MUHAMMED
BAYRAK

Hoşgeldin, Ziyaretçi |
Sitemizden yararlanabilmek için kayıt olmalısınız. |
Forum İstatistikleri |
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
DOWNLOADEN
AYET
FELSEFEMiZ
Raşit Tunca Sözü
GÜZEL SÖZ
Tekamül - Bir Ahmed Hulusi Makalesi
Tekamül
Aynı toprakta yetişen iki ayrı tohumu düşün.
Biri buğday, diğeri arpa. Bunları aynı zamanda, aynı yere ek...
Sonra ikisinin de suyunu ver, bakımlarını yap aynı zamanlarda.
Bir gün görürsün ki, başakların birisi buğday vermiş, diğeri arpa!..
Niye?..
Toprak aynı, su aynı, gübre aynı!
Aynı topraktan yetişen iki tohumdan biri buğday, diğeri arpa.
Aynı toprakta yetişen biberin biri tatlı, diğeri acı.
Hâlbuki şartlar ve ortam hep aynı...
İşte burada ortaya program çıkar!
Onun fıtratı buğday olmak üzere idi, ötekinin arpa...
Birinin tatlı olmak üzere idi, diğerinin acı...
Peki, gene bir soru çıktı ortaya: “Fıtrat” nedir?..
Oldukça önemli bir soru!..
“Fıtrat”; zuhura gelecek tecellilerin programlanışı ve yaratılışıdır.
Bütün yaratılmışlar doğarlar ve tekâmüle başlarlar, fıtratlarına göre tekâmül ederler ve bu tekâmüllerinin sonunda da asıllarına rücû ederler.
Bu tohum yaratılışından itibaren, kendine en uygun tecelliler ile beslenir, büyür yeşerir, tâ ki yaratılışındaki gayeye uygun hizmeti ede...
O tecellilerin zuhuru ne zaman ki onda sona erer; bu an, tekâmülünün de zirvesidir, artık onun rızkı da sona ermiş olur ve tekrar aslına rücu eder.
Ahmd Hulusi
Nasıl sofi olunur?
Öncelikle sofi Demek veya sufi demek
Tasavvuf, sufilik, halk deyimi ile sofuluk (Arapça: صُوفِية sufiyye) (Farsça: تصوف tasavvuf) (Farsça: صوفیگری sūfīgarī), İslam'ın iç veya mistik yüzü olarak tarif edilir.
Tasavvuf kelimesinin kökleri Muhammed döneminde keçi ve benzeri hayvanların kılından yapılmış çobanların giydiği üst kalın elbise, kepenekten geldiği söylenmektedir. Bu görüşün açıklanmasında peygamberin döneminde hiç bir sohbeti kaçırmayan ve İslâm peygamberinin tüm dini açıklamalarına daime katılan çok fakir bir bedevi grubu anlatılmaktadır. Bunlar işleri veya mecbur sebeplerden dolayı sohbete ve konuşmalara katılamayan diğer din mensuplarına İslam hakkında peygamberin konuşmalarını anlatırlarmış. Bunların kendilerini tamamen fiziki olarak da İslam'a ve dini yaşamaya adamaları her kesimin dikkatini çekmiştir. Belirgin özellikleri olan giydikleri keçi kılından olan üst kalın elbise nedeniyle suffa ehli (Ashab-ı Suffa) olarak anılmaya başlanmışlardır. Nitekim bu giydikleri elbise Arapça dilinde soffa veya suffa olarak anılmaktaymış. Yine bu görüşe göre İslam peygamberinin bahçede sohbet yaptığı etrafı açık çardak benzeri bir yapı yüzünden de tasavvuf kelimesinin türeyebileceği söylenmektedir. Zira bu yapı da soffa veya suffa olarak anılmaktaymış. Bu ifadeler kapsamında "tasavvuf" lafzı buralardan gelebilir denilmektedir ancak esasta kelimenin ruhani manası Kuran-ı Kerim'im "yaşama geçirilmiş hali, Kuran-ı Kerim'in tamamına inanıp onu yaşamak"[1] olarak tarif edilmektedir.[2]
Tasavvufun mistisizmin İslam özelindeki hali olduğunu iddia edenler olduğu gibi, mistisizmin Çin-Hindu dinlerinden gelmesi nedeni ile İslam ile tamamen farklı olduğunu iddia edenler de olmuştur. Kimilerine göre, tasavvuf şeriattan daha yüksek bir aşamayı ifade eder. Mutasavvıflar sufi olmaya çalışmışlar, tekkeler, medreseler kurmuşlardır. Sufiyâne hayat yaşamaya çalışanlara derviş de denilir. Türkler arasında Tasavvuf Batı Türkistan’da çıkmıştır.[3] İlk sufiler keşif sahibi insanlardı, mala mülke değer vermezler, bazen çıkınları bile olmadan gezer ve gittikleri yerlerde insanları dini yönden aydınlatırlardı. Batı Türkistan’daki bu ilk sufilerin bazıları, bir tarikat gütmedikleri için tarikat şeyhleri gibi isim yapmamış olabiliyorlardı.
tanım: sofu ile sufi kelimesi arasında maddi, manevi, fiziksel, ruhsal, soyut ve somut * açıdan benzerlik taşımayan yönleri belirten ifade. sofu ile sufi arasında ilk anda gözümüze çarpan farklılık harflerdedir. bu, farklılığın dışardan görünüşüdür ki her zaman dış görünüşe aldanılmamalıdır.
kelimelerin o engin deryasına daldığımız zaman karşımıza çok farklı bir durum çıkar. "sofu" kelimesini söyleyen insanın zihninde birden elinde kocaman bir tesbih, tombulca, sakallı, gözleri yuvalarından fırlamış, merhametsiz bir insan belirivermektedir. korkmalı mıyız? hayır. derhal toparlanıp "sufi" kelimesindeki aydınlığa, hoşgörüye, berraklığa sığınmalıyız. sufi derken aklınıza gelecek kişinin mevlana'ya benzeyeceğinden eminim. öyleyse ben burdan şu sonucu çıkardım: sufi kelimesi arapça aslına uygun olarak kelimenin literatürdeki doğru biçimidir. fakat sofu kelimesi halk arasında kullanılmaktadır daha çok ve dinin ilkelerine sıkı sıkıya bağlı olmakla yetinmeyip allah'ın kendisine farz kılmadığı halde yerine getirdiği zaman sevineceği ibadetleri de yapan insanı ifade etmektedir. şu halde sufi kelimesi akademisyenler tarafından kullanılmakta ve sofu kelimesi de halk arasında kullanılmaktadır. bunun dışında çarpıcı bir fark bulunmamaktadır. fakat aramaya inanmalıyız, her an bulabiliriz.
kelimelerden de anlaşılacağı bir bağları vardır fakat sofu her türlü din için kullanılabilir; sofu papaz da olabilir imam da. sofu sıfat gibi de isimleşmiş sıfat gibi de kullanılabilir. sufi ise bir insandır her hangi niteleme öğesi değil ismin kendisidir. anlam olarak da sufi; sufizm dediğimiz akıma bağlı insandır.
sofu en eski mahalli jargonlardan biridir ama kelime frenk kökenli sophuetisque'den gelmektedir.
sufi ise sufizmi benimseyen kişilere verlen addır.
Nasıl sofi olunur? denilince
Mesela Nakşibend Tarikatına girip bir şeyhe bağlanmak isterseniz
Menzil Şeyhi Gavs-ı Sani(Abdülbaki Erol Elhüseyni ) hz’nin [kuddise sırruhu] tüm illerde vekilleri var. Önce onlara gidiliyor, o şahıs Gavs hz’nden [kuddise sırruhu] olan vekaletini kullanarak size tövbe cümlelerini söyletiyor.. Şöyle düşünün nasıl bir okula kayıt yaptırırken istenilen belge ve şartlar vardır. Nakşibendi okuluna girmek için de bazı şartlar ve tabiri caizse belgeler isteniyor. Tövbe cümlelerini tekrar ettikten sonra size bir kağıt verilecek. “8 Şart adabı” yazar üzerinde. Tövbe aldıktan sonra 3 gün içerisinde bir geceye mahsus olarak o 8 şartı yerine getirmeniz gerekiyor. Bunlar size tövbe aldığınızda ayrıntılı olarak anlatılır. Şart deyince de aklınıza farklı şeyler gelmesin.. Tövbe niyetiyle abdest almak, tövbe niyetiyle 2 rekat istihare namazı kılmak, ölüm rabıtası yapmak yani ölümü düşünmek..Bu tür şeyler, toplamda yarım saat sürer sürmez…Şartları da yaptıktan sonra sofi olmuş oluyorsunuz.
Bayanlar da sofi olabilir mi?
Nasıl Resulullah (a.s) zamanında herkes; bayan, erkek sahabe olup O’na tabi oluyorsa bu zamanda da Resulullah’ ın (a.s) sünneti yolunda giden mürşid-i kamillere bayanlar da sofi olabilir.
“DERVİŞ” NEDİR? KİME “DERVİŞ” DENİR?
Derviş, Allah Teâlâ’ya yakın olma yolunda çabalayan, güzel ahlak sahibi bir mü’min olabilmek için maneviyat yoluna düşen insan demektir. Bu sebeple bir tasavvuf yoluna bağlanan kişilere derviş denir. Ancak dervişlik kolay bir iş değildir. Gerçek derviş olabilmek için bazı şartlar vardır. İşte derviş olabilmenin şartları…
Tasavvufî eserlerin “Âdâbü’l-mürîdîn” yani dervişlerin uyması gereken kurallar hakkındaki bölümlerinde birçok madde sayılmıştır. Bu maddelerden bazıları o kitabın yazıldığı döneme ait gelenek ve edep anlayışını yansıtırken, diğer bazıları her zaman geçerli olan kurallardır. Dervişliğin bütün zaman ve mekanlar için geçerli olan değişmez şartları ve kurallarını şöyle özetlemek mümkündür:
Derviş, İslamiyet’in emir ve yasaklarına tam olarak bağlı olmalıdır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri: “İnsanlar âhirette tasavvuftan değil, şeriattan sorguya çekileceklerdir”, buyurmaktadır. Yani kişi kabirde ve âhirette namaz, oruç, zekat gibi farz ibâdetleri ile içki, faiz gibi haramdan kaçıp kaçmadığından sorguya çekilecektir. Tasavvuf, şeriatın aşk ve şevk ile yaşanması için bir yardımcıdan ibârettir. Bu sebeple gerçek bir derviş önce dinî hükümlere sıkıca sarılmalıdır. Abdülhâlik Gucdüvânî hazretleri de müridine yaptığı tavsiyede: “Sermayen, fıkıh kitapları olsun”, buyurmuştur.
Derviş, ümmet kaygısı içinde olmalı, gerektiğinde bu yolda manevî değerleri uğruna canını fedâ edebilmelidir.
Tasavvuf tarihine bakıldığında bir Nakşibendî mensubu olan Şeyh Şâmil’in Kafkaslar’da vatan savunması adına yürüttüğü cihad, Kâdirî ve Nakşibendî olan Emîr Abdülkâdir el-Cezâirî’nin Fransızlara karşı ülkesi Cezayir’de yürüttüğü mücadele, Muhammed Ziyâüddin Nurşinî’nin 1. Dünya Savaşı’na müridleriyle birlikte katılması ve bir kolunu kaybetmesi, Üsküdar Özbekler Tekkesi’nde Şeyh Atâ Efendi’nin Anadolu’daki millî mücadeleye destek için canını hiçe sayarak yürüttüğü faaliyetler, gerçek bir dervişin nasıl olması gerektiği konusunda önümüze ışık tutmaktadır.
Derviş, Allah yolunda bir hizmet söz konusu olunca, sağa sola bakmadan “Ben varım” diyebilen kişidir.
Bahâeddin Nakşbend hazretleri tasavvufî eğitimi esnasında şeyhinin tavsiyesi ile yedi yıl boyunca Buhara sokaklarındaki taş, diken gibi insanlara zararlı olacak şeyleri temizlemiş, hasta olan sokak hayvanlarının tedavisiyle meşgul olmuş, Buhara medreselerini de temizleyerek talebelere hizmet etmiştir. Ubeydullah Ahrâr hazretleri de insanlara hizmet gâyesiyle hamama gider, insanlara kese atar, sonra da para vermesinler diye kaçıp gidermiş. Çünkü para karşılığında yapılan iş hizmet değil, ticarettir. Hoca Ahrâr şöyle buyururdu: “Biz bu yolu ve manevî hali tasavvuf kitapları okuyarak elde etmedik, insanlara hizmetle elde ettik”. Demek ki gerçek derviş, Allah yolunda bir hizmet gündeme gelince şahsî kâr-zarar hesabı yapmadan koşabilen kişidir.
