MUHAMMED

Muhammed


BAYRAK

TC.Bayrak



Hoşgeldin, Ziyaretçi
Sitemizden yararlanabilmek için kayıt olmalısınız.

Kullanıcı Adı
  

Şifreniz
  





Forum İstatistikleri
Toplam Üyeler» Toplam Üyeler 27
Son Üye» Son Üye Fahriye
Toplam Konular» Toplam Konular 15,402
Toplam Yorumlar» Toplam Yorumlar 16,602

Detaylı İstatistikler Detaylı İstatistikler

DOWNLOADEN


“Downloaden Bölümümüzden BEDAVA Grafik Paketleri,E-Kitaplar ve Bedava Bilgisayar Programlarını Tek TIKLA BEDAVA indirebilirsiniz”
(Raşit Tunca)




AYET

“Yeryüzüne muhakkak benim iyi kullarım varis olacaktır”
ENBİYA Suresi 105


FELSEFEMiZ

“ iSLAM OKUMAK YAZMAK YADA ÇiZMEK DEĞiLDiR, Yahutta O Hadis şöyle, Bu Ayette böyle diyor Diye Papağanlıkda Değildir. islam Kuranı ve sünneti HAYATINA TATBiK edip, Onunla Yaşayabilmekdir”
(Karoglan Raşit Tunca Sözü)


Raşit Tunca Sözü

“Yüzme bilmek Denizden çıkmana fayda vermez, taaki yüzme biliyorsan, denizedee düştüysen, ellerini, kollarını, ayaklarını çırpacaksın, ve birde tutuncak dal bulacak, tutunup çıkacaksın. ilimde böyledir, bir ilmi bilmek fayda etmez, taaki, onu hayatında tatbik edesiye, Dinde böyledir, din bilmek imanını kurtarmaz, taaki, ne zaman, bildiğin öğrendiğin dinini hayatında tatbik edip, yaşadın, o zaman belki kurtulursun.”
(Karoglan Raşit Tunca Sözü)

GÜZEL SÖZ

“ Bazen Hata Yapıvermek, Doğruyu bulmanın ilk Basamağıdır.
(Başağaçlı Raşit Tunca Sözü)





Keloğlan ve Çilli Tavuk Çocuk Masalı

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, uzak ülkelerden birinde bizim Keloğlan yaşarmış. Keloğlan kelmiş, keleşmiş ama özellikleri pek bir güzelmiş. İnsanlarla ilgilenir, arkadaşlarına iyi davranır, hayvanları sever fakat çalışmaktan pek hoşlanmazmış. Anası ona ne zaman bir iş buyursa bir bahane uydurur, anası kızınca da oraya buraya saklanır dururmuş.
Günlerden bir gün evin kapısının önünde uyuyup dururken kısa boylu bir çocuk yanına yaklaşmış:

– Hişt Keloğlan, keleşoğlan, annesini üzen oğlaaannn, diye bağırmış. Keloğlan hemen arkasını dönmüş, uykusuna devam etmiş ve bir rüya görmeye başlamış. Rüyasında uzun bir yolda yürüyormuş, yürürken önce bir tavukla karşılaşıyormuş,

Tavuk;

– Ah keloğlan bir bilsen başıma gelenleri, ne desem ne etsem bilemiyorum, olup bitenleri önce sana anlatayım istersen diyerek, tilkilerin kendi kümesleri önünde nasıl gezdiklerini anlatmış durmuş. Keloğlan tam ona yardım etmek isterken, uyanmış… Uyanmış bir de ne görsün, onların evindeki çilli tavuk tam göbeğinin üstünde oturmuyor mu? Onu kanatlarından tutmuş hemen koşturup kümesin içine koymuş. Çilli horoz neye uğradığını şaşırmış ama Keloğlan rüyanın etkisinde olduğu için tilkinin çilli tavuğu götüreceğini düşünmüş.

Birkaç gün sonra aynı rüyayı gören Keloğlan kümesteki tek tavukları olan çilli tavuğu alıp, kendi yatağında yatırmaya başlamış. Anası bu işe pek kızmış, ne işi varmış tavuğun yatakta, adam gibi kümese koysaymış ya. Keloğlan gözlerini ne zaman kapasa tilkinin çilli tavuğu kaçırdığını görüyormuş. En sonunda bakmış ki olmayacak, tilkiyi ziyaret etmeye karar vermiş. Tilki bizim Keloğlanı görünce çok sevinmiş, onu yuvasına davet etmiş, bizimki tilkinin yuvasına girmiş bir de ne görsün, bütün köyün kümeslerinden çalınan tavuklar tilkinin orada değil mi? Görmüş ama görmemezlikten gelmiş…

Tilki her zamanki gibi bir plan peşindeymiş ama Keloğlanın aklının ne kadar çabuk çalıştığını hesaba katmamış. Tilkinin yuvasında biraz oturan Keloğlan izin istemiş ama tilki ona izin verir mi hiç? Onun planı Keloğlanı da bir kafese kapatıp yemekmiş. Keloğlan önce bir hoplamış, duvarda asılı duran meşaleyi alıp kendi kel kafasına tutmuş, buna bakan tilkinin gözleri kamaşmış, keloğlan bu sırada oradan uzaklaşmış. Tilki onu elinden kaçırdığı için mutsuz, Keloğlan ise kahkahalar atacak kadar mutlu kaçarak uzaklaşmış. Daha sonra köylerde tavuğu çalınan ne kadar köylü varsa onları toplayıp gelmiş, köylüler o kadar sinirlilermiş ki, bizim tilki evini barkını bırakıp kaçmış. Bir daha da onu oralarda gören olmamış .


Çirkin Ördek Yavrusu Çocuk Masalı

Çalıların içinde bir ördek kuluçkaya oturmuş yumurtalarını bekliyormuş. Uzun süredir tek başına oturmaktan sıkıldığı için yumurtaları çatlar çatlamaz sevinçle vaklayarak üzerlerinden kalkmış.

“Artık çiftliğe dönüp oradakilere yeni ailemi gösterebilirim!” diye düşünmüş. Hepsi tam mı diye, cik cik öten yavrularını saymaya başlamış.



        “Yo, olamaz!” demiş yumurtalardan birinin henüz çatlamamış olduğunu görünce.

      O sırada oradan geçen bir ördek, “Yuvanda hâlâ çatlamamış iri bir yumurta var,” demiş. “Bahse girerim bir hindi yumurtasıdır.”

      “Hindi yumurtasıymış, höh! O benim yumurtam,” demiş anne ördek ters ters. İç çekerek yumurtanın üstüne oturmuş.

      Bu son yumurta da çatlayınca içinden iri, çirkin bir ördek yavrusu çıkmış. Anne ördek bu yavruyu görünce onun çirkinliğinden biraz utanç duymuş.

      “Neyse ki diğer yavrularım güzel,” diye düşünmüş ve artık daha fazla vakit kaybetmeden çiftliğe gitmek istediği için yavrularını peşine takarak suya girmiş.

      “Çirkin olanı hiç olmazsa iyi yüzüyor,” demiş anne ördek kendi kendine. “Öyleyse hindi olamaz. Çünkü hindiler yüzemez. Belki büyüdükçe güzelleşir. Belki bir süre sonra da büyümesi durur.”

      Ne yazık ki tam tersi olmuş. Çirkin Ördek giderek daha da büyümüş ve diğer ördeklerden daha da farklılaşmış. Çevresindeki hayvanlar onu hiç rahat bırakmıyor, onunla hep ‘Çirkin Ördek’ diyerek alay ediyormuş. Kardeşleri bile vak vak edip başının etini yiyor, “Seni bir kedi kapsa da senden kurtulsak,” diyorlarmış. Tavuklar onu kovalıyor, onlara yem veren kız da ayağıyla onu ittirerek yemlerin yanından uzaklaştırıyormuş.



      Çirkin Ördek bütün bunlara daha fazla dayanamamış. Çitlerin üzerinden uçarak atlamış ve çiftliği iyice geride bırakıp yaban ördeklerinin yaşadığı yere gelene kadar hiç durmadan yürümüş. Fakat yaban ördekleri de onun çirkin olduğunu düşünmüşler ve onunla dostluk kurmak istememişler.

      Çirkin Ördek yapayalnız ortada kalmış. Ağaç dallarıyla çitlerdeki küçük kuşlar bile onu görünce kaçışıyorlarmış. “Çirkin olduğum için kaçıyorlar,” demiş kendi kendine.

      Tek başına oradan oraya dolaşmış durmuş. Bir ara, iki yaban kazıyla dost olmuş, fakat onlar da avcıları görünce uçup gitmişler. Bir seferinde de yaşlı bir kadın onu tutup evine götürmüş, ama kadının kedisiyle tavuğu, “Hem suyu seven, hem de yumurtlamayan kuş mu olur?” diyerek onunla alay edince dayanamayıp oradan da kaçmış.

      Sonra mevsim değişmiş. Ağaç yaprakları sararıp solmaya başlamış. Bir akşam üzeri, güneş batarken bembeyaz tüylü, büyük ve güzel kuşlardan oluşan bir kuş sürüsü Çirkin Ördek’in tam önünden, çalıların arasından havalanmış. Uçarken dalgalanıyormuş gibi hareket eden çok zarif, uzun boyunlu kuşlarmış bunlar.

      “Bekleyin beni!” diye seslenmiş Çirkin Ördek, ama kuşlar kocaman kanatlarını açar açmaz gökyüzünün derinliklerinde kaybolmuşlar. Çirkin Ördek sevincinden suyun içinde bir fırıldak gibi dönmeye başlamış, sonra hızını alamayıp suyun dibine dalıp çıkmış. Boğazından çıkan garip sesler onu bile korkutmuş. O beyaz tüylü kuşları bir türlü aklından çıkaramıyormuş. Ne cins kuşlarsa onlar, onları çok sevmiş.

      Kış pek uzun ve sert geçmiş. Çirkin Ördek birkaç kez ölümden dönmüş. Bir seferinde buzun üstünde az kalsın donuyormuş. Neyse ki oradan geçmekte olan bir çiftçi onu görmüş de kurtarmış. Sonunda kış bitmiş bahar gelmiş ve Çirkin Ördek uçabildiğini keşfetmiş, öyle suyun üstünde değil çok daha yüksekte, gökyüzünde.

      Bir gün kanatlarının gücünü denerken aşağıda, bir derede daha önce gördüğü o beyaz tüylü kuşlardan birçoğunun yüzdüğünü görmüş. Bir an bile düşünmeden, “Aşağı iniyorum,” diye kararını vermiş. “Çirkin de olsam onların yanlarına gideceğim.” Böylece dereye, suyun üzerine inmiş.

      Kıyıda iki çocuk beyaz kuşlara ekmek kırıntısı atıyormuş. Çirkin Ördek’i görünce hemen annelerine, “Anne bak!” demişler. “Bir kuğu daha var orada! Bu kuğu diğerlerinden daha güzel hem de!”

      Çirkin Ördek çocukların ne demek istediğini anlamamış. Beyaz kuşlar arkalarına dönüp ona bakınca utancından boynunu bükmüş. “İsterseniz siz de Çirkin Ördek diye alay edin. Umurumda değil artık!” demiş içinden.

      Sonra, başını kaldırırken suda ilk kez kendini görmüş. Upuzun bir boynu, bembeyaz, harika tüyleri varmış.

