülhâlik Ebiʼl-Hasan Bekrî es- Sıddîkîʼdir. Kahireʼde yaşamış ve burada vefat etmiştir. Şâfiî âlimlerinden olan Bekrî aynı zamanda müfessir ve mutasavvıftır. Bir sene Mısırʼda, bir sene Mekkeʼde kaldığı söylenmektedir. Tefsîruʼl-Bekrî, Şerhu minhâciʼn-Nevevî, irşâduʼz-zâirîn li habîbi rabbiʼl-âlemîn gibi eserlerin müellifidir.14
d. Süleyman Hudayrî (v.961/1553’ten sonra)
imam Şernûbîʼnin bu şeyhi Mısırlı ve şâfiî mezhebine mensuptur. Celâleddîn es-Süyûtî (v.911/1505) ve Kutbuddîn Ocâkîʼnin (v.?) öğrencisi olmuştur. Tasavvufta hocası Şihâbuddîn Mehdîʼdir (v.?). Birçok hocadan ders almış, kendisinin de çok sayda talebesi olmuştur. Ömrünün sonuna uzlette yaşamıştır. Sayısız mükâşefe ve kerâmetleri olduğu iddia edilir.15
e. Zeyneddîn Mersafî (v.966/1559)
Tam ismi Muhammed b. Muhammed Zeyn Âbidîn Eşʼari Ğumrî sıbtuʼl- Mersafîʼdir. Mısırlı mutasavvıflardan ve Şâfiî fakihlerindendir. ez-Zücâcetüʼl- billûriyye, Şerhun li kasîdeti ibniʼl-Fârız hamriyye gibi eserlerin müellifidir.16
f. Nureddinzade Muslihuddin Efendi (908/1502-981/1574)
Filibeli ve 908/1502 doğumludur. Bâli Efendinin17 mürîdi olmuştur. Ebuʼs- Suûd (v.982/1574) tarafından Ayasofya şeyhliyine tâyin edilmiş ve Kanuni Sultan Süleymanın maiyetinde Zigetvar seferinde bulunmuştur. Zilkâde 981/Mart 1574 senesinde vefat etmiştir. Kabri istanbulʼda Edirnekapı dışında Sırt tekkesindedir. Zâhid ve keşf ehlinden olduğu rivayet edilmektedir. Tevhîd ilmine dair bir kitabı ve Sadreddîn Konevîʼnin (v.673/1274) Nusûsʼuna şerhleri vardır. Yine Tercüme-i menâziliʼs-sâirîn, Risâle-i mirac ve Fatiha tefsiri gibi eserleri vardır. imam Şernûbî,
Anadolu’ya ilk seferi zamanı bu şeyhine mürîd olmuş ve kendisinden icâzet ve hilâfet alarak Mısırʼa geri dönmüştür. 18
imam Şernûbîʼnin burada zikrettiklerimizden başka hakkında bilgi bulamadığımız başka şeyhleri de vardır. ibrahim ez-Zâkir, Muhammed itrîs, Abdurrahman et-Tâcûrî, Ali es-Sükkerî, Bedreddîn Âdilî, Abdurrahîm Beyrûtî, Abdüsselâm Mağribî Şernûbîʼnin hakkında bilgi bulamadığımız hocalarıdır.
2. Talebeleri
imam Şernûbî daha hayattayken etrafına çok sayıda talebe toplandığını söyleyebiliriz. Hatta bu sebepten olacak ki Desûkiyye/Şehâviyyeʼnin bir şubesi olan Şernûbiyye kolu ortaya çıkmıştır. Şernûbîʼnin farklı islamî ilimlerde söz sahibi olan öğrencileri de azımsanmayacak derecededir. imam Şernûbîʼnin talebelerinden bilinenler şunlardır;
a. ibrahim Lukânî (v.1041/1631)
Tam ismi ibrahim b. ibrahim b. Hasan b. Ali Lukânîʼdir. Kendisi Mısır/Buheyra bölgesinden ve Malikî fakihidir. Aynı zamanda Hadis ve Kelam âlimidir. Kendisinden birçok keramet zahir olduğu kaydedilmektedir. Hacc ziyaretinden dönerken vefat etmiştir. Cevheratuʼt-tevhîd, Haşiye alâ muhtasari Halîl, Tavzîhu elfâziʼl-ecrûmiyye gibi birçok eserin müellifidir. Akâid konusunda yazdığı Cevheratuʼt-tevhîd eserini şeyhi imam Şernûbîʼnin işareti ile bir gecede yazmış, daha sonra şeyhine arz ederek onun duasını almıştır.19 Hocası hakkında şöyle yazmaktadır; “Halimin başlangıcında Ahmed Arab Şernûbîyle, Derbuʼl-ahmerʼde kendi zaviyesinde karşılaştım. Kendisinden birçok kerâmetler müşâhede ettim. Onu ve müritlerini zaviyelerinde Kurʼan ve sünnete sımsıkı bağlı ve ilim öğrenmekle meşgul olduklarını gördüm. Kendisinden hiç kimseden duymadığım ilimler öğrendim.”20
b. Muhammed Bulkînî (v.994/1585ʼten sonra)
imam Şernûbîʼnin bu talebesi hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Hakkında tek bilinen fazıl ve sûfî olduğu, şeyhinden imlâen Keşfuʼl-guyûbî fî tabakâtiʼş-Şernûbî eserini yazdığıdır 21 ki bu şu an bizim çalışmamıza konu olan eserdir.
Ahmed Şernûbîʼnin talebesi olarak gösterilen onlarla isim olsa da maalesef yalnız şu ikisi hakkında bilgi bulunabildi. Ebuʼn-Nasr Desûkî, Abdurabbih ibşîdî, Süleyman Bürhâmi, ibrahim Şeberhîtî, Süleyman Alkamî, ibrahim es-Semdîsî, Şerefuddîn Mürşidî, Muhammed Desûkî, Hasan Münzelâvî ve diğerleri Şernubîʼnin hakkında bir şey bilinmeyen talebelerindendir.
C. VEFATI
Ahmed Şernûbî müritleriye beraber 994/1585 senesinde deniz yoluyla önce Suriyeʼye, daha sonra Suriye üzerinden ikinci Anadolu seferinde çıkmıştır. Şernûbîʼnin bu seferden maksadı Kanuni Sultan Süleymanʼa (926-1520/974-1566) müritlerinin bazı ihtiyaçlarının olduğunu iletmekti. Bu seferi esnasında hastalanan Şernûbî, Antalyaʼya gelerek burada on üç gün kaldıktan sonra vefat etmiş ve Antalyaʼda Ercalı isimli bir yerde camiin yakınında defnedilmiştir.22
D. ESERLERi
Ahmed Şernûbîʼye ait olduğu bilinen dört eser vardır. Bunlardan ikisi basılı, diğerleri ise yazma halindedir. Kaynaklarda Şernûbîʼye nispet edilen kitaplar şunlardır;
1. Akâiduʼş-Şernûbî
itikadî mezhebi Eşarî olan Şernûbîʼnin akîde konusunda yazdığı eseridir. Akâid ve Kitâbuʼt-tevhîd isimleriyle de bilinmektedir. Almanya Gotha (686), Hindistan Rampur (I, 318) ve ABD Garret (1564) kütüphanelerinde yazma halinde
bulunmaktadır. 23 Yine Ezher kütüphanesinde Akîdetuʼş-Şernûbî (314641) ismiyle bulunmakta ve altmış dört varaktan oluşmaktadır.24
2. Fethuʼl-mevâhib ve menhecüʼt-tâlibiʼr-râğib
Şernûbîʼnin müridlere tavsiyelerini ihtiva eden eseridir. Kahire (I, 336) ve iskenderiyye (tasavvuf, 26) kütüphanelerinde yazmaları mevcuttur.25
3. Tâiyyetüʼs-sülûk ilâ melikiʼl-mulûk
Şernûbîʼnin tasavvufî şiirlerinin yer aldığı eseridir. Tâiyyetüʼş-Şernûbî ismiyle de bilinmektedir. Abdülmecid Şernûbi (v.1349/1930) tarafından şerhedilerek Kahireʼde 1310/1891 senesinde basılmıştır. Ahmed Şernûbîˈnin bu eserindeki görüşleri ile Tabakâtüˈl-Evliyâ’daki görüşleri genel olarak uyumluluk içerisindedir. Tabakâtüˈl-evliyâˈda en belirgin fikir olan keşfî haberler konusunu Şernûbî bu eserinde şöyle dile getirmektedir;
(Levh-i Mahfûzˈdan 26 basîret gözüyle okuyarak, vukû bulmadan önce olaylar hakkında haber veriyor.) Eserin şârihi Abdülmecîd Şernûbî bu beyitlerin şerhinde aynı konuda ibn Arabî, ibrahim Desûkî ve Câkîr Kürdîʼden (590/1193) nakiller yaparak gelecekten haber verme konusunda onların da görüşlerine geniş yer ayırmıştır.27 Eserin başka bir yerinde aynı konuyla bağlı şu ifadeler yer almaktadır;
(Kalb gözleriyle gizli olan şeyleri görür ve gizli perdeleri gözleriyle idrak eder.) Beyitlerin şerhinde Abdülmecîd Şernûbî şunları söylemektedir; Ârif kimsenin özelliklerinden birisi de basîret ehlinden olmasıdır. Basîret, kendisiyle eşyâların görüldüğü kalp gözüdür. Eğer ârifin basîreti güçlenirse kalbindeki bu göz sayesinde gizli olan işleri görmeğe başlar. 28
4. Tabakâtüʼl-Evliyâ
Ahmed Şernûbîʼnin müridi Bulkînîʼye imlâen yazdırdığı ve aynı zamanda tez konumuz olan bu eser hakkında daha geniş bahsedeceğimiz için burada fazla bilgi vermeyeceğiz.
On altıncı yüzyılda yaşayan evliyâdan. İsmi Ahmed bin Osman’dır. Künyesi Ebü’l-Abbâs, lakâbı Şihâbüddîn’dir. Nesebi hazret-i Ali’ye ulaşır. Tarîkat silsilesi ise Şeyh Muhammed Şehâdî vâsıtasıyla Seyyid İbrâhim Burhâneddîn Düsûkî’ye dayanır. Mısır’ın Şernûb kasabasında doğduğu için Şernûbî nisbesiyle bilinir. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Antalya civârında bir yerde vefât etti. Orada defnedildi.
Şernûb’da doğup büyüyen Ahmed bin Osman hazretleri, yedi yaşında koyunları otlatırken, ilâhî bir cezbeye kapıldı. İçine Allahü teâlânın aşkı düşüp gece-gündüz ibâdetle meşgûl olmaya başladı. Annesinin vefâtından sonra Mekke-i mükerremeye gitti. Yedi yıl orada kalıp âlimlerle velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Hac ibâdetini îfâ edip, sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Yedi sene müddetle Mekke’de kaldı. Sonra 1538 (H.945) senesinde memleketi olan Şernûb’a döndü. Demenhûr’a giderek ibâdetle meşgûl oldu.
Bir gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz ona; “Ey Ahmed! İstanbul’da Şeyh Nûreddîn’e git, ondan tasavvuf ilmini öğren. Zîrâ kendisi bu zamanda âriflerin reisidir.” buyurdu. Bu emir üzerine İstanbul’a giden Ahmed bin Osman Şernûbî hazretleri Şeyh Nûreddîn’in huzûruna vardı. Evliyâ bir zât olan Şeyh Nûreddîn onu görünce; “Merhaba ey Peygamber efendimizin emri ile gelen kimse! Merhaba ey derviş oğlu derviş!” buyurdu.
Şeyh Nûreddîn’in iltifât ve ihsânlarına kavuşan Ahmed bin Osman Şernûbî ona talebe oldu. Sohbet ve hizmetinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Bir müddet sonra hocası ona Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara anlatmak husûsunda icazet, diploma ve hilâfet vererek memleketine gönderdi. İnsanların kurtuluşa ermelerini sağlamak husûsunda gayret gösterdi. Pekçok kimse onun sohbetlerinde bulunarak istifâde etti. Bir müddet sonra talebelerinden birkaç kişi ile birlikte İstanbul’a gitmek üzere yola çıktı. Mısır’ın Dimyat iskelesinden bir gemiye bindi. Günler süren bir yolculuktan sonra Antalya civârında bir yere çıktılar. Bu sırada ağır hastalığa tutulan Ahmed bin Osman Şernûbî arada on üç gün kadar iyileşti. Yolculuk esnasında uğradığı köy ve kasabalardaki insanlara vâz ve sohbetleriyle çok faydalı oldu. Zikir ve ibâdetle meşgûl iken vefât etti. O sabah erkenden vefât ettiği beldedeki câminin imâmı, Şeyh Ahmed bin Osman Şernûbî’nin vefât ettiği eve giderek; “Vefât eden Şeyh’in gaslini, yıkamasını ben yapacağım. Çünkü dün gece rüyâmda Fahr-i kâinât efendimiz böyle emir buyurdu.” dedi. Cenazesini yıkayıp namazını kıldıktan sonra, câmi yakınında bir yere defnettiler.
Kendisi âlim, fazîletli ve güzel ahlâklı bir zât olan Ahmed bin Osman Şernûbî’nin birçok kerâmetleri de görülmüştü. Pekçok mürîd ve halîfeleri vardı. Bunların en meşhûrları, zamanının en meşhûr âlim ve velîlerinden Şeyh Nâsırüddîn İbrâhim Lekânî ve Şeyh Muhammed Bülkînî hazretleriydi. Şernûbî hazretlerinin Tabakat-ı Evliyâ adlı eseri dünyâca meşhurdur.
Tasavvuf Yolunda Hak Tarikatlar Nelerdir ve Kurcuları Kimlerdir?
Büyük mutasavvıflara göre tarikat tektir, o da “Tarikatı Muhammediyedir. Sünnî daire içerisinde gelişen çeşitli tarikatlar aslında bu tek olan Tarikatı Muhammediyenin şubeleridir. Esasta usulde ayrılık gayrlılık yoktur. Teferruata ait birtakım inceliklerde, meşrepte çeşitlilik vardır. Tarikatların sayısı konusunda da değişik görüşler vardır. Ne kadar insan varsa o kadar yol vardır düşüncesinden hareket edenler tarikat sayısını belli bir rakamda dondurmazlar, öte yönden 12 temel büyük tarikat vardır. Diğerleri bunlardan çıkmış kollarıdır görüşü yaygındır. Bunlara göre 12 temel tarikat ve kurucuları ise şunlardır:
1. Kadiriyye Tarikatı, Abdül Kadir Geylâni (H.470-561/M.1077- 1161)
2. Yeseviyye Tarikatı, Ahmet Yesevi
( 562 H./ 1166 M.)
3. Rifaiyye Tarikatı, Ahmet er–Rifaî (H 512-578/ 1036 M)
4. Kubreviyye Tarikatı, Necmûddin el Kübra (H.540- 618/M.1145-1226)
5. Medyeniyye Tarikatı, Ebu’l Medyen b. Huseyn (H.527-594/ M.1126-1197)
6. Desükiyye Tarikatı, İbrahim ed Desûki (H.676/M.1288.)
7. Bedeviyye Tarikatı, Şeyh Ahmet Bedevi (H.596-675/M.1200- 1276)
8. Şazeliyye Tarikatı, Ebul Hasan Takuyiddin Ali b.Abdullah eş Şazeli (H.656/M.1258)
9. Ekberiyye Tarikatı, Muhyiddin İbnül Arabi (H.560- 638/M.1165-1240
10. Mevleviyye Tarikatı, Mevlânâ Celalûddinî Rumi
(H.604- 672/ M.1207-1273)
11. Sa’diyye Tarikatı, Sa’duddin Muhammed el Cebbârî
(H.792/M. 1387)
12. Nakşibendiyye, Muhammed Bahauddin Nakşibendi
(H.718–792/M.1318–1389)
Dunya’daki Tasavvuf akımları ve kabul edilmiş büyük alimleri
Abbâsiyye: Ebû’l-Abbas Ahmed b. Muhammed b. Abdirrahman b.
Ebibekr el-Ensârî el-Belensî el-Endelüsî (633/1235-6). Medyeniyye’nin koludur.
Âdiliyye: Bedreddin Muhammed b. Ömer b. Ahmed el-Âdilî el-Abbâsî (970/1562).
Afîfiyye: Abdülvehhâb b. Abdissamed el-Afifi el-Merzûkî (1180/
1766-7). Şâzeliyye’nin koludur.
Ahmediyye: Ebû’l-Ferhad Ahmed b. Ali b. İbrahim el- Hüseynî el-Bedevî (675/1276). Şâzeliyye’nin koludur. “Bedevlyye” de denir.
Ahmediyye: Manisa civan Göl Marmarası nahiyesinden Ahmed Şemseddin Efendi (910/1504-
5). Halvetiyye’nin koludur. Ahmediyye: Bkz. “Müceddidiyye”.
Ahmediyye: Bkz. “Rıfâiyye”.
Ahrâriyye: Ubeydullah b. Mahmud b. Şihâbiddin el-Hüseynî et-Taşkendî el-Ahrâr 895/1490).
Nakşibendiyye’nin koludur.
Amûdiyye: Ebû İsa Sa’id b. İsa el-Ammâlî el-Sıddîkî. Medyeniyye’nin koludur.
Assâliyye: Ebu’l-Abbas b. Ali el-Harîrî el-Assâlî eş-Şâfiî (1048/ 1142).
Assâliyye: Ahmed b. Ali el-Harîrî el-Assâlî eş-Şâfiî (1048/1639). Cemâliyye-i Halvetiyye’nin koludur.
Aşûriyye: Seyyid Sâlih Aşûr el-Mağribî et-Tunusî (7./13. asır). Desûkiyye’nin koludur.
Ayderûsiyye: Ebûbekr el-Ayderûs (909/1503). Kübreviyye’in koludur.
Aziziyye: İzzeddin Abdülaziz b. Ahmed ed-Dirini ed-Demiri eş Şâfiî er-Rıfâî
(694-1295).
Rıfâiyye’nin koludur.
Bahâiyye: Bkz. “Nakşibendiyye”.
Bahşiyye: Muhammed b. Muhammed b. Ahmed el-Bahşi el Halebi, (1098/1687). Cemâliye’nin koludur.
Batâ’ihiyye: Bkz, “Rıfâiye”.”
Bayramiyye: Hacı Bayram Veli (833/1496), Ankara’da Safeviyye’nin koludur.
Bedeviyye: Bkz. “Ahmediyye”.
Bedriyye: Ebû Ömer Bedreddin Muhammed b. Mekkî (1044/1634).
