MUHAMMED

Muhammed


BAYRAK

TC.Bayrak



Hoşgeldin, Ziyaretçi
Sitemizden yararlanabilmek için kayıt olmalısınız.

Kullanıcı Adı
  

Şifreniz
  





Forum İstatistikleri
Toplam Üyeler» Toplam Üyeler 27
Son Üye» Son Üye Fahriye
Toplam Konular» Toplam Konular 15,426
Toplam Yorumlar» Toplam Yorumlar 16,632

Detaylı İstatistikler Detaylı İstatistikler

DOWNLOADEN


“Downloaden Bölümümüzden BEDAVA Grafik Paketleri,E-Kitaplar ve Bedava Bilgisayar Programlarını Tek TIKLA BEDAVA indirebilirsiniz”
(Raşit Tunca)




AYET

“Yeryüzüne muhakkak benim iyi kullarım varis olacaktır”
ENBİYA Suresi 105


FELSEFEMiZ

“ iSLAM OKUMAK YAZMAK YADA ÇiZMEK DEĞiLDiR, Yahutta O Hadis şöyle, Bu Ayette böyle diyor Diye Papağanlıkda Değildir. islam Kuranı ve sünneti HAYATINA TATBiK edip, Onunla Yaşayabilmekdir”
(Karoglan Raşit Tunca Sözü)


Raşit Tunca Sözü

“Yüzme bilmek Denizden çıkmana fayda vermez, taaki yüzme biliyorsan, denizedee düştüysen, ellerini, kollarını, ayaklarını çırpacaksın, ve birde tutuncak dal bulacak, tutunup çıkacaksın. ilimde böyledir, bir ilmi bilmek fayda etmez, taaki, onu hayatında tatbik edesiye, Dinde böyledir, din bilmek imanını kurtarmaz, taaki, ne zaman, bildiğin öğrendiğin dinini hayatında tatbik edip, yaşadın, o zaman belki kurtulursun.”
(Karoglan Raşit Tunca Sözü)

GÜZEL SÖZ

“ Bazen Hata Yapıvermek, Doğruyu bulmanın ilk Basamağıdır.
(Başağaçlı Raşit Tunca Sözü)





Mitelojinin Dev Yaratıkları

Devleri Kim Bilmez, kim tanımaz! Kocaman boyları, korkunç güçleri, çoğunlukla kötü huyları, serüvenleriyle dünya mitolojisini, masal dünyasını, eski destanları doldurmuşlardır. Devleri bilmeyen, tanımayan, anlatmayan ırk yoktur denebilir; devlerden yararlanmayan, onları çarpıcı, korkutucu bir unsur olarak kullanmayan masal, efsane, mitos olmadığı gibi.
Acaba devler neden böylesine yaygın bir unsur olup bütün sınırları aşmış, ilkel toplulukları, eski toplumları, büyük uygarlıkları etkilemişlerdir? Acaba çok eski, adeta unutulan çağlarda devler var mıydı? Acaba mitosların arkasında artık insanoğlunun belleğinden silinip yalnız efsanelere, masallara sığınan bir gerçek mi yatıyor? Ya da, Jung’un tanımlamasıyla, devler düşlerimize giren atalardan kalma hatıralar, ilk örnekler, büyük görüntüler midir?

Devlerin varlığını destekleyen görüşlere geçmeden, devlerin izlerinden, fosillerden hatta son yıllarda görülen devlerden söz açmadan, masalları, efsaneleri, mitosları karıştırarak bu yaratıkları tanımaya çalışalım.

Türk mitolojisiyle ilgili bir kitapta şu bilgileri buluyoruz:

”Türk mitolojisinde olduğu gibi, hemen bütün ulusların mitolojilerinde görülen devler, görünüş bakımından çok defa insan uzuvlarından alınarak büyütülmüş, biçimlendirilmiş korkunç yaratıklardır.

Gövdeleri çok büyüktür. Olağanüstü güçlüdürler. Tanrılarla savaşır, kahramanlarla uğraşır, ama sonunda öldürülürler.
Bunlar bir dağı yerinden kaldırıp öbür dağın üstüne koyar, tanrılarla savaşmak üzere göklere doğru tırmanırlar.
Devlerin birden yüze kadar gözleri, ikiden çok elleri, ayakları, başları vardır. Devler en çok doğuda Hint mitolojisinde, Batıda Kuzey Avrupa mitolojisinde görülür. Bunların yanı sıra başka uluslarda, hatta perilerle, aşk hikayeleriyle süslü Yunan mitolojisinde de epeyce yer alırlar. ·

Türklerde dev olaylarının en bilinenlerinden biri Sümer Mitolojisinde görülür:
Sümerler’in Asakhu, Enmeşarru ve Zu adında üç büyük devi vardır. Bunlardan Asakhu hastalıkları verir, karanlıkları temsil eder, bir tanrı ayarındadır. Enmeşarru ise bir dev ve ölüm tanrısıdır. Bu devler ünlü tanrı Enlil’i öldürmüşler ama, sonradan bu tanrı canlanmıştır. “Enuma Eliş” destanında bu üç devin adı vardır.

Kainatın yaratılışı sırasında “Kingo” adında korkunç ve kudretli bir dev türemiştir. Kumarbi efsanesinde geçen “Uuelluri” adındaki dev ise gökle yeri sırtında tutardı. Bu dev, Kumarbi’nin Diyorit taşından yapılmış oğlunu sağ omzu üzerinde büyüttü, az zamanda suların içinde uzanarak boyu göklere kadar ulaştı.
“Alatkak” adındaki dev de Kırgız efsanelerinde yer almaktadır. İran efsanelerinde Hükümdar ve kahramanlarla savaşan korkunç devlerin maceraları, yakındoğu Türkleri arasında da yayılmıştır.

“Div-i Sefit” yani “Ak Dev” ile “Erjenk” bunların ön planda gelenleridir. Ak Dev’in bulunduğu yerde büyü ve sihir yapmakta çok usta devler vardır. Bu dev İran kahramanı Rüstem ile savaşmış sonunda öldürülmüştür. Ak Dev boncuk gözlü, arslan tüylüdür. Eni ve boyu yeryüzünü kaplayacak kadar büyüktür.
Erjenk ise devlerin kumandanıdır. Rüstem bununla da savaşmış sonra öldürülmüştür.


Halk ağzında bir de “Dev Anası” dolaşır: Bunun iki uzun, büyük memesi vardır. Biri sağ omuzunda, öbürü de sol omuzunun üzerinde asılıdır. Eğer yolda bir kimse rastlarsa da ona iltifat etmez, memelerini emmezse dev anası onu yok eder. iltifat ederse, onu alır, iyi davranır, korur.

Bir korkunç dev daha vardır ki ona da “Rüzgar Devi” denir. Bu dev gözlere pek görünmez, görünse de ona silah işlemez, rüzgardan daha çabuk havalara uçar. Cadılarla Ejderhalar nasıl tılsımları bozulunca ölürlerse, devler de tılsımları bozulursa ölürler. Rüzgar devi denilen bu devi öldürebilmek için, tılsımını bozmak gerekir. Bunun tılsımı da çok uzaklarda bulunan bir adadır. Bu adayı bulmak çok güçtür. Orada bir öküzün yanında içinde üç güvercin bulunan bir kafes vardır. Önce ada, sonra öküz ve kafes bulunur da içindeki üç güvercin öldürülebilirse, tılsım bozulduğu için, Rüzgar Devi de ölür.”

Mitoslarda yücelen, gerçekten olağanüstü bir tanrı ya da yarı-tanrı özellikleri olan, kahramanlarla savaşan, evrenle ilgili işlere karışan devler halk masallarına girince yüceliklerini kaybederler. Masaldaki dev büyücü sınıfına girer, tılsımlara bağlı kalır. Başka bir deyimle masaldaki dev devliğini kaybeder. Dolayısıyla devlerin altın çağını, tanrılarla, insanlarla epik kavgalarını mitoslarda aramak gerekir. Yunan mitolojisinde·tanrılaşmış devleri sonradan masallara karışan devlerden ayırmak biraz güçtür. Buradaki devler, tanrılar arasındaki ilişkilerin ürünüdür; yine de tanrı derecesine pek ulaşamazlar.

Devler sürekli o­larak tanrılara, tanrıların getirmiş olduğu düzene karşı çıkan, ilkel gücü belirleyen yaratıklardır. Toprak Ana Gea’nın oğulları olan, Uranus’un parçalanmış vücudundan doğan devler (Titanlar, Briareus ve kardeşleri, Kikloplar v.b.) Olimpos dağını bile yağma etmeye kalkarlar ve Zeus’un şimşekleriyle bozguna uğratılırlar. Bir ara Zeus Herkül’ü yardıma çağırır, Yalnız başına bu görevi başaramayan Herkül, devlerin dikkatini dağıtmak için, Afrodit’le Hera’nın güzelliklerini kullanmak zorunda kalır.
Aslında Yunan mitolojisinde devler konusunda zıtlıklar vardır. Devler bazen tanrılara karşı çıkar. onları tehdit eder, ölümsüzlüklerinden yararlanmaya kalkarlar. Bazen, Atlas ya da çocuklarını yiyen Satürn gibi tanrılaşırlar.


İskandinav ülkelerinde devler, tanrılarla savaşırlar ama, kimi denizde, kimi dağlarda, kimi rüzgarın içinde yaşarlar. Dünyanın ortasında yükselen Yggdrasil ağacının üç kökünden biri Dondurulmuş Devlerin ülkesinden geçer. Evren’in başlangıç noktası da bir devdir: Ymir. Bu dev ilk erkeği ve kadını yarattığı gibi dondurulmuş devleri de yaratmıştır. Ymir’in yaratıkları olan insanlarla devIerin dünyalarını Midgard duvarı ayırır.

İskandinav mitolojisinde de tanrılaşan devler olur. Genel bir kural olsa gerek, çünkü burada da devlerle tanrılar karışır, kaynaşır ve devlerle insanlar düşman olurlar. Cenneti dondurulmuş devlerden koruyan, dokuz bakirenin oğlu Beyaz dev Heimdall ya da dev oğlu kötü Loki bu çeşit tanrılaşmış devlerdir. Bütün bu aile bağlarına rağmen bazen tanrılar devlerle çarpışmak zorunda kalırlar; o zaman Yüce Tanrı Thor bütün ağırlığını ortaya koyarak işe karışır ve devleri bozguna uğratır.

Eski Yunanlılar, İskandinavlar gibi Mayalar ve İnkalar da devlere, tayfundan önce yaratılan ilk ırkın devler ırkı olduğuna inanırlardı. Meksika Toltekleri’nin kozmogonik inançlarında bir deprem dizisinden sonra yeryüzünden silinen Kinametzin devlerinden söz edilir. İkinci dönemde yer alan bu olaydan sonra insanlar dünyaya egemen olur, kalan devleri yok ederler.Yeni Gine yerlilerinin bir mitosunda iyi kalpli ve Tagaro ile kötü ruhlu dev Suke’nin kavgası anlatılır. Devlerin yaşadığı çağda geçen bu olayda Tagaro, Suke’yi bir uçuruma atıp dünyayı son kötü devden kurtarır.

Vatikan Kodeksi’nde yer alan bu tasvirde Meksika’nın dağlık bölgelerinde bir grup yerlinin bir devi yakalayışı ve öldürüşü resmedilmiş

Hitit mitologyasında Tanrılara yardım etmek için devlerle savaşan ve onları bozguna uğratan bir kahramanın hikayesine rastlanır. Yunan tarihçisi Herodotos’a göre eski Mısırlılar’ın ilk kralı dev Herkül olmuştur. Bu dev Kral Yunanlıların Herkül’ünden ayn bir tanrı sayılır.

