MUHAMMED

Muhammed


BAYRAK

TC.Bayrak



Hoşgeldin, Ziyaretçi
Sitemizden yararlanabilmek için kayıt olmalısınız.

Kullanıcı Adı
  

Şifreniz
  





Forum İstatistikleri
Toplam Üyeler» Toplam Üyeler 27
Son Üye» Son Üye Fahriye
Toplam Konular» Toplam Konular 15,406
Toplam Yorumlar» Toplam Yorumlar 16,612

Detaylı İstatistikler Detaylı İstatistikler

DOWNLOADEN


“Downloaden Bölümümüzden BEDAVA Grafik Paketleri,E-Kitaplar ve Bedava Bilgisayar Programlarını Tek TIKLA BEDAVA indirebilirsiniz”
(Raşit Tunca)




AYET

“Yeryüzüne muhakkak benim iyi kullarım varis olacaktır”
ENBİYA Suresi 105


FELSEFEMiZ

“ iSLAM OKUMAK YAZMAK YADA ÇiZMEK DEĞiLDiR, Yahutta O Hadis şöyle, Bu Ayette böyle diyor Diye Papağanlıkda Değildir. islam Kuranı ve sünneti HAYATINA TATBiK edip, Onunla Yaşayabilmekdir”
(Karoglan Raşit Tunca Sözü)


Raşit Tunca Sözü

“Yüzme bilmek Denizden çıkmana fayda vermez, taaki yüzme biliyorsan, denizedee düştüysen, ellerini, kollarını, ayaklarını çırpacaksın, ve birde tutuncak dal bulacak, tutunup çıkacaksın. ilimde böyledir, bir ilmi bilmek fayda etmez, taaki, onu hayatında tatbik edesiye, Dinde böyledir, din bilmek imanını kurtarmaz, taaki, ne zaman, bildiğin öğrendiğin dinini hayatında tatbik edip, yaşadın, o zaman belki kurtulursun.”
(Karoglan Raşit Tunca Sözü)

GÜZEL SÖZ

“ Bazen Hata Yapıvermek, Doğruyu bulmanın ilk Basamağıdır.
(Başağaçlı Raşit Tunca Sözü)





Rabıtanın Kurandan Deililleri - Rabıtanın Sünnttten Deililleri- Rabıtanın Bilimsel Delilleri

RABITANIN KURAN’DAN DELİLLERİ

*-  Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
  “Ey iman edenler! Allah(-u Teala)dan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe Suresi 119)

Bu ayeti kerimede mü’minlere hitap edildiği açıktır. Bu da göstermektedir ki “Sıdk” sıfatı, imandan daha hususi (özel) bir manaya sahiptir. Çünkü iman edenlere “sadıklarla” beraber olunması emredilmiştir.
  Yani sıdk mertebesinde bulunan herkes mü’mindir, ancak her mü’min sıdk mertebesinde değildir

  Bu ayette emir buyrulan “beraberlik” iki şekilde olur:

1- CİSMANİ BERABERLİK: Bu türlü beraberlik, sadıkların meclisine bizzat devam ederek, onlardan ilim, fazilet ve feyz almakla olur.
  Kişi sadıklarla beraber olmak için, onların meclislerine devam eder, söylediklerini dinler, hal ve tavırlarını örnek alır.

  Bundan dolayıdır ki Ashab-ı kiram (Rıdvanullahi aleyhim ecmain) Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in etrafında pervane olur, sürekli onunla beraber bulunmaya gayret ederlerdi.
  Uzak beldelerde bulunanlar da fırsat buldukça ve yol emniyetini temin ettikçe, her taraftan Alemlerin Efendisi’ni ziyarete gelirlerdi.

2- RUHANİ BERABERLİK
  Eğer kişi, ayeti kerimede “Sadıklarla beraber olun” emri olduğu halde sadıklardan cismani olarak ayrı bulunuyorsa ne yapacaktır?

  İşte bu durumda da onların gidişatlarına uyacak, yaptıklarını yapıp, yapmadıklarını terk edecek, onların hal, tavır, davranış ve sözlerini onların gıyabında hayalinde canlandıracak ve onların hali ile hâllenecektir.

  Ehlulalh’ın meclisinde bizzat bulunmak, kişiye fayda sağladığı gibi, gıyaben şahıslarını ve hallerini düşünmek de fayda verir.
  Çünkü bir kişi hayalinde, dimağında (beyninde) ve kalbinde neyi tasavvur ederse, fiillerinde de o tezahür eder (açığa çıkar) k,, rabıta da bundan ibarettir.

  İsmail Hakkı Bursevi (Kuddise Sirrahu) “Sadıklarla beraber olunuz” ayetinin tfsirinde şöyle demiştir:
  “Bu ayeti kerimede bahsi geçen sadıklardan murad; kamil mürşidlerdir. Bir salik onların kapılarında ciddiyetle hizmet eder, muhabbetiyle nazarlarına kabul olunursa, onların feyz ve bereketiyle masivayı terk etmeye, Allah’u Teala yolunda istikamet üzere bulunmaya rahatlıkla muvaffak olur ve huzur-u hakk’a kavuşur.”

  Müfessir Alusi (Rahimehullah) ise, yukarıdaki ayetin tefsirinde: “Sadık ve Salihlere karışınız (onlarla iç içe olunuz) ki; onlar gibi olasınız. Çünkü herkes, yakın olduğu kimseye uyar” demiştir.

  Bu ayet-i Kerime’yi Ubeydullah Ahrar Hazretleri de rabıtaya delil olarak zikretmiştir.

*-  Diğer bir ayeti celilede de Mevla Teâlâ:
  “Kullarımın içine gir, cennetime gir.” Buyuruyor. (Fecr Suresi 29-30)

  Bu ayeti celilenin açık beyanından da anlaşılacağı üzere; dünyada, Allah’u Teâlâ’ya mahsus olan özel kulların arasına girmek, ahirette cennetlere girmeğe vesiledir.

  Tabi ki, dünyada devamlı o dostlar arasında bedenen bulunmak mümkün değilse de, rabıtadan ibaret olan manevi beraberlik, ehli için müyesserdir.

  Ali Haydar Efendi (Kuddise Sirrahu) “Ruhul beyan tefsirinden naklen şöyle yazmıştır: “Bu ayeti celile, Süleyman Aleyhisselam’ın: “Beni rahmetinle Salih kullarının içerisine girdir.” (neml Suresi 19’dan) duasını beyan eden ayet-i kerime gibidir.

  Hususi kullar zümresine girmek, saadet-i ruhaniye (ruhun mutluluğu) onlarla beraber cennet ve derecelerine kavuşmak ise, cismani (bedenle alakalı) saadettir.

  Nitekim Mevla Teâlâ: “Kullarımın arasına gir, Cennetime gir” buyuruyor.

  Necmüddin-i Kübra (Kuddise Sirrahu) Hazretleri, “Te’vilat-ı Necmiyye” isimli eserinde, bu ayet-i kerimenin te’vilini yaparken:
  “Benim (zatım)la ve sıfatlarımla baki olan (tarikattan sonra hakikate kavuşarak manevi diriliği bulmuş) kullarımın içine gir.
  Zatını (kendini) ve enaniyetini (benliğini) yok ettiğin için, Zat’ımın cennetine gir” diye mana vermiştir.

DOSTLARININ YOLUNA UYMAK
*-Cenab-I hak şöyle buyuruyor:
  “Bana yönelenin yoluna uy..” (Lokman Suresi 15)

  Bazı müfessirler bu ayet-i kerime hakkında şunları söylemişlerdi: “Burada geçen ‘Enabe” kelimesinin anlamı “Meyletmek ve bir şeye rücu’ etmek” demektir.
  “Bu iname (Allah’u Teala’ya yönelmek) peygamberlerin ve Salihlerin yoludur.” (İbni Atıyye, el-Muharraru’l veciz, 4/349; Kurtubi, El-Cami’u’li ahkami’l Kur’an, 14/45)

  İsmail Hakkı Bursevi (Kuddise Sirrahu) bu ayet-i celilenin tefsirinde şöyle demiştir:
  Bu ayette, kâfir ve fasıklarla sohbetten sakındırma ve Salihlerle (beraberliğe) teşvik vardır. Çünkü kişilerin bir araya gelmesi, birbirini etkilemeyi gerektirir. Tabiatlar cezp edici, hastalıklar geçici ve sirayet edicidir.
  Bundan dolayı Semure ibn-i Cündeb (Radıyallahu Anh) den rivayet edilen bir hadislerinde, Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
  “Müşrikle bir çatı altında oturmayınız ve onlarla bir arada durmayınız. Kim onlarla oturur veya beraber bulunursa, o da onlar gibidir.” Buyurmuştur. (Tirmizi, Siyer:42, No:1605, 4/156)

  Yani: “Müşriklerle bir yerde oturmayınız, aynı mecliste toplanmayınız ki, beraberlikten dolayı onların kötü ahlakı size sirayet etmesin ve çirkin halleri size bulaşmasın.”

  Alusi (Rahimehullah) ise şöyle demiştir:
  “Bu ayetle kamil (manen olgun) insanlara uyup, nakıslardan yüz çevirmeye ve kamil olanları, nakıs (eksik) olanları kemale erdirmesine işaret edilmiştir.

  Bütün bu ifadeler, Allah’u Teala’ya inabe etmiş (yönelmiş) velilerin yolu olan: “zikir”, “rabıta” ve “Murakabe” gibi vazifelere tabi olmanın faziletlerini açıklamak, buna mukabil nefislerinin arzularına uyarak bu büyüklerin yollarını inkara kalkışanların, kendilerinden de, fikirlerinden de uzak durulmasının önemini beyan hususunda, ne kadar net ve tesirli manalar ihtiva etmektedir.

RİBAT EMRİ
*- “Ey iman edenler! Sabredin (düşmanlarınızla) sabır yarışı edin (onlara galip gelin, sınırlarda) nöbet bekleşin ve Allah(u Teala’ya muhalefete kalkışmak)tan sakının ki, felaha (kurtuluşa)a eresiniz.” (Al-i İmran suresi 200)

  Bu ayeti celilede yer alan (Rabidu) emr-i celilinin masdarları olan “Ribat” ve “Murabata” tabirleri; “Sınırda düşmanı gözetlemek”, “Nöbet tutmak”, “Verilen emrin eksiksiz yerine getirilmesi” anlamlarını ifade eder.

  Beden ile nefsin irtibatını sağlaması ve “Halk alemi” ile “Emir alemi”ni bünyesinde barındırması dolayısıyla kalbe de “Ribat” denmiştir.

  Zira “Nazargahı ilahi” kabul edilen ve “Masiva” (Allah’u Teala’dan gayrısı)nın girmemesi için her şeyden önce gözetlenmesi gereken yer hiç şüphesiz ki kalptir.

  Kur’an-ı Kerim’de (Rabidu) şeklinde geçen ve emir ifade eden “Ribat” ve “Murabata” tabirlerinin; yalnızca maddi ve dış düşmanlara karşı değil:” ve “kötülüğü emredici” karakteri ile tanımlanan nefs ve şeytan düşmanına karşı da vaziyet almayı, bunların aldatıcı hilelerine karşı kalbi gözetlemeyi” amir bulunduğu ve başından beri bu ayet-i kerimenin, iki manayı da aynı anda hedef aldığı, hemen hemen çoğu müfessirlerce söz konusu edilmiştir.

  Unutulmamalıdır ki; hem fertlerin hem de toplumların hayatında sıcak savaşlar geçici, soğuk savaşlarsa sürekli ve daimidir.
  Sıcak savaşlarda dış, soğuk savaşlarda ise iç düşmanın dikkatle gözetlenmesi gerektiği açık bir husustur.
  Zamanın icap ve ihtiyaçlarına göre bunların tercih edilip değerlendirilebileceği söylenebilir. Bu sebeple ayeti kerimeyi:
  “İslam düşmanlarına karşı hazır olmak, teyakkuzda bulunmak (uyanık davranmak)” manasında anlamak yanında, bizleri Allah’u Teala’nın dininden uzaklaştırmak için mücadele vermek manasında anlamalıyız.
  Kaldı ki müfessirler bu terimlerin tasavvufi anlamlarını gösterirken İslami delillere istinad ettirmeyi de ihmal etmemişlerdir.

  Mesela Rağıb el-İsfahani (Rahimehullah) “Ribat” ve “Murabata” nın ikili anlamına işaret ederken:
  Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)’dan rivayet edilen: “Zorluklara rağmen abdest almak, mescidlere çok adım atmak ve bir namazın ardından diğer namazı beklemek, işte ribat budur” (Müslim, taharet 14, no 251, 1/219; Tirmizi, Nesai, Muvatta, Ahmed-el müsned) hadisi şerifine dikkat çekmiştir.

  Ardında Kur’an-ı Kerim’de, “Rabt” kökünden türetilmiş kelimeleri ihtiva eden ayetleri sıraladıktan sonra:
  “O (Allah’u Teala) mü’minlerin kalplerine sekineti (iç huzuru, manevi kuvvet ve sabrı) indirendir” (Fetih Suresi 4’den) ayetinde hereketle, bu ayetlerdeki “Rabt”ın:
  “kalp sekineti (kalbin huzur bulup yatışması ve sukunete ermesi)” manasına delalet ettiğini söylemiştir. (Rağıb el-İsfahani, Müfredat-ü elfazı’l-Kur’an, sh:338-339)

  Dolayısıyla kelimenin gerek lügat anlamı gerekse İslam alimlerinin yukarıda işaret ettiğimiz fikirleri, “Ribat” ve “Murabata”nın sadece sufilerce değil, diğer alimlerce de tasavvufi bir muhtevaya sahip olduğunu gösteriyor.

  Bu kelimelerden türetilerek vücud bulan müesseselerin, hem askeri ve idari, hem de dini ve tasavvufi sahalarda hizmet veren kuruluşlar olarak faaliyette bulunduğu tesbit edilmiştir. (Sühreverdi, Avarifü’l-mearif 103, 133)

  Her halükarde ribat emrinin zahiri manası, düşmana karşı nübet tutma anlamında olduğuna göre, İbn-i Abbas, Ebu Zerr ve CVabir (Radıyallahu anhuma)’dan rivayet edilen:
  “Senin en büyük düşmanın, iki yanının arasında olan nefsindir.” (Beyhaki, ez-zühd, No:345, sh:190; Deylemi, Müsnedül Firdevs No: 5248, 3/408 )

  Cihadın en üstünü, kişinin Allah’u Teala uğrunda nefsi ve arzusuyla cihat etmesidir.” (İbn-i Neccar, Deylemi, Ali el-Müttaki, kenz’ul- Ummal, No: 11262, 11265, 4/439-431)

  İşte rabıtanın önemi burada çok daha iyi anlaşılmaktadır. Rabıta yapan bir insan devamlı Allah ‘u Teala’nın nurunu ve rızasını talep ettiğinden nefsine ve şeytana karşı nöbet yerini terketmemekte, teyakkuz halinde beklemektedir.

YARATIKLARI DÜŞÜNMEK
  Mevla Teala bir ayeti kerimesinde:
“(O akıl sahipleri) öyle kimselerdir ki, ayakta otururken ve ynları üzere (yaslanmış) oldukları halde Allah (u Teala’y) ı zikrederler ve göklerle yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler.” (Al-i İmran 191 den)

  Gökler, yerler ve içindekiler hakkında tefekkürde bulunmak övülen bir amel olduğuna göre yaratıklar içerisinde en kıymetli varlık olan inan-ı kamil hakkındaki rabıta ve tefekkür niçin zemmolsun.

  Müfessirlerin İmamı Fahruddin-i Razi (Rahimehullah) bu ayet-i celilenin tefsirinde şöyle bir açıklamada bulunmuştur:
  “Allah’u Teala kendini zikretmeye teşvik etti. Fakat iş tefekküre gelince, Zatı hakkında düşünmeye teşvik ve davet etmedi. Aksine yerlerin ve göklerin tefekkür edilmesini teşvik etti.

  Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimizin:
“Mahlukatı (yaratıkları) tefekkür ediniz, Halik’ı (Yaratıcıyı) tefekkür etmeyiniz.” (Ali el-Muttaki, Kenzu’l Ummal, No:5706, 3/106) sözü de bu aynı manadadır.

  Bunun sebebi şudur:
  Biz, yaratılan varlıkları düşünerek, onun yaratıcısı hakkında bir bilgiye sahip olabiliriz. Varlıkları düşünmek ve onlardaki İlahi sanat ve tecelliyi görmek mümkündür, fakat Zat-ı Bari’yi düşünmek mümkün değildir.” (Fahruddin-i Razi, Mefatihu’l Ğayb, 9/111)

  Bir ayeti celilede ise:
  “(Habibim!) De ki, göklerde ve yerde neler olduğuna bakın!” (Yunus 101’den) buyrulmaktadır.

  Görüldüğü üzere bu ayeti celilede, göklerde ve yerlerde bulunanlara bakılması emredilmiştir. Bu bakıştan maksat, varlıkların Allah’u Teala’nın varlığına, birliğine, kudretine delalet yönlerini düşünmek üzere bakmaktır.

  Yerde bulunan yaratıklar içerisinde, Allah’u Teala’yı en iyi tanıtacak mahluk ise insandır. Çünkü insanda, Allah’u Teala’nın sıfatlarının suretleri bulunmaktadır. Fakat her insan, görüldüğünde ve hatırlandığında Allah’u Teala’yı hatırlatmaz.
  “Evliyaullah o kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır.” (Nesai, es- Sünenü’l Kübrai Tefsir:180, No:11235, 6/362; Taberi, Cami’ul Beyan, No: 17723, 24, 25, 26, 6/575; Hakim-i Tirmizi, Nevadir’ul-usül, sh: 140; Haysemi, Mecma’uz-zevahid,10/78 )

  Dolayısıyla görülmeleri Allah’u Teala’yı akla getiren velileri mümkün oldukça gözle görmek, bu mümkün olmadığında ise onları, Allah’u Teala’yı hatırlattıkları için hayal etmek ve onlara rabıta yapmak da bu ayeti celiledeki emrolunan nazara (yaratıklara bakmaya) dahildir.


RABITANIN SÜNNETTN DELİLLERİ


Sahabe-i Kiram rabıta yapmış mıydı? Diyenlere sadece ve sadece Ebubekir-i Sıddik (Radıyallahu anh)’ın şu hadisesini anlatmak bile kafidir.

  Şöyle ki: O, ruhaniyet hasebiyle Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) den hiç ayrılmadığından, hatta kaza-i hacet için bile Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) den hali (boş) bir yer bulamadığından dolayı Peygamberimiz’den çok utanırdı.
  Bu durumu Efendimiz’e şikayet ettiğinde, peygamber efendimiz O’na ruhsat vermişti. (Abedst bozarken dahi gayri ihtiyari bir şekilde Resulüllah’ı hatırlamasında bir sakınca olmadığını beyan etmiştir) (Risale-i Halidyye Tercümesi, Mütercim, Şerif Ahmed İbn-i Ali, sh: 11-12, Esad Sahıbzade, Nurul Hidayeti ve’l irfan, sh: 30; Yusuf Şevki, Hediyetü’zakirin, sh 23)

  Bakınız, Hazreti Ebubekir Radıyallahu anh Hazretlerinin haline. Resulüllah Efendimiz’i düşünmekten bir an bile boş kalamıyor. Nerde olursa olursun onu düşünüyor. Neden? Çünkü Peygamber efendimiz, Allah’u Teala’nın nurunu ona ulaştıran bir vesile. Yoksa cennet ile müjdelenen ve peygamberler hariç bütün insanların imanı ile tartıldığı zaman imanı ağır gelen bir insan neden direk Allah’ı düşünmesin?

  Ey cahiller! Bu büyük sahabeyi de şirk ile mi suçlayacaksınız?

  SEVBAN (RADIYALLAHU ANH)
  Resulüllah efendimizin azatlısı Sevban (Radıyallahu nah) Resulüllah’a karşı çok muhabbetli olup, O’nsuz hiç durmazdı. Bir gün rengi değişmiş ve yüzünde üzüntü eseri olduğu halde Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in huzuruna geldiğinde, Resulüllah (Sallallah Aleyhi ve Sellem) ona:
  “Senin rengini ne değiştirdi” diye sordu. O da:
  “Ya Resulallah! Bende hiçbir hastalık ve ağrı yok. Ancak seni görmediğim zaman, tekrar sana kavuşuncaya kadar çok sıkıntı çekiyorum.
  Sonra ahireti düşündüğümde seni hiç göremeyeceğimden korkuyorum. Çünkü sen Peygamberlerin makamına yükseleceksin, ben ise cennete girsem de, senin makamından daha aşağı bir mertebede olacağım. Cennete giremezsem, o vakit seni ebediyen göremeyeceğim” diye cevap verince:
  “Her kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse, işte onlar, Allah’u Teâlâ’nın kendilerine in’am ettiği peygamberler, sıddiklar, şehitler ve Salihlerle beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaştırlar.” (Nisa suresi 69) ayet-i celilesi nazil oldu. (Begavi, Me’alimü’t-Tenzil: 1/450; Ebu ishak es-Sa’lebi, El-Keşfü ve’l beyan, 3/341; Kurtubi, el-Cami’u li ahkami’l Kur’an; 57175, Vahidi, esbabü’n-nüzul, No:334, sh: 168; Ebu Hayyan, el-bahru’l Muhit, 37286)

  İşte sahabe-i Kiramın sevgisi ve rabıtası. Peygamberimizi göremedikleri zaman onu düşünmekten ve O’ndan ayrı düşmekten renkleri solan sahabe efendilerimiz.

  Haydi, ey cahiller! Bu sahabeyi’de “Neden Allah’tan korkusuna sararmıyor da Peygamberi görmediği için sararıyor” diye şirk ile suçlayın!

  SENİ HATIRLADIĞIM ZAMAN…
  Said ibn-i Mansur ve ibn-i Münzir (Rahimehullah) Şa’bi (Radıyallahu anh)den şöyle rivayet etmişlerdir:

  Ensar-ı Kiramdan bir zat, efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e gelerek:
  “Ya Resulallah! Vallahi elbette sen bana canımdan, oğlumdan, ailemden ve malımdan daha sevgilisin.
  Eğer ben evimde iken seni hatırladığımda gelip seni görmezsem, o kadar darlanıyorum ki, ruhumun bedenimden çıkacağını zannediyorum.” Dedi ve ağlamaya başladı. (Said ibn-i Mansur, es-Sünen, No:661, 4/1 308; Taberani, ibn-i Merdüye, Ebu Nuaym, Ziya-i makdisi, Suyuti, ed-Dürrül Mensur 2/588 )

  Gördüğünüz gibi sahabe-i Kiram Resulüllah’ı düşünmeden bir an bile geçiremiyordu ve Peygamber Efendimizde onları kendisini düşünmekten men etmiyordu. Dolayısıyla rabıtanın bir bid’at olduğunu söylemek kadar art niyet olamaz.

O PEYGAMBERDİR FARKLIDIR!
  Sahabe Efendilerimizin rabıtasının ne kadar şiddetli olduğunu görüyorsunuz. İnkârcılara sahabe-i Kiramdan da örnek verdiğimiz zaman inkâr yolları kapandığı için bu sefer: “Ama o Peygamberdir” diyerek yeni bir çıkış yolu aramaya kalkarlar. Onlara da şöyle cevap veririz:

  Peygamber Efendimiz Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)’den rivayetle şöyle buyuruyor:
  “Beş şey ibadettendir; az yemek, camilerde oturmak, Ka’beye bakmak, Okumadan da olsa mushafa bakmak, Âlimin yüzüne bakmak” (Deylemi, Müsnedü’l Firdevs, 2/190 no:2969; Suyuti, nebhani, el-Fehu’l Kebir, No:6097, 1/566)

  Yine başka bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
  “Beş şey ibadettendir; Ka’beye bakmak, anne-babaya bakmak, Zemzeme bakmak ki o, günahları sildirir, bir de âlimin yüzüne bakmak” (Ali el- Muttaki, kenzu’l Ummal, No.43494, 15/880, Münavi, Feyzül Kadir, No:3971, 31613)

  Yine Abdullah ibni Mes’ud (Radıyallahu anh)den gelen bir hadis-i şerifte Hazreti Ali (Radıyallahu Anh)ı işaret ederek:
  “Ali’nin yüzüne bakmak ibadettir” buyurmuştur. (Hâkim, El-Müstedrek, No: 4683, 82,81, 3/153; Taberani, el-Mu’cemü’l Kebir, No:207, 18/109; Deylemi, el-Firdevs, 4/294; Bu Nuaym, Hılyetü’l-Evliya, 2/183, 5/58 )

  Efendimizin “Ali’nin yüzüne bakmak sevaptır” ve “Âlimin yüzüne bakmak sevaptır” hadis-i şerifleri bize gösteriyor ki, suretlere bakılması ve düşünülmesi peygamberlere has olan bir özellik olmayıp, ilmi ile amel eden âlimlerin yüzüne bakmak da sevaptır.

  Ve Efendimizin beyanına göre âlimlerin yüzüne bakmak sevap ise onları Allah için sevmek ve düşünmekte de hiçbir mahzur yoktur.