Derviş, şefkatli ve cömert olmalıdır.
Şefkat ve cömertlik birbiriyle bağlantılıdır. Fakir ve muhtaç insanlara şefkat ve merhamet nazarıyla bakabilen kişiler cömertçe onlara ikramda bulunabilir.
Allah dostlarından Ahmed er-Rifâî bir gece evine geldiğinde içeride bir hırsız olduğunu fark eder. Yanına yaklaşınca hırsız telaşlanır. Ahmed er-Rifâî hazretleri şefkatle: “Oğlum! Galiba bu buğday çuvalını almak istiyorsunuz. Ama buğdaydan ekmek yapmak için önce öğütmek, sonra kepeğini vs. ayıklamak lazım. Bu işler seni yorar. Oysa kilerde hazır un var. Sana ondan vereyim” der. Hırsız şaşkın vaziyette Ahmed er-Rifâî’yi takip ederek kilere gider.
Rifâî ona: “Bu un çuvalını yükleyecek bineğin var mı?” diye sorar. Adam: Var, deyip kapıdaki bineğini getirir. Kasabanın kenarına kadar hırsıza refakat eden Ahmed er-Rifâî hazretleri ayrılacakları zaman: “Evlâdım! Senin ihtiyaç sahibi olduğunu önceden öğrenip ihtiyacını gidermemiz lazımdı, seni buraya kadar yorduk, bize hakkını helal et!” der. Şaşkınlığı bir kat daha artan hırsızın dudaklarından: “Helal olsun” sözleri dökülür. Ancak köyüne dönen hırsız Ahmed er-Rifâî hazretlerinin bu şefkat ve cömertliğinin tesiriyle sabaha kadar uyuyamaz ve ertesi gün gelip ona mürid olur.
Bu tür menkıbelerin tasavvufî kitaplarda kaldığı, günümüzde örneğinin bulunmadığı zannedilmemelidir. 1993 senesinde İstanbul Ümraniye’de Uhud Öğrenci Yurdu’nda idareci olarak vazife yaptığım dönemde Uhud Camii abdesthanesinde bekçilik yapan altmış yaşlarında bir amcamız vardı. Bir gün: “Allah Osman Efendi’den binlerce kez râzı olsun. Onun iyiliğini unutamam…” gibi sözler söylüyordu. Biz: “Hayrola, ne oldu?” diye sorunca anlatmaya devam etti:
“Kirada oturuyordum, maddî sıkıntı içindeydim. Üsküdar’daki Hüdayi Vakfı’na gittim. Biraz yardım istedim. Belki bir kira miktarı yardım alabilirim diye düşünüyordum. Osman (Topbaş) Efendi bana: “Sizin oralarda bir evin fiyatı ne kadar” diye sordu. Ortalama bir rakam söyledim. Çıkardı o kadar para verdi ve: “Al bu parayı, kendine bir ev al, kiradan kurtulursun” dedi. Ben bu cömertliği nasıl unutabilirim, diyordu ağlamaklı gözlerle. Bu hâdiseyi ne zaman hatırlasam, rahmetli Fahrettin Tivnikli ağabeyimizin: “Muhtaç bir insana ikramda bulunurken, öylesine çok vermek lazım ki, adamın yüreği hoplasın” sözü hatırıma gelir. Demek ki derviş böyle şefkatli ve bütçesi nisbetinde cömert olmalıdır.
Derviş, nefsini yenen, nefsin kötü ahlakından uzaklaşabilen kişidir.
Nefsin kötü ahlakının başında kibir, hased, riyâ, dünya sevgisi gibi kötü huylar gelir. İnsan bu sıfatlardan kurtulduğu oranda “derviş” sıfatına yaklaşır. Ubeydullah Ahrâr hazretleri: “Ene’l-Hak demek kolay, eneyi kırmak zordur” buyurmuşlar (Raûf Ahmed Müceddidî, Dürrü’l-maârif, İstanbul 1997, s. 66). Eneyi kırmak, benliği, bencilliği, nefsi kırmaktır. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri Bursa’da kadı olduğu dönemde Şeyh Üftâde hazretlerine mürid olmak isteyince Üftâde ona: “Kadı Efendi! Mesleğiniz ve mevkiiniz sizde bir benlik meydana getirmiş. Bu vaziyette manevî yolda ilerlemeniz mümkün değil. Kadılık vazifesini terk eder, sonra da Bursa pazarında sıradan bir elbise giyip ciğer satabilirseniz sizi dervişliğe kabul ederiz” der. Bu zor teklif karşısında önce tereddüt geçiren Hüdâyî nefsini kırabilmiş, denilenleri yapmış ve gönüller sultanı bir Allah dostu olmuştur.
ALLAH DOSTU OLMAYI GAYE EDİNEN BİR DERVİŞ
Nefsin kötü ahlakından biri de övülme isteği ve halkın iltifatından keyif almasıdır. Allah dostu olmayı gâye edinen bir derviş bu tuzaktan da uzak durmalıdır. Rivayete göre Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri bir müridi ile hacdan dönüyordu. Bir şehre uğradılar. Halk onların etrafına toplandı. Kimisi elini öpmek istiyor, kimisi cübbesinin eteğine sarılıyor, kimisi de duâ istiyordu. Halkın bu iltifatından sıkılan Bâyezîd dağılmalarını istediyse de dağılmadılar. Bunun üzerine çantasından bir börek çıkarıp yemeğe başladı. Oysa o gün Ramazan ayı idi. Halk: “Biz de bunu büyük velî zannediyorduk, Ramazan günü oruç yiyor” deyip etrafından dağıldılar. Bâyezîd müridine dönüp: “Oğlum! Biz seferîyiz. Seferî yani yolcu olan kişinin orucunu yemesi, sonra kazâ etmesi dînen helaldir. Cenâb-ı Hakk’ın izin verdiği bir şeyi yaptık, etrafımızdan dağılıverdiler. Elhamdülillah kalabalıktan kurtulduk” demiştir (Benzeri için bkz. Hücvîrî, Keşfu’l-mahcûb, thk. M. Âbidî, Tahran 2006, s. 89).
Derviş, manevî rehberine karşı muhabbetli olmalıdır.
İnsanlar muhabbet duydukları kişilere benzemek isterler. Onların ahlâkıyla ahlaklanırlar. Bu sebeple derviş de ahlâken örnek aldığı şeyhine muhabbetle bağlanmalıdır. Hz. Mevlânâ, Konya’da Şems-i Tebrîzî’nin sohbetlerinden istifade ediyordu. Bazı müridleri: Mevlânâ artık bizimle fazla ilgilenmiyor, vaktini Şems’in sohbetini dinlemekle geçiriyor, diye dedikodu etmeye başlayınca Şems-i Tebrîzî Konya’yı terk etti. Bu duruma üzülen Mevlânâ içine kapandı. Bir gün bir müridi muziplik olsun diye Mevlânâ’ya: “Efendim! Şems-i Tebrîzî Konya’ya dönmüş” dedi. Hz. Mevlânâ çok sevindi, üzerindeki cübbeyi çıkarıp o adama hediye etti. Diğer müridler: “Efendim! Bu adam yalan söylüyor. Şems gelmedi” deyince, Hz. Mevlânâ: Biliyorum, ama yalanı bile güzel. Yalanına cübbemi verdim. Gerçek olsaydı canımı verirdim” dedi.
YUNUS EMRE “DERVİŞLİĞİ” NASIL TANIMLIYOR?
Müridin rehber kabul ettiği şeyhine olan muhabbeti zâhirde ve şekilde kalmamalı, öze inmelidir. Bu konuda şu rivayet meşhurdur: Müridlerinden biri Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine: “Efendim! Kürkünüzden bir parça verseniz de bereket olsun diye üzerimde taşısam”, der. Bâyezîd ona cevaben: “Oğlum! Sen adam olmazsan, kürküme değil, derimi yüzüp içine girsen fayda etmez” buyurur.
Dervişlik konusunu Yunus Emre’nin bu konudaki bazı dizeleri ile bitirelim:
“Dervîş olan kişiler, deli olagan olur,
Aşk neydügin bilmeyen, ana gülegen olur.
Gülme sakın sen ana, eyü degildür sana,
Kişi neyi gülerse, başa gelegen olur…
Dervîş Yûnus sen dahi incitme dervîşleri,
Dervîşlerün du‘âsı kabûl olagan olur…
Bize gerçek dervîş gerek, cihân doldı da‘vâ ile,
Yalan da‘vâ iderisen aşk n’eylesün senün ile…
Ben dervişim diyene, bir ün edesim gelir,
Seğirdüben sesine, varıp yetesim gelir.”
Derviş nasıl olur?
Sual: Derviş ne demektir, nasıl olmalıdır?
CEVAP
Derviş, tasavvuf talebesi demektir. Allahü teâlâdan başka her şeyi gönlünden çıkarıp, İslamiyet’e tam uyarak, gönlünü yalnız Allahü teâlâya bağlayan; güzel huylarla süslenmiş kimse demektir.
Fakirlikte rahat, zenginlikte sıkıntılı olur. Olayların değişmesi, onu değiştirmez. Başkalarının kusurlarına bakmaz. Hep kendi kusurlarını görür. Kendini hiç kimseden üstün bilmez. Dost, düşman, herkesi güler yüz ve tatlı dil ile karşılar, hiç kimse ile münakaşa etmez. Herkesin özrünü kabul eder. Dervişlik kılık kıyafet işi değildir. Onun için denmiştir ki:
Dervişlik olsaydı tac ile hırka,
Biz dahi alırdık otuza kırka
Dervişlik, kalb kırmamaktır. Bunu yapabilen, Allahü teâlânın rızasına kavuşur. Dervişlik, bir gönül işidir. Gönlünü Allah sevgisiyle dolduran ve her türlü işini bu sevginin gereklerine uygun yapan, İslam büyüklerini seven, onların terbiyesini kabul eden herkes derviş demektir.
Sözünde sadık bir derviş, daima Allahü teâlânın büyüklüğünü, Ona karşı kulluğunu, küçüklüğünü düşünür. Kalbi kırık olarak hep Ona yalvarır. Yalnız Ona sığınır, yalnız Ondan yardım bekler ve kulluk vazifelerini tam olarak yapar. Kulluk vazifelerini yapmak demek; İslam dininin emir ve yasaklarına tam uymak, her zaman Allahü teâlânın rızasına uygun olarak iş yapmak demektir.
Dervişler yıllarca akli ve nakli ilimleri tahsil etmiş, kuvvetli bir iman ve ahlak olgunluğuna ermiş, dış görünüşleri sade, alçak gönüllü, aza kanaat eden, herkese iyilik ve yardım için çırpınan, hoşgörülü, cefakâr, fedakâr, bir meslek ve sanat sahibi, fazilet örneği kimselerdi.
İslam ordularıyla birlikte harplere iştirak eder, kahramanlık örnekleri gösterirlerdi. Anadolu’nun fethi sıralarında, derviş gazilerin büyük hizmetleri görülmüştür. Bunlar, Anadolu’nun çeşitli köylerine gelip yerleşerek güzel ahlaklarıyla gönüller fethetmiş, yerli halkın İslamiyet’i kabul etmesinde önemli rol oynamışlardır.
Zenciler, fellahlar saygı görmeleri için kendilerini Arap olarak tanıttıkları gibi, topluma yük olan işsiz güçsüz takımı da kendilerini derviş olarak tanıtmışlardı.
Derviş olmak
Sual: Evliya menkıbelerini okuduktan sonra, bende bir tasavvuf sevgisi başladı. Ben de bu yolda bir derviş, bir sofi olmak istiyorum. Ne yapmam gerekir?
CEVAP
Tasavvuf İslamiyet’ten ayrı bir yol değildir. İslamiyet’e tam uyan sofi olur. İslamiyet’e uyabilmek için de, ehl-i sünnet itikadını, fıkıh bilgilerini iyi öğrenmek lazımdır. Bu zamanda, gerçek tasavvuf ehli bulmak zordur; ama sahteleri çoktur. Sahtelerine aldanmayıp, hakiki olanların kitaplarını okuyarak, onlardan istifade etmeye çalışmalı.
Tasavvufta ince ve nazik edepler vardır. Herkes, bu edebe riayet edemez. Onun için de gerçek sofi, gerçek derviş azdır. Büyük zatlar buyuruyor ki:
Tasavvuf, sıkıntı çekmektir, rahatlıkta, tasavvuf olmaz. Yani, âşıkın maşuku aramaya çalışması, maşuktan başkası ile rahat etmemesi gerekir. Maşuk, sevilen demektir, yani Allahü teâlâdır.