      “Merhaba!” demişler diğer kuğular. “Hoşgeldin.” Sonra hepsi suyun üstünde ona doğru süzülmüşler. Hiçbiri çiftlikteki kuşlar gibi ona alay ederek bakmıyorlarmış. Boyunlarını zarifçe eğerek, “Ne kadar güzelsin,” diyorlarmış sanki.
      Çirkin Ördek, “Demek ben Çirkin Ördek değilmişim. Bir kuğuymuşum!” diyerek sevinçle çırpmaya başlamış kanatlarını.

Hans Christian Andersen


Bremen Mızıkacıları Çocuk Masalı

Vaktiyle bir adamın bir eşeği varmış. Bu eşek çuvalları bıkmadan usanmadan yıllarca değirmene götürmüş. Fakat artık gücü kalmamış, işe yaramaz bir duruma düşmüş. Sahibi onu boş yere beslemek istemiyormuş. Eşek de işlerin yolunda olmadığını sezmiş, başını alıp çıkmış, Bremen yolunu tutmuş. Orada kent çalgıcısı olabileceğini sanıyormuş.
Eşek böylece az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş; yolda boylu boyunca yatan bir av köpeğiyle karşılaşmış. Hayvan, koşmaktan yorulmuş köpekler gibi soluyup duruyormuş. Eşek sormuş:

- Ne soluyup duruyorsun böyle bakayım, bekçi baba?
Köpek:

- Sorma, demiş, yaşlandım. Günden güne güçten düşüyorum. Avda koşamıyorum diye sahibim beni öldürmek istedi... Ben de kaçıp kurtuldum. Bundan sonra karnımı nasıl doyuracağım bilmem!
Eşek:

- Sana bir şey söyleyeyim mi, demiş, ben Bremen'e gidiyorum... Kent çalgıcısı olacağım... Benimle gel, sen de bandoya gir! Ben lavta çalarım, sen de davul...

Bu öneri köpeğin hoşuna gitmiş. İkisi birlikte yola çıkmışlar. Aradan uzun zaman geçmemiş. Yolun kıyısında bir kedi görmüşler. kedinin suratından düşen bin parça oluyormuş.
Eşek:

- Ne o? İşin sarpa mı sardı yoksa, yaşlı palabıyık? demiş.
- İnsanın başında ateşler yanarken nasıl neşeli olur? Artık yaşım ilerledi. Dişlerim kütleşti... Farelerin peşinde koşacağıma sobanın arkasında oturup pinekliyorum. Bu yüzden hanımım beni suya atıp boğmak istedi. Ben kaçıp kurtuldum ama son pişmanlığın yararı olmuyor. Şimdi nereye gideyim?

- Bizimle birlikte gel. Müzikten anladığın bilinir. Oraya varınca kent mızıkacısı olursun!
Kedi bu sözü hoş karşılamış, onlarla birlikte yola çıkmış.


Bu üç yurt kaçağı bir çiftliğin önünden geçerken selamlık kapısının üstünde cıyak cıyak öten bir horoz görmüşler; eşek:

- Sesin insanın iliğine kemiğine işliyor... Neyin var kuzum? demiş. Horoz:
- Havanın güzel olacağını haber verdim. Bugün bizim sevgili hanımımızın günüdür. "Kristkind"ciğin gömleğini yıkamıştı. Onu kurutmak istiyor. Ama yarın pazar, konuklar gelecek. Onun için hanım hiç acımadan aşçı kadına söyledi. Yarın benim çorbamı yiyecekmiş. Nasıl olsa bu akşam kellem uçacak. Bari ben de gırtlağım yırtılıncaya kadar bağırayım dedim.

Eşek:
- Zavallı albaş, demiş, öyleyse bizimle gel daha iyi. Biz Bremen'e gidiyoruz. Nerede olsan ölümden daha iyisini bulabilirsin. Sesin güzel... Hepimiz bir arada şarkı söylersek hoş bir şey olacak kesin.

Horoz bu öneriyi beğenmiş. Dördü birlikte yola çıkmışlar.
Bunlar bir günde Bremen'e varamamışlar. Akşam olunca bir ormana gelmişler; burada geceleyelim demişler. Eşekle köpek büyük bir ağacın altına uzanmışlar. Kediyle horoz da dallara çıkmışlar, ama horoz en tepedeki dalları daha güvenli bulmuş, oraya uçup tünemiş. Horoz uykuya dalmadan önce bir kez daha çevresine bakınmış. Uzakta küçük bir ışık görür gibi olmuş, arkadaşlarına seslenmiş: "Işık görünüyor, yakınlarda bir ev olsa gerek!" demiş.

Eşek:
- Öyleyse kalkalım, hemen oraya gidelim. Burada rahat edilmiyor demiş.

Köpek orada birkaç parça kemik, biraz et bulursa pek hoşuna gideceğini düşünmüş.
Bunun üzerine ışığın bulunduğu yana doğru yola koyulmuşlar. Yaklaştıkça ışığın parıltısı artmış. Sonunda haydutların barındığı eve gelmişler.

İçlerinde en irisi eşek olduğu için pencereye o yaklaşmış, içeriye bakmış. Horoz sormuş:
- Neler görüyorsun, babacan?

Eşek:
- Neler mi görüyorum? demiş. Kurulmuş bir sofra... Üstünde her türlü yiyeek, içecek var... Haydutlar oturmuş, keyif çatıyorlar.

Horoz:
- Tam bize göre bir iş, demiş.

Eşek:
- Ah sorma kardeş demiş, şu sofranın başında biz olsak ne olurdu sanki?

Haydutları buradan nasıl kaçıralım? diye her kafadan bir ses çıkmış. Sonunda bir çare bulmuşlar: Eşek ön ayaklarını kaldırıp pencereye dayayacak. Köpek eşeğin sırtına çıkacak. Kedi köpeğin üstüne tırmanacak. Horoz da uçacak, köpeğin tepesine konacak!
Dedikleri gibi yapmışlar. Sonra biri işaret verince hep bir ağızdan şarkı söylemeye başlamışlar: Eşek anırmış, köpek havlamış, kedi miyavlamış, horoz da ötmüş. Sonra şangur şungur pencereden içeri dalıvermişler!

Haydutlar bu korkunç bağırışmayı duyunca oldukları yerde havaya fırlamışlar. İçeriye herhalde bir hortlak girdi sanmışlar. Evden çıkıp ormana doğru kaçmaya başlamışlar.
O zaman dört ahbap sofranın başına kurulmuşlar, haydutların artıklarına saldırmışlar. Sanki kırk yıldan beri açmış gibi, yemekleri atıştırmışlar.

Dört çalgıcı işlerini bitirine ışığı söndürmüşler. Herkes kendi keyfine göre rahat edebileceği bir yer aramış: Eşek gübrelerin üzerine uzanmış, köpek kapı arkasına, kedi ocakta sıcak külün yanına, horoz da bir tüneğin üstüne...
Yol yorgunu oldukları için az sonra da hepsi uykuya dalmış.

Vakit gece yarısını geçmiş. Haydutlar uzaktan bakmışlar, artık evde ışık yanmıyor, her yan da sessiz. Elebaşıları:
- Boş yere mantara basmamalıydık ama oldu! demiş.

İçlerinden birini oraya yollamış, eve baktırmış. Gönderilen adam her yanı sessiz bulmuş, mutfağa girmiş. Lamba yakmak istemiş. Kedinin parıldayan gözlerini yanık ateş sanmış, kükürtlü bir çöp almış, bunu ateşte tutuşturmak istemiş. Ama kedi şakadan anlar mı? Hemen adamın suratına atılmış, tırmık içinde bırakmış.
Haydudun korkudan ödü patlamış, arka kapıdan fırlayıp kaçmak istemiş ama oracıkta yatan köpek üstüne saldırmış, bacağını ısırmış. Adam avludan, gübrelere basıp kaçarken eşek de arka bacaklarıyla hatırı sayılır bir çifte savurmuş. Bu gürültülere uyanan horoz da:

- Ö ö rö ö... diye avazı çıktığı kadar ötmeye başlamış.
Haydut alabildiğine koşarak soluk soluğa elebaşının yanına gelmiş:

- Sormayın demiş, evde korkunç bir cadı oturuyor. Suratıma doğru tısladı, uzun tırnaklarıyla yüzümü gözümü tırmaladı. Kapının önünde bir herif duruyor. Elinde bir kama var. Bacağıma sapladı. Avluda bir karakoncoloz yatıyor. Beni meşe sopasıyla patakladı. Damda da yargıç oturuyor: "Getirin şu keratayı bana!" diye bar bar bağırıyordu. Zor kaçıp kurtuldum ellerinden...
O günden sonra haydutlar bir daha eve girme gözüpekliğini gösterememişler ama burası dört Bremen çalgıcısının pek hoşuna gitmiş. Artık buradan çıkıp gitmek istememişler.

[Resim: Bremen-Mizikacilari-Resim2.jpg]


Sihirli Fasulye Sırığı  Masalı

Bir zamanlar yoksul ve dul bir kadın varmış. Oğlu çok tembel bir delikanlı olduğu için paraları yok denecek kadar azmış.

        Bir gün o kadar zor bir duruma düşmüşler ki, kadıncağız ellerinde kalan tek mal varlığını, Süt Beyazı isimli ineklerini satmaya karar vermiş. Oğluna ineği pazara götürüp satabileceği en iyi fiyata satmasını söylemiş.

      Delikanlı pazara giderken yolda tuhaf bir yaşlı adama rastlamış. Yaşlı adam ineğe bir göz atmış ve delikanlıya, “Bak çocuğum, bana bu ineği verirsen karşılığında sana çok değerli şeyler veririm,” demiş. Sonra cebinden beş fasulye tanesi çıkarmış.

      “Fasulye tanesi mi?” demiş delikanlı tereddütle.”

      “Ama bunlar sihirli,” demiş yaşlı adam. Adam öyle deyince bu iş delikanlının aklına yatmış ve fasulyeler karşılığında Süt Beyazı’nı yaşlı adama vererek yaptığı değiş tokuştan memnun, eve dönmüş.

      “Anne! Bak elimde ne var!” diye seslenip olanları anlatmış delikanlı eve dönünce. Ama annesi ona çok kızmış. Fasulye tanelerini dışarı, eline geçirdiği tavayı da delikanlıya fırlatmış. Sonra da ceza olsun diye onu odasına yollamış ve ona yemek vermemiş.

      Sabah olunca delikanlı gözlerine inanamamış. Yatak odasının penceresinden, dışarıda bir bitkinin hızla büyüdüğünü görmüş. Bu ne bir ağaç, ne de dev bir ayçiçeğiymiş; göğe doğru büyümüş sihirli bir sırık fasulyesiymiş. Delikanlı hemen pencereden sarkıp sihirli fasulyeye tutunmuş ve tırmanmaya başlamış.

      Yarım saat sonra kendini, her şeyin normalden daha büyük olduğu garip bir ülkede bulmuş. Tarlaların ötesinde çok büyük bir ev varmış. Delikanlı evin yanına gidip kapıyı çalmış. Kapıyı bir kadın açmış.



      “Yiyecek bir şeyiniz var mı?” diye sormuş delikanlı.

      “Var,” demiş kadın. “Ama dev kocam gelince ortadan kaybolman gerek. Çünkü çocuklara hiç dayanamaz, onları hemen yer.”

      Delikanlı tam bir şeyler yemek üzere sofraya otururken dışarıdan birinin gür bir sesle şunları söylediğini duymuş:

      “Fee-fi-fo-fum,

      işte bir çocuk kokusu duydum.