Bekriyye: Ebû’l-Mekârim Muhammed el-Bekrî (944/1586). Vefâiy-ye’nin koludur.
Bekriyye: Şemseddin Mustafa el-Bekrî (1162/1749). Karabaşiyye’nin koludur.
Bektaşiyye: Hacı Bektaş Velî (738/1337-8), Yeseviyye’nin koludur.
Beyâniyye: Ebû’l-Beyan Muhamed b. Mahfûz ed-Dımeşkî (551/1156).
Beyyûmiyye: Ali Nureddin b. Şeyhi’I-Hicaz el-Beyyûmî. (1182/1768-9). Halebiyye’nin koludur.
Bistâmiyye: Bâyezid Bistâmi (261 /874). “Tayfûriyye” de denir.
Buhûriyye: Muhammed el-Buhari er-Rûmî (1039/1629-30). Ramazâ-niyye’nin koludur.
Burhâniyye: Bkz. “Desûkiyye”.
Buzurgân: Bkz. “Nakşibendiyye”.
Câhidiyye: Câhidî AhmedEfendi (1070/1659-60). Cemâliye’nin koludur.
Cebertiyye: Şerefuddin Ebû’l-Ma’rûf İsmail b. İbrahim b. Abdisselam el-Cebertî el-Kureşî el- Haşimi el-Yemenî ez-Zebidî (806/1403). Ekberiyye’nin koludur.
Cehriyye: Çin ve Türkistan’da Yeseviyye’den çıkan ve cehrî zikri tercih eden tarikatlere verilen isim.
Celvetiyye: Aziz Mahmut Hüdâî (1038/1628), Üsküdar’da. Safeviyye’nin koludur.
Cemâliyye: Muhammed Hamîdüddin el-Cemalî el-Bekrî, Çelebi Halife Aksarayî (899/1493) Halvetiyye’nin koludur.
Cemâliyye: Cemaleddin Efendi (1164/1750-1), Edirneli. Uşşâkiyye’nin koludur.
Cerrâhiyye: Nureddin Mehmed Cerrahi, b. Abdillah er-Rumî (1084/ 1672). İstanbul’da. Ramazâniyye’nin koludur.
Cihangiriyye: Hasan Burhanedin Efendi (1074/1663-4), Cihangirli. Ramazâniyye’nin koludur.
Cüneydiyye: Ebû’l-Kasım Cüneyd b. Muhammed el-Harrâz el-Bağdadî (298/910-11).
Çerkeşiyye: Hacı Mustafa Efendi (1229/1813-4), Çankırı’nın Çerkeş kazasından, Nasûhiyye’nin koludur.
Çeştiyye: Ebû Abdillah el-Çeştî (355/966).
Çeştiyye: Muîneddin Muhammed Acmirî (633/1236). Hindistan’da.
Derdiriyye: Ebû’l-Berakât Şihabeddin Ahmed b. Ahmed ed Derdîrî el-Adevî (1201/1786-7). Hefneviyye’nin koludur.
Desûkiye: Burhaneddin İbrahim b. Ebi’1-Mecd ed, Desûkî (686/ 1287). Şâzeliye’nin koludur. Burhâniyye de denir.
Derbiyye: Ebû’l-Hasan Ali b. Hıdır ed-Deybi el-Hazrecî (719/1319).
Dussukiyye: Bkz. (Desûkiyye:”
Dücâniyye: Seyyid Ahmed ed-Dücânî (987/1579) Meymûniyye’nin koludur.
Ebberiyye: Ebû Reşid Kutbuddin el-Behberî (573/1177).
Edhemiyye: Ebû İshak İbrahim b. Edhem el-Belhî (161/778 veya 166/683).
Ehdeliyye: Seyyid Ebû’l-Hasan Ali b. Ömer el-Ehdeli (1164/1750-1). Kadiriyye’nin koludur.
Ekberiyye: Muhyiddin İbnü’l-Arabi el-Endelüsî (638/1240). “Muhyi-viyye” de denir.
Ensâriyye: bkz. “Hereviyye”.
Erdebiliyye: Bkz. “Safeviyye”.
Esediyye: Ebû Muhammed Abdullah b. Ali el-Esedi (7./13. asır). Kadiriyye’nin koludur.
Eşrefiyye: Abdullah b. Eşref b. Muhmmed er-Rûmî (874/1469). Eşre-foğlu. Kadiriyye’nin koludur.
Fazliyye: Seyid Cemaleddin Muhammed b. Fazlilah el-Hindî el-Ber-hemburî (1029/1619-20).
Feyziyye: Feyzüddin Hüseyin el-Semmânî (1309/1891-2). Semmâniy-ye’nin koludur. “Hülvetiyye”de
denir.
Firdevsiyye: Rükneddin el-Firdevsî (724/1323-4). Kübreviyye’nin Hindistan koludur.
Garîbiyye: Muhammed Garîbullah el-Hindî (731/1331) Kadiriyye’nin koludur.
Gavsiyye: Hamideddin Muhammed b. Hatirüddin el-Hüseynî, Gav-su’1-Hidi (932/1526).Şettariye’nin Hindistan kolu.
Gavsiyye: Ebû’l- Gays Sa’id b. Süleyman b. Cemil (7./13. asır). Kadiriyye’nin koludur.
Gâziyye: Ebû’l-Kasım Ahmed el-Gilâlî (932/1526). Şâzeliyye’nin Faskoludur.
Gazzâliyye: Ebû Hâmid Zeynüddin Muhammed b. Muhamed et-Tûsiel-
Gazzâli (505/1111).Cüneydiyye’nin koludur.
Gülşeniye: İbrahim Gülşeni (940/1533). Rûşeniyye’nin koludur.
Haccâciyye: Ebû’l-Haccâc Yusuf b. Abdirrahman el-Kureşi el-Mehdeviel-Mağribi (642/1244-5).
Hâcegâniyye: Hâce Abdülhalik el-Gücdüvani (617/1220).
Hafifiyye: Ebû Abdillah Muhammed b. Hafi f ez-Zebbî eş-Şirazi(371/982).
Hafiyye: Nakşibendiyye’nin Çin ve Türkistan’daki adı.
Halebiye: Ahmed b. İbrahim el-Ahmedi el-Halebi eş-Şâfii (10./16.asır). Ahmediyye’nin koludur.
Hâlidiyye: Ebû’1-Baha Ziyâedin Hâlid b. Ahmed b. Hüseyin el-Osmani el-Şehrizori (124/1826-7). Nakşibendiyye’nin koludur.
Hâlisiyye: Ziyaeddin Abdurrahman et-Tabibani el-Kerkükî (1276/1858-9). Kadiriyye’nin koludur.
Halvetiyye: Ebû Abdillah Siracedin Ömer b. Ekmeliddin Gilani el-Halveti (750/ 1349-50).
Horasan ve Türkiye’de. Sühreverdiyye’nin koludur. Rûşeniyye, Cemâliyye, Ahmediyye
ve Şemsiyye diye dört ana kola ve otuz kadar kollara ayrılmıştır.
Hamzaviyye: Bkz. “Melâmiyye”.
Harfiyye: Ebû’l-Hasan Ali b. Ahmed en-Necib el-Herefi el-Meresi (63/1239).
Harîriyye: Ali b. Ebi’l-Hasan b. Mansur el-Basri el-Hariri (645/ 1247,8).Rıfâiyye’nin koludur.
Harrâziyye: Ebû Sa’id Ahmed b. İsa El-Harrazi el-Bağdadî (286/899).
Hayâtiyye: Mehmed Hayâti Efendi. Ramazaniyye’nin koludur.
Hefneviyye: Şemsedin Muhammed b. Salim b. Ahmed eş, Şafii el-Mısrî el-Hefni (1181/1767-8). Cemâliye’nin Mısır koludur.
Hemedâniyye: Ali-i Hemedânî (787/1385). Kübreviyye’nin koludur.
Hereviyye: Abdullah el-Ensari el-Hervi (481/1088). Ensariyye de denir.
Hevvâriyye: Ebû Bekr b. Hevvâr el-Hevvârî el-Betâyihî (760/1358).
Hilâliyye: Muhammed Hilal el-Hemedânî (1147)1734). Kadiriye’nin koludur.
Hudâiyye: Bkz. “Celvetiyye”.
Hulvetiyye: Bkz. “Feyziyye”.
İbrâhimiyye: İbrahim Efendi, Kuşadalı (1264/1849).Çerkeşiyye’ninkoludur.
İdrîsiyye: Ahmed b. İdris el-Fasi (125/ 1836-7).
İkaaniyye: Kemal el-İkaani (974/1566-7). Yeseviyye’nin koludur.
İlmiyye: Ebû Muhammed Mevlay Abdullah eş-Şerif b. İbrahim el-İlmî(12./18. asır).
Şâzeliyye’nin koludur.
İshâkiyye: Ebû İshak İbrahim b. Şehriyar el-Kazeruni (426/1035). Hafiyye’nin koludur.
Kadiriyye: Abdulkadir el-Gîlânî (561/1166). Cüneydiyye’nin koludur.Yemen, Somali, Irak,
Hindistan, Anadollu, Mağrib ve Sudan’da yayılmıştır.
Kalenderiyye: Cemâleddin Sâvî (630/1232). Daha önce var ise de bu
zat tarafından bir tarik haline getirilmiştir. Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar uzanmıştır.
Karabişiyye: Ali Aladdin Karabaş Veli (1097/1686). Şa’baniyye’nin koludur.
Kâsâniyye: Şemsedin Ahmed el-Kâsâni (949/1542-3). Ahrariyye’nin
koludur. Kassâriyye: Bkz.: “Melâmetiyye”.
Katnâniyye: Hasan el-Katnani (747/1346). Rıfâiyye’nin koludur.
Keyâliye:
İsmail er-Rıfâi, el-Keyyâl (7./13. asır). Rıfâiyye’nin koludur.
Koneviyye: Sadreddin-i Konevi er-Rûmî (672/1273).
Kuşeyriyye: Ebû’l-Kasım Abdülkerim Kuşeyri (465/1072).
Kübreviyye: Necmedin Kübra (618/1221). Cüneydiyye’nin koludur.”Zehebiyye” de denir.
Kümeyliyye: Kümeyi b. Ziyad (82/701).
Mazhariyye: Şah Şemseddin Habibulah Cân-ı Cânân’-ı Mezherî ed-Dıhlevî (1195/1781). Müceddidiyye’nin koludur.
Medâriyye: Bedîüddin Şah Medar (840/1438). Hindistan’da yayılmıştır.
Medyeniyye: Ebû’l-Medyen Şuayb b. Hüseyin el-Mağribi el-Ensari(873/1468-9).
Mehdeviyye: Ebû Muhammed b. Abdilaziz b. Ebibekr el-Kureşi el-Mehdevi (621/1224).
Melâmetiye: Ebû Salih Hamdun Kassar (271/884-5).
Melâmiyye: Bosnalı Şeyh Hamza Bâli (969/1561-2). Türkiye’de Bayramiyye’nin kolu olarak kurulmuştur. “Hamzaviyye” de denir
Meşîşiyye: Meşiş el-Hasani el-İdrisi (624/(1226). Medyeniyye’nin koludur.
Mevleviyye: Mevlânâ Celâleddin Rûmi (672/1273). Oğlu Sultan Veled(721/1312-3) tarafından
kurulmuştur.
Meymûniyye: Ebû’l-Hasan Ali b. Meymun el-Mağribî el-Fâsî el-İdrisî(917/1511-2).
Medyeniyye’nin koludur.
Mısiryye: Bkz. “Niyaziyye”.
Muhâsibiyye: Ebû Abdillah Hâris b. Esedi’l-Muhâsibi (243/857-8).
Murâdiyye: Muhammed Murad b. Ali el-Hanefui el-Buhari el Keşmiri(1132/1719-20).
Muslihiyye: Muslihiddin Mustafa, Tekirdağlı (1099/1688).
Sinaniyye’nin koludur.
Müceddidiyye: Bedreddin Ebû’l-Abbas Ahmed b. Abdilehad el-Faruki Kabuli-i Sirhindi,
İmam Rabbani, Müceddid-i Elfi Sâni(1034/1624). Ahrâriyye’nin koludur.
Nakşibendiye: Bahaeddin Nakşibend (791/1389), Türkistanda “Bahâiyye” de denir.
Nasuhiyye: Nasûhi Muhammed el-Halveti (1130/1718) Karabaşiy-ye’nin koludur.
Neveviyye: Muhyiddin Ebû Zekeriyya Yahya b. Şemseddin en Nevevi (670/1270-1).
Şâzeliyye’nin koludur.
Niyâziyye: Niyâzi Muhammed Mısrî (1105/1694). Ahmediyye’nin koludur, “Mısriyye’de denir.
Nurbahşiyye: Muhammed Nurbahş el-Buhârî (869/1465). Kübreviy-ye’nin Horasan koludur.
Nuriye: Ebû’l-Hasan Ahmed b. Muhammed en-Nûrî (295/907-8).
Nûriyye: Nuridin Abdurrahman el-İsferaini (639/1241-2). Kübreviy-ye’nin koludur.
Nusîsiyye: Muhammed en-Nusûs (1058/1648).
Ramazâniyye: Karahisarlı Şeyh Ramazan (1025/1616). Ahmediyye’nin koludur.
Raşidi : Raşit Tunca (2018)
Râşidiyye: Ahmed b. Yusuf er-Râşidi (927/1521). Zerrûkiyye’nin koludur.
Reslâniyye: Reslan b. Ya’kub el-Ca’beri (695/1296). Ukeyliyye’nin koludur.
Rıfâiyye: Seyyid Ahmed er-Rıfâi (578/1182). Merkezi olan Basra’dan Suriye ve İstanbul’a yayılmıştır. “Ahmediye” ve “Beta’ihiyye”de denir.
Rûmiyye: İsmail Rûmi b. Ali et-Tusi (0153/1643).
Rüşeniyye: Dede Ömer Rûşenî (892/1487). Halvetiyye’nin koludur.
Rükniyye: Rükneddin Alâuddevle Ahmed b. Muhammed es-Simnânî(736/1336).
Kübreviyye’nin koludur.
Sâbiriyye: Alâaddin Ali Ahmed Sâbir el-Kelbîrî (609/1291). Çiştiyye’nin koludur.
Sa’diyye: Sa’deddin Muhammed el-Cibâvî (736/1335). Rıfâiyye’nin koludur.
Safeviyye: Safiyyüdin el-Erdebili (735/1334). Sühreverdiyye’nin koludur.
Sa’ûdiyye: Ebû Sa’üd b. Ebi’l-Aşâyir el-Vâsıti el-Bâirini (644/ 1246).Rıfâiyye’nin koludur.
Sâviyye: Ahmed b. Muhammedel-Maliki es-Savi (1241/1825-6). Derdiriyye’nin koludur.
Sayyadiyye: İzzeddin Ahmed es-Sayyad (670/1271-2).
Sehliyye: Ebû Muhammed Sehl b. Abdilah et-Tüsteri (283/ 896).
Selâhiyye: Abdullah Selâhaddin er-Rûmi Efendi, Balıkesirli
(1196/1783).
Ahmediyye’nin koludur.
Semmâniyye: Ebû Abdülkerim Muhammed el-Medeni es-Semmani(1189/1775). Şâzeliyye’nin
Mısır koludur.
Senûniyye: Muhammed b. Ali el-Haseni el-İdrisi (1276/1859). Büyük Sahra’da mücâhidler
tarikati. Kadriyye’nin koludur.
Seyyâriyye: Ebû’l-Abbas Kasım el-Mehdi es-Seyyâr (342/953).
Sezâiyye: Hasan Sezâi Efendi, Edirneli (1151/1738). Gülşeniyye’nin koludur.
Sinâniyye: İbrahim Ümmi Sinan el-Halveti (976/1568-9).
Ahmediyye’nin koludur. Sûfiyye: Ebû Hâşim Sofi el-Kûfî (155/772).
Suûdiyye: Ebû’s-Suûd b. Şa’ban et-(:::) (644/1246).
Suhreverdiyye: Abdülkâhir Es-Sühreverdi (563/1168) ve Ömer es-Sühreverdi (632/1234).
Kadiriyye’nin koludur.
Sünbüliyye: Zeyneddin Yusuf Sünbül Sinan Efendi (936/1529 30).
Cemâliye’nin koludur.
Şa’baniyye: Şeyh Şa’ban-ıVeli, Kastamonulu (976-1568). Cemaliyye’nin koludur. Şa’raniyye: Abdülvahhab eş-Şa’rani (973-1565).
Şattariyye: Abdullah eş-Şattar (818/1415). Hindistan, Sumatra ve Cava’da.
Şâzeliyye: Ali b. Abdillah Ebû’l-Hasan el-Mağribi eş-Şâzeli (564/1256).Medyeniyye’nin koludur.
Mağrib, Mısır, İstanbul, Romanya, Nube ve Komor adalarında yayılmıştır.
Şemsiyye: Şeyh Şemseddin-i Sivasi (1006/1597-8) Halvetiyye’nin koludur.
Şernubiyye: Şihabeddin’Ebû’l-Abbas Ahmed eş-Şernubi el Maliki el-Burhani (994/1586).
Burhaniyye: (Desûkiyye)nin koludur.
Şeybâniyye: Ebû Muhammed Yunus b. Yusuf eş, Şeybani (619/1222). “Yunusiyye”de denir.
Şinnâviyye: Ebû Abdillah Muhammed eş-Şinnâvi (1028/1619). Ahme-diyye’nin koludur.
Tâciyye: Taceddin Zekeriyya el-Naşibendi el-Hindi (1050/1640). Ahrâriyye’nin koludur. Tayfûriyye: Bkz. “Bistâmiyye”.
Tâziyye: Ebû Sâlim İbrahim et-Tâzi (1205/1709). Medyeniyye’nin koludur.
Ticâniyye: Şihabedin Ahmed et-Ticani (1227/1812). Halvetiyye’nin Cezayir, Fas koludur.
Uceliye: Ebû’l-Abbas Ahmed b. Musa b. Ucayl ez-Zuvali el-Yemeni
(690/1291). Kadiriyye’nin koludur.
Ukaliyye: Ukayl el-Manici b. Şihabidin Ahmed el-Batayihi (540/1145).Harraziyye’in koludur.
Uşşakiyye: Hasan Hüsameddin-i Uşşaki (1001/1592-3). Ahmediyye’nin koludur.
Üveysiyye:Veysel Karani.
Vefâiyye: Ebû’l-Hasan Ali b. Muhammed Vefa el-Ensari el-Haseni el-Kureşi (807/1404-5).
Şazeliyye’nin koludur.