Devlere geniş yer veren, hatta onlardan gerçek yaratıklar gibi söz eden ilginç bir kaynak Tevrat’tır

”Ve çaşıtlamış oldukları memleket hakkında İsrael oğullarına fena haber getirip dediler: Çaşıtlamak için içinden memleket, ahalisini yiyen bir memlekettir; ve içinde gördüğümüz bütün halk uzun boylu adamlardır. Ve orada Nefilimden (iri adamlar) olan Anak oğullarını, Nefilimi gördük; ve kendi gözümüzde biz çekirgeler gibi idik ve onların gözünde de öyle idik.” (Sayılar, Bap 13, 32-33). “Çünkü Fefalardan artakalan ancak Başan kralı Og vardır; işte onun yatağı demir yataktı; o Ammon oğullarının Rabba şehrinde değil midir? İnsan arşınına göre uzunluğu dokuz arşın ve eni dört arşın idi.” (Tesniye Bap, 3, 1 1).
Dev Golyad’ı öldüren genç Davut’un hikayesi Toltekler’in efsanesine benzer biçimde, insanoğlunun son devi nasıl ortadan kaldırdığını anlatır.
“Ve bundan sonra vaki oldu ki, Gezerde Filistinlilerle cenk çıktı; o zaman Huşalı Dev Sibbekay Rafa oğullarından Sippayı vurdu ve onlar baş eğdiler. Ve yine Filistinlilerle cenk oldu; ve Yairin oğlu Elhanan Gatlı Golyat’ın kardeşi Lahmiyi vurdu, onun mızrağının sapı çulha sapı gibi idi.” (1. Tarihler, Bap 20, 4-5).

Koca yataklarda yatan, insanlar tarafından savaşlarda yokedilen bu yamyam devlerin kimin tarafından yaratıldığını Tevrat şöyle açıklar:
Tanrı oğulları insan kızlarına vardıkları ve bu kızlar onlara çocuk doğurdukları zaman, o günlerde, hem de ondan sonra, yeryüzünde Nefilim vardı; bunlar eski zamanda zorbalar, şöhretli adamlardı.” (Tekvin, Bap 6,4).
Başka bir deyişle, devler, Tanrıların ve insan kızlarının oğulları, eski, unutulan çağların dehşet saçan kahramanlarıdır.
Bütün bu mitoslar, efsaneler, dini inançlar sınır tanımayan bir zamanı canlandırıyor. Çok eski çağlarda tanrısal bir ırktan kalma (Tevrat’taki “Tanrının oğullan”) ya da tanrısal ırkla insan oğullarının karışımından doğan devler yeryüzünde yaşıyordu. Bir süre sonra Kral ve Tanrı durumuna gelen bu devler ilkin Tanrılarla mücadele ettiler, sonra birbirlerine saldırdılar, sonunda insanların başına bela kesildiler. insanlarla devlerin karşı karşıya gelmesi devlerin son çağına rastlar. Devler artık, belki Tanrılar tarafından red edildikleri için, ünlerini kaybetmişlerdir ve insanoğlu bu son perişan devlerin hakkından gelir.
Devlerin düşüşü mitoslardan, efsanelerden çok daha açık bir şekilde masallarda anlatılıyor. Bir derginin özel sayısında şöyle yazar:
“Dev, Türk masallarının önemli kahramanlarından biridir. Bazı yerde hem biçim, hem ruh yapısıyle insana benzer, Çokluk çok büyük gövdelidir. Tozu dumana katarak yıldırım hızıyla gider. Bir aylık yolu bir saniyede aşmak onun için işten bile değildir. İnsan eti yemesini sevdiği için, bir yerde insan bulunup bulunmadığını kokusundan anlar. Çoğu zaman, çevresi yüksek ve kalın duvarlarla, dikenli bahçelerle çevrili büyük köşklerde, kendine özgü saraylarda yaşar. En değerli eşyalar,
hiç kimsenin. ele geçiremeyeceği, ama herkesin, hatta padişahların bile özledikleri dünya güzelleri, hiçbir yerde bulunmayan meyve bahçeleri, sihirli güvencinler, her telinden binbir ses çıkan çalgılar, sihirli kılıçlar, başınıza geçirdiğiniz zaman sizi hiç kimseye göstermeyen külahlar, sihirli sarayların kapılarını açan anahtarlar bu devlerin buyruğu altında, onların köşklerinde, saraylarındadır.

Bunların bir memeleri arkalarında, öteki memeleri önlerindedir. Yanlarında size bir dervişin öğrettiği usulle ve iyi sözlerle yaklaşır, arkalarındaki memelerini (anacığım) diyerek emerseniz size bir evlat gibi davranırlar, bir yerinize dokunmazlar. İstediğiniz şeyi verirler. Ne güçlüğünüz varsa giderirler. Devler kendilerine kötülük yapmak isteyenleri ele geçirirlerse, kızartarak yerler. Fakat en sonunda, her zaman, insanoğlu tarafından, bazen de bir rastlantıyla çeşitli yollar ve kurnazlıklarla canları cehenneme gönderilir. DevIerin her zaman yardımcıları vardır. Arap Bacılar, çokluk insan ruhunda ve karakterinde görünen dev oğlanlar ya da kızlar, bu yardımcıların arasındadır.”

Türk masallarında olsun batı ya da doğu masallarında olsun, dev eski kişiliğinden, yüceliğinden çok şeyler kaybetmiştir. Korkunç olmasına korkunçtur, olağanüstü bir yaratıktır ama çokluk gülünçtür. Eski mitoslara renk katan devlerin bir çeşit karikatürüdür. Hem insanlardan ayn yaşar, onlara düşman olur, hem de onlara özenir. İnsanın güçlükle erişebileceği yerlerde oturur ya da gizlenir; yardımcılar kullanır, büyü ile uğraşır; artık gücüne güvenmediği için lüks içinde boğulur. Masallar daha önce çizdiğimiz zamanın son dönemini anlatıyor. Devler çöküyor ve sonunda insan tarafından öldürülüyor. Masallardaki devler artık yalnız çocukları korkutabilir ve birçok masallarda, çocuk hikayelerinde çoklukla küçük çocuklarla uğraşırlar.

Kutsal kitaplardaki devler; çeşitli mitoslarda yer alan devler; Homeros’un tek gözlü Kiklopları; gemici Sinbad’ın arkadaşlarını çiğ çiğ yiyen dev ve bunlara benzer yüzlerce örnek nereye varır, bütün bunların çıkış noktası nedir? Yoksa bütün bunlar, sürekli olarak öne sürülen çok eski zamanlarda dev bir ırkın, garip bir değişiminin varlığını mı açıklıyor?

Devlerin varlığını destekleyen, klasik bilimin kabul etmediği, Nazilerin çok tuttuğu bir kuram vardır: Hanns Horbiger’in Welteilehre’si (Ebedi Buz Doktrini). Kopernik’e meydan okurcasına bütün bilimsel kurallara karşı çıkıp yeni devrimci bir kavramı öne süren Horbiger’in adı, 1925’te yaptığı açıklamayla, dünyanın, ö­zellikle Almanya ve Avusturya’nın dikkatini çekti. Yeni bir siyaset anlayışı kurmakta olan Hitler gibi Horbiger de, altmışbeş yaşına bastıktan sonra, Alman halkını kurtaracak, yükseltecek yeni bir bilimsel anlayışı savunuyordu. Bu savunma ilk başta Nazilerin yöntemlerine uygun biçimde geniş bir örgütle, büyük imkanlarla, binlerce taraftar ve özellikle genç Naziler arasından seçilmiş zorbalarla yapılıyordu. Doktrini açıklayan kitaplar, dergiler, broşürler yayınlamaktan başka Horbiger, halkı galeyana getirebilecek, ulusal ve ırki coşkulan kamçılayabilecek sloganlar da yaratıyordu:

“Kuzeyli atalarımız karların ve buzların arasında yaşadıkları için güçlüdürler… Ebedi Buz Doktrini Yahudi politikacıları kovdu; İkinci bir Avusturyalı, Horbiger, Yahudi bilim adamllarını kovacaktır.”


Horbiger’e başından beri inanan, destekleyen Hitler, yepyeni bilimsel doktrinin havasına kapılarak buna benzer konuşmalar yapıyordu: ”Yahudi ve liberal bilime karşı çıkan kuzeyli ve ulusal-sosyalist bir bilim var!” Aslında Horbiger, Hitler’in klasik anlamda bir politikacı olmadığı gibi klasik anlamda bir bilim adamı da değildi. Viyana Teknoloji Okulunda öğrenimini tamamlamış sonradan kompresör uzmanlığı yapmış ve 1894’te icat ettiği yeni bir musluk sistemiyle servete kavuşmuş amatör bir astronom ve astrofizikçiydi. Tanrı tarafından kutsanan deha mucit Horbiger’in başlıca tutkusu suyun çeşitli durumlarıydı; doktrinini de buz konusunda çalışmalarını yürütürken kurmuştu.

Horbiger’in Ebedi Buz Doktrini, tarihten antropolojiye, astronomiden jeolojiye kadar bütün bilim kavramlarını yok edip, yeni, orijinal, çarpıcı bir görüş getirmek amacındaydı. Bu görüş şöyle özetlenebilir: Horbiger’in kozmogoni kuramına göre Ay dünyamızın ilk uydusu değildir; birçok Ay’lar olmuştur ve her jeolojik çağda değişik bir uydu dünyamızın çevresinde dönmüş, her çağ bu Ay’ın dünyaya düşmesiyle kapanmıştır. Ay dünyamızın çevresinde kapalı bir elips çizerek dönmüyor, tersine dünyaya yaklaşan bir spiral yaratıyor ve bu spiral daralınca Ay dünyanın üzerine düşüyor.

Her çağda, yüzbinlerce yıl boyunca, Ay dünyanın çevresinde dönmüş, yaklaşmış yaklaşmasıyla yerçekimi kurallarını bozup ayçekimi olayına neden olmuştur. Bu dönemlerde, organizmalar olağanüstü büyümüştür. Birinci Zamanın sonundaki dev bitkileri, İkinci Zamanın so­ nundaki dev yaratıkları bu irileşmeye örnek verebiliriz. Üçüncü Zamanda, Ay’ın uzaklarda olduğu bir dönemde, insanlar türüyor ve bu ilk insanlar, İkinci Zamandan kalma devlerin yönetimi altında, uygarlıklar kuruyor. Üçüncü Zamanın sonunda Ay düşünce devlerin çağı da sona e­riyor, arta kalan, bozulan, yamyamlaşan devler insanlar tarafından öldürülüyor. Horbiger’in Efsanevi Tarihi ırkçı kuramdan başka bir şey değilse de dünya mitologyasına bütünüyle bağlı bir sisteme dayanıyor. Horbiger’in doktrini, bunu hala sürdürenler karanlık kalmış birçok tarihi esrarları bu kuramlara dayanarak açıklıyorlar.
Bizim amacımız Horbiger’in görüşünü savunmak değil, oldukça karmaşık bir şekilde ortaya attığı kuramla eski mitos, gelenek ve inançlar arasında görülen bağlantıyı belirtmektir. Daha önce de sözünü ettiğimiz Toltek kozmogonisi dünya tarihini dört ayrı çağa ayırıyor:

– Birinci çağ ve dünyanın yaradılışı. Bu çağ büyük bir tayfunla sona eriyor;
– İkinci çağ ve devler. bu çağ düyayı kasıp kavuran yer sarsıntılarıyla bitiyor;
– Üçüncü çağ ve devleri öldüren insanlar.
– Çağımız olan ve genel bir patlama ile bitecek olan Dördüncü çağ.

Yeni Gine yerlilerinde de benzer motiflere rastlanılmaktadır:

Çok eski zamanlarda insanlara yardım eden devler vardı. Sonradan bu devlerin huyu değişti; insanlar kötüleşen bu devlere kurban kesmek zorunda kaldılar.  Ardından da bu baskıya dayanamayarak isyan edip devleri öldürdüler.

Bu örneği daha önce sıralamış olduğumuz çeşitli mitolojik olaylara ve inançlara eklersek Horbiger doktrininin genel bir çizgiden yararlanmış olduğunu görürüz. Şu var ki Horbiger’in kuramı bilimle sürekli çatışmaktadır;

Alman kompresör uzmanına göre çok eskiden uzayda, güneşten milyonlarca defa büyük bir nes­ne vardı. Bu nesne, kozmik buzlardan bileşik dev bir gezegenle çarpıştı, dev gezegen olağanüstü büyüklükteki güneşin içine saplandı. Aradan yüzbinlerce yıl geçti, dev güneş içinde meydana gelen buharın baskısı altında patladı ve uzayı dolduran yıldızları, gezegenleri yarattı.
Çağdaş bilim evrenin bir patlamanın sonucunda yaratıldığını kabul eder.Bir yoruma göre evrenin bütünü patlayan bir atomun içindeydi, gezegenler ise güneşin kısmi bir patlamasından ortaya çıkmışlardır.
Horbiger 1930’larda öldü, ama yaklaşık olarak bir milyon kişi hala doktrini izlemekte. Kimi, İngiliz Beliamy gibi, yeni bir antropoloji kurmaya çalışıyor, kimi, Fransız Denis Seurat gibi, devlerin uygarlığını araştırıyor, kimi de, Alman yazarı Elmar Brugg gibi, Horbiger’i kabul etmeyen geleneksel bilime karşı savaşını sürdürüyor.