      Ölü de olsa, diri de olsa güzeldir onları yemek.

      Kemiklerini öğütür, yaparım kendime ekmek.”

      “Fırına saklan. Hemen!” demiş kadın delikanlıya. Sonra da kocasına, “Ne çocuğu hayatım, dün kediye verdiğim et parçalarının kokusunu aldın herhalde,” diye seslenmiş.

      Yemekten sonra dev kese kese altınlarını saymaya başlamış. Kısa bir süre sonra altın saymaktan yorulup uykuya dalmış. Delikanlı saklandığı yerden çıkıp bir kese altın almış. Keseyi sihirli fasulyesinden aşağıya atmış, ardından fasulyenin sırığına tutuna tutuna aşağıya inmiş. Annesi artık şanslarının döndüğüne bir türlü inanamamış.

      Ama birkaç ay sonra ellerindeki tüm altınlar bitmiş. Delikanlı tekrar sihirli fasulyesine tırmanarak devin yaşadığı ülkeye gitmiş. Devin karısı bu kez ona kuşkucu bir şekilde davranıyormuş.

      “Geçen gelişinde bir kese altınımız kayboldu,” diye iğnelemiş onu. Ama yine de delikanlıyı içeri almış.

      Çok geçmeden dev çıkagelmiş. “Fee-fi-fo-fum,” diye bir şarkı söylüyormuş. Bunu duyan delikanlı hemen yine fırına saklanmış.

      “Ne çocuğu, hayatım,” demiş devin karısı. “Dün yediğin piliç haşlamanın kokusunu duydun herhalde. Sen etli böreğini yemene bak!”

      Yemeğini bitirdikten sonra dev, karısına, “Kadın, bana tavuğumu getir,” demiş. Karısı hemen tavuğu getirmiş. “Yumurtla!” diye emretmiş dev ve delikanlının hayret dolu bakışları altında tavuk altın bir yumurta yumurtlamış. Tabii delikanlı tavuğu da alıp evine götürmüş.

      Delikanlı ile annesi böylece zengin olmuşlar. Ama bir yıl sonra çocuk şansını bir kez daha denemeye karar vermiş ve tekrar sihirli fasulyesine tırmanmış. Bu sefer eve, devin karısına görünmeden girip, bir bakır tencerenin içine saklanmış.

      Dev girmiş içeri. “Fee-fi-fo-fum,” diye başlamış yine tekerlemesine.

      “Eğer bu yine o lanet olası çocuksa, fırına bak hayatım, kesin oradadır,” demiş karısı.

      Delikanlı orada değilmiş tabii ki.

      “Buralarda bir yerde, eminim,” diye gürlemiş dev, ama karısıyla birlikte evin altını üstüne getirmelerine rağmen onu bulamamışlar.

      Bu sefer dev yemekten sonra altın bir harp çıkarmış ortaya. “Söyle!” diye emretmiş ve harp ninniler söyleyip onu uyutmuş. O an delikanlı bu harpı her şeyden çok istediğini anlamış. Horlamakta olan devin dizine tırmanmış, masaya atlamış ve harpı kapmış.

      “İmdat!” diye bağırmış harp. Delikanlı, sırtında harp, masadan aşağıya atlamış. Dev peşine takılmış. Delikanlı sihirli fasulyesini yarıladığında harp, “İmdat!” diye bağırmış yine. Dev delikanlının peşinden sırık fasulyesine atlamış.

      Delikanlı aşağıya ulaşınca, “Anne! Çabuk bir balta getir,” diye bağırmış. İkisi birlikte sihirli fasulyeyi baltayla kesmeye başlamışlar. Bir süre sonra sihirli fasulyeyle birlikte dev de yere düşmüş ve anında ölmüş.

      “Üf!” demiş çocuk. “Az kalsın gidiyorduk!”
      O günden sora delikanlıyla annesi zenginler gibi yaşamışlar. Onlar söyledikçe tavuk altın yumurta yumurtluyormuş. İnsanlar altın harpı dinlemek için onlara para ödüyorlarmış. Delikanlının güzel bir prensesle evlendiği de söyleniyor. Kim bilir belki de gerçekten evlenmiştir.


Parmak Çocuk Masalı

Bir terzinin bir oğlu varmış. Bu çocuk o kadar küçük kalmış ki, boyu bir başparmaktan fazla uzamamış. Bunun için ona "Parmak Çocuk" derlermiş.
Ama çocuğun cesareti pek fazlaymış. Bir gün babasına demiş ki:

Babacığım, ne olursa olsun ben uzaklara gideceğim!
Babası:

- Pekâlâ oğlum, demiş. Uzun bir iğne almış, lambaya tutarak ucuna balmumundan bir topak yapmış:
- İşte yol için sana bir de kılıç! demiş.

Minik terzi, kendileriyle birlikte son kez bir daha yemek yemek istemiş. Annesinin bu son yemek için neler pişirdiğini görmek üzere fırlayıp mutfağa gitmiş. O sırada yemek hazırmış. Tencere ocağın üzerinde duruyormuş. Oğlan demiş ki:
- Ne yemekler var anne?

Annesi:
- Git, kendin bak işte! demiş.

Parmak çocuk ocağa sıçramış. Tencerenin içine bakmış. Fakat boynunu pek fazla uzattığı için yemeğin buğusu onu almış, yukarı doğru uçurmuş. Bacadan dışarı çıkarmış. Çocuk buğuyla bir süre havada dolaştıktan sonra yine yere inmiş. Artık başka ülkelerdeymiş. Şurada burada dolaşmış. Bir ustanın yanında iş bulup girmiş, ama yiyecekleri pek beğenmemiş. Ustasının karısına demiş ki:
- Bayan, bize daha iyi yemek vermezseniz çıkıp giderim. Hem de yarın sabah erkenden evinizin kapısına tebeşirle yazarım:

Bol patates, bir parça et,
Kalın burda sağ selamet:

Ustanın karısı çok kızmış:
- Daha ne istiyorsun sanki bücür?.. demiş.


Bir bez parçası kapmış, çocuğa vurmak istemiş. Fakat minik terzi hemen yüksüğün altına kaçmış. Oradan dışarıya bakar, kadına dilini çıkarırmış. Kadın yüksüğü kaldırmış; çocuğu tutmak istemiş ama Parmak Çocuk bez parçasının arasına sokulmuş. Kadın bezin kıvrımlarını açıp onu ararken oğlan masanın yarığına girmiş. Başını dışarı çıkarıp:

- Ce... e... e... ustanın bayanı! diye seslenmiş.
Kadın başına vurmaya uğraşırken Parmak Çocuk çekmecenin altına kaçmış, ama sonunda kadın onu ele geçirmiş, kapı dışarı atmış.

Minik terzi yola çıkmış, büyük bir ormana varmış. Burada bir sürü haydutla karşılaşmış. Bunlar kralın hazinesini soymak istiyorlarmış. Minik terziyi görüne şöyle düşünmüşler: "Bu küçücük herif anahtar deliğinden girebilir. Bize kapıları açar." İçlerinden biri seslenmiş:
- Hey bana bak pehlivan! Bizimle birlikte Hazine'ye gider misin? Sürünerek içeri dalıp paraları dışarı atabilirsin!

Parmak Çocuk düşünmüş, taşınmış; sonunda:
- Peki! demiş.

Onlarla birlikte Hazine'ye gitmiş. Orada kapının altını, üstünü gözden geçirmiş. Aralık bir yeri olup olmadığını araştırmış. Az sonra, geçebileceği kadar genişlikte bir aralık bulmuş. Hemen içeri dalmak istemiş, ama kapının önünde duran nöbetçilerden biri onu görmüş. Arkadaşına seslenmiş:
- Şurada sürünüp duran çirkin örümcek ne? Dur şunu çiğneyivereyim.

Öbürü:
- Bırak zavallı hayvanı! demiş, sana bir zararı yok ki...

Bunun üzerine Parmak Çocuk kapının aralığından sağ ve esen Hazine'ye girmiş. Pencereyi açmış. Haydutlar bu pencerenin altında bekliyorlarmış. Paraları birer birer atmaya başlamış. Minik terzi işin en tatlı yerindeyken, kralın hazinesini görmek için gelmekte olduğunu duymuş. Hemen sürüne sürüne bir yere sokulmuş.
Kral paralardan birçoğunun eksildiğini anlamış; fakat bunları kimin çalabileceğine akıl erdirememiş. Çünkü kilitlerle sürgüler yerli yerinde duruyorlarmış. Sonra her şeyin çok iyi korunduğu da görülüyormuş. Bunun üzerine kral çıkıp giderken iki nöbetçiye:

- Dikkat edin! Paranın peşinde biri var! demiş.
Parmak Çocuk yeniden işe koyulunca, nöbetçiler içerdeki paraların kıpırdadığını tiring, tiring tiring, tiring diye sesler geldiğini duymuşlar. Hırsızı yakalamak için hemen içeri dalmışlar. Fakat bunların geldiğini işiten minik terzi daha atik davranıp bir köşeye fırlamış, üstüne altın bir para örtmüş. Hiçbir yanı görülmez olmuş. Bir yandan da nöbetçilerle alay olsun diye: "buradayım!" diye seslenirmiş. Nöbetçiler sesin geldiği yana koşarken o da başka bir köşeye kaçıp, başka bir paranın altına saklanır: "Hey... Buradayım ben!" diye bağırırmış. Bu kez nöbetçiler oraya seğirtirlermiş. Oysa Parmak Çocuk üçüncü bir köşeden seslenirmiş: "Hey... burdayım, burda!" Böylece onları deliye çevirmiş, yorulup gidinceye kadar adamları Hazine'nin içinde oradan oraya koşturmuş, durmuş. Sonra da paraların hepsini birer birer dışarı atmış. Sonuncuyu olanca gücüyle  fırlatmış, kendisi de daha atik davranarak bu paranın üzerine sıçramış; onunla birlikte pencereden aşağı inmiş. Haydutlar kendisinden pek hoşnut kaldıklarını söylemişler:

- Sen pek müthiş bir kahramansın, bizim elebaşımız olur musun? demişler.
Parmak Çocuk onlara teşekkür etmiş, fakat önce dünyayı görmek istediğini söylemiş. Paraları bölüşmüşler. Minik terzi bunlardan bir tek metelik istemiş. Çünkü daha fazlasını taşıyamıyormuş.

Sonra kılıcını yine beline bağlamış; haydutlara "iyi günler" demiş, yola koyulmuş. Birkaç ustanın yanında işe girmiş. Fakat bu işleri beğenmemiş. Sonunda bir hana uşak olmuş ama hizmetçi kızlar ondan hoşlanmamışlar. Çünkü onlar kendisini göremedikleri halde, Parmak Çocuk onların gizlice yaptığı her şeyi görüyormuş. Tabaklardan aldıkları şeyleri, kilerden aşırdıklarını hancıya haber verirmiş. Bunun üzerine kızlar:
- Alacağın olsun, sana gösteririz! demişler. Ona bir oyun oynamaya karar vermişler.