Derviş Allahü teâlânın sevgisi ile ve Onun sevgisine kavuşmak arzusu ile yanar. Bilmediği, anlayamadığı bir aşk ile şaşkın haldedir. Uykuları kaçar, gözyaşları dinmez. Geçmişteki günahlarından utanarak başını kaldıramaz, her işinde Allah’tan korkar, titrer. Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınır. Her işinde sabreder ve affeder, her geçimsizlikte, sıkıntıda kusuru kendinde görür. Her nefeste Allah’ı düşünür, gaflet ile yaşamaz, kimseyle tartışmaz. Tartışmanın dostların dostluğunu azaltacağını, düşmanların da düşmanlığını artıracağını bilir. Bir kalbi incitmekten korkar, kalbleri Allahü teâlânın evi bilir.
Derviş olmak isteyen, canını, malını, mülkünü düşünmemeli; her işte Allahü teâlânın rızasını aramalıdır. Dervişe ne iş verilirse, kibirlenmeden, arlanmadan yapar. Tuvalet temizle deseler ömür boyu temizler. Onda ar yani utanma olmaz. Yunus Emre bu konuda diyor ki:
Dervişim diyene
Bu yolda âr hiç olmaz
Derviş olanın gönlü
Çok geniştir, dar olmaz
Derviş gönülsüz olur
Sövene dilsiz olur
Dövene elsiz olur
Kimseden bizar olmaz
Derviş bağrı taş gerek
Gözü dolu yaş gerek
Koyundan yavaş gerek
Kimseye kızar olmaz.
Derviş ise bir kişi
Bulunmaz onun eşi
İyi geçinmek işi
Arada ağyar olmaz
Dervişin yok kimsesi
Yoksulluk sermayesi
Miskinlikten gayrisi
Ona asla yâr olmaz.
Er elini almışsa
Ona gönül vermişse
İkrar ile gelmişse
Gayri hiç inkâr olmaz
Yunus gördün sen eri
Bırak başka her piri
Bozma girdiğin yeri
Bunda tarumar olmaz.
Sual: Dervişlik nedir?
CEVAP
Dervişlik, Müslümanlığı en iyi şekilde yaşamak demektir. Mesela bunlardan biri, herkesin yükünü çekmek ve kimseye yük olmamaktır. Başkalarına herhangi bir şekilde sıkıntı veren, derviş olamaz.
NASIL “DERVİŞ” OLUNUR?
Yunus Emre “Dervişlik olaydı taç ile hırka” mısraını “ Biz dahi alırdık otuza kırka” diye tamamlıyor.
Demek istiyor ki “Dervişlik taç ile hırkadan ibaret değildir.” Yani derviş kıyafeti giyilince derviş olunmuyor. Öte bir şey dervişlik. Tıpkı “İman ettik” deyince işin bitmediği gibi.
Tıpkı Allah Teala’nın Rasulunü “İman ettik” diyen arabiye “İman ettik, demeyin, İslam dairesine girdik, deyin. İman henüz kalblerinize nüfuz etmedi” demesi için uyarması gibi. (Hucurat, 14)
“İMAN ETTİK” DEMEKLE CENNETE GİRECEKLERİNİ Mİ ZANNETTİLER?
Ve tıpkı Allah Teala’nın “Elif lam mim.” diye başlayan sarsıcı bir hurufu mukattaanın hemen peşinden;
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?” (Ankebut, 1-2) diye sarsıcı bir soru sorması gibi.
Halik Teala, bir başka ayette ise yine insanlara “İman ettik demekle cennete girivereceklerini mi zannettiler?” diye soruyor.
Demek “iman ettik” demekten ötede de bir şey var. Yani sözden öte, kılık – kıyafet gibi şekli hususiyetlerden öte bir öz…
Buna göre imanın kalblere nüfuz etmesi, imanın hayata yansıması, bazan bedeli hayat olan imtihanların atlatılması iman yolunda yeni merhalelerdir.
Necip Fazıl merhum “Kafiyeler” isimli şiirinde “Cübbeler yüreksiz” der.
Demek içinde yürek olduğu zaman cüppe anlam kazanıyor.
Buna göre de Yunus Emre “Tacın içinde baş, hırkanın içinde yürek olduğu zaman derviş derviş olur” demiş oluyor.
Öyleyse taç ile hırka değil dervişliği dervişlik haline getiren, kalbin “Allah ile birliktelik idraki” ile yoğrulması ve onun davranışlara intikal ettirilmesidir.
Şöyle bir soru üzerinde düşünebiliriz: Yunus Emre neden böyle bir söz söylüyor? Bunun cevabı şu olmalı:
-Öyle bir zaman geliyor ki, insanlar kisve olarak belirli şekiller içine giriyor, bu şekiller içinde kendisini bir şeylerin mensubu olarak telakki ediyor, öyle anlaşılmasını istiyor, öyle anlaşılmasında dünyalık bir karşılık olabileceğini düşünüyor, ancak davranışların o kisvenin temsil ettiği iklim ile, gönül ile alakası bulunmuyor.
Neden? Çünkü nefis giriyor araya. Ene – Ben giriyor. Ben’in özel hassasiyetleri, bazen çıkarları, bazen refleksleri giriyor.
Ve bunlar bazen farkında bile olunmadan yapılıyor.
Büyük sufilerden Cüneyd-i Bağdâdî’nin dayısı ve mürşidi, Mâruf-u Kerhî’nin talebesi Seri es-Sâkatî nin menakıb kitaplarına giren bir menkıbesi çok anlamlıdır.
Kendisi, şöyle dermiş:
-Bir kere elhamdülillah dediğim için, otuz senedir istiğfar etmekteyim.
-Bu nasıl olur? denilince, Serî es-Sâkatî başından geçen şu olayı anlatırmış:
-Bir keresinde Bağdat’ta büyük bir yangın çıkmıştı. Yolda beni karşılayan bir adam; “Üstad, dedi, çarşıda yangın çıktı, ama merak etme, senin dükkân yangından kurtuldu.
Ben de, bu habere sevinerek gayrı ihtiyari;
-Elhamdülillah, dedim. Müslümanların başına bir felâket geldiği vakitte kendim için hayırlı olana dikkat ederek “Elhamdülillah” dediğim için, otuz senedir pişmanlık duyuyorum, tevbe ediyorum.
Nasıl bir hassasiyet…
Ne dersiniz, böyle bir olayda nasıl bir tavır sergilerdik ve refleks halinde ağzımızdan çıkan bir söz için 30 yıl içimiz yanar mıydı?
Şu söylenebilir:
İnsanın asıl imtihanı, ucu kendisine dokunan bir sınanmada nasıl tavır takınacağı noktasında toplanıyor. Çünkü o durumda insanın kimyası değişiyor nefsi hassasiyetler gelip yüreğinin – aklının üstüne oturuyor.
Gel de kurtul onun mengenesinden…
“BEN”İ KONTROL ETMEK
Rasulullah neden “Pehlivan güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman öfkesini yenendir” diye buyuruyor. Çünkü öfke anında insanın kimyası değişiyor ve kendi “Ben”ini kontrol edemez hale geliyor.
Hazreti Ömer (r.a.) neden “İnsanı yolculukta, alış-verişte deneyeceksin” diyor. Çünkü o anlardır insanın refleks halinde kendini ortaya koyacağı anlar.
Adamın biri, Hz. Ömer (r.a.)’ın yanında bir hususta şâhitlikte bulundu. Ömer İbnü’l-Hattâb Hazretleri ona; “Ben seni tanımıyorum, seni tanıyan birini getir.” dedi.
Orada bulunanlardan birisi:
– “Ben onu tanıyorum.” diye atıldı.
Hz. Ömer; “Nasıl bilirsin?” diye sordu.
O da; “Emin ve âdil bir adam olarak tanıyorum.” cevabını verdi.
Hz. Ömer (r.a.) tekrar sordu; “Gecesini, gündüzünü bildiğin, yakın bir komşun mudur?” dedi.
– “Hayır.” diye cevap verdi adam.
Hz. Ömer (r.a.) sormaya devam etti; “İnsanın takvâsını ortaya koyan, muâmelesidir. Bu adam, alışveriş yaptığın bir kimse midir?”
Adam; “Hayır.” dedi.
Hz. Ömer (r.a.) bu defa; “İnsanın ahlâkının güzel veya çirkin olduğunu anlamaya imkân veren bir yolculuk, o kişiyle yaptın mı? diye sordu.
Adam bu soruya da; “Hayır.” cevabını verdi.
Hz. Ömer (r.a.); “Sen onu tanımıyorsun.” dedi ve sonra da adama dönerek; “Git, seni tanıyan birini getir.” buyurdu.
Şöyle derdi:
“Ey insanlar! Sakın bir adamın orucu ve namazı sizi aldatmasın. Bir kimsenin güvenilir olup olmadığını öğrenmek için konuştuğu zaman doğru söyleyip söylemediğine, kendisine bir şey emanet edildiğinde ona hıyanet edip etmediğine ve zengin olduğunda takvasına bakın.”
Bir reklam filminin ana sloganı şöyle idi:
“Açken sen sen değilsin!”
Evet, bazı zamanlar olur ki insanın kimyası değişir.
SENİ “SEN YAPAN” NEDİR?
-Mesela öfkeliyken siz siz misiniz?
-Mesela bir çıkarınızın haleldar edildiğini düşündüğünüzde siz siz misiniz?
-Mesela ayağınıza basıldığında, mesela bünyenizden bir kıymık koparıldığında siz siz misiniz?
-Baba iken evlatlık sorumluluğu hakkındaki düşüncelerinizle evlatken babalık hakkındaki düşünceleriniz aynı mı? Yaşlı anne – babanızın yerinde olsaydınız evlatlarınızdan neler bekleyeceğinizi düşünüp, evlatken onları yerine getirebiliyor musunuz?
-Gelinsiniz kayınvalide olabileceğiniz günleri, kayınvalidesiniz gelinkenki beklentilerinizi hatırlıyor musunuz?
-Satıcı iken alıcı iken aynı insan mısınız?
-İşverenken işçi iken düşünceleriniz aynı mı? İşçilikten işverenliğe çıktığınızda işçilerinizin hukuku üzerinde işçi ikenki düşüncelerinizi koruyor musunuz?
-Amirken memurken…
-İktidarken muhalefet iken…
-Yönetici iken yönetilen iken…
-Trafikte yolu paylaşırken…
Hayatın içindeki birbiriyle ilişkisi bulunan tüm rollerde… aynı soru söz konusu…
Çok çok okudunuz, çok çok dini terbiye aldınız, çok çok mürşid önünde diz çöktünüz… Bayağı oldunuz yani… Peki hayatınızın bütün kıvrımlarında, öğrendikleriniz, terbiyesini aldıklarınız aklınıza geliyor mu, yoksa nefis ve şeytan bir yerlerden devreye girip damarlarınızda dolaşmaya başlıyor ve her şeyi, hatta o zamana kadar tüm öğrendiklerinizi, meseleyi kendinize doğru yontmanız yolunda size yol mu gösteriyor?
Davalı iken davacı iken aynı “kul hakkı” hassasiyetlerini sergileyen insan mısınız?
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“-Ben, ancak bir insanım. Siz de bana gelip davalaşıyorsunuz. Belki bazınızın delili hasmınınkinden daha kuvvetli oluyor. Ben de, bu ifadeye göre onun lehine hüküm verebiliyorum. Fakat kime, kendisine değil de kardeşine ait olan bir hakkın verilmesi ile hükmedersem, öyle olmadığını bildiği halde bunu asla almasın. Zira bu takdirde ben kendisine ancak cehennemden bir parçayı ayırmış oluyorum demektir.”
İşte Rasulullah (s.a.v.) tam da bizlerin ayağının sürçtüğü yeri anlatıyor ve “Ona bir şey verirsem bilsin ki cehennemden bir parça vermiş olurum” diyor.
Çünkü bütün hesapların en girift ayrıntılarına kadar görüldüğü, kimsenin kimseye hakkının geçmesine fırsat verilmediği bir Huzur var. Diller konuşmasa bile ellerin, ayakların, derilerin konuşacağı, şahitlik edecekleri bir zaman var. Bütün hesapların ortaya döküleceği bir aydınlık zemin var. Mahşer zemini.
YÜREĞİNİZ NASIL?
Rasulullah Efendimiz (s.a.v.)’in “Allah’ı görüyormuş gibi yaşamak.. Biz O’nu görmüyorsak da O’nun bizi gördüğünün bilincinde olmak” dediği durumun ayan – beyan ortaya çıkacağı bir gün var.
Diyelim ki Rasulullah’ı aldattınız. Diyelim ki Ömer’i aldattınız. Diyelim ki bütün hakimleri aldattınız. Hatta diyelim ki “haklılığınıza inandırarak” kendinizi aldattınız.