Ebedi buz Doktrininin yaratacısını bir bilim adamı kabul etmek imkansızdır; Hitler’in ulusal-sosyalizmini ve Nazi örgütünü besleyen kuruluşları etkileyen Horbiger’in kuramı bir çeşit gizemciliği aşamamıştır. Ancak çok sonradan Horbiger’in doktrini gereğiyle araştırıldı, derinleştirildi; devlerin, kayıp ülkelerin esrarengiz uygarlıkların sırrını açıklayabilecek nitelikte bir anahtar olarak kullanıldı.
Devlerden söz eden mitoslardan, efsanelerden, masallardan birkaç örnek verdik, devlerin varlığını bilimsel biçimde açıklamaya yeltenen bir kuramın başlıca noktalarını özetledik; yine de sorun bir açıklığa kavuşamamıştır. Ayrıca da çok önemli bir soru ortaya çıkar: Devlerin gerçek izleri bulunmuş mudur, dünyanın herhangi bir yerinde dev bir insan ırkına rastlanılmış mıdır?

Dev bir yaratıkla ilgil ilk keşiflerinden biri, 14. yüzyılın ortalarında Dekameron’un ünlü yazarı Boccacio tarafından açıklanıyor. Boccacio, “Geneologia Deorum” (Tanrıların Şeceresi) adlı eserinde, Sicilyada Trapani şehrinin dolaylarındaki bir mağarada keşfolunan tek gözlü dev Polifemo’nun iskeletinden söz ediyor. Kemiklerin, en azından 9-10 metre boyundaki bir dev’e ait olduğunu belirten Boccacio, böylece Agrirento’lu Empedokles’in savını destekliyordu. Agrirenyto’lu Empedokles, M.Ö. 440 yılında, Homeros’a dayanarak çok eski zamanlarda Sicilya’da devlerin yaşadığını öne sürmüştü. Boccacio’dan üçyüz yıl sonra Cizvit bilim adamı Athanasius Kircher de bu kemiklere değiniyor. Aradan yıllar geçince, ünlü kemikler kayboluyor, çağdaş bilim bunlara fil kemikleri etiketini koyup olayı kapatıyor.

Benzer bir olay 1577’de İsviçre’de Willisau’da görülüyor: Bir kazı sırasında kocaman bir iskelet bulunuyor. Zamanın ünlü anatomi uzmanı Doktor Felix Platter uzun incelemelerden sonra kemiklerin 5.80 m boyunda tarihöncesi bir adama ait olduklarını açıklıyor. Olayı duyan Göttngen Üniversitesi anatomi profesörü J.F Blumenbach, kemikleri inceledikten sonra bunların aslında tarihöncesi bir file ait olduğunu kesinlikle açıklıyor.

Aynı dönemde benzer iskeletler, kemikler İngiltere’de Gloucester’de ve özellikle Güney Amerika’da keşfediliyor. Güney ve Orta Amerika’da meydana gelen olaylar oldukça ilginçtir; Guatemala’da yaşayan Kişe yerlilerinin kutsal kitabı sayılan Popol Vuh’un aktardığı olayların yanı sıra Meksika fatihi (1519-1522) İspanyol Hernan Cortes’e yerliler tarafından gösterilen, bazıları Cortes tarafından İspanya Kralına gönderilen dev insan kemikleri bu örneklerdendir.

Yazar Bernal Diaz del Castillo’ya göre:

“Eskiden bu topraklarda gayet uzun boylu erkekler ve kadınlar yaşardı; kötü ruhlu olduklarından büyük çoğunluğu yerliler tarafından öldürüldü.”

Amerika devleriyle karşılaşanlardan biri de ünlü Portekiz gemicisi Macellan’dır. Macellan’ı izleyen Antonia Pigafetta’nın yazdıklarına göre 1520 yılının Haziran ayında San Julian’da gemiciler bir devle karşı karşıya gelmişlerdi:

“Öylesine uzun boyluydu ki başımız beline kadar varamıyordu; sesi de bir boğanınkine benziyordu.”
Macellan bu dev yaratıkların ikisini ele geçirip gemisine aldı; Avrupa’ya götürecekti. Ancak gemi Ekvator’a varmadan ikisi de öldüler.

Devlerle karşılaşan yalnız Macellan değildir. Sir Francis Drake, 1578’de San Julian’da ikibuçuk metre boyunda yerliler gördüğünü hatıralarında belirtmişti. Drake’ten sonra Pedro Sarmiento, Tome Hernandez, Anthony Knyvet ve Sebald de Weer gibi gemiciler Büyük Okyanus kıyılarında kimi 3 kimi 3,60 boyunda yaratıklarla karşı karşıya gelmişlerdi. Bu arada özellikle Patagonya’da sık sık devierin izlerine rastlanılıyor. 1712’de Şili’de Valdivia bölgesini yöneten İspanyol hükümeti Patagonya’nın içlerinde üç metre boyunda bir yerli kabilesinin yaşamakta olduğunu resmen açıklamıştı. 1764 yılında Cabo Virgines’ın yakınlarında bu dev yerlilerle karşılaşan, ünlü İngiliz ozanı Byron’un dedesi Commore Byron izlenimlerini şöyle anlatıyordu:

“Biri bana doğru geldi. Kocaman bir şeydi; masallarda sözü geçen insan yüzlü canavarlara tıpatıp uyuyordu. Ölçüsünü alma imkanını bulamadım. Ama en azından 2.10 metre boyundaydı … ” ·


Patagonya Devleri

Java Adası’nda, Güney Çin’de, Transvaal’da ve Doğu Cezayir’de ele geçen dev taş baltalar, kesinlikle saptanamayan tarihöncesi bir çağda, yaklaşık olarak 4 metre boyunda yaratıkların yaşadığını açıklamışlardır. Filipinler’de, Gargayan’da, dişleri 7,5 cm. uzunluğunda ve 5 cm. genişliğinde olan 5,18 m. boyunda bir dev yaratığın iskeleti bulundu; Çin’deki kazılarda elde edilen ve 3 m. boyundaki ilkel insanlara ait olduğu sanılan kemiklerin yaşını, dünyaca tanınmış antropoloji uzmanı . Doktor Pei Wen Chung 300.000 yıl olarak hesapladı; Agadir’de keşfedilen ve en azından 3000 yıl öncesine ait olduğu hesaplanan taş baltaların ağırlığı 8 kiloyu aşıyordu.


Yukarıda sözü geçen baltalara benzer aletler, çeşitli tarihlerde, İskoçya’da, ABD’de (Ohio ve Wisconsin) ele geçirildi; kimi 50-70 cm. boyunda, kimi de 30-40 cm. genişliğindeydi. Yine ABD.’de Nevada’da 50-60 cm. boyunda ayak izleri, Tunus’ta, Cheninin’in güneyinde, altı metrelik mezar ortaya çıkarıldı. 1833’te Kaliforniya’da bir dehliz açan bazı askerler 3,65 boyunda bir iskeletle karşılaştılar. 1887 yılında Nevada’da 99 cm lik bir bacak iskeleti, 1891 yılında Arizona’da 3 m. boyunda bir insan mezarı bulundu.

Şimdi yaşayan ve hareket eden dev yaratıklarla ilgili örnekler görelim:

23 Temmuz 1963 günü Oregon’da Satus Phass ile Toppenish arasındaki ana yolda arabayla giden üç kişi 4 metre boyunda bir yaratığın ilerki yoldan geçtiğini gördüler. Yine Oregon’da Lewis nehrinde balık avlayan iki kişi kocaman bir devle karşılaştılar. Aynı yıl, “Oregon Jo­urnal” gazetesi için röportaj yapan bir gazeteci 40 cm. uzunluğundaki ve 15 cm. genişliğindeki ayak izlerinin resmini çekip yayınladı.
Mitoslardaki, efsanelerdeki, masallardaki devlere karşılık Horbiger’in varsayımı ve Meksika, Patagonya, Amerika devleri ve bütün bunlara ek olarak dünyamızın çeşitli köşelerinde rastlanılan dev izler, devlere uygun aletler ele geçmiştir.

Dr. Robert Schoch Güney Afrika’da keşfettiği dev ayak iziyle görülüyor

Devler gerçekten yaşadı mı? Yoksa yeryüzünün bazı uzak bölgelerindeki çok eski çağların bir kalıntısı olan ayrı bir ırk, bir çeşit değişime uğrayarak hala yaşıyor mu? Yirmi yıl önce Beyrut Müzesi Dergisi’nde yayınladığı bir araştırma yazısında, Doktor Louis Burkhalter şu sonuca varıyordu.

“350.000 yıl önce dev bir insan ırkının yaşadığını ve bunun şimdiden bilimsel açıdan ispat edildiğini kesinlikle göstereceğiz.”


Etiketler : Mitelojinin, Dev Yaratıkları ,devler,cüceler,efsaneler,masallar,


SENKRON MOTORLAR


Senkron makinalar, frekans ve kutup sayısıyla orantılı olarak sabit bir hızda çalışan alternatif akım elektrik makinalarıdır. Hem generatör olarak mekanik enerjiyi elektrik enerjisine, hem de motor olarak elektrik enerjisini mekanik enerjiye çevirirler. Senkron makinada enerji dönüşümü için gerek ve yeter şart makinanın rotorunun senkron
hızda dönmesidir.
Senkron motorların çalışma prensibi asenkron(indüksiyon) motorlarınkinden farklıdır.
Asenkron motorlarda stator’a alternatif akımın(AC) uygulanması ile döner bir manyetik alan oluşmakta, bu manyetik alan rotordaki iletken çubukları indükleyerek ikinci bir manyetik alanın oluşmasına sebep olmakta ve bu iki manyetik alanın etkisi ile rotor, döner manyetik alanla aynı yönde dönmekteydi. Asenkron motorların çalışması esnasında rotorun devir sayısı her zaman döner alanın devir sayısından küçük olduğu için(kaymadan dolayı) senkron bir şekilde çalışmadığını ve bu yüzden asenkron motor adı ile anıldığını söylemiştik. Senkron motorlarda senkronizasyon gerçekleştiği için, yani döner alan ile rotorun hızları eşit olduğu için bunlara da senkron motorlar denir ve çalışma prensibi ise bu temele dayanır.

Asenkron motorlarda stator’a 3 fazlı alternatif akım uygulanarak döner manyetik alan oluşturulur. Aynı şekilde senkron motorlarda da bu işlem uygulanır. Fakat asenkron motorlardan farklı olarak bu sefer rotordaki kutuplara doğru akım(DC) uygulanır. Doğru akım yön değiştirmediğinden dolayı, kutuplar çalışma süresince özelliklerini aynen korurlar ve N kutbu daima N kutbu olarak, S kutbu ise daima S kutbu olarak kalır. Stator’a uygulanan 3 fazlı akım bu sargılarda bir döner alan oluşturur ancak statörün döner alan kutupları ile rotorun sabit kutupları rotorun ataletinden dolayı kilitlenemez ve bu sebeple motor dönmez.
Rotor ve statorda zıt kutuplar birbirlerini iter, aynı kutuplar karşılıklı geldiklerinde ise birbirlerini çekerler. Bu itme ve çekme olayı sonucu rotor başlangıçta duruyorsa, motor hep durur, rotor başlangıçta dönüyorsa rotor hep döner. Bundan dolayı rotora dışarıdan yardımcı bir kuvvetle hareket verilir. Bu hareket verildiği anda rotorun dc gerilim verilen kutupları ile statorun ac gerilim verilen kutuplarının oluşturduğu alanlar birbiri ile kilitlenir ve senkronize bir dönme işlemi başlar. Bu senkronizasyon sonucu senkron motorlarda asenkron motorlardaki gibi kayma olayı gerçekleşmez.