Vefâiyye: Ebû’1-Vefa Muhammed el-Mağribi el-İskenderi, Mısırlı(765/1364). Yâfi’iyye: Arifüddin Abdullah el-Yafii (768/1367). Kadiriyye’nin koludur. Yeseviyye: Ahmed Yesevi (562/1166).
Yûnisiyye: Bkz. “Şeybâniyye”.
Zahidiyye: Tâciddin İbrahim ez-Zâhid el-Gilânî (690/1291). Ekberiy-ye’nin koludur. Zeyniyye: Zeyneddin Hâfi (838/1434-5). Sühreverdiyye’nin Bursa’da-ki koludur. Zıl’iyye: Safiyüddin Ahmed b. Ömer Zıl’i (1071/1660).
Zühriyye: Ahmed Zührî, Kayserili (1157/1744). Muslihiye’nin koludur.
Büyük mutasavvıflara göre tarikat tektir, o da “Tarikatı Muhammediyedir. Sünnî daire içerisinde gelişen çeşitli tarikatlar aslında bu tek olan Tarikatı Muhammediyenin şubeleridir. Esasta usulde ayrılık gayrlılık yoktur. Teferruata ait birtakım inceliklerde, meşrepte çeşitlilik vardır. Tarikatların sayısı konusunda da değişik görüşler vardır. Ne kadar insan varsa o kadar yol vardır düşüncesinden hareket edenler tarikat sayısını belli bir rakamda dondurmazlar, öte yönden 12 temel büyük tarikat vardır. Diğerleri bunlardan çıkmış kollarıdır görüşü yaygındır. Bunlara göre 12 temel tarikat ve kurucuları ise şunlardır:
1. Kadiriyye Tarikatı, Abdül Kadir Geylâni (H.470-561/M.1077- 1161)
2. Yeseviyye Tarikatı, Ahmet Yesevi
( 562 H./ 1166 M.)
3. Rifaiyye Tarikatı, Ahmet er–Rifaî (H 512-578/ 1036 M)
4. Kubreviyye Tarikatı, Necmûddin el Kübra (H.540- 618/M.1145-1226)
5. Medyeniyye Tarikatı, Ebu’l Medyen b. Huseyn (H.527-594/ M.1126-1197)
6. Desükiyye Tarikatı, İbrahim ed Desûki (H.676/M.1288.)
7. Bedeviyye Tarikatı, Şeyh Ahmet Bedevi (H.596-675/M.1200- 1276)
8. Şazeliyye Tarikatı, Ebul Hasan Takuyiddin Ali b.Abdullah eş Şazeli (H.656/M.1258)
9. Ekberiyye Tarikatı, Muhyiddin İbnül Arabi (H.560- 638/M.1165-1240
10. Mevleviyye Tarikatı, Mevlânâ Celalûddinî Rumi
(H.604- 672/ M.1207-1273)
11. Sa’diyye Tarikatı, Sa’duddin Muhammed el Cebbârî
(H.792/M. 1387)
12. Nakşibendiyye, Muhammed Bahauddin Nakşibendi
(H.718–792/M.1318–1389)
Dunya’daki Tasavvuf akımları ve kabul edilmiş büyük alimleri
Abbâsiyye: Ebû’l-Abbas Ahmed b. Muhammed b. Abdirrahman b.
Ebibekr el-Ensârî el-Belensî el-Endelüsî (633/1235-6). Medyeniyye’nin koludur.
Âdiliyye: Bedreddin Muhammed b. Ömer b. Ahmed el-Âdilî el-Abbâsî (970/1562).
Afîfiyye: Abdülvehhâb b. Abdissamed el-Afifi el-Merzûkî (1180/
1766-7). Şâzeliyye’nin koludur.
Ahmediyye: Ebû’l-Ferhad Ahmed b. Ali b. İbrahim el- Hüseynî el-Bedevî (675/1276). Şâzeliyye’nin koludur. “Bedevlyye” de denir.
Ahmediyye: Manisa civan Göl Marmarası nahiyesinden Ahmed Şemseddin Efendi (910/1504-
5). Halvetiyye’nin koludur. Ahmediyye: Bkz. “Müceddidiyye”.
Ahmediyye: Bkz. “Rıfâiyye”.
Ahrâriyye: Ubeydullah b. Mahmud b. Şihâbiddin el-Hüseynî et-Taşkendî el-Ahrâr 895/1490).
Nakşibendiyye’nin koludur.
Amûdiyye: Ebû İsa Sa’id b. İsa el-Ammâlî el-Sıddîkî. Medyeniyye’nin koludur.
Assâliyye: Ebu’l-Abbas b. Ali el-Harîrî el-Assâlî eş-Şâfiî (1048/ 1142).
Assâliyye: Ahmed b. Ali el-Harîrî el-Assâlî eş-Şâfiî (1048/1639). Cemâliyye-i Halvetiyye’nin koludur.
Aşûriyye: Seyyid Sâlih Aşûr el-Mağribî et-Tunusî (7./13. asır). Desûkiyye’nin koludur.
Ayderûsiyye: Ebûbekr el-Ayderûs (909/1503). Kübreviyye’in koludur.
Aziziyye: İzzeddin Abdülaziz b. Ahmed ed-Dirini ed-Demiri eş Şâfiî er-Rıfâî
(694-1295).
Rıfâiyye’nin koludur.
Bahâiyye: Bkz. “Nakşibendiyye”.
Bahşiyye: Muhammed b. Muhammed b. Ahmed el-Bahşi el Halebi, (1098/1687). Cemâliye’nin koludur.
Batâ’ihiyye: Bkz, “Rıfâiye”.”
Bayramiyye: Hacı Bayram Veli (833/1496), Ankara’da Safeviyye’nin koludur.
Bedeviyye: Bkz. “Ahmediyye”.
Bedriyye: Ebû Ömer Bedreddin Muhammed b. Mekkî (1044/1634).
Bekriyye: Ebû’l-Mekârim Muhammed el-Bekrî (944/1586). Vefâiy-ye’nin koludur.
Bekriyye: Şemseddin Mustafa el-Bekrî (1162/1749). Karabaşiyye’nin koludur.
Bektaşiyye: Hacı Bektaş Velî (738/1337-8), Yeseviyye’nin koludur.
Beyâniyye: Ebû’l-Beyan Muhamed b. Mahfûz ed-Dımeşkî (551/1156).
Beyyûmiyye: Ali Nureddin b. Şeyhi’I-Hicaz el-Beyyûmî. (1182/1768-9). Halebiyye’nin koludur.
Bistâmiyye: Bâyezid Bistâmi (261 /874). “Tayfûriyye” de denir.
Buhûriyye: Muhammed el-Buhari er-Rûmî (1039/1629-30). Ramazâ-niyye’nin koludur.
Burhâniyye: Bkz. “Desûkiyye”.
Buzurgân: Bkz. “Nakşibendiyye”.
Câhidiyye: Câhidî AhmedEfendi (1070/1659-60). Cemâliye’nin koludur.
Cebertiyye: Şerefuddin Ebû’l-Ma’rûf İsmail b. İbrahim b. Abdisselam el-Cebertî el-Kureşî el- Haşimi el-Yemenî ez-Zebidî (806/1403). Ekberiyye’nin koludur.
Cehriyye: Çin ve Türkistan’da Yeseviyye’den çıkan ve cehrî zikri tercih eden tarikatlere verilen isim.
Celvetiyye: Aziz Mahmut Hüdâî (1038/1628), Üsküdar’da. Safeviyye’nin koludur.
Cemâliyye: Muhammed Hamîdüddin el-Cemalî el-Bekrî, Çelebi Halife Aksarayî (899/1493) Halvetiyye’nin koludur.
Cemâliyye: Cemaleddin Efendi (1164/1750-1), Edirneli. Uşşâkiyye’nin koludur.
Cerrâhiyye: Nureddin Mehmed Cerrahi, b. Abdillah er-Rumî (1084/ 1672). İstanbul’da. Ramazâniyye’nin koludur.
Cihangiriyye: Hasan Burhanedin Efendi (1074/1663-4), Cihangirli. Ramazâniyye’nin koludur.
Cüneydiyye: Ebû’l-Kasım Cüneyd b. Muhammed el-Harrâz el-Bağdadî (298/910-11).
Çerkeşiyye: Hacı Mustafa Efendi (1229/1813-4), Çankırı’nın Çerkeş kazasından, Nasûhiyye’nin koludur.
Çeştiyye: Ebû Abdillah el-Çeştî (355/966).
Çeştiyye: Muîneddin Muhammed Acmirî (633/1236). Hindistan’da.
Derdiriyye: Ebû’l-Berakât Şihabeddin Ahmed b. Ahmed ed Derdîrî el-Adevî (1201/1786-7). Hefneviyye’nin koludur.
Desûkiye: Burhaneddin İbrahim b. Ebi’1-Mecd ed, Desûkî (686/ 1287). Şâzeliye’nin koludur. Burhâniyye de denir.
Derbiyye: Ebû’l-Hasan Ali b. Hıdır ed-Deybi el-Hazrecî (719/1319).
Dussukiyye: Bkz. (Desûkiyye:”
Dücâniyye: Seyyid Ahmed ed-Dücânî (987/1579) Meymûniyye’nin koludur.
Ebberiyye: Ebû Reşid Kutbuddin el-Behberî (573/1177).
Edhemiyye: Ebû İshak İbrahim b. Edhem el-Belhî (161/778 veya 166/683).
Ehdeliyye: Seyyid Ebû’l-Hasan Ali b. Ömer el-Ehdeli (1164/1750-1). Kadiriyye’nin koludur.
Ekberiyye: Muhyiddin İbnü’l-Arabi el-Endelüsî (638/1240). “Muhyi-viyye” de denir.
Ensâriyye: bkz. “Hereviyye”.
Erdebiliyye: Bkz. “Safeviyye”.
Esediyye: Ebû Muhammed Abdullah b. Ali el-Esedi (7./13. asır). Kadiriyye’nin koludur.
Eşrefiyye: Abdullah b. Eşref b. Muhmmed er-Rûmî (874/1469). Eşre-foğlu. Kadiriyye’nin koludur.
Fazliyye: Seyid Cemaleddin Muhammed b. Fazlilah el-Hindî el-Ber-hemburî (1029/1619-20).
Feyziyye: Feyzüddin Hüseyin el-Semmânî (1309/1891-2). Semmâniy-ye’nin koludur. “Hülvetiyye”de
denir.
Firdevsiyye: Rükneddin el-Firdevsî (724/1323-4). Kübreviyye’nin Hindistan koludur.
Garîbiyye: Muhammed Garîbullah el-Hindî (731/1331) Kadiriyye’nin koludur.
Gavsiyye: Hamideddin Muhammed b. Hatirüddin el-Hüseynî, Gav-su’1-Hidi (932/1526).Şettariye’nin Hindistan kolu.
Gavsiyye: Ebû’l- Gays Sa’id b. Süleyman b. Cemil (7./13. asır). Kadiriyye’nin koludur.
Gâziyye: Ebû’l-Kasım Ahmed el-Gilâlî (932/1526). Şâzeliyye’nin Faskoludur.
Gazzâliyye: Ebû Hâmid Zeynüddin Muhammed b. Muhamed et-Tûsiel-
Gazzâli (505/1111).Cüneydiyye’nin koludur.
Gülşeniye: İbrahim Gülşeni (940/1533). Rûşeniyye’nin koludur.
Haccâciyye: Ebû’l-Haccâc Yusuf b. Abdirrahman el-Kureşi el-Mehdeviel-Mağribi (642/1244-5).
Hâcegâniyye: Hâce Abdülhalik el-Gücdüvani (617/1220).
Hafifiyye: Ebû Abdillah Muhammed b. Hafi f ez-Zebbî eş-Şirazi(371/982).
Hafiyye: Nakşibendiyye’nin Çin ve Türkistan’daki adı.
Halebiye: Ahmed b. İbrahim el-Ahmedi el-Halebi eş-Şâfii (10./16.asır). Ahmediyye’nin koludur.
Hâlidiyye: Ebû’1-Baha Ziyâedin Hâlid b. Ahmed b. Hüseyin el-Osmani el-Şehrizori (124/1826-7). Nakşibendiyye’nin koludur.
Hâlisiyye: Ziyaeddin Abdurrahman et-Tabibani el-Kerkükî (1276/1858-9). Kadiriyye’nin koludur.
Halvetiyye: Ebû Abdillah Siracedin Ömer b. Ekmeliddin Gilani el-Halveti (750/ 1349-50).
Horasan ve Türkiye’de. Sühreverdiyye’nin koludur. Rûşeniyye, Cemâliyye, Ahmediyye
ve Şemsiyye diye dört ana kola ve otuz kadar kollara ayrılmıştır.
Hamzaviyye: Bkz. “Melâmiyye”.
Harfiyye: Ebû’l-Hasan Ali b. Ahmed en-Necib el-Herefi el-Meresi (63/1239).
Harîriyye: Ali b. Ebi’l-Hasan b. Mansur el-Basri el-Hariri (645/ 1247,8).Rıfâiyye’nin koludur.
Harrâziyye: Ebû Sa’id Ahmed b. İsa El-Harrazi el-Bağdadî (286/899).
Hayâtiyye: Mehmed Hayâti Efendi. Ramazaniyye’nin koludur.
Hefneviyye: Şemsedin Muhammed b. Salim b. Ahmed eş, Şafii el-Mısrî el-Hefni (1181/1767-8). Cemâliye’nin Mısır koludur.
Hemedâniyye: Ali-i Hemedânî (787/1385). Kübreviyye’nin koludur.
Hereviyye: Abdullah el-Ensari el-Hervi (481/1088). Ensariyye de denir.
Hevvâriyye: Ebû Bekr b. Hevvâr el-Hevvârî el-Betâyihî (760/1358).
Hilâliyye: Muhammed Hilal el-Hemedânî (1147)1734). Kadiriye’nin koludur.
Hudâiyye: Bkz. “Celvetiyye”.
Hulvetiyye: Bkz. “Feyziyye”.
İbrâhimiyye: İbrahim Efendi, Kuşadalı (1264/1849).Çerkeşiyye’ninkoludur.
İdrîsiyye: Ahmed b. İdris el-Fasi (125/ 1836-7).
İkaaniyye: Kemal el-İkaani (974/1566-7). Yeseviyye’nin koludur.
İlmiyye: Ebû Muhammed Mevlay Abdullah eş-Şerif b. İbrahim el-İlmî(12./18. asır).
Şâzeliyye’nin koludur.
İshâkiyye: Ebû İshak İbrahim b. Şehriyar el-Kazeruni (426/1035). Hafiyye’nin koludur.
Kadiriyye: Abdulkadir el-Gîlânî (561/1166). Cüneydiyye’nin koludur.Yemen, Somali, Irak,
Hindistan, Anadollu, Mağrib ve Sudan’da yayılmıştır.
Kalenderiyye: Cemâleddin Sâvî (630/1232). Daha önce var ise de bu
zat tarafından bir tarik haline getirilmiştir. Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar uzanmıştır.
Karabişiyye: Ali Aladdin Karabaş Veli (1097/1686). Şa’baniyye’nin koludur.
Kâsâniyye: Şemsedin Ahmed el-Kâsâni (949/1542-3). Ahrariyye’nin
koludur. Kassâriyye: Bkz.: “Melâmetiyye”.
Katnâniyye: Hasan el-Katnani (747/1346). Rıfâiyye’nin koludur.
Keyâliye:
İsmail er-Rıfâi, el-Keyyâl (7./13. asır). Rıfâiyye’nin koludur.
Koneviyye: Sadreddin-i Konevi er-Rûmî (672/1273).
Kuşeyriyye: Ebû’l-Kasım Abdülkerim Kuşeyri (465/1072).
Kübreviyye: Necmedin Kübra (618/1221). Cüneydiyye’nin koludur.”Zehebiyye” de denir.
Kümeyliyye: Kümeyi b. Ziyad (82/701).
Mazhariyye: Şah Şemseddin Habibulah Cân-ı Cânân’-ı Mezherî ed-Dıhlevî (1195/1781). Müceddidiyye’nin koludur.
Medâriyye: Bedîüddin Şah Medar (840/1438). Hindistan’da yayılmıştır.
Medyeniyye: Ebû’l-Medyen Şuayb b. Hüseyin el-Mağribi el-Ensari(873/1468-9).
Mehdeviyye: Ebû Muhammed b. Abdilaziz b. Ebibekr el-Kureşi el-Mehdevi (621/1224).
Melâmetiye: Ebû Salih Hamdun Kassar (271/884-5).
Melâmiyye: Bosnalı Şeyh Hamza Bâli (969/1561-2). Türkiye’de Bayramiyye’nin kolu olarak kurulmuştur. “Hamzaviyye” de denir
Meşîşiyye: Meşiş el-Hasani el-İdrisi (624/(1226). Medyeniyye’nin koludur.
Mevleviyye: Mevlânâ Celâleddin Rûmi (672/1273). Oğlu Sultan Veled(721/1312-3) tarafından
kurulmuştur.
Meymûniyye: Ebû’l-Hasan Ali b. Meymun el-Mağribî el-Fâsî el-İdrisî(917/1511-2).
Medyeniyye’nin koludur.
Mısiryye: Bkz. “Niyaziyye”.
Muhâsibiyye: Ebû Abdillah Hâris b. Esedi’l-Muhâsibi (243/857-8).
Murâdiyye: Muhammed Murad b. Ali el-Hanefui el-Buhari el Keşmiri(1132/1719-20).
Muslihiyye: Muslihiddin Mustafa, Tekirdağlı (1099/1688).
Sinaniyye’nin koludur.
Müceddidiyye: Bedreddin Ebû’l-Abbas Ahmed b. Abdilehad el-Faruki Kabuli-i Sirhindi,
İmam Rabbani, Müceddid-i Elfi Sâni(1034/1624). Ahrâriyye’nin koludur.
Nakşibendiye: Bahaeddin Nakşibend (791/1389), Türkistanda “Bahâiyye” de denir.
Nasuhiyye: Nasûhi Muhammed el-Halveti (1130/1718) Karabaşiy-ye’nin koludur.
Neveviyye: Muhyiddin Ebû Zekeriyya Yahya b. Şemseddin en Nevevi (670/1270-1).
Şâzeliyye’nin koludur.
Niyâziyye: Niyâzi Muhammed Mısrî (1105/1694). Ahmediyye’nin koludur, “Mısriyye’de denir.
Nurbahşiyye: Muhammed Nurbahş el-Buhârî (869/1465). Kübreviy-ye’nin Horasan koludur.
Nuriye: Ebû’l-Hasan Ahmed b. Muhammed en-Nûrî (295/907-8).
Nûriyye: Nuridin Abdurrahman el-İsferaini (639/1241-2). Kübreviy-ye’nin koludur.