Bir süre sonra hizmetçilerden biri bahçede otları biçerken parmak çocuğu otların yanında hoplayıp zıplar görünce, onu da birlikte biçmiş, otlarla birlikte büyük bir beze bağlamış, gizlice ineklerin önüne atmış. Bu hayvanlar arasında iri, kara bir tanesi varmış. Parmak çocuğu incitmeksizin otlarla birlikte yutmuş. İçerisi çocuğun hoşuna gitmemiş. Çünkü burası kapkaranlıkmış. Işık da yanmıyormuş. İnek sağılırken Parmak Çocuk içerden seslenmiş:
Fıştık fıştık fişte,

Doldu kova işte!
Ama süt sağılırken çıkan gürültüden bu ses duyulmamış. Sonra ev sahibi ahıra girmiş:

- Yarın şuradaki inek kesilecek! demiş.
Bunu duyunca Parmak Çocuk korkmuş. Avazı çıktğı kadar bağırmış:

- Önce beni çıkarın... İçinde ben varım!
Adam bu sesi duymuş ama nereden geldiğini anlayamamış:

- Neredesin? demiş.
Parmak Çocuk:

- Karanın içindeyim! demiş.
Adam bundan bir şey anlayamamış, çıkıp gitmiş.

Ertesi sabah inek kesilmiş. Bereket versin hayvan parçalanırken satır parmak çocuğa dokunmamış ama sucukluk etlerin arasına karışmış. Kasap gelip işe başlarken oğlan avazı çıktığı kadar bağırmış:
- Pek fazla kıyma... O kadar çok kıyma... Etlerin arasında ben varım!

Kıyma bıçaklarının gürültüsü içinde bu sesi duyan olmamış. Zavallı Parmak Çocuk büyük bir tehlike içinde kalmış. Fakat tehlike insanların gücünü artırır, derler. Çocuk kıyma bıçaklarının arasından öyle bir fırlayış fırlamış ki kendisine bir şey olmamış. Sapsağlam kalmış ama kaçıp gidememiş. Yağlarla birlikte bir sucuğun içine tıkılmaktan başka kurtuluş yolu bulamamış. Burası biraz darcaymış. Sonra islenip kurumak üzere sucuğu bacanın içine asmışlar. Burada bir türlü vakit geçiremiyormuş. Sonunda kış gelince bacadan indirmişler. Çünkü müşterilerden birine sucuk verilecekmiş. Hancı kadın sucuğu dilerken Parmak Çocuk, boynu kesilmesin diye başını fazla uzatmayarak kendini korumuş. Sonunda biçimine getirmiş, dışarı fırlamış.
Başına türlü yıkımlar gelen bu evde minik terzi daha fazla kalmak istememiş. Hemen yola çıkmış ama bu özgürlüğü uzun sürmemiş. Boş kırlarda yoluna bir tilki çıkmış. Onu bir solukta yutuvermiş. Minik terzi:

- Aman bay tilki! diye seslenmiş, boğazınızda takılı kalan benim işte... Beni özgür bırakın ne olur?
Tilki:

- Hakkın var, demiş? Senden ne olacak ki... Babanın evindeki tavuklar için bana söz verirsen seni salıveririm!
Parmak Çocuk:

- Seve seve demiş, tavukların hepsi senin olsun. Ant içiyorum işte!..
Bunun üzerine tilki onu salıvermiş; hem de evine kadar götürmüş. Babası sevgili minik oğlunu yeniden görünce bütün tavuklarını seve seve tilkiye vermiş. Parmak Çocuk:

- Hem sana güzel bir para da getirdim!
diye yolculukta eline geçirdiği meteliği babasına uzatmış.

- Peki ama, yesin diye zavallı tavuklar tilkiye niçin verildi sanki?..
- Hay budala hay... Babana çocuğu, evdeki tavuklardan daha değerlidir de ondan!


İslam Kalplerin Dinidir

Bir insanın ilk teslim alınacak ve hiç teslim edilmeyecek olan yeri kalbidir. Kalp, gerek madde gerekse mana olarak bütün organların, his ve duyguların merkezidir. Teslim edilmedikçe, hiçbir gücün hakim olamayacağı en muhkem ve mahrem yerdir.

Orada mevcut olanı başkasının görmesi, bilmesi, ona müdahale etmesi de mümkün değildir. Alemlerin Rabbi müstesna.

Büyükler, vücut uzuvlarının kalple olan münasebetlerini şöyle anlatırlar: “Göz insana yol gösterir, kulak gelecek tehlikeleri duyurur, dil tercümanlık yapar, eller tutar ve dokunur, ayaklar posta hizmetini  yerine getirirler. Kalp ise bir hükümdardır. Hükümdar huzur içerisinde olursa, maiyeti ve ordusu da huzur içinde olur.”

O halde insan denen bu mükemmel varlıkta, öncelikle ele alınması, tanınması, ihtiyaçları temin edilmesi ve her türlü tehlikelere karşı muhafaza edilmesi gereken, kalptir.

Burada sözünü ettiğimiz kalp, yüreğimizde bulunan nurdan bir cevherdir. Alimlerimiz bu cevhere “kalb-i hakiki” de derler.

Hakiki kalp, rabbanî, ruhanî bir lâtifedir ve insanın hakikatidir. İnsanda Rabbi’ni tanıyan, iman edip, ibadet yapmaktan zevk alan bu kalptir. Allahu Tealâ’ya muhatap olan odur. Yani nazargâh-ı ilâhidir. Allahu Tealâ’ya, kalbin yakın olduğu kadar hiçbir şey yakın değildir.

Dolayısıyla insan genel bir çerçeve içerisinde ele alındığında, yapılacak ilk iş bu lâtif, rabbanî ve ruhanî kalbin dünyevî duygulardan arındırılmasıdır. Yani yaradılışındaki saflığın kazandırılmasıdır.

Her yaratılan gibi, kalp de eksik ve muhtaç bir karakterde yaratılmıştır. İhtiyaçları, ancak Allah’ı bilmek, sevmek ve O’na teslim olmakla giderilir. Allah’ı bilmek, sevmek ve O’na ulaşmak için de, O’ndan haber getiren, O’nu sevdiren ve O’na götüren bir elçi, bir rehber ve bir yol gerekir. Bu özetin içinde ilk insandan kıyamete kadar bütün peygamberler, onların yolundan giden alimler, evliyalar ve her birinin yaşadığı, tebliğ ettiği tevhid yolu bulunur.

İşte bu yolda kalp, kendisine ulaşan haberler çerçevesinde Allah’a ve O’nun rızasına açık, gayrısına kapalı olmak zorundadır. Çünkü sadece bu ulvî gaye için yaratılmıştır.

Böyle bir kalp, ilâhi nur ve sırların merkezi olur. Böyle bir kalp, Allah’ın feyz ve bereketinin yeşerip geliştiği bir bahçedir. İlâhi güzellikleri aksettiren bir aynadır. O aynaya bakanlar, yalnız ilâhi tecellileri görürler. Kendi kalplerinin de bu lütuf ve ihsana mazhar olması için onların yoluna gönül verirler.

İşte, sadece böyle bir kalp Allah’a aittir. O kalbin sahibi de gerçek ve mükemmel insandır.

***

İnsanlığın huzuru, mutluluğu için aranan çözümler, onun kalbini huzur ve sükûna kavuşturmadıkça hedefine ulaşabilir mi?

Hayranlık duyduğumuz zengin memleketlerdeki insanların ruhî bunalımını artık bütün dünya biliyor. Filan ülkede uyuşturucu şu kadar yaygın; falan ülkede suç oranı şu kadar arttı diye her gün okuyor, izliyoruz.

Gündüz bile sokaklarında kolay kolay dolaşılamayan, manevi boşluk içindeki gençler ve çeteler tarafından esir alınmış bir şehirde zenginlik yeter mi gerçekten?

Sözünü ettiğimiz şehirler hayal ürünü yerler değil; gıptayla baktığımız zengin Batı şehirlerinden söz ediyoruz.

O şehirleri idare edenler, şimdilerde insanlarının hep ihmal edilen manevi tatminlerini nasıl sağlayacaklarını düşünüyorlar. İnsanların kalplerini nasıl huzur ve sükûna kavuşturacaklarını tartışıyorlar.

Maddi üstünlükleri sebebiyle örnek aldığımız memleketler, daha da geç olmadan insanın asıl yüzünü, ruhunu, kalbini keşfetmeye çalışıyorken, bizler de unutma çabası içinde gibiyiz.

Maddi refahı hayatımızın yegâne hedefi haline getiren, manevi terbiyeyi ve şahsiyet olgunluğunu tamamen gözardı eden bir anlayış, her geçen gün daha da yaygınlaşıyor. Çoğu zenginlerimiz servetlerine servet katma peşindeyken, fakirlerimiz de bir an evvel hangi yolla olursa olsun zengin olmanın dışında her şeyi unutmuş gibi.

Elbette maddi imkanlar herkes için önemli. Fakat iyi ve olgun insan olmanın malla-mülkle ilgisi yok. İç alemimizi, derunumuzu ihmal ettikçe, ne ahlâklı insan olmaktan söz edebiliriz, ne de iyi vatandaş olmaktan. Toplumsal barış diye bir kavramı konuşacaksak, önce kendi fıtratıyla barışık fertlerden söz etmeli değil miyiz?

Fıtrat dediğimiz kavram, başta zikrettiğimiz gibi insanın fizikî varlığının çok ötesinde manalar taşır. İmanın, sevgilerin, korkuların, taleplerin merkezi olan kalbini de içine alır. Oysa günümüz insanı bırakın o gayreti, ruhu ve kalbi olduğunu unutmuş gibi yaşı yor.

Mukaddes Kitabımız Kur’an-ı Kerim ve Fahr-i Kainat A.S. Efendimiz, o manevi yanımızın olgunluğu ölçüsünde insan sayılabileceğimizi ısrarla hatırlatırken;

İmam-ı Gazalîlerimiz, İmam-ı Rabbanîlerimiz, Ahmed Yesevîlerimiz ve daha binlerce alimlerimiz ve mürşidlerimiz o manevi yanımızı en ince detaylarına kadar izah etmiş ve bize öğretmişlerken;

Biz, yeryüzünde müslüman olarak yaşayanlar, şimdi hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey duymamış gibi olabilir miyiz?

Tekrar hatırlatalım; kalp, bizi insan yapan cevherimiz, merkezimiz. Allah Rasulü A.S.’ın buyurduğu üzere, o düzelip selim hale gelince her şeyimiz düzelecek. Bozulursa da her şeyimiz bozulacak. Fikrimiz, mantığımız, düşünme biçimimiz ve hayata bakışımız… İşlerimiz, amellerimiz ve ahlâkımız… Ailemiz, sokağımız, şehrimiz ve nihayet bütün toplum…

Gerçekten Allah rızasını gözeten bütün faaliyetlerin hedefi, işte bu sebeple insanın öz varlığı, yani kalbidir. Ehl-i Sünnet çerçevesindeki tasavvufî terbiyenin de öyle.

Bazı yanlış uygulamalardan yola çıkarak, sadece ruhen ve ahlâken insanın olgunlaşmasını gaye edinen İslâmî çabaları, bir tür güç ve nüfuz kazanma veya insanları kendine göre idare etme faaliyeti olarak değerlendirmek, gerçeğe aykırıdır.

Diğer taraftan amacı güç ve nüfuz olan, insanları idare etme sevdasıyla yola çıkan her kim varsa, görüntüsü ve sözleri ne olursa olsun “islâmî” sıfatıyla tavsif edilemez.

Kalbi hedef alan hiçbir çaba, kimseye bir tepki için de olamaz. Yani mümin reaksiyoner değildir. Bir şey ispat etme, “biz varız, buradayız” deme gayesi de gütmez. Bu tavır büyük ihtimalle riyadır ve manevi kalp hastalığıdır.