  İmam-ı Münavi bu âlimlerden maksadın Şeriat ilmini bilen ve bildiği ile amel eden âlimler olduğunu bildirmiştir.

  Herallî (Rahimehullah şöyle demiştir) “Âlimin yüzüne bakan kimse, onu görmekle Allah’u Teâlâ’ya yaklaşmaya niyet etmelidir.” (Feyzu’l Kadir 3/613)

BAKMAK VE RABITA
  Şimdi diyeceksiniz ki bakmak ve düşünmek ile Allah’u Teâlâ’ya yaklaşmakta nasıl bir bağlantı olur? Said İbni Cübeyr (Radıyalahu Anh)Den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resulüllah efendimiz şöyle buyuruyor:
  “Evliyaullah o kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır.” (Nesai, es- Sünenü’l Kübrai Tefsir:180, No:11235, 6/362; Taberi, Cami’ul Beyan, No: 17723, 24, 25, 26, 6/575; Hakim-i Tirmizi, Nevadir’ul-usül, sh: 140; Haysemi, Mecma’uz-zevahid,10/78 )

  Bu hadis-i şerifte, görüldükleri zaman Allah’ı hatırlatan insanlardan bahsedilmektedir. Dolayısıyla Allah’ı hatırlamaya vesile, araç, sebep olmaktadırlar. Gördüğümüz zaman Allah’ı hatırlıyor isek düşündüğümüz zaman da hatırlamamız mümkün olacaktır.

  Bakınız, inkârcılar “Allah yerine koydukları mürşidi düşünüyorlar” diyerek bizim şeyhe taptığımızı ve dolayısıyla şirke düştüğümüzü ileri sürüyorlar. Hâlbuki Peygamber Efendimiz onların görüldüğü zaman Allah’ı hatırlattığını buyurmuş ve Allah’ı hatırlamak için onların yüzüne bakılmasının önünü açmıştır.

  Yani “neden Allah’ı hatırlamak için evliyayı aracı yapalım” diyenlere “Allah’ı hatırlamak için aracı koymak şirktir” diyenlere böylelikle peygamberimiz cevap vermiş oluyor. Tabi bu iddiaları ortaya atanlar cahilliklerini ortaya koymuş oluyorlar.

  Ey cahiller! Peygamberi de mi şirk ile suçlayacaksınız!…

  İbni Abbas (Radıyallahu Anhuma)’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte de Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “En hayırlı meclis arkadaşlarımız kimlerdir” diye soranlara:
  “Kimi görmek size Allah’ı hatırlatıyor, kimin konuşması sizin ilmini artırıyor, kimin de ameli size ahireti hatırlatıyorsa.” Buyurdu. (Askalani, Heysemi, Mecma’üz-zevaid, 10/226; Ebu Y’al, el-Müsned, no: 2437, 4/326; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned, No:27670, 27672, 10/442, 443; hakim-i Tirmizi, Nevaridiru’l-usul, sh:140)

  Zaten görülen Allah dostunun, Allah’ı hatırlatması onun beyaz sakalı sakalı veya sarığından değil, ruhaniyetinin kemalatındandır. Asıl mesele ruhaniyettir. Dolayısıyla görülünce Allah’ı hatarlatan bir şeyin, düşünüldüğünde hatırlatmaması imkansızdır.

  Mesela şehevi şeyleri düşünmek insanın şehvet duygularını harekete geçirir. Hatta ilmihallerde şehvetin temas ile mi, düşünerek mi oluştuğu bile konu olmaktadır. Dolayısıyla düşünmek, hatırında canlandırmak kadar etkili bir hareket yoktur.

  Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere onları bizzat gördüğümüzde Allah’u Teala’yı hatırlamamız ne kadar normal,  meşru ve olması gereken bir davranış ise, onları bizzat göremediğimiz zamanlarda, onların suretlerini hayal edip düşünmemiz de neticede bize Allah’u Teala’yı hatırlatacağı için, rabıtayı kul ile Allah arasında perde değil de, tam tersine kulu Allah’u Teala’ya götüren bir vasıta olarak görmemiz icap eder.

DAHA İYİ ANLAMAK İÇİN MİSAL VERELİM
  Mesela ben, Efendi Hazretleri’ni gördüğüm zaman bana Allah’u Teâlâ’yı hatırlatıyor. Aklıma Allah korkusu, akabinde günahlarım ve eksiklerim geliyor. Bu davranış yukardaki hadis-i şeriflerden anlaşılacağı üzere meşrudur. O halde ben, Allah’u Teala’yı hatırlamak için Efendi Hazretlerinin suretini gözümün önüne getirebilir miyim? Getirebilirim çünkü bakmak ve düşünmek arasında fark yoktur. Hatta düşünmek bazen bakmaktan daha tesirlidir.

RABITA KELİMESİ
  Bütün bu delillerin arasına sıkışıp kalan inkarcılar çıkacak yol bulamayan bu sefer “rabıta” kelimesine takılırlar. Sahabelerin “rabıta” gibi ifadelerinin olmadığını ileri sürerler. Burada önemli olan isim değil manadır.

  Yukarıda da gördüğünüz gibi sahabe-i kiram bizim rabıta dediğimiz olayı yaşamakta ve aşırı düşkünlüklerini beyan etmektedirler.

  Ancak buradaki önemli husus sahabe-i Kiram, tabiin ve onların etba’ında bulunan kalbi ve hubbi rabıta, tekellüfe (hiçbir zorlamaya) muhtaç olmaksızın kendilerinde hâsıl oluyordu. Bu nedenle buna bir isim vermeleri de gerekmiyordu. Sonra zaman uzayıp kalpler bulanınca ve muhabbet azalınca, meşayıh, bu sevgi irtibatını açıkça müridlerine tenbih etme ve muayyen bir vakit koyma zaruretini hissetiler ki böylece onlar, mürşidlerinden feyiz alabilmeleri için kalplerini zorla da olsa toplamaya muvaffak olabilsinler. Daha sonra bu sevgiye “bağlayıcı” anlamına gelen “rabıta” adını verdiler.

  Böylelikle sünnette hadis-i şerifler ile sabit olan bu fiil, tasavvuf erbabında eğitim metodu olarak rabıta ismi ile yer aldı.

  Dolayısıyla “rabıta” kelimesinin sonradan verilmiş bir isim olması, “Allahı hatırlatan” bu yöntemin bid’at olduğu anlamına gelmez.

RUHLARIN BİRBİRİYLE BULUŞMASI
  Aişe (Radıyallahu anha9 annemizden rivayete göre, Resulüllah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:
  “Ruhlar toplu (halde gezen) ordulardır. Onlardan (ezelde, Allah’u Teâlâ yolunda) birbiriyle tanışanlar i’tilaf eder (anlaşır), Tanışmayalar ise ihtilaf ederler (dünyada zıtlaşırlar)” (Buhari, enbiya:3, No:3158, 3/1213; Müslim, Birr:49, No:2638, 4/2031; Ebu Davud, Edeb:19, No:4834, 2/65; Ahmed İbn-i Hanbel, El-Müsned, No: 7940, 3/151; Sehavi, el-mekasıdülhasene, No:95, sh:73)

  Abdullah Bidn-i Amr ibn-i As (Radıyallahu anhuma)dan rivayet edilen bir hadis şerifte Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
  “Muhakkak ki müminlerin ruhları, daha sahip (ler)i (birbiri) ni görmeden, bir gün ve gecelik yol mesafesinde karşılaşırlar.” (Ahmed İbni Hanbel, El-Müsned No: 7068, 2/683; Buhari, El-Edebül müfred, No: 263, sh:89; Deylemi, El-Müsnedül Firdevs, No:912, 1/237; Hakim-i Tirmizi, nevadiru’l usul, sh: 164)

  Hakim-i Tirmizi (Kuddise Sirrahu) bu hadis-i şerifi naklettikten sonra şöyle demiştir:
  “Ruhların hali bir hayli acayiptir, çünkü ruh, semavi 8aslı gökten gelme) olduğu için hafiftir. Şehvetlerin karanlığıyla nefis ona karıştığı zaman ağırlaşır.
  Fakat nefis bir takım riyazatlarla şehvetten uzaklaşır ruh ondan kurtulur ve bulanıklığı durulursa, işte o zaman eski hiffet ve tahareti (hafiflik ve temizliği) geri döner ve öyle bir hale sahip olur ki ona ancak kalbi Allah’u Teala’ya inanmış ve onunla mutmain olmuş olanlar inanır. (Hakim-i Tirmizi, Nevaridu’l Usul 164)

  İmam-ı Münavi bu hadisi naklederek şöyle demektedir:
  “Ruhlari nefsin bulanıklarından kurtulup, lezzet ve şehvet elbiselerini çıkararak, geldikleri manevi aleme döndüklerinde, ölüm sebebiyle bütün maddi kayıtlardan ayrıldıkları için, hürriyetlerie kavuşarak göğe yükselir ve sağken Allah’u Teala’ya yönelme hususundaki gayret ve çalışmaları nisbetinde, istedikleri yerlerde dolaşırlar….

  Şimdi burada insanın aklına “bunlar ölü olduğu için serbesttir veya birbirine kavuşur. Bu ölülere has bir özelliktir” diye soru işareti gelebilir. Şimdi nakledeceğimiz hadis-i şerif bu sorulara da cevap vermektedir.

  İmare İbni Huzeyme ibn-i Sabit (Radıyallahu anhum) şöyle anlatıyor:
  Babam Huzeyme bir kere rüyasında sanki Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in alnı üzerine secde ettiğini görmüş, bunu Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)e anlatmıştı.
  Bunun üzerine Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “Ruh ruha kavuşur” buyurmak suretiyle mubarek başını eğerek ona rüyada gördüğü gibi yapmasını emretti. Babam da arka tarafından Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in alnı üzerine secde yaptı.” (Ebn-i Ebi şeybe, Musannef, İman: 18, 7/243; Ahmed ibni hanbel, El-Müsned, No:21963, 21937, 21941, 21943i 21944, 8/201; Nesai, es-Sünenül Kübra, Ta’bir:5, No: 7631, 4/384; ibn-i hıbban, el-İhsan, No:7149, 16/98 )

  İşte bu hadis-i şerif tereddüt ve şüpheye mahal bırakmayacak bir şekilde ruhların buluştuğu ve iltifat (yöneliş) mahallinin özellikle en şerefli uzuv olan yüze doğru olduğunu göstermektedir ki, bu da rabıtaya işaret etmektedir.

  Şimdi günümüz inkarcıları “Resulüllah anlına secde yaptırmış” diyerek Yüce Peygamberi de (haşa) şirk ile itham edebilirler.

  Cahiller bilmez ki, Allah’u Teala’da meleklerine Adem Aleyhisselama secde etmelerini emir buyurmuştur. Bu secdeler Adem Aleyhisselam’a veya peygamberimizin alnına değil, Allah’u Teala’ya yapılmıştır.

  Bakın Ali Haydar Efendi bu hadis-i şerifi okuduktan sonra en buyurmuştur:
  “Ayının postu bile tabaklanarak temiz olduktan sonra, seccade olabiliyorsa Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in mübarek alnından daha temiz seccade olur mu?”

  İşte aynı şekilde rabıta yapılan kişinin yüzüne yönelmek demek ona tapmak manasına gelmemektedir. Bilakis o zat Mevla Teâlâ’nın tecellilerinin mazharı olarak düşünülmekte ve hakikatte Allah’u Teâlâ’dan istenmektedir.

  Ayrıca yukarıda zikredilen hadis-i şeriflerden anlaşılıyor ki, kâmil bir mürşidin ruhaniyetinin, aralarında ne kadar mesafe bulunursa bulunsun, kendisine candan iştiyak ve muhabbetle bağlı olan ve ona rabıta yapan müridleriyle irtibat kurmasına ve ona yol gösterici olmasına bir mani yoktur.

  Bütün bu hadisi şerifler bizlere ruhların birbirleriyle nasıl irtibat kurduğunu ispat ederken, teveccüh ve rabıta hakkında da büyük bir delildir.

  Bu diller, rabıtanın meşruluğunu değil ne kadar lüzumlu olduğunu da gözler önüne sermektedir. Bunca delili inkar etmek, görmemezlikten gelmek veya yok saymak akıllı insanların sergileyeceği bir davranış değildir. Bir insan uygulamıyorsa bile inkar etmemelidir. Allah’a ve resulüne muhalefet etmemelidir..

  İnkar bir bataklıktır, çırpındıkça batmak kaçınılmazdır. Allahu Teala bilerek vyea bilmeyerek inkar eden insanlara uyanış nasip eylesin. Bizlere yolumuzun önemini kavrayarak dört elle sarılma aşkı ihsan eylesin..

RABITANIN BİLİMSEL DELİLLERİ

Peygamberimizin sahabesinin, Allah’ın en sevgili kulu, habibi olan ve bizim de herşeyimizden çok sevmemiz emredilen O yüce Peygamberden ayrı kaldıklarında, yanındayken aldıkları feyz ve muhabbeti devam ettirmek için kullandıkları rabıta yolunu bu gün bilim dünyası TELEPATİ adı ile kabul ediyor.

Evet, dini imanı bilimle açıklamaya kalkan ve “bu bilime uymuyor onun için yoktur, şu bilime uymuyor onun için yoktur” diyen akılcılar ve Rabıtanın hiçbir tesiri yoktur diyerek inanları şirkle suçlayan vehhabi=selefi zihniyetindeki insanlar!

  İşte bilim, işte tıp… Buna ne diyeceksiniz…
TELEPATİ NEDİR?

  Bakınız küçücük bir araştırma ile telepati hakkında nasıl bilgilere ulaştık. Wikipedia sitesinde şu gerçekler yazıyor:

Telepati ya da uzaduyum bireyler arasında bilinen beş duyunun yardımı olmaksızın gerçekleştiği ileri sürülen bilgi aktarımıdır. Bir başka deyişle, telepati parapsikolojide incelenen paranormal bir yetenek olup, bireyler arasında duyular-dışı algılama yoluyla düşünce, fikir, duyum veya imajların aktarılmasını sağladığı ileri sürülen tesir irtibatıdır.
  ALICI VE VERİCİ

Telepatide, alıcı ve verici olmak üzere en az iki kişi vardır. Tesiri gönderen ya da düşüncesini yayan, gönderen kimseye verici (agent), gönderileni almaya çalışan kişiye alıcı denir.
  ZİHİN OKUMA YETENEĞİ OLUŞUR!

Telepati yeteneğine sahip bazı” alıcı” telepatların diğer insanların zihinlerini okuma yeteneği oldukları söylenir. Telepati psikokinezi ile birlikte parapsikolojik araştırmanın iki temel araştırma alanını oluşturur. Bu alanda telepatiyi tam anlamıyla keşfetmek ve anlamak üzere sürdürülen birçok araştırma vardır.

Parapsikoloji alanında telepati kısa adı ESP (extra-sensory perception) olan duyular dışı algılamanın bir türü olarak kabul edilir. Duyular dışı algılamanın diğer tanınmış türlerinden bazıları prekognisyon ve durugörü olarak bilinir. Telepati yeteneğini test etmek üzere başvurulan çeşitli deney yöntemleri bulunmaktadır.

Telepati deneylerinin yapılabilmesi için laboratuvar koşulları zorunlu değildir; halk arasında ya da aile içinde yapılan telepati deneyleri arasında en bilinen yöntem şöyle açıklanır: Dış uyaranların az olduğu (sessiz, pek ışık almayan, soğuk olmayan vs.) bir odada birkaç kişi gevşer ve zihinsel olarak konsantre olur (odaklanır). Bu kişilerden biri “verici”, diğerleri “alıcı”dır. Deneyde herhangi bir aldatmaca olmaması için verici kişi deneyden önce diğerlerine aktarmak istediği şey (görüntü, örneğin bir elma) neyse onu bir kağıda diğerlerinden gizli olarak yazmış olmalıdır. Beş veya on dakika süren odaklanma süresince verici kişi başka hiçbir şey düşünmeden aktaracağı görüntüye odaklanmalı, yani sürekli onu düşünmeli ve onu bilincinde net ve duru bir biçimde canlandırmalıdır. Alıcılar ise, vericiden gelen etkili yayının bilinçlerinde yer edebilmesi için hiçbir şey düşünmemeye, bilinçlerini bütünüyle boş tutmaya en üst düzeyde özen göstermelidirler. Başarı, vericinin odaklanma (konsantrasyon) derecesine bağlı olduğu kadar, alıcıların her türlü kaygı ve kişisel düşüncelerden uzak bir biçimde bilinçlerini boş tutabilmelerine de bağlıdır. Odaklanma bitiminde tüm alıcılar kendi önlerinde bulunan kağıda bilinçlerin hangi görüntünün belirdiğini yazarlar ve sonuçlar karşılaştırılır. Gözlemler her beş kişiden birinin iyi bir alıcı olduğunu ortaya koymuştur.
  ZAMANLA KÖRELİR!

İnsanlarda, zamanla körelmiş olduğu belirtilen bu yeteneğin aslında herkeste değişik derecelerde mevcut bulunduğu ve çeşitli deneme egzersizleriyle geliştirilebileceği ileri sürülür. Araştırmacılar Avusturalya’daki bazı orman kabilelerinin beş duyu dışında bir iletişim yöntemi kullandıklarını bildirmektedir. Bu araştırmacılardan biri olan Alexander Markey, Yeni Zelanda’lı Maori’lerin günümüzde hala telepati kullanarak iletişim sağlayabildiklerini yazmış olduğu bir kitabında dile getirmektedir. Benzer yöntemler Afrika kabilelerinde de, örneğin Tabu yerlilerinde kullanılmaktadır.

Roger Luckhurst’a göre, Batı kültüründe telepati kavramı esas olarak 19. yy. sonlarında ortaya çıkmıştır. Bu dönemden önce bilim fiziksel olgulara yoğunlaşmıştı ve “zihin”le pek ilgilenmiyordu. Paranormal fenomeni anlama çalışmaları esas olarak canlısal manyetizma çalışmaları ile başlamıştır. Telepati daha sora metapsişik araştırmacılarca ele alınmış ve SPR gibi derneklerin kurulmasından bir süre sonra laboratuvar koşullarında yöntemli ve sistemli bir şekilde incelenmeye başlandı. Bu alanda ilk başarılı sonuçlar, parapsikolojinin babası sayılan, Duke Üniversitesi’nden profesör J.B. Rhine tarfından elde edildi.
Örneğin Duke Üniversitesi’nde yapılan bir dizi ESP deneyinde, 1850 deneyden 558’inde başarılı sonuç alınmıştı. Bu sonuçların rastlantıya dayalı olasılık hesaplarına göre gerçekleşme olasılığı ancak 22 milyarda birdi. Rhine’ın ESP ve telepati deneyleri üzerine yazdığı “Altmış Yıldan Sonra Duyular-dışı Algılama” (Extra-Sensory Perception After Sixty Years) adlı kitabı Harvard Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nce öğrenciler için akademik bir test kitabı olarak kabul edildi. Rhine gibi psişik araştırmacıların başarılı sonuçlar almasından sonra telepati laboratuvar koşulları içine çekildi ve parapsikolojik araştırma kapsamında ele alınmaya başlandı. (Wikipedia yazısından alıntılar burada son buldu)
TASAVVUFUN EĞİTİM METODU

Gördüğünüz gibi tasavvufun olmazsa olmazı “rabıta” bilimsel olarak “telepati” adı ile ispat edilmiş durumda. Yazıda da belirtildiği gibi uzaktan duygu aktarımı bu sayede yapılabilmektedir.

Yıllar önce Mustafa İsmet Garibullah (Büyük Şeyh) Efendi’nin yazdığı Risale-i Kudsiyye’de ne güzel açıklanmış değil mi:

Gönülden gönüle yol vardır halilâ
Minel kalbi ilel kalbi sebilâ

  Mahmud Efendi Hazretlerimizin bu konudaki sözleri de aynı paralellik içinde. Her müridin şeyhin kalbinde bir yeri olduğu gibi sözlerini defalarca işitmiştik sultanımızdan…

  Bilim din için delil değildir ama bazı inkarcılara bu şekilde de cevap verilebilir… Bilimin bile tasdik ettiği, onayladığı ve dini açıdan da meşruluğu ispat edilen bir hususu “yok” diyerek inkar etmek akıl kârı değildir.

  Peki, biz Rabıta ile ne yapıyoruz?

  Rabıta ile Şeyhimizin kalbine ve ruhaniyetine yöneliyoruz. Burada inkarcıların yanıldığı nokta burası. Evet, yüzünü düşünmek önemli ama biz bedenine değil ruhaniyetine ve kalbine yöneliyoruz. Ruhaniyetine yönelindiği için “kadının yönelmesi ve düşünmesi de” şer’i açıdan bir sorun teşkil etmiyor.

  Neden yöneliyoruz?

  Nefsini tezkiye etmiş ve kalbini masivadan temizlemiş olması, Allahu Teala’nın nurunun onun kalbine parlaması sebebiyle yöneliyoruz. O nurdan istifade edebilmek için yöneliyoruz.

  Bu konuyu da daha önce yazmıştık. Yeri gelmişken yine yazalım ve hatırlayalım:

Ebu Inebe el-Havlani (Radıyallahu nah)’dan rivayet edilen: bir hadisi şerifte şöyle buyruluyor:
  “Şüphesiz Allah(u Tealan)ın, yer ehlinden bir takım kapları vardır. Rabbinizin kapları, Salih kullarının kalpleridir.
Kalplerin Allah’a en sevgilisi ise, en yumuşak ve en merhametli olanlarıdır.”(Teberani, Zebidi, İthafü-s Sade, 6/209, Ahmed İbni Hanbel, ez-Zühd, No:827, sh:223; Münavi, Feyzül Kadir, No: 2375, 2/629, Süyuti, Nebhani, El-Fethu’l Kebir, No:4103, 1/374)

  İmam-ı Münavi (Kuddise Sirrahu) bu hadis-i şerifin şerhinde şöyle buyurmuştur:
“hadis-i şerifte geçen Salih kullardan maksat; hem Allah’u Teâlâ’nın hem de kullarının haklarından üzerlerine düşenleri hakkıyla yerine getirenlerdir.
İşte bu kulların kalplerine Allah’u Teâlâ’nın marifetinin nuru dolarak uzuvlarına taşar. Çünkü kalp yumuşayarak incelip parlayınca, parlak ayna gibi olur. Meleküt (manevi) âleminin nurları ona parlayınca bütün göğsü aydınlatır.
  İşte o zaman gönül gözü, Allah’u Teâlâ’nın emirlerinin iç yüzünü görmeye başlar ve bu görüş onu Allah’u Teâlâ’nın nurunu mülahaza etmeye sevk eder (gözetmeye sürükler)
Böyle bir kalp Allah’u Teâlâ’nın kendisine verdiği safa (paklık) ile ziynet ve behayı (süs ve güzelliğini) kemale erdirdiğinden, mahlûkatı arasında Allah’u Teâlâ’nın nazarının mahalli olur.
İNKARCIYA SON CEVAP!

  Eğer bir inkarcı “bunun faydası yok” derse vereceğimiz cevap şudur: “Biz delilleri ile ispat ettiğimiz bu hususta şer’i olarak bir engel bulunmadığını anlıyoruz. Yani bu, dinimizce yasaklanmayan meşru bir harekettir. Dolayısıyla yapılmasında bir engel yoktur. Yapanlar çokça faydasını görmektedir.

  Faraza faydası yoksa bile yaptığımız rabıtanın bize bir zararı da yoktur. Çünkü rabıta yapılan, düşünülen kişi, her anında Allah yolunda olduğuna, Allah’ın şeriatından kıl kadar şaşmayan biri olduğuna, peygambere 6 cihetten ittiba eden biri olduğuna, Kuşluk kılmamayı ölmeye tercih eden biri olduğuna şahitlik ettiğimiz biridir, Allah’ın salih bir kuludur. Dünyanın iğrençliklerini düşüneceğimize bir Allah dostunu düşünmemiz bizim zararımıza olamaz…

  Dolayısıyla rabıta yapmamızdan fayda görsek veya görmesek de bir kaybımız yoktur…
SONUÇ!

  Rabbimize şükürler olsun ki, yine sitemiz ihvanlar.net ten güzel bir çalışmayı daha sizlere sunduk… İnkarcıların tutunacak hiçbir dalı yok. En azından biz yolumuzun hak, davamızın sabit, fiillerimizin meşru olduğunu bilelim bize yeter…


MÜRŞiDiN GIYABINDA YAPILAN RABITA

Mürşidin gıyabında yapılan rabıta iki kısımdır. Birisi günlük ders olarak yapılan rabıta, diğeri de devamlı olup bütün zamanlara yayılan rabıtadır. Her ikisini usulüne uygun yapanlar büyük menfaat elde ederler. Bu usulleri kısaca tarif edelim.