Senkron motorları hareket eder hale getirmek için farklı yöntemler vardır.
1- Senkron motor başlangıçta asenkron motor olarak çalıştırılıp daha sonra rotor kutuplarına dc gerilim uygulandığında rotor kutupları ile döner alan kutupları birbiri ile kilitlenerek senkronize çalışmaya başlar.
2- Döndürme amaçlı olarak yardımcı bir makine ile çalışmayı başlatmak
3- Şebeke ile senkronize ederek çalışmayı başlatmak
4- Uyartım dinamosu ile çalışmayı başlatmak

Senkron makinaların sabit bir dönme hızında çalışmaları , endüstride elektrik motoru olarak kullanılmasını kısıtlar. Senkron makinalar , elektrik enerjisi üretiminde generatör olarak en yaygın kullanılan makinalardır. Senkron motorlar, yaklaşık yüzde 90 oranla generatör olarak kullanılır. 2000 MVA güçlere kadar üretilebilmektedirler. Birim güç başına maliyetlerinin düşük olması, artan güç ile verimlerinin yükselmesi, ayrıca bakım ve kontrol işlemlerinin az olması çok büyük güçlerde üretilmelerini ve enerji üretiminde kullanımını sağlamaktadır.

Senkron Makinaların Yapısı ve Kullanım Alanları
Senkron makinalar, duran kısım stator (endüvi) ve hareketli kısım rotor olmak üzere iki kısımdan oluşur. Stator sac paketlerinden yapılmış olup iç kısmına sargıların yerleştirilmesi için oluklar açılmıştır. Senkron makinalar, uyarma sargılarını taşıyan rotorun yapısına göre iki gruba ayrılır. Stator ve rotor arasındaki hava aralığının her yerde sabit olduğu makinalara “Yuvarlak Rotorlu (turbo) Senkron Makinalar” ve stator iç çevresinin düzgün olmasına karşın rotor dış çevresinin düzgün olmadığı makinalara da “Çıkık Kutuplu Senkron Makinalar” denir.
Yuvarlak rotorlu senkron generatörler küçük kutup sayısı ve yüksek senkron devir sayısı için üretilmekte ve yüksek devirli buhar türbinlerinde kullanılmaktadır. Yüksek devirli buhar türbini uygulamasında kullanılan makinaların rotor boyları uzun ve çapları küçüktür. Çıkık kutuplu senkron generatörler ise genellikle çok kutuplu olarak ve düşük senkron devir sayısı için üretilmektedirler. Bu tip senkron makinaların rotor boyları kısa, çapları ise geniş olmaktadır. Hidroelektrik santrallerde elektrik üretimi için çıkık kutuplu senkron makinalar kullanılır. Şebekenin güç faktörünün düzeltilmesinde senkron motorlar kullanılır.

Elektrik motorların asenkron tipleri standart bir aygıt olmuştur. Senkron tipleriyse, büyük güç gerektiren yerlerde kullanılabilir. Alternatif akım motorları iki grupta toplanabilir: asenkron motorlar (indüksiyon motorları) ve senkron motorlar. Bütün bu motorların temel ilkesi, metalden yapılmış bir kütlenin, döner bir elektromanyetik alan yardımıyla sürüklenmesine dayanır. Bu iki grup motorlarda da eksenli iki armütür bulunur: bunların ilki olan stator sabit, ikincisi rotorsa hareketlidir. Senkron motorun statoru asenkron motorun statoruyla aynı şekilde ve aynı yapıdadır; birbirinden vernikle yalıtışmış manyetik saçlardan oluşan bir bilezik biçimindedir; bu saçların üzerindeki yivlere üç fazlı akımlarla beslenen bir sargı sarılmıştır. Bir bağımsız senkron motorda manyetik alanı, rotorun sargısını besleyen bir doğru akım yaratır; burada rotorun çalışma hızı vardır. Bu tip motorların başlıca yetersizliği, rotorun kendi başına harekete geçmemesi sorunudur.
senkron makinenin çalışma ilkesi iki farklı çalışma türü için açıklanabilir; bunlardan birinde makine generatör, diğerinde ise motor olarak çalışır. Makinenin çalışması için var olması gerekekn büyüklükler farklıdır fakat her ikisinde de gereken ve ortak olan manyetik akıdır.

Senkron Makinanın Generatör Olarak Çalışması

Manyetik alan kutup sargısının bulunduğu makinenin hareketli parçası olan rotorda üretilir. Kutup sargısı doğru akımla beslenerek hava aralığında zamana göre değişmeyen, genliği sabit olan doğru manyetik alan meydana getirir ve bu alan rotorun döndürülmesi ile statora yerleştirilmiş sargının düzlemlerinden değişik açılarda geçer ve gerilim endükler. Bu sargıda endüklenen gerilim alternatif gerilimdir, yani zamana göre değişir.

Senkron Makinanın Motor Olarak Çalışması

Motor çalışma ise makinenin elektrik enerjisini kullanarak, manyetik alan yardımıyla mekanik enerji üretmesidir.Gereken elektrik şebekeden çekilir. Manyetik alan ise generatörde olduğu gibi rotordaki kutup sargılarının doğru akımla beslenmesi ile elde edilir. makinenin motor çalışabilmesi için şebekeden çekilen elektrik akımının stator sargılarında dönen manyetik alan meydana getirmesi gereklidir. Sargılar kaç fazlıysa o kadar fazlı akım uygulanması gerekir. Böylece elde edilen manyetik alanın dönme hızı ile içinden doğru akım akan kutup sargılarının dönme hızı eşitlenir. İki döner alan beraber hareket eder ve bunun sonucunda elde edilen kuvvet rotorun sürekli senkron devir sayısında kalmasını sağlar. Böylece makine şebekeden çektği elektrik enerjisini mekanik enerjiye dönüştürür.

Çalışma esnasında üzerine çok fazla yük verildiyse, stator döner alanı ile uyarma işini gerçekleştiren rotor kutuplarının manyetik alanı birbirinden kopar, bu da senkronizmadan kopmadır ve sonuçta motor durur. Bu iyi bir özelliktir, çünkü senkron motor hiçbir zaman “yanmaz”, sadece durur ve de üzerine (motor mili) aldığı yükü sakince bırakır. Asenkron motorda ise bu hadise içler acısıdır, durmadığı için tüm yüke yüklenir ve şebekeden çok yüksek akım çeker ve sonuçta etrafa yanık bobinlerdeki iğrenç vernik kokusu yavaş yavaş dolmaya başlar.(Vernik bobinlerdeki telleri yalıtmak amacıyla kullanılır)
Asenkron motorlarla arasındaki en önemli fark iki ayrı manyetik alana sahip olmasıdır.


ERGENEKON NEREDEDİR

Eski Türk yurdu ve coğrafyası üzerine şimdiye kadar çok değişik fikirlerin ortaya atıldığı bir gerçektir. Yani Türklerin ana yurdu meselesi çok tartışılmış ve hâlâ da tartışılmaya devam ediyor. Biz de, zaman zaman çeşitli yazılarımızda ve kitaplarımızda kısmen de olsa bu konu üzerinde durmaya çalıştık.228 Bununla beraber eski Türk vatanı veya ana yurdu hususunda bizim görüşümüz Selenge ve Orkun Irmakları kıyıları olması gerektiği yo­lundadır.229
Ancak, özellikle Kök Türkçe kitabeleri göz önünde bulundurduğumuzda, bu tarihi belgelerde zikredi­len Ötüken kelimesini ele alıp, neresi olduğu konusunda fikir yürütmek gerekirse, bu coğrafi adın çok geniş bir ma­nası olduğunu düşünüyoruz. Dolayısıyla eski Türk kaynak­larında “il tutulacak yer” olarak gösterilen230 Ötüken’in tek bir nokta olmaması lazımdır. Bizce, manası hakkında da münakaşaların sürdüğü Ötüken, büyük bir coğrafi mekanı ifade ediyordu.

meselesini bu şekilde özetledikten son Türk destanlarında geçen Ergenekun’un mevkiinin neresi olduğu hususundaki soruya da geçebiliriz. Tıpkı Ötüken’in yeri mevzuundaki tartışmalarda olduğu gibi Ergenekun’un da ne anlama geldiği ve neresi olduğu yo­lunda farklı fikirlerin bulunduğunu yukarıda belirtmiştik Türklerin Türeyiş Destanı veya Ergenekun Efsanesi olarak adlandırabileceğimiz bu hikâyelerde, atalarımızın başından geçen birçok olaya şahit bulunmakla beraber, tarihi yur­dun özellikleri hakkında da bilgi sahibi oluyoruz.

Her milletin mitolojik devirlerinde, böyle gerçeklerle efsanelerin birbirine karıştığı bir dönem vardır. Dolayısıyla Türklerin tarihte yaşadığı acı ve tatlı bazı hadiseler onların beyinlerine öyle işlemiştir ki, bu genler vasıtasıyla günümüze kadar gelmiştir.231 Dünyanın bütün halklarının ken­dilerinin türediklerini kabul ettikleri mitolojik bir yaratık mevcuttur. Türkler de kendi ataları olarak kurtu kabul ederler ki, sosyologlar ve etnologlar bunun sebebini ilmi ölçüler çerçevesinde açıklamaktadırlar. Bizim asıl söyle­mek istediğimiz, bir destan şeklinde kulaktan kulağa ve yazılı bazı kaynaklarda zikredilerek gelen bu kurt ata motifinin arkeolojik malzemeler ışığında desteklenmediğiydi. Ama 1956 yılında Moğolistan’ın Bugut kasabasında bulu­nan, kurttan süt emen çocuk motifli yazıtın yanısıra, şimdiye kadar gözden kaçtığı biçimiyle veya bizim öyle öğrenmemizi istedikleri şekliyle, tepesinde bir ejderha mofinin olduğu söylenen Köl Tigin ve Bilge Kağan kitabeleri nın üstünde açıkça kurttan süt emen çocuk figürleri yer almaktadır. 232

Destandan çıkan neticeye göre; bu Ergenekun deni­len yerin dağlarla çevrili, içerisinde su ve otların bol bu­lunduğu geniş bir vadi olması gerekir. Aynı zamanda kana­atimizce, bu mekân günümüzdeki Moğolistan sınırları dahilinde aranmalıdır. Yani, bu tarihi yurda Moğolistan dışında bakmak doğru değildir. Buna karşılık Çin ve İslam kaynaklarında sözü geçen ata yurda dair işaretlerin batıda ve özellikle de Turfan ile Turfan’ın batısında, daha doğru­su lssık Köl çevrelerinde gösterilmesi, Moğolistan’da anla­tılan hikayelerin 6-11. yüzyıllar arasında yine Türk boyları tarafından batıya taşınmalarından kaynaklanmaktadır, diye düşünmekteyiz.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1993 senesinde hazır­lanan ve Moğolistan’daki Türk Anıtları Projesi (MOTAP) olarak adlandırılan233 bir çalışma kapsamında yaklaşık se­kiz senedir bu ülkede kazı ve restorasyon faaliyetlerinde bulunmaktadır. Çalışılan mekânlar târihi Türk yerleşim alanları, yani İslam öncesi Asya Türk devletlerinin ana merkezleri olan Orkun Havzası idi. Orkun Vadisi veya havzası olarak bilinen bu geniş bozkırlar neredeyse 11. asra kadar, Türklere başkentlik yapmış, Türkün beşiği olmuştur.

Orkun bölgesinde dikkati çeken iki vadi vardır: Birincisi yukarıda Orkun’un Selenge’ye karıştığı yerden, Karakurum’a kadar uzanan geniş bozkırdır ki, binlerce kilometrekare alanı kapsayan bu vadi, Orkun ve onun kollarıyla sulanır, hayvancılığa ve şehir hayatına çok müsait bir yerdir. Zaten bugün Orkun Yazıtları veya Kök Türk Kitabeleri diye adlandırdığımız abidelerin burada dikilmesi; başta Kara-balgasun, Karakurum ve Türk Hanının Balığı gibi kent kalıntılarının mevcut olması bunu ispatlamaktadır. Buranın coğrafi önemi konusunda, yine daha önce bazı yazılarımızda bilgiler sunmuştuk.234

Kutlu Ötüken topraklarının ortalarına denk gelen bu yer, Türklerin sos­yal hayatlarında vazgeçilmez bir bölge olduğu gibi, bugünkü Moğollar için de Orkun havalisi son derece mühimdir.