Her şey oraya kadar. Orada taca da bakılmayacak, hırkaya da… Ünvana da, makama mansıba da…
Söze değil, sözün özüne bakılacak orada. Cübbelerin içindeki yüreğe bakılacak. O yürek selim mi, marazlı mı, taşlaşmış mı, ölmüş mü? Nasıl bir yükle gelmiş oraya?
İman kalblere nüfuz etmişse, Allah’ı görüyormuş gibi yaşama disiplinini kuşanmışsak, “Nerede olursak olalım Allah’ın bizimle birlikte olduğu” idrakini kazanmışsak, günah cehennem ateşi gibi hissedilmeye başlamışsa yüreğimizde, elimizde, ayağımızda, yüzümüzde…. O zaman reflekslerimiz de mahşer aydınlığını idrak çerçevesinde olur.
“El karda gönül yarda” hali işte budur. İnsanın sol böğründe ince bir derdin batması lazım Yunus gibi.
“Aman ha, aman ha, Rabbinin huzurunda savunulamayacak bir davranışı tercih etme!” Aman ha! Orası çok yaman!
Kaynak:
1- Wikipedia
2- ahiretrehberi. com
3- Mustafa Sefa EREM
4- Prof. Dr. Necdet Tosun
5- Ahmet Taşgetiren
6- Dinimiz islam
Allah'ın madde algılanan varlıkta esmasıyla açığa çıkışı üç mertebedir
Allah'ın madde algılanan varlıkta esmasıyla açığa çıkışı üç mertebedir. En dar esma açığa çıkışı maden, sonra nebat, sonra hayvandır...
İnsanın bedeni #Kuran'da hayvan metaforuyla anlatılmıştır, benliğin dağ olarak sembolleşmesi gibi. Tasavvufta hayvan denince beden anlaşılır.
Ölen hayvan imiş deyişi Yunus'un ölen beden imiş anlamındadır. İnsan ise bedenden doğan ölümsüz ruhtur.
Cehennemî ateş kendini beden sanmadır. Yakıcı tüm duygular sıkıntılar bunalımlar kendini beden sanmanın getirdiği kabuller ve duygulardan yaşanır. Hakiketine imansızlığın cezasıdır.
Kitap:
Evrensel Sırlar
Ötelerde Bir Boyutta
Aynha derhâl başka bir soruya geçti:
“Birimlerin varoluş noktası nedir?.. Sonu nedir?..”
“Birimlerin varoluş noktası, Tümel aklın icat vasfıdır!.. Sonu ise birimin sonsuzlukta, tümel aklın o vasfını sürekli olarak değişik şekillerle aksettirip gitmesi… Eğer mutlaka bir son kabullenmek gerekirse; birimin, tümel aklın aksettiricisi olduğunu idrak etmesini bir son olarak kabul edebiliriz... Bundan ötesi ise sonsuzluktur... Çünkü, tümel akıl için son düşünülemez, yani vasıfları için!..”
Aynha, henüz ilk dönem gelişme sınavını veren Elf’in bu cevaplarını olumlu buldu...
Elf, tümel aklın en kapsamlı bir aksettiricisi olmaya adaydı... Bu yüzden de artık birtakım görüşmelere, temaslara başlayabilirdi...
Elf, artık Dünyalılar ve Setrililer ile bağlantı kurup, onların yaşam ve düşünce düzeylerini yakından incelemeye rahatlıkla hak kazanmıştı, bu cevaplarıyla...
Elf, daha Dünyalılarla ve Setrililerle görüşmeye başlamadan önce niçin böyle bir sınava tâbi tutulmuştu?..
Bunun sebebi şu idi...
Elf, şartlanmasız bir ortamda, bilgi birikimi sistemi ile gelişen salt akıl birimi idi.
Dünyalılar ve Setrililer ise, onların yapılarına tamamıyla zıt düşen bir ortamda, şartlanmalar düzeyinde yetişen ve daha sonra bu şartlanmalardan sıyrılabildikleri oranda kendilerini tanıyan varlıklardı...
Elf, bu gerçekleri bilmeden onların arasına girseydi, temel prensipleri bilmemesi sebebiyle, onlardan gelecek olan birimsel şartlanmaları gerçek bilgiler sanıp, öz yapısını, şartlanmışlığın karanlığında kaybedebilirdi...
Bu yüzdendir ki, İdepya’da yetişen tüm salt akıl birimleri, temel bilgi birikimlerini tamamlamadan Dünyalılarla ve Setrililerle temasa geçemezlerdi.
Aynha, bu cevaplardan hoşnutluğunu ifade etti...
“Temel prensipleri, gelişim oranın ölçüsünde tamamlamış sayılırsın Elf! Artık Dünya’dan biri ile temasa geçebilir, onların yapılarını, fikir düzeylerini bilfiil inceleyebilirsin...”
“Teşekkür ederim Aynha! Ancak bu arada sormak istediklerim var şimdi… Onlardan herhangi biriyle mi temas kurmalıyım, yoksa içlerinden bir seçim yapmam gerekir mi?.. İlk sorum bu.”
“Şayet herhangi biriyle temas kurarsan, büyük bir ihtimalle maddesel yaşam veya hayvansal düzey içindeki bir birime rastlarsın, ki bu da amacına yararlı olmaz!.. Hiç değilse, insanî birim olduğunun farkında olan birini bulmalısın ki, hem senin deney ve gelişmene faydalı olsun, hem de sen ona yararlı olabilesin...”
“Aynha, ek bir sorum var... Maddesel yaşam veya hayvansal yaşam dedin... Bundan kastın nedir?..”
“Bak Elf, maddesel yapıda, birçokları maden, nebat ve hayvan aşamalarını tamamlamış ve insan cesedine bürünmüşlerdir; ancak tümel akıl aksettiricileri, nebat veya hayvan aşamalarını geçememiştir... Bu yüzden de dış yapı ile çelişkisi, tümüne vâkıf olmayanları yanıltır...”
“Aynha… Maden, nebat, hayvan ve öz mânâda insan düzeyindeki Dünyalıları misaller ile tanımlayabilir misin?..”
“Bak Elf, bir birim görürsün oraya gittiğinde... Sûreti insandır!.. Ancak yaşam düzeyini incelediğinde görürsün ki, fikrî icat düzeyi sıfırdır. Davranışları, tümüyle yetişme süreci içinde aldığı şartlanmalar ile bedensel ihtiyaçlar gereği olarak ortaya konmaktadır... Bedenî zorunluluk olmasa, yeme, içme, uyuma, karşı cinsle temas kurma gibi davranışları bile ortaya koymaz. Fikrî hiçbir icadı yoktur. Bu madde düzeyindeki insansıdır!
Nebat (bitki) düzeyinde olanda ise, hareket etkendir. Bu da tamamıyla şartlanmalar ile yaşar, ancak hareket, onda kendini ortaya koyar... Bir şeyler yapmak ister... Ancak bütün bunlar, şartlanmalar veya bedensel zorunluluklar doğrultusunda ortaya çıkar... Âtıllık burada yerini hareketliliğe terk etmiştir... Bunda şartlanmalar ölçüsünde ve istikametinde bedenî zorunluluklara doğru hareket görülür çoğunlukla... Bu da insansıdır!
Hayvan düzeyindeki görünüm insansıya gelince... Bunda da etken olan şartlanmalar, bedenî zorunlulukların en iyi şekilde giderilmesi yolundadır. Devamlı hareket hâlindedir ve her bir hareketinden amaç da, daha iyi yemek, içmek, daha çok cinsel münasebetlerde bulunmaktır. Bu yaptıkları, şartlanmaların hükmü altında olarak, bir gayedir kendisi için... Sadece kendisini veya kendisiyle birlikte çok sevdiği birisini düşünür...
İnsan düzeyindekine geldiğimizde ise; onun durumu çok farklıdır. Öncekilerde olanlar, onda da vardır; ancak bunlar, onun yaşamında diğerlerinde olduğu kadar geniş yer tutmaz. Bedenî zorunluluklar sonucu olarak, belli bir ölçüde yapar yaptıklarını. En önemli taraf da, bunlar gaye değil, vasıtadır. Gayesi ise, kendisinin ne olduğunu bilmek, çevresinde gördüklerinin aslının ne olduğunu anlamak, geleceğinin ne olacağını görebilmektir.
İşte bu düzeye ulaşmış olanlar, ‘insan’ kavramına ‘ilk basamak’ olarak hak kazananlardır. Bu idrak düzeyindeki, gelişme kapsamı oranında öz yapısına erişir ve en sonunda, şayet kapasitesi müsait ise, bizler gibi tümel aklın tam bir aksettiricisi olabilirler.
‘İnsan’ genel adıyla tanınan türdeki çeşitli sınıfları, sana şöyle bir örnek ile de açıklayabilirim...
İnsan sûretinde bazı birimleri göreceksin ki; boyunlarının üstünde sanki baş yoktur!.. Kuru bir, başsız gövde gibidirler... Bedensel dürtülerinin doğrultusunda yer-içer, çiftleşir ve gözlerinin gördüğüne sahip olmak için yaşar, geçerler...
Bir kısım insanlar da vardır ki onların boyunlarının üzerinde sanki baş yerine bir teyp cihazı vardır... Onlarda bir öncekilerin yaptıklarına ilaveten, çevreleri kendilerini nasıl şartlandırırsa, o istikamette yaşarlar... Tıpkı bir android gibi!.. Çevreleri kendilerini nasıl şartlandırıp, belleklerine ne yüklerse, o şeyi hiç düşünmeden, eleştirmeden olduğu gibi doğru diye kabullenirler ve bu aldıklarını da aynen çevrelerindekilere aksettirirler!.. Kısacası, bir teyp bandı gibi, çevrelerinden ne alırlarsa aynen onu yansıtırlar, aldıklarına hiçbir düşünsel katkıları yoktur!..
Gene bir kısım ‘insan’ daha vardır ki; onların da boyunlarının üstünde, sanki baş yerine bilgisayar vardır!
Düşünme, değerlendirme, yorumlama, ve bunlara göre de kendi yaşamlarına yeni bir yön çizebilme yetisine sahiptirler!.. Bunlar sanki bilgisayar düzeyine yükselmiş insanlardır...
Kolay kolay şartlanmalar ile yaşamlarına yön vermezler... Her şeyin özünü, aslını araştırırlar ve sürekli yeniye ve bilgiye açık bir şekilde yaşarlar... Bunlar gerçek anlamıyla ‘insan’lık sınıfının alt tabakasıdır...”
“Bunun da ötesindekiler mi var Aynha?..”
“Evet Elf!.. Bunlardan öte, gerçek anlamda ‘İNSAN’ olan; bizlerden biri olduğu gerçeğine henüz Dünya’da iken erişmiş ve âdeta Dünyalılar arasında ‘garîp’ kalmış ‘Özben’ birimleri vardır ki; onları sana ne kadar anlatmaya çalışsam anlatamam!.. Çünkü onlar, tüm Dünya değer yargılarını aşmışlar, Tümel aklın gözü, kulağı, dili olmuş; Evrensel Sırlara sahip, insanlara ışık tutan birimlerdir... En az, senin kadar gerçeklere vâkıf olmuş; bedeni itibarıyla insan-beşer yaşantısı içinde; ancak, bunun ötesinde evrensel kozmik bilinç ile özdeşleşmiş birimlerdir ki onlar; tümel aklın insanlar arasındaki ÖZ sahibi şahitleri, uyarıcılarıdır…”
“Demek insanlar arasında böyleleri de vardır Aynha!..”
“Unutma ki Elf… Tümel akıl, her âlemde, tüm mükemmeliyetiyle seyreden gözlere, işiten kulaklara ve konuşan dillere sahiptir... Ama o ortamın diğer birimleri, bunların farkında bile olmazlar, algılama kapasiteleri dışında kaldıkları için!.. Onları da, kendileri gibi biri sanırlar! Zaten, beyinleri onları değerlendirebilecek düzeyde gelişmediği için, bildirilse dahi ellerinden bir şey gelmez!..”
“Peki, ben Dünya’da bunlardan biriyle mi iletişim kuracağım?..”
“Hayır Elf!.. Ne senin, onlara bir katkın olabilir; ne de onlar sana gerek duyarlar!.. Çünkü onlar, her şeyi ÖZLERİNDE bulmuşlardır... Sen, bir önce söylediğim sınıftan birisiyle iletişim kurmalısın… Düşünen, araştıran, yeniye açık, şartlanmaların dışına çıkabilecek güçte bir kimse bulup, onunla temas kurarsan, hem ona faydalı olursun, hem de gelişmende, onun geçirdiği hâlleri öğrenmenin büyük faydası olur. Bunlar da umumiyetle, maddecilik deniziyle maneviyatçılık yani spiritüalizm denizlerinin birleştiği bölgede, Orta Doğu diye adlandırılan alanda yaşarlar. Orta Doğu, Batı’nın maddiyatçılık fikri ile Doğu’nun spiritüalizminin çatışmasından, hakikatin çıkabildiği bir bölgedir Dünya üzerinde. Bu sebeple çok yönlü bir araştırmacı, senin için en iyisidir.”