Günlük Ders Olarak Yapılan Rabıta

Mürid, günlük rabıta dersini yapacağı zaman, akşam namazından sonra, abdestli bir şekilde kıbleye karşı adap üzere oturur, gözlerini kapatır, yirmi beş (25) defa estağfirullah der. Mürşidinin dolunay gibi ilahi nurlarla parlayan cemalini hayalinde canlandırır. Onu gözünün önüne getirmeye ve ondaki nurlardan nasiplenmeye çalışır. Bunun için mürşidin iki kaşı arasından çıkan bembeyaz süt şeklindeki ilahi nurun ve feyzin, müridin ağzından girerek kalbinin üzerine geldiğini, kalbinden yayılarak bütün vücudunu sardığını düşünür. Buna 10-15 dakika devam eder. Rabıtanın en azı beş (5) dakikadır. Duruma göre bu süre uzatılabilir. Sonra 25 defa estağfirullah diyerek gözler açılır.

Kadınlar ders rabıtası yaparken, mürşidi bir nur şeklinde, güneş gibi parlak vaziyette düşünürler. Mürşidin vücut azaları, başı, yüzü, gözü zahiri olarak değil, ilahi nur ve feyiz ile dolu gönlü ve o gönüldeki nurun dışa yansımış hâli düşünülür. Ruh ruha, kalp kalbe, gönül gönüle bağlanır ve ondaki ilahi nurdan, feyizden, sevgiden, ilimden ve edepten nasiplenmeye çalışır.

Ders olarak yapılan rabıtanın vakti akşam ile yatsı arasıdır. Ramazan- şerif ayında ise bu ders öğle ile ikindi namazı arasında yapılır. Ramazan ayının ve orucun bereketinden istifade etmek için Ramazan ayında rabıta, gündüz yapılır.



Hayatın Her Anına Yayılan Rabıta

Buna manevi ve hayali rabıta da denir. Bu rabıtanın şekli çoktur. O belli bir vakte bağlı değildir. Her iş ve ibadetten önce yapılacak bir rabıta şekli vardır. Bu rabıta ile basit işler güzelleşir, görülen şeylerden ibret alınır, kalp devamlı uyanık olur, insan edeplenir. Rabıta desteği ile yapılan amellerde insan, varsa riyasını görür, ihlasa sarılır, kusurlarını fark eder.

Manevi rabıtanın bir şekli mürşide ait şeyleri sevmektir. Mürşid sevgisini kuvvetlendirmek için onun ehl-i beytini, oturduğu yerleri, kendisiyle ilgili şeyleri düşünmek, bir yandan muhabbetle ayrılık hasreti çekmek, öbür yandan buluşma özlemi ile kalbi mürşide bağlamak gerekir.

Mürid, yolda yürürken, yemek yerken ve bir işe giderken mürşidine yönelerek onun ruhaniyetini kendi tarafına çekebilir. Bu ruhaniyetin nurları ve tasarrufatı altındaki bir insan Allah'ın rahmetini üzerine çekmiş olur. Bu rahmet ona çok şey kazandırır.

Mürid, günlük işlerinde de rabıtalı olmalıdır. Mesela uyuyacağı sırada mürşidini baş ucunda kendisine feyiz akıtır vaziyette düşünmesi, aynı şekilde uykudan uyanınca, bir ders alma veya verme anında, namazın başında ve sonunda rabıta yapması önemli kazanç sağlar. Çünkü müridin iki rabıta arasında işlemiş olduğu her amel, rabıtanın bereketi içinde işlenmiş olur. Namazın içinde rabıta yapılmaz.

Rabıtanın bereketi, kalbi Yüce Allah'a bağlamak ve onu her an uyanık tutmaktır.

Müridin, dostlarıyla veya yabancılarla sohbet ederken, evinde ailesi içinde oturup kalkarken rabıta yapması da önemlidir. Bunun en önemli faydası gaflete düşmemek, boş konuşmalardan kaçınmak ve karşısındaki kimselere edepli davranmaktır.

Müridin tatlı akar sular, hoş manzaralar, güzel binalar, çekici elbiseler, lüks arabalar görünce de rabıta yapması kendisine önemli kazançlar sağlar. Bu durumda mürid şöyle düşünebilir:

Keşke mürşidim şu akar suyun başında, şu hoş manzaranın içinde veya şu güzel binada olsa da sohbetini dinleme şerefine ersek. Çünkü böyle yerlerde sohbet daha tatlı olur. Keşke mürşidim şu elbiseleri giymiş veya şu güzel vasıtaya binmiş olsa da herkes ondaki cemali ve celali, tevazu ve edebi görse. Bunlar ona ne güzel yakışır, hem bu nimetlere de en fazla o layıktır. Çünkü onların şükrünü en güzel o yapar.

Aslında bu düşünceler samimi sevginin gereğidir. Çünkü aşık insan hoşuna giden her güzel şeyin sevdiği kimsede de bulunmasını ister, hatta önce onu tercih eder. Aşkta bencillik olmaz, ben diyen aşık olamaz. Mürid de karşılaştığı güzel nimetler içinde önce kimi hatırladığına bakarak sevgisini kontrol edebilir.

Güzel nimetler karşısında yapılacak rabıta müridi gaflet, nankörlük, kin, haset, dünya sevgisi, cimrilik gibi hastalıklardan korur.

Rabıtanın ihmal edilemeyeceği yerlerden birisi de velilerin hâllerini inkar eden alimlerin meclisleri ve onlarla münakaşa anlarıdır. Bu andaki rabıta kalbi yıkıcı fikirlerin etkisinden kurtarır, müridi edebe uymayan hissi ve nefsi davranışlardan uzak tutar.

Bir başka mürşidle karşılaşma veya buluşma anında da rabıtalı olmalıdır. Bu şekilde mürid, karşılaştığı büyüğe karşı edepli davranır, sevimsiz düşüncelerden kurtulur, kalp kaymasından korunur.



Kâmil Mürşid Rahmet Vesilesidir

Mürid, bir nimetle karşılaşınca, bunu nefsine veya herhangi bir ameline maletmek yerine, mürşidinin dua ve bereketine bağlaması güzel olur. Böylece, kalp nimete değil onu verene bağlanır, Allah'a şükreder. Kendisine bu nimetin gelmesine vesile edilen, ayrıca nimet karşısında nasıl davranacağını öğreten mürşidine de teşekkür eder.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Gerçekte bütün nimetleri yaratan ve dilediği kimselere dilediği kadarını ulaştıran Allahu Teala'dır. Böyle bir anda mürşidi düşünmenin ve onu nimete vesile görmenin ne faydası vardır? Bu durum sebebe bağlanıp asıl vereni unutma ve ileri safhada şirke düşme tehlikesi taşımaz mı?

Buna cevap olarak denir ki: Bir nimete ulaşan kimse için asıl tehlike onu kendi nefsinden bilip, ben yaptım, ben çalıştım, ben kazandım diyerek gaflete düşmesidir. Elbette bütün mülk, yaratma ve nimetleri taksim Yüce Allah'a aittir. Ancak Yüce Allah'ın dünya alemindeki adeti, her şeyi bir sebeple yaratmasıdır. Bu alemin ayakta durması için en büyük sebep, içinde Allah'a kulluk eden, O'nu zikreden salih müminlerin bulunmasıdır.



Resûlullah (s.a.v) efendimizin belirttiği gibi: "Yeryüzünde Allah, Allah diye zikredenler bulunduğu sürece kıyamet kopmayacaktır.34

Kıyamet, dünyadaki hayatın sönmesi ve bütün hayat düzeninin bozulmasıdır. Demek ki şu anda bütün insanlık Yüce Allah'ın zikrini çeken salihlere teşekkür borçludur. Çünkü bu dünya onların yaşadığı ilahi ahlak ve çektikleri zikir sebebiyle ayakta durmaktadır.

Şu hadisleri de burada hatırlatmalıyız:

"İnsanlar, Allahu Teala'nın kulları içinden seçtiği salihlerin sebebiyle yağmura kavuşur, onların bereketiyle müminler ilahi yardıma ulaşır, halktan umumi azap kaldırılır." 35

"Allah bu ümmete ancak aralarındaki zayıf görünümlü salihlerin duası, namazı, orucu ve ihlası sayesinde yardım eder." 36

İmam Rabbani (k.s), Hz. Peygamber'e varis olan ve dini hayatı canlandıran irşat kutbu müceddidi tanıtırken şöyle demiştir:

"Müceddit öyle bir kimsedir ki, ümmete gelen bütün feyiz ve maneviyat ancak onun sayesinde gelir. Onun aracılığı olmadan hiç kimseye irşat, hidayet, nur ve feyiz gelmez. Bu Allah'ın takdir ve tercihi ile böyle olmaktadır. Allahu Teala irşat kutbu yaptığı zatı vesile ederek dilediklerine pek çok faydalar ulaştırır. Bazen bundan irşat kutbu olan zatın haberi de olmaz."37

İşte rabıta yoluyla kendisine kalbin bağlandığı zat bu irşat kutbudur. Zaten bu yetki ve derecede olmayan kimseye rabıta yapılması yasaktır. İrşat kutbunun kim olduğunu o kimsenin irşadı gösterir. Onun veliliği ve peygamber varisi olduğu her hâlinden bellidir. Takva imamı olduğu güneş gibi ortadadır. Yeter ki onu gören kimse inkar gözüyle bakmasın.

Mürid elde ettiği her nimetin kendisine gelişi için bir sebep arayacaksa, bu sebep onun Allah'tan gafil nefsi değildir. Elbette her şey Yüce Allah'ın sonsuz rahmeti ve iradesiyle olmaktadır. Ancak Allahu Teala kullarına göndereceği bir nimeti onların içlerinden seçtiği bir kul vasıtasıyla göndermeyi daha çok sevmektedir.

Maddi ve manevi bir nimete kavuşunca yapılacak rabıta kalbi eşyaya değil, Yüce Mevla'ya bağlar. Kulu şirke değil, şükre götürür.

Hastalık ve Sıkıntı Anında Rabıta

Mürid bir musibet ile karşılaşınca şöyle düşünmelidir: Mürşidim, bende Allah'tan başka şeylere karşı ilgi, aldanma ve gaflet görerek kalbimin onlardan kurtulması ve Allah'a yönelmesi için Yüce Allah'tan bana bu musibeti vermesini dilemiştir. Böylece mürşidim uyanmamı ve tüm varlığımla Yüce Allah'a yönelmemi istemiştir. O hâlde bu musibet aslında bir ihsandır. Çünkü o beni kapıldığım gurur ve gafletten kurtarmıştır. Bu durumda ben böyle bir musibeti verene şükür, onun verilmesine sebep olana da teşekkür etmeliyim.

Sadat-ı Kiram'dan Şah-ı Hazne (k.s), müridin günlük işleri ile meşgul olurken yapacağı hayâli rabıtayı şöyle tarif etmiştir:

"Mürid, sanki üstadı daima kendisiyle berabermiş gibi düşünür. Bir şey yediği, dostlarıyla konuştuğu, başkalarıyla karşılaştığı zaman onu hatırından çıkarmaz. Yatacağı ve uykudan kalktığı vakitte onun baş ucunda bulunduğunu düşünür. Talebeye ders verirken, dersi bitirirken, namaza ilk kalkarken, namazı bitirirken mürşidini yanında, önünde hayal eder. Mümkün olduğu kadar bu düşünceye devam edip, nefsin sevdiği şeye iltifat edilmemesi gerekir.38


Rabıta Farklı Derecelerde Gelişir


Bu yolun büyükleri derler ki: Râbıtanın şekil ve dereceleri farklı farklıdır. Onun tek bir şekli yoktur. Bu sebeple mürid sabırlı olmalı, hak yolundaki edeplere dikkat etmelidir. Kalbini öldürecek boş işlere dalmamalıdır. Dinin emirlerine sıkıca yapışıp nefsi yavaş yavaş rabıtaya alıştırmalı ve bu hâli ilerleterek rabıtanın farklı derecelerine ulaşmalıdır.

Şu çok önemli: Kâmil mürşidi düşünürken onun kulluk sıfatını unutmamak ve kendisine ait olmayan sıfatları düşünmemek gerekir. Bir sevgi haddi aşınca sevgiliye ihanete dönüşür. Müride düşen mürşidini yüceltmek değil, ondaki yüksek sıfat ve ahlaklardan nasiplenmektir.

İş-güç esnasında kısaca mürşidimin huzûrundayım diye düşünmek kâfidir. Yine Namaz ve Kur'an okurken namazını ve okuyuşunu karıştıracak şekilde râbıta yapmaktan sakınarak kısaca: "mürşidimin huzurunda Kur'an okuyorum, yanında namaz kılıyorum" diye düşünüp okunacak şeylerin güzel yapılmasına, mânâlarının düşünülmesine dikkat edilmelidir. İşte devamlı râbıta böyledir. Bu kısmı, kulun gayretine bağlıdır. Gelecek mânevî zûhûrat ve zevkler ise vehbîdir. Onlar Allah vergisi olup, kulun müdâhâlesi söz konusu değildir. "39

Namazın içinde rabıta yapılmaz. Namazda kendiliğinden oluşan rabıta hâlinin bir zararı yoktur; ancak bu hâle iltifat edilmez.

Namazda kalbi dağılan kimse: "Şu anda Kabe'de namaz kılıyorum, mürşidimin arkasında namazdayım, sağımda cennet, solumda cehennem var, ayaklarımın altında sırat köprüsü kurulu..." şeklinde bir çeşit zikir sayılacak ve kalbini toplayacak şeyleri düşünmesinin bir zararı yoktur, aksine faydası vardır. Böyle bir düşünce şirk değildir. Namazın ve içindeki bütün amellerin hedefi Yüce Allah'ı zikirdir. Bu zikre vesile olan, kalbi uyandıran, gönlü toplayan, ibrete yol açan düşünceler, tefekkürler, hayaller, namazın ruhuna aykırı değildir.

Mürid bu şekilde rabıtayı bütün vakitlerine yaymaya ve her zaman mürşidi ile kalb bağlantısı kurmaya çalışmalıdır. Çünkü gönlünü ve gündemini mürşidi ile doldurmayan kimsenin gönlü kendini meşgul edecek bir sevgili bulur. Ancak her sevgili onu Allah'a bağlamaz, her sevgi saadet sebebi olmaz.


Nefsin Katmanlari - Allaha Ulaşmanin Mertebeleri

İman ve İslâm mevzuunu böylece anladıktan sonra; İslâm Dini’ne iman etmiş, dolayısıyla İslâm’ın bildirdiği Allâh’a, Rasûlüne, meleklere, kitaplara, diğer Nebi ve Rasûllere, âhiret gününe, hesap ve kitaba, yeniden dirileceğine iman etmiş bir kişinin ilerlemesi nasıl oluyor?..

Bu ilerlemeyi, tekâmülü, Allâh’a ulaştıran basamakları, bazıları yedi mertebeye ayırıyor, bazıları üç mertebeye ayırıyor, bazıları dört mertebeye ayırıyor. Bu ayırım çeşitli kişilerde çeşitli tasniflere tâbi tutulmuş.

Baştan alalım…

Yediye ayıranlar: Emmâre, Levvâme, Mülhime, Mutmainne, Radiye, Mardiye ve Sâfiye olarak ayırmışlar.

Dörde ayıranlar: Emmâre, Levvâme, Mülhime ve Mutmainne olarak ayırmışlar.

Üçe ayıranlar: Levvâme, Mülhime, Mutmainne demişler; Emmâreyi zaten hiç saymamışlar!..

Emmârenin sayılmamasının nedeni:

Emmâre; emredenden geliyor. Emmâre, emredici nefs demektir!

Emmâre emredici nefs demekse, nefs emrediyor! Emreden kim?.. “Nefs” isminin arkasında o fiile emreden, onun terkibi yani emreden, “Rabbi” oluyor!.. Rabbine uymuş oluyor!..

Daha evvelki bahislerde, nefsin hakikatinin Rubûbiyetten yaratılmış olduğunu, Rubûbiyetten meydana gelmiş olduğunu anlatmıştık!..

Rubûbiyetten meydana gelişi, ilâhî isimlerin terkibi oluşu sebebiyle; herkeste, her insanda, her hayvanda, her canlıda zaten bu emretme hâli söz konusu. Dolayısıyla bütün canlılarda bu hâl söz konusu olduğu için, bunu bir sınıf, bir derece, bir mertebe olarak ele almamışlar hiç. Ve Levvâmeden başlamışlar bir kısmı.

Levvâme, “levm” kökünden geliyor. Kendi kendine levm eden yani kendisinin, Allâh’ın kulu olduğunu, Allâh’a kulluk etmek için bu Dünya’da var olduğunu; fakat bu kulluğunu hakkıyla yerine getirememesinden dolayı da pişmanlığa düşme hâlini yaşayana, nedamet içinde olana, tarif sadedinde “levvâme nefs” denmiş. Kendi kendini, yaptığı eksik, noksan tabiatına uyma hâlleri dolayısıyla kötüleyen nefs, mânâsınadır.

: İman etmiş bir kişinin tekâmülü, Allâh’a ulaştıran basamakları, bazılarına göre yedi mertebeye ayrılır.

Eğer bu daha ileri bir noktaya giderse… Bu kişi belli çalışmalar yapar, bu belli çalışmalarının sonunda belli hakikatleri idrak etme durumuna geçer; belli ilhamlar alırsa… Bu aldığı ilhamlar neticesinde, kendisinin müstakil bir varlık olmayıp, kendi varlığı ile kaîm bir varlık olmayıp; Allâh’ın varlığı ile kendi varlığının kaîm olduğunu; kendi benliğinin, ilâhî isimlerin bileşimi olarak meydana geldiğini; kendi varlığının netice olarak Hakk’ın varlığına dayandığını, Hakk’ın varlığı olduğunu; “ben” diye bir şeyin olmadığını idrak ederse, o zaman bu nefs, “mülhime nefs”tir deniyor.

Ancak burada çok önemli bir nokta oluşuyor…

Burada, “küfrü hakiki” diye tarif ettikleri; “taklidî imandan” sonra gelen “tahkikî küfür” dedikleri bir noktaya ulaşıyor.

Burada kişi, kendi varlığının Hakk’ın varlığı olduğunu müşahede edince:

“Artık ben yokum; var olan Hak!.. Hak da dilediğini yapar, hiçbir şeyle kayıtlı değildir. Öyleyse ben namaz kılmam veya oruç tutmam veya başka birtakım fiiller yaparım ve yaptığımdan da mesûl değilim” anlayışı içine giriyor. İşte bu, mülhimenin idrakının, mülhimenin müşahedesinin tabii sonucu.

Yalnız burada dikkat gerek, kişi herhangi bir şeyhe bağlı olup da, şeyhinin öğretisine riayet suretiyle burayı kabulleniyorsa; bu kabullenme idrak olmaz!.. Çünkü gerçekten “Hak” olduğunu idrak ettiği zaman, artık bağlanacak, tâbi olacak birisi, şeyhi kalmaz!.. Kalmışsa, daha Hakk’ı idrak etmemiştir!..

Ama, idrak ettim, der; hem de bağlıdır!.. Olabilir. Böylesi de olur!.. Ama hakikatiyle, meseleye bakarsak, böyle bir şey olmaz! Bağlılık diye bir şey kalmaz!..

İşte, buradaki bu ilhamlarının, müşahedelerinin neticesinde, eğer meseleyi daha da bir tahkik yoluna giderse; o zaman görür ki, kendindeki ilâhî isimler, yani “Hak” oluşu bir terkip yönüyledir!..

Yani, kendindeki belli isimler, çeşitli anlarda, kendinde olan mânâları meydana getirecek bir biçimde, bir terkip şekliyle, o fiilleri meydana getiriyor.

Allâh’ta ise, bu isimler terkip yönüyle değil, mutlakiyeti yönüyle mevcuttur!

Bunu müşahede edebilirse, o zaman Cenâb-ı Hak ona, “Mutmainne nefs” olma yolunu açmış demektir!.. Niçin?..

Kendi varlığının ilâhî isimlerin bir terkibi şekliyle var olduğunu gördüğü zaman, bu isimlerin hepsini, dilediği anda, dilediği şekilde, dilediği biçimde kullanamadığını müşahede edecektir!.. Bütün isimlere dilediği anda dilediği şekilde bürünemediğini, bu isimlerde tasarruf edemediğini görecektir. İsimlerin onun varlığına hâkim olduğunu görecektir!..

O zaman, hem varlığının “Hak” olduğunu kabullenecek; hem de ilâhî emirlere kulak vermek mecburiyetinde kalacaktır!..

Rasûlullâh’a kulak verecektir. Allâh Rasûlü, ilâhî emirleri tebliğ etmiştir. Bu tebliğ kapsamında, Ulûhiyet mertebesinin, isimler mertebesine sâri olduğu gibi; sıfat mertebesini ve Zât mertebesini de içine alan bir mertebe olduğunu görecek; dolayısıyla, o isimlerin ait olduğu varlığın, dilediği gibi isimlere bürünebilme durumunda olduğunu idrak edecektir.

Oysa kendisinde bu isimler dilendiği gibi o anda zuhur ediyor!.. Ve böylece kendisinin, bir isim terkibi olduğunu müşahede edecek ve bu terkibiyetinin neticesinde de belli bir tabiatı, belli bir huyu, belli bir kişiliği, yapısı, davranışları olduğunu hissedecektir.

Ancak bundan ilâhî emirlere uymak suretiyle yani Rasûlullâh’a tam anlamıyla tâbi olmak suretiyle, isimlerin terkibiyet kaydının dışına çıkıp, Allâh’a vâsıl olabileceğini; bundan sonra Allâh’a vâsıl olmanın mümkün olduğunu görebilecek, anlayabilecektir.

İşte bu serbestlikten, bu bağımsız anlayıştan sonra yeniden Hz. Rasûlullâh’ın bildirdiği bütün emirlere tâbi olmak yoluna gidecektir.

Duyguların ve tabiatın hükmü altında iken, velîsi, Rabbi idi. Kendi terkibini meydana getiren isimlerdi!..

Hâlbuki şimdi velîsi, Allâh oldu!..

Velîsinin Allâh olması, Allâh ahlâkıyla ahlâklanmaya başlaması demektir!

İşte böylece Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanmaya başladığı andan itibaren “mutmainne nefs” olur. Yani Allâh’ın varlığına itminan hâsıl olmuş, Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanmaya başlamıştır.

Bundan sonraki Radiye, Mardiye, Sâfiye denilen hâller, bu itminanın sonucu olan hâllerdir. Ayrı ayrı nefs hâlleri değildir, ayrı nefs idrakı değildir, diyor bazı ehlullâh.

“Levvâme”deki benliğini anlayış farklı, “Mülhime”deki farklı ve “Mülhime”ye göre “Mutmainne” farklı; ama “Mutmainne”den sonrakinde artık temelde fark yok.

Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanma durumu söz konusu.

Ama Allâh ahlâkıyla ne derecede ahlâklanabilirse, o derecede genişleme söz konusu!.. Allâh’ı o ölçüde tanıyabilme söz konusu!..

O an’a kadar, Allâh’ı tanıyabilme söz konusu değil!.. O an’a kadar, Rabbini tanıma söz konusu!..

Ancak Mutmainne’de Allâh’ı tanıma, “isimleri yolu” ile açılıyor.

Artık o yolda ne kadar gidebilirse!..

Onun ötesindeki Radiye ve Mardiye hâlleri diye anlatılan şeyse, Radiye’de kendisinin isimler kaydından çıkması ve isimler mertebesinde kendini bulması; Mardiye’de sıfat mertebesiyle kendini bulması, hakiki benliğiyle kendini müşahede edebilmesi!.. Yani, Rabbi yönünden değil, Rahmâniyet yönünden kendini tanıması idrak etmesi, diyerek Mardiye tarif ediliyor!

Sâfiye’nin hâlini zaten ne tarif edebiliriz ne konuşabiliriz!.. O Zât mertebesidir! Zât tecellisidir!.. Zât hakkında zaten konuşulmaz!.. Zât hakkında konuşulmadığına, anlaşılmadığına göre, onun tecellisi nasıl olur bu da konuşulamaz! Dolayısıyla Sâfiye hakkında söz etmek muhaldir!

Öyleyse esas olarak kendini bilmenin üç derecesi var. Birincisi Levvâme, ikincisi Mülhime, üçüncüsü Mutmainne hâlleri.

“Mutmainne”ye kadar olan biliş, Rabbini tek olarak biliş, Rabbini biliş neticesi. “Mülhime”de ilhamî hitaplar gelmeye başlıyor. Değişik ilhamlar arasında ilâhî olanlar da mevcut! İlâhî olan hitabı almaya başlarsa, o zaman Mutmainne’ye yönelmek zarureti hâsıl oluyor.

“Mülhime”de Rabbanî hitaplardan ilâhî hitaplara yönelme durumu söz konusu! Ancak, ilâhî hitaplarda itminan hâsıl olursa, o zaman işte “Mutmainne nefs” oluyor ve neticesinde de “Velîullâh” oluyor, yani “velîsi Allâh” oluyor. Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanmaya başlıyor!.. Ve “Allâh ehli” olma yolu açılıyor. “Ehlullâh” olma yolu açılıyor.

Bu arada hemen şu önemli noktayı vurgulayalım:

Velâyet, Allâh’ı tanıma işidir. Allâh’ı tanımanın ise tek yolu “Vahdet” sırrına ermektir. Şükür, rıza, fakr, muhabbet ancak “vahdete” götüren basamaklardır.