Orkun Havzasını teşkil eden ikinci kısım ise, Karakurum’dan Orkun Nehri’nin kaynağının çıktığı Altaylar mıntıkasına kadar uzanan alandır. Burası Orkun’un kuzeyinde kalan topraklardan daha dar bir vadiye sahiptir. Bölgenin üç tarafı yüksek sıradağlar ve ormanlarla çevrili­dir. Buranın ilginç olan bir özelliği de, arazinin volkanik bir yapıda bulunmasıdır. Yani bazı yeryüzü şekilleri, dağ ve tepelerin oluşması birtakım volkan patlamalarıyla meyda­na gelmiştir. Bir başka hususiyeti de, burası bir deprem sahasıdır. Herhalde vadide bir fay hattı mevcut olup, za­man zaman yer sarsıntılarının olduğunu sanıyoruz. Bunun en büyük göstergesi, Moğolistan’ın en büyük şelalesi olan Orkun çağlayanının burada olmasıdır. Şöyle ki: Orkun Irmağı ve vadisi çıktığı dağlardan biraz yol aldıktan sonra söz konusu yerde birden seviye kaybetmekte, vadi neredeyse 100 metrelik bir çöküntüyle aşağıya inmektedir.

Biraz önce anlattığımız coğrafyaya ait güzellikleri gözönünde bulundurunca, insanın aklına Ergenekun burası mıydı, gibi bir soru ister istemez gelmektedir. Tabii ki, bazı şeyleri yazıyla anlatmak mümkün değil. Mutlaka zihinlerde canlandırabilmek için görülmesi, aklın somut bir şekilde o nesneyi algılaması şarttır.

Ergenekun Destanı’nı hatırladığımızda, işte bu geçit vermez dağların etrafında yetmiş yere, yetmiş körük kon­duğunu ve dağın eritildiği aklımıza geliyor. Orkun Şelalesi olarak adlandırdığımız bölge, adeta lavların püskürmesi sonucunda, toprağın üzeri erimiş demir curuflarıyla be­zenmiştir. Büyük ihtimal, binlerce yıl evvel bir deprem veya volkan patlaması sonucunda burada bir tabii felâket yaşanmış da olabilir. Ya da insanların gözleriyle gördüğü yamaçlardan inen lav akıntılarının, zamanla dağlardaki madenlerin insanlar tarafından eritilmesi şeklinde destanın içerisine de girme ihtimali vardır.235

228 – S. Gömeç, “Ergenekun Yurdun Adı”, Meslek Hayatının 25. Yılında Prof. Dr. Abdulhalûk M. Çay, C. 1, Ankara 1998.

229 – Bakınız, Gömeç, Kök Türk Tarihi, s.1.

230 – Bakınız, Köl Tigin Yazıtı, Güney tarafı, 34. satır; Bilge Kağan Yazıtı, Kuzey tarafı, 3. satır: İl tutsık yir Ötüken-Yış ermiş.

231 – Öyle sanmaktayız ki, Şikarî’nin aktardığı Karaman-name’de Ergenekun’un izlerini görmek mümkündür. Bakınız, Karamanoğulları Tarihi. Konya 1946, s. 105, 133-135.

232 – Gömeç, “Türk Tarihinin Kahramanları: 20- Köl Tigin” Orkun, sayı 73, İstanbul 2004.

233 – Gömeç, “Moğolistan’daki Türk Anıtları ve Eserleri Projesine Dair” Orkun, Sayı 40, İstanbul 2001.

235 – S. Gömeç, “Ergenekun”, Orkun, Sayı 79, İstanbul 2004.

………….

Kaynak:

Türk Destanlarına Giriş, S. 155-159

Prof. Dr. Saadettin Gömeç


Evrensel SIRLAR 2

Sanırmısın ki işleriniz yalnızca 5 duyuyla akıyor. Hepiniz bir manyetik bulut içinde yaşıyor. Bu manyetik bulut ise tümüyle beyinlerin yaydığı farklı frekanslardaki dalga boylarının oluşturduğu bir bulut. Ve siz içindesiniz o bulutun.

Seven beyinlerin yaydığı dalgalar, beyin verici gücüne göre yayılırken, aynı frekanstaki açılımı olan beyinler tarafından da alınarak yaşanır. Nefret, kin, kavga duygularını yayan beyinler için de bu böyledir. Dalgalar arasında kavga karışıklık olmaz. Herkes kendi alıcısından beslenir.

Sevgi dalgaları addicti, yeryüzündeki en güçlü bağımlılıktır. Dalga boyu yapı olan beyinlerin oluşumundaki ‪#‎sevgi‬ dalgaları cinsinden beslenir..

Tekin Seyri - Özün Seyri

Demek ki, varlığımızın hakikati, aslı, orijini olan sınırsız Tek’e ayna olabilmek; ya da o mânânın aynamıza yansıması, ancak aynanın varlık ve beşeriyet kirlerinden, kayıtlarından arınması ile mümkün olur.

Hz. İsa (aleyhisselâm)’ın;

“Sen, insan gibi düşünüyorsun, insanca düşünüyorsun; ALLÂH gibi değil!”

Şeklindeki işareti üzere, beşerî değer yargılarıyla varlığa ya da özüne bakan kimse için bu konuştuklarımız elbette müyesser değildir!

Kendini madde kabul etmekten, maddeye sahip çıkmaktan, denizin içinde bir damla buz olarak yaşamaktan kendini soyutlayamayanlara elbette müyesser olmaz!

Dünya ve içinde var olan her şey, insan için bir oyun ve oyalanmadan başka bir şey değildir...

Bütün bu varlık, “Hakikat-i Muhammediye” denilen, Hz. Muhammed’in hakikati denilen, kendini seyreden “Akl-ı Evvel” için dilenilmiş, tasarlanmış, sûretlenmiş bir yapıdır...

Eğer, o mânânın seyri için var olmuşsan; beş duyudan, beşerî kayıt ve duygulardan arınıp, bilinç aynanı perdeleyecek en ufak bir tozdan, duygudan, düşünceden, şartlanmadan, bedenî ve içgüdüsel isteklerden arınmak suretiyle özüne yaklaşmak, sana mümkün olabilecektir.

Aksi takdirde;

“Bu yolda nice başlar kesilir, hiç soran olmaz!..”

Hükmünce geçer gider...

“Başaktaki kimi buğday tanesi pasta olup sofraya konmak, kimi de tarlada helâk olup gitmek içindir...”

İşaretince, geçip gitmek içindir!

Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ı sevmekten amaç, O’nun hâliyle hâllenip, O’nun ilmi ile ilimlenip, O’nun şuuru ile şuurlanıp, O’nda yok olmaktır!

“Asit kazanına düştüm” diyenin alâmeti, varlığından eser kalmamasıdır!.. Suya düşüp, içinde kulaç atıp da, “Ben asit kazanının içinde yok oluyorum!..” diyenin eline, zatürre olup hastalanıp yatağa düşmekten başka bir şey geçmez!..

“Kavanoz yalamakla, balın tadına, lezzetine, içindeki gücüne erişilmez!”

“Ben onu seviyorum, ona aşığım denip” de O’ndaki özellikler ile hâllenmedikçe, O’na ulaşmak, O’na vâsıl olmak asla mümkün olmaz!

“Her kuş kendi sürüsüyle uçar.”

Kim ne için var edilmişse er geç ona döner...

Öyleyse, bizler de her ne mânâ için var olmuşsak, eninde sonunda, o mânânın gerektirdiği hâl ile hâllenecek, o mânânın oluşacağı ortama dönecek ve böylece Allâh’a karşı fıtrî kulluğumuzu yerine getirmiş olacağız.

“Bu varlıkta var olan her şey, Allâh’a kulluk etmektedir…”

“‪#‎Allah‬ kulluğu için, insanların ve cinlerin var olması…”

Hükümleri, bu fıtrî ibadeti, yani “ne mânâ için var olmuşsa, o mânâyı yerine getirir, o mânânın gereği olaylarla o sûrete bürünür, o mânânın gereğini yaşar” anlamınadır...


Osmanlı tuğrasının üzerindeki 30 sembolün anlamı

İngiltere’de 1346′da Kral III. Edward tarafından Dizbağı Nişanı‘nın geleneği ortaya çıkarılmıştı. Bu gelenekte şöyle bir uygulama vardır: Nişanı alan kişi ya da hükümdarların armaları Londra‘da Windsor Sarayı‘nda bulunan Saint George Kilisesi‘nin duvarında asılmaktadır. Ancak o zamanlarda Osmanlı Padişahı’nın arması henüz bulunmamaktadır. Bunun üzerine Kraliçe Victoria, Prens Charles Young ismindeki arma uzmanını Osmanlı için arma tasarlamak üzere görevlendirir. İstanbul‘a gelerek araştırmalarda bulunan Young‘a, Etyen Pizani isminde bir tercüman yardımcı olur.

İngiliz tasarımcı, padişahlık alameti olan saltanat kavuğunu, sorgucu, ay-yıldızlı sancağı ve tuğrayı ön plana çıkararak bir arma hazırlar. Bir yılda hazırlanan arma, Osmanlı Devleti’nin Londra Sefiri Kostaki‘ye teslim edilir. Kostaki tarafından İstanbul’a gönderilen arma çizimlerini Sultan Abdülmecit de beğenir. Bu şekilde oluşan Osmanlı Devleti arması İngiltere‘nin Saint George Kilisesi‘ndeki yerini alır. Kraliçe Victoria‘nın Charles Young‘a tasarlattığı arma, Sultan II. Abdülhamit döneminde ise terazi ve silahlar eklenerek son şekline kavuşmuş olur.



İşte Osmanlı tuğrasının üzerindeki 30 sembolün anlamı:

1- Tuğranın etrafındaki güneş motifi, padişahın güneşe benzetilmesinden ileri gelir.

2- II. Abdülhamit’in tuğrasıdır.

3- Sorguçlu serpuş: Osman Gazi”yi ve tahtı temsil eder.

4- Yeşil Hilafet sancağı.

5- Süngülü tüfek: Nizam-ı Ceditle birlikte Osmanlı ordusunun asıl silahı olmuştur.

6- Çift taraflı teber.

7- Toplu tabanca.

8- Terazi: şeşper ve asaya asılıdır, adaleti temsil eder.

9- (Üstte) Kuran-ı Kerim. (Altta) Kanunnameler.

10- Nışan-ı al-i imtiyaz: Devlet adına faydalı işlerde bulunmuş ilim adamları, idareci ve askerlere veriliyordu.

11- Nışan-ı Osmani: Sultan Abdülaziz Han tarafından 1862′de ihdas edilmiş olup, devlet hizmetinde üstün başarı sağlayanlara verilirdi.

12- Asa ve şeşper

13- Çapa, Osmanlı denizciliğini temsil eder.

14- Bereket boynuzu

15- Nışan-ı iftihar

16- Yay

17- Mecidi nişanı

18- Borazan, modern mızıka takımının kullandığı çalgı aletidir

19- Şefkat nişanı, 1878′de II. Abdülhamit Han tarafından ihdas edilmiş olup; savaş zamanında, büyük afetlerde devlete, millete hizmet eden kadınlara verilirdi.

20- Top gülleleri (Bazı armalarda bulunmuyor.)

21- Kılıç

22- Top, topçu ocaklarını temsil eder.

23- El siperlikli tören kılıcı: bu kılıç klasik Türk kılıcı olmayıp, o devirdeki subaylar tarafından kullanılırdı.

24- Mızrak.

25- Çift taraflı teber, orduda üst düzey görevliler tarafından üstünlük sembolü olarak kullanılmıştır.

26- Tek taraflı teber (balta)

27- Bayrak

28- Osmanlı sancağı

29- Mızrak: Son dönem mızraklı süvari alaylarını remz eder

30- Kalkan, Ortasında stilize edilmiş bir güneş motifi var. 12 yıldız: Rivayete göre bu 12 yıldız 12 burcu temsil eder. Güneş bu burçlar üzerinde hareket eder.