Evet; İslâm kalplerin dinidir. Müslümanların derdi, hedefi ve gayesi her zaman ve her yerde kalbidir. Çünkü bütün azaların hükümdarı olan kalp ulvi vasıflara sahip olursa, bir müminin asla vazgeçemeyeceği özellikler olan adalet ve merhametle, ihsan ve lütufla, zühd ve takvayla, irfan ve ilimle donanacak.

Kalp o tertemiz fıtratını yitirdiğinde ise, şirk, riya, gurur, zulüm ve nefsin diğer bütün çirkinliklerinin istilasına uğrayacak. Neticede ebedi mahkumiyet ve zillete düşecek

Bunu bilen müminin asıl korkusu, Rabbi’nin nazargâhı olan kalbinin ifsat olması, çirkinliklerle kararıp körelmesidir. Zira Cenab-ı Mevlâ, “gözler körelmez, ama sinelerdeki kalpler körelir.” buyuruyor.

Mümin, Yüce Allah’ın İsrailoğulları’na hitaben buyurduğu şu ihtardan da ders alır: “Kalpleriniz katılaştı, artık onlar taş gibi, hatta ondan da katı! Çünkü öyle taş var ki, içinden ırmaklar fışkırır. Öylesi var ki, çatlar da bağrından su kaynar. Ve öylesi var ki, Allah’a olan tazimi sebebiyle yukarıdan düşüp parçalanır. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.”

İnsanlık tarihi boyunca ve bugün, katılaşmış kalp sahipleri önce kendilerinin düşmanıdır, sonra bütün insanlığın. Tarihin gördüğü bütün kıyımların, bugün yaşadığımız-duyduğumuz büyük-küçük bütün zulümlerin en temeldeki sebebi bu değil mi?

Özellikle bugün, ilâhi hakikatleri, iyiyi ve güzeli tanımayıp kabul etmeyen asrın insanı, ancak kendini perişan etmekte. Bunalımlarının asıl sebebinin, Alemlerin Rabbi’ni bilmemek, O’nu sevmemek ve O’ndan korkmamak olduğunu anlayamamakta. Yani kalbinin gerçek sahibine onu teslim etmemekte.

Artık anlamak zorundayız: “Kalpler ancak Allah’ı anmakla itminana kavuşur.” (Raad/28 )

Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.

Kaynak:

Muhammed Saki Erol, Semerkand Dergisi, Nisan 2001.


Öyle bir maneviyat sultanı oldu ki, dünya sultanları unutuldu, fakat o unutulmadı.

Din ve dünya sultanı olan İbrahim b. Edhem hazretleri, bugün Afganistan’ın kuzey bölgesinde bulunan Belh şehrinde doğdu. Onun hayatı hakkında kaynaklarda pek çok muhtelif rivayet mevcuttur. Ancak tövbe edip zühd yoluna girmeden evvel, Belh padişahı olduğu rivayeti meşhurdur. Önceleri tahtta oturur ve pahalı elbiseler giyerdi. Ata biner, avlanmayı severdi. Onu bu düşkünlükten kurtanp ahiretini de ihya edebilmesi için, devrin ârif ve sûfîlerinden zaman zaman kendisine ibretli ikazlar yapılıyordu. Nitekim meşhur rivayete göre bir gece sarayında tahtı üzerinde uyuyakalmıştı. Gece bir gürültü ile uyandı. Tavandan tıkırtılar, gürültüler geliyordu.

– Kim o? Sarayın damında ne işiniz var, neden oraya çıktınız, diye seslendi. Sarayın damındaki zat,

– Yabancı değilim, devemi kaybettim de onu arıyorum, dedi. İbrahim b. Edhem bu cevaba çok kızdı, sert bir sesle,

– Be hey şaşkın adam, damda hiç deve aranır mı, deyince, damdaki zat şu karşılığı verdi:

– Ey gafil! Sen Allah Teâlâ’yı ipek ve atlas döşekler içinde, inci ve altın tahtlar üzerinde arıyorsun ya? Bunun damda deve aramaktan ne farkı var?

ibrahim b. Edhem hemen yerinden fırladı ve adamlarını çağırıp her tarafı arattı; fakat ne sarayın damında ne de bahçesinde hiç kimseyi bulamadı. Tabii içine bir ateş düştü ve bu olayı düşünmekten sabaha kadar uyuyamadı.

Ertesi gün saray erkânı toplanmış ve divan kurulmuştu. İbrahim b. Edhem de geldi, geçip tahtına oturdu; ama hâlâ bu olayı düşünüyor, olayın mahiyetini kavramaya çalışıyordu. Birtakım devlet meseleleri istişare edilirken aniden heybetli bir adam çıkageldi. Ona ne nöbetçiler ne de muhafızlar engel olabilmişti. İbrahim b. Edhem, gelip karşısında duran bu adama kim olduğunu, burada ne işi olduğunu ve ne istediğini sordu. Adam,

– Ben bir yolcuyum. Bu handa birkaç gün kalmak istiyorum, dedi. ibrahim b. Edhem bu söze kızarak,

– Be adam, burası han mıdır ki kalacaksın? Burası bana ait olan bir saraydır, diye cevap verdi. O zat,

– Peki, bu saray senden evvel kimindi, diye sorunca ibrahim b. Edhem,

– Babamındı.

– Ondan önce kimindi, diye tekrar sordu, ibrahim b. Edhem, (Sf.17)

– Dedemindi.

– Peki, ondan önce kimindi, diye sorunca, İbrahim b. Edhem,

– Filan zatın, dedi.

– Ondan evvel kimindi, diye sorduğunda, İbrahim b. Edhem,

– Filan oğlu filanın, cevabını verdi. O zatın,

– Bunlara ne oldu, diye sordu. İbrahim b. Edhem,

– Öldüler, cevabını verdi. Adam,

– O halde bu saray nasıl senindir ki, biri gidiyor biri geliyor, dedi ve geldiği gibi geri çıktı. O anda İbrahim b. Edhem’in aklı başına geldi. Belli ki, akşam damda “deve arıyorum” diyen adam, bu adamdı. Hemen o zatın peşine düştü ve sordu:

– Sen kimsin, nereden geliyorsun? O zat da,

– Ben karada, denizde, yerde ve gökte bulunur ve Hızır olarak bilinirim, dedi.

Böylece meselenin iç yüzü de anlaşılmıştı. Bunun üzerine İbrahim,

– Biraz bekle, eve kadar gidip geleyim, dedi. Adam,

– Bu kadar bekleyemem, iş bundan daha acele, dedi ve kayıplara karıştı.

İbrahim’in gönlündeki ateş daha da arttı, derdi fazlalaştı. Gece işittiklerine, gündüz gördüklerine bir anlam veremedi. Bir gün,

– Atı eğerleyin, avlanmaya gideceğim, bakalım bu hal nereye varacak, diye emir verdi. Ata bindi, sahranın yolunu tuttu.(Sf.18) Sahrada şaşkın şaşkın dolaşıyor ve ne yapacağını bilmez bir halde bulunuyordu. Bir ara muhafızlarından ayrı düşüp uzaklaştı. Bu sırada “Uyan!” diye bir ses işitti, duymazlıktan geldi. Bu sesi ikinci, üçüncü defa işitti. Ancak her defasında işitmezlikten geldi. Dördüncü seferinde, “Başkaları seni uyandırmadan kendin uyan!” diye bir ses duydu. Bu hitabı işiten İbrahim b. Edhem, iradesi kesildi. O anda bir av peyda oldu. Onu yakalamak için atını sürdü. Bu esnada gaipten,

– Ey İbrahim! Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emir olunmadın, diyen bir ses işitti. Durdu, sağına soluna baktı hiç kimseyi göremedi; “Allah lânet etsin! Bu iblîs’tir!” dedi. Atını tekrar sürdü. Biraz öncekinden daha kuvvetli ve daha açık bir sesle,

– Ey İbrahim! Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın, dendi.

İbrahim durdu, sağına soluna baktı, hiç kimseyi göremedi; “Allah Teâlâ lânet etsin! Bu İblîs’tir!” dedi ve atını tekrar sürdü. Ancak bu sefer aynı sözleri atının eyeri altından işitti. İçinde bir üzüntü ve korku zuhur etti. Kendi kendine,

– Âlemlerin Rabbin’den bana bir ikaz geldi. Allah’a yemin ederim ki bu günden sonra O’na isyan etmeyeceğim. Rabbim, salih insan olmamı istiyor, dedi.

Bu hadise üzerine pek fazla ağladı, öyle ki elbiseleri göz yaşlarıyla ıslandı. Samimi bir şekilde tövbe etti. Sonra geri döndü. Bir çobana rastladı. Dikkat edince bunun, kendi çobanlarından biri olduğunu anladı. Üzerindeki altın sırmalı kaftanı çıkarıp ona verdi. Onun abasını ve başlığım kendisi giydi. Koyunlan da ona bağışladı. Tacını, tahtını bıraktı, zühd yolunu seçti ve evliyanın reislerinden oldu.

Artık İbrahim b. Edhem, gözlerini bambaşka bir âleme açmış, ilâhî bir iklimin temaşasına dalmıştı, işte bu temaşa, ondaki diğer güzellik telakkilerini tamamen silivermişti. Böylece her sabah ihtimamla giydiği saltanat elbiseleri ve göğsünü kabartan Belh sultanlığı, bütün ihtişam ve süsünü kaybetmişti. Öyle bir maneviyat sultanı oldu ki, dünya sultanları unutuldu, fakat o unutulmadı.

Kaynak:
Sufilerden Tövbe Menkıbeleri, Siraceddin Önlüer, Hacegan Yayınları.



Tasavvuf  ve Manevi Hayatimiz - Hayat Dengemiz


He­de­fi Al­lah rı­za­sı olan bir ha­re­ke­tin, ilâ­hî öl­çü­le­re uy­ma­sı şart­tır. İlâ­hî öl­çü­ler, Kur’an ve sün­net­le be­lir­len­miş­tir. Kur’an ve sün­ne­tin or­ta­ya koy­du­ğu öl­çü­le­rin ta­ma­mı­na İs­lâm di­ni de­nir.

İs­lâm di­ni, iman, ilim, amel, gü­zel ah­lâk ve edep­le in­sa­nın dün­ya ve âhi­ret sa­ade­ti­ni ga­ran­ti eden ilâ­hî bir ter­bi­ye sis­te­mi­dir.