Bunların neticesinde “Vahdet” oluşmuş ise, “velî”lik kapısı açılır!.. “Vahdet” sırrına erişmemiş velî olmaz!..

Tasavvuf bütünüyle “vahdet” sırrına yönelme işidir!.. Kişilikten, benlikten, kendini bir birim olarak kabullenme hâlinden kurtulup, vahdet deryasına garkolmadan Allâh bilinmez!.. Allâh, böylece bilinmeyince de “velîlik” oluşmaz.

Halk; kişinin ameline, davranışına, sözüne bakarak, kendisinden ileride olana hemen “velîlik” etiketini takıverir!..

Oysa gerçekten, o kişinin “velî” olabilmesi için, o kişide mutlaka “vahdet” sırrının yaşanmış olması ve “Allâh ahlâkıyla ahlâklanmış” olması ve bu yolla Allâh’ın bilinmiş olması mecburiyeti vardır.

Zaten daha “Mülhime”de bu husus kişiye açılmaya başlar. Mutmainnede de “Tevhid” tümüyle yaşanır.

“Tevhid”in “Vahdet”e dönüşmesi ise ancak “Mardiye”de hâsıl olur.

Evet bu gerçek velîlere gelince…

Kaynak: AHMED HULÛSİ


Hayr ve Şerr, Allâh’tandır - “Hayrihi ve şerrihi min Allâhû Teâlâ.”

İmanın şartlarından bir şartta da “Hayrihi ve şerrihi min Allâhû Teâlâ” deniyor.

Sana iyilikten ne isâbet ederse, Allâh’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir (nefsinin arzusuna uymandan). Biz seni insanlara Rasûl olarak irsâl ettik. Şahit olarak Esmâ’sıyla hakikatin olan Allâh yeter. (4.Nisâ’: 79)

Bir evvelki âyette de:

Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır. Sağlam ve yüksek kalelerde bulunsanız bile… Eğer onlara bir iyilik isâbet ederse “Bu Allâh indîndendir” derler. Eğer bir kötülük isâbet ederse “Bu senin indîndendir” derler. De ki: “Hepsi de Allâh indîndendir!” Bu insanlara ne oluyor ki hakikati anlamaya yanaşmıyorlar! (4.Nisâ’: 78 )

Evet… Şayet onlara bir iyilik isâbet ederse…

Şimdi burada, önce “kötülük” kelimesiyle kastedilen mânâ nedir? Bunu anlayalım.

Kötülük nedir?.. Kime nasıl kötülük yapmış oluruz, kime nasıl iyilik yapmış oluruz!..

İyilik ve kötülük kelimelerinden anlaşılan mânâ nedir?

Senin tabiatına uygun olan şeyi, ben sana ulaştırdığım zaman, sana iyilik etmiş olurum. Senin anlayışına göre!..

Senin tabiatına ters düşen şeyi sana ulaştırdığım, sana ulaşmasına vesile olduğum zaman da sana kötülük etmiş olurum!.. Gene, senin anlayışına göre!..

Fakat gerçekte, senin tabiatına ters düşen şeyi, sana verdiğim zaman sana iyilik etmiş olurum! Senin tabiatına uygun olan şeyi sana verdiğim zaman sana iyilik etmiş olmam!.. Hakikat açısından!

Hoşunuza gitmediği hâlde, savaş üzerinize hükmoldu. Sizin için hayır olan bir şeyden hoşlanmayabilir; sizin için şerr olan bir şeyi sevebilirsiniz. Allâh bilir, ne var ki siz bilmezsiniz! (2.Bakara: 216)

Âyetiyle de işte bu gerçeğe işaret ediliyor.

Şimdi, kötülük denen şey; kişilerin terkibine, tabiatına uygun olmayan şeydir! “Bu sendendir”, “Bu senin indîndendir” derler. Hz. Muhammed’i kastediyor… Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’da ilâhî hakikat zâhire çıkmakta olduğu için; “De ki: o sizin gördüğünüz, kötülük dediğiniz şey, Allâh’tandır”; “Muhammed’den değildir! Allâh’tandır!” diyerek gerçeği göstermek istiyor!

Yani, terkibin itibarıyla baktığın zaman, hayır ve şerr söz konusudur!..

Terkibine, tabiatına ters düşen şeye “şerr” adını verirsin. Tabiatına uygun düşen şeye de “hayır” adını verirsin.

Fakat hakiki mânâda hayrın ve şerrin ne olduğu, Allâh’ça malûmdur!..

Dolayısıyla, her hâlükârda da, hayrın ve şerrin Allâh’tan geldiğini kabullenmek gerekir.

Terkibine, tabiatına ters düşen şeye “şerr”, uygun düşen şeye de “hayır” adını verirsin.

Esasen nefsin hakikati, Hakk’ın Esmâlarının terkibidir! Öyleyse nefsindendir, derken; o terkip dolayısıyla ortaya çıkıyor o şerr!..

Peki o terkip, ilâhî isimlerden meydana geldiğine göre, şerrin yani şerr dediğimiz bu olayın kaynağı Allâh değil mi?..

Allâh değil, Rab!..

Çünkü Allâh’ta karşıtlılık yok ki!.. Terkipte kayıtlılık, sınırlılık var!

Her ne kadar terkibin mahiyeti Allâh’a dayanırsa da, terkip oluşu yönünden, nefs kelimesiyle anlatılır! Bu, Rubûbiyet mertebesindeki, senin varoluş tarzın, şeklin, biçimindir. Bundan dolayı da şerr; nefse bağlanır, Allâh’a bağlanmaz! Ve zaten onun şerr oluşu, nefsine göredir!.. Allâh’a göre değil!..

Yani terkibine ters düştüğü için, ona sen şerr hükmünü veriyorsun!.. Şuurun terkip kaydından kurtulmuş olsa, o takdirde o iş sana şerr olarak gelmeyecek; sadece, Allâh’tan! deyip geçeceksin!.. Ne hayır, ne şerr hükmü kalacak!..

Hayrın ve şerrin ne olduğunu; şerrin, neye nispetle şerr olduğunu tam açıklıkla anlatmış olduk!..

Tekrar ediyorum, şerr terkibe nispetle, terkibe ters düşen olayın adına verilir! Veyahut da senin terkip kayıtları içinde kalmana yol açacak fiile verilir!..

İlâhî mânâda, seni ikaz mânâsında kullanılan “şerr” kelimesi; senin terkibini muhafaza etme mânâsına gelen olaydır.

Buna mukabil, senin şerr kabul ettiğin, terkibine ters düşen olaydır!

İlâhî mânâda, sana şerr diye bahsedilen olay, sana hayır diye gelir. Çünkü terkibine uygunluk, terkibini muhafaza yolunda oluş getirmektedir. Buna mukabil, ilâhî mânâda ise bu şerrdir!.. Çünkü seni terkibine hapseder!.. Dolayısıyla, sana hayır gibi gözükse de o şey şerrdir!..

Ama netice itibarıyla, hepsi de ilâhî isimlerin etkisiyle oluştuğu için;

“…De ki: ‘Hepsi de Allâh indîndendir!’…” (4.Nisâ’: 78 )

“…Gerçekten Allâh, her şey için bir kader meydana getirmiştir!” (65.Talâk: 3)

Âyetinden anlaşıldığı üzere “şey” kelimesiyle işaret ettiğimiz her nesne, madde veya mânâ, belli bir kader ile tespit edilmiştir; ve o kader içinde varoluşunun gereğini ortaya koyar!.. Umumi mânâdaki bu hüküm, insana, insan kelimesine bağlandığı zaman, “Onun kaderini Allâh çizmiştir, takdir etmiştir” denir.

Muhakkak ki, insanın kaderi Allâh’ın takdiriyledir!..

İnsanın kaderinin Allâh’ın takdiri ile oluşması ne demektir?..

İnsan ismiyle işaret olunan varlık, daha evvel de geçtiği üzere, ilâhî isimlerin değişik terkiplerinin aşikâre çıkışından, zâhire çıkışından başka bir şey değildir!

Bu isimlerin mânâlarının ortaya bu şekilde çıkışı, gene o mânâlara hâvî olan, o varlık tarafından meydana getirilmektedir. Birim adını verdiğimiz bir mahal, şu isimlerin şu oranlarda aşikâre çıkmasıyla oluşacaktır denmişse, bu onun kaderidir!

Kaderi, biz iki mânâda inceleyeceğiz:

Bir, istidadın oluşması; iki, kabiliyetin oluşması…

İstidat da kaderdir, kabiliyet de kaderdir. Fakat o istidat ve kabiliyetin, kader olmasına karşılık; hakkında takdir biçilen varlığın, ilâhî isimlerden meydana gelmesi hasebiyle ve o ilâhî isimlerin kuvvetlerinin kendisinde var olması sebebiyle; orada belli bir iş yapabilme, belli bir gücü ortaya çıkarabilmesi söz konusudur!..

İstidadın ve kabiliyetin, ilâhî güç tarafından tespiti “kader”; buna mukabil, o mahalde, o birim adını verdiğimiz nesnede varlık, ilâhî isimlerin terkibi olması hasebiyle, mevcut olan irade; “irade-i cüz” diye adlandırılmıştır!.. Yani “irade-i cüz” kelimesiyle kastedilen mânâ, o mahalde mevcut olan ilâhî isimlerin varlığıdır!..

İlâhî isimlerin mânâlarını sen ortaya koyarsın, bu ortaya koyuşun “irade-i cüz’ünü kullanışın” diye tarif edilir!..

Sen bu “irade-i cüz”ünü ne ölçüde kullanabilirsin?..

Sen bu “irade-i cüz”ünü, kendindeki mevcut olan o isimlerin gücü kadar kullanabilirsin!..

Fakat sen, eğer senliğinin hakikatine ulaşır; Hakikat mertebesi itibarıyla, Allâh’ın Zâtı ve Sıfatıyla, senin Zâtında ve Sıfatında mevcut olduğunu müşahede edersen; bu müşahedenin neticesinde, bu defa kendindeki Zâtî kuvvetlerle mevcut isimlerini daha geniş ölçülerle kullanmak suretiyle; iraden, küllî iradeye dönüşmüş olur!

Gerçekte küllî ve cüz’i irade diye, iki ayrı irade yoktur!

İrade, tek bir iradedir!..

Terkibe bağlanan iradeye, “Cüz’i İrade”; Allâh’a bağlanan iradeye de “Küllî İrade” denir!..

Terkibiyetin hükmüyle yaşadığın sürece, cüz’i irade diye tanımlanan ve sana ait kabul edilen bir iraden söz konusudur!..

Fakat, belli tatbikatlarla, tabiatına ters düşen fiilleri ortaya koyarak tabiatının sınırlarını aşıp, terkibinin sınırlarını genişletirsen, bu defa senden ilâhî irade sâdır olur; ve senin herhangi bir şeyin olmasını istemen yolundaki isteğin, ilâhî güçler tarafından yerine getirilir!.. Böylece, senden çıkan iradeye, şu anda “İrade-i küll tecelli etti” dedikleri bir biçimde, izafeten “küllî irade” adı verilir.

Netice itibarıyla, senin terkibiyetin hükmü, “kader”; terkibiyetinin hükmünün oluşmasını sağlayan araç, levhi mahfuzun.

“Levhi Mahfuz” denilen hıfzedilmiş, korunmuş, varlığı muhafaza edilerek sürdürülen, yazılmış varlık dedikleri, burçlar ve yıldızlar sistemi; bunların etkisiyle senin oluşman kademeleri de ayânı sâbiten ve levhi mahfuzundur.

Levhi mahfuzun, bir minyatürüyle senin beynindir; küllî mânâda da burçlar ve yıldızlardır!

Ayânı sâbiten, beyninin 120. günde aldığı tesirdir. 120. günde aldığın tesir, senin tespit edilmiş ayânındır; yani senin tespit edilmiş geleceğindir! Sen bu tespit edilmiş kişiliğe ulaşacaksındır!..

Netice itibarıyla, levhi mahfuzun hükümleri değişebilir; ayânı sâbite değişmez! Niçin değişmez?

Çünkü, beyinde meydana getirdiği tesirler sâbitleşmiştir!.. Sâbitleşmiş, tespit olunmuş, artık değişmez hâle gelmiştir.

Senin levhi mahfuzun değişir. Levhi mahfuzunun değişmesi iki mânâda olabilir.

Birinci mânâdaki levhi mahfuzun değişmesi, yıldız tesirlerinin değişmesidir.

İkinci mânâdaki levhi mahfuzun değişmesi, beyindeki belli değişikliklerin; yeni devrelerin faaliyete girmesiyle, o kişinin aldığı tesirlerin değişmesidir.

İki yönlü, levhi mahfuzun değişmesi söz konusudur.

Levhi mahfuzun birinci yönünden değişmesi, vazifeli velîler dediğimiz, tasarruf sahibi kişiler tarafındandır. Belli tesirler güçlendirilir veya zayıflatılır veya yönlendirilir, böylece olaylar etkilenir!..

İkinci mânâdaki levhi mahfuzun değişmesi ise, kişinin tabiatını terk yolunda yaptığı fiillerle, terkibinin değişmesi; bu da beyindeki belli değişik devrelerin faaliyete geçmesi veya faaliyet hızının durdurulması yoluyla oluşur ve böylece de levhi mahfuzu değişmiş olur.

Âyette;

Arzda (bedeninizde – dış dünyanızda) ve nefslerinizde (iç dünyanızda) size isâbet eden hiçbir musîbet yoktur ki, bizim onu yaratmamızdan önce, bir kitapta (ilim boyutunda oluşmuş) olmasın! Muhakkak ki bu Allâh üzerine çok kolaydır! (57.Hadiyd: 22)

Buradaki “siz”den kasıt, terkip hükmüyle var olan, “insan” ismiyle anılan izafî varlıktır!.. “İnsan” ismiyle anılan izafî varlığın karşılaşacağı olaylar, başına gelecek şeyler; onun tabiatı dolayısıyla “musîbet” diye adlandırdığı nesneler, “levhi mahfuz” adıyla anılan ilâhî kitapta; yani bizim bugünkü deyişimizle, burçlar, yıldızlar âleminde meydana getirilmiştir.

Bu tesirler, her bir birimin kendi terkibiyeti istikametinde onda belli olayları meydana getirecek; bunlar belli kazançlar, hâsılalar veya belli musîbetler şeklinde ortaya çıkacaktır!..

Terkip yani insan, bu kaderin hükmü altındadır!.. Fakat terkibin, hakiki “Benliğin” ve “Zâtı” itibarıyla, hükmü altında olduğu kaderi meydana getiren olduğu da aşikârdır!..

İsimler yönüyle, terkibiyeti dolayısıyla kaderin hükmü altında olan bu varlık; Sıfat mertebesi ve Zâtı itibarıyla, yani “Hakiki benliği ve Zâtı” itibarıyla bu kaderi meydana getirendir!..

Kim (dünyevî – dışa dönük şeylerle) Rahmân’ın zikrinden (Allâh Esmâ’sının kendi hakikati olduğunu hatırlayarak bunun gereğini yaşamaktan) âmâ (kör) olursa, ona bir şeytan (vehim, kendini yalnızca beden kabulü ve beden zevkleri için yaşama fikri) takdir ederiz; bu (kabulleniş), onun (yeni) kişiliği olur! (43.Zuhruf: 36)

Âyetiyle de kendi hakiki benliğinden, yani sıfat mertebesindeki benliğinin idrakından, yaşamından, ilminden yüz çevirip; vehminden doğan bir şekilde, kendini bir kişi olarak kabulü neticesindeki yaşantısı, onun “şeytana tâbi olarak Rahmân’a yüz çevirmesinden” başka bir şey değildir!..

Kendini bir Atasay, bir Cemile olarak kabulü, Rahmân’ın zikrinden yüz çevirmesi demektir. Ki bu da şeytana tâbi olmanın, fiil düzeyindeki ortaya çıkışıdır. Zira “Rahmân”, Sıfat mertebesinin, kişinin kendini hakikatiyle bilişin adıdır.

İlâhî isimlerin mânâlarının, salt mânâ grupları hâlinde, bir isimler mertebesinde, ayrı ayrı mânâlar şeklinde müşahede edileceğini sananlar aldanmaktadırlar!..

Bu isimlerin mânâları, Efâl mertebesinde, mânâ terkipleri içinde, belli mânâlar şeklinde müşahede edilir!.. Ve bu mânâlar neticesinde de, bu mânâların varlığında mevcut olduğu idrak edilir!.. Yoksa bunun dışında, ayrı ayrı salt mânâların varlığını kabullenmek her ne kadar câiz ise de, böyle bir şey söz konusu değildir!

Çünkü ayrı ayrı mânâlar ve bu ayrı ayrı mânâların varlıkları ve bu varlıklardan müteşekkil bir varlık, asla söz konusu değildir!..

Mutlak varlık tecezzî kabul etmez!..

Cüzlere bölünme diye bir şey söz konusu değildir!..

Cüzlere bölünmeyişi itibarıyla, yani “Ahad” oluşu dolayısıyla; Vâhidiyeti itibarıyla, bu “Vâhid” olana çeşitli mânâlar tevcih edilir.

Bu “Vâhid” olan, “sen”den de çeşitli mânâları müşahede eder, ama bu mânâların ayrı ayrı mânâlar olarak grup teşkilleri söz konusu değildir. Bu mânâlar ancak Efâl mertebesi dediğimiz mertebe ile müşahede edilir!.. Bu Efâl mertebesinde seyredilen mânâlar, Esmâ mertebesine yol gösterir.

Efâl mertebesinin ötesinde, ayrıca bir Esmâ mertebesi ve bu Esmâ mertebesinde var olan ayrı ayrı mânâlar, mânâ kütleleri söz konusu değildir!

Kaynak : AHMED HULÛSİ

"Gen Teknolojisinin Varacağı Son Nokta"

(Kar©glanin 10 Mart 2019 Vaazi)

أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم

يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَٓائِلَ لِتَعَارَفُواۜ اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ خَب۪يرٌ

Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmenirrahim

Yâ eyyuhâ-nnâsu innâ ḣalaknâkum min żekerin ve unśâ ve ce’alnâkum şu’ûben ve kabâ-ile lite’ârafû inne ekramekum ‘indallâhi etkâkum, innallâhe alîmun ḣabîr.

Meali :

Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'nu en çok bileninizdir(Yakin bilgisine sahip olan). Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.

Sadakallahul Aziym Hucurât Suresi 13. Ayet


---oOo---
Ebû Zer (r.a.) anlatıyor:

Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Buyurdular

«–Ben öyle bir âyet biliyorum ki, şayet insanların tamamı onunla amel etseydi, hepsine de kâfi gelirdi» buyurmuştu. Ashâb-ı Kirâm:

«–Ey Allah’ın Resûlü, bu hangi âyettir?» diye sordular. Allah Resûlü:

«Kim Allah’a karşı takvâ sahibi olursa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder»  âyetini tilâvet buyurdu.”

( Hadis-i Şerif , İbni Mâce, Zühd, 24)

Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Buyurdular

“Nerede ve nasıl olursan ol, Allah’dan kork! Kötülük işlersen, hemen ardından bir iyilik yap ki, o kötülüğü silip yok etsin. İnsanlara karşı da güzel ahlakla muâmele et!”

( Hadis-i Şerif , Tirmizî, Birr, 55/1987)


"Allâhumme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Kemâ salleyte alâ ibrâhîme ve alâ âli ibrâhîme inneke hamîdun mecîd"
"Allâhumme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Kemâ bârakte alâ ibrahîme ve alâ âli ibrâhîme inneke hamîdun mecîd"

Yolculugumuza başliyoruz :

“–Ey Allah’ın Resûlü! İnsanların en keremlisi (hayırlısı, şereflisi ve değerlisi) kimdir?” diye soruldu.

Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Buyurdular

“–En çok takvâ sahibi olanlarıdır” buyurdu.

( Hadis-i Şerif , Buhârî, Enbiyâ, 8, 14, 19; Menâkıb, 1; Tefsîr, 12/2; Müslim, Fedâil, 168)

internette ve bazi kitaplarda Takva Hakkinda
Takvâ; sakınmak, korunmak, çekinmek, hoşa gitmeyen şeylerden uzak durmak, tehlikelere karşı kendini korumak, korkulan şeyle araya bir mânia koymak demektir. Takvâ, mü’minin Allah’ın hıfz u emânına sığınarak, âhirette kendisine zarar ve elem verecek şeylerden titizlikle korunması ve günahlardan sakınarak sâlih amellere sarılmasıdır.

Halbuki Takva Allahi bilmekdir ki "Yakin" yani "Yakin Bilgisi" yani Her kimin Allahi bilme bilgisi daha cok ise, en takvali kimse o dur.


Geçen haftaki vaazımızda  ekmek ufağından bahsetmiştik O birinci versiyon idi, ikinci versiyon ise, üveysilik, yani Mesela Muhammed'in çağında olup da, ondan fayda görememek, yahut varıp da onu görememek, görüp de kıymetini bilememek, ve bunun bugünkü günümüzdeki versiyonu ise, Mehdi Aleyhisselam'ın çağında yaşayıp, ona verilen nimetlerden faydalanmalarına rağmen, ben ondan fayda görmedim diyerekten, bir de feryat edenlerin hali. Yani bugün ona verilen nimetlerden elektrik mesela, Hangi evde elektrik yok ki şu anda, çok cüzi miktar Bazı yerlerde, daha elektriğin ulaşmadığı yerler vardır elbet, ama, çok cüzi miktar onlar, ama onlar da yine gazyağlı lamba kullanıyorlardır. ve yine telefon her yere ulaşmış durumda, hani cep telefonu olmasa bile, ankesörlü telefonlar, yaklaşık olarak her yerde var, ve bu telefon hizmetinden faydalalanan insan sayısı çok, belki Afrika'da birkaç kabile kalmış olabilir, yine buzdolabı öyle, soğuk hava dolapları, çamaşır makineleri, ütü, araba ve Yollar, Uçak, gemi, kolayca bir yerden bir yere eşyaları nakletme, transfer etme, iki kabile veya millet ile ve Ümmetler arasında kolayca anlaşma imkani dil birligi ve kolaylığı, internet, görüntülü televizyonlar, görüntülü konuşmalar, kitap ve yazı dersen, milyonlarca bilgi kaydedilmiş vaziyette, artık kaybolmuyor, hatta video olarakdan görüntüler çekilmiş, sanki yanındaymış bilgi alişverişi yapalabiliyor, ölmüş olsa bile, hiç ölmemiş gibi karşında durup, sana bir şeyler anlatıp bir şeyler gösterebiliyor öğretebiliyor bildiklerini sana, ve yine ses ve müzik, insanları mest eden rahatlatan müzikler ve YouTube kanalı, ve Tuba Dalları hikayesi, ve Tuğba dalının ulaşmadığı yer yok, ve yine Herkes, her an müzik dinliyor, o diyor Hiç Durmaz susmaz, Çünkü YouTube'a girenler Afrika'dan girdilerse ve onlar yatip uyuyupda  Afrika'dan giren kalmadıysa bile, bu sefer Amerika'dan giriyorlar, Amerika'dakiler yatip uyuduysa, bu sefer Japonya'dan giriyorlar, ya da Asya'dan veya Avrupa'dan giriyor, yani YouTube hiç susmayan Tuğba dalı, cennetteki Tuba dalı. ve böyle dedik diye youTube 'ya karşı savaş açanlar var, çünkü kötüler kötülükte yarışıyorlar, kötülük yapmak için uğraşıyorlar, iyilik için uğraşmıyor ki onlar.

yine alet erdavatta ki Matkaplar ile kolaylik, yine traktörler ile tarlalar kolayca işleniyor, traktör ve patozlar ve döver biçerler ile hasat kolayca yapılıyor, ekim aletleri, dikim aletleri, yine onlarca kat bina yapılabiliyor, vinçler, greyderler, daha size nimetlerin hangisini sayayım. hangisini yalanlayabilirsiniz, Bunların hepsi Mehdiye verilmiş kıymetli şeyler değil mi?  Muhammed'in bunlardan hangisinden vardı, yazı yazacak kalemlermi klavylerimi daktilolarimi vardı, kağıdı mı vardı, Kitaplarımı vardı okudu ilim ve fizik  kimya ögrendi, interneti mi vardı, neyi vardı? bulaşık makinesi mi vardı? değirmeni mi vardı, osayede değirmeni ile onun çuvallarla  un öğüt e bilecek un fabrikasimi vardi eldegemini vardi el degemeni, makarnası mi  vardı,  salçası mı vardı, kahvesi çayı mı vardı, yumuşak yatağı bile yoktu, ya peki Musa ondan da önce ki peygamber, Musa'nın bunlardan var mıydı ya isa nin veya İbrahim İsmail hangisinin bu nimetlerden vardı? bu nimetleri kime verilmiş, Mehdi Aleyhisselam'a ve onun çağındakilere verilmiş, o zaman onun çağındaki Herkes, bu nimetlerden faydalanıp da, bir de biz Mehdi bilmiyoruz, tanımıyoruz, görmedik, haberimiz yok demeleri ne garip, daha gelmedi daha zamn o zeman degil  demeleri ne garip. Ha ayetleri yalanlamışsınız,  ha Mehdi yi yalanlamışsınız, aynı şey değil mi? suyun içinde yaşayıp da, suyu inkar eden balık olmayın, havayı alıp verip de, havayı İnkar Eden olmayın, Allah'ın nimetine ve rahmetine gark olmuş halde bulunduğumuz halde, Allah i İnkar Etmeye kalkmayın, onun nimetlerini inkar etmeye kalkmayın, onun peygamberlerini, meleklerini ve iyi kullarını inkar etmeye kalkmayın, bu nimetlerin iyi kulların sayesinde insanlara verildiğini unutmayın. çünkü ikramı insan, yapısı olaraktan sevdiklerine yapar, sevmediklerine kim ikram eder, düşmanlarina kim ikram eder. Öyle ise Allahu Teala da, sevdiği Kullar hatırına, bu dünyadaki bu nimetleri döküp taşırması ve, "febieyyi ala i rabbiküma tükezziban."  hala hangi nimetleri mi yalanlar sınız demiyor mu Rabbimiz, hangisini yalanlayabilirsiniz.

işte yakin ve uzak diyarlardan, bazıları bizi görmeye gelip de, bizi kabul ettikleri için değil de, bu Mehdi değil diyebilmek için, bir belge, Bir bilgi, bir görüntü, bir hareket, bir fiil arıyorlar, etrafımızda dönüp dolaşıp, bizden, yanlış, bir eksik, veya yanlış bir hareket arıyorlar ki, bu o degil, diyebilsinler. ve bizi inkar eden kimselerin gayeleri amaçları bu. etrafımızda dönüp duruyorlar ve bu sebeple Bazıları öyle ki, mesela lokma olmuş, ben gitmişim Marketten ekmek almış gelmişim, ve tam kesmişim yiyeceğim, şeytan elime çarpıyor, elimden koca bir lokma yahut küçük bir peynir, ya da büyük bir peynir parçası, yahut ekmeğim dökülüyor ve düşüyor, yıllardır Mehdi hasreti çekilmiş, ve cennet hasreti çekilmiş, Mehdi den daha ziyade, Cennet hasreti ve ahiret hasrete çekilmiş, ve Ferah ve huzur vaktinin hasreti çekilmiş,cennet ve ahiret yurdu verilmiş, ve şu an onun içinde yaşanmakta, ve birde o Mehdiye varıp da, işte evine varıp,  tam cennete girecekken, ağzına varmadan yere düşen lokma gibi, mikroplara ve şeytana yem olan lokma gibi, cennete girecekti, sırat köprüsünden geçemeyip, cehenneme düşenler işte, ekmek ekmek, Nimet Nimet, o nun (Mehdi nin) evine kadar gelmiş, kapıma kadar gelmiş, ve hatta soframa kadar koyulmuş, Ve sonunda şeytana yem oluyor, Aman yarabbi, işte Ebu Cehil, işte İbrahim'in nemrutu, işte Musa'nın firavunu, taaa dibine kadar varıp da rahmetin, rahmetten faydalanamayan ahmaklar gibi, bu rahmeti görüp te, her şeyi görüp de, bundan fayda göremeyen ahmaga, ama ben ne diyeyim daha, bu da ikinci versiyonuydu.  Ekmek dökülmesi ufalanması meselesinde, çok çocuğu olmasindan ziyade, bunlar bugün tahakkuk edip yaşanmakta, üveysi, Veysel Karani, "gidipte bir görsem, ah Onu  Ben bir görsem." diye yanmış tutuşmuş,ve fakat kapısına kadar varmış, kapısından göremeden geri dönen, bazıları da böyle işte, yanıp tutuşuyor,  kapımıza kadar gelip de, kapımızdan geri dönmek zorunda kalıyor, neden işte yanlış bir hareket gördüğü zaman Bizden tiziyor o değil diyesi geliyor.