Aynha, burada sustu...
Elf, bir süre durdu... Dünya’ya yöneldi ve sonra sordu:
“Aynha, lütfen sen bana en yararlı olabilecek birisini bulur musun?..”
Aynha bir an durdu, araştırmaya daldı... Ve cevapladı...
“Dünya yaşamına adapte olmadan benimle temas kur... Sana, hangi ülkeden kiminle iletişime geçeceğini bildireceğim. Ancak bil ki, bu kişi, sana çok geniş bir soru sahasında karşı çıkacak ve seni pek çok evrensel sırları açıklamak zorunda bırakacaktır... Ve sen onun bütün sorularını cevaplamak zorundasın!.. Şayet bir sorunun cevabını veremezsen, anında benimle buluş ve onu cevapsız bırakarak zor duruma düşürme.”
“Peki Aynha!.. Dediklerine aynen uyacağım...”
Kur’an’da 21 ayette “ALLAH’IN BERABER OLDUKLARI” geçiyor - Bu "BERABER OLMA” ve “MAİYET SIRRI” Nedir?
“ALLAH’IN BERABER OLDUKLARI”
A- ÖN OKUMA
1-AYETLER: Tespit edebildiğimiz kadarı ile 21 ayette “ALLAH’IN BERABER OLDUKLARI” geçiyor. Kur’an’da geçen “Allah ….. ile beraberdir” ayetleri; Maiyet Sırrı ile ele alınmak durumundadır. O nedenle bu çalışmada bazı iman ve amel sahiplerinin “ALLAH’LA BERABER OLMA” sını içeren ayetlerin yanı sıra “MAİYET SIRRI” içeren ayetler de konuya dahil edilmiştir..
BAKARA153-)Ey iman edenler, hakikatinizin açığa çıkartacağı sabır (dayanma kuvvesi) ve salât (hakikatiniz olan Esmâ mertebesine yönelişin getirisi olan müşahede ile) yardım isteyin. Muhakkak ki Allah sabredenlerledir (Es Sabûr Esmâ’sıyla-mâiyet sırrı).194-)Haram ay, haramınız olan aya bedeldir… Ve buna hürmette eşitlik esastır. O hâlde haddi aşıp (bu süreçte) size saldırana, saldırganlığının misliyle siz de saldırın! Allah’tan korunun, ve iyi bilin ki Allah korunanlarla beraberdir.
249-)Talut, ordusuyla yola çıktığında (askerlerine) dedi ki: “Muhakkak Allah sizi bir nehir ile sınayacaktır. Kim ondan içerse benden değildir. Kim ondan tatmazsa o da bendendir. Eliyle bir avuç kadar alan müstesna”… Fakat içlerinden pek azı hariç, ondan içtiler. Ne zaman ki O ve beraberindekiler nehrin karşı yakasına geçtiler, “Calut ve ordusuna karşı savaşacak gücümüz kalmadı” dediler. Allah’a kavuşacaklarını (imanları sebebiyle) özlerinden gelen (yakîn) ile bilenler ise: “Pek çok defa, az bir topluluk Allah’ın izniyle (biiznillah), kendilerinden çok fazla topluluğu yenmiştir. Allah dayananlar ile beraberdir” dediler.
NİSA
108-) (Münafıklar-ikiyüzlüler) insanlardan gizleyebilirler ama Allah`tan asla! Oysa O beraberdi (tasavvufî anlayışla mâiyet sırrı-Allah`ın, kulun her zerresini Esmâ`sıyla varetmesi hakikati) onlarla gece boyu, Allah`ın hoşlanmadığı şeyleri kurgularlarken. Allah yapmakta olduklarına Muhît`tir!
ENFAL
12-) Hani Rabbin melâikeye şöyle vahyetmişti: “Muhakkak ben sizinle beraberim (Allah melekle yan yana olmayacağına göre; anlatılmak istenen {tasavvufta mâiyet sırrı diye bahsedilen}: meleklerin, kendilerindeki kuvvet ve kudretin Allah`ın kuvvet ve kudreti bilincini taşıdıkları realitesine işaret olunmaktadır)… İman edenleri sâbitleyin… Hakikat bilgisini inkâr edenlerin kalplerinde korku oluşturacağım… (Onların) boyunlarının üstüne vurun (vehim üzere sâbitleyin) ve onların her parmağına darbedin.”
19-)Eğer siz fetih (zafer) istiyorsanız, işte size (Bedir’de) fetih geldi… Eğer (Rasûlullah’a direnmekten) vazgeçerseniz, o sizin için daha hayırlıdır… Şayet (şirke) dönerseniz, biz de döneriz! (O durumda) topluluğunuz çok da olsa size hiçbir faydası olmaz… Kesinlikle Allah iman edenlerledir (kendinde açığa çıkan havl ve kuvvetin Allah’ın olduğunu yaşayanlarladır)!
46-)Allah’a ve Rasûlüne itaat edin, birbirinizle zıtlaşmayın; (yoksa) korkuya kapılırsınız ve rüzgârınız (kuvvetiniz) gider… Sabredin… Muhakkak ki Allah “Es Sabûr” isminin özelliğiyle sabredenlerledir.
66-)Şu an Allah sizden yükünüzü hafifletti, çünkü biliyor ki sizde zayıflık var… (O hâlde) sizden dayanan yüz olursa, iki yüze galip gelirler… Sizden bin olursa, Allah’ın izniyle (Bi-iznillah), iki bine galip gelirler… Allah sabredenlerle beraberdir.
TEVBE
36-) Muhakkak ki Allah indînde, semâları ve arzı halkettiği süreçte Allah ilminde, ayların adedi on ikidir… Onlardan dördü haram (aylar)dır; (Muharrem, Receb, Zilkaide, Zilhicce)… İşte Din-i Kayyım (geçerli, payidar sistem) budur… Onlar (haram aylar) içinde nefslerinize zulmetmeyin… Müşriklerle savaşın, onların hep birlikte sizinle savaştıkları gibi… İyi bilin ki Allah korunanlarla beraberdir (mâiyet hakikatine işaret).
40-)Gerçekten Allah O’na yardım etmiştir, siz O’na yardım etmeseniz de! Hani hakikat bilgisini inkâr edenler O’nu (yurdundan) çıkmak zorunda bıraktıklarında; O, ikinin ikincisi (iki kişiden biri) idi! Hani onlar (Hz.Rasûlullah ve Hz.Ebu Bekr) mağarada idiler… Hani arkadaşına: “Mahzun olma, muhakkak ki Allah bizimle beraberdir (mâiyet sırrına işaret ediyordu)” diyordu… Allah, sekinetini (güven duygusuyla oluşan sakinlik) O’nun üzerine inzâl etmiş ve O’nu görmediğiniz ordularla desteklemişti. Hakikat bilgisini inkâr edenlerin sözlerini süfla (en aşağı) kılmıştı… Allah sözü, işte ulyadır (en üstün)! Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.
123-)Ey iman edenler! Küffardan (gerçeği inkâr edenlerden) size yakın olanlarla savaşın! Sizde şiddet, azîm, yoğun iman yaşamını bulsunlar… Bilin ki Allah korunanlarla beraberdir!
HUD
36-)Nuh`a vahyolundu ki: “Halkından, iman etmiş olanlar dışında kimse iman etmeyecek… (Artık) onların yapmakta olduklarından dolayı üzgün olma!”
37-) Gözlerimiz olarak (mâiyet sırrına işaret bu ifade), vahyimizce gemiyi yap… Zâlimler hakkında (şefaat için) bana yönelme… Kesinlikle onlar boğulacaklardır!
KEHF
24-) Sadece “inşâ Allah = Allah inşa ederse” kaydıyla demen, müstesna!.. Unuttuğunda Rabbini (hakikatin olan Esmâ mertebesini) zikret (hatırla)!.. Ve de ki: “Umarım Rabbim beni kurbunda (mâiyet sırrının yaşandığı Tecelli-i Sıfat mertebesi. {İnsan-ı Kâmil, Sıfatların tecellisi bahsi; Abdülkerim Ceylî. A.H.}) olgunluğa erdirir.”
TAHA
45-) “Rabbimiz! Doğrusu biz, bizim aşırı üstümüze gelmesinden veya taşkınlık yapmasından korkarız” dediler.
46-) “Korkmayın! Muhakkak ki Ben sizinle olarak işitir ve görürüm (mâiyet sırrı)” dedi. (Sahih Kudsi hadis: “……Ben kulumun görür gözü işitir kulağı olurum……”)
MÜMİNUN
27-) Bunun üzerine Ona (Nuh`a) vahyettik ki: “Gözlerimiz olarak (gözetimimiz anlamına gelse de burada mâiyet sırrına işaret vardır) ve vahyimizle gemiyi yap… İş başladığında (sular yükseldiğinde) ve fırın kaynadığı (buhar kazanı mı vardı acaba) vakit, her eşi olandan bir çift ve onlardan, aleyhine daha önce hüküm verilmiş olanlar hariç ehlini, gemiye al. Zâlimler hakkında benimle muhatap olma! Kesinlikle onlar boğulacaklardır.”
NAHL
128-)Kesinlikle Allah korunanlar ve muhsinlerle (Allah için yaşamakta olduğunun farkındalığında olanlarla) beraberdir.
ANKEBUT
69-)Biz’e (ermek için nefsine karşı) savaş verenlere gelince, elbette onları yollarımıza ulaştıracağız… Kesinlikle Allah, yakîn ehliyle (ihsan sahibi {Allah’a görüyormuşçasına yönelen}) elbette beraberdir! (Mâiyet sırrı.)
MUHAMMED
33-)Ey iman edenler! İtaat edin Allah’a ve itaat edin Rasûl’e; yaptıklarınızın getirisini geçersiz kılmayın!
34-)Muhakkak ki hakikat bilgisini inkâr edenler, (insanları dışsallık veya içsellik yüzünden) Allah yolundan alıkoyanlar, sonra da hakikati inkârlarıyla ölenler var ya, Allah onları asla bağışlamayacaktır!
35-)Gevşemeyin ve siz üstünken, selm’e (barışa, Hak ile bâtılı uzlaştırmaya) çağırmayın! Allah sizinle Birliktedir! Sizin yaptıklarınızı asla eksiltmeyecektir.
HADİD
4-)O, semâları ve arzı altı süreçte yaratan, sonra da arşa istiva edendir! Arza gireni ve ondan çıkanı; semâdan inzâl olanı ve onun içinde urûc edeni bilir… Nerede olursanız O sizinle (hakikatinizin Esmâ ül Hüsnâ’sıyla varolması sonucu) beraberdir (Mâiyet sırrına işaret)! Allah yaptıklarınızı (yaratan olarak) Basîr’dir.
MÜCADELE
6-) Gün gelir, Allah onların hepsini bâ`s eder (yeni bir özellikle yeni bir boyutta diriltir) de yaptıklarını onlarda haber verir… Allah, onu (kendilerinden açığa çıkanları) kayda almış, onlar ise onu unutmuşlardır… Allah her şey üzerine Şehîd`dir.
7-) Bundan daha az da olsalar, daha çok da olsalar; nerede olursa olsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir (Esmâ`sıyla, “yok”ken var kıldığı için – Mâiyet sırrı)! Sonra kıyamet sürecinde yaptıklarını (açığa çıkaran olarak) kendilerinde haber verir! Muhakkak ki Allah Bi-küllî şey`in (şey`in Esmâ`sıyla hakikati olarak) Bilen`idir.
HAŞR
23-) “HÛ” Allah, tanrı yok, sadece “HÛ”! Melîk`tir (efâl, oluşlar âleminde mutlak hükmü yürüyen), Kuddûs`tür (yaratılmışlığa ve kevne ait nitelenmelerden, yaratılmış kavramlardan münezzeh), Selâm`dır (yaratılmışlarda yakîn ve kurb hâlini oluşturup mâiyet sırrını açığa çıkartan), Mümin`dir (iman açığa çıkartarak hakikatini müşahedeye yönelten), Müheymin`dir (gözetip himaye eden, muhteşem azametini seyirde yaratılmışlığı kaldıran), Azîz`dir (karşı konulması imkânsız olarak dilediğini yapan), Cebbâr`dır (iradesini zorunlu kabul ettiren), Mütekebbir`dir (Mutlak yegâne Kibriyâ {eniyeti} olan)! Allah, onların ortak koştukları tanrı kavramlarından Subhan`dır!