Al­lah Te­âlâ, İs­lâm’dan baş­ka bir di­ni, yo­lu, fel­se­fe ve ya­şan­tı­yı ka­bul et­me­ye­ce­ği­ni bil­dir­miş, ak­si­ne gi­den­le­rin dün­ya ve âhi­ret­te pe­ri­şan ola­ca­ğı­nı açık­ça ifa­de bu­yur­muş­tur. (Âl-i İm­rân 3/85)

Hz. Re­sû­lul­lah (s.a.v) ise di­nî ha­ya­tı­mız­da sün­ne­tin ye­ri­ni şöy­le be­lir­le­miş­tir:

“Kim, hak­kın­da bi­zim (açık ve­ya işa­ret yol­lu) em­ri­miz (ve mü­sa­ade­miz) ol­ma­yan bir iş ya­par­sa o, (ki­şi ve yap­tı­ğı amel­ler Al­lah ka­tın­da) red­de­di­lir.” (Bu­hâ­rî, İ‘ti­sâm, 20; Müs­lim, Ak­zı­ye, 17; Ebû Dâ­vûd, Sün­net, 5; İbn Mâ­ce, Mu­kad­di­me, 2)

Bu­ra­da şu so­ru­lar ak­la ge­le­bi­lir:

“İs­lâm’dan baş­ka hiç­bir şey Al­lah ka­tın­da ka­bul gör­mü­yor­sa, fark­lı isim­ler­le ha­ya­tı­mı­za gi­ren fık­hî mez­hep­le­rin ve ta­sav­vuf meş­rep­le­ri­nin du­ru­mu ne­dir? Bun­lar İs­lâm da­ire­si­nin ne­re­sin­de­dir? Eğer İs­lâm’ın bir par­ça­sı ise­ler, ni­çin fark­lı isim­ler­le anı­lı­yor ve an­la­tı­lı­yor­lar? Bu de­ği­şik isim­ler ve ekol­ler di­nî bir­li­ği boz­maz mı? Din bir­se ni­çin fark­lı yol­lar or­ta­ya çık­tı?”

Bu so­ru­la­ra kı­sa­ca şu ce­va­bı ve­re­bi­li­riz:

Bü­tün hak mez­hep­ler ve meş­rep­ler, din de­ğil­dir, di­nin in­san­la­rın akıl ve id­rak se­vi­ye­si­ne gö­re açık­la­ma­sın­dan ve uy­gu­lan­ma­sın­dan iba­ret­tir. Hiç­bi­ri di­ni tah­rip et­mez, ak­si­ne, di­ne hiz­met eder. Her iki ekol de İs­lâm’ın sü­kût et­ti­ği ve ic­ti­ha­da açık bı­rak­tı­ğı ko­nu­lar­da din adı­na söz­cü­lük yap­mış, Al­lah ve Re­sû­lü’nün (s.a.v) mu­ra­dı­nı tes­bi­te ça­lış­mış, bu alan­da çok önem­li va­zi­fe­ler gör­müş­tür.

Ta­sav­vu­fî Ha­yat

Ta­sav­vuf ye­ni bir din de­ğil­dir, di­ni an­lat­ma­nın ve ya­şat­ma­nın en ko­lay yo­lu­dur. Al­lah ve Re­sû­lü’nün (s.a.v) öğ­ret­ti­ği edep üze­re ku­rul­muş mâ­ne­vî ve ah­lâ­kî eği­tim sis­te­mi­dir. Te­mel me­to­du, aşk ile gö­nül­le­ri Hakk’a bağ­la­mak­tır. Te­mel usu­lü, töv­be, ih­lâs, farz­la­rı eda, ha­ram­la­ra ve­da, zi­kir, ra­bı­ta, soh­bet, hiz­met ve edep­le nef­si ter­bi­ye et­mek­tir. He­de­fi, Al­lah Te­âlâ’nın rı­za­sı­na ulaş­mış kâ­mil in­san ye­tiş­tir­mek­tir.

Ta­sav­vuf ter­bi­ye­si­nin mer­ke­zin­de kâ­mil mür­şid bu­lu­nur. Tıp­kı Hz. Re­sû­lul­lah’ın (s.a.v) ken­di­si­ne tâ­bi olan sa­hâ­be­le­re fe­yiz ve­rip, aşk aşı­la­yıp, ör­nek olup ken­di­le­ri­ni eği­tti­ği ve ter­bi­ye et­ti­ği gi­bi.

Mür­şid, bu yol­da mâ­ne­vî eği­ti­mi­ni ta­mam­la­mış ve­lî­ler ara­sın­dan se­çi­le­rek gö­rev­len­di­ri­lir. Bu gö­re­vi ona halk de­ğil, Ce­nâb-ı Hak ve­rir. Yü­ce Al­lah’ın mu­ra­dı böy­le­dir. Al­lah Te­âlâ, Hz. Pey­gam­ber’den (s.a.v) son­ra ye­ni bir pey­gam­ber gön­der­me­ye­ce­ği için, onun üm­me­ti­ni ba­şı boş bı­rak­ma­mış­tır. Rah­me­tiy­le on­la­rı hak yo­la da­vet ede­cek, ken­di­le­ri­ne bu yol­da ör­nek ola­cak, mâ­ne­vî ter­bi­ye­le­ri­ni ger­çek­leş­ti­re­cek, di­nin ha­ki­ka­tiy­le ya­şan­ma­sı­nı ko­lay­laş­tı­ra­cak kâ­mil ve mü­kem­mil dost­la­rı­nı bu üm­me­tin için­den ek­sik et­me­miş­tir, kı­ya­me­te ka­dar da et­me­ye­cek­tir.

Bu iş Hz. Pey­gam­ber’e (s.a.v) vâ­ris ol­mak­tır. Ema­net çok bü­yük, çok kıy­met­li ve çok na­zik­tir. Onu ta­şı­ya­cak kim­se­le­rin hem âlim hem ârif ol­ma­sı şart­tır. Onun için mür­şid ilim ir­fan sa­hi­bi edep­li ki­şi­ler­den se­çi­lir. Ger­çek­ten ter­bi­ye ol­ma­yan kim­se baş­ka­sı­nı ter­bi­ye ede­mez.

Bü­yük ve­lî Ebû Hafs el-Had­dâd (k.s) ta­sav­vuf yo­lu­nun ne ol­du­ğu­nu kı­sa­ca şöy­le ta­rif et­miş­tir:

“Ta­sav­vuf bü­tü­nüy­le edep­ten iba­ret­tir. Her anın, her ha­lin ve her ma­ka­mın ken­di­ne gö­re bir ede­bi var­dır. Her va­kit ede­be ri­ayet eden kim­se, Al­lah dos­tu olur. Ede­bi ko­ru­ma­yan kim­se, her ne ka­dar ken­di­si­ni gü­zel bir hal­de zan­net­se de esa­sen onun Hak ka­tın­da de­ğe­ri yok­tur. Bu kim­se ken­di­si­nin ilâ­hî hu­zur­da ka­bul gör­dü­ğü­nü dü­şün­se de, as­lın­da ora­dan çok uzak­ta­dır.” (Hüc­vî­rî, Keş­fü’l-Mah­cûb, s. 51; Süh­re­ver­dî, Avâ­rif, s. 54)

Bu oku­la sa­mi­mi­yet­le gi­ri­lir, edep­le çı­kı­lır. Sab­re­dip de­vam eden­ler Al­lah’ın iz­niy­le he­de­fe ula­şır, ilâ­hî dost­luk ma­ka­mı­na eri­şir. Yü­ce mev­lâ­ya dost olan­la­ra ne mut­lu!

Ta­sav­vu­fun Kay­na­ğı

İs­lâm’ın da­ve­ti in­san için­dir. Da­ve­tin he­de­fi, in­sa­nı ilâ­hî ter­bi­ye ile bu­luş­tur­mak­tır. İn­san­la­rın fıt­rat­la­rı çok de­ği­şik­tir. Her bir in­sa­nın Al­lah ile mu­hab­be­ti ve mü­na­se­be­ti ta­şı­dı­ğı fıt­ra­ta gö­re fark­lı­lık ar­ze­der. Bu­nu ifa­de için ârif­ler, “Al­lah’a gi­den yol­lar mah­lû­ka­tın sa­yı­sın­ca­dır” der­ler.

İş­te ta­sav­vuf bü­yük­le­ri, di­nin asıl­la­rın­dan hiç­bir ta­viz ver­me­den, de­ği­şik usul­ler kul­la­na­rak in­sa­na ulaş­ma­ya, onu keş­fet­me­ye, ka­bi­li­yet­le­ri­ni ge­liş­ti­rip in­ki­şaf et­tir­me­ye ça­lış­mış­lar­dır. Bu amel­le­rin tü­mü­ne “sey­rü sü­lûk” den­mek­te­dir.

Ta­sav­vuf bü­yük­le­ri ter­bi­ye me­tot­la­rı­nı te­mel­de Kur’an ve sün­net­ten al­mış­lar­dır. Ay­rı­ca in­san­lı­ğın or­tak de­ğer­le­ri­ni ve tec­rü­be­le­ri­ni de kul­lan­mış­lar­dır. Bu­nu, “Hik­met mü­mi­nin yi­tik ma­lı­dır, onu ne­re­de bu­lur­sa al­ma­ya en faz­la hak sa­hi­bi odur” (Tir­mi­zî, İlim, 19; İbn Mâ­ce, Zühd, 10) ha­di­si­ne uya­rak yap­mış­lar­dır.

Bu ara­da di­ni­mi­zin tas­vip et­ti­ği örf, âdet ve mas­la­hat gi­bi pren­sip­ler­den is­ti­fa­de et­miş­ler­dir. Biz­den ön­ce­ki din­le­rin nesh edil­me­yen, ya­ni yü­rür­lük­ten kal­dı­rıl­ma­yan fay­da­lı öl­çü­le­ri­ni ve ah­lâ­kî de­ğer­le­ri­ni lâ­zım ol­duk­ça de­ğer­len­dir­miş­ler­dir. Bü­tün bun­la­rı ya­par­ken şu te­mel ku­ra­lı de­vam­lı göz önün­de bu­lun­dur­muş­lar­dır:

“Ana il­ke­ler­de tak­lit ya­sak­tır. Fa­kat, il­ke­le­rin ger­çek­leş­me­si­ne yar­dım­cı ola­cak tak­tik ve me­tot­lar­da tak­lit ser­best­tir.” (Ge­niş bil­gi için bk. Ab­dül­bâ­rî en-Ned­vî, Bey­ne’t-Ta­sav­vu­fi ve’l-Ha­yat, s. 50-54)

Bu şu de­mek­tir:

İs­lâm di­ni­nin te­mel esas­la­rı­na ters olan hiç­bir şey ka­bul edi­le­mez ve di­nin bir par­ça­sı gi­bi gös­te­ri­le­mez. An­cak İs­lâm’ın dı­şın­da­ki din­le­rin ve mil­let­le­rin bir il­mi ve­ya tec­rü­be­si, di­nin özü­ne ters düş­mü­yor­sa, o şey­den is­ti­fa­de edi­le­bi­lir. Bu şey­ler di­ğer din­le­rin ve­ya fel­se­fe­le­rin te­mel il­ke­si de­ğil­se, onu tak­lit et­mek di­nen ser­best­tir. Ni­te­kim Hz. Re­sû­lu­lah Efen­di­miz (s.a.v), Hen­dek Gaz­ve­si’nde İran böl­ge­sin­de ya­şa­yan Fâ­ri­sî­ler’in hen­dek kaz­ma usu­lü­nü be­nim­se­miş ve kul­lan­mış­tır (Sü­hey­lî, Rav­zü’l-Ünüf, VI, 306; İbn Ke­sîr, es-Sî­re­tü’n-Ne­be­viy­ye, III, 183; İbn Hal­dûn, Tâ­rih, II, 29). Bu­nu ci­had işin­de ba­şa­rı­lı ol­mak için yap­mış­tır, gü­zel so­nuç da al­mış­tır.

Kı­sa­ca be­lirt­mek ge­re­kir­se ta­sav­vuf, İs­lâm’ı, Asr-ı sa­âdet’te­ki gi­bi ya­şa­ma­ya ça­lış­mak­tır. Hz. Pey­gam­ber’in in­san­lı­ğa sun­du­ğu gü­zel ah­lâk­la ah­lâk­lan­mak­tır.