Evet ben kimsenin başına, Ben peygamberin diye durmadım, ben yeni bir din getirdim diyerekten de ortalığa çıkmadım, ve ben öyle adaletli Ömer'in de demedim. Ben dünyaya adaleti getireceğim, ben 2. Ömer'in, 3. Ömer'in de demedim. Ben, ben ne Ömer'in, ne Ebu Bekir'in, ne Muhammed'in, ne Musa yin, ne İsa, bende Allah'ın kullarından bir kulun, ve belki Ben Mehdi olabilirim, Adamlardan bir adamım. kendim Bildiklerimi sizlere anlatıyorum,

Bu anlattıklarımın çoğuda, bir varsayım ve öngermlerdir, benim ögörülerimdir, Bunlar Ne Kuran gibi bir hüccet ve delildir, ne de Namaz gibi inanilip yapilmasi gereken bir vecibe, veya farz veya sünnette degildirler.

hangi Bilgim'den dolayı benim ardıma takıldınız da  yanildinmiz acaba, vay ben size Hz Muhammed gibi, yeni birşey olan namaz mı çıkardım, icad ettim, ve bu dinin temelidir, bunu yapacaksiniz dedim de, sonunda siz anladınız ki namaz yanlışmış, bu (Yani beni kastederek o) uydurmuş diyerekten,o yüzden ben, sizi yanılttın mı? O yüzden siz cehenneme mi düşeceksiniz? benim peşime takılıp da namazı kıldınız diye ha!!!

Halbuki ben namazı Muhammed kıldı diye kılıyorum, sizde namazı beni kıldı diye Kılmıyorsunuz zaten, ben de namaz getirmedim bu dine ve size.

Yine oruç öyle yine din öyle, dinin kuralları öyle, ve Kuranı Kerimi de ben indirmedim, Benim de ekstra bir kitabım yok,

Ben size bir kitap getirdim diyerek de, iddia etmedim.

Benim peşime takılanlara Ben dedim ki : Kâinat, Kuranı Kerim'de yazdığı üzere, Peygamberimizin hadislerinin ve Kuran ayetlerinin bildirildiğine göre, Kainat bizim emrimize verilmiş, ve ben bunu hayatımda tatbiken yaşadığım ve, bazı keşfiolrak bildigim bazi olaylar yüzünden, bazı sebeplerin bizlere bağlı olduğunu fark ettim. ve deneyimlerim üzeri bunları yaşadım. Ve ben size de bunu öğretmek istedim. ve bunu da bir yol ve usul olaraktan tatbik etmek istedim. Hepsi sadece bu, buraya takılmak veya takılmamak, benim ardıma takılıp, takılmamak, sizin Cüzi iradenizde, ve bunlar Ne din gibi bir kural, ne namaz gibi bir farz, ve oruç gibi bir farz değil, farz değil sünnet değil, yaparsın, yapmazsın, senin Paşa gönlüne kalmış. Öyle olunca işte ardımıza Takılıp gelip de, eksiğimi  arayanların yanında, bir de işte, böyle biz de bir yanlış bulup da, görüp de, bizden kaçanlar var. Yani para kalp mı? yoksa gerçek mi? diyerekten, adam mihenke vuruyor, kendi mihengine vuruyor, bu altın kalp mı? yoksa gerçek mi? değil mi  diye mihenge vuruyor, O mihenk de, kendi mihangi dinin mihengi flan da degil, yani ona göre doğru olan ne ise ona vurupda ölcüyor.

Peki bana göre doğru Ne? ve Kim?
Allah'a göre doğru Ne? ve Kimler?
Kur'an'a göre doğru Ne? ve Kimler?
Sünnete göre ve Muhammed'e göre Doğru Ne? ve Kimler?


Geçen  Hafta anlatmıştı işte bunu : Doğru Kime göre doğru hikayesi:

Mesela adam Çayıra atlari ile gitmiş bir tane de oraya kazık çakmış diye anlatmıştık, ve Atlariniu kacip gitmesinler diye oraya bağlamış, ve çayırda yaymış Atlarini, ve Akşam olmuş evine giderken de,  Kazığı çıkarmadan gitmiş ki,  Bir müslüman daha gelirse, O  Kazığa, o da Atını bağlasın diye.

Fakat beklenilen onun umduğu gibi olmamış, onun kazağının çakılı olduğu yere, başka bir Müslüman gelmiş fakat, kazığı görmediği için ayagi takılmış düşmüş, ve kızmış ve : bu kazığı buraya kim çıkıp da gitmiş diyerekten, ve onu sökmüş atmış ve, bir başka Müslümanın da ayağına takılmasın diye.

Bunların ikisi de müsavi, İkisi de kendine göre doğru,  ve ikiside iyilik etmek istemiş.
o zaman, onun doğrusu ile, öbürünün doğrusu farklı, Hangisi doğru değil diyebiliriz. o zaman mehdiyi bilemeyenlere, onun Altın gibi çağını anlamayanlara Ne diyelim!!

Altın Çağda, her şey altın olacak, altına dönecek değil. işte altın gibi her şey değerli, kıymetli olacak demek bu.

ve Misal olaraktan Muhammed'in ashabından bir tanesi gelse, ve buradaki bir şeyden alıp götürse onun çağına, mesela düşün ki : 10 koli defter götürsek, 10 koli kalem götürsek, ve Ashab-ı Kiram bunları, Kuranı Kerimi ve hadisleri yazmakta kullansalar, bize kadar ulaştırmak da kullansalar, onlar ne kadar sevinirler değil mi, Onlara ne gelir  bu defter ve kalemler, yani altından daha değerli gelmez mi? o zaman buı çağ,  Mehdi ve O nun Altın çağı değil de ne kardeşim. Bu sadece bir tane örnek, Ben bunu yüzbinlerce örnekle çoğaltabilirim.


Ve gelelim zurnanın zırt dediği yere yine :
Ve Geçen ki anlattığımız meselelere bağlayacağimiz bir başka mesele de, Hani Tanrı Anibus da bahsetmiştik, çakal kafalı Tanrı, Türklerin atasını emziren Tanrı, besleyen bakan büyüten Tanrı, veya kurt veya gök gözlü Husky kurt, yani Çakal,  Mısır mitolojisindeki Tanrı Anubis, ve Bugün internet ve bilgisayar ortami için yazılımlar yapılıyor ki, internetten ki insanları kandırıp, yensin diye. ve Bunlar Oyun şeklinde Yapılıyor şu anda. Oyunlar şeklinde, mesela İskambil oyununda, insanı kandırıp yenecek seviyede bilgi akışı olan bir yazılım, insana hiç fırsat tanımayan satranç veya bilardo oyunu ve benzeri, insanı alt etmek ve yenmek gayesi ve amacı olan yazılımlar.

Ve düşünün bunların öyle bir seviyeye geldiğini ki, ve insanı yalan söyleyerek den kandırmak derecesine geldiğini düşünün.

Ve kırmızı yalanlar!!

Hani Kırmızı Şapkalı Kız da ki kurt veyahutta, Aslı tilki, Biz yalancı olrak tilkiyi biliriz. Çünkü masal masal maniki kuyruğu var 12, tilki böyle tarif edilir Masallarda, ve kuyruğunun 12 olmasının sebebi, yalanları çok manasındadır. ve İşte o kırmızı şapkalı kızdaki kurt veya tilki, babaannenin yatağına, babaannenin elbiselerini giyip yatar, ve ondan sonra kırmızı şapkalı kız gelince sorar, Onu normal babaannesinin elleri gibi elleri olmadığını görünce,

-  Ellerin neden bu kadar büyük Babaanne? der.
kurt cevap verir
- seni daha güzel sarabilmek için. der
bakar kulakları da büyük, Hani masal bu ya
-  Kulakların  neden bu kadar büyük? der
kurt cevap verir
- Seni daha iyi duyabilmek için. der
Bu sorular devam eder Ve sonunda sıra dişlere gelir, fakat kurt da artık bıkmıştır o sorulardan, bir an önce ziyafete konmak istemektedir, Ve sonunda Kırmızı Şapkalı Kız sorar

- Dişlerin neden bu kadar büyük Babaanne? der.
Kurt da dayanamayıp Seni yemek için der ve yalanları Bitmiştir Artık, hikayenin sonu gelmiştir, kurt üstünden şapkayı çıkarır, elbiseyi çıkarır, Yorganı açar kırmızı şapkalı  kızı hapır hupur yer.

ve hikaye kitaplarda Şöyle yer alır :


Kurt, Büyükannenin geceliğini giymiş, onun başlığını ve gözlüğünü takmış yatakta yatıyormuş. Yorganı boğazına kadar çekmiş, içerisi karanlık olsun ve suratı fark edilmesin diye de perdeleri iyice kapamış.

      “Elindekileri oraya bırak da yanıma gel canım,” demiş kurt.

      Kırmızı Başlıklı Kız çöreği yatağın yanında ki küçük masanın üzerine koymuş, ama hemen kurdun yanına gitmemiş. Çünkü Büyükannesi bir tuhaf görünüyormuş.

      “Kolların neden bu kadar büyük Büyükanne?”

      “Seni daha iyi kucaklamak için!” demiş kurt.

      “Kulakların neden büyük, peki?”

      “Seni daha iyi duyabilmek için!” demiş kurt.

      “Gözlerin neden kocaman, peki?”

      “Seni daha iyi görebilmek için,” demiş kurt.

      “Dişlerin neden sivri peki?”

      “Seni daha iyi yiyebilmek için,” demiş kurt.

      Bunu söyledikten sonra kurt artık daha fazla kendine engel olamamış ve yorganı bir tarafa atarak yataktan fırladığı gibi Kırmızı Başlıklı Kızı bir lokmada yutuvermiş. Sonra da karnı doyduğu için keyfi yerine gelmiş ve uykuya dalmış.

      Ama ne var ki kurt çok kötü horluyormuş. Evin önünden geçen bir avcı onun horultularını duymuş. Büyükanneye kötü bir şey mi oldu acaba, diyerek kulübeden içeri girmiş. İçeri girer girmez de orada neler olduğunu hemen anlamış.

      “Aylardır senin peşindeyim pis yaratık,” diye bağırmış avcı ve kurdun kafasına elindeki baltanın sapıyla vurmuş. Sonra da önce Kırmızı Başlıklı Kızı, sonra da Büyükanneyi dikkatle kurdun içinden çıkarmış. İkisi de sapasağlammış.

---oOo---

masal masal maniki kuyrugu var oniki

Tilki yalanci tilki veya lafontan masalindaki kurt olmuş tilki veya Kurt ve  Kırmızı Başlıklı Kız
Kızı yemek için KIRMIZI yalanlar ve
bir gün "GEN teknolojisi" artik insan ile kurt ve tilkiyi karıştırıpta, o gen teknolojisi  ile insan yeni model bir yaratik veya insan yapan, tanri tanri ANiBUSU yapinca yada yaratinca,  kurt genli, ve tilki gibi kurnaz, amma insan, ve kafasi kurt  kafasi olan bir yaratik, insan ve hayvan ve robot karışımı birşey.
ve işte insanlari yemek için, kırmızı kırmızı yalanlar söylmeye başlarsa ne olur düşünün bir robot bir gün insana kırmızı yalanlar ile kandırmaya başlarsa cenneten kovuluruz. Çünkü cennette giren şeytanda, aynı kırmzı yalanlar ile, ademi  ve havvayı kandırıpta,  cennetlerini elinden almadimi?
yani insanı yok etmek için eline geçirdigi  fırsatı değerlendiren şeytan bir günde Tanrı Anibusu yaptırır ve sonunda insanlığı yiyip yok etmek fikrinde olan bir tanrı, sonundan nasıl olurda, insan soyundan bir Türk ü emzirir acaba düşndünüz mü? çünkü o Türk onun atası olan insan, ve onun ilk hali olan insan hali o. O ki ondan Türem varlik olan  kurt genli kurt kafali veya timsah genli yudumcu, beyinsiz timsah, yada cok akilli yilan kafali cok zeki yaratik yada Tanri Nebukadnazar.
ve fakat hem yilan hem insan  yani reptil ve bir gün insanlarin bunlarin yapabilcekleri gercegi,  ve  sounda dünyaya sigmayipda inslari dünyadan yok etmek için onlar lafontandeki gibi kirmizi yalanlara ile insani yemeyi düşünmeye  başladığında ne olcak peki, bu gen teknolojisne çok dikkat emek lazim çoooooook.

Yani kardeşim o yazılımları yapan ahmak kardeşim diyeyim, yarın bu yaptığın yazılımdaki yalanlar, dolanlar, ve insanı kandırma hikayeleri, bir gün o dijital Sanayi ilerlediği zaman, robotlar icat olduğu zaman, ve kötüler Onu kötü niyetle kullanmakta niyet etdiğinde, işte sana kırmızı yalanlarla, senin yemek amacında olan bir robotun, bunları kullandığını düşünüyor musun.

########################

öyle ki işte robotlar yapılırken onlara konulacak Kural sonradan değiştirilmemeli, ama işte Türkiye'nin Anayasasında öyle bir kural vardı, anayasasının 1,2,3.maddeleri değiştirilemez diye bir yasağı vardı, ve fakat (:::) diye biri geldi ve bu yasaları da değiştirdi. işte aynı şey, insanoğlu böyle, Ben onu beğenmedim, Benimki daha güzel diyerekten, yenilik getirmeye çalışanlar, Allah'ın kurallarını beğenmeyip, Allah'ın kurallarına karşı, yeni Kural koyanlar. Halbuki Allah insanların hayrı için o kuralları koymuş, yasak da koyduysa, Hayri için, serbest ettiyse de Hayri için, ve faydası için. Bugün alkol yasak dediyse, alkolün zararını Allah'ın iyi bildiği için, insana zararlı olduğu için yasak koymuş. tabii ki Faydalı tarafları da var, Fakat Allah onları da biliyor, faydalı taraflarını dikkatli kullanıp, yasak olan taraflarından sakınmak, en güzeli ihtiyatlı davranmak olur. ve fakat insanlarin hepsi bu ihtiyatta olmadığı için, işte yanlış kullananlar çok, zararlı durumlara sebep veya maruz  olabilmekteler. bu yüzden Allah Kur'an da Kuzrallar ve yasaklar koyduysa, yasak bile olsa ona uymak lazım. Peki bu robotlar yapılırken o robotları bu ayrobot (I Robot) filmindeki robotlara konulacak yasaları düşünen "Isaac Asimov" haklı değilmi burada. Fakat ben onu okumadım sadece filimi seyretttim ama, anladığım kadarıyla 3 veya 4 kural var, ondan sonra başka Kural getirenlerin koyduğu kural yanlış Kural oluyor. işte aynı anayasanın değişmez kuralını değiştiren (:::)'in yaptığı gibi, artık anayasa veyahut babayasa diye bir yasa kalmıyor ki ondan sonra. Kuran'ı Kerim'i değiştirelim, işimize geldiği gibi yapalım dersek, artık yasa ve kural kalmaz ki, Allah'ın kuralları çiğnendikten sonra, Kural diye bir şey olmaz. o zaman aynı şey, işte robotlarda belli yasa ve kurallar  üzeri yapılmalı ve icat edilmeli. taaa ki, bu bir Ahmag'ın böyle bir kuralı begenmeyip değiştirmesine kadar bu kurallar korunmalı ve bu kurallara uygun hareket edilmeli. yoksa işte kırmızı yalanlarıyla bizi yemeği düşünen, bir robotu, bir çakalı, bir çakal kafalıyi düşünüyor musunuz?  yine Çakal kafalı  Anibus meselesinden girmiştik de, gen teknolojisinde de aynı işlem geçerli.  Muhammed Ashabına bunlardan bahsetti ,O miracda  gördüğü at kafalı ve insan ayaklı veya bedenli canlıları gördü ve onlarinin durumunu ashabina bir bir anlatti. ve bugünkü reptilia denilen yılan kafalı ve insan bedenli yaratıklarıda gördü ve anlaati, ve yine öküz kafalı ve insan bedenli yaratıkları da gördü, köpek kafalı ve insan bedenilii yaratıkları da gördü ve anlatti. ve bunların hepsi, bu gen teknolojisinin, en son haddesine vardığında, İşte o çakal kafalı, Tanrı denilen, Hani bu da icat edildiği zaman, bu da bir icattır, gen teknolojisinin icadıdır. Yani şu anda insan genine başka gen karıştırılıyor ve  fakat böyle  üstün bir varlık meydana getirilemiyor, Hatta Can  verilemiyor, ve onlar sadece kadavra halinde bulunuyorlar. Ama bir gün İşte, o teknolojinin ulaşacağı nokta o Mısır piramitlerinde yazılı, insanlık kendi kendini yok etme, ve veyahut da yok edecek canlılar ve Yaratıklar yaratma peşinde koşacak, ve sonunda da  işte kurt kafalı, çakal kafalı Anibus ve bunu Tanrı diye atayacak ve kendini tanrı atfeden kimseler, Firavunlar Ve sonunda  anibus neden bir Türk çocuğunu emzirecek? Cünkü  insanlık kalmayacak da, bir Türk çocuk kalacak, ve insanlık o Türk çocuktan yürüyecek, çoğalacak. haaaaa  ne demek, bu gelecekte mi oldu, geçmişte mi? Nerede oldu? gelecekte mi olacak, geçmişte mi olmuştu? o var, O resimler geçmişimi anlatıyor, geleceğimizi mi anlatıyor, Biz geçmişte miyiz, gelecekte miyiz? Tanrı Anubis neden o çocuğu emzirdi, ya da baktı büyüttü, çünkü onun atası da biziz, o yapıyı oluşturan, O gen e cakal kurt ve tilki katipda, insani, kurt kafali yapanda bizler olacagiz cünkü, Geni bozuk da bunu anlayacak, O bizim Tanrımız değil, biz onun esas atası ve Tanrısı oluyoruz,Tanrisi veya yani Atasi demek, Tanrısı Yani, onun Gen yapısınin orjinali bizleriz. Bizim Genlerimiz bozularaktan Anibus diye bir şey, kurt kafalı, çakal kafalı bir şey icat edilecek, ve yapılacak. O yüzden, o bunu keşfedince, ana yapının yaşaması gerektiğini fark edince, işte son kalan bir çocugu emzirerekten, yahutta  koruyup büyütülür (Musayi firavun büyütmedimi, hikayemi bunlar)  bakılarakdan beslenerekten işte dünyanın soyu tekrar üretilmiş ve bu hale getirilmiş ve hikaye budur ve o gelecek şu anda Gelecekle geçmişin karışımı halindeyiz biz. eğer Anibus gelecekte bir yerde yaratılan bir yaratık ve varlık ise, Ve Tanrı diye atfediliyorsa, ve biz Türkler ise geçmişte bir Türk, son kalan bir Türk çocuğu, kurt tarafından emzirildiğini iddia ediliyorsa, fakat Anibus gelecekte, gen teknolojisinin ulaştığı son noktada yaşayan birisi, Gelecekten gelip de geçmişte bir Türkü kurtarıyor Türkler bütün insanlığın atası demek, esas GEN yapısı anayapı insan yapısı. Mehdi nin Türk olmasının sebebi, onun ölçüleri orta vusta bir insanın, en itidalli yani, orta seviyedeki bir insandaki Bütün özellikler onda mevcut. yani Ne demek bu. Peygamberimiz bunu anlatmış onu tarif ederken  onun boyu için "uzundan biraz kısa, Kısadan biraz uzun", ne zengin, ne fakir, ne aşiri dindar, ne dinsiz, ne sari, ne esmer, bugday tenli,...... kim bu? hz muhammed mi? yoksa onun torununun torununu Hz Mehdi mi? ve benim şu anki Yediğim içtiğim ile bozulmadan önceki halim de ki işaret Parmağımın uzunluğu 13 santim idi 13,... ve küsür. bir karışımın boyu 22 santim idi,  bozulmadan önceki halim orta Parmağımın ucundan dirseğime kadar 43 santim idi Sağ kolumu sağ tarafa açtığım zaman parmak ucundan sol omzumun başına kadar 1 metre idi, yani bunları neden anlatıyorum, bunlar orta bir insan, Adem oğlunun ölçüleri idi, Hatta hanımının boyu benden biraz kısa, ve onun sandalye oturuşu ile benim sandalye oturmuşum arasında fark var, Bir gün onun oturduğu bilgisayar masasındaki ayarini kendi ayk boyu olan aşagi indirdiği sandalyenin seviyesinde oturdumbirkac saat oturdum ve Ayaklarım ağrıdı, onun Ne çektiğini farkına vardım. Bana verilen en güzel imiş, En iyi itidal  orta ve vustasi ve  iyisiymiş. ayakkabı boyum Türkiye'de 42 idi, burada 42 ye uygun numara bulamadığım için ayaklarim  taraklı, ve 42 Fakat burada ancak 43 giyersem ayağım İçine sığıyor, fakat ucu uzun kalıyor ayakkabının, O yüzden 43 giymek durumunda kalıyorum, normal ayakkabı boyum Türk ayakkabısı statüsünde ve 42 numara. yani ne 45 ve 46 ve 50 gibi uzun ne de 40'ın altında 38 , 39 gibi küçük ve orta ve ideal boy 42 veya 43 orta vusta  yol ve orta yol ve orta  bir insanın ölçüleri, O yüzden işte o kurtarılan bir Türk çocuğu, dedim ya beni aldılar götürdüler, ve geri getirdiler, benim ölçülerim alındı, ve bana verilen ölçülerde İşte bu ölçüler. Bunlari Daha sayabilirim de yani  gerek yok, Sadece size bir misallerini verdim anlayabilesiniz diyerekten örnekler verdim. yani Yine taş ocağında çalışırken 18 ve 36 ve 54 kuralı vardır, taş kesme de, yani benim ölçülerinden bir tanesi de 18- 36 ve 54 kuralına uyar,  Hani bu nedir Onları da söylemek istemiyorum,  bazıları bilinmeli, bazıları da bilinmemeli. yine 88 37 kuralı vardır, Bu da bana ait kurallardan birisidir, ve ölçülerimden birisidir. ve işte GDO ve gen tekniği bozulmuş gıdalar ve yeni oynanmış insan ve hayvanların sonunda normal bir insana tekrar dönmek gerektiğini anladıklarında, İşte o Türk, son kalan Türk, ve anasoy, ve annam tarafindan soyadimiz "Özsoy" Adem'den gelen ana soy un, ana gen yapısının korunması gerektiğini anladıklarında, işte Anibus veya Tanrı Anibus ona yardım eder Türke yardım eder Türk çocuğuna yardım eder Ve  Tanrı  "R" ismini koyar ona.