Nusîsiyye: Muhammed en-Nusûs (1058/1648).
Ramazâniyye: Karahisarlı Şeyh Ramazan (1025/1616). Ahmediyye’nin koludur.
Raşidi : Raşit Tunca (2018)
Râşidiyye: Ahmed b. Yusuf er-Râşidi (927/1521). Zerrûkiyye’nin koludur.
Reslâniyye: Reslan b. Ya’kub el-Ca’beri (695/1296). Ukeyliyye’nin koludur.
Rıfâiyye: Seyyid Ahmed er-Rıfâi (578/1182). Merkezi olan Basra’dan Suriye ve İstanbul’a yayılmıştır. “Ahmediye” ve “Beta’ihiyye”de denir.
Rûmiyye: İsmail Rûmi b. Ali et-Tusi (0153/1643).
Rüşeniyye: Dede Ömer Rûşenî (892/1487). Halvetiyye’nin koludur.
Rükniyye: Rükneddin Alâuddevle Ahmed b. Muhammed es-Simnânî(736/1336).
Kübreviyye’nin koludur.
Sâbiriyye: Alâaddin Ali Ahmed Sâbir el-Kelbîrî (609/1291). Çiştiyye’nin koludur.
Sa’diyye: Sa’deddin Muhammed el-Cibâvî (736/1335). Rıfâiyye’nin koludur.
Safeviyye: Safiyyüdin el-Erdebili (735/1334). Sühreverdiyye’nin koludur.
Sa’ûdiyye: Ebû Sa’üd b. Ebi’l-Aşâyir el-Vâsıti el-Bâirini (644/ 1246).Rıfâiyye’nin koludur.
Sâviyye: Ahmed b. Muhammedel-Maliki es-Savi (1241/1825-6). Derdiriyye’nin koludur.
Sayyadiyye: İzzeddin Ahmed es-Sayyad (670/1271-2).
Sehliyye: Ebû Muhammed Sehl b. Abdilah et-Tüsteri (283/ 896).
Selâhiyye: Abdullah Selâhaddin er-Rûmi Efendi, Balıkesirli
(1196/1783).
Ahmediyye’nin koludur.
Semmâniyye: Ebû Abdülkerim Muhammed el-Medeni es-Semmani(1189/1775). Şâzeliyye’nin
Mısır koludur.
Senûniyye: Muhammed b. Ali el-Haseni el-İdrisi (1276/1859). Büyük Sahra’da mücâhidler
tarikati. Kadriyye’nin koludur.
Seyyâriyye: Ebû’l-Abbas Kasım el-Mehdi es-Seyyâr (342/953).
Sezâiyye: Hasan Sezâi Efendi, Edirneli (1151/1738). Gülşeniyye’nin koludur.
Sinâniyye: İbrahim Ümmi Sinan el-Halveti (976/1568-9).
Ahmediyye’nin koludur. Sûfiyye: Ebû Hâşim Sofi el-Kûfî (155/772).
Suûdiyye: Ebû’s-Suûd b. Şa’ban et-(:::) (644/1246).
Suhreverdiyye: Abdülkâhir Es-Sühreverdi (563/1168) ve Ömer es-Sühreverdi (632/1234).
Kadiriyye’nin koludur.
Sünbüliyye: Zeyneddin Yusuf Sünbül Sinan Efendi (936/1529 30).
Cemâliye’nin koludur.
Şa’baniyye: Şeyh Şa’ban-ıVeli, Kastamonulu (976-1568). Cemaliyye’nin koludur. Şa’raniyye: Abdülvahhab eş-Şa’rani (973-1565).
Şattariyye: Abdullah eş-Şattar (818/1415). Hindistan, Sumatra ve Cava’da.
Şâzeliyye: Ali b. Abdillah Ebû’l-Hasan el-Mağribi eş-Şâzeli (564/1256).Medyeniyye’nin koludur.
Mağrib, Mısır, İstanbul, Romanya, Nube ve Komor adalarında yayılmıştır.
Şemsiyye: Şeyh Şemseddin-i Sivasi (1006/1597-8) Halvetiyye’nin koludur.
Şernubiyye: Şihabeddin’Ebû’l-Abbas Ahmed eş-Şernubi el Maliki el-Burhani (994/1586).
Burhaniyye: (Desûkiyye)nin koludur.
Şeybâniyye: Ebû Muhammed Yunus b. Yusuf eş, Şeybani (619/1222). “Yunusiyye”de denir.
Şinnâviyye: Ebû Abdillah Muhammed eş-Şinnâvi (1028/1619). Ahme-diyye’nin koludur.
Tâciyye: Taceddin Zekeriyya el-Naşibendi el-Hindi (1050/1640). Ahrâriyye’nin koludur. Tayfûriyye: Bkz. “Bistâmiyye”.
Tâziyye: Ebû Sâlim İbrahim et-Tâzi (1205/1709). Medyeniyye’nin koludur.
Ticâniyye: Şihabedin Ahmed et-Ticani (1227/1812). Halvetiyye’nin Cezayir, Fas koludur.
Uceliye: Ebû’l-Abbas Ahmed b. Musa b. Ucayl ez-Zuvali el-Yemeni
(690/1291). Kadiriyye’nin koludur.
Ukaliyye: Ukayl el-Manici b. Şihabidin Ahmed el-Batayihi (540/1145).Harraziyye’in koludur.
Uşşakiyye: Hasan Hüsameddin-i Uşşaki (1001/1592-3). Ahmediyye’nin koludur.
Üveysiyye:Veysel Karani.
Vefâiyye: Ebû’l-Hasan Ali b. Muhammed Vefa el-Ensari el-Haseni el-Kureşi (807/1404-5).
Şazeliyye’nin koludur.
Vefâiyye: Ebû’1-Vefa Muhammed el-Mağribi el-İskenderi, Mısırlı(765/1364). Yâfi’iyye: Arifüddin Abdullah el-Yafii (768/1367). Kadiriyye’nin koludur. Yeseviyye: Ahmed Yesevi (562/1166).
Yûnisiyye: Bkz. “Şeybâniyye”.
Zahidiyye: Tâciddin İbrahim ez-Zâhid el-Gilânî (690/1291). Ekberiy-ye’nin koludur. Zeyniyye: Zeyneddin Hâfi (838/1434-5). Sühreverdiyye’nin Bursa’da-ki koludur. Zıl’iyye: Safiyüddin Ahmed b. Ömer Zıl’i (1071/1660).
Zühriyye: Ahmed Zührî, Kayserili (1157/1744). Muslihiye’nin koludur.
Hacc-ı Ekber Nedir? | Hangi Hacca Hacc-ı Ekber Denilir? | Hacc-ı Ekber Hangi Gündür?
"Hacc-ı Ekber" Kelime olaraktan "Büyük Hac" Demektir.
أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
وَأَذَٰنٌ مِّنَ ٱللَّهِ وَرَسُولِهِۦٓ إِلَى ٱلنَّاسِ يَوْمَ ٱلْحَجِّ ٱلْأَكْبَرِ أَنَّ ٱللَّهَ بَرِىٓءٌ مِّنَ ٱلْمُشْرِكِينَ ۙ وَرَسُولُهُۥ ۚ فَإِن تُبْتُمْ فَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ ۖ وَإِن تَوَلَّيْتُمْ فَٱعْلَمُوٓا۟ أَنَّكُمْ غَيْرُ مُعْجِزِى ٱللَّهِ ۗ وَبَشِّرِ ٱلَّذِينَ كَفَرُوا۟ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ
Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmenirrahim
Ve ezanun minallâhi ve resûlihî ilen nâsi yevmel haccıl ekberi ennallâhe berîun minel muşrikîne ve resûluh (resûluhu), fe in tubtum fe huve hayrun lekum, ve in tevelleytum fa´lemû ennekum gayru mu´cizîllâh (mu´cizîllâhi), ve beşşirillezîne keferû bi azâbin elîm(elîmin).
Hacc-ı ekber gününde , Allah ve Resûlünden bütün insanlara bir bildiridir: Allah ve Resûlü, Allah’a ortak koşanlardan uzaktır. Eğer tövbe ederseniz, bu sizin için hayırlıdır. Ama yüz çevirirseniz, şunu iyi bilin ki, siz Allah’ı âciz bırakabilecek değilsiniz. İnkârcılara, elem dolu bir azabı müjdele!
(Tevbe Suresi 3. Ayet)
ٱلْحَجِّ ٱلْأَكْبَرِ
Senenin Arefe günü Cuma’ya rastladığı dönemde yapılan hacca, “Hacc-ı Ekber” yani "Büyük Hac" denilir. Senenin Arefe günü Cuma günü olmayıpta başka bir güne rastladığı dönemde yapılan hacca'da "Hacc-ı Asğar" yani "Küçük Hac" denilir, Arefe gününden kasıt, Kurban bayramının arefesi, yani arafata çıkılan gerçek Arefe kastedilmektedir. “Hacc-ı Ekber” Hac Görevlerinin Yapıldığı Arafat günü ve ondan sonraki Dört Güne denilir, Yani Kurban bayramının arefesi, Kurban bayramının birinci günü,Kurban bayramının ikinci günü,Kurban bayramının üçüncü günü,Kurban bayramının dördüncü günü, Arafat'da ve Müzdelife'de vakfe günü, tavaf ve Sa'y etme günü ve cemerat yani Şeytan taşlama günleri buna dahildir. Çünkü Senenin Arefe günü Cuma’ya rastladığında yapılan O seneki hacca “Hacc-ı Ekber” yani "Büyük Hac" denilir.
Abdullah b. Ömer'den -Allah ondan ve babasından râzı olsun- rivâyet olunduğuna göre, o şöyle demiştir:
أَنَّ رَسُولَ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَقَفَ يَوْمَ النَّحْرِ بَيْنَ الْجَمَرَاتِ فِي الْحَجَّةِ الَّتِي حَجَّ فَقَالَ: أَيُّ يَوْمٍ هَذَا؟ قَالُوا: يَوْمُ النَّحْرِ. قَالَ: هَذَا يَوْمُ الْحَجِّ الْأَكْبَرِ. [ رواه أبو داود وصححه الألباني في صحيح أبي داود ]
"Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- hac yaptığı yılın haccında cemrelerin arasında durdu ve şöyle buyurdu:
- Bugün hangi gündür?
(Sahâbe):
- Nahr (kurban bayramının birinci) günüdür, dediler.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:
- Bugün, Hacc-ı Ekber (Büyük Hac) günü'dür."
(Sünen-i Ebî Davud; hadis no: 1945. Elbânî, "Sahih-i Ebî Davud"; hadis no: 1700'de hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.)
Bir Karoglan Makelesi sonu
Kar©glan
Başağaçlı Raşit Tunca
Schrems 08 Temmuz 2020 Sabah Avusturya saati ile 08:07
Original Kar©glan
Hacc-ı Ekber Nedir? | Hangi Hacca Hacc-ı Ekber Denilir? | Hacc-ı Ekber Hangi Gündür?
"Hacc-ı Ekber" Kelime olaraktan "Büyük Hac" Demektir.
أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
وَأَذَٰنٌ مِّنَ ٱللَّهِ وَرَسُولِهِۦٓ إِلَى ٱلنَّاسِ يَوْمَ ٱلْحَجِّ ٱلْأَكْبَرِ أَنَّ ٱللَّهَ بَرِىٓءٌ مِّنَ ٱلْمُشْرِكِينَ ۙ وَرَسُولُهُۥ ۚ فَإِن تُبْتُمْ فَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ ۖ وَإِن تَوَلَّيْتُمْ فَٱعْلَمُوٓا۟ أَنَّكُمْ غَيْرُ مُعْجِزِى ٱللَّهِ ۗ وَبَشِّرِ ٱلَّذِينَ كَفَرُوا۟ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ
Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmenirrahim
Ve ezanun minallâhi ve resûlihî ilen nâsi yevmel haccıl ekberi ennallâhe berîun minel muşrikîne ve resûluh (resûluhu), fe in tubtum fe huve hayrun lekum, ve in tevelleytum fa´lemû ennekum gayru mu´cizîllâh (mu´cizîllâhi), ve beşşirillezîne keferû bi azâbin elîm(elîmin).
Hacc-ı ekber gününde , Allah ve Resûlünden bütün insanlara bir bildiridir: Allah ve Resûlü, Allah’a ortak koşanlardan uzaktır. Eğer tövbe ederseniz, bu sizin için hayırlıdır. Ama yüz çevirirseniz, şunu iyi bilin ki, siz Allah’ı âciz bırakabilecek değilsiniz. İnkârcılara, elem dolu bir azabı müjdele!
(Tevbe Suresi 3. Ayet)
ٱلْحَجِّ ٱلْأَكْبَرِ
Senenin Arefe günü Cuma’ya rastladığı dönemde yapılan hacca, “Hacc-ı Ekber” yani "Büyük Hac" denilir. Senenin Arefe günü Cuma günü olmayıpta başka bir güne rastladığı dönemde yapılan hacca'da "Hacc-ı Asğar" yani "Küçük Hac" denilir, Arefe gününden kasıt, Kurban bayramının arefesi, yani arafata çıkılan gerçek Arefe kastedilmektedir. “Hacc-ı Ekber” Hac Görevlerinin Yapıldığı Arafat günü ve ondan sonraki Dört Güne denilir, Yani Kurban bayramının arefesi, Kurban bayramının birinci günü,Kurban bayramının ikinci günü,Kurban bayramının üçüncü günü,Kurban bayramının dördüncü günü, Arafatta ve müzdeilfede vakfe günü tavaf günü ve cemerat yani Şeytan taşlama günleri buna dahildir. Çünkü Senenin Arefe günü Cuma’ya rastladığında yapılan O seneki hacca “Hacc-ı Ekber” yani "Büyük Hac" denilir.
Abdullah b. Ömer'den -Allah ondan ve babasından râzı olsun- rivâyet olunduğuna göre, o şöyle demiştir:
أَنَّ رَسُولَ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَقَفَ يَوْمَ النَّحْرِ بَيْنَ الْجَمَرَاتِ فِي الْحَجَّةِ الَّتِي حَجَّ فَقَالَ: أَيُّ يَوْمٍ هَذَا؟ قَالُوا: يَوْمُ النَّحْرِ. قَالَ: هَذَا يَوْمُ الْحَجِّ الْأَكْبَرِ. [ رواه أبو داود وصححه الألباني في صحيح أبي داود ]
"Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- hac yaptığı yılın haccında cemrelerin arasında durdu ve şöyle buyurdu:
- Bugün hangi gündür?
(Sahâbe):
- Nahr (kurban bayramının birinci) günüdür, dediler.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:
- Bugün, Hacc-ı Ekber (Büyük Hac) günü'dür." (Sünen-i Ebî Davud; hadis no: 1945. Elbânî, "Sahih-i Ebî Davud"; hadis no: 1700'de hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.)
Ebu Hureyre'den -Allah ondan râzı olsun- rivâyet olunduğuna göre, o şöyle demiştir:
بَعَثَنِي أَبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ فِيمَنْ يُؤَذِّنُ يَوْمَ النَّحْرِ بِمِنًى: لَا يَحُجُّ بَعْدَ الْعَامِ مُشْرِكٌ، وَلَا يَطُوفُ بِالْبَيْتِ عُرْيَانٌ، وَيَوْمُ الْحَجِّ الْأَكْبَرِ؛ يَوْمُ النَّحْرِ، وَإِنَّمَا قِيلَ الْأَكْبَرُ؛ مِنْ أَجْلِ قَوْلِ النَّاسِ الْحَجُّ الْأَصْغَرُ. فَنَبَذَ أَبُو بَكْرٍ إِلَى النَّاسِ فِي ذَلِكَ الْعَامِ، فَلَمْ يَحُجَّ عَامَ حَجَّةِ الْوَدَاعِ الَّذِي حَجَّ فِيهِ النَّبِيُّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مُشْرِكٌ. [ رواه البخاري ]
"Ebu Bekir -Allah ondan râzı olsun- Nahr (kurban bayramının birinci) günü Minâ'da ilân yapacak kimseler arasında beni de gönderdi: Artık bu yıldan sonra hiçbir müşrik hac yapamayacak ve hiç kimse de Beytullah'ı (Kâbe'yi) çırılçıplak tavaf edemeyecektir. Hacc-ı Ekber günü de, Nahr günü (kurban bayramının birinci günü)dür.Hacc-ı Ekber (büyük hac) denilmesinin sebebi; insanların Hacc-ı Asğar (küçük hac) demelerinden dolayıdır.Ebu Bekir o yıl, insanlara antlaşmalarının bozulduğunu ilân etti. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'in hac yaptığı Vedâ haccı yılında hiçbir müşrik hac yapmadı." (Buhârî; hadis no: 369).
Arafat'ta durmak (vakfe), Müzdelife'de gecelemek, (bayramın birinci gününün) gündüzünde Akabe cemresine taşları atmak, kurban kesmek (nahr), saçları traş etmek, Farz (Ziyâret) tavafı yapmak ve Sa'y etmek gibi hac ile ilgili amellerin bu günde olması sebebiyle Nahr günü, Hacc-ı Ekber günüdür.Hac günü; zamandır.Hacc-ı Ekber ise, Hac gününde yapılan ameldir. Kur'an-ı Kerim'de de Hacc-ı Ekber günü zikredilmiştir.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:
وَأَذَانٌ مِّنَ اللهِ وَرَسُولِهِ إِلَى النَّاسِ يَوْمَ الْحَجِّ الأَكْبَرِ أَنَّ اللهَ بَرِيءٌ مِنَ الْمُشْرِكِينَ وَرَسُولُهُ فَإِن تُبْتُمْ فَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَإِن تَوَلَّيْتُمْ فَاعْلَمُواْ أَنَّكُمْ غَيْرُ مُعْجِزِي اللّهِ وَبَشِّرِ الَّذِينَ كَفَرُواْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ [ سورة التوبة الآية: 3 ]
"Büyük hac günü, insanlara Allah ve Rasûlünden bir ilân (ve uyarı)dır: Şüphesiz ki Allah ve Rasûlü, artık müşriklerden uzaktır. (Ey müşrikler!) Eğer tevbe eder (hakka döner ve şirkinizi terkeder)seniz; bu, sizin için daha hayırlıdır. Yok eğer (hakkı kabul etmekten) yüz çevirir(ve Allah'ın dînine girmez)seniz, bilin ki siz, Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz (O'nun azabından asla kurtulamazsınız).(Ey Rasûl!) İnkâr edenlere acıklı bir azabı müjdele." (Tevbe Sûresi: 3).