3- TANIM VE AÇILIMLAR:
SIFAT TECELLİSİ: MARDİYEDE YAŞANIR: “Mardiye”de, “Tecelli-i Sıfat” vardır. Yani, İlâhi vasıflarla tahakkuk etme hâli ki; bu ikisi arasındaki hâl, ancak yaşanarak farkedilir. Dilde bunu anlatmak çok zor bir şey!.. Çünkü biz, öyle bir şey düşünmemişiz, hayâl bile etmemişiz. Onun için bunlar böyle mecaz yollu anlatılır ama gerçeği ancak yaşanarak bilinir!.
VELAYETİ KÜBRA: “Mardiye”, sıfat mertebesidir, dedik. İlâhi vasıflarla vasıflanmış kişidir… “Mutmainne” ve “Râdiye”, “Velâyet-i Suğra”dır. “Mardiye”, “Velâyet-i Kübrâ”dır. Enbiyâ velâyetinin kemâlâtından hisse alınır. Bakâ Billah mertebesidir!. Bu mertebeden evvel kimsede İlmi Ledün olmaz!..
ARİF-İ BİLLAH: “Mardiye” makamında hâsıl olan ikinci mârifetin sahibine “Ârif-i Billah” derler.Yani, varlığındaki Allah`ın ilmi ile her şeye ârif olan Zât demektir “Ârif-i Billah”!… Bu, “Hakikat”ten sonra gelen Mârifet-i Billah`tır…
KURB: KURBİYET MERTEBESİ: RAHİMiyetin gereği olarak insan, hakikatini idrak eder, kendi özündeki ALLAH isimlerinden kaynaklanan kuvveleri keşfeder, bunları hissedip bunlara yakîn elde ederek “kurbiyet” mertebesine ulaşır!.Kurbiyet mertebesi-Allah Esmâ`sı özellikleriyle şuurlu tahakkuk mertebesidir.
KURBİYET KAVRAMINDA DAHİ AYRILIK MEVCUT: “- Ya Gavs. Kurb ehli kurbiyetlerinden dolayı yakınırlar, buûd ehlinin uzaklıktan şikâyetleri gibi…
Esasen bunun îzâh edilmesi ve anlaşılması oldukça güç bir husustur. Zirâ burada bahis mevzûu olan kimseler “yakîn” ehlidir. Ayn-el yakîn sahipleri.
“Yakîn” ile elde ettikleri bir kurb (yakınlık) sözkonusu!.. Ancak şuraya dikkat edelim; “Kurb” yani yakınlıktan söz ediyoruz, iki ayrı varlığın birbirine yakınlığından. Yani, Tekliğin müşâhedesi oluşmuş, fakat vehimdeki “benlik” kavramı kesin olarak kaybolmamış!.. Bir diğer ifade ile, Hakkel yakîn oluşmamış!.. Hakkel yakîn’in oluşması için, kişinin kendini Hak’tan ayrı bir varlık olarak düşünme hâli ortadan kalkar. Yâni “Zâtta fenâ” olma hâli diye târif edilen bir hâl ile ikilik kalkar.
İşte bu kişiler, ilmen olayın bütün sistemini bilirler. Olayın bu olduğunu da açık seçik müşâhede etmişlerdir. İşte bu noktada onları büyük bir üzüntü kaplar. Çünkü bir türlü bilinçlerini kaplayan “birimsel benlik” hissiyâtından, kavramından uzaklaşamamaktadırlar.
KURBİYET KAZANAN DAİMİ NAMAZI YAŞAMAKTADIR:Bu havâs`ın “ikâme” ettiği namazın ötesinde, bir de “has-ül havâs”, “mukarreb” denen, “Allah”a kurbiyet kazanmış, evliyânın ileri derecelilerinde yaşanan “daimî namaz” hâli söz konusudur.
KURBİYET SAHİBİ EKBERİYET SEYRİ İÇİNDEDİR:”Kurbiyet” sahipleri ise, “Ekber”iyet seyri içinde “haşyet” ile “seyri meallah”tadırlar. (Farkındayım çok tasavvufi oldu, ama bunların Türkçeleştirilmesi için başlı başına yeniden bir tasavvuf tabirleri kitabı yazmak gerek. Ona da şimdilik müsait değilim… Anlaşıldığı kadar! Anlayana… Üzgünüm! AH)
YAKİN: İLK BASAMAĞI TEFEKKÜR VE NAFİLELER: “Nâfilelerle” demek; bir takım faydalı, yararlı çalışmalarla demektir. Yani taban, en alt sınır olan çalışmalar “farz”lar, zaten kişinin kendini toparlayıp, kurtarabilmesi için zorunlu olan şeyler. Ama kişi, Allah’a yakîn elde etmek istiyorsa, bunun dışında daha bir takım yararlı, faydalı çalışmalar yani “nâfileler” yapmak durumundadır. Farzları yerine getirmekle değil, fazladan yapılan nâfilelerle kişi yakîn elde edebilir.
“Tefekkür”, Allah’a yakînin ilk basamağıdır. Tefekkürü olmayanın yakîni oluşmaz!.
Allah’a yakîn elde etmek isteyen kişinin adım atacağı ilk basamak tefekkürdür. Yani, nâfile yapılan ibadetler, tefekkür basamağına basıldıktan sonra kişide tesirini göstermeye başlar. Tefekkür yoksa, zaten bir yere varılması mümkün değildir. Çünkü insanı hayvandan ayıran özellik, tefekkür özelliğidir.
YAKİYN AŞAMALARI: Bu meydana gelme birtakım yararlı çalışmalarla, “Kişi Allah`a öyle yakîn elde eder ki, Allah O`nun görür gözü, işitir kulağı, tutar eli, yürür ayağı olur” hükmü ortaya çıkacak; gözümüzde gören, kulağımızda işiten, dilimizde söyleyen, elimizde tutan, ayağımızda yürüyenin Allah olduğunu, “Ayn-el Yakîn” ve “Hakk-el Yakîn” yaşayacağız…
İşte bütün bunların neticesinde “Hilâfet sırrı” bizde zuhûr etmiş, “Halife” olduğumuzu önce ilm-el yakîn, sonra ayn-el yakîn, sonra da Hakk-el yakîn yaşama lütfuna ve şerefine ermiş bulunacağız.
“Mutmainne”de “İlmel Yakîn” hâsıl olur. Bu, “Râdiye”de “Aynel Yakîn”e döner. “Mardiye”de, “Hakkel Yakîn” hâsıl olur ve bu zâta “Arifi Billah” denir.
YAKİYN EHLİNİN HALİ: TEK`in nazarıyla TEK`ten “çok”a bakışı muhafaza edip, sürekli olarak piramitin tepesinden aşağıya bakarak varlıkları seyretmek, “YAKÎN EHLİ” nin hâlidir!. Korkudan, “yakîne” erenler, beridirler.. Yakîne erende sabır ne arar?..
ALLAH’A VUSLAT: İlâhi kudret ortaya çıktığı zaman “ölmeden evvel ölme” hâli “yakîn”e tekâbül eden şekliyle oluşur; ki bunun sonucunda kişi bilinci itibariyle var olan bir varlık olduğu idrâkına ererek, beden bağımlılığından kendini soyutlar; ki bunun sonucu da “mutmainne nefs” bilinci olarak velâyet hâlidir!. Böylece vehmî benliğin kendini, bedenmiş gibi kabûlü ortadan kalkar. İşte o zaman, “Allah`a vuslat” denilen hâl yaşanır…
MUKARREB: TAHKİKE ERMİŞ KİMSELERDİR:Tahkike ermişlerin ismi ise “müferridûn” veya “mukarrebun”dur ki; Allah “İSMİNDE” değil; ALLAH’IN AHADİYYETİNDE benlikleri yok olmuş; “el ân öyledir” sırrına binâen, Allah Bakîdir mânâsı yaşanır olmuştur… İşte bu yaşantı içinde olanlar, “İsm-i Âzâm” sırrına ermiş olanlardır ki;her nefeste “HU” diyenin mutlak bilinciyle yaşarlar…
Bu zevâtı kirâm, duâ edip de “Yâ ALLAH”, “YÂ HU” dedikleri zaman; “dillerinden söyleyen ben olurum”Hadîs-i Kudsî’si mânâsınca; dileyen kendi olur ve elbette kendi dileği de havada kalmaz, yerini bulur!..
NOKTASINDAKİ KUDRET AÇILANLARDIR: “Ulâikel Mukarrebûn”!.. “Allah” adıyla işaret olunanın esmâsının özelliklerini “Nokta”larındaki kudret ile seyir hâlinde olanlardır onlar! “Onlar senin kullarındır; ne dilersen onu yaparsın” diyerek.
KURBİYETİ YAŞAYAN, MUCİZELERE VESİLE KİŞİ: Allah`a Kurbiyet mertebesinde yaşayan {Allah`ın bazı kendine has isimlerinin mânâlarının bu yakınlık sebebiyle kendisinde açığa çıktığı} mucizelere vesile kişidir Mukarreb.
SABIR:Sabır, insanın hoşlanmadığı bir hal veya durumun zuhurunda, mecburen ona boyun eğerek, kabullenmesi, demektir.
GAFLET VE BELA ANINDA AÇIĞA ÇIKAR: Esasen, Sabır, Gâfilin kendini koruma mekanizmasıdır!… Biz genelde, nefsimize hoş gelmeyen şeyleri ŞER olarak görürüz.. Halbuki nefsimize hoş gelmeyen şeye sabredersek, o şer gördüğümüz şey bizim şuur boyutunda kendimizi daha iyi tanımamıza yol açmak için, âmiyâne tabirle yontulmamız için başımıza gelmiş bir BELÂ dır!.. Biz o andaki şartlarımıza GÖRE o olayı şer olarak, belâ olarak nitelendirirsek de daha sonraki bir aşamada onun nimet olduğunu fark edebiliriz..
NİMETİ VERENİ GÖREMEYENİN HALİDİR: Sabır da tahammül, katlanma vardır… Şükürde ise nimeti vereni görme vardır…
TEPKİSİZ KABUL VE BEKLEMEDİR: Sabır; tepki koymayıp olayın nasıl sonuçlanacağını beklemektir.
İHSAN: (Konu İHSAN-MUHSİN adlı daha evvelki dosyamızda ayetlerle işlendi)
VELAYETİ HASSA: HER DEVİRE, HER ÇAĞA GÖREVLİ OLARAK AÇIĞA ÇIKAN; BA’S OLUNAN RASULLERDİR: Velâyeti Hassa… Risâlet kaynağından açığa çıkan “hakikat”e “iman” edip, bunu yaşayarak “yakîn”e erenlerin (ikân); veya bunun da ötesi “kurb” yapılarında açığa çıkanların “velâyet”i… İnsanlık bir piramit gibi düşünülürse eğer, o piramidin zirvesindekiler “Rasûl”lerdir. Onlar, her devirde, insanlığa kendi “hakikat”lerini bildirmek işlevini açığa çıkaranlardır…
MÂİYET SIRRI: ( ALLAH’LA BERABER OLMA)
- Allah`ın, kulun her zerresini Esmâ`sıyla varetmesi hakikati.
- Meleklerin, kendilerindeki kuvvet ve kudretin Allah`ın kuvvet ve kudreti bilincini taşıdıkları realitesi.
- Tecelli-i Sıfat mertebesinde; Mardıye, Kurbiyet Ehli, Yakiyn Ehli, Mukarreb kimselerde açığa çıkan hal.
- “Ben kulumun görür gözü işitir kulağı olurum” müjdesinin yaşanması.
- ES SELAM isminin yaşanması sonucu yaratılmışlarda Kurb ve Yakiyn halinin açığa çıkması.