Ve bütün insanlık Adem ve Nuhdan sonra tanrı "RA" dan türemiştir, Tanrı Ra nin çocuklarıdir bu insanlik. ve Bu nasıldır dediğin zaman, ve her şeyin bir "R" si var  mesela ingilizce  "notebook" demek "Notebook" kelimesinde r harfi yok, Amma onun  Türkçe anlami olan "defter" dediğimiz zaman icinde ve soundaki harf iste "r"  ve bir "r" si var  yine Mesela "Sunday" veyahut Almanca "Sontag"  kelimelerinde  "R" harfi yok,  ama Türkçe manasi olan "Pazar" dediğimiz zaman son da bir "r" harfi var, Öyle olunca her şey radan türedibu sadece hepsi türkcede degil bunu bütün diler ile eşleştir ve illlaki bir dilde ve millette onun rsi vardir ve onun(O kelimenin ve isimin fiilin sifatin) r si o milletten üremiştir, Yani RA çocuklarısiniz, ra olmasaydı insanlık kurtulmazdı işte x gen veya enoxix ve N üstü X
Rahman Allah, Rahim Allah, Raşit Allah, Rauf Allah, Refik Allah

…………..


Ve mısır mitolojisinde anlatılanlar gibi, firavunlar veyahut da Tanrılar halinde, bunlar artık insanı yok etme, ve yeme, ve kırmızı yalanlarla o kurt gibi yemek için, yok etmek için uğraştıkların da, yapabileceğimiz tek şey, işte en azından bir kimsenin, bir çocuğun dahi olsa, bir soyun geninin bozulmadan kalmasının sağlayabilmek için gayret etmemiz lazım.  Geçen anlatmıştık İsrail sana verilen senin için engüzel olan, Senin küçük bir devletin olması, Çünkü mesela dalak milz denen organ ince Kan Dolu, İnce mide çeperi yapışık şekilde, Çünkü kalın olsa olmayacak, biraz büyük olsa yine zararlı, o ona göre yerine göre uygun yaratılmış, onun yapisi en güzel yapıda, en güzel ayarda ayarlanmış. senin yerin de dedik dünyadaki yeri ve önemiacisindan,  Yurdun vatanında, en güzel şekilde sana verilen hali, Sana layık olan en güzel halidir elbet. ondan daha fazlasını daha büyüğünü arama dedik. bir tırnak çok büyük olursa işe yaramaz görevini yapmaz onu animali diye kesmek gerekir  düşünün yumurtayı kaynatırken, Eğer yumurtanın içi sivisi biraz fazla olsa içine sığmıyor, ayarinda ve oraninda değilse  kayntinca işte patlayıp dışarı çıkıyor, içindeki kıvama katılan miktar, Eğer ayarsızsa, yumurta kaynadığı zaman patlıyor ve dışarı çıkıyor.  Allah'ın kurallarını bozmazsak dünyada, Cennetleri yaşar gibi yaşariz, ama işte Allah'ın kurallarını tanımamazlıktan gelmek bizi böyle zararlara sokmakta.

Ve bugün internet teknolojisi ve alışveriş teknolojisi o hale geldi ki, artık evinden çıkmadan her şey evine gelmekd, İleride Yemek de gelir, içecek de gelir, artık herkes evinde ve dışarı çıkma ihtiyacı duymayacak hale gelecekler Demek ki, ve Matrix filminde ki o küvezde yaşayan insanlar, ve küvezde onlar sanki toplumda yaşıyormuş gibi bir yaşayış hissi alıyorlar, fakat küvezdeler, ve onlar serum ve şırınga şekli ile besleniyor, ve ama onlar Sanki dünyada yaşıyormuş gibi bir yaşantı halinde, kendileri seyri sülük etmekteler, ve dodular büyüdüler yaşadilar Ve sonunda da ölüp tekrar karıştırılmak üzere geri dönüşüm ünitesine atılmaktalar. ve işte insanlık Eğer böyle robotları da icad edince, artık onlar çalışıp, Onlar bizim yiyeceğimizi içeceği bizim meydana getirdiklerinde, Artık insanlar evinden de dışarı çıkmayınca, artık öyle bir hayata da gerek kalmayacak o zaman. ve bizler Hani bu matrixteki kötü diye atfedilen küvezdeki insanlar, matrikse sokmuş onlari yapan icad eden yaratn yani cennet hayati, pil yani enerji için yarati yorumu yapyior,  Halbuki öyle değil, işte insanlar artık dışarı çıkmadığı zaman, küvezde gibi zaten, küvezde beslenen, küvezde yiyip içip Affedersiniz dışkılayan, ve böylece bir ömrünü, hayal gibi bir hayat süren canlılar, ve bunlar cennette var dediğimiz şeylerden birisi de bu, Matrix'in sonra hali. Peki iyi mi, oradan Çıkmak mı iyi, birileri çıkmak isteyecek, Şu halimize geri dönmek isteyecek, Allah ki zaten geri döndürdü bizi, o hal'den bizi buraya dünyaya atmiş, Biz istediğimiz için, bizi buraya Geri Döndürmüş, ve Adem ve Havva çilelere düşer olmuş, ve orada küvezde beslenip iyi  bir hayat sürmek varken, Bizler böyle  çalışıp, didinip, yorulup, terleyip, hasta olup, iyi olup,... gibi evrelerden geçerekten, hayatın cilveleri içinde yaşamayı seçmişiz. yani yaratılışının başına döndürülmüşüz, Hangisi iyi, ona da iyi diyemeyiz, böyle zor ve çile dünyasinada, Adem'in ilk vaktindekilere de iyi diyemeyiz, Ama şu anki vaktimiz  Goldene  Zeit,  yani Altın Çağ, her şeyin en iyi olduğu vakitteyiz, bundan ötesi de tehlikeli, bundan öncesi de zaten daha iyi değildi, anlattığim gibi eski insanlarin bu nimetleri, yani bu günümüzdeki nimetleri, bunlardan yoktu. ama Daha ilerisi de iyi değil, diyor ki zaten Muhammed, Mehdi den sonra artık Kıyamet, ve o küvez Vakti de iyi değil yani. artık Evden çıkmayan insanlar, ve Biz şu anda, o duruma dogru gidiyoruz, Yani bir nevi öyle gibiyiz, Yani herkes gece yatmıyor, tweet Facebook Instagram geziyor ne video çeksem ne anlatsam da internet hit olsam, ne etsem diye her şeyimiz internet oldu. internette her şey var, Hem iyi, hem kötü diyeceğiz artık. Ne diyeceğiz, Yani bu Matrix filmini kim yaptı? kim yaptırdı bunu? Gelecekten gelen insanlar mı yaptırdı bunu? bu kadarinada nereden  erdiniz,  bu kadar mı olur, bugünkü çağımızdaki o küvez halini de mi bildiniz. Demek ki bir gören vardı, bunları bir bilen vardı, bunları bildiği için yazdı, ve bu filmi bize ibretlik olaraktan çektirdi, ve bizlere işaret verdi.

Üç aylar ve Recep, Şaban, Ramazan ve bereketli vakitleri girdik ve, Peygamberimizin hadislerinde

Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Buyurdular

“Yarım hurma ile de olsa cehennemden korunun!”

( Hadis-i Şerif , Buhârî, Zekât 9, 10, Menâkıb 25, Rikak 49, 51, Edeb 34, Tevhîd 36; Müslim, Zekât 66-68. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet 1, Zühd 37; Nesâî, Zekât 63, 64; İbni Mâce, Mukaddime 13; Zekât 28)

demiş. İşte "imkanı olan bir hurma ilede olsa oruç açtırırsın." demiş

Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Buyurdular

“Kim bir oruçluyu bir hurma ile veya içecek su ile veya tadımlık bir süt ile iftar ettirirse, Allah ona bu sevâbı verir.”

( Hadis-i Şerif )

Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Buyurdular

“Kim bir oruçluyu iftar ettirirse, oruçlu kadar sevap kazanır. Oruçlunun sevabından da hiçbir şey eksilmez.”

( Hadis-i Şerif , Tirmizî, Savm 82)


ve bunun şu anki internet teknolojisi ile sizi anlatabileceğim Örneğin e gelince browserdan bir yazı veya resimi kopyaladığın zaman, ben Forum yazılımlarını kullandığım için, Browserde(Firefox) mesela 4 tane Tab açtım, her birisinde ayrı bir forum var, veForum editörünü açtım ve bir adresten bir resimi markaja alip kopyaya aldım, ve sonra bir tabtaki Forum'a yapıştırdım,yapıştırınca O elimdeki resim elimden düşmüş olmadı, tekrar gidip kopyalamaya gerek yok, firefoxta bu sistem var, Ve sonra ikinci taba geçtim, tekrar Sadece yapıştır seçeneğiyle oraya da yapıştırdım, sonra 3. sonra 4. ve ilk kopyaladığım yerdeki resimde, ben kopyalayınca silinmedi, yazı yahut resim diyelim, ilk resimden hiçbir şey eksilmedi, ilk yazıdan hiçbir şey eksilmedi,  4 foruma da Aynısının kopyasını yapıştırdım, ve konu olarak açtığım zaman,  aynı resimi 4 taneye çogaltmış oldum, her birinde de Aynı resimden bulundu. işte oruç Açtiranın sevabı da böyle bir şey, oruç tutan dan bir şey eksilmeden, oruç açtıranada da aynı sevap verilir.

yahut bir sünneti koyana,  sünneti yapanlardan sevap gitmeside bunun benzeri ve fakat sadece, ters fonksiyon olaraktan bunun benzeri durum, ve bunuda şöyle aciklayayim cogunlukla internet syflarindaki arka plan resimi olan resim 50x50px veya daha kücük yahut biraz büyük boyda olur, ve bunu css ve html kodu ile sen, yatay ve dikey cogalt dersin, o görüntü olarak sanki bütün sayfanin arkasini kapliyor gibi cogaltir. ve fakat işte eger, sen öyle uzun bir sayfanin arka planini kaplayacak kadar uzun ve büyük bir resimi arka plan resimi yapsan, sayfanin ana diznindeki mb cok büyük oldugu için, browser sayfayi acarken zorlanir , hele birde senin internet hizin düşük ise, cok zorlanir, sanki acamaz gibi bir hal olur, birkac yada 10 saniye gecer acmasi için, ama işte, o kücük resimi cogalt secenegi sayesinde, kücük 400kb lik bir resimi, browser birdefa acar, ve bütün arka plani onunla dolu gösterir, o resimden yüzlerce var demek degil, o resimin boyutu 400kb ise, browsere yük olarak sadece o 400 kb olarak yansir, ve kolayca acar sayfayi, yani bunun test için desenli bir forum yada sayfanin en dişinda bir yere sag tiklayin, "arka plan resimini göster" e tiklayin, yani "hintergrund bilder anzeigene" (Bu firefox kullananlarda oluyor) tiklayin cogu sayfada o resimin cok kücük resim oldugunu görebilirsiniz, işte bir sünnetin ilk koyani ayni o kücük resim gibi kücük bir sevabi var amma cok insan o sünneti yapinca ona sevabi cookca gider, ve sen zannersein bu adamin daglar kadar sevabi olmuş, adamin ormani var gibi, halbuki bir tane dali agaci vard,i ondan dökülen cekirdkleride dikdi dikdi ormani oldu gibi bişey yani,  yani o ters fonksiyon da bu şekilde yani.

Öyle olunca işte bir hurma ilede olsa oruç açtırın, ya da  5 lira 10 lira da olsa  bile, bir fakire yahut bir hayvana, bir hayvan barınağına yardımda bulunun bu aylarda, fayda verin insanlığa, ve insanlara fayda verecek bilgiler yayın, internette olsun, bilginizi öğretin, Bilgilerinizi varsa paylaşın, ve insanlık daha güzel daha iyi vakitleri ersin, daha kötülerine değil, Altınçağ dibine kadar yaşansın.

Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Buyurdular

“İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.”

( Hadis-i Şerif , Buhârî)


Ve bu haftaki Mustafa İslamoğlu'nun programına bir miktar baktım, Kur'an'ın ilk emri olan İkra dan bahsetti, ve İkra yani oku kelimesinin Türkçe'deki türetildiği ilk kelimenin, ok ve yay dan olduğunu bahsederek den anlattı. Halbuki Türkçede okumak oradan türemiş değildi. Bizim köyde bu en iyi şekilde anlatılır ki, biz sünnete ve düğüne davet ettiğimiz kimselere oku dağıtırız,

oku demekte : birkac tane yeni gömlek alırsın, fistanlik kumaş alirsin, fıstık fındık çerez alırsın,  yani çerez ve gömlek olsun  fistanlık kumaş olsun, Bunlar tepsilere koyulur, ve önce yakın akrabaların evine, calgıcılar ile birlikte gidilir, davul zurna ile kapılarında durulur, ve falancinin sünneti var, yahut falancinin düğünü var, falan gün, Buyurun gelin diyerekten, Onlara hem ikram edilir, hem de onlar düğüne çağırılır, bunun ismine oku dağıtmak denilir ve oku dağıtmak için çalgı ile olanlaryani yakin akrablar bittikten sonra da, köydeki korucuya dersinki al şu cerezleri köylüyü dügüne cagir.  Eskiden kurucu diye birisi vardı,  Ona verilir bir miktar düğün okusu yani o çerezlerden bir torba veririz, o çerezleri alır onlarla davet edilecek kimselerin evine gidip onlara biraz çerez verip onları düğüne çağırırız, sünnet düğünü olsun, yahut evlilik düğünü olsun, Biz buna oku dağıtmak deriz, yani "oku"  "İkra"  oku çağırmak manasındadır. Peygamberimize İkra dendiği zaman da oku değil, Neyi okuyacak, kitap yok kürek yok, zaten ümmi okuma bilmiyorum diyor,

ikra demekde : yani sen onları çağır, neye çağır, Allah'ın dinine, İslam'a, ve insanlığa çağır.  insan olmaya çağır onları, Aslı  mana budur.

Ve eski vaazlarımızdan 19. boyut diye bir vaazamız Vardı, herhalde kaybolmuş, Allahu alem, bazılarının eline geçmiş galiba, ve onlar bunu uyduruk diye atfdiyorlar, ve 3. boyut 4. boyut Tamam da 19. boyutta nesi diyorlar. ve ışık gözden giren 2 boyut, neden 2 boyut, Çünkü iki göz var ve 2 boyut olduğunu gösteriyor Işık 2 boyuttan oluşuyor ziya ve nur olalarak gece görülen işiklara nur deniyor gündüz görülenlerde yeşil mavi ,.. gibi renkler halinde ve iki boyutlu yani. ve nefes yine burun deliği 2 tane 2 boyut, hata birde ağız var üç boyutta Diyebiliriz ama, esas görev buruna verilmiş, ve burunda 2 delikli ki, nefeste iki boyutlu, nasıl? temiz hava, Bir de kirli hava var, yani 2 boyutlu, etti 4 boyutlu, ve yine ses, 2 boyut, 2 tane kulak var, 2 boyut olduğunu gösteriyor, seste 2 boyut,  alt frekans, üst frekans  diye 2 boyut, etti 6 Boyut, ve nimetler yine ağızdan girip Affedersiniz dübürden çıkan yiyecek maddeleri içinde madde 2 boyutlu ters (Gübre hali) ve düz halde Ağız ve Afedersiniz kıc ya da dübür, ters ve düz halde maddede, maddenin ters hali var bir de düz hali var, iki boyutta o etti 8 boyut. ve yine Rahim ve zeker olmak üzere, biri eksi, biri artı olmak üzere dölde insanin cinside 2 boyut, erkek ve dişi olaraktan 2 boyut, etti sana  10 boyut, daha sayanmı, 19'a kadar sayayım mı daha, herhalde Gerisini de biraz Siz düşünürsünüz Tefekkür edersiniz, sevaba girersiniz  herhalde.

Ey raşidi Tarikatı mensubu sofilerim ve sofiyelerim, zikir çektiğiniz günler, hatta her gün, yani Sabahları ve akşamları tarikatlardan rabıta vardır. ve bizdeki ise bugünkü sistemi ile yine internet ile size açıklarsam, sabah ve akşam E-maillerinize bakın kontrol edin, e-mail boks unuza yeni e mail gelmiş mi, gelmemiş mi? Peki bizim tarikatta bu nasıldır. Ve siz Sabahları ve akşamları 13 Estağfurullah çekip gözlerinizi yumun, ve kalbinize ilham gelirse, sabah Zikri çekecekseniz sabahleyin 13 Estağfurullah çekip Gözlerinizin yumun ve kalbinize Doğan ilham ile, size su veya süt için emri gelirse, (Temsili misla ile email boksunuz a email düştüyse) yani ilham verildiyse, ki ben söyleyeceğim Onu size, benim sesimi duycaksiniz, benim sesimi taniyan kimse, benim sesimden su ic ve süt ic emri gelmedkce normal zikir ceker gibi ceksin, herhangi bir uygulma yapmasin, eger ilham geldiyse o zaman nasil emredildiyse öyle yapsin, ve benim görüntüm hayaline gelse bile, ses benim sesim degilse, ona itibar etmeyin, yani bir yayin, ister kisa dalga üzerinden olsun, ister uzun dalaga üzerinden, ister uydudan görüntülü, ister fm dlagasindan olsun, mesela demet akalini hangi radyo, veya televizyon yayininda duyarsan duy, nasil bu demet diye biliyorsan, o zaman benim sesim ic sesimde ayni ses, benim sesim olmayan bir ses ile ilham gelirse itibar  etmeyiniz, ve emrimizde güneydekilere ayri talimat, kuzeydekilere ayri talimat, ve dogudakilere ayri talimat, ve batidakilere ayri talimat vercegiz, ve dogu demek, dogu ile batinin ortasi olan cizginin ucu hamburgdan başlayip, viyanadan gecen, ve sonra istanbul ayasofya, ve sonra mekke kabe, sonra mescidi nebevi, ve sonrada mescidi aksaya dogru olan dünyayi sanki egik yatay kesiyor gibi bir cizgi, ve buna ben daha önceki vaazlarmizdan olan "Ayasofya ve sifir cizgisi" diye anlattim ve dünyanin ekseni  21 derce egik durdugu için, bu cizgi aslinda öyle yan bir cizgi degil, ve sanki ayni dikey meridyenler gibi tam dik vaziyettedir, ve dünyayi buna parelel cizgiler dikey olarak keser ve bunlar saat dilimleridir, bu ayasofya cizgisi, doguyu batidan ayiran sifir noktasidir, ve buna saat dilimleri meridyenlerin  başlangici olan meridyen sifir cizgisi Greenwich de dir denilir, halbuki o orda degil, ayasofya cizgisindedir. ve bu cizginin sag tarafi dogu, sol tarafida bati kabul edilir, ben bati deyince o cizginin solundakilere emretmiş olurum,  dogu deyincede sagindakilere emretmiş olurum, ve kuzey güney ise ekvatordan aşagisi güneydir, ve ekvatordan yukarisi kuzeydir, buna dikkat edelim, yoksa benim oturduğum yerden kuzeyimdekileri kuzey anlarsa iki ev ötemde de kuzey, iki ev ötemde de güney var, öyle olurmu hic. olan biten herşey bende ve etraimfa olur o zaman, ve benim bulundugum yer tufan cevitirir o zaman, güneye kar yagisin dersem kar bende yagar, doguya güneş acsin dersemiki ev ötemdeki dogumdaki buna uyunca, ben de güneş acar, ve işler karişir, benim etrafimdekiler ise beni izleyenler ancak, ben o gün su icitimse su icsin, icmedimse icmesin, süt ictimse süt icsinler, bu kadar yani, benim  emrim ile hareket edeceksiniz artık bundan sonra. Kar veya yağmur için su veya süt içmeniz gerektiğini anlayacaksınız,  toplu ve düzenli olaraktan yapacağız bu işi, yoksa o oradan kendine göre beriki beri yandan yaptığı zaman, dünya kaosa giriyor, ve herkes halini hem hal edecek bize,mesela isparta keciborlu belediye başkani taa Van in bir ilcesindeki halden ne haberi olsun, o bilse bilse keciborluda ne olyur onu bilir, bu yüzden bende Allah kadar bilemem, nerde ne oluyor mesela brezilyayi sel basmiş ben daha bugün duydum, ve eger ararsam haberim oluyor, öyle olunca her bölgenin insani, bana hallerini ham hal edecek ki, ben de ona göre bir strateji geliştirebileyim, mevsimler heryerde dengeli olsun, ve baş bir tane olursa, ayak ayri kol ayri hareket etmez, hepsi başin emrinde hareket ettikce, sorun olmaz, ve baş elli tane olursa elbet düzen ve denge bozulur. ve bize gönlünüzden o rabita ettiginizde bölge bildirerekten "bizde yagmura ihtiyaç var, yada "kara soguga ihtiyaç  var"  "bizde güneşe ihtiyaç  var" gibi veyada, bizde ihtiyaç yok diyerekten sizde, O zaman, yani sabah ve akşam 13 Estağfurullah çekip, Gözleriniz yumduğumuz zaman, oranın halini hemhal edeceksiniz, ve sizden Bize gelen ilham ile, biz de, size uyan ve su veya süt için diyerekten emredecegiz,  mail boksuna bakanlar Bu sesimizi duyacaklar, yani mail boxtan kasit bizi rabita edenlere, ilhamımız onlara ulaştırılacak İnşallah Allah'ın izniyle. henüz duyamayanlar acele etmesin, herşey zamanla, merdiven basamak basamak degilmi?  ve sabah ve akşamları dedik, 13 Estağfurullah çekip Gözleriniz yumup, kıbleye doğru, veya, yerimizi bilenler bize doğru, bizim yönümüz, sizin hangi tarafınıza geliyorsa, o tarafa doğru dönün, ve gözlerinizi kapatın, oturarak veyahut ayakta olabilir, Bir miktar bekleyin, size kalbinize bir ilham geliyor mu, bizim sesimiz size ulaşıyor mu, Ve sonunda da mail boksa bir şey düşmedi ise, o gün normal çekin zikiri, gözümüzü de tekrar on üç Estağfurullah çekip açacaksınız, 5 veya 10 dakika durun sonra tekrar açın, sabah ve akşam. Akşam, Çünkü Amerika'da sabahken bende akşam, o sabah zikiri cekerken, ben ona akşam ilham etmem lazim degilmi ki, sabah zikirden önce bakacak ve bilecek, ve zikri ona göre cecek işte. ve ayni misal ile dogu ve bati ve kuzey için ayni yani, Buradan ben sabah söylediğim zaman, orada akşam oluyor, onlar akşam baktıkları zaman görecekler,  Ben buradan akşam söylediğim zaman, onlar orada  sabah baktığında görecek, yani sabah ve akşam olaraktan 2 defa Günde kontrol edin e email boksunuzu, yani interneteki hotmalinizi değil, Tarikattaki  email boksunuzu, yani rabita ediniz, ve Gözlerinizi yumup 13 Estağfirullah çek gir bak, beş dakika bekle sonra çikmak için 13 Estağfirullah çekip gözlerinizi açın.