Hac kelimesi, Arapça’da ziyaret etmek, yönelmek anlamına gelmektedir. Sözlük olarak hacc-ı asğar, küçük hac, hacc-ı ekber, büyük hac anlamına gelir. Hacc-ı ekber ifadesi Kur’an-ı Kerim’de; Hacc-ı ekber gününde, Allah ve Resûlünden bütün insanlara bir bildiridir. (Tevbe, 9/3) şeklinde geçmektedir. Bu ayetteki haccı ekberin hangi anlamda olduğu konusunda farklı görüşler vardır (Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an Yolu Tefsiri, II, 724). Genel kabul gören görüşe göre, Hac mevsimi dışında Kâbe’ye yapılan ziyarete (Umre) hacc-ı asğar; hac mevsiminde yapılan ziyarete de hacc-ı ekber denir. Bayramın birinci gününe de hacc-ı ekber denilir (Zeylaî, Tebyînu’l-Hakâik, Kahire, 1313, II, 3). Hz. Ali (r.a.), Rasûlüllah’a (s.a.s.) el-Haccü’l-Ekber hangi gündür? Diye sordum; Bayramın ilk günüdür. (Tirmîzî, Tefsîru’l-Kur’an, 10) buyurdular.
Hacc-ı Ekber, Arapça "El-Haccü'l-Ekber" terkibinin Osmanlıca söylenişidir ve kelime olarak "En Büyük Hac" demektir, Kur'ân-ı Kerim Tevbe suresi 3. ayette söz konusu edilmektedir. Bu sûre, dolayısı ile bu ayet-i kerime Hicretin 9. senesi Medine'de nazil olmuştur. O yıl Rasulüllah (sav) Efendimiz kendileri hacca gidememiş, Hz. Ebubekir'i hac emiri olarak göndermişlerdir. Bu sûre, müşriklere karşı bir ültimatom olarak nazil olunca, bunu onlara duyurmak üzere Hz. Ali'yi görevlendirdi ve bizzat kendi devesine bindirerek Mekke'ye gönderdi. O da Kurban Bayramı'nın birinci günü, hala Müslümanlarla beraber hac yapmakta olan müşriklere surenin ilk kırk (ya da otuz) ayetini ültimatom olarak okudu. Üçüncü ayette -mealen- şöyle deniyordu: "Ve bu, Hacc-ı Ekber günü Allah'ın ve Rasulünün bir ilânıdır ki, Allah ve Rasulü müşriklerden beridir..." Burada görüldüğü gibi "hacc-ı ekber günü" bilinen (marife) birgün olarak zikredilmekte ve Rasûlüllah'ın bulunmadığı, Hz.Ebu Bekir'in Hac emiri olduğu o yılki Hacca "hacc-ı ekber" denilmektedir. Çünkü ültimatomun ilâmi o yıl yapılmıştır. "Hacc-ı ekber günü bir ilamdir" dendiğine göre "hacc-ı ekber" o yılki hacdır.
Ancak niçin o yıla "hacc-ı ekber" denmiştir? O yıldan sonra da "hacc-ı ekber" var mıdır? Bu konudaki rivayetler tarandıgında çok değişik değerlendirmeler ortaya çıkar. Peşinen bunlara biz de şu nokta-i nazarımızı ilave edelim: Rasûlüllah da Kâbe'yi ertesi sene Hicri onuncu yılda haccetmişler ve Ebu Davud'un rivayetine göre, Kurban günü cemreler arasında durmus, "Bugün ne gündür?" diye sormuş. Kurban günüdür, demişler, O'da bunun üzerine, "Bugün hacc-ı ekber günüdür." buyurmuşlardır (Ebu Davud, Menâsik, 66; Tirmizi'nin bir rivayeti de bu anlamdadır). Durum böyle olunca, Hz. Ebu Bekir'in haccı yaptığı bir önceki yıl haccına "hacc-ı ekber" dendiğini adı geçen ayetin işareti ile, Rasûlüllah'ın hac yaptığı yılın haccına "hacc-ı ekber" dendiğini de, mezkür hadisin ibaresiyle anladığımıza göre "hacc-ı ekber" hem Hz. Ebu Bekir'in haccına has değildir, hem de her yıl tekerür eden bir şeydir. Iki yıl peşpeşe kurbanın birinci günü cumaya rastlamayacağına göre hacc-ı ekberin cuma ile de ilgisi olmamalıdır. Gerçi Hâzin'in bir ifadesine göre: "Hacc-ı ekber Rasulüllah'ın veda haccıdır ve o gün bir cuma günü idi." denmişse de (bk. H.B. Çantay, I/271; Ibnü l-Kayyim'in aldığı bir rivayet de işaretiyle bunu destekler, bk. Zâd'ül-Me'âd, I/204. Aliyyu 1-Kâri nin bir ifadesi de bu anlamdadır) bu bir tarihi tevafuktan ibarettir (Faik Reşit Unat'in hesaplarına göre Hz. Ebubekir'in haccının arafesi Salı gününe, Rasulüllah (sav)'in veda haccının arafesi ise Cumartesi gününe denk gelmektedir ki, bu durumda tesbitlerinde bir yanılma olmalıdır bk. Hicrî Tarihleri Milâdî Tarihe Çevirme Kılavuzu, s. 2,3). Bu durumda "hacc-ı ekber", kurban bayramının birinci günüdür, şeklindeki değerlendirme ve rivayetlerin daha isabetli olması gerektiği ortaya çıkar. Zaten tefsircilerin çoğu da "hacc-ı ekber"in bayramın birinci günü olduğu görüşündedirler.
Bu konuda ayrıca şu görüşler rivayet edilmiş ve serdedilmiştir:
1. Umreye "hacc-ı asgar" (küçük hac) denirdi. Ona nispetle hacca da "hacc-ı ekber" (büyük hac) dendi. Bu izaha göre "hacc-ı ekber" her yıl mevcuttur.
2. Her bir haccın en önemli nüsûküne diğer menasıkıne nisbetle, haccın en önemli yönü anlamında "hacc-ı ekber" denmiştir ki, bu da ya "Hac Arafat demektir." hadis-i şerifine binaen arefe günüdür. Çünkü Arafat'ta o gün durulur. Ya da haccın şeytan taslama, kurban kesme, tavaf-ı ziyaret gibi en önemli işlerinin yapıldığı, bayramın birinci günüdür. Bu son izah da baştaki açıklamamızı desteklemektedir. Bu izaha göre de "hacc-ı ekber" her yıl vardır.
3. Müslümanlarla beraber Yahudiler, Nasraniler ve Müşriklerin bayramlarının hep aynı güne rastladığıve Hz. Ebu Bekir'in hac emirligi yaptığı hacdır. Çünkü geçmişte ve gelecekte ilk ve son olarak böyle bir hac yaşanmıştır [Begavî, NI/8; Ibnü'l-Cevzî, Zâdü'I-Mesîr; NI/396; Suyuti, ed-Dürrü'l-Mensur, IV/128; Zemasheri, Kessâf (Mustafa el-Bâbi l-Halebi,1392), N/173]. Ancak bu ismin verilme sebebi olarak böyle bir izahın yapılması bazı noktalardan ötürü isabetli olmasa gerektir. Çünkü hac, kâfirlerin ve müşriklerin katılması ile niçin "büyük" olmuş olsun? Ayrıca daha önce verdiğimiz Ebu Davûd rivayetinin de gösterdiği gibi, Rasulüllah'ın haccettiği ertesi yıl haccına da "hacc-ı ekber" denmiştir. Halbuki, önceki yıl verilen ültimatom gereğio yıl hac'da müşrikler ve diğer gayrı müslimler yoktur.
4. "Hacc-i ekber" İslam'ın izzetini ve şirkin zilletini ortaya koyan hacdır (Elmalıli, NI/2450-54). Bu izaha göre Hz. Ebu Bekir'in haccına da Rasulüllah'ın haccına da "hacc-ı ekber" denebilir. Daha sonra da böyle izzetli bir hac yapılabilir. Hatta her hac bir bakıma bu anlamı bir nebze taşır.
Pek güçlü görülmeyen diğer bazı izahlara göre de "haccı ekber"; Sa'bî'ye göre, Ramazan'da yapılan bir umredir (Suyutî, age, IV/129). Mücahid'e göre "hacc-ı ekber" "kıran" haccıdır, "hacc-ı asgar" ise "ifrad" haccıdır (Ibnül-Cevzî age, NI/396; Ibn Hacer, Fethu'l-Bâri, VNI/321). Ibn Sîizn'e göre Rasûlüllah'ın "Ehli Veber" ile beraber haccettiği hacdır [Ibn Kesîr, (Darül-kütübi'l-ilmiyye,1408), N/525]. Süfyân es-Sevri'ye göre hacc-ı ekber bütün Mina günleridir. Kur'ân-ı Kerim'de "hacc-ı ekber günü" diye müfred (tekil) zikredilmesi tıpkı "Siffin günü", "Cemel günü", "Bu'âs günü" ... tabirlerinde olduğu gibi bir ifade biçimidir. Bu isimlerle zikredilen olaylar da tek günlük olay olmadıkları halde "ün" onlar için de müfred olarak kullanılmıştır ki, "zaman" anlamındadır (Begavî, NI/8).
Sonuç olarak ağırlık kazanan görüş şudur: Her hac ve özellikle de bayramın birinci günü bir "hacc-ı ekber"dir. Yeter ki, şuuruna varılsın, Allah'ı ziyaret ediyormusçasına yapılsın, mebrur ve makbul kılınabilsin.
Arafesi cumaya rastlayan haccın faziletine dair rivayet edilen hadise gelince:
"En faziletli gün cuma gününe rastlayan Arafe günüdür ki, cumaya rastlamayan yetmiş hacdan daha üstündür." mealinde, halk dilinde meşhur bir söz vardır [bk. Ibn Abidîn, N/178 (Amira); ayrıca, N/254] Ancak bazı alimler bu rivayeti doğru bulmazlar. [Ibn Kayyim (Zâdü'l-Mead, I/25-26 (Daru'l-Ihya); el-Münavi (Feyzul-Kadîr, N/28) ve Elbanî (Elbanî, Silsiletü'1-Ehadis-ed-Daife, I/245 (H.207)]
Değerli Imam, Aliyyül-Kâri'nin bu konu hakkında müstakil bir risalesine muttali oldum. "el-Hazzûl-evfer filhaccı-ekber" (Risalenin tam metni için bk. Huseyn el-Mekkî, Irâdü s-Sâri, 316-322) adlı bu risalesinde, "Hûlâsa; Haccı-ı ekber hakkında dört görüş vardır:
a. Arefe günüdür.
b. Kurbanın birinci günüdür.
c. Ifâda Tavafının yapıldığı gündür.
d. Bütün hac günleridir.
Bu görüşleri birbiriyle çelişiyor da değildir. Çünkü küçüklük büyüklük nisbî (görevli) kavramlardır. Buna göre cumaya rastlayan hac, rastlamayandan, haccı kıran ifraddan, mutlak hac umreden daha büyüktür. Bu itibarla hepsine "hacc-ı ekber" denebilir... Ama Arafe günü cumaya rastlayan hacca hacc-ı ekber denmesi ise sonradan ortaya çıkmış örfi bir kavramdır" (agr. 218) dedikten sonra bunu da bütün bütün reddetmeyip diyor ki:
"Fakat halkın dili Hak'kın kalemidir; Müslümanların güzel gördüğü şey Allah katında da güzeldir... Arafesi cumaya rastlayan haccın hacc-ı ekber olduğunu ve yetmiş hacca denk bulunduğunu bildiren hadise "mevzu" denmesi yersizdir. Zayıf olabilir. Ancak sahih olması halinde zarar vermeyecek böyle bir konuda zayıf hadisle de amel edilir. Bunu destekler mahiyette, arafenin ve cumanın ayrı ayrı faziletlerine dair çok rivayetler vardır. Ezcümle cuma haftanın, Arâfe ise senenin en faziletli günleridirler. Bu iki günün birleşmesi halinde "nur üstüne nur" olacağı açıktır..." (age. 219-20).
İşte Aliyyül-Kâri'nin risalesinin özeti budur. Özellikle son açıklaması çok güzeldir. Cumaya rastlayan Arafede faziletlerin cuma, artı, Arafe diye katlanacağı muhakkaktır. [Konu hakkında ayrıca iki risale ismine daha rastladık. Ancak henüz görmediğimizden mahiyetlerini bilemiyoruz. 1. el-meslekü'l-ezfer fi beyâni'l-haccı'l-ekber. Ibn Azûz (Kesfu'z-Zanûn Zeyli N/479). 2. el-haccul-ekber, kaside. Ibn Arabî. agk. N/632]
Hz Muhammed Aleyhisselatüvesselâm
Hz. Muhammed (s.a.v.) kimdir? Hz. Muhammed (s.a.v.) ne zaman ve nerede dünyaya gelmiştir? Allah’ın insanlığa gönderdiği son elçi ve son peygamber; Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hayatı, evlilikleri, peygamberliği, mucizeleri, hicreti, savaşları, ibadet hayatı, sosyal ilişkileri, vefatı ve daha fazlası haberimizde...
Allah’ın son elçisi; Hz. Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem kısaca hayatı.
Hz. Muhammed (s.a.v.) kimdir?
Peygamberimiz ne zaman ve nerede doğdu?
Peygamberimizin doğumunda gerçekleşen mucizeler nelerdir?
Peygamberimizin anne, baba ve dedesinin isimleri nelerdir?
Peygamberimizin şemaili ve ahlakı nasıldı?
Peygamberimize ilk vahiy nasıl geldi?
Peygamberimiz insanları İslam’a nasıl davet ediyordu?
Peygamberimizin evlilikleri ve evlilik hayatı nasıldı?
Peygamberimizin katıldığı savaşlar sırasıyla hangileridir?
Peygamberimizin günlük hayatı ve ibadetleri nasıldı?
Peygamber Efendimiz nasıl vefat etti?
Peygamberimizin kabri nerededir?
HZ. MUHAMMED’İN (S.A.V.) KISACA HAYATI - Hz. Muhammed (s.a.v.) Kısaca Kimdir?
Hz. Muhammed (s.a.v.) 571 yılında Mekke’de doğdu.
Doğmadan önce babası Abdullah’ı; 6 yaşındayken annesi Âmine’yi kaybetti.
Sonra dedesi Abdulmuttalib’in himayesine girdi. Dedesinin vefatından sonra amcası Ebû Talib’in yanında yetişti.
Küçük yaşlardan itibaren ticarete atıldı.
Mekke’de yaşayan ve puta tapan insanlara karşı çıktı.
Peygamber olmadan önce insanlar arasında güzel ahlakı, dürüstlüğü, adâleti ile tanınarak “el-Emîn: En emniyetli kişi” sıfatını aldı.
25 yaşında iken Hz. Hatice ile evlendi. Hz. Hatice’den Kasım, Abdullah, Zeynep, Rukiye, Ümmü Gülsüm, Fatıma adında 6 çocuğu oldu. Kasım ve Abdullah küçük yaştayken vefat etti.
Ara sıra yanına azığını alarak Nur Dağı’ndaki Hira Mağarası’nda inzivaya çekilirdi. 610 senesinde Ramazan ayının 17. günü Hira Mağrası’da vahiy meleği Cebrail (a.s.) geldi ve ona ilk vahiy “oku” emrini verdi. Böylece Hz. Muhammed‘e (s.a.v.) 40 yaşında peygamberlik verilmiş oldu.
Peygamber Efendimiz, tebliğe en yakınlarından başladı. O’na ilk eşi Hz. Hatice sonra kızları iman etti. Ardından Hz. Ali daha sonra Zeyd bin Harise ve Hz. Ebubekir iman etti.
İnsanlar arasındaki eşitsizliği gideren, adaleti gözeten İslam dini daha çok fakir insanlar ve köleler arasında kabul gördü. Müslümanların sayısını günden güne arttı.
İlk Müslümanlar Mekkeli putperestlerin hakâret, alay, eziyet, işkence ve boykot gibi kötü tavır ve davranışlarına mâruz kaldı.
Müslümanlar Mekke’de oturamayacak hâle geldikleri zaman Allah’ın izniyle Peygamber Efendimiz ve ashabı 622 senesinde Mekke’den Medine’ye hicret etti. Hz. Ebubekir, Peygamber Efendimiz’in yol arkadaşı oldu.
Medineli Müslümanlar (Ensar) Mekkeli muhacirleri çok iyi karşıladılar. Ensar ile muhacirler kardeş ilan edildi. Böylece Medine İslam Devleti kuruldu. İslam Devleti’nin kurulmasıyla müşrikler Müslümanlara saldırmaya başladı.
624 yılında müşriklerle yapılan ilk savaş olan Bedir Savaşı’nı Müslümanlar kazandı.
Mekkeli müşrikler Bedir Savaşı’nın intikamını almak için Medine üzerine yürüdüler. 625 yılında yapılan Uhud Savaşı’nda Peygamberimizin görevlendirdiği okçuların yerini terk etmesiyle Hz. Hamza ile birlikte 70 sahabe şehit oldu.
İki taraf birbirine üstünlük kuramadığı için Mekkeli müşrikler büyük bir güç toplayarak tekrar Medine üzerine yürüdüler. Peygamber Efendimiz bunu haber alınca Selman-ı Farisi’nin tavsiyesi ile Medine’nin etrafına hendekler kazdırdı. 627 yılında yapılan Hendek Savaşı’nda müşrikler kayıplar vererek çekildiler.
628 yılında Müslümanlar hacca gitmeye karar verdiler. Bundan tedirgin olan Mekkeliler Müslümanlara izin vermek istemediler. 628 yılında imzalanan Hudeybiye Anlaşması ile Mekkeli müşrikler Müslümanların varlığını resmen tanıdı.
628 yılında Müslümanlar Hayber’i fethetti. Hayber’in fethi ile Şam ticaret yolu Müslümanların eline geçti.
Müslümanlar, Bizans ile ilk kez 629 yılında Mute’de savaştılar.
630 yılında Mekke’nin fethi gerçekleşti. Mekke’nin fethinden sonra Arap yarımadası hızlı bir şekilde Müslümanların kontrolü altına girdi. Müslümanlar ve putperest Arap kabileleri arasında 630 yılında gerçekleşen Huneyn Savaşı’nı Müslümanlar kazandı.
Hz Muhammed’in (s.a.v.) son seferi ise 630 yılında Tebük’e oldu.
Hz. Muhammed (s.a.v.) son kez Müslümanlarla beraber 632 yılında hacca gitti ve buna Veda Haccı adı verildi. Peygamberimiz, Veda Haccı’nda 100 bin Müslümana hitap etti.
Hz. Muhammed (s.a.v.) 632 yılında Medine’de vefat etti.