B- ÇÖZÜMLEME
1- AYETLERDE “ALLAH’IN BERABER OLDUKLARI” KİMSELER, FİİLLER, HALLER
A- SABREDENLER- DAYANANLAR: Es Sabur Esmasının açığa çıktığı, sabreden; dayanan kimselerle Maiyet Sırrı gereğince beraberdir. (Bakara- 153/249, Enfal-46/66)
B- TAKVA SAHİPLERİ; KORUNANLAR; MÜTTAKİLER: Allah Korunanlar, Takva sahipleri ile beraberdir. (Bakara- 194,Tevbe-36/123, Nahl-128 )
C- BÜTÜN KULLAR (Her Kulun her zerresini esmasıyla var etmesi)
- (Münafıklar-ikiyüzlüler) insanlardan gizleyebilirler ama Allah`tan asla! Oysa O beraberdi. (Nisa-108 )
- Nerede olursanız O sizinle (hakikatinizin Esmâ ül Hüsnâ’sıyla varolması sonucu) beraberdir (Mâiyet sırrına işaret)! Allah yaptıklarınızı (yaratan olarak) Basîr’dir. (Hadid-4)
- Bundan daha az da olsalar, daha çok da olsalar; nerede olursa olsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir (Esmâ`sıyla, “yok”ken var kıldığı için – Mâiyet sırrı)! (Mücadele- 7)
D- MELEKLER: Hani Rabbin melâikeye şöyle vahyetmişti: “Muhakkak ben sizinle beraberim (Allah melekle yan yana olmayacağına göre; anlatılmak istenen {tasavvufta mâiyet sırrı diye bahsedilen}: meleklerin, kendilerindeki kuvvet ve kudretin Allah`ın kuvvet ve kudreti bilincini taşıdıkları realitesine işaret olunmaktadır)… (Enfal- 12)
E- İMAN EDENLER: Kesinlikle Allah iman edenlerledir (kendinde açığa çıkan havl ve kuvvetin Allah’ın olduğunu yaşayanlarladır)! (Enfal- 19)
F- KURBİYETİ YAŞAYANLAR; SELAM İSMİ KENDİLERİNDE AÇIĞA ÇIKANLAR:
- “Umarım Rabbim beni kurbunda (mâiyet sırrının yaşandığı Tecelli-i Sıfat mertebesi. {İnsan-ı Kâmil, Sıfatların tecellisi bahsi; Abdülkerim Ceylî. A.H.}) olgunluğa erdirir.” (Kehf-24)
- “Korkmayın! Muhakkak ki Ben sizinle olarak işitir ve görürüm (mâiyet sırrı)” dedi. (Sahih Kudsi hadis: “……Ben kulumun görür gözü işitir kulağı olurum……”) (Taha- 46)
- Gözlerimiz olarak (gözetimimiz anlamına gelse de burada mâiyet sırrına işaret vardır) ve vahyimizle gemiyi yap…(Müminun- 27)
- Selâm`dır (yaratılmışlarda yakîn ve kurb hâlini oluşturup mâiyet sırrını açığa çıkartan), (Haşr-23)
G- RASÜLE TESLİM OLANLAR: Gevşemeyin ve siz üstünken, selm’e (barışa, Hak ile bâtılı uzlaştırmaya) çağırmayın! Allah sizinle Birliktedir! (Muhammed- 35)
- O, ikinin ikincisi (iki kişiden biri) idi! Hani onlar (Hz.Rasûlullah ve Hz.Ebu Bekr) mağarada idiler… Hani arkadaşına: “Mahzun olma, muhakkak ki Allah bizimle beraberdir (mâiyet sırrına işaret ediyordu)” diyordu…( Tevbe- 40)
H- ÇOĞUNLUK AZGINLIK, TAŞKINLIK, ZULÜMDE BİRLEŞMİŞKEN, RABBİNE DÖNENLER: Gözlerimiz olarak (mâiyet sırrına işaret bu ifade), vahyimizce gemiyi yap… Zâlimler hakkında (şefaat için) bana yönelme… Kesinlikle onlar boğulacaklardır! (Hud-37)
- Bunun üzerine Ona (Nuh`a) vahyettik ki: “Gözlerimiz olarak (gözetimimiz anlamına gelse de burada mâiyet sırrına işaret vardır) ve vahyimizle gemiyi yap… İş başladığında (sular yükseldiğinde) ve fırın kaynadığı (buhar kazanı mı vardı acaba) vakit, her eşi olandan bir çift ve onlardan, aleyhine daha önce hüküm verilmiş olanlar hariç ehlini, gemiye al. Zâlimler hakkında benimle muhatap olma! Kesinlikle onlar boğulacaklardır.” (Müminun-7)
İ- İHSAN SAHİPLERİ VE YAKİN EHLİ: Kesinlikle Allah, yakîn ehliyle (ihsan sahibi {Allah’a görüyormuşçasına yönelen}) elbette beraberdir! (Mâiyet sırrı.) (Ankebut- 69)
- Kesinlikle Allah korunanlar ve muhsinlerle (Allah için yaşamakta olduğunun farkındalığında olanlarla) beraberdir. (Nahl- 128 )
3- AYETLERDE GEÇEN ESMALAR VE BU ESMALARA YÜKLENEN ANLAMLAR:
HÛ… “HÛ’vAllahulleziy la ilahe illâ HÛ”! İster vahiy yollu gelsin, ister bilinç yollu üzerine eğilinsin, algılanan her “şey”in hakikatinin derûnu… Öylesine ki; Ekberiyet tecellisi sonucu önce “haşyeti”, sonucu olarak da “hiç”liği yaşatır ve bu yüzden de O’nun hakikatine erişilemez! “Basîretler ona ulaşmaz!” Mutlak bilinmezliğe ve kavranılmazlığa işaret ismidir! Nitekim “ALLÂH” dâhil tüm isimler “HÛ”ya bağlı geçer Kurân’da! “HU ALLAHu EHAD”, “HU’ver Rahmanur Rahıym”, “Hu’vel’Evvelu vel’Ahıru vez’Zahiru vel’Batın”, “HU’vel Aliyyül Azıym”, “HU’ves Semiy’ul Basıyr” ve Haşr Sûresi’nin son üç âyeti gibi! Bu arada şunu da bir diğer okunuş şekli itibarıyla fark ederiz ki, isimlerin öncesindeki “HÛ” ismi işaretiyle önce tenzih vurgulaması yapılır, sonra da söz edilen isimlerle teşbihe işaret edilir. Bu da hiçbir zaman gözden kaçırılmaması gereken bir işarettir.
ES SELÂM… Yaratılmışlara (beden ve tabiat kayıtlarından; tehlikeden; boyutlarının kayıtlarından) selâmet ihsan eden, yakîn hâlini oluşturan; iman edenlere “İSLÂM”ın hazmını veren; Dar’üs Selâm (hakikatimize ait kuvvelerin tahakkuku) olan cennet boyutu hâlinin yaşamını meydana getiren! Rahîm isminin tetikleyerek açığa çıkardığı isim-özelliktir! “Selâmün kavlen min Rabbin Rahıym = Rahîm Rab’den “Selâm” sözü ulaşır (Selâm ismi özelliğini Rableri olan Esmâ hakikatlerinden açığa çıkan yolla yaşarlar)!” (Yâsîn: 58 ).
EL MU’MİN… Algılananın ötesi olduğu farkındalığını oluşturandır Esmâ boyutu itibarıyla. Bu farkındalık, boyutumuzda “iman” olarak açığa çıkar. İman edenler şuurlarındaki bu farkındalıkla iman ederler; dünyamızda Rasûller; tüm varlıkta ise melekler dâhil! Bu farkındalık, bilinçteki aklın vehim esaretinden kurtulmasını sağlar. Vehim, kıyası kullanarak muhakeme yapan aklı saptırabilirken, iman karşısında güçsüz ve etkisiz kalır. Mümin isminin özelliğinin açığa çıkışı şuurdan bilince direkt yansır; dolayısıyla da vehim kuvvesi onun üzerinde tasarruf edemez.
ES SABUR… “Eğer Allâh insanları zulümlerinden dolayı sorumlu tutup sonucunu hemen yaşatsaydı; (arz) üzerinde hiçbir DABBE (insan değil insan bedeni) bırakmazdı! Fakat onları hükmedilmiş bir vakte tehir ediyor… Ecelleri geldiği vakit de ne bir saat geri kalırlar, ne de öne geçebilirler” (Nahl: 61) Her yaratılmış olanın amacına uygun işlevini yapmasını bekleyip, o işlevini tamamladıktan sonra sonuçlarını yaşatan. Zâlimin zulmüne müsaade etmesi, yani Sabûr özelliğini açığa çıkarması, hem zâlim hem mazlum yönünden yaşanacak işlevin tam hakkıyla yaşanması ve daha sonra da sonuçlarının oluşması içindir. Belânın büyüğünün açığa çıkması, zulmün büyüğünün oluşmasını gerektirir!
EL MÜHEYMİN… “Esmâ” mertebesinden açığa çıkanları kendi sistemi içinde koruyup sürdürendir (El hafizu ver Rakiybu ala külli şey)! Ayrıca, (emaneti) gözetip himaye eden, koruyan, emin, anlamlarına da gelir. “MÜHEYMİN”in türediği kök olan “el Emanet”in Kurân’daki fonksiyonel kullanılışı, semâların – arzın – dağların yüklenmekten imtina ettiği ve el Kurân’ın ikizi olan el İnsan’ın yüklendiği şeydir. Esas itibarıyla Esmâ mertebesi ilminin RUH adlı melek olarak şuuruna işaret eder. Ondan da yeryüzünde açığa çıkan insana yansır bu emanet! Yani, Hakikatinin, Esmâ özellikleri olduğu şuurunu yaşamak! Bu da Mümin ismiyle ortak çalışır. RUH adlı melek (kuvve) dahi, Esmâ mertebesinin sonsuz sınırsız özelliklerine imanın kemâliyle Hayy ve Kayyûm’dur! Çünkü o dahi “şe’n” olarak vücud sahibidir!
EL KUDDÛS… Yaratılmışlarda açığa çıkan özellik ve kavramlarla tanımlanmaktan, kayıtlanmaktan ve sınırlanmaktan berî! Tüm âlemleri Esmâ’sıyla “var” kılarken, onlarda açığa çıkan özelliklerle tanımlanmaktan dahi berîdir.
EL ALİYM… “İlim” özelliği sebebiyle sınırsız sonsuz her şeyi ve her boyutu, her yönüyle Bilen!
EL BASIYR… Açığa çıkan Esmâ özelliklerini her an seyir ile onlardan çıkanları değerlendirip sonuçlarını oluşturan
EL AZİYZ… Karşı konulmaz güç sahibi olarak, dilediğini uygulayan! Tüm âlemlerde dilediğini karşı çıkacak güç olmaksızın yerine getiren. Bu isim Rab ismiyle paralel çalışan bir isimdir. Rab özelliği Azîz özelliğiyle hükmünü icra eder!
EL HAKİYM… İlminin kudretiyle açığa çıkmasını sebepler zincirine bağlayarak, nedenselliği oluşturan ve böylece kesret algılamasını oluşturan.
ER REŞİYD… Rüşde erdiren! Birimin hakikatini fark etmesinin sonucu olarak olgunlaşmasını yaratan ve yaşatan!
EŞ ŞEHİYD… Varlığıyla varlığının şahidi olan. Açığa çıkardığı Esmâ özelliklerinden varlığını seyredip açığa çıkanlara şehâdet eden! Şehâdet edilenin kendisinden gayrı olmadığını yaşatan.
C- SONUÇ:
ALLAH’LA BERABER OLMAK (Maiyet Sırrı) TEFEKKÜRÜ
Bir yandan tüm insanları ve varlığı kapsayan bir ifade ile “Şah damarınızdan daha yakınız” deniyor, bir yandan tüm varlığın aslı, varoluş başlangıcı olan meleki yapıya yönelik “Sizinle beraberim” deniliyor, diğer yandan farklı fiil ve düşünce mahallerinde de beraber olmak seklinde ifadeler kullanılıyor.
Bir yandan esfeli safilin aşağıların aşağısından ta alayı illiyyin yücelerin en yüce NOKTAsına kadar her yerde var olan yalnız O iken, ayriyeten bir de belli düşünce yada fiili ortaya koyanların yanında da O olduğu vurgulanıyor.
Bu zamana kadar OKUmaya çalıştıklarımızdan anlayabildiğimiz kadarıyla, ZATen Allah ismiyle tanımlanandan gayrisi yok hatta gayri kavramindan da münezzeh hatta Allah ismi dahi HU ya isaret HU ki idrak edilemeyen hakkında tefekkür edilemeyen bilinmezliğe işaret eden…
Baştan beri incelemekte olduğumuz ayetlerde ALLAH’LA BERABER OLMA kavramının birkaç boyutta kullanıldığını fark ediyoruz. Kullanım yerlerine göre durumu incelediğimizde; Maiyet Sırrına dair boyutsal anlatımı da kavramış olacağız.