Ve Geçen hafta anlatmıştık ki Allahu Teala 6 günde kainatı yarattı, yedince gün tatil etti diye anlayanlar var, fakat tatil meselesini Anlamadıklarını, fakat tatilin insanlar üzerine vacip olduğunu anlatmıştım. ve düşünüyorlar mı ki insanin dinlenmesi ne kadar Elzem ve lazım olan bir şey, Ve bugün Kuranı Kerim'in Neredeyse her suresi hatta her ayetinin canlı ve gezen ve yürüyen bir insan modeli var, ismini Aleyna  bile koydular. Öyle olunca işte her şeyin dinlenmeye ihtiyacı olduğu gibi, Kuranı Kerim'in de dinlenmeye ihtiyacı var, ve eğer sen namazını kulhü ve Fatiha ile kılıyorsan senin yapabileceğin bir şey yok diyebiliriz, zor Çünkü kulhü ve Fatihayı ne ile dinlendireceksin, başka sure bilmiyorsan. ama çok sure bilenler Eğer adet edinip de belli sureleri hergün okuyorlarsa onların da dinlenmeye ihtiyacı var. Haftada bir gün o sureleri okumamak Mesela bizim Tarıkatamızdan sabah namazları Yasin ile kılınır, ve her gün Yasin'in 1 sayfası okunaraktan 6 gün okunur, 7. gün Yasin okunmaz dinlendirilir Yasin denen insanlar var bugün, yani onlar da dinlendirlir. İnsanoğlu demek zaten Yasin demek İnsan olmak demek bir gün tatil veririz ki, İnsanoğlnun en az bir gün tatile  ihtiyaci var. en az 1 gündür zaten, normali iki buçuk gün demiştik. Yasin 6 gün Yasin ve 7. gün yok. Cünkü Kuranı Kerim'de Yasin suresi 6 sayfa, 7. sayfası yok, o yüzden 7. gün o gün Yasin okunmaması o yüzden. ve bir de başka bir devir sistemi vardır, O da sürekli devir vardır, dinlendirilmemeli devir vardır dah dogrsu hergün yasinden bir sayfa okunur, yasinin diger sayfalari dinlenir. O da işte bu aynı Ramazan ayının  her sene 10 gün önce gelerek den hareketli hale getirilmesi gibi, Ramazan'ın hareketli olmasının sebebi işte onun  Halley gibi kainatı dolaşıp geldigi içindir, "Neburu" gezegeni de öyle şekilde dolaşıp geliyor demiştik işte, Halley demek 83 senede bir devir dönen gezegen Ramazan gezegeni demektir. Öyle olunca işte Onun da dinlendirilmeye İhtiyacı var her sene sadece bir ay bizde ama mesela  senenin her günü ramazan aynin bir gününe denk getirilir ve devamlı  devir daim ettiği için, Mesela bir güne gelip de orada Yorulmaz, bu sene şu gün ertesi sene 10 gün Ondan önce.  işte Yasin'de Eğer dinlendirilmeden yapılırsa O da şu şekilde yapılır, 6 gün Yasin okundu 7. gün tekrar baştan başlanır ki, yani .7 gün tekrar başlanır, haftanın içinde tekrar fatihaya dönmüş gibi, hatime Yeniden başlamış gibidir, yani haftayi bitirip tekrar hafta içinde bir daha başlamak gibi, baştan sona sondan başa dönmek gibidir, o şekilde devir daim ettirilir.  şimdi Mesela bugün pazar ve pazar başladık hergün sabah namazinin farzinda sadece bir sayfa ertesi gün ikinci sayfa ve  cuma günü 6 gün ediyor ve altinci sayfayi okuyorum, cumartesi günü 7. gün, ve 7. gün cumartesi günü tekrar baştan  başlayacağız  ilk sayfayi okuyacagiz, Mesela bu hafta pazar başladık, Gelecek hafta ise Yasin'in 1. sayfasının cumartesi günü okuyacağız, ertesi hafta yine bir gün öncesine denk geliyor, O zaman cuma günü Yasin'in 1. sayfasını okumamız gerekiyor, bu şekilde hareketli halde, veyahutta hareketsiz  halinde, yani 6 gün Yasin, 7. gün tatil, 6 gün Yasin, pazar günleri tatil yaptırırız, Bu bir örneği Öbürü de hareketli örneğini size misal verdim inşallah.  Bu da bizim tarkimizin  adap ve edeplerindendir, Ve bu şekilde "Neburu" ve "Triomat "gezegeni aktif edilir, yani işte, Neburu nun bir turu demek, Yasin'in her sayfası bir gün okuyaraktan yapılan tekrardan, senenin her günü her sayfasi okunmuş olcak hemde günde sadece bir sayfa okuyaraktan, bu devir ettirilcek,  Yasin'in her sayfası her gün okunmuş olacak, kaç turda yaptırırım  bunu İşte o Nebur unun turu veya digeride Triomat in  turu  ise 6 gün Yasin 7. gün tatil. birisi vertikal dönüyor, birisi horizontal dönüyor, Bunları  yani bu adabi  Yasini ezbere iyi bilenler yapsın, Yasini bilmeyenler bu işe girmesin, başka sureleride da bu şekilde hatime kalkmasın, yada bu şekilde okuyoruz diyerekten yapmasınlar, hatim okuyanlardan yapabilecek var mıdır Bunu, evet Bir turda öyle atıyor kaintta bir yildizda öyle dönüyor, şimdi Kuranı Kerim'in bütün sureleri ve Fatiha,  Fatiha ayrı, Kuranı Kerim'in bütünü ayrı bir deviri vardır birde, Aynı şekilde, kulhü ve Kuranı Kerim'in tamamı, Bakara ve Kuranı Kerim'in tamamı, ama bunları yapabilecek yetenekte şu anda kimseler yok, anca bunu robotlaşmış kimseler  yarı robot ve yarı insan kimseler Belki ileride başarabilir, şu anda insanların gücü buna yetmez çünkü ömrü yetmez.


Yıllardır Peygamberimiz Sena edilip övülmekte, salli ala seyyidina habib Allah, salli ala seyyidina Aziz Allah, salli ala seyyidina Tabibi gulub Allah diye,  övüp Sena edilip sela verilmekte. ve bugün bu nimetlere kavuştuysanız Mehdi'nin sayesinde olduğu için, Mehdiye de salavat getirip övmek edep ve adaptandır.  Ya Rabbi sen Kuranı Kerim'de övmesi gerekeni nasıl övüleceğini öğretmeseydin, bize Salavat nedir öğretmeseydin, Biz Nereden bilecektik Salavat nedir, övmek nedir neden övülür, nereden bilecek tik, Övülmesi gerekeni övmek, yerilmesi gerekeni de, Racim şeytan diyerekten yermek, İslam'ın  edep ve adap ların dandır.

أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم

إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا

Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmenirrahim

İnnallâhe ve melâiketehu yusallûne alen nebiyyi, yâ eyyuhellezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ.

Meali :

Muhakkak ki, Allah ve melekleri, peygambere salat ve selam edip överler. Ey iman edenler, haydi ona teslimiyetle salat ve selam getirin ve sizde onu övün !

Sadakallahul Aziym Ahzab suresi 56. Ayet

Geçenki anlattığımız mesele, işte tasavvuf  ve seyri sülük demek, İnsanın insan olma yolundaki seyrine serüvenine verilen isimdir. Tasavvuf  o yüzden gereklidir, ve hakiki tasavvuf alimleri kimi ne ile terbiyet edeceklerini bildiği için, bazı insana yumuşak muamele gerekir, bazısına da sert ve katı muamele gerekir. Bazısı Bela'dan hoşlanır, bazısı  lokumdan tatlıdan sevaptan nimetten ödülden hoşlanır, Kimisi cennete heves ettiği için ibadet edip namaz kılar oruç tutar ve dine Uyar, Kimisi  de cehennemden korktuğu için, farklı tabiatlar, farklı görüşler, ve farklı hareketlerdir bunlar, ve mesela askeriyede erkek olan herkese Emirler uygulanır ki : "sağa dön" , "ileri Marş", "kıt a dur" gibi sert ve kesin Emirler ile muamele edilir ki, bir Ordu Ancak böyle İdare edilebilir, ama mesela yumuşak tabiatlı bir kimseye bağırdığın zaman, ağırlayiverir,  gücüne gider,  yine kadınlar aynı şekilde, fazla sert muameleden kırılır demiş atalar, kadın erkeğin Kaburga kemiğinden, ve onu sert muamelede edersen, dümdüz  yada dosdogru ol dersen, kaburga kemiği kırılır, rahat  ve serbest bırakırsan da eğik kalır, o yüzden hafif muamele edeceksin demişler, işte burada kadına da sert  "kıt a dur, ileri Marş" gibi hareket edilmez, ve Geçen ki sesli vaazda verdiğimiz örnek gibi, cevize açılması ve içindekini yiyebilmemiz için, cevize "Açıl susam, açıl" haydi yavrum cevizim açıl baken da, ben senin içini yiyeyim diyerekten yumuşak muamele edilmez, cevizin kafasına çekici geçirirsin, ceviz kendisi açılır, ve içine alır Yersin, ama cevizin kafasına çekici de çok sert vurarsan, bu sefer içi de ezilir, İçini de yiyemezsin, kabuğunu kıracak kadar vurduğun zaman, kabuğu açtımı, içini sana verir, sen de faydasını görürsün. ve bazılarını da anlatmıştık, onun açılması için kenini nefisini bulması inkişaf etmesi için, mesela fasulyenin açılması için pamuklara ıslatılması lazımdır ki, pamukların üstünde açılır, mecburen  bu toprakta da aynı şekilde yani, biyoloji dersinde çocuklara fasulye çimletilir, ve bunun için fasulye pamukların içinde ıslatılarak dan yeşermesi sağlanıyor, yani Nedir bu, Bazı çocuklar ve  bazı kimselerin tabiati öyledir, Ben onlara hemen bir şey yaptıracağım zaman, "hadi kuzum, hadi yavrum, Bakkala git gel, hadi 10 lira verirsin 4 tane ekmek al, artaniyla, gelirken Kendine de bir tane çikolata al, dersin, kolayca gider gelir, sevine sevine gider gelir, çikolatalı ödüllü yani, Aman gülüm, tatlımın yavrum, ve kuzumunan amel ettirirsin. Bazisina da, al şu parayı git çabuk ekmek al gel dersin, herkesin seyri sülükü farklıdır, herkese nasıl muamele gerkdiği tabiatina göre farklı.  insanlardan ceviz tabiatında ki insana yumuşak muamele edersen, ona amel ettiremezsin, hakiki tasavvuf alimleri bilirler, bir kimsenin tabiatı nedir, ceviz midir, fasulye midir, nohut mudur, peynir midir, inek midir, dana mıdır, dananın altında buzağı arama,  o zaman, danadan süt vermesini beklemeyeceksin ve, dananın altına eğilip de süt alacan diye meme ararsan, yine yanlış yaparsın, işte hakiki Alimler bilir ki, insanın cibiliyeti Nedir, o yüzden de, onun seyri sülükündeki, insan olma yolundaki, gayreti o yoldan yaptırilirda, yani Hangi tabiat üzeri ise, ona öyle  muamele edilerekten, ona insanlık öğretilir, ve buna da tasavvufta, Tarikat ve yol  ve edeb adab denilir, o yolda yürümeyede Sofi sofiye ve müritler seyri sülük ediyor denilir.

Rabbim askerimizin seyri sülükünü kolay ve mübarek eylesin.

--oOo---


أَأَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقاً وَ ارْزُقْنَا اتِّبَاعَهْ وَ أَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَ ارْزُقْنَا اجْتِنَابَهْ


''Allahım! Bizlere, hakkı Hak gösterip ona tabi olmayı, bâtılı da Bâtıl gösterip ondan yüz çevirmeyi nasib eyle..! '


وَآخِرُ دَعْوَاهُمْ أَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Ve âhıru da'vâhum enil hamdulillâhi rabbil âlemîne,
Amiyn.
Elfatiha maassalavat.

سُبْحاَنَكَ اللَّهُمَّ وَبِحَمْدِكَ، أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلهَ إِلاَّ أَنْتَ، أَسْتَغْفِرُكَ وَأَتُوبُ إِلَيْكَ

Sübhâneke Allahümme ve bihamdik, eşhedü en lâ ilâhe illâ ent, estağfirullahe ve

etûbu ileyk.

--OoO--


Kar©glan

Başağaçlı Raşit Tunca

Schrems, 10 Mart 2019 Pazar

Original Kar © glan


Kurt ve 7 Küçük Oğlak Çocuk Masalı

Evvel zaman içinde yaşlı bir keçinin yedi yavrusu varmış. Bir anne çocuklarını nasıl severse o da yavrularını öyle severmiş. Günün birinde keçi, yavrularına yiyecek bulup getirmek için ormana giderken onları çevresinde toplamış:

- Sevgili çocuklarım demiş; ben ormana gidiyorum. Kendinizi kurttan sakının. Eğer kurt evimize girerse hepinizi kıtır kıtır yer. Bu alçak çok kez türlü kılıklara girer, ama kaba sesinden, kapkara ayaklarından onu hemen tanıyabilirsiniz!
Küçük oğlaklar:

- Sevgili annemiz, demişler, gözün arkada kalmasın... Güle güle git, güle güle gel... Biz kendimizi koruruz.
Keçi melemiş, iç rahatlığıyla yola çıkmış.

Aradan çok zaman geçmemiş. Evin kapısını biri çalmış:
- Sevgili çocuklar diye seslenmiş, kapıyı açın bakayım. Anneniz geldi, hepinize bir şeyler getirdi.

Fakat oğlaklar kurdun kalın sesini tanımışlar; içerden seslenmişler:
- Sen annemiz değilsin... Onun sesi hem ince, hem de tatlıdır. Senin sesin kalın. Sen kurtsun!

Bunun üzerine kurt bir dükkâna gitmiş, iri bir tebeşir parçası satın almış, bunu yemiş, sesini inceltmiş. Sonra geri dönerek yine kapıyı çalmış:
- Sevgili çocuklar, kapıyı açın bakayım, demiş; anneniz geldi, hepinize ormandan bir şeyler getirdi.

Kurt kapkara ayaklarını pencereye dayamışmış. Oğlaklar bunu görünce yine bağırmışlar:
- Sana kapıyı açmayız. Annemizin ayakları seninkiler gibi kara değil. Sen kurtsun!

Kurt yine geri dönmüş, bir fırıncıya gitmiş:
- Ayağımı bir taşa çarptım demiş; üzerine biraz hamur sürer misin ?


Fırıncı kurdun ayaklarına hamuru sürmüş. Kurt bu kez değirmenciye koşmuş:

- Ayaklarıma bir parça un serp demiş.
Değirmenci kendi kendine:

- Kurt yine birini aldatmak istiyor demiş, un vermek istememiş. Fakat kurt:
- Dediğimi yapmazsan seni yerim! diye bağırınca değirmenci korkmuş, hemen bir avuç un alarak kurdun ayaklarına serpmiş. İnsanlar böyledir zaten!

Bunun üzerine alçak hayvan üçüncü kez eve gitmiş, kapıyı çalmış:
- Sevgili çocuklar, kapıyı açın bakayım demiş; anneniz geldi, hepinize ormandan bir şeyler getirdi.

Oğlaklar bağrışmışlar:
- Önce ayaklarını göster de anneciğimiz olup olmadığını anlayalım! demişler.

Kurt ayaklarını pencereye dayamış. Oğlaklar bunların beyaz olduğunu görünce kurdun sözlerine inanmışlar... Kapıyı açmışlar. Bir de ne görsünler?.. Bu giren kurt değil mi? Oğlaklar ne yapacaklarını şaşırmışlar, saklanacak yer aramışlar. Biri masanın altına kaçmış. İkincisi yatağa sokulmuş. Üçüncüsü sobanın içine girmiş. Dördüncüsü mutfağa saklanmış. Beşincisi dolaba girmiş. Altıncısı çamaşır sepetinin altına sokulmuş. Yedincisi de duvar saatinin içine girmiş. Fakat kurt vakit yitirmeden birer birer hepsini yakalayıp tutmaya başlamış. Yalnızca saatin içindeki yedinciyi bulamamış. Karnı da oldukça doyduğu için onu aramaktan vazgeçmiş, çıkıp gitmiş.
Evin önünde geniş bir çimenlik varmış. Orada bir ağacın altına sırt üstü yatmış, uyumaya başlamış.

Aradan çok zaman geçmeden keçi anne eve dönmüş. Aman Tanrım! Bir de ne görsün? Evin kapısı ardına kadar açık. Masa, sandalyeler devrilmiş. Çamaşır sepeti paramparça olmuş, yatıyor. Yastıklarla yorganlar yerlere atılmış... Keçi anne yavrularını aramış; hiçbir yerde bulamamış. Birer birer adlarını çağırmaya başlamış. Hiçbirinden karşılık alamamış. Sonunda sıra sonuncunun adına gelmiş. O zaman ince bir ses duyulmuş:
- Duvar saatinin içindeyim, anneciğim!

Keçi, yavrusunu oradan çıkarmış. Küçük oğlak kurdun gelişini, öbür kardeşlerinin hepsini yediğini anlatmış. Keçi annenin, zavallı yavruları için ne kadar gözyaşı döktüğünü kestirebilirsiniz. Sonunda bu acıyla dışarı çıkmış. Küçücük oğlak da birlikteymiş.
Çayırlığa vardıkları zaman kurdu bir ağacın altında yatar bulmuşlar. Öyle horluyormuş ki, ağacın dalları titriyormuş. Keçi anne kurdu uzun uzun seyretmiş. Karnında bir şeylerin kıpırdadığını, oradan oraya gidip geldiğini görmüş. İçinden:

- Aman Tanrım, demiş, yoksa kurdun akşam yemeği yaptığı yavrularım hâlâ sağ mı?
Bunun üzerine küçük oğlak eve kadar koşa koşa giderek makası, iğne-ipliği getirmiş. Keçi anne canavarın karnını yarmış. Daha küçük bir yarık açılır açılmaz oğlaklardan biri kafasını dışarı çıkarmış. Bir parça daha yarınca altısı da arka arkaya fırlayıp çıkmışlar. Hepsi dipdiri sapsağlammışlar. Meğer kurt aç gözlülüğü yüzünden bunları çiğnemeden yutmuşmuş. O andaki sevinci bir düşünün! Hepsi sevgili annelerinin boynuna sarılmışlar. Hoplayıp, sıçramaya başlamışlar. Keçi anne demiş ki:

- Haydi bakalım, şimdi gidip, taş toplayıp getirin... Uyanmadan şu dinsiz imansızın karnına dolduralım.
Yedi oğlak çabucak taşları bulup getirmişler; kurdun karnını tıklım tıklım doldurmuşlar. Sonra keçi anne çabucak derisini dikmiş. Bu arada kurt bir şey sezmemiş, yerinden bile kıpırdamamış.

Kurt uykusunu alınca ayağa kalkmış. Karnı taşla  dolu olduğu için pek susamışmış. Bir pınarın başına gidip su içmek istemiş. Yürürken oraya buraya kımıldadıkça karnındaki taşlar çarpışmaya, takırdamaya başlamış. Bunun üzerine kurt:
Şu acayip işe bak!

Karnım bir şeyle dolmuş;
Yuttuğum altı oğlak

Sanki birer taş olmuş!
demiş. Pınar başına varınca suya doğru eğilip içmek istemiş. Gel gelelim, karnındaki taşlar yüzünden suya yuvarlanmış. Bağıra bağıra boğulup gitmiş.

Yedi oğlak bunu görünce koşa koşa gelmişler:
- Kurt öldü! Kurt öldü! diye bağrışmışlar. Anneleriyle birlikte pınarın çevresinde hoplayıp dönmüşler.


Güzel Ve Çirkin Çocuk Masalı

Bir zamanlar zengin bir tüccar varmış. Üç kızı olan bu tüccarın kızlarının ikisi son derece bencilmiş. Ama üçüncüsü, yani adı Güzel olanı hem iyi hem de sevgi doluymuş.

Bir gün tüccar, gemilerinin şiddetli bir fırtınada battığı haberini almış. Zavallı adam varını yoğunu kaybetmiş, geriye bir tek kasabadaki küçük evi kalmış.

     

      Açgözlü iki kardeş bu durumdan hiç hoşlanmamışlar. Yatakta yatmak ve oflayıp puflamaktan başka bir şey yapmaz olmuşlar. Evin bütün işleri Güzel’e kalmış.

      Bir zaman sonra tüccar kayıp gemilerinden birinin limana ulaştığını duymuş. Haberin doğru olup olmadığını öğrenmek için yola çıkmadan önce kızlarına, dönüşte size ne hediye getireyim, diye sormuş. Açgözlü iki kardeşin neşeleri hemen yerine gelmiş.

      “Elbiseler ve mücevherler!” isteriz demişler.

      “Peki ya sen Güzel?” diye sormuş tüccar.

      “Bir gül. O bana yeter,” demiş Güzel.

      Birkaç gün sonra tüccar evine dönmek üzere üzgün üzgün yola koyulmuş. Yine yoksulmuş, çünkü son gemiden ona kalan paraları da dolandırıcılara kaptırmış. Akşam karanlığı bastırırken bir ormana varmış. Orman hem karanlık, hem de soğukmuş. Şimşekler çakıyor, rüzgâr yerden karları havalandırıyormuş. Uzaklardan kurtların uluma sesleri geliyormuş.

      Tüccar nereye gittiğini bilmeden atıyla birlikte karların üzerinde bata çıka saatlerce yol almış, derken birden ileride pencerelerinden dışarı parlak ışıklar sızan son derece güzel bir şato görmüş. Ama bu çok garip bir şatoymuş, çünkü şöminelerinde harıl harıl ateş yanmasına, bütün odaları gün gibi aydınlık olmasına rağmen ortada kimsecikler yokmuş. Tüccar seslenmiş, seslenmiş, cevap veren olmamış. Sonunda, beklemenin bir anlamı olmadığını anlayınca, atını ahıra bağlamış ve salondaki uzun masanın üzerinde hazır bekleyen yemeği yemiş. Sonra bir yatağa yatıp uyumuş.

      Sabah uyandığında onun için bırakılmış yeni giysiler bulmuş yanı başında. Aşağıda da güzel bir kahvaltı onu bekliyormuş.

      “Bu şato, bana acıyan iyi kalpli bir periye ait herhalde,” demiş tüccar.

      “Ona bir teşekkür edebilseydim keşke.”

      Tüccar şatodan ayrılırken, bahçedeki gülleri fark etmiş. ‘Hiç yoksa Güzel’e verdiğim sözü yerine getireyim,’ demiş içinden. Güllerden birini koparmış. Ama koparır koparmaz müthiş bir kükremeyle inlemiş her yan. Çalıların arkasından korkunç görünüşlü bir canavar çıkmış. Öylesine korkunçmuş ki, tüccar neredeyse korkusundan bayılacakmış.

      “Seni değer bilmez adam!” diye kükremiş Canavar. “Hayatını kurtardım! Seni besledim, giydirdim! Sen kalkmış güzel güllerimi çalıyorsun. Hemen ölmeyi hak ettin!”

      Tüccar Canavar’ın karşısında diz çökmüş. “Gülü kızlarımdan birine götürecektim efendim,” demiş.

      “Ben efendi falan değilim, bir Canavar’ım,” diye hırlamış yaratık. Sonra tüccarın tepesine dikilmiş. “O değerli kızlarına gelince... Git, sor bakalım onlara, hayatına karşılık içlerinden biri gelip benimle birlikte yaşar mı? Bu teklifimi kabul eden olmazsa, üç ay içinde öleceksin.”

      Tüccar gün ışığıyla aydınlanmış ormanın içinden, üzgün bir şekilde atını sürüp evine dönmüş. Evde iki bencil kız kardeş babalarının başından geçen korkunç maceraları dinlerken kıllarını bile kıpırdatmamışlar. Babaları onlara giysi ve mücevher getirmedi diey küplere binmişler. Ama Güzel onlar gibi yapmamış.

      “Baba, izin ver ben gideyim,” demiş hiç tereddüt etmeden.

      “Tabii sen gideceksin, suç senin,” demiş kardeşleri. “Gül isterim diye tutturmasaydın, Canavar babamızı öldürmeyi düşünmeyecekti.”



      Üç ay geçince tüccar şatoya Güzel’le birlikte gitmiş. Her şey orayı ilk gördüğü gibiymiş: etrafta yine kimsecikler yokmuş, sofra hazırmış. Yemeklerini yemeyi bitirdiklerinde Canavar ortaya çıkmış. Güzel korkusundan tir tir titremeye başlamış, çünkü Canavar babasının anlattığı kadar korkunçmuş, hatta daha da korkunç!

      “Buraya kendi isteğinle mi geldin?” diye sormuş Canavar.

      “Evet,” demiş Güzel.

      “O zaman baban sabah olunca buradan gidecek ve bir daha buraya hiç gelmeyecek.”

      Sabah olup da babası gidince Güzel tek başına kalmış. Önce bir süre ağlamış, ama sonra gördüğü rüyayı hatırlayıp biraz olsun rahatlamış. Rüyasında bir peri, “Üzülme, babanın hayatını kurtarmak için gösterdiğin bu cesaret karşılıksız kalmayacak,” demiş ona.

      ‘Belki de bu yaşama alışırım,’ diye düşünmüş, neşesi yerine gelmiş azıcık. Bahçede dolaşmış, güllere bakarken içi hüzünle dolmuş. Sonra şatonun içini gezmiş. Oda kapılarından birinin üzerinde adının yazılı olduğunu görünce çok şaşırmış. Kapıyı açıp içeri bakmış. Oda tam istediği gibi döşeliymiş, kitaplarla, müzik aletleriyle doluymuş.

      ‘Canavar beni burada rahat ettirmeye çalıştığına göre, bana zarar vermez herhalde,” diye düşünmüş Güzel.

      Sonra bir kitap almış eline. Kitabın üzerinde altın yaldızla, “Sevgili Kraliçem. Her isteğin emirdir benim için,” diye yazıyormuş.

      “Şu anda babamı görebilseydim keşke!” demiş Güzel yüksek sesle Bunu der demez odanın öte ucundaki aynada babasının görüntüsü belirmiş. Böylece Güzel’in yalnızlık duygusu ve ev hasreti biraz olsun geçmiş.