Etiketler : Osmanlı tuğrasının, üzerindeki, 30 sembolün, anlamı,Osmanli armasi, ne manaya geliyor,


Plato Nedir? Oluşumlarına Göre Platolar ve Türkiyenin Platoları Nelerdir?

Anadolu 3. zaman boyunca düzleşme gösteren ve bu düzleşmesini 4. zamanda yükselme ile tamamlayarak bugünkü şekline ulaşan, yükseltisi fazla yer şekillerinin oluşturduğu bir bölgedir. Türkiye sınırları içerisinde kalan Anadolu’da bu özelliğine bağlı olarak akarsular sayesinde derin vadilerle parçalanmış ve çevresi içerisinde yüksek kalan yerler olan plato oluşumu çok fazla görülür. Platolar yüksekliğe bağlı olarak Anadolu’nun çeşitli yerlerinde ortaya çıkarken, oluştuğu bölgenin yapısına göre 4 farklı oluşumla meydana gelmiştir.

Plato bakımından zengin olan Türkiye’nin 7 coğrafi bölgesinde de çeşitli oluşumlarla ortaya çıkmış dağlar ve ovalar arası geçiş bölgeleri bulunmaktadır. Plato en basit ifadeyle akarsular tarafından derin vadilerle yarılmış düzlüklerdir.
Ülkemiz engebeli ve dağlık bir coğrafi yapıya sahip olmasına rağmen plato sayılarımız da bir hayli fazladır. Platoları yaran akarsular çok derin vadiler oluşturduğundan, bu sulardan tarım alanında yararlanılamaz.

Plato Nedir? Türkiye'deki Platolar ve Özellikleri

Akarsular tarafından derin vadilerle parçalanmış düz veya hafif engebeli yüksek düzlüklere plato denir.

Genellikle eş anlamda kullanılan plato ile yayla sözcüğünü birbirinden ayırmak gerekir.

Çünkü yayla daha çok yaz aylarında hayvancılık faaliyeti ve dinlenme amaçlı kullanılan geçici yerleşim alanı iken plato, bir yeryüzü şeklidir.

Günümüzde turizm etkinliklerinin yapılmaya başlandığı yaylalarda hayvancılık faaliyeti esastır.

Türkiye’deki önemli yer şekillerinden biri de platolardır. Büyük bir bölümü aşınmaya uğramış olan Anadolu’nun Dördüncü Jeolojik Zamanda toptan yükselmesi platoların geniş alan kaplamasına neden olmuştur.

Ancak ülke genelindeki toptan yükselmenin bölgelere göre farklı olması, platoların farklı yükseltilerde yer almasını sağlamıştır.

Örneğin, Güneydoğu Anadolu’da platolar 600-700 m yükseklikte yer alırken, İç Anadolu’da 1000-1500 m, Doğu Anadolu’da ise 1800-2500 m arasında bulunmaktadır.

Ülkemizdeki platoları oluşumlarına göre şöyle sınıflandırabiliriz:

Yatay duruşlu platolar:


Kumlu, killi ve kalker özelliğindeki yatay uzanışlı tabakalara sahip eski tortuların akarsular tarafından yarılması ile oluşmuştur.

Ülkemizin en geniş plato alanına sahip olan İç Anadolu Bölgesi’nde bu tür platolara sıkça rastlanır. Bunlardan Obruk platosu, Tuz Gölü’nün güneyi ile Konya Ovası arasında uzanır.

Tuz Gölü’nün batısında Cihanbeyli ve kuzeybatısında Haymana Platosu yer alır. Yukarı Kızılırmak bölümünde bulunan Bozok ve Uzunyayla platoları ile iç Batı Anadolu Bölümü’ndeki Uşak-Eşme, Kütahya-Afyon arasında yer alan Yazılıkaya da bu tür platolardandır.

Yer şekilleri bakımından sadeliği ile dikkat çeken Güneydoğu Anadolu Bölgesi de yatay uzanışlı platolara sahiptir.

Batıda yer alan Gazi Antep ve Şanlı Urfa platoları bu tür platolar arasında yer alır. Bölgenin diğer platoları; Diyarbakır Havzası, Mardin ve Mazıdağı çevresindeki parçalı arazilerdir.

Lav platoları:


Volkanik faaliyetlerin yaygın olduğu alanlarda lav akıntılarının çukurları doldurması sonucu meydana gelen hafif dalgalı düzlüklerin akarsular tarafından yarılması ile oluşmuşlardır. Bu tür Platolar daha çok Doğu Anadolu Bölgesi’nde görülür.

Erzurum-Kars platoları ile Allahüekber ve Yalnızçam Dağarı üzerinde yer alan bazı düzlükler bunlara örnektir. Ayrıca toptan yükselmenin en fazla olduğu Doğu Anadolu Bölgesi, Türkiye’nin en yüksek platolarına sahiptir.

Karstik platolar:

Su ile kolaylıkla çözünen kalkerli yapıya sahip arazilerde akarsu aşındırması sonucu oluşmuşlardır. Akdeniz Bölgesi’ndeki Taşeli platosu bu türdendir.

Aşınım platoları:

Uzun yıllar boyunca aşınan yüzeylerin yükselmesi ile susurlar. Ülkemizin dağlık bölgeleri olan Karadeniz ve Akdeniz bölgelerinde bu tür platolara rastlamak mümkündür.

Orta Karadeniz Bölümü’ndeki Canik ve Giresun dağları üzerindeki düzlükler ile Fatsa ve Şebinkarahisar arasındaki Perşembe Platosu, bunlara örnektir.

Türkiye’nin ortalama yükseltisi en az bakımından en alçak bölgesi olan Marmara Bölgesi’ndeki Çatalca ve Kocaeli Platoları da birer aşınım platosudur.

Ülkemizdeki platoların genel özellikleri:

• Ortalama yükseltileri genel olarak 1000 m’nin üzerindedir.
• Büyük bir bölümünde tahıl tarımı ve küçükbaş hayvancılık yapılır. Daha yüksek olanlarda ise büyükbaş hayvancılık faaliyeti ön plana çıkar. Bu nedenle platolar, ovalardan sonra Türkiye ekonomisine katkısı olan ikinci önemli yer şekilleridir.
• Platoların ortalama yükseltisinin fazla olması ülkemiz genelinin toptan yükselmelere uğradığını gösterir.
• Ovalardan sonra nüfusun yoğunlaştığı önemli yerleşim alanlarıdır.
• Bazı platolarımızda yaylacılık faaliyetleri de yapılmaktadır. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yer alan platolarda akarsuların derin vadiler içinde akması, yaz aylarının kurak geçmesi sulama sorununu ortaya çıkarmıştır. GAP’ın tamamlanmasıyla söz konusu sorunun büyük bir bölümü çözümlenmiş olacaktır.

Türkiye’nin Platoları

Türkiye’nin platoları kpss coğrafya Türkiye’nin yeryüzü şekilleri konuları içinde işlenmektedir. Ülkemizde yer alan platoların özelliklerini iyi kavrayabilirsek, hangi platonun hangi bölgede yer aldığını daha rahat kavrayabiliriz.
Türkiye’nin Platoları

Plato, akarsular tarafından derin vadilerle yarılmış düzlüklere denilmektedir. Kpss coğrafya dersinde Türkiye’nin platoları incelenirken, hangi platonun hangi özelliğine sahip olduğunu ve nasıl oluştuğunu analiz edebilmeliyiz. Bu yüzden ülkemizde yer alan platoların özelliklerini sıralayalım.

    Türkiye’de platolar geniş yer kaplamaktadır. Engebeli ve dağlık bir ülke olmamıza rağmen bu kadar çok plato olmasının sebebi, 3. ve 4. jeolojik zamanlarda ülkemizde gerçekleşen toplu yükselmedir.

Platolar 3. ve 4. zamanda gerçekleşen toplu yükselmenin bir kanıtıdır.

    Platoları yaran akarsulardan tarım sulamasında yararlanmak zordur.

Bunun sebebi akarsuların oluşturduğu derin vadi şeklidir. Vadi çok derin olduğu için tarım alanında sulamadan yararlanamayız.

    Yüksek platolarda büyükbaş mera hayvancılığı, alçak platolarda ise tarım ve küçükbaş hayvancılığı gelişmiştir.

Oluşumlarına Göre Türkiye’nin Platoları

Türkiye’nin platoları oluşumlarına göre dörde ayrılmaktadır.

1) Volkanik Platolar: Lav tabakalarının akarsular tarafından yarılmasıyla oluşan plato çeşididir.

    Ülkemizdeki en yüksek platolar volkanik platolardır.
    Toprakları verimlidir. Ancak yükseklik ve iklim şartları elverişsiz olduğu için tarım pek yapılamaz.
    Çayır ve iğne yapraklı ormanlar bu platolarda yer alır.
    Yağış rejimi ve yükseltisi nedeniyle yazları sıcak ve kurak geçmez.

Erzurum – Kars Platosu ve Ardahan Platosu ülkemizdeki volkanik platolara örnek teşkil eder. Kpss genel kültür coğrafya sorularında platolardan en çok Erzurum-Kars Platosu ile ilgili soru çıkmaktadır.
Erzurum – Kars platosunda yıl içinde yağış en çok yaz aylarında düşer. Buna bağlı olarak da gür otlaklar oluşur. Dolayısıyla büyükbaş mera hayvancılığı bu bölgede gelişmiştir.

2) Karstik Platolar:
Kalker ve Jips gibi eriyebilen ya da çözülebilen kayaçların bulunduğu arazilerin akarsular tarafından aşındırılması sonucu oluşan platolardır.
Akdeniz Bölgesindeki Taşeli Platosu ve Antalya’nın batısındaki Teke Platosu karstik platolara örnek teşkil eder. Bu platoların geçirimli arazi yapısı ve taban suyunun düşük olması toprağın verimsizliğine, dolaylı olarak da nüfusun seyrek olmasına sebebiyet vermiştir.

3) Tabaka Düzlüğü Platoları:
Tabaka uzanışı yatay duruşlu olan tortulların akarsular tarafından derin bir şekilde yarılması ile oluşan platolardır. Genellikle İç Anadolu Bölgesinde yaygın olan bu platolarda tahıl tarımı ve küçükbaş hayvancılık yaygındır.
İç Anadolu Bölgesinde yer alan Haymana Platosu, Cihanbeyli Platosu, Obruk Platosu, Bozok Platosu, Uzunyayla Platosu ; Ege Bölgesinde yer alan Yazılıkaya Platosu ; Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yer alan Gaziantep Platosu ve Şanlıurfa Platosu tabaka düzlüğü platolarına örnektir.

4) Aşınım Platoları: Aşınma sonucu düzleşen yerlerin herhangi bir yükselme olmaksızın sonraları akarsular tarafından yarılması sonucu oluşan platolardır.
Marmara Bölgesinde yer alan Çatalca – Kocaeli Platosu ve Karadeniz Bölgesinde yer alan Perşembe Platosu aşınım platolarıdır.
Türkiye’nin platoları içinde en alçak plato Çatalca Kocaeli platosudur. Çatalca-Kocaeli platosu nüfusun en yoğun olduğu, sanayileşmenin en fazla olduğu ve doğal yapının en çok bozulduğu plato özelliğini taşımaktadır.


Saç Kaynağı Nedir Nasıl Yapılır, Kaynak Çeşitleri Nelerdir

Günümüzde kadınların sık olarak kullandığı kaynak saçlar, kısa saçların uzun ve gür görünmesine yarayan, birçok farklı şekilde yapılabilen
uygulamalardır. Kullanışlı olup olmadıkları ise tartışılır.

Titiz olan ve saç bakımına özen gösteren kişilerin kullanması oldukça zordur. Yaptırmaya karar vermeden önce iyi düşünmekte yarar var. Sonrasında vazgeçtiğinizde de zor bir süreç sizi bekliyor olacaktır.
Söze her ne kadar olumsuz yönleriyle başlasak da, saç kaynakları oldukça kullanışlı, kadınların bir çok yönden işine yarayan uygulamalardır. Örneğin saçlarınızı kestirdiniz ve pişman oldunuz. E bir de yavaş uzayan bir saçınız varsa işiniz daha da zor. Saçlarınızın eski haline gelmesi için aylarca beklemeniz gerekecek. İşte saç kaynağı uygulamaları tam da bu noktada işinizi kolaylaştırıyor. Güvendiğiniz bir kuaföre, doğru tekniklerle yaptıracağınız saç kaynağı sayesinde, saçlarınız eski uzun ve havalı haline dönüşebilir. Bunun yanında bazı kadınların yapı itibariyle saçları çok seyrek olabiliyor. Saç aralarına atılan kaynaklar sayesinde saçlar olduğundan çok daha sık ve gür bir görünüm kazanabilmektedir. Bunda da yine önemli olan püf nokta işinin ehli birine yaptırmak ve saçlarınıza doğal bir görünüm vermektir.