Ta­sav­vuf Ter­bi­ye Oku­lu­dur

Ter­bi­ye, sı­fa­tın de­ğiş­me­si ve gü­zel­leş­me­si­dir. Bu­nun te­me­li kalp te­miz­li­ği olup so­nu­cu gü­zel ah­lâk­tır. Bu­na tak­vâ de­nir.

Tak­vâ­nın üç de­re­ce­si var­dır:

1. Kal­bi şirk, kü­für, şek ve şüp­he­den te­miz­le­mek. Bu­nu ya­pan kim­se iman da­ire­si­ne gi­rer, mü­min olur, ilâ­hî emir­ler­le mü­kel­le­fi­ye­ti baş­lar.

2. Kal­bi, ha­ram olan bü­tün gü­nah dü­şün­ce­le­rin­den ve nef­sin kö­tü ar­zu­la­rın­dan te­miz­le­mek. Bu­nu ya­pan sa­lih, müt­ta­ki bir kim­se olur.

3. Kal­bi, Ce­nâb-ı Hakk’a per­de olan her tür­lü gaf­let, sev­gi ve ar­zu­dan te­miz­le­yip bü­tü­nüy­le Al­lah’a bağ­lan­mak­tır. Bu­nu ya­pan ârif ve kâ­mil in­san olur.

Tak­vâ­nın ilk iki de­re­ce­si her­ke­se farz kı­lın­mış­tır; üçün­cü de­re­ce­si ise kul­la­ra rah­met ola­rak övül­müş, teş­vik edil­miş ve o has da­ire­ye gi­ren­le­re en gü­zel müj­de­ler ve­ril­miş­tir. He­def, üçün­cü da­ire­ye gi­ren bah­ti­yar­lar­dan ol­mak­tır. Kâ­mil mür­şid, tak­vâ­nın bü­tün de­re­ce­le­ri­ni el­de et­miş kim­se­dir.

Kalp­te bu­lu­nan ve kalp ile iş­le­nen bü­tün mâ­ne­vî gü­nah­lar­dan da arın­ma­dık­ça ger­çek te­miz­lik ger­çek­leş­mez. Al­lah Te­âlâ,

“Gü­na­hın açı­ğı­nı da giz­li­si­ni de ter­ke­din. Çün­kü gü­nah iş­le­yen­ler yap­tık­la­rı­nın ce­za­sı­nı mut­la­ka çe­ke­cek­ler” (En‘âm 6/120) bu­yu­ra­rak, her tür­lü gü­nah­tan uzak du­rul­ma­sı­nı em­ret­miş­tir.

Kur’an, kal­bin te­miz­li­ği­ne “tez­ki­ye” is­mi­ni ver­miş ve ebe­dî kur­tu­lu­şu ona bağ­la­mış­tır (A‘lâ 87/14-15; Şems 91/9-10). Hz. Pey­gam­ber’in (s.a.v) te­mel gö­re­vi teb­liğ ve tez­ki­ye ola­rak be­lir­len­miş­tir.(Âl-i İm­rân 3/164; Cum‘a 62/2)

Tez­ki­ye, ka­lı­bı de­ğil kal­bi te­miz­le­mek­tir. Bu, kal­bin şirk, kü­für, is­yan, gaf­let gi­bi mâ­ne­vî kir­ler­den arın­dı­rıl­ma­sı­dır. Bu arın­dır­ma, iman, nur, fe­yiz, töv­be, is­tiğ­far, göz ya­şı ve iba­det­ler­le ol­mak­ta­dır. Ha­dis­ler, di­nin ve gü­zel ah­lâ­kın mer­ke­zi­ne kal­bi koy­muş­tur. Pey­gam­ber Efen­di­miz (s.a.v), kal­bin in­sa­nın di­nî ha­ya­tın­da­ki ye­ri­ni şöy­le ta­nıt­mış­tır:

“İn­san vü­cu­dun­da öy­le bir par­ça var­dır ki, o iyi ol­du­ğu za­man bü­tün be­de­nin iş­le­ri iyi ve gü­zel olur. O bo­zul­du­ğu za­man, bü­tün vü­cut bo­zu­lur. Dik­kat edin, o par­ça kalp­tir.” (Bu­hâ­rî, İmân, 39; Müs­lim, Mü­sâ­kât, 107; İbn Mâ­ce, Fi­ten, 14)

Ta­sav­vu­fun ana ko­nu­su, bâ­tı­nî fı­kıh­tır. Bâ­tı­nî fı­kıh, in­sa­nın iç âle­mi­ni oluş­tu­ran kalp, ruh, ne­fis ve di­ğer la­ti­fe­le­rin tez­ki­ye, ter­bi­ye, te­rak­ki ve in­ki­şaf­la­rı­nı he­def­le­yen mâ­ne­vî, nu­râ­nî, kal­bî bir ilim­dir.

Zâ­hi­rî fı­kıh vü­cu­du­mu­zun dış âza­la­rı ile ya­pa­ca­ğı iba­det ve va­zi­fe­le­ri in­ce­le­me ko­nu­su yap­tı­ğı gi­bi, bâ­tı­nî fı­kıh di­ye­bi­le­ce­ği­miz ta­sav­vuf da kalp­le il­gi­li iba­det ve ah­lâk­la­rı te­mel ko­nu­su yap­mış­tır. Bun­da­ki he­def, kal­bin ih­san mer­te­be­si­ne ulaş­ma­sı­dır.

İh­san, kal­bin yü­ce Al­lah’ı gö­rü­yor­muş gi­bi O’na ya­kın­lık ka­zan­dı­ğı bir te­miz­lik, şu­ur ve has­sa­si­ye­te sa­hip ol­ma­sı­dır. Bu­na kal­bin se­lim ha­le gel­me­si de­nir. Âhi­ret­te ku­la fay­da ve­re­cek kalp bu­dur. Ta­sav­vuf­ta, kal­bin se­lim ha­le gel­me­si üç saf­ha­da ger­çek­leş­ti­ril­mek­te­dir.

Bi­rin­ci saf­ha mâ­ne­vî kir­ler­den te­miz­lik, ikin­ci saf­ha yük­sek ah­lâk­lar­la gü­zel­lik, üçün­cü saf­ha ilâ­hî hu­zur­da ka­bul ve yü­ce Al­lah ile özel be­ra­ber­lik­tir. Bun­dan son­ra­sı hu­zur ma­ka­mı­dır. Ârif­ler, bu ha­li “kur­biy­yet” ola­rak ta­rif eder­ler ve ger­çek mâ­na­da “sû­fî” ke­li­me­si­ni bu sı­fa­tı el­de et­miş kâ­mil in­san için kul­la­nır­lar.(Süh­re­ver­dî, Avâ­rif, s. 18)

Kur’an’da bu ya­kın­lı­ğa ula­şan­lar “mu­kar­re­bûn” sı­fa­tıy­la ta­nı­tıl­mış­lar­dır. İlâ­hî tak­si­me gö­re on­lar, in­san­lar için­de “sâ­bi­kûn” sı­nı­fı­nı oluş­tur­mak­ta­dır.(Vâ­kıa 56/11-12)

Yu­ka­rı­da özet­le­di­ği­miz kal­bin tez­ki­ye­si ve nef­sin ter­bi­ye­si bü­tün mü­min­le­rin or­tak he­de­fi­dir. Bu he­def­te hiç­bir ih­ti­lâf yok­tur. İh­ti­lâf onun na­sıl el­de edi­le­ce­ği ko­nu­sun­da­dır.

Hz. Pey­gam­ber Efen­di­miz’in (s.a.v) sa­adet­li ha­ya­tın­da bu işin mer­ke­zin­de biz­zat ken­di­si bu­lu­nu­yor­du. Mâ­ne­vî tez­ki­ye ve ter­bi­ye onun ne­za­re­tin­de ger­çek­le­şi­yor­du. On­dan son­ra bu gö­rev fark­lı usul­ler­le ye­ri­ne ge­ti­ril­me­ye ça­lı­şıl­dı.

Sa­adet as­rın­dan son­ra mâ­ne­vî has­ta­lık­lar ço­ğal­dı ve yay­gın­laş­tı. Di­nî ha­ya­ta tak­lit hâ­kim ol­du. Ya­şa­nan mâ­ne­vî ge­ri­le­me­ye dev­let yö­ne­ti­mi bir ça­re bu­la­ma­dı. Bü­tün iyi ni­yet­le­ri­ne rağ­men fa­kih­ler bu mâ­ne­vî ge­ri­le­me­yi dur­du­ra­ma­dı­lar, onu üzü­le­rek sey­ret­ti­ler.

Mü­fes­sir­ler ve mu­had­dis­ler, içi­ne dü­şü­len mâ­ne­vî boş­lu­ğun teh­li­ke­le­ri­ni an­lat­mak­tan öte bir şey ya­pa­ma­dı­lar.

Bu ara­da hic­rî 2. asır­la bir­lik­te ye­ni bir ih­ya ha­re­ke­ti baş­la­dı. Bu, sön­me­ye yüz tu­tan di­nî ha­ya­tı can­lan­dır­ma ha­re­ke­tiy­di. Bu ha­re­ke­tin ba­şın­da bü­yük ve­lî­ler bu­lu­nu­yor­du. Bu ha­re­ket ay­nı za­man­da da­ha son­ra bir di­sip­lin ha­li­ni ala­cak olan ta­sav­vu­fî ter­bi­ye­nin te­mel­le­ri­ni oluş­tu­ru­yor­du. Ha­san-ı Bas­rî, Ma‘rûf-i Ker­hî, Mâ­lik b. Dî­nâr, Zün­nûn el-Mıs­rî, Süf­yân es-Sev­rî, Hâ­ris el-Mu­hâ­si­bî, Cü­neyd-i Bağ­dâ­dî gi­bi zat­lar, bu ha­re­ke­tin ilk ön­cü­lü­ğü­nü ya­pan kim­se­ler­dir.

Ön­ce­le­ri va­az, soh­bet ve ör­nek ta­vır­lar­la hal­kı ku­cak­la­yan bu ir­şad fa­ali­yet­le­ri, 6. (12.) yüz­yıl­da bel­li bir di­sip­lin­le ku­ru­lan ter­bi­ye mü­es­se­se­le­ri­ne dö­nü­şe­rek, ta­ri­kat adıy­la İs­lâm âle­mi­ne ya­yıl­dı. Ku­ru­cu­la­rı­na nis­bet edi­le­rek anı­lan Kâ­di­riy­ye, Ri­fâ­iy­ye, Küb­re­viy­ye, Şâ­ze­liy­ye, Nak­şi­ben­diy­ye, Mev­le­viy­ye, Bay­ra­miy­ye gi­bi ta­ri­kat­lar, İs­lâm âle­min­de bü­yük hiz­met­ler ver­miş­ler­dir.

Bü­tün bu ter­bi­ye ekol­le­ri­nin oluş­tur­du­ğu sis­te­me “ta­sav­vuf” de­nir.

Bü­yük­ler de­miş­ler­dir ki: Kâ­mil bir in­sa­nı gör­me­yen kâ­mil ola­maz. İn­san tek ba­şı­na ken­di­si­ni ter­bi­ye ede­mez. Ter­bi­ye ol­ma­yan mâ­ri­fe­te ere­mez. Tek ba­şı­na ka­la­nı ne­fis ca­na­va­rı par­ça­lar, şey­tan kur­du yer. Ha­yır ve em­ni­yet, Al­lah için ku­rul­muş ce­ma­at­le bir­lik­te di­ni ya­şa­mak­tır.