Peygamberimizin kabri Medine’de Ravza-ı Mutahhara’da bulunmaktadır.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen son peygamber; Hz. Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem ayrıntılı hayatı.
HZ. MUHAMMED’İN (S.A.V.) HAYATI - Hz. Muhammed (s.a.v.) Kimdir?
Son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hayatı.
Peygamberimiz Nerede ve Ne Zaman Dünyaya Geldi? (Hz. Muhammed (s.a.v.) Ne Zaman ve Nerede Doğdu?)
Hz. Muhammed (s.a.v.) Fil Vakası’ndan 50 veya 55 gün sonra 20 Nisan 571 Pazartesi günü (et-Taķvîmü’l-Arabî, s. 33-44) Adnânîlerin ana yurdu kabul edilen Mekke’de dünyaya geldi.
Peygamberimizin Doğumunda Meydana Gelen Mucizeler
Resûlullâh’ın (s.a.v.) kâinâta teşrîf ettiği mübârek gecede bâzı hârikulâde hâller vukû bulmuştur. Bu mûcizelerden birkaçı şöyledir:
Hazret-i Âmine’nin bildirdiğine göre kendisi, ne hâmileliği ne de doğum esnâsında hiçbir zahmet çekmemiş ve Allâh Rasûlü dünyâya gelirken doğu ile batı arasını aydınlatan bir nûrun kendisinden çıktığını görmüştür. Peygamber temiz bir şekilde, ellerini yere dayayarak doğmuş ve başını semâya kaldırmıştır. (İbn-i Sa’d, I, 102, 150.)
O anda şeytan, hayâtında hiç olmadığı kadar büyük bir çığlık koparmıştır. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 271.)
İran başkadısı ve din adamı Mûbezân, rüyâsında birtakım serkeş develerin bir sürü yürük atları önlerine katarak Dicle ırmağını geçtiklerini, İran topraklarına yayıldıklarını görmüştür.
Semâve Vâdisi’ni su basmıştır.
Kisrâ’nın sarayından 14 sütun yıkılmıştır.
İranlıların, tapınaklarında bin yıldan beri hiç sönmeden yanan ateşleri sönmüştür. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 273.)
PEYGAMBER EFENDİMİZİN ÇOCUKLUĞU (Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Çocukluk Dönemi)
Doğumundan iki ay evvel babası, altı yaşındayken de annesi vefât etti. Annesi vefat ettikten sonra Hz. Muhammed’i (s.a.v.) dedesi Abdülmuttalib himaye etti. Abdülmuttalib, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) gereken ihtimamı gösterdi. Yanından hiç ayırmadı, ona baba şefkati ve sevgisinin eksikliğini hissettirmedi.
Abdülmuttalib ölümünden önce, sekiz yaşında olan Hz. Muhammed’in (s.a.v.) bakımını oğlu Ebû Tâlib’e vasiyet etti. Ebû Tâlib, Hz. Muhammed’i (s.a.v.) çocuklarından daha fazla sevdi, onun uğurlu olduğuna inandı ve iyi yetişmesi için gayret sarfetti. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in ikinci annem dediği hanımı Fâtıma bint Esed (r.a.) de ona kendi çocuklarından daha çok alâka gösterdi. Ebû Tâlib nübüvvetten sonra da yeğeninin yanında yer aldı ve kendisini korumak için elinden geleni yaptı.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN EVLİLİK HAYATI (Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Evlilikleri ve Eşleri)
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ilk hanımı, Hz. Hatice validemizdir. Sevgili Peygamberimiz ilk evliliğini Mekke’de yaptığı sırada yirmi beş yaşında, Hz. Hatice annemiz kırk yaşındaydı. Hazret-i Muhammed’in (s.a.v.) Hatîce validemiz ile izdivâcından Kasım, Zeynep, Rukıyye, Ümmü Gülsüm, Fatıma ve Abdullah; Hazret-i Mariye ile izdivâcından ise İbrahim dünyâya geldi. Efendimiz’in husûsî hallerinden birisi, âile hayatı ve evliliği idi. Onun çok evlenmesinin sebep ve hikmetleri vardı.
Peygamber Efendimizin diğer hanımları; Sevde Binti Zema, Ayşe, Zeynep Binti Huzeyme, Meymûne Binti Haris, Hafsa Binti Ömer, Zeynep Binti Cahş, Safiye Binti Huyey, Cüveyriye Binti Haris, Ümmü Seleme ve Ümmü Habîbe (r.a.) validemizdir.
PEYGAMBER EFENDİMİZE İLK VAHİY NASIL GELDİ? (Hz. Muhammed’e (s.a.v.) İlk Vahiy Nerede ve Ne Zaman İndi?)
Âlemlerin varlık sebebi Peygamber Efendimiz, nezih bir gençlik ve ulvî bir âile hayâtı ile sergilediği müstesnâ mükemmelliklerin ardından, kırk yaşlarında iken peygamberlik mertebesine nâil oldu. Kırk yaşına altı ay kala, ilâhî kudret O’na Mekke’deki Hirâ Mağarası’nı kudsî bir mektep olarak açtı. Mübârek Ramazan ayının 17. günüydü. (İbn-i Sa’d, I, 194.) Resûl-i Ekrem Efendimiz, mûtâdı üzere Hirâ Mağarası’nda idiler. Cebrâîl Aleyhisselam geldi ve Hazret-i Peygamber’e: “–Oku!” dedi.
Peygamber Efendimiz: “–Ben okuma bilmem!” karşılığını verdi. Bunun üzerine melek, Hazret-i Peygamber’i tâkati kesilinceye kadar sıktı. Sonra yine: “–Oku!” dedi. Efendimiz yine: “–Ben okuma bilmem!” cevâbını verdi. Cebrâîl Aleyhisselam ikinci kez O’nu tâkati kesilinceye kadar sıktı. Sonra tekrar: “–Oku!” dedi. Hazret-i Peygamber yine: “–Ben okuma bilmem! (Ne okuyayım?)” dedi.
Cebrâîl Aleyhisselam Hazret-i Peygamber’i üçüncü defâ da sıkıp bıraktı. Ardından vahy-i ilâhîyi kendisine şöyle bildirdi: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aleka’dan yarattı. Oku, Rabbin nihâyetsiz kerem sâhibidir. O, kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti.” (el-Alak, 1-5) Bu emr-i ilâhî ile Allâh’ın Resûlü’nün şahsında bütün insanlığa Rabbin en büyük lutfu olan Kur’ân-ı Kerîm’in nüzûlü başlamış oldu.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN TEBLİĞİ
Resûlullah, zor şartlar altında Peygamberlik vazifesine başladı. İnsanlara doğru yolu göstermek için pek çok sıkıntılara katlandı. Yeryüzüne îmânı, adâleti, merhameti, muhabbeti yerleştirmek için çalıştı. İnsanların hem dünyalarını hem de ebedî olan Âhiret hayatlarını kurtarmak için kendisini helâk edercesine büyük bir gayret gösterdi.
Peygamber Efendimiz, İslâm’a dâvet ederken en yakınlarından başlamış, zaman ve mekâna göre davranmış, muhâtabının hâlet-i rûhiyesini ve anlayış seviyesini gözetmiş, tedrîcîliğe riâyet etmiş, bulduğu her fırsatı değerlendirmiş, hiçbir zaman zorlaştırmamış, dâimâ kolaylaştırmış, hep müjdelemiş, aslâ nefret ettirmemiştir.
PEYGEMBER EFENDİMİZİN HİCRETİ (Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Hicreti)
Hicret, Allah’ın izniyle Hz. Muhammed (s.a.v.) ve ashabının, zulüm ve baskılardan kurtulmak için 622’de Mekke’den Medine’ye göç etmelerine verilen isimdir.
İkinci Akabe Bey’ati’nden sonra müşrikler, Müslümanların sığınıp kendilerini koruyacak bir yere hicret edeceklerini öğrenince, yaptıkları eziyetleri büsbütün artırdılar. Müslümanlar bu dayanılmaz işkenceler sebebiyle Mekke’de oturamayacak hâle geldikleri için, hâllerini Peygamber Efendimiz’e arz ettiler ve hicret için izin istediler.
Allâh Resûlü, Allâh’ın izni ile Müslümanlara Medîne yollarını işâret etti ve şöyle buyurdu:
“Bundan böyle sizin hicret edeceğiniz şehrin, iki kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi.” (Buhârî, Kefâlet, 4)
Onlara Ensâr ile, yâni Medîneli Müslüman kardeşleriyle kucaklaşmalarını emretti ve:
“Allâh Teâlâ sizin için kardeşler ve huzur bulacağınız bir diyâr lutfetti!” buyurdu.
Bundan sonra Müslümanlar, müşriklere hissettirmeden hazırlandılar, birbirlerine yardım ederek gizlice hicret etmeye başladılar.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN MUCİZELERİ (Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Mucizeleri)
Hz. Peygamber’in, peygamberliğini ispat eden belli başlı mûcizeler vardır.
Bir gecenin çok kısa bir anında Mescid-i Harâm’dan, Mescid-i Aksâ’ya gitmesi ile başlayan isrâ ve mi‘rac mûcizesi. (el-İsrâ 17/1)
Ayın iki parçaya ayrılması. (Buhârî, “Menâkıb”, 27; Müslim, “Münâfikun” 46)
Taşın Hz. Peygamber’le konuşması. (Müslim, “Fezâil”, 2)
İlk zamanlar yanında hutbe okuduğu hurma kütüğünün, minber yapıldıktan sonra, Hz. Peygamber’in minbere çıkışında inlemeye başlaması, bunun üzerine Hz. Peygamber’in ona yaklaşarak okşar gibi elini gezdirmesi ve kütüğün susması. (Buhârî, “Menâkıb”, 25)
Hayber fethinde bir Yahudi kadının, Hz. Peygamber’i öldürmek amacıyla, ona kızartılmış zehirli koyun eti sunması üzerine, kendisinin zehirli olduğunu koyunun haber vermesi. (Buhârî, “Tıb”, 55; Müslim, “Selâm”, 18; Ebû Dâvûd, “Dıyât”, 6)
PEYGAMBER EFENDİMİZİN SAVAŞ VE GAZVELERİ (Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Savaşları ve Seferleri)
Bedir Savaşı (Detaylı bilgi için tıklayınız)
Bedir Muharebesi veya Bedir Savaşı, 13 Mart 624 (17 Ramazan 2 H.) tarihinde Müslümanların, Mekkeli müşriklerle yaptığı ilk savaştır. Müşriklerin sayısı 950 veya bin idi. Yüz veya iki yüzü atlı, yedi yüzü develiydi. Çoğu zırhlıydı. Kureyş’in bütün büyükleri gelmişti. Yanlarına şarkıcı câriyelerini de aldılar, defler çaldırarak ve Müslümanları kötüleyen şiirler okutarak yola çıktılar. Hicretin ikinci yılı, Ramazan ayının on ikisiydi. Allâh Resûlü, Abdullâh bin Ümm-i Mektûm’u namazları kıldırmak üzere Medîne’de vekil bırakarak 313 kişilik ordusuyla şehirden çıktı. Bunların 64’ü Muhâcir, gerisi Ensâr’dandı. Üçü atlı, yetmişi develi, diğerleri de yaya idiler. Nihayetinde iki güç arasında vuku bulan Bedir Savaşı, mü’minlerin zaferiyle neticelendi.
Uhud Savaşı (Detaylı bilgi için tıklayınız)
Uhud Muharebesi veya Uhud Savaşı hicretin üçüncü yılında, 23 Mart 625 (7 Şevval 3 H.) Cumartesi günü vuku buldu. Bu savaş Mekkeli müşrikler tarafından Bedir Savaşı’ndaki kayıplarının öcünü almak ve Müslümanların yükselen gücünü kırmak için yapıldı. 70 sahabinin şehit düştüğü Uhud Savaşı’da Peygamber Efendimiz’in amcası, Allah’ın arslanı Hz. Hamza da şehit oldu.
Hendek Savaşı (Detaylı bilgi için tıklayınız)
Hendek Muharebesi veya Hendek Savaşı 31 Mart 627 (5 H.) tarihinde Yesrib’in (günümüzde Medine) Mekkeli müşrikler ve Beni Kureyza Yahudileri tarafından sonraki 27 gün boyunca kuşatılmasıdır. Hendek Savaşı Müslümanların Mekkeli müşrikler arasındaki üçüncü ve son muharebedir.
Hudeybiye Antlaşması (Detaylı bilgi için tıklayınız)
Hudeybiye Antlaşması ya da Hudeybiye Barışı, 628 yılı (6 H.) martında Medineli Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında yapılan barış antlaşmasıdır. Hudeybiye Barış Antlaşması ile Mekkeli müşrikler, Müslümanların siyasî varlığını resmen kabul etti.
Hayber'in Fethi (Detaylı bilgi için tıklayınız)
Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında yapılan Hudeybiye Muâhedesi’ni, görünüşteki durumuyla İslam cephesinin kuvvetsizliğine hamleden münafıkların bu tavrına Hayber Yahudileri de katılmıştı. Hz. Ali’nin büyük kahramanlıklar gösterdiği Hayber’in fethi 628 yılında (hicretin 7. yılı Muharrem ayı sonlarında) gerçekleşti.
Mute Savaşı (Detaylı bilgi için tıklayınız)
İslam devletinin Medine’de kurulmasından sonra 629 yılında (8 H.) Müslümanlarla Rumlar arasında yapılan ilk savaş.
Mekke'nin Fethi (Detaylı bilgi için tıklayınız)
Peygamber Efendimiz, 1 Ocak 630 yılında (10 Ramazan 8 H.) 10 bin kişilik bir ordu ile Medine’den çıktı. Dört koldan Mekke’ye giren İslam ordusu, 11 Ocak 630 yılında (20 Ramazan 8 H.) ciddi bir direnişle karşılaşmadan bu mübarek beldeyi fethetti.
Huneyn Gazvesi (Detaylı bilgi için tıklayınız)
Huneyn Gazvesi veya Huneyn Savaşı, hicretin sekizinci yılında, Mekke’nin fethinden on altı gün sonra pagan Hevâzin ve Sâkif kabileleriyle 27 Ocak 630 yılında (8 Şevval 8 H.) Huneyn vadisinde meydana geldi.
Tebük Seferi (Detaylı bilgi için tıklayınız)
Hz. Peygamber’in emriyle 630 yılında (9 H.), Şam’da toplanan 40 bin kişilik Bizans ordusuna karşı çarpışmak üzere Medine’den Tebük’e 30 bin kişilik İslam ordusu gönderildi. Bizans ordusu geri çekildiği için savaş yapılmadı. Tebük seferi, İslam devletine siyasi ve askeri anlamda zafer kazandırdı.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN ŞEMÂİLİ (Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Yüzü Nasıldı?)