Saç Kaynağı Nasıl Yapılır, Kaynak Çeşitleri Nelerdir

Saç kaynağı, kadınların en önemli noktaları saçlarıdır. Neredeyse tüm kadınlar saçlarına çok önem ve özen gösterirler. Saç güzellikleriyle de dikkat çeken birçok kadın vardır. Bununla birlikte kadınlar saçlarına bakımlarını ve renk değişimleri, kırık aldırma vs. gibi işlemleri iyice arttırmış ve sıklıkla kuaföre gider olmuşlardır. Günümüzde kadının saç bakımıyla alakalı birçok yöntem vardır. Bu yöntemlerden biri olan saç kaynağından sizlere ayrıntılarıyla bahsedeceğiz.

Saç Kaynağı Uygulaması Genelde Neden Yapılır

Genelde bayanların bu uygulamaya başvurma sebebi şudur; saçları çabuk uzamayan ya da seyrek cansız saçlar gibi sıkıntılar yaşayan bayanlar bu uygulamaya başvururlar. Bu uygulamayla birlikte çok şık ve göz alıcı saçlara sahip olabilmektesiniz.

Saç Kaynağı Nedir

Kadınlar bu senede bu uygulamayı çok kullanmaktadır. Peki bu saç kaynağı nedir? Şöyle ki saç kaynağı saçları kısa olan ama uzun olmasını isteyen kadınların kaynak yaptırarak saçlarının uzun gözükmesini sağlamaktadır. Saç kaynağıyla beraber gür ve güzel saçlara sahip olabilen bayanların bazıları ise sadece zevk için yani farklı renkler ve tonlar için bu yönteme başvurabilmektedir. Bu kaynaklar herkes tarafından çok kullanım görse de bazı kişiler için hiç uyumlu olmamasıyla bilinmektedir. Bunun sebebiyse gerçekten saç kaynağı dışında, normal bir zamanda saçıyla çok uğraşan, çok ilgilenen ve çok bakım yapan kişi saç kaynağından rahatsız olmaya başlar. Bu kişiler için bu uygulama pekte uygun değildir. Saç kaynağını yaptırdınız sonrasında ise vazgeçtiniz diyelim o zaman biraz zor zamanlar yaşamanız çok mümkündür. Bu yüzden bu uygulamaya başvurmadan önce kesinlikle çok düşünülmelidir.

Size olabilecek dezavantajlarından bahsettik. Ancak kullanım sayısıyla birlikte de beğeni almış ve hoş bir pozisyona gelmiş bir uygulamadır. Örnek olarak saçlarınızı kesmeye karar verdiniz. Sizde kısa saçın daha çık duracağını düşündünüz. Ancak saçlarınız kısalınca beklediğiniz şıklık veya istediğiniz saçlar ortaya çıkmadı işte o zaman bu yönteme başvurmanız biraz daha mantıklı olacaktır. Özellikle bu yönteme başvuran kişiler saçları yavaş uzayan, kısa saçlı insanlardır.

Saç Kaynağını Herkes Yapamaz

Saç kaynağı yaptırmaya karar verdiğinizde sıkı bir araştırma yapmalısınız. Belirli ve iyi bir kuaförünüz varsa talebinizi ileterek bu uygulamadan faydalanın. Bu şekilde eski daha güzel olduğunu düşünen saçlarına kavuşmuş olan birçok kişi var. Saç kaynağı olayının bir de her saç ile uyumu söz konusu değildir. Sizin saçlarınızla yapmak istediğiniz kaynak şeklinin uyumu oldukça önemlidir. Saçlarınız çok hassas ve çok kırılgansa aynı zamanda da çok boyatma durumunuz söz konusuysa saç kaynağı ek tavsiye edilmeyecektir.

Saç Kaynağı Nasıl Yapılır

Saç kaynaklı, normal saçların 0,7 milimetre ile 1 santimetre arası kadar mesafeden başlatılmaktadır. Düzenli şekilde takibi sağlanmalı ve teyit edilmelidir. Bu takip sizin içinizi ferahlatacaktır. Saçtan saça değişen uzama süreleriyle birlikte yaklaşık 7 ay civarında bu kaynaklar sökülerek tekrar gereken mesafelere uygulanmaktadır.

Saç Kaynağı Çeşitleri

Saç kaynağı, çeşidi olarak 5 tanedir.

    Silikon Kaynak
    Halkalı (Boncuk) Kaynak
    Poliüretan Kaynak
    Keratin (Mikro) Kaynak
    Tres Kaynak



Kültür Nedir? Özellikleri işlevleri ve Kazanılması Nasıl Olur ?

KÜLTÜR

Bir toplumun tarihsel süreç içinde ürettiği ve kuşaktan kuşağa aktardığı her türlü maddi ve manevi özelliklerin bütününe kültür denir.

Kültür, bir toplumun kimliğini oluşturur, onu diğer toplumlardan farklı kılar. Kültür, toplumun yaşayış ve düşünüş tarzıdır.


Kültür, genel olarak iki öğeden oluşur

a) Maddi Kültür Öğeleri: Binalar, her türlü araç-gereç, giysiler vb.

b) Manevi Kültür Öğeleri: İnançlar, gelenekler, normlar, düşünce biçimleri vb.

Kültürün maddi ve manevi öğeleri arasında sürekli bir etkileşim vardır. Birinde meydana gelen bir değişim diğerini de etkiler.
turkforumuz.biz'den alınmıştır
Kültür, toplumun doğal çevresinden yani coğrafi koşullardan etkilenir. Örneğin, dağlık bölgelerde yaşayan toplumların kültürüyle verimli ovalarda yaşayan toplumların kültürü birbirinden farklıdır.


KÜLTÜRÜN ÖZELLİKLERİ


* Kültür görelidir. Yani her toplumun kendine özgü kültürü vardır.
* Kültür tarihseldir. Yani geçmişten günümüze süregelmektedir.
* Kültür insan eseridir. İnsanlar hem kültürü oluştururlar hem de kültürden etkilenirler.
* Kültür durağan değildir. Zaman içinde değişir. Maddi öğeler daha hızlı değişir. Ayrıca her toplumda kültürel değişim hızı birbirinden farklıdır.

KÜLTÜRÜN İŞLEVLERİ

* Birey davranışlarını yönlendirerek toplumsal düzeni sağlar
* Topluma kimlik kazandırır. Toplumu diğer toplumlardan farklı kılar
* Toplumsal dayanışma ve birlik duygusu verir. “Biz bilinci”
* Toplumsal kişiliğin oluşmasını sağlar. “sosyalleşme”


KÜLTÜRÜN KAZANILMASI


İnsanların toplumları, ülkeleri birbirinden farklı da olsa biyolojik olarak birbirlerine benzerler, ama inanç, düşünce, tutum ve olayları algılayış tarzı bakımından farklıdırlar.

Bu farklılığı ortaya çıkaran etkenlerin başında içinde yetiştikleri kültürel yapıdır. Bireyler, kültürü sosyalleşme süreciyle kazanırlar.

Sosyalleşme (Toplumsallaşma), (Sosyalizasyon):

Birey, içine doğduğu kültürel ortamın özellikleri ana-babasından, yakınlarından, arkadaşlarından, okuldan, sokaktan ve iş ortamından öğrenir. Ömür boyu süren bu öğrenme ve uyma sürecine sosyalleşme denir.

Birey sosyalleşme süreciyle içinde yaşadığı toplumun bir üyesi olur. Olayları algılayış tarzından giyim tarzına, düşünüş tarzından davranış biçimine kadar her konuda kültürden etkilenir.

Sosyalleşme süreci, aynı toplumdaki bireyleri genel olarak birbirine benzetir. Ancak aynı kültürel ortamda da yaşasa her insanın yaratılış özellikleri farklı olduğu için kişilikleri birbirinin aynısı değildir.


KÜLTÜRLE İLGİLİ TEMEL KAVRAMLAR


1- Üst Kültür: Bir toplumda geçerli olan genel kültür özellikleridir. Toplumun her kesiminde bilinir ve benimsenir.

Örnek:
Genel Türkiye kültürü, genel Çin kültürü, genel İtalyan kültürü gibi…


2- Alt kültür:
Üst kültür içindeki din, dil, töre ve etnik köken bakımından kendine özgü özelliklere sahip toplulukların kültürüdür.

Örnek: Türkiye’deki Kürt, Laz, Alevi, Yörük kültürü, Amerika’daki Kızılderili, Zenci, Göçmen kültürü gibi…


3- Kültürleme: Toplumun, kendi kültürel özelliklerini yeni kuşaklara sosyalleşme yoluyla aktarmasıdır.

Örnek: Türk toplumunda yetişen bir kişi Türk gibi düşünür, davranır ve giyinir.
turkforumuz.biz'den alınmıştır
4- Kültürleşme: Farklı kültürlerin karşılıklı etkileşime girmesiyle gerçekleşen kültür alış-verişidir. Kültürleşme süreci sonunda her iki toplum da yavaş ya da hızlı değişir.

Örnek: Aynı mahallede oturan Türk ve Kürt toplulukların zamanla birbirini etkilemesi, Avrupa birliğine üye ülkelerin kültürel etkileşime girmesi


5- Kültürel Yayılma: Bir kültürde ortaya çıkan maddi veya manevi kültür öğesinin dünyadaki başka kültürlere yayılmasıdır.

Örnek: Spagettinin İtalya’dan, ulusçuluk fikrinin Fransa’dan, tütünün içmenin Kuzey Amerika yerlilerinden, yoğurdun Türklerden dünyaya yayılması gibi…


6- Kültürel Gecikme: Bir toplumdaki maddi kültür öğelerinde meydana gelen değişim hızına, manevi kültür öğelerinin ayak uyduramaması oluşan uyumsuzluk ve görgüsüzlük durumudur.

Örnek:
Cep telefonu (maddi kültür) hızla yaygınlaşmaktadır ancak onu kullanma görgüsü (manevi kültür) aynı hızda gelişmemektedir. Bunun sonucu olarak toplu mekânlarda yüksek sesle konuşulmakta, tiyatro, cami gibi yerlerde kapatmaya özen gösterilmemektedir. Ayrıca, apartman, kredi kartı, belediye otobüsü, sonradan görme zenginlik vb.


7- Kültürel Şok: Kendi kültür ortamından başka bir kültür ortamına katılan bireylerin yaşadıkları bunalım ve uyumsuzluk durumudur.

Örnek: Almanya’ya giden ilk Türk işçilerin uyum sorunları, kentten köye gelin olan bir kızın uyum sorunu, Doğuda bir köye atanan yeni İzmirli öğretmen vb…


8- Kültür Emperyalizmi: Emperyalizm, bir ülkenin başka bir ülkenin kaynaklarını sömürmesi demektir. Kültür emperyalizmi, gelişmiş ülkelerin az gelişmiş diğer kültürleri özellikle kitle iletişim araçlarıyla etkilemesi ve kendine benzetmesidir. Kültür emperyalizmi, sömürgeciliği kolaylaştırır.
turkforumuz.biz'den alınmıştır
Örnek: Batı kültürü, TV programları ve filmleriyle diğer kültürleri giyim, eğlence ve tüketim alışkanlıkları bakımından kendine benzetmektedir. Böylece Batı, ürettiği ürünlere daha çok pazar bulacaktır.


9- Kültürel asimilasyon: Bir kültürün, kendi içindeki azınlık kültürü eritmesi ve kendine benzetmesidir. Asimilasyon normal bir süreçle olabildiği gibi devlet eliyle zorla da olabilir.

Örnek: Bulgar Türklerinin zamanla Slavlar içinde erimesi, Anadolu’daki Türklerden önceki eski halkların Türk kültürü içinde erimesi, Azteklerin Meksika kültürü içinde erimesi vb…


10- Kültürel Yozlaşama: Yabancı kültürlerin olumsuz etkisi ve toplumun kendi öz değerlerine yeterince sahip çıkmaması sonucu meydana gelen kültürel bozulmadır.