Bü­yük ve­lî Cü­neyd-i Bağ­dâ­dî (k.s), ta­sav­vu­fu kı­sa­ca şöy­le ta­rif eder:

“Ta­sav­vuf, top­lu­ca töv­be et­mek­tir.

Ta­sav­vuf, top­lu­ca hiz­met et­mek­tir.

Ta­sav­vuf, top­lu­ca Al­lah’ın ipi­ne (ima­na, Kur’an’a ve ih­lâ­sa) ya­pış­mak­tır.

Ta­sav­vuf, top­lu­ca Al­lah’ı zik­ret­mek­tir.

Ta­sav­vuf, top­lu­ca Al­lah’a git­mek­tir.”

Bü­tün Hak dost­la­rı­nın or­tak gö­rü­şü şu­dur:

“Hz. Pey­gam­ber’in (s.a.v) sün­ne­ti­ni ta­kip et­mek­ten baş­ka Al­lah’a gi­den hiç­bir yol yok­tur. Bü­tün hal­le­ri­ni ve iş­le­ri­ni Kur’an ve sün­net­le öl­çüp on­la­rın emir ve işa­re­ti­ne gö­re ha­re­ket et­me­yen kim­se Al­lah dos­tu ola­maz. Al­lah dos­tu ol­ma­ya­na Al­lah’a gi­den yol­da uyul­maz. Uyu­lur­sa Al­lah’a de­ğil, ate­şe gi­di­lir.”(Ebû Nu­aym, Hil­ye­tü’l-Ev­li­yâ, X, 257; Sü­le­mî, Ta­ba­ka­tü’s-Sû­fiy­ye, 159; Ku­şey­rî, Ri­sâ­le, I, 107; Süh­re­ver­dî, Avâ­rif, s. 55)

Ta­sav­vuf de­yin­ce ak­la ge­le­cek an­la­yış bu­dur. Bu öl­çü ve edep­le­ri kim ko­rur­sa, ger­çek mü­min, ha­ki­ki sû­fî, kâ­mil in­san odur. Bun­dan öte­si, ku­ru kav­ga ve fay­da­sız bir oya­lan­ma­dır.

Fay­da­sız ilim­den ve iş­ler­den yü­ce Al­lah’a sı­ğı­nı­rız.

Kaynak:

Muhammed Saki Elhüseyni, Hayat Dengemiz


SOFİLİK NEDİR? TARİKAT NEDİR? MÜRŞİD NEDİR?

    Sofilik, mürşid, mürid, hatme , rabıta, vird gibi terimler birer tasavvuf terimidir.
    Tasavvuf, topluca tevbe etmek, birlikte zikretmek, şeytanlara karşı birleşmek, hak için birbirini desteklemek ve cemaat halinde Allah yolunda yürümektir. Tevbe etmek ve dini öğrenmek tasavvufun başı, zikir ve tefekkürle ilerlemek bu yolun adabıdır.

Tasavvuf, bir yolculuktur. Kötü halden iyi bir hale, günahtan sevaba, güzel işlerden daha güzel işlere yolculuktur. Bu yolculuğun mekânı kalp, aracı zikir ve tefekkürdür. Allah’ı zikretmenin ve tefekkürün faydaları anlatılmakla bitmez. Zikreden şahıs takva kapısını açar, şeytanın vesvesesinden kurtulur. Takva, Allah Tealâ’nın emir ve yasaklarına itibar etmek, yaşayışı ile O’nun hükümlerine bağlanmaktır.

Tasavvuf kısaca Resulullah’ın (a.s) ahlakıyla ahlaklanmaktır. REsululah’ın ahlakı (a.s) bizzat kuran idi onun ahlakına bürünen kuran ile ahlaklanmış olur onunla istikamet bulup hakka yürüdüğü takdirde canlı bir kuran haline gelir ki bu ne büyük bir saadettir. Nitekim Hz.Aişe (r.anh) annemizin şu hadisi meşhurdur; Kendisine efendimizin ahlakı sorulduğunda, siz hiç kuran okumuyor musunuz? Demiş ve onun ahlakı kurandı diye cevap vermiştir.

Kuran-ı Kerim de sultan-ı levlak’ın ahlakı şöyle ifade edilir:
“Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”

GAVSI SANİ HZ (K.S) KİMDİR?

Gavsı Sani hz (k.s) Resulullah’ın (a.s) ehlibeytinden, 15. kuşaktan torunudur. Adıyaman’ın Kahta ilçesinin Menzil köyünde ikamet eder, dergahı oradadır. Allah dostudur, mürşid-i kamildir, velidir.
Veli, âlemlerin sahibi Yüce Allah’ın dostudur. Dolayısıyla Allah’ın dostu olan bir kimse, her mümin için büyük önem tasir. Zira o, Yüce ,Rabbi tarafından seçilmiş, sevilmiş bir kuldur. Onun şahsiyetinde ve hayatında insanlara gerçek kulluk, hakiki dostluk gösterilmektedir. Bu yüzden veli, Yüce Allah’ın varlığını ispat etmede ve ilahi emirlerin hakikatini anlamada insanlar için en büyük delildir.

Gerçi, her mümin Allah’ın velisidir, dostudur. Fakat bizim burada konu ettiğimiz velilik, Allah yolunda irşat yetkisi, manevi terbiyede rehberlik ve takvada önder olan velidir.

Bu özel bir makamdır. O makamda bulunan kimse kamil insandır. Bu velâyet, Hz. Peygamber’in (sav) ümmeti terbiye işine varis olmaktır. Bu ise, insanların irşadını üstlenmek, kalpleri manevi kirlerden temizlemek ve azgın nefisleri terbiye etmek için yetkilendirilmek demektir. Bir mümin olarak bize de onu dost etmek ve sevmek düşer.

SOFİ NEDİR?

Günümüzde ‘sofi’ kavramı Gavs-ı Sani hz’ni (k.s) mürşidliğe kabul etmiş, ona intisap etmiş kişilere verilen isim olarak anılıyor. Sofi, yola çıkmış, yolda yürüyen demektir. Peki bu yolun adı nedir?

TARİKAT NEDİR?

Lügatta yol, yollar demektir. Tasavvufi istilahta ise insanları manen olgunlaştırmak için, tasavvuf büyüklerinin takip ettikleri usul ve esasları ifade eden yollar. manasındadır. Nakşibendiyye, Kadiriyye, Şazeliyye vb. Fıkıh ve kelamdaki mezhepler ne ise tasavvufta da tarikatlar aynı mahiyettedir. Ancak tarikatlara mezhep yerine meşrep denilir. Bu yola bir rehber gerekiyor:

ŞEYH, MÜRŞİD NE DEMEK?

Kelime manası itibariyle yaşlı, ihtiyar, pîr, bey, önder gibi manalara gelmektedir. Tasavvufta ise, nefsinde fani Hak’ta bâkî velî, Hak dostu, taliplere rehberlik etmek ve onları irşad etmek ehliyetine ve liyakatına sahip olan insan-ı kâmil, rehber, delil manalarını taşımaktadır. Bir insan yalnız başına nazari olarak tasavvuf ilmiyle meşgul olabilir. Ancak, bu meşguliyet kimseyi mutasavvıf yapmaz, belki tasavvufla ilgili biraz malumat sahibi yapar. Sofi veya mutasavvıf olmak için bir mürşid-i kâmil nezaretinde seyr-u süluke başlamak ve bu manevi tecrübeyi bizzat yaşamak gereklidir. Tasavvufun hedeflerini tarikat yoluyla gerçekleştirmek mürşidsiz mümkün değildir.

SADAT-I KİRAM KİMDİR?


Sadat, Sadat-ı kiram kelimesi üç manada kullanılır:
Birincisi, seyyidler yani Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve selem) evlat ve torunları manasındadır.
İkincisi, içinde Seyyidlerin, şeriflerin de bulunduğu evliyanın büyükleri anlamındadır.
Üçüncüsü, içinde Seyyidlerin, şeriflerin çokça yer aldığı Nakşbendi mürşidlerine verilen genel isim. “Altın Silsile” adıyla da tanınan bu silsile “Sadat, Sadat-ı Kiram” isimleriyle kastedilen en genel manadır.

TÖVBE NE DEMEK?


Tövbe, kulun işlemiş olduğu günahlardan pişman olup Cenab-ı Hakk’ a rücu etmesidir. İşlenen günahlardan dolayı Allah’ tan mağfiret talebine de istiğfar denilir. Bir kulun günah ve suçu işlediğine pişman olarak, bir daha işlememeye kesinlikle azm ve niyet etmesi, mükellef olan kimseler için farzdır. Nur suresinin 31. ayet-i kerimesinde “Ey müminler, hepiniz Allah’a tevbe ediniz ki, felaha kavuşasınız.” buyurulur. Hadis-i Şerif’te de “Günahtan tevbe eden kimse günahsız gibidir.” buyurulur.
Saadat-ı Kiram İslamın bu emrini adab içine dahil etmişler ve tasavvufa girişte tövbeyi emir ve tavsiye etmişlerdir. Günahlarla kirlenen ruhun tövbe ile temizlenerek bu nurani yola girilmesini, ilk edeb olarak görmüşlerdir. Aynı zamanda tövbe tasavvuftaki ilk makamdır.


Kaynak: Ahiretrehberi. com

Mustafa Sefa EREM

RAŞiT TUNCA

BAŞAĞAÇLI RAŞiT TUNCA
Raşit Tunca

FORUMUMUZDA
Dini Bilgiler...
Kültürel Bilgiler...
PNG&JPG&GiF Resimler...
Biyografiler...
Tasavvufi Vaaz Sohbetler...
Peygamberler Tarihi...
Siyeri Nebi
PSP&PSD Grafik

BOARD KISAYOLLARI

ALLAH

Allah



BAYRAK

TC.Bayrak



WEB-TUNCA


Radyo Karoglan

Foruma Misafir Olarak Gir


Forumda Neler Var


Karoglan-Raşit Tunca - Dini - islami - Dini Resim - FIKIH - Kuran - Sünnet - Tasavvuf - BAYRAK - Milli - Eğlence - PNG - JPEG - GIF - WebButtons - Vaaz - Sohbet - Siyeri Nebi - Evliyalar - Güzel Sözler - Atatürk - Karoglan Hoca - Dini Bilgi - Radyo index - Sanal Dergi




GALATASARAY

G A L A T A S A R A Y


FENERBAHÇE


F E N E R B A H C E


BEŞiKTAŞ

B E Ş i K T A Ş


TRABZONSPOR

T R A B Z O N S P O R


MiLLi TAKIM

M i L L i T A K I M


ETKiNLiKLERiMiZ


“Peygamberimiz Buyurdular ki Birbirinize Temiz ağız ile Dua edin. Bizde Sayfamızı ziyaret edenlerin ve bu bölümü ziyaret edenlerin kendilerinin Ruhaniyetine, geçmişlerinin Ruhuna Yasin Okuyup hediye ediyoruz Tıkla, ya sende oku yada okunmuş Yasinlerden Nasibini Al”
(Raşit Tunca)



MEVLANA'DAN

“ Kula Bela Gelmez Hak Yazmadıkca, Hak Bela Yazmaz Kul Azmadıkca, Hak intikamını, Kulunun Eliyle Alır da, Bilmiyenler Kul Yaptı Sanır."
(Hz. Mevlana)