Peygamberimizin terbiyesi altında yetişen üvey oğlu Hind b. Ebû Hâle, Resûl-i Ekrem’in şemâilini şöyle tasvir eder: “Allah’ın elçisi iri yapılı ve heybetliydi. Yüzü ayın on dördü gibi parlaktı. Uzuna yakın orta boylu, büyükçe başlı, saçları hafif dalgalıydı. Saçı bazan kulak memesini geçerdi. Rengi nûrânî beyaz, alnı açık, kaşları hilâl gibi ince ve sıktı. Burnu ince, hafifçe kavisliydi. Sakalı sık ve gür, yanakları düzdü. Bütün organları birbiriyle uyumlu olup ne zayıf ne de şişmandı. Göğsü ile iki omuzunun arası genişçe, mafsalları kalıncaydı. Bilekleri uzun, avucu genişti. Yürürken ayaklarını yere sert vurmaz, sakin fakat hızlı ve vakarlı yürür, meyilli bir yerden iniyormuş görünümü verirdi. Bir tarafa döndüğünde bütün vücuduyla dönerdi. Konuşmadığı zaman daha çok yere doğru bakar ve düşünceli görünürdü. Arkadaşlarıyla yürürken onları öne geçirir, kendisi arkadan yürürdü. Yolda karşılaştığı kimselere önce o selâm verirdi.” (İbn Sa‘d, I, 422; Taberânî, XXII, 155-156; Beyhakī, II, 154-155; Heysemî, VIII, 273-274; ayrıca bk. HİLYE; ŞEMÂİL)
PEYGAMBER EFENDİMİZİN AHLAKI
Hz. Peygamber Kıyamet'e kadar gelecek insanlara örnek bir şahsiyet, davranışlarından ders alınacak bir rehber olarak gönderildiği için (el-Ahzâb 33/21) hayatın her yönünü kapsayan üstün bir ahlâkla donatılmıştır. (el-Kalem 68/4)
Devlet başkanlığından aile reisliğine kadar her sahada üstün bir ahlâk ortaya koymuştur. Hz. Ayşe, Resûlullah’ın ahlâkının Kur’an’dan ibaret olduğunu belirtmiş (Müslim, Müsâfirîn, 139), Hz. Peygamber de Cenâb-ı Hak tarafından en güzel şekilde eğitildiğini ifade etmiştir. (Münâvî, I, 429)
Resûl-i Ekrem güzel ahlâk üzerinde özellikle durmuş, ahlâkî erdemleri tamamlamak için gönderildiğini söylemiş (el-Muvatta, “Ĥüsnü’l-ħuluķ”, 8; Müsned, II, 381) ve yüzünü güzel yarattığı gibi huyunu da güzelleştirmesi için Allah’a dua etmiş (Müsned, I, 403; VI, 68, 155), mükemmel imanın güzel ahlâklı olmakla sağlanabileceğini bildirmiştir. (Ebû Dâvûd, Sünnet, 15; Tirmizî, Rađâ, 11)
Onun başkalarına tavsiye ettiği ahlâk ilkelerini hayatı boyunca uygulaması (Buhârî, Riķāķ, 18) bu ilkelerin daha çok benimsenmesini sağlamıştır.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN EDEP VE NEZAKETİ (Muhammed’in (s.a.v.) Edep ve Hayası)
Hz. Peygamber, herkese değer verir ve hiçbir şekilde nezaketi ihmal etmezdi. Gördüğü insanlara ayırım yapmadan önce o selâm verir, erkeklerle tokalaşır, muhatabı elini bırakmadıkça o da bırakmazdı. Karşısındakine bütün vücuduyla dönerek konuşur ve muhatabı yüzünü çevirmedikçe Resûl-i Ekrem de çevirmezdi. (Tirmizî, Śıfatü’l-ķıyâme, 46)
İnsanlara güzel söz söyler, güleryüz gösterir ve böyle davranmanın sevap olduğunu söylerdi. (Buhârî, Śulĥ, 11, Edeb, 68; Tirmizî, Birr, 36)
İki şeyden birini yapmakta serbest bırakıldığında kolay olanı tercih ederdi. (Buhârî, Menâķıb, 23; Müslim, Feżâil, 77)
Kendisi binek üzerindeyken yanında bir başkasının yaya yürümesinden rahatsızlık duyardı. (Ebû Dâvûd, Edeb, 127, 128; Nesâî, İstiâźe, 1)
Kendisini evlerine davet edenleri kırmaz ve gönüllerinin hoş olması için orada nâfile namaz kılardı. Birinin yanlış bir davranışını veya uygun olmayan kıyafetini gördüğü zaman utandırmamak için ona hatasını söylemez, bu uyarıyı başkalarının yapmasını tercih ederdi. (Ebû Dâvûd, Tereccül, 8; Edeb, 4)
Ağzından çirkin söz çıkmaz, ahlâkı güzel olanın hayırlı insan olduğunu söylerdi. (Buhârî, Edeb, 38)
Hayatında hiçbir kadını ve köleyi dövmemiş, şahsına yapılan haksızlıktan dolayı intikam almamıştı. (Müslim, Feżâil, 79)
On yıl boyunca hizmetinde bulunan Enes b. Mâlik’e bir defa bile kızmamış, yaptığı bir hata yüzünden onu azarlamamıştı. (Müslim, Feżâil, 51)
Son derece edepliydi ve hayânın imandan olduğunu söylerdi. Bir şeyden hoşlanmadığının ancak yüzünden anlaşıldığı, hanımların bazı özel hallerine dair sordukları sorulara cevap verirken oldukça zorlandığı belirtilmektedir. (Buhârî, Ĥayıż, 13, 14, Śalât, 8, Menâķıb, 23, Edeb, 72, 77)
PEYGAMBER EFENDİMİZİN MERHAMETİ
Resûl-i Ekrem, Müslümanlara karşı çok merhametliydi. Yaptığı bazı nâfile ibadetleri onların da coşkuyla ifa ettiğini görünce bunların farz kılınabileceğini ve sonuçta Müslümanların zor durumda kalacağını düşünerek bu tür ibadetleri yapmaktan vazgeçerdi. (Buhârî, Teheccüd, 5) Çocuklara da sonsuz bir şefkat gösterirdi; onları kucaklayıp öper, bağrına basardı. (Buhârî, Cenâiz, 32)
Duada bulunması için kucağına verilen bebeklerin üstünü kirletmesini önemsemez. (Buhârî, Vuđû, 59), kız ve erkek torunlarını omuzuna alıp mescide gider, hatta onlar omuzunda iken namaz kılardı. (Buhârî, Śalât, 106) Namaz sırasında ağlayan bir çocuğun sesini duyunca namazı çabuk kıldırırdı. (Buhârî, Eźân, 65) Kadınların hiçbir şekilde incitilmesini istemezdi. Kur’ân-ı Kerîm’de onun müminlere olan düşkünlüğünden, şefkat ve merhametinden söz edilmiş, Müslümanların sıkıntıya uğramasının onu çok üzdüğü bildirilmiştir. (et-Tevbe 9/128)
PEYGAMBER EFENDİMİZİN CÖMERTLİĞİ
Hz. Peygamber, son derece cömertti. Kendisinden bir şey istendiği zaman ona çok ihtiyacı da olsa verirdi. Bir defasında yamaçta yayılan koyun sürüsünü görüp birkaç koyun isteyen bedevîye bütün sürüyü vermişti. (Buhârî, “Cenâiz”, 28; “Edeb”, 39)
Düşmanları bile Resûl-i Ekrem’in üstün şahsiyetini övmek zorunda kalırdı. Ebû Süfyân, ticaret için gittiği Suriye’de Bizans İmparatoru Herakleios’un Peygamber hakkındaki sorularına cevap verirken onun en belirgin özelliklerinin doğruluk, iffet, ahde vefa ve emanete riayet olduğunu söylemişti. (Buhârî, Bedü’l-vaĥy, 7)
PEYGAMBER EFENDİMİZİN GÜNLÜK HAYATI
Hz. Peygamber, Mekke’de önce dedesinin, ardından amcasının himayesinde büyümüştü. Bir ara çobanlık yapmış ve ticaretle uğraşmış, nihayet zengin bir hanım olan Hz. Hatice ile evlenmişti. Medine’ye hicret ettiğinde herhangi bir mal varlığı yoktu. Diğer muhacirler gibi o da bir süre ensarın yardımıyla geçindi. Bedir Gazvesi’nden sonra nâzil olan ve ganimetlerin beşte birinin Allah’a, Allah’ın Resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara ait olduğunu bildiren âyet (el-Enfâl 8/41)
Peygamber ailesinin başlıca geçim yolunu belirlemiş oldu. Resûl-i Ekrem’e büyük hayranlık duyan, Uhud Gazvesi’nde Mekkeliler’e karşı onun yanında savaşan, bu savaşta ölmesi halinde Benî Nadîr arazisindeki hurma bahçelerinin tasarrufunu Resûlullah’a bıraktığını bildiren Yahudi din âlimi, mühtedî sahâbî Muhayrîķ en-Nadrî, Uhud Gazvesi’nde ölünce bahçelerinin geliri Resûl-i Ekrem’e kaldı. Mekkelilerle gizli bir anlaşma yapan Benî Nadîr Yahudilerinin Medine’den sürgün edilmesi üzerine Hz. Peygamber ailesinin yıllık geçimine yetecek kadar miktarı onların topraklarında yetişen ürünlerden almaya başladı. (Buhârî, Meġāzî, 14; Nafaķāt, 3)
“Fey” denilen bu tür gelirlere fethedilen yerlerden alınan bazı mallar, Hayber ve Fedek arazilerinden gelen yıllık ürünün belli bir miktarı da ilâve edildi.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN ZÜHDÜ (Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Takvası)
Böylece Medine’ye geldikten bir süre sonra maddî imkânlara kavuşan Resûl-i Ekrem malını Müslümanların ihtiyaçlarına harcar, kendisi son derece mütevazi bir hayat sürerdi. Rızkının ailesine yetecek kadar olmasını ister, canı ve malı emniyette, vücudu sıhhatte, günlük yiyeceği yanında bulunan kimseyi bahtiyar sayardı. (Buhârî, Riķāķ, 17; Tirmizî, Zühd, 34)
Yatağının yüzü tabaklanmış deriden, içi de yumuşak hurma lifindendi (Buhârî, Rikāk, 17) Daha çok bir hasırın üzerinde yatar, hasırın vücudunda iz bırakması sahâbîlerini üzdüğü halde kendisi buna aldırmazdı. (Tirmizî, Zühd, 44)
PEYGAMBER EFENDİMİZİN KOMŞULUK İLİŞKİLERİ (Hz. Muhammed (s.a.v.) Komşularına Nasıl Davranırdı?)
Evinin, ailesinin işlerini kendi görür, bu konuda kimsenin yardımını kabul etmezdi. Evde bulunduğu saatlerde ev işlerine yardımcı olurdu. (Müsned, VI, 256) Önüne getirilen yemekte kusur aramazdı; hoşuna giderse yer, gitmezse yemezdi. (Buhârî, Etime, 21)
Yakınında bulunanlara ve komşularına karşı lutufkârdı. İyi bir mümin olabilmek için komşularına iyi davranmak, onları rahatsız etmemek, kendisi için istediğini onlar için de istemek, komşusunun güvenini kazanmak, pişirdiğinden komşusuna ikram etmek gerektiğini söylerdi. (Buhârî, Menâkıbü’l-enśâr, 20, Nikâĥ, 80, Edeb, 31; Müslim, Îmân, 71-75, Birr, 142; Tirmizî, Birr, 28)
PEYGAMBERİMİZİN YAPTIĞI İBADETLER (Hz. Muhammed’in (s.a.v.) İbadet Hayatı)
Hz. Peygamber, ibadet etmekten derin bir zevk alır, İslâmiyet’in temeli olan namaz, zekât, hac ve oruç gibi ibadetlere büyük önem verirdi. (Buhârî, Îmân, 2) Bazan ayakları şişinceye kadar namaz kıldığı olurdu. (Buhârî, Rikāk, 20) Bazan her namaz için abdest alır, bazan da bir abdestle birkaç namaz kılardı. Farzlardan önce veya sonra sünnet namazları kılar, sabah namazının sünnetine hepsinden fazla ihtimam gösterirdi. (Buhârî, Eźân, 14, 16, Teheccüd, 27; Müslim, Müsâfirîn, 94, 96, 105, 304)
Gecenin bir kısmında uyur ve dinlenir, özellikle son üçte birinde uyanıp doğrulur ve gökyüzüne bakarak Âl-i İmrân Sûresi’nin son on bir âyetini okur, ardından sonuncusu vitir olmak üzere dokuz, on bir veya on üç rek‘at namaz kılardı. (Buhârî, Teheccüd, 10, 16, Tefsîr, 3/17-20; Müslim, Müsâfirîn, 105, 121)
Yolculuk sırasında bineğinin üzerinde de nâfile namaz kılardı. Ramazan ayının son on gününde mescidde itikâfa çekilerek bütün vaktini ibadetle geçirirdi. (Buhârî, İtikâf, 1, Taķśîr, 7-10; Müslim, Müsâfirîn, 69, 74, 78, 79, 143)
Resûl-i Ekrem, Ramazan dışındaki oruçlarında bazan bir ay boyunca hiç oruç tutmayacağını düşündürecek kadar oruca ara verir, bazan da oruca hiç ara vermeyeceği sanılacak kadar uzun süre oruç tutardı; ancak Şâban ayının tamamına yakınını oruçlu geçirirdi. Zaman zaman hiç iftar etmeden ardarda oruç tutar (savm-i visâl), bu sırada kendisini Cenâb-ı Hakk’ın yedirip içireceğini söyler, ancak açlığa dayanamayacakları gerekçesiyle başkalarının bu şekilde oruç tutmasına izin vermezdi. (Buhârî, Śavm, 20, 48-50, 52, 53; Müslim, Śıyâm, 55-61, 172-180)
Zekâta tâbi olacak kadar bir malı evinde iki üç günden fazla tutmadığı için hiçbir zaman zekât mükellefi olmadı. Hayatının son yılında Vedâ haccı diye bilinen ilk ve son haccını yaptı. Her yıl Ramazan ayında Cebrâil ile o güne kadar inen âyetleri birbirlerine okurlardı. (Buhârî, Feżâilü’l-Kurân, 7) Resûl-i Ekrem, her gün Kur’ân-ı Kerîm’in bir kısım sûrelerini, yatmadan önce Secde ve Mülk veya İsrâ ve Zümer Sûrelerini okurdu. (Tirmizî, Feżâilü’l-Kurân, 9, 21)
Kendisi veya bir başkası rahatsızlandığı zaman ise Muavvizeteyn gibi bazı sûre ve âyetleri okurdu. (Müslim, Selâm, 50, 51)
Allah’ı her durumda anıp zikreden Hz. Peygamber’in (Müslim, Hayıż, 117) günlük dua ve zikirleri vardır. Her gün yetmiş defadan fazla tövbe ve istiğfar ettiğini söyler, yerken ve içerken, evine girerken ve çıkarken, yatarken ve kalkarken, elbisesini değiştirirken çeşitli dualar okurdu. Dua etmek için belli bir zamanı seçmemekle beraber gündüz ve gecenin çeşitli saatlerinde, özellikle geceleyin ibadet etmek için kalktığında ve ‘Bakī Mezarlığı’na gittiğinde uzun uzun dua ederdi. (Buhârî, Teheccüd, 1, Daavât, 3; Müslim, Źikir, 42; Nesâî, Cenâiz, 103)
Resûl-i Ekrem’in ibadetleri ölçülüydü. Ashabına güçlerinin yettiği kadar ibadet yapmayı tavsiye eder, Allah katında en değerli ibadetin az da olsa devamlı yapılanı olduğunu söylerdi. (Buhârî, Îmân, 43, Śavm, 52; Müslim, Müsâfirîn, 215-221)
Bir gecede Kur’ân-ı Kerîm’i hatmetmek, sabaha kadar namaz kılmak, Ramazan dışında bütün bir ay oruç tutmak gibi bir âdeti yoktu. (Müslim, Müsâfirîn, 139; Nesâî, Ķıyâmü’l-leyl, 17)
PEYGAMBER EFENDİMİZİN ŞAHSİYETİ VE NÜBÜVVETİ
Allah Resûlü, mürüvvet itibârıyla kavminin en üstünü, soy itibârıyla en şereflisi, ahlâk bakımından en güzeli idi. Komşuluk hakkına en ziyâde riâyet eden, hilim ve sadâkatte en üstün olan, insanlara kötülük ve eziyet etmekten en uzak duran O idi. Hiç kimseyi kınayıp ayıpladığı, hiç kimseyle münâkaşa ettiği görülmemişti. Güzel ahlâkı ile bütün insanlar arasında temâyüz ediyordu. Herkes O’nu iyilik ve güzel davranışlarıyla tanıyor ve hürmet ediyordu.
Resûlullah, zor şartlar altında peygamberlik vazifesine başladı. İnsanlara doğru yolu göstermek için pek çok sıkıntılara katlandı. Yeryüzüne îmânı, adâleti, merhameti, muhabbeti yerleştirmek için çalıştı. İnsanların hem dünyalarını hem de ebedî olan âhiret hayatlarını kurtarmak için kendisini helâk edercesine büyük bir gayret gösterdi.
PEYGAMBERİMİZİN VEFATI - Peygamber Efendimizin Son Sözleri
Peygamber Efendimizin vefâtına üç gün kala Cenâb-ı Hak her gün Cebrâil Aleyhisselam’ı göndererek Resûlü’nün hatırını sormuştu. Son gün olunca Cebrâil Aleyhisselam bu sefer yanında ölüm meleği Azrâil Aleyhisselam de bulunduğu hâlde geldi. Cebrâil Aleyhisselam:
“–Ey Allâh’ın Resûlü! Ölüm meleği senin yanına girmek için izin istiyor! Hâlbuki o, Sen’den önce hiçbir Âdemoğlunun yanına girmek için izin istememiştir! Sen’den sonra da hiçbir Âdemoğlunun yanına girmek için izin istemeyecektir! Kendisine izin veriniz!” dedi. Ölüm meleği içeri girip Peygamber Efendimizin önünde durdu ve:
“–Yâ Resûlallâh! Yüce Allâh beni Sana gönderdi ve Sen’in her emrine itaat etmemi bana emretti! Sen istersen rûhunu alacağım! İstersen, rûhunu sana bırakacağım!” dedi. Peygamber Efendimiz:
“–Ey ölüm meleği! Sen (gerçekten) böyle yapacak mısın?” diye sordu. Azrâil Aleyhisselam:
“–Ben, emredeceğin her hususta sana itaatla emrolundum!” dedi. Cebrâil Aleyhisselam:
“–Ey Ahmed! Yüce Allâh seni özlüyor!” dedi. Peygamber Efendimiz:
“–Allâh katında olan, daha hayırlı ve daha devamlıdır. Ey ölüm meleği! Haydi, emrolunduğun şeyi yerine getir! Rûhumu, canımı al!” buyurdu. Peygamber Efendimiz, yanındaki su kabına iki elini batırıp ıslak ellerini yüzüne sürdü ve:
“–Lâ ilâhe illallâh! Ölümün, akılları başlardan gideren ıztırap ve şiddetleri var!” buyurduktan sonra, elini kaldırdı, gözlerini evin tavanına dikti ve:
“–Ey Allâh’ım! Refik-ı A’lâ, Refîk-ı A’lâ (yâni yüce dost, yüce dost)!..” diye diye Rabb’ine duyduğu aşk ve iştiyâkın tezâhürü olan nice ulvî hâtıralarla dolu bir ömrü ardında bırakarak bu fânî âlemden hakîkî âleme hicret etti.
Peygamberimiz Kaç yaşında Nerede ve Hangi Tarihte Vefat Etti?
Peygamber Efendimiz; 8 Haziran 632 yılında (Hicri 11, Rebiülevvel 12) Pazartesi günü, Medine’de ve 63 yaşında vefat etti.
Peygamberimizin Kabri Nerededir? (Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Kabri Nerede?)
Peygamberimizin kabri, Medine’deki Mescid-i Nebevî’nin içinde Ravza-i Mutahhara’da yer almaktadır. Riyazul Cenne yani Cennet Bahçeleri olarak da bilinir. Ravza bahçe anlamındadır.
Kaynaklar:
DİA
Osman Nuri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafa 1, Erkam Yayınları
Osman Nuri Topbaş, Son Nefes, Erkam Yayınları
Ayna evren: Evrenimizin ters bir ikizi var mı?
Başlangıçta büyük patlama oldu. Yaklaşık 13,8 milyar yıl önce evrenimizin doğuşu gibi uzay, zaman ve maddenin ortaya çıkışının başlangıcı olarak kabul edilir. Ya Büyük Patlama sadece evrenimizin başlangıcı değil, aynı zamanda taban tabana zıt özelliklere sahip ikinci bir aynalı ikiz evrenin başlangıcıysa?
Star Trek ve Dark gibi bilimkurgu dizilerinin uzun süredir tematik olarak oynadığı, araştırmacılar için de ilham kaynağı oluyor. Kanada, Ontario'daki Perimeter Teorik Fizik Enstitüsü'nden bir bilim insanı ekibi bu fikri aldı ve ayna evren hakkında yeni bir teori geliştirdi. Teorik fizikçiler ve astrofizikçiler bulgularını 2018'de American Physical Society dergisinde yayınladılar. Şimdi teorilerini desteklemek için ArXiv platformu hakkında güçlü yeni argümanlar sunuyorlar.
Zıt burçların ikizleri
Araştırma ekibi, hesaplamaları kullanarak, parçacıklar ve kuvvetler için genel olarak kabul edilen simetri kuralları tüm kozmosa genişletilirse ne olacağını belirledi. Bu sözde CPT simetrisi şunları söyler: Madde, zaman ve uzay parametrelerini antimaddeye, zamanın tersine çevrilmesine ve ayna uzayına çeviren bir süreç, aynı zamanda fizik yasalarına da uygundur - ve bu nedenle mümkündür.
O halde, prensipte, Büyük Patlama'nın sadece bizimkini değil, aynı zamanda tam tersi yönde gelişen aynalı bir evreni de yaratması mümkün olacaktır. Teoriye göre madde, zaman ve uzay fazlalığı yerine tam tersi işaret hakim olacaktır. Bunun anlamı şudur: Ayna evrende daha fazla antimadde ve yansıtılmış uzamsal koşullar olacaktır. Ek olarak, ayna evrendeki zaman anlayışı farklı olurdu: zaman da lineer olarak ama tam tersi yönde akacaktı. Çevre Teorik Fizik Enstitüsü'nde teorik fizikçi ve astrofizikçi olan baş yazar Neil Turok, "Big Bang'den önceki ve sonraki evren, evren-anti-evren çifti olarak görülebilir" diyor. Birlikte, iki evren CPT simetrisinin tüm kurallarını bile karşılayabilir - ki bu bizim evrenimizin henüz tek başına yapamadığıdır.