Örnek: Gençlerin batı kültürüne özenmesi, yardımlaşmanın yerini çıkarcılığın ve duyarsızlığın alması, anadilin yabancı kelimelerle yozlaşması, dini bayramların özünden uzaklaşıp tatile dönüşmesi, işyeri isimlerinin yabancı kelimelerden seçilmesi


Geçmişten Günümüze Kadim Bilgelik Sırları

Eskilerde “Gizli ve Ulaşılmaz” olan evrensel bilgi, günümüzde merak eden, arayan, araştıran, ilgi duyanlar için her zamankinden daha fazlar gözler önünde artık. Bunlar aynı zamanda tüm insanlığın ortak mirası ve bazı temel soruların cevaplarını içeriyorlar. Kadim bilgelik sırları, ölmeden önce bilmeniz gereken sırlardır ve onları ne kadar erken öğrenirseniz o kadar engin bir hayat yaşarsınız. Böylece her yönden zenginliğe ulaşılabilir, maddi ve manevi dünya için sır kapıları önümüzde bir bir açılabilir.

Bu öyküler, Saabi bilgesi Hermason ile öğrencileri ve çevresindeki insanlar arasında geçmektedir. Öğretmen ve öğrenci arasında geçen konuşmalar, bilgelik sırlarına açılan bir kapı olacaktır sizler için. Öyküler, okuyanlara ibret alacakları ve aydınlanacakları dersler vermektedir.

1. Dürüstlük En Değerli Şeydir

Bir gün Hermason, çok büyük bir para karşılığında eflatun çimen satın aldı. Ticaret ile uğraşan başka bir adam onun dükkânına geldi ve o eflatun çimenin sahte olduğunu söyledi. Hermason ona inanmadı. Çimeni test etti ve hepsinin gerçekten sahte olduğunu anladı.

Diğer adam, “Merak etme, bu eflatun çimen ile hâlâ kumaş boyayabilirsin. Ondan sonra boyadığın kumaşı daha küçük dükkânlara düşük fiyatla satabilirsiniz.” dedi.

Ertesi gün birkaç tüccar, kumaşları satın almak için onun dükkânına geldi. Hermason sahte eflatun çimenle herhangi bir kumaşı boyamadı ve bu tüccarların önünde sahte çimenin hepsini yaktı ve “Başkalarının faydasını kurban edeceğime, paramı kaybetmeyi tercih ederim.” dedi.

Kazançta dürüstlüğü vurgulamak bir Saabi erdem geleneğidir. Hermason, diğerlerini kandırmak yerine kendisi büyük miktarda para kaybetmeyi tercih etti. Bu yüzden, onun işi gün geçtikçe daha da iyi oldu. Çocuklarının hepsi onun dürüstlüğünü takip etti ve çok başarılı oldular.

2. Yardımlaşın

Güney-Kuzey Hanedanlığı döneminde, Kuzey-Batı bölgesinde bir Aryan azınlığı tarafından kurulan Tahakan adında bir krallık vardı. Hervai, bu krallığının sultanıydı. Hervai’nin yirmi tane oğlu vardı; her biri güçlü, savaş yeteneğine sahip ve eşsiz uzmanlık alanlarına sahipti. Hervai, çok hasta olduğunda, bütün oğullarını yanına çağırdı ve her birine bir tane ok vermek istedi. Ondan sonra küçük oğlu Liyan’a, “Lütfen bir ok getir ve onu kır.” dedi. Liyan kolayca oku kırdı. Hervai dedi ki, “Lütfen on dokuz tane ok getir ve onları kır.” Liyan bu defa bohçaladığı okları kıramadı. Hervai, “Artık anlayabilir misiniz? Bir tane oku kırmak çok kolaydır; fakat bir bohça ok zor kırılır. Hepiniz bir bütün olarak çalıştıkça krallığımız sağlam kalacaktır.” dedi.

Hervai’nin söylediği “Bir tane oku kırmak çok kolaydır, fakat bir bohça ok zor kırılır.” sözü ve eski atalar tarafından söylenen “İnsanların kalbi, bir kişi gibi beraber atarsa, dağı bile taşıyabilir.” gibi sözler, insanların bir kişi gibi birlikte çalışmasının önemli olduğuna işaret eder.

3. Zorluklara dayanın

Hermason, öğrencilerine ders verirken, öğrencilerden biri soğuğa dayanamadı ve ayaklarını ısıtmak için biraz kömür aldı. Bunu gören Hermason, öğrencisine dedi ki: “Sen bu kadar genç bir öğrencisin, daha fazla gayretli ve dayanıklı olmalısın. Bu kadar ufak bir soğuğa nasıl dayanamıyorsun? Sarayda bir devlet lideri, karlı bir gün bile tan vaktinden önce imparatorun gelmesi için sıra halinde beklemek zorlundadır. Sen, kaçınılmaz soğuk havaya dayanmaya çalışmalısın. Eğer insan gençken rahat bir yaşam isterse, o yaşlanana kadar kesinlikle rahat yaşamaz. Eğer biri zengin ve asil olmadan önce zengin ve asil gibi rahat yaşamaktan hoşlanırsa, zengin ve asil olmayı elde etmesi zaten imkânsızdır.”

4. Güvene İhanet Etmeyin

Hermason, öğrencilerine ders almaları için bir öykü anlatır:

Hayan adında bir komutan vardı. O, birkaç askerlerle 70 suçluya başkente kadar eşlik etme emri aldı. Tüm suçlular zincirle bağlandı. Onlar dağları tırmandılar ve nehirlerden geçtiler. Sayısız zorluktan sonra, en son başka bir şehre vardılar. Hayan, onlara dinlemeleri için emir verdi. Tüm suçlular yol kenarlarında iki veya üç kişilik gruplar halinde yattılar. Herkes çektiği zorluklar hakkında şikâyet etti. Onlara eşlik eden askerlerin hepsi de yorgundu. Hayan onlara baktı ve onların çektiği zorluklara daha fazla dayanamadı. Herkesi bir araya gelmeye çağırdı ve “Siz ülkenin yasalarına karşı geldiğiniz için ceza aldınız. Fakat size eşlik eden bu askerler masum insanlardır. Onlar sizinle aynı zorlukları çekti. Siz utanmadınız mı?”dedi.

Hayan’ın sözleri üzerine bütün suçlular büyük bir utanç duydu ve yüzlerini bile kaldıramadılar. Hayan, suçlu kişilerin zincirlerinin açılması ve askerlere de evlerine gitme emri verdi. Hayan suçlulara, “Bir daha artık zincirlerin sancısına dayanmak zorunda değilsiniz ve askerler de sizinle birlikte zorluk çekmeyecek. Siz, kendiniz başkente gitmelisiniz. Fakat siz belirli bir günde oraya varmalısınız. Öbür türlü ben sizin için ölmeliyim.” dedi.

Suçlular Hayan’ın dürüstlüğünden etkilendi. Onların hepsi, “Lütfen merak etmeyin. Siz bizi umursadınız, bize güveniyorsunuz, biz sözümüzü bozmayacağız. Hayan’a problem getiren kimseler korkunç bir şekilde ölecekler.” diye cevap verdi.

Belirlenen gün geldi. Tüm suçlular, hiçbiri kaçmamış bir halde tam zamanında başkente vardı. Sultan bu olayı duyduğunda çok şaşırdı. O, Hayan’ı çağırdı ve yaptıklarını takdir etti. O suçluları, suçluların eşlerini ve çocuklarını da çağırdı. Onlar için bir ziyafet verdi ve suçlarını affetti. Sultan bir de kararname imzaladı: “Tüm devlet memurları Hayan’ı örnek almalı, erdemleriyle vatandaşı etkilemeli. Vatandaş da o suçlular ve diğerleri gibi davranmalı, kötü insandan iyi bir insana değişmelidir. Eğer bu başarılı olursa, bu dünya barış içinde olacaktır ve ceza hukukuna gerek kalmayan günler hemen gelebilir.”

5. Değerlere Bağlı Kalın

Saray Mahkemesinde ‘Huling’ isimli yüksek bir devlet görevlisi vardı. O fakir olduğunda bile huzurlu kalabilen bir centilmendi. O dönemde, Saray Mahkemesi’nde çalışan liderler maaş kazanmazdı. Genellikle Huling dışındaki diğer tüm liderlerin hepsinin kendi malı vardı. O çok fakirdi ve sıkça oğullarının dağlardan topladığı tahtalar sayesinde kazandığı para ile yaşıyordu. Fakat böyle bir durumda bile o büyük amacını değiştirmedi. Saray Mahkemesi’nde, onun dürüstlüğü ve sultanı direkt olarak eleştirme cesarete sahip olan tek kişi olduğu bilinmekteydi. Mahkemesinde herhangi bir şey doğru yapılmadığında ise, imparator ile görüşme talep etmekteydi. Sultan, sıkça mahkemedeki diğer kişilerden Huling ile baş başa konuşabilmek için onları yalnız bırakmalarını isterdi. Huling’in söyledikleri bazen çok ateşli olmasına rağmen tam konunun merkezini vuruyordu. Bir gün Sultan ona çok güvendiği için onun pozisyonunu yükseltti. Bir yüksek dereceli görevli Sultan’a: “Majesteleri, siz Huling’i lider pozisyonunu yükseltmenize rağmen, o çok fakir!” Sultan şaşırdı ve “Bu nasıl mümkün olur?” dedi.

Görevli:
“O gerçekten öyledir. Karısı, düzgün kıyafetleri olmadığından misafirleri bile kabul edemez.” diye cevapladı. Sultan hemen Huling’in evine gitti. Huling’in otlarla yapılan evinde çok az sayıda oda vardı. Yatak üzerinde sadece kötü kumaştan yapılan eski bir yorgan vardı. Karısı eski bir pamuklu kıyafet giymekteydi. Mutfakta yemek için sadece biraz salatalık vardı. Sultan, derin bir şekilde duygulandı ve hemen Huling’e 500 top ipek ve 1000 kilo tahıl verdi ve o günden itibaren, Sultan ona daha da güvendi ve sıkça ona önemli görevler verdi.

RAŞiT TUNCA

BAŞAĞAÇLI RAŞiT TUNCA
Raşit Tunca

FORUMUMUZDA
Dini Bilgiler...
Kültürel Bilgiler...
PNG&JPG&GiF Resimler...
Biyografiler...
Tasavvufi Vaaz Sohbetler...
Peygamberler Tarihi...
Siyeri Nebi
PSP&PSD Grafik

BOARD KISAYOLLARI

ALLAH

Allah



BAYRAK

TC.Bayrak



WEB-TUNCA


Radyo Karoglan

Foruma Misafir Olarak Gir


Forumda Neler Var


Karoglan-Raşit Tunca - Dini - islami - Dini Resim - FIKIH - Kuran - Sünnet - Tasavvuf - BAYRAK - Milli - Eğlence - PNG - JPEG - GIF - WebButtons - Vaaz - Sohbet - Siyeri Nebi - Evliyalar - Güzel Sözler - Atatürk - Karoglan Hoca - Dini Bilgi - Radyo index - Sanal Dergi




GALATASARAY

G A L A T A S A R A Y


FENERBAHÇE


F E N E R B A H C E


BEŞiKTAŞ

B E Ş i K T A Ş


TRABZONSPOR

T R A B Z O N S P O R


MiLLi TAKIM

M i L L i T A K I M


ETKiNLiKLERiMiZ


“Peygamberimiz Buyurdular ki Birbirinize Temiz ağız ile Dua edin. Bizde Sayfamızı ziyaret edenlerin ve bu bölümü ziyaret edenlerin kendilerinin Ruhaniyetine, geçmişlerinin Ruhuna Yasin Okuyup hediye ediyoruz Tıkla, ya sende oku yada okunmuş Yasinlerden Nasibini Al”
(Raşit Tunca)



MEVLANA'DAN

“ Kula Bela Gelmez Hak Yazmadıkca, Hak Bela Yazmaz Kul Azmadıkca, Hak intikamını, Kulunun Eliyle Alır da, Bilmiyenler Kul Yaptı Sanır."
(Hz. Mevlana)