      O gece yemekte Canavar ortaya çıkmış. “Seni izlememe izin verir misin Güzel?” diye sormuş.

      “Buranın sahibi sizsiniz,” demiş Güzel.

      “Hayır,” demiş Canavar. “Şatom senin emrindedir. İstersen hemen giderim.” Canavar bir an duraksamış. “Yalnız bir şey soracağım. Beni çok mu çirkin buluyorsun?”

      Güzel ne diyeceğini bilmemiş önce. Sonra başını kaldırıp Canavar’a bakmış. “Bunu söylemek istemezdim, ama doğruyu söylemem gerek. Evet, çirkin buluyorum,” demiş.

      Güzel, yemeğini bitirince Canavar, “Benimle evlenir misin?” diye sormuş.

      “Hayır Canavar, asla,” demiş Güzel.

      Canavar derin bir iç geçirirken çıkardığı ses, tüm şatoda yankılanmış.

      Her gece saat dokuzda Canavar konuşmak için Güzel’in yanına geliyormuş. Güzel, gün geçtikçe Canavar’a alışmaya başladığını fark etmiş. Hatta geç kaldığında onu merak bile ediyormuş. ‘Keşke,’ diyormuş, ‘bu kadar çirkin olmasaydı! Keşke ikide birde bana evlenme teklif etmeseydi! Çünkü Güzel, Canavar’ın, evlilik teklifini geri çevirdiğinde çıkardığı o sesten çok korkuyormuş.

      Canavar bir gün, “Beni sevmeyebilirsin ama, beni bırakıp gitmemeye söz vermelisin,” demiş. Her günü birbirine benzeyerek üç ay böyle geçmiş.

      Derken bir gün Güzel aynada babasının hasta olduğunu görmüş. Hemen Canavar’a babasına bakmak için eve gitmek istediğini söylemiş.

      “Gidebilirsin, Güzel,” demiş Canavar. “Ama geri dönmezsen kederimden öleceğimi biliyorsun, değil mi? Korkarım ki, babanın yanında kalmak isteyeceksin ve dönmeyeceksin. Ama eğer fikrini değiştirir de dönmek istersen, yüzüğünü yatağının yanındaki sehpaya koyman yeterli. Sabah olduğunda şatomda açacaksın gözlerini.”

      “Bir hafta sonra döneceğim, söz,” demiş Güzel.

      Ertesi sabah Güzel, babasının evinde, kendi yatağında açmış gözlerini. Babası onu karşısında görünce çok sevinmiş, kendini daha iyi hissetmiş. O gün öğleden sonra, kısa süre önce evlenmiş olan kız kardeşleri babalarını ziyarete gelmişler. Eve geldiklerinde babalarının biricik kızını karşılarında görünce kıskançlıktan ve öfkeden çatır çatır çatlamışlar.

      “Dinle!” demiş iki kardeşten biri. “Ona bir oyun oynayalım. Burada bir hafta daha kalmasını sağlayalım. O zaman Canavar gelip onu öldürür.” Bağırıp çağırıp onu kötülemek yerine, iki kardeş gözlerine soğan sürüp Güzel’in karşısına yaşlı gözlerle çıkmışlar ve ondan ayrılmak istemedikleri için ağladıklarını söylemişler. Güzel bir hafta daha kalmaya söz vermiş.

      Çok geçmeden Güzel, Canavar’ı babasını özlediği kadar özlediğini fark etmiş. Bir gün rüyasında Canavar’ı şatonun bahçesinde kaskatı ve cansız yatarken görmüş. Uyandığında, ‘Benim yaptığım düpedüz acımasızlık!’ diye düşünmüş. Hemen yüzüğünü parmağından çıkarıp, başucundaki sehpanın üzerine koymuş. Sabah gözlerini Canavar’ın şatosunda açmış.

      O günün akşamı Canavar’ı beklemiş. Saat dokuz olmuş. Canavar gelmemiş. Dokuzu çeyrek geçmiş, ortalarda yok. Birden endişe içinde koşa koşa şatodan bahçeye çıkmış. Canavar bahçede boylu boyunca yatıyormuş. ‘Onun ölümüne neden oldum!’ diye düşünmüş Güzel. Hemen ona sarılmış. Canavar’ın kalbi hâlâ atıyormuş!

      “Artık dönmezsin diye düşündüm. Yemeden içmeden kesilip ölmeye hazırlandım,” demiş Canavar fısıltılı bir sesle.

      “Ama ben seni seviyorum Canavar!” demiş Güzel. “Seninle evlenmek istiyorum.”

      O anda tuhaf bir şey olmuş. Birden sanki şato daha bir güzel, daha bir ışıltılı hale gelmiş. Güzel bir süre etrafına bakınmış, sonra tekrar Canavar’a çevirmiş başını. Fakat Canavar yerinde yokmuş. Yattığı yerde şimdi genç ve yakışıklı bir prens duruyormuş.

      “Ben Canavar’ı istiyorum,” diye ağlamaya başlamış Güzel. Prens bu sırada ayağa kalkmış.

      “Canavar benim,” demiş. “Kötü bir peri bana büyü yapmıştı. Beni yüzüne bakılamayacak kadar çirkin bir yaratığa dönüştürmüştü. Bana benimle evlenmek istediğini söylemeseydin, hayatımın sonuna kadar öyle kalacaktım.”

      Prens Güzel’i şatoya götürmüş. Şatoda Güzel, babası ve rüyasında gördüğü iyi periyle karşılaşmış.

      “Gösterdiğin cesaretin ödülünü aldın,” demiş iyi peri Güzel’e.
      Peri sihirli değneğini sallamış. Birden şatodaki herkes Prens’in topraklarında bulmuş kendini. Orada halk coşku ve alkışlarla karşılamış Prens’i. Çok geçmeden Güzel ve Canavar evlenmişler. Dünyanın gelmiş geçmiş en mutlu Prens ve Prensesi olmuşlar.

Madame de Beaumont


Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler Çocuk Masalı

Her yerin karla kaplı olduğu bir kış günüymüş. Bir kraliçe, sarayının pencerelerinden birinin arkasında bir yandan nakış işliyor, bir yandan da hayal kuruyormuş. Derken birden parmağına iğne batmış ve gergefin üstüne üç damla kan akmış.

      Kraliçe kan damlalarına bakar bakmaz, “Çocuğum kız olursa, teni kar gibi ak, yanakları kan gibi al, saçları da pencerenin çerçevesi gibi kapkara olsun,” diye geçirmiş içinden.

      Bu olaydan kısa bir süre sonra bir kız çocuğu getirmiş dünyaya. Kızı tıpkı içinden geçirdiği gibi bir kızmış. Ona Pamuk Prenses adını vermişler. Ne yazık ki kraliçe doğumdan birkaç saat sonra ölmüş.

      Bir yıl sonra Kral yeniden evlenmiş. Yeni Kraliçe çok güzel bir kadınmış. Güzelliğine güzelmiş, ama bir o kadar da kibirliymiş, kendisinden daha güzel birinin olabileceğini düşüncesine bile tahammül edemezmiş. Odasında sihirli bir aynası varmış. Her gün o aynanın karşısına geçer, saatlerce kendisini seyreder ve sonunda,

      “Ayna, ayna söyle bana

      En güzel kim bu dünyada,”

      Diye sorarmış. Ayna da hiç duralamadan, “Sizsiniz Kraliçem,” dermiş.

      Fakat, Pamuk Prenses on dört yaşına geldiğinde, bir gün ayna şöyle demiş:

      Güzelsiniz Kraliçem, güzel olmasına,

      Ama Pamuk Prenses sizden daha güzel.”

      Kraliçe bunu duyunca çok kızmış, öfkesinden ne uyku girmiş gözüne, ne de bir lokma yemek yiyebilmiş. ‘Ne yapmalı, ne etmeli?’ diye düşünüp durmuş günlerce. Sonra kararını vermiş ve sarayın avcısını çağırmış huzuruna.

      “Pamuk Prenses’i ormana götür ve orada öldür. Öldürdüğüne kanıt olarak da kalbiyle ciğerini sök, bana getir.”

      Avcı Pamuk Prenses’i ormana götürmüş, bıçağını çekmiş. Fakat Pamuk Prenses’in ağladığını görünce onu öldürmeye kıyamamış. Pamuk Prenses ağaçların arasına dalıp gözden kaybolurken, “Ben yapamadım, ama hava kararıncaya kadar bir ayı veya bir kurt benim yapamadığımı yapar nasıl olsa,” demiş.



      Yolda genç bir yabandomuzu çıkmış avcının karşısına. O da hayvanı oracıkta öldürmüş, kalbiyle ciğerini söküp Kraliçe’ye götürmüş.

      Ama Pamuk Prenses’i avcının düşündüğü gibi ne bir ayı ne de bir kurt yemiş. Akşam olup hava kararınca dağların ardında küçük bir eve gelmiş. Kapısını çalmış, açan olmamış. Cesaretini toplayıp içeri girmiş.

      İçeride üzeri yenmeye hazır yiyeceklerle dolu yedi küçük tabağın bulunduğu yedi küçük sandalyeli uzun bir masa varmış, duvar dibinde de yedi yatak diziliymiş. Beklemiş, beklemiş, ama kimsecikler gelmemiş. Çok aç ve çok yorgun olduğu için daha fazla bekleyememiş ve her tabaktan bir kaşık yemek almış, yedi yataktan yedincisine yatıp uykuya dalmış.

      Biraz sonra evin sahipleri eve dönmüşler. Dağların derinliklerinde bulunan bir gümüş madeninde çalışan yedi cücelermiş bunlar.

      Pamuk Prenses’i görünce, “Ne kadar güzel bir kız!” demişler.

      Sabah olup uyandığında Pamuk Prenses cüceleri görünce önce çok korkmuş, ama kısa bir süre sonra onlardan bir kötülük gelmeyeceğini, onların çok iyi insanlar olduklarını anlamış. Yedi cüceler Pamuk Prenses’ten evlerini çekip çevirmesini istemişler, o da hemen kabul etmiş.

      “Hoşça kal,” demişler yedi cüceler işe giderlerken.

      “Kapıyı kimseye açma. Eğer üvey annen burada olduğunu öğrenirse seni tekrar öldürmeye kalkar sonra.”

      Bir gün Kraliçe tekrar aynasının karşısına geçmiş. Aynadan şu cevabı alınca suratının aldığı şekli varın siz düşünün artık:

      “Güzelsin Kraliçem, buraların en güzeli sizsiniz

      Ama ne var ki, yüksek dağların ardında

      Cücelerin küçük, şirin evindeki

      Pamuk Prenses dünyalar güzeli.”

      Bunu duyar duymaz Kraliçe hemen kolları sıvamış. Yaşlı bir satıcı kadın kılığına bürünmüş ve elinde içi kurdele dolu bir tablayla dağlara doğru çıkmış yola.

      Cücelerin evine varınca, “Kurdelelerim var, harika kurdeleler!” diye seslenerek kapıyı çalmış. Kimin geldiğine bakmak için pencereye çıkan Pamuk Prenses kurdeleleri görünce içi gitmiş. ‘Bunda ne kötülük olabilir ki!’ diye düşünerek kapıyı açmış.

      “Bunu mu beğendin güzelim?” demiş Kraliçe kurdeleyi Pamuk Prenses’in boynuna takarken. Sonra kurdeleyi sıktıkça sıkmış, ta ki Pamuk Prenses ölü gibi boylu boyunca yere uzanana kadar.

      O gece yedi cüceler Pamuk Prenses’i o halde bulmuşlar. Kurdeleyi kesmişler ve Pamuk Prenses hayata dönmüş tekrar. Böylece Kraliçe’nin elinden ikinci kez kurtulmuş Pamuk Prenses.

      Ertesi sabah Kraliçe anasının karşısına geçmiş yeniden. Aynadan Pamuk Prenses’in hâlâ yaşadığı haberini alır almaz hemen kılık değiştirmiş ve bir kez daha dağların yolunu tutmuş.

      “Taraklarım var, harika taraklar!” diye seslenmiş cücelerin evinin kapısında. Pamuk Prenses yaşlı kadının elinde tuttuğu tarafı görünce başına gelenleri unutuvermiş. Kapıyı açmış.

      “Saçların ne güzel, bırak ben tarayayım,” demiş Kraliçe. Ama tarak zehirliymiş, başına değer değmez Pamuk Prenses ölü gibi yere uzanmış. O gece yedi cüceler saçından tarağı almışlar ve Pamuk Prenses yeniden hayata dönmüş. Böylece Kraliçe’nin elinden üçüncü kez kurtulmuş Pamuk Prenses.

      Ertesi gün Kraliçe aynasının karşısına geçince, Pamuk Prenses’in hâlâ yaşadığını öğrenmiş. Öfkesi burnunda, bu kez en büyülü iksirini hazırlayıp bir elmanın yarısına sürmüş. Sonra da yaşlı bir dilenci kılığına girip yola koyulmuş.

      “Güzel kızıma tatlı bir elma benden, armağan,” demiş Kraliçe, pencereden bakan Pamuk Prenses’e. “Pencereden de verebilirim, kapıyı açmana gerek yok.”

      “Kötü diye mi almıyorsun yoksa,” demiş Kraliçe, Pamuk Prenses’in kararsız olduğunu görünce. Sonra da zehirsiz tarafından ısırmış ve, “Al bak harika!” diyerek uzatmış, yanakları gibi al al elmayı Pamuk Prenses’e.

      Pamuk Prenses elmayı zehirli tarafından ısırır ısırmaz cansız yere uzanmış.

      Kraliçe pencereden içeri, Pamuk Prenses’e bakmış. “Nihayet senden kurtuldum, artık dünyanın en güzeli benim,” demiş. Oradan doğruca saraya gitmiş. Erkesi gün aynaya kimin en güzel olduğunu sorduğunda ayna, “Sizsiniz Kraliçem,” deyince dünyalar onun olmuş.

      Bu sefer cücelerden hiçbiri Pamuk Prenses’i uyandıramamış ölüm uykusundan. Aradan üç gün geçmiş, bütün umutlarını kaybetmişler. Fakat nedense Pamuk Prenses hiç de ölü gibi durmuyormuş. O yüzden yedi cüceler onu gömmemişler ve camdan bir tabut içine koymuşlar, tabutu da yüksek bir tepenin en tepesine yerleştirmişler.

      Günlerden bir gün cüceleri ziyarete gelen bir Prens oradan geçerken camdan tabutun içinde Pamuk Prenses’i görmüş ve hemen ona âşık olmuş.

      “Onu sarayıma götürmeme izin verin,” diye yalvarmış Prens.

      Yedi cüceler ona acımışlar ve izin vermişler. Prens’in uşakları tabutu kaldırırken Pamuk Prenses’in boğazına takılmış olan zehirli elma parçası pat düşmüş ağzından. Pamuk Prenses doğrulmuş nerede olduğunu anlamadan, gözünü açmış, yakışıklı Prensi karşısında görmüş. Görür görmez ona âşık olmuş. Birkaç hafta sonra nişanlanmışlar.
      Derken düğün günü gelip çatmış. Düğüne çağrılanlar arasında Pamuk Prenses’in üvey annesi de varmış. Üvey annesi sarayın salonuna girer girmez Pamuk Prenses’i tanımış, ama bu sefer bir şey yapmaya fırsat bulamamış. Çünkü Prens’in adamları Kraliçe’yi hemen yakalamış, Prens de onu artık kötülük yapamayacağı uzak bir ülkeye sürgün etmiş. O günden sonra Pamuk Prenses, güzelliğinin yanı sıra mutluluğuyla da ün salmış.


Bayan Holle Masalı Çocuk Masalı

Dul bir kadının iki kızı varmış. Biri hem güzel, hem de çalışkanmış. Öteki ise hem çirkin, hem de tembelmiş; ama kendi öz kızı olduğu için kadın bunu daha çok severmiş. Evde her işi güzel kıza gördürürmüş. Zavallı kızcağız her gün sokakta bir kuyunun başında oturup bez dokurmuş. Hem de o kadar çok çalışırmış ki, parmaklarından kan fışkırırmış.



Günün birinde iplik sardığı makara kan içinde kalmış. Bunun üzerine kız kuyuya eğilerek makarayı yıkamak istemiş. fakat makara elinden kayıp kuyuya düşmüş.
Kızcağız ağlaya ağlaya üvey annesine koşmuş. Başına gelen kazayı anlatmış. Kadın çocuğu adamakıllı azarlamış, sonra da çocuğa hiç acımadan:

- Makarayı kuyuya nasıl düşürdünse öyle alıp getireceksin. Sonra karışmam ha... diye bağırmış.
Bunun üzerine kız kuyunun başına dönmüş ama ne yapacağını bilmiyormuş. Makarayı almak için "ne olursa olsun" diye kuyuya atlamış. Atlamış ama aklı başında değilmiş. Az sonra uyandığında, kendini güzel bir çayırlıkta bulmuş.

Güneş parıldıyor, çevrede binlerce çiçek görünüyormuş. Yolda karşısına bir fırın çıkmış. Fırının içi ekmekle doluymuş. Ekmek kıza seslenmiş:
- Ne olursun beni fırından çıkar, beni fırından çıkar; yoksa yanacağım, çoktan piştim ben...

Kız fırına yaklaşmış, ekmeklerin hepsini kürekle birer birer dışarı çıkarmış. Sonra yoluna gitmiş. Karşısına bir ağaç çıkmış; ağacın üzerinde pıtrak gibi elmalar sallanıyormuş, ağaç kıza seslenmiş:
- Beni silkele, beni silkele... Biz elmalar hep olduk!..

Kız ağacı sallamış, elmalar, yağmur taneleri gibi yere dökülmüşler. Kız ağacın üzerinde hiç elma kalmayıncaya kadar silkelemiş. Elmaları bir araya toplayarak koca bir yığın yapmış, sonra yine yola koyulmuş..


Sonunda küçük bir eve varmış. Penceresinden bir kocakarı bakıyormuş. Kadının dişleri pek iriymiş. Bunları görünce kızın içine korku girmiş. Oradan kaçmak istemiş. Fakat yaşlı kadın arkasından seslenmiş:

- Sevgili çocuk, neden korkuyorsun? Gel burda kal; evin bütün işlerini güzelce yaparsan sana bir kötülüğüm dokunmaz. En çok dikkat edeceğin şey yatağımı güzel düzeltmek, iyice silkelemektir. Bunu yapınca yatağın içindeki kuş tüyleri uçar. İşte o zaman yeryüzüne kar yağar. Benim adım Holle Kadın'dır.
Kocakarı böyle tatlı tatlı konuşunca kızın içi ferahlamış; orada kalmaya karar vermiş. İçeri girerek işine başlamış. Evin her işini seve seve yapıyormuş, yatağı her zaman o kadar güçlü silkeliyormuş ki, tüyler kar parçaları gibi uçuyorlarmış. Bu yüzden kadının evinde rahat bir yaşam geçiriyor, kötü söz işitmiyor, her gün kızartmalar, kebaplar yiyormuş.

Küçük kız uzun zaman Holle Kadın'ın yanında kalmış; fakat içinde hep bir üzüntü duyuyor, bunun nedenini kendisi de bilmiyormuş. Sonunda bunun farkına varmış; yurdunu özlemişmiş. Her ne kadar buradaki yaşamı kendi evindekinden bin kat daha iyi geçiyormuşsa da, o yine evine dönmek istiyormuş. Bir gün dayanamamış, Kocakarı'ya demiş ki:
- Evimi çok göreceğim geldi. Bu ayrılık acısına dayanamıyorum. Burada, yerin altında geçen yaşamım çok iyi ama artık daha fazla kalamayacağım. Yine yukarıya dönmek istiyorum.

Holle Kadın:
- Evine dönmek isteyişin hoşuma gitti. Bugüne kadar bana çok iyi hizmet ettiğin için, seni ben kendi elimle yukarı çıkaracağım, demiş.

Kızı elinden tutmuş; büyük bir kapıya doğru götürmüş. Kapı açılmış. Kız tam kapının altına geldiği zaman güçlü bir altın yağmuru başlamış. Durduğu yerle annesinin evi arasında çok az aralık varmış. Kız evin bahçesine girdiği zaman horoz kuyunun üzerine çıkmış, ötmeye başlamış.
- Ö ö rö ö, altından küçük bayanımız yine geldi!

Kız eve girmiş, annesinin yanına gitmiş. Her yanı altınla kaplı olduğu için kendisini hem annesi, hem üvey kız kardeşi güleryüzle karşılamışlar.
Kız başına gelenleri bir bir anlatmış. Annesi, bu altınların nasıl elde edildiğini öğrenince çirkin, tembel kızına da bunları kazandırmak istemiş. bu kızını da kuyunun başına oturtarak bez dokutmaya başlamış. Makarasının kana bulanması için kız parmağına iğne batırmış. Elini dikenli çitlere vurmuş. Sonra makarayı kuyuya atmış. Arkasından da kendisi atlamış. Öbür kız gibi kendini bir çayırda bulmuş. Aynı yoldan yürümeye başlamış. Fırına vardığı zaman ekmek yine bağırmış:

- Ne olursun beni dışarı çıkar, beni dışarı çıkar, yoksa yanacağım. Çoktan piştim ben!..
Fakat tembel kız:

- Doğrusu üstümü başımı kirletmeye vaktim yok!.. demiş yoluna gitmiş. Az sonra elma ağacının yanına varmış. Ağaç seslenmiş:
- Ne olursun, beni silkele, kuzum beni silkele... Biz elmalar hep olduk!

Kız:
- Ya... çok bilmişsin... seni silkeleyim de kafama elmalar düşsün değil mi? demiş; geçip gitmiş.

Holle Kadın'ın evine vardığı zaman hiç korkmamış. Çünkü onun koca dişlerini önceden duymuşmuş. Hemen kadının hizmetine girmiş. İlk gün çok çalışmış. Holle Kadın'ın her dediğini yapmış. Kocakarının kendisine vereceği altınları düşünüyormuş. Fakat ikinci gün tembelliğe, işleri başından savmaya başlamış. Üçüncü gün bu tembellik bir kat daha artmış. Sabah bir türlü yatağından kalkmak istemiyormuş. Tembel kız Holle Kadın'ın yatağını da yapmıyormuş. Bu yüzden tüyler de uçuşmuyormuş. Çok geçmeden bu durum Holle Kadın'ı kızdırmış. Kızı işinden çıkarmış.
Tembel kız buna seviniyormuş. Altın yağmurunun yağacağını umuyormuş. Holle Kadın onu da büyük kapıya kadar götürmüş. Fakat kız kapının altına gelince altın yerine kocaman bir kazan dolusu zift başından aşağı boşalmış.

Holle Kadın:
İşte bu da senin hizmetlerinin ödülü!... demiş. Kapıyı kapamış. Tembel kız eve dönmüş. Her yanı zifte bulanıkmış. Yine kuyunun başında duran horoz kızı görünce:

- Ö ö rö ö, pasaklı küçük bayanımız yine geldi diye ötmeye başlamış. Kıza bulaşan bu zift ömrü oldukça üzerinde kalmış.

Grimm Kardeşler

RAŞiT TUNCA

BAŞAĞAÇLI RAŞiT TUNCA
Raşit Tunca

FORUMUMUZDA
Dini Bilgiler...
Kültürel Bilgiler...
PNG&JPG&GiF Resimler...
Biyografiler...
Tasavvufi Vaaz Sohbetler...
Peygamberler Tarihi...
Siyeri Nebi
PSP&PSD Grafik

BOARD KISAYOLLARI

ALLAH

Allah



BAYRAK

TC.Bayrak



WEB-TUNCA


Radyo Karoglan

Foruma Misafir Olarak Gir


Forumda Neler Var


Karoglan-Raşit Tunca - Dini - islami - Dini Resim - FIKIH - Kuran - Sünnet - Tasavvuf - BAYRAK - Milli - Eğlence - PNG - JPEG - GIF - WebButtons - Vaaz - Sohbet - Siyeri Nebi - Evliyalar - Güzel Sözler - Atatürk - Karoglan Hoca - Dini Bilgi - Radyo index - Sanal Dergi




GALATASARAY

G A L A T A S A R A Y


FENERBAHÇE


F E N E R B A H C E


BEŞiKTAŞ

B E Ş i K T A Ş


TRABZONSPOR

T R A B Z O N S P O R


MiLLi TAKIM

M i L L i T A K I M


ETKiNLiKLERiMiZ


“Peygamberimiz Buyurdular ki Birbirinize Temiz ağız ile Dua edin. Bizde Sayfamızı ziyaret edenlerin ve bu bölümü ziyaret edenlerin kendilerinin Ruhaniyetine, geçmişlerinin Ruhuna Yasin Okuyup hediye ediyoruz Tıkla, ya sende oku yada okunmuş Yasinlerden Nasibini Al”
(Raşit Tunca)



MEVLANA'DAN

“ Kula Bela Gelmez Hak Yazmadıkca, Hak Bela Yazmaz Kul Azmadıkca, Hak intikamını, Kulunun Eliyle Alır da, Bilmiyenler Kul Yaptı Sanır."
(Hz. Mevlana)