Ayna Evren: Cevaplanmamış Soruların Cevabı?
Tutarsız simetriye ek olarak, evrenimizin kökenine ilişkin mevcut teoriler ve modeller, bir dizi başka soruyu da yanıtsız bırakıyor: Örneğin, neden antimaddeden daha fazla madde var? Neden şimdiye kadar sadece solak nötrinolar var? Ve karanlık madde nasıl oluşur? Bilim adamlarına göre, yeni teori tüm bu fenomenleri açıklıyor.
Evrendeki madde ve antimaddenin eşit olmayan dağılımına işaret eden Turok, "Big Bang sonrası evrende hafif bir madde fazlalığı varken, Big Bang öncesi evrende hafif bir antimadde fazlalığı vardı" diyor.
Nötrinoların dönüşü sorunu - elektriksel olarak nötr, çok düşük kütleli temel parçacıklar - bir ayna evren tarafından da çözülebilir. Şimdiye kadar bilinen üç nötrino türü solaktır: dönüş, hareket yönlerine zıt yönde döner. Ancak tüm evrende CPT simetrisi varsa, sağ-elli nötrinoların da olması gerekir. Bilim adamlarının hesaplamalarına göre, ayna evreninde yapıyorlar.
Sağ elini kullanan nötrinolar, bildiğimiz formlardan önemli ölçüde daha ağır olacağından, şimdiye kadar yalnızca bir tür sabit kalabilirdi. Bununla ilgili özellikle ilginç olan şey: "Üç sağ elini kullanan nötrinodan biri, karanlık madde için iyi bir aday olur." Hesaplarına dayanarak, Turok ve ekibi, şimdiye kadar kararlı ve daha ağır olan bu sağ elini kullanan nötrino'nun tüm özellikleri yerine getireceğini varsayıyor. karanlık maddeden.
Olmak ya da olmamak: Ayna evreni nasıl kanıtlanabilir?
Böyle bir kozmos ikizinin varlığını kanıtlamakla yalnızca bilim kurgu hayranları ve kozmoloji profesörleri ilgilenmemelidir. Ancak şu ana kadar varsayım yalnızca astrofiziksel bir teoridir - ve gerçek kanıt imkansızdır. Bununla birlikte, araştırmacılar teorilerini somut olarak kanıtlayabilecek deneysel olarak doğrulanabilir kanıtlar için hala yüksek baskı arıyorlar. Başarılı olurlarsa, yakında evrenimiz ve onun gerçekleri hakkında tamamen farklı bir görüşe sahip olabiliriz.
MAKALENiN ORJiNALi
Am Anfang war der Urknall. Sie gilt als Beginn der Entstehung von Raum, Zeit und Materie, wie die Geburt unseres Universums vor etwa 13,8 Milliarden Jahren. Was wäre, wenn der Urknall nicht nur der Beginn unseres Universums wäre, sondern auch der Beginn eines zweiten gespiegelten Zwillingsuniversums mit genau entgegengesetzten Eigenschaften?
Was Sci-Fi-Serien wie Star Trek und Dark thematisch längst spielen, dient auch Forschern als Inspiration. Ein Wissenschaftsteam des Perimeter Institute for Theoretical Physics in Ontario, Kanada, nahm die Idee auf und entwickelte eine neue Theorie über das Spiegeluniversum. Die theoretischen Physiker und Astrophysiker veröffentlichten ihre Ergebnisse 2018 in der Zeitschrift American Physical Society. Jetzt liefern sie starke neue Argumente zur ArXiv-Plattform, um ihre Theorie zu untermauern.
Zwillinge mit entgegengesetzten Vorzeichen
Anhand von Berechnungen ermittelte das Forscherteam, was passieren würde, wenn allgemein anerkannte Symmetrieregeln für Teilchen und Kräfte auf den gesamten Kosmos ausgedehnt würden. Diese sogenannte CPT-Symmetrie sagt folgendes aus: Ein Prozess, der die Parameter von Materie, Zeit und Raum in Antimaterie, Umkehrrichtung von Zeit und Spiegelraum umkehrt, entspricht ebenfalls den Gesetzen der Physik – und ist daher möglich.
Im Prinzip wäre es also möglich, dass der Urknall nicht nur unser eigenes verursacht hat, sondern auch ein gespiegeltes Universum, das sich genau in die entgegengesetzte Richtung entwickelt hat. Anstelle eines Überschusses an Materie, Zeit und Raum würde sich laut Theorie genau das entgegengesetzte Vorzeichen durchsetzen. Das bedeutet: Im Spiegeluniversum gäbe es mehr Antimaterie und gespiegelte Raumverhältnisse. Außerdem wäre das Zeitverständnis im Spiegeluniversum ein anderes: Die Zeit würde ebenfalls linear fließen, aber genau in die entgegengesetzte Richtung. „Das Universum vor und nach dem Urknall könnte dann als ein Universum-Anti-Universum-Paar betrachtet werden“, sagt Hauptautor Neil Turok, theoretischer Physiker und Astrophysiker am Perimeter Institute for Theoretical Physics. Zusammen könnten die beiden Universen sogar alle Regeln der CPT-Symmetrie erfüllen – was unser Universum allein noch nicht kann.
Spiegeluniversum: Die Antwort auf bisher unbeantwortete Fragen?
Neben der inkonsistenten Symmetrie lassen aktuelle Theorien und Modelle zur Entstehung unseres Universums auch eine Reihe weiterer Fragen offen: Warum gibt es zum Beispiel mehr Materie als Antimaterie? Warum gibt es bisher nur linkshändige Neutrinos? Und wie entsteht Dunkle Materie? Laut Wissenschaftlern erklärt die neue Theorie all diese Phänomene.
„Während das Universum nach dem Urknall einen leichten Überschuss an Materie hatte, gab es im Universum vor dem Urknall einen leichten Überschuss an Antimaterie“, sagt Turok und verweist auf die ungleichmäßige Verteilung von Materie und Antimaterie im Universum.
Auch das Problem des Spins von Neutrinos – elektrisch neutrale Elementarteilchen sehr kleiner Masse – könnte durch ein Spiegeluniversum gelöst werden. Die drei bisher bekannten Arten von Neutrinos sind linkshändig: Der Spin rotiert entgegen ihrer Bewegungsrichtung. Wenn jedoch das gesamte Universum CPT-Symmetrie aufweist, sollten auch rechtshändige Neutrinos existieren. Nach Berechnungen von Wissenschaftlern tun sie das - im Spiegeluniversum.
Da rechtshändige Neutrinos deutlich schwerer wären als die uns bekannten Formen, hätte sich bisher nur eine Art stabil halten können. Besonders interessant daran: „Eines der drei rechtshändigen Neutrinos wird zu einem guten Kandidaten für Dunkle Materie.“ Turok und sein Team gehen aufgrund ihrer Berechnungen davon aus, dass dieses bisher stabile und schwerere rechtsdrehende Neutrino alle Eigenschaften der Dunklen Materie erfüllen würde.
Sein oder Nichtsein: Wie könnte das Spiegeluniversum nachgewiesen werden?
Nicht nur Science-Fiction-Fans und Kosmologie-Professoren dürfte es ein Anliegen sein, die Existenz eines solchen Kosmoszwillings zu beweisen. Bislang ist die Annahme jedoch nur eine astrophysikalische Theorie – und ein realer Nachweis unmöglich. Die Forschenden suchen aber weiterhin mit Hochdruck nach experimentell nachweisbaren Indizien, die ihre Theorie konkret belegen können. Wenn sie erfolgreich sind, könnten wir bald einen völlig anderen Blick auf unser Universum und seine Gegebenheiten haben.
Kaynak :
Nationalgeographic
Başlangıçta büyük patlama oldu. Yaklaşık 13,8 milyar yıl önce evrenimizin doğuşu gibi uzay, zaman ve maddenin ortaya çıkışının başlangıcı olarak kabul edilir. Ya Büyük Patlama sadece evrenimizin başlangıcı değil, aynı zamanda taban tabana zıt özelliklere sahip ikinci bir aynalı ikiz evrenin başlangıcıysa?
Star Trek ve Dark gibi bilimkurgu dizilerinin uzun süredir tematik olarak oynadığı, araştırmacılar için de ilham kaynağı oluyor. Kanada, Ontario'daki Perimeter Teorik Fizik Enstitüsü'nden bir bilim insanı ekibi bu fikri aldı ve ayna evren hakkında yeni bir teori geliştirdi. Teorik fizikçiler ve astrofizikçiler bulgularını 2018'de American Physical Society dergisinde yayınladılar. Şimdi teorilerini desteklemek için ArXiv platformu hakkında güçlü yeni argümanlar sunuyorlar.
Zıt burçların ikizleri
Araştırma ekibi, hesaplamaları kullanarak, parçacıklar ve kuvvetler için genel olarak kabul edilen simetri kuralları tüm kozmosa genişletilirse ne olacağını belirledi. Bu sözde CPT simetrisi şunları söyler: Madde, zaman ve uzay parametrelerini antimaddeye, zamanın tersine çevrilmesine ve ayna uzayına çeviren bir süreç, aynı zamanda fizik yasalarına da uygundur - ve bu nedenle mümkündür.
O halde, prensipte, Büyük Patlama'nın sadece bizimkini değil, aynı zamanda tam tersi yönde gelişen aynalı bir evreni de yaratması mümkün olacaktır. Teoriye göre madde, zaman ve uzay fazlalığı yerine tam tersi işaret hakim olacaktır. Bunun anlamı şudur: Ayna evrende daha fazla antimadde ve yansıtılmış uzamsal koşullar olacaktır. Ek olarak, ayna evrendeki zaman anlayışı farklı olurdu: zaman da lineer olarak ama tam tersi yönde akacaktı. Çevre Teorik Fizik Enstitüsü'nde teorik fizikçi ve astrofizikçi olan baş yazar Neil Turok, "Big Bang'den önceki ve sonraki evren, evren-anti-evren çifti olarak görülebilir" diyor. Birlikte, iki evren CPT simetrisinin tüm kurallarını bile karşılayabilir - ki bu bizim evrenimizin henüz tek başına yapamadığıdır.
Ayna Evren: Cevaplanmamış Soruların Cevabı?
Tutarsız simetriye ek olarak, evrenimizin kökenine ilişkin mevcut teoriler ve modeller, bir dizi başka soruyu da yanıtsız bırakıyor: Örneğin, neden antimaddeden daha fazla madde var? Neden şimdiye kadar sadece solak nötrinolar var? Ve karanlık madde nasıl oluşur? Bilim adamlarına göre, yeni teori tüm bu fenomenleri açıklıyor.
Evrendeki madde ve antimaddenin eşit olmayan dağılımına işaret eden Turok, "Big Bang sonrası evrende hafif bir madde fazlalığı varken, Big Bang öncesi evrende hafif bir antimadde fazlalığı vardı" diyor.
Nötrinoların dönüşü sorunu - elektriksel olarak nötr, çok düşük kütleli temel parçacıklar - bir ayna evren tarafından da çözülebilir. Şimdiye kadar bilinen üç nötrino türü solaktır: dönüş, hareket yönlerine zıt yönde döner. Ancak tüm evrende CPT simetrisi varsa, sağ-elli nötrinoların da olması gerekir. Bilim adamlarının hesaplamalarına göre, ayna evreninde yapıyorlar.
Sağ elini kullanan nötrinolar, bildiğimiz formlardan önemli ölçüde daha ağır olacağından, şimdiye kadar yalnızca bir tür sabit kalabilirdi. Bununla ilgili özellikle ilginç olan şey: "Üç sağ elini kullanan nötrinodan biri, karanlık madde için iyi bir aday olur." Hesaplarına dayanarak, Turok ve ekibi, şimdiye kadar kararlı ve daha ağır olan bu sağ elini kullanan nötrino'nun tüm özellikleri yerine getireceğini varsayıyor. karanlık maddeden.
Olmak ya da olmamak: Ayna evreni nasıl kanıtlanabilir?
Böyle bir kozmos ikizinin varlığını kanıtlamakla yalnızca bilim kurgu hayranları ve kozmoloji profesörleri ilgilenmemelidir. Ancak şu ana kadar varsayım yalnızca astrofiziksel bir teoridir - ve gerçek kanıt imkansızdır. Bununla birlikte, araştırmacılar teorilerini somut olarak kanıtlayabilecek deneysel olarak doğrulanabilir kanıtlar için hala yüksek baskı arıyorlar. Başarılı olurlarsa, yakında evrenimiz ve onun gerçekleri hakkında tamamen farklı bir görüşe sahip olabiliriz.
MAKALENiN ORJiNALi
Am Anfang war der Urknall. Sie gilt als Beginn der Entstehung von Raum, Zeit und Materie, wie die Geburt unseres Universums vor etwa 13,8 Milliarden Jahren. Was wäre, wenn der Urknall nicht nur der Beginn unseres Universums wäre, sondern auch der Beginn eines zweiten gespiegelten Zwillingsuniversums mit genau entgegengesetzten Eigenschaften?
Was Sci-Fi-Serien wie Star Trek und Dark thematisch längst spielen, dient auch Forschern als Inspiration. Ein Wissenschaftsteam des Perimeter Institute for Theoretical Physics in Ontario, Kanada, nahm die Idee auf und entwickelte eine neue Theorie über das Spiegeluniversum. Die theoretischen Physiker und Astrophysiker veröffentlichten ihre Ergebnisse 2018 in der Zeitschrift American Physical Society. Jetzt liefern sie starke neue Argumente zur ArXiv-Plattform, um ihre Theorie zu untermauern.
Zwillinge mit entgegengesetzten Vorzeichen
Anhand von Berechnungen ermittelte das Forscherteam, was passieren würde, wenn allgemein anerkannte Symmetrieregeln für Teilchen und Kräfte auf den gesamten Kosmos ausgedehnt würden. Diese sogenannte CPT-Symmetrie sagt folgendes aus: Ein Prozess, der die Parameter von Materie, Zeit und Raum in Antimaterie, Umkehrrichtung von Zeit und Spiegelraum umkehrt, entspricht ebenfalls den Gesetzen der Physik – und ist daher möglich.
Im Prinzip wäre es also möglich, dass der Urknall nicht nur unser eigenes verursacht hat, sondern auch ein gespiegeltes Universum, das sich genau in die entgegengesetzte Richtung entwickelt hat. Anstelle eines Überschusses an Materie, Zeit und Raum würde sich laut Theorie genau das entgegengesetzte Vorzeichen durchsetzen. Das bedeutet: Im Spiegeluniversum gäbe es mehr Antimaterie und gespiegelte Raumverhältnisse. Außerdem wäre das Zeitverständnis im Spiegeluniversum ein anderes: Die Zeit würde ebenfalls linear fließen, aber genau in die entgegengesetzte Richtung. „Das Universum vor und nach dem Urknall könnte dann als ein Universum-Anti-Universum-Paar betrachtet werden“, sagt Hauptautor Neil Turok, theoretischer Physiker und Astrophysiker am Perimeter Institute for Theoretical Physics. Zusammen könnten die beiden Universen sogar alle Regeln der CPT-Symmetrie erfüllen – was unser Universum allein noch nicht kann.
Spiegeluniversum: Die Antwort auf bisher unbeantwortete Fragen?
Neben der inkonsistenten Symmetrie lassen aktuelle Theorien und Modelle zur Entstehung unseres Universums auch eine Reihe weiterer Fragen offen: Warum gibt es zum Beispiel mehr Materie als Antimaterie? Warum gibt es bisher nur linkshändige Neutrinos? Und wie entsteht Dunkle Materie? Laut Wissenschaftlern erklärt die neue Theorie all diese Phänomene.
„Während das Universum nach dem Urknall einen leichten Überschuss an Materie hatte, gab es im Universum vor dem Urknall einen leichten Überschuss an Antimaterie“, sagt Turok und verweist auf die ungleichmäßige Verteilung von Materie und Antimaterie im Universum.
Auch das Problem des Spins von Neutrinos – elektrisch neutrale Elementarteilchen sehr kleiner Masse – könnte durch ein Spiegeluniversum gelöst werden. Die drei bisher bekannten Arten von Neutrinos sind linkshändig: Der Spin rotiert entgegen ihrer Bewegungsrichtung. Wenn jedoch das gesamte Universum CPT-Symmetrie aufweist, sollten auch rechtshändige Neutrinos existieren. Nach Berechnungen von Wissenschaftlern tun sie das - im Spiegeluniversum.
Da rechtshändige Neutrinos deutlich schwerer wären als die uns bekannten Formen, hätte sich bisher nur eine Art stabil halten können. Besonders interessant daran: „Eines der drei rechtshändigen Neutrinos wird zu einem guten Kandidaten für Dunkle Materie.“ Turok und sein Team gehen aufgrund ihrer Berechnungen davon aus, dass dieses bisher stabile und schwerere rechtsdrehende Neutrino alle Eigenschaften der Dunklen Materie erfüllen würde.
Sein oder Nichtsein: Wie könnte das Spiegeluniversum nachgewiesen werden?
Nicht nur Science-Fiction-Fans und Kosmologie-Professoren dürfte es ein Anliegen sein, die Existenz eines solchen Kosmoszwillings zu beweisen. Bislang ist die Annahme jedoch nur eine astrophysikalische Theorie – und ein realer Nachweis unmöglich. Die Forschenden suchen aber weiterhin mit Hochdruck nach experimentell nachweisbaren Indizien, die ihre Theorie konkret belegen können. Wenn sie erfolgreich sind, könnten wir bald einen völlig anderen Blick auf unser Universum und seine Gegebenheiten haben.
Kaynak :
Nationalgeographic
RAŞiT TUNCA
BAŞAĞAÇLI RAŞiT TUNCA


FORUMUMUZDA
Dini Bilgiler...
Kültürel Bilgiler...
PNG&JPG&GiF Resimler...
Biyografiler...
Tasavvufi Vaaz Sohbetler...
Peygamberler Tarihi...
Siyeri Nebi
PSP&PSD Grafik
ALLAH
BAYRAK

Radyo Karoglan
Foruma Misafir Olarak Gir
Forumda Neler Var


GALATASARAY
FENERBAHÇE
BEŞiKTAŞ
TRABZONSPOR
MiLLi TAKIM
ETKiNLiKLERiMiZ