İşte o boyutlar:
1- Hangi mahluk, hangi kul, her nerede olursa olsun varlığı Allah’la kaim olup; esma mertebesi gereğince “gölge varlık” hükmüyle “var” gözükmektedir. Cüzlerin özündeki HU olarak tedbirat ve tasarruf eden Allah’tır. Bu birinci anlam doğrultusunda HER VARLIĞIN ALLAH’LA BERABERLİĞİ; HAKİKATLERİNİN ESMA-İ HÜSNA İLE VAR OLUŞU; ESMASIYLA YOKTAN VAR EDİŞİ ifade eder… Onlar farkında olsun ya da olmasın…
2- Meleklerdeki kuvvet ve kudret de onların Allah Bilinci taşımalarındandır. Melekleri hem dış alemde oluşumu açığa çıkarıcı unsurlar, hem de bizdeki kuvveler olarak değerlendirecek olursak; özü melek olduğu için her varlık, her an, her hali ile Allah’la beraberdir. Ayetlerde geçen münafıkların, iki yüzlülerin, zalimlerin her sakladıklarının Allah’ça bilinmesi de buradaki maiyeti vurgular. Bu maddeyi de GÖZETİM VE TASARRUF NOKTASINDA HER VARLIK ONUN HÜKMÜ ALTINDADIR HER AN diye özetleyebiliriz.
3- İman edenler; diğer varlıkların Allah hükmü altında oluşundan daha özel bir korunmuşluk ve tasarruf altına girmektedirler ki; Maiyet sırrının açılımı da bu iman ile başlar! İMAN EHLİNİN YÖNELİŞİ; MAİYETİ FARK ETTİRECEK İLK AÇIĞA ÇIKIŞTIR.
4- Her halükarda varligin kendisi O olmasi hasebiyle , belli mahaller yada zuhur yerleri veya ilminde seyrettigi ilmi suretlerle bazi isimleri izhar ettiginde ,yani tabir caizse hayalinde canlandirdiginda, yine kendi kendisiyle olusu söz konusu (sanki beraber)se ikilik anlayisindakiler icinde bir rahmet kapisi olarak acik tutulmus. Beraberdir kelimesiyle. İzhar olan bazı isimlerle kendini açığa çıkardığı ifade edilerek adeta henüz hakikati fark etmeyenlere de kapı açılmış. Sabreden, Takva ehlı ve Ihsan ehli ile beraberliği bu çerçevede düşünüyoruz.
Öte yandan Sabır, İhsan, Takva gibi; imanın gereği olarak ortaya konan hal ve davranışlar; mümin için özel bir korunmuşluk ve tahakkuk bahşeder ki; bu durum Allah’la Beraber olma diye ifade edilmiştir. Bize göre; sabrın, takvanın, ihsanın hakkını vererek yaşayan kimse; özel farkındalıklara ilerleyerek kendinde mevcut esma kuvveleri ile tahakkuk etme imkanı bulur. Yani bir anlamda dünyada cenneti belli boyutları yaşamak denen haldir bu. Sabrın; tepkisiz bekleme anlamı işte bu noktada çok mühimdir. O tepkisiz bekleme; saklı bir kudretin kendimizde açığa çıkışına zemin açmadır bir anlamda.
Sabredenlerde Maiyetin bir başka vechesi ise nimeti görememe, değerlendirememe anında açığa çıkan durumdur. Burada ES SABUR esması çalışmaktadır ki; onun işleyişi hem zalim hem mazlum yönündendir. Her yaratılmış olanın amacına uygun işlevini yapmasını bekleyip, o işlevini tamamladıktan sonra sonuçlarını yaşatan Allah’tır… Zâlimin zulmüne müsaade etmesi, yani Sabûr özelliğini açığa çıkarması, hem zâlim hem mazlum yönünden yaşanacak işlevin tam hakkıyla yaşanması ve daha sonra da sonuçlarının oluşması içindir. Belânın büyüğünün açığa çıkması, zulmün büyüğünün oluşmasını gerektirir!
…
Ey iman edenler, hakikatinizin açığa çıkartacağı sabır (dayanma kuvvesi) ve salât (hakikatiniz olan Esmâ mertebesine yönelişin getirisi olan müşahede ile) yardım isteyin. Muhakkak ki Allah sabredenlerledir (Es Sabûr Esmâ’sıyla-mâiyet sırrı). (Bakara-153)
Ayetinde çok acık bir şekilde hakikatimizi idrak edip kavrayabilmek için gerekli mücahedenin sabır ve salat ile yapılacağı vurgulanıyor, ve murada ermenin, müşahadenin Salat sürecindeki sıkıntılar ve zorluklar mücahede esnasında sabır kuvvesini kullanmayla gerçekleşeceği müjdesi veriliyor!!.
Bu maddeyi; SABIR- TAKVA- İHSAN FİİLİNİ YAŞAYANLARDA HÜKMÜNÜ AÇIKÇA ORTAYA KOYAN ODUR; BUNLARIN HAKKINI VEREN, MAİYETİ DAHA ÇOK SEZER VE HİSSEDER diye özetleyebiliriz.
5- Kurbiyet ve Yakiyn halini yaşayan, seçilmiş kimselerde maiyet KULUN GÖREN GÖZÜ TUTAN ELİ noktasında öne çıkmaktadır ki; o kullarda özel tasarrufu ile dilediğini gerçekleştirmektedir. Maiyetin bu yönüne SEÇİLMİŞLERDE MUCİZELERE AYNA HAL VE YAŞAMLARLA GÖRÜLEN ALLAH’LA BERABERLİK diyebiliriz.
6- Toplumsal ortamda zulüm, haksızlık, isyan, azgınlık alabildiğine zirveye tırmanmışken özüne, Rabbine yönelerek itaat ve taat ile yaşayanlar; ayetlerde özel müjdelerle maiyet dahilinde sayılmışlardır. AHİR ZAMANDA BİR SUNNETI İHYA EDENE (DİNİN HAKİKATİNE AİT BİR GERÇEĞİ YAŞAMA ÇIKARANA) 100 ŞEHİT SEVABI VERİLİR hadisini de bu noktada anlıyoruz. Gelenek ve kültür sarmalı içinde debelenen çoğunluğun aksine; ÖZÜNE YÖNELENLER; ÖZEL BİR MAİYET İLE HEM KORUNMAKTA HEM DESTEKLENMEKTEDİRLER.
7- Maiyetin bize göre en can alıcı boyutunu en sonda değerlendirmeyi uygun gördük:
Bu boyut “RASULE TESLİM OLANLARDA AÇILAN MAİYET BOYUTU” dur ki; buradaki Rasul kavramı genel manada Hz. Muhammed Mustafa (sav) in bildirdiği hakikatler doğrultusunda yaşamayı ifade ettiği gibi özel bir anlamı da mevcuttur.
“Alemlerde Alem Suretlerince tasarrufu”nu sürdüren Allah; HER ÇAĞA, HER KAVME RASUL İRSAL ETTİĞİ GİBİ; EL’AN HER DEVRE HER TOPLUMA DA RASULLER BA’S ETMEKTEDİR!… “Ba’s Olunan Rasuller” ile “İrsal Olunan Rasuller “ gerçeği zihinlerde dengeye geldiğinde varılacak sonuç şudur:
HZ. MUHAMMED MUSTAFA (SAV) E YÖNELİK TESLİMİYETİN HAKİKATİ; KENDİ ÇAĞIMIZDA RİSALET İLMİNİ, ZÂTÎ İLMİ AÇIĞA ÇIKARAN, DEĞİŞMEZ GERÇEKLERİ AÇIKLAYAN KONUMUNDAKI ANA KAYNAĞI FARK ETMEK VE KAYITSIZ ŞARTSIZ ONDAN GELEN GERÇEKLERE, BİRİMSEL DEĞERLENDİRME KATMAKSIZIN UYMAK VE HAKKINI VEREREK YAŞAMAKTIR !…
Tasavvufun sır bahislerinden olan bu noktayı, ehli olanlar fark edecektir nasibince…
Bunu bu şekliyle değerlendirerek yaşayanlar; kanaatimizce Hz. Ebubekir’(sav)in Sevr mağarasında Efendimiz(sav)in ağzından duyduğu ve maiyetin zirvesi olan müjdeye muhatap olacaklardır Tasdikleri, Teslim oluşları ve de İdrakleri nispetinde:LA TAHZEN İNNALAHA MAANA= MAHZUN OLMA, KAYGILANMA, ÜZÜLME; ALLAH BİZİMLEDİR!…
Burada ikinci müjde “İKİNİN İKİNCİSİ” şeklinde yaşanan haldir… Bunun bize göre çok sırlı yönlerinden biri; BİRLİK GAYESİ İLE YÖNELDİĞİNİZ KAYNAKLA, İKİZ VARLIKMIŞÇASINA ALGI VE İDRAK PARALELLİĞİ VE GENİŞLEMESİ YAŞAMAKTIR… Bunu da ancak yaşayan bilir…
Çağının Resulünü fark edip ilmine taabi olanlar; Nuh(as) ve ashabının gemi yapımında Allah gözetiminde olmaları gibi bir maiyet altındadırlar aynı zamanda…
Gemi; şeriat ve sunnetullah doğrultusunda korunma ve yaşamayı, tufan; her an gelebilecek kötü etki ve tesirleri (içten- dıştan) ifade ediyor diye düşünürsek; böyle bir gözetimin ne büyük müjdeler içerdiği, nasıl bir kalkan ve sığınak oluşturduğu daha net fark edilecektir!..
Biz ALLAH’LA BERABER OLMAK; MAİYET SIRRI kavramından bunları anladık. Şüphesiz doğrusunu ALLAH VE RASULU VE DE EHLULLAH BİLMEKTEDİR…
Selam; Allah’la beraberliğini fark ederek yaşamaya çalışanlara olsun…. Maiyet Sırrını yaşamak; hazmıyla kolaylaşsın bizlere…
2- İNCELENECEK METİNLER: (3. Md.de bu metinlerden özet yapılmıştır)
İNSAN-I KAMİL kitabı SIFAT TECELLİSİ bahsi…
VELAYET KEMALATI: http: //www.ahmedbaki . com/turkce/kitaplar/bilinc/bilinc08. htm
YAKİN: http: //www.allahvesistemi . .org/ahmedhulusidekavramlar/kavramlar/yakin/index. htm
KURB http: //www.ahmedbaki . com/turkce/kitaplar/gavs/gavs23. htm
YAKINLIK http: //www.ahmedbaki . com/turkce/kitaplar/gavs/gavs24. htm
MUKARREB http: //www.ahmedbaki . com/turkce/kitaplar/kendini/kendini24. htm
Kaynak
Yazar: Mehmet Doğramacı
Tarih: 27 Haziran 2015
Kategori: Kur'an'a Dair Makale ve Tefekkürler
Hayalle Gerçeğin Buluşma Noktası
Aşk nedir sorusuna beni birkaç gün izlemen yeterli sonunda aşkın ne olduğunu göreceksin, Allah’a kavuşmak için iki rekat namaz da yeter. Ancak böyle bir namaz için abdesti insanın kendi kanı ile almış olması gerekir dedi Hallac…
Ve bir ses yükseldi göklere Allahu Ekber.
Yatağında bir sağa bir sola dönerken aklına ayet geldi “Sabah namazı şahitlidir.” Tereddütsüz kalktı yatağından namaz için, gece okuduğu kitabın etkisinden kurtulamamış, hala Hallacı Mansuru düşünüyordu. Neydi bu kadar aşık olunası güzel olan şey? Neydi onu kendine çeken ve kanı ile abdest aldırabilecek kadar gözünü karartan şey? Ya da açan mı demeli? Namazını kıldıktan sonra, Aklındaki soruların cevabı için Mirim diye hitap ettiği Ali’nin yanına gitmeye karar verdi, verdi ama Ali’nin bundan haberi yoktu aradı Aliyi sabah kahvaltısı için sözleştiler. Her zaman ki gibi Üsküdarda, sahil kenarında buluştular. Kahvaltı faslı bittikten sonra Raci daha fazla dayanamayıp söze girdi.
Raci - Mirim bugünkü konumuz Namaz kılmak olsun mu? Soracağım birkaç soru var sana.
Ali – Tabii ki dostum olabilir ama ilk önce şu kelimeleri kaldıralım mı lügatımızdan? Namaz Kılmak mesela? onun yerine Salatı ikame etmek, Namazı ikame etmek desek? Olur mu?
Raci – Kaldıralım, Kaldıralım ama aralarındaki farkı anlatırsan kaldıralım… :)
Ali – Namaz kılmak uzaktaki bir tanrının gözüne girme çabası gibi geliyor bana kuru kalıyor ikamenin yanında, Salat yani yöneliş hakikatin olan esmana yöneliş , ikame ise bunu yaşamak diye biliriz kısaca.
Raci – Bak bu daha güzel oldu … Peki bu hadisi biliyorsundur sen “Namaz müminin miracıdır” ne diyorsun, ne anlıyorsun bu hadisten ?
Ali – Dur öyle hemen miracı bekleme , Mirac öncesi hazırlıklar lazım :)
Raci – Nasıl bir hazırlık bu ?
Ali – Namazın Şartlarını bilirmisin ?
Raci – Senin ki de sorumu şimdi çocukluğu camii de geçmiş adama :)
Ali – Peki Sayar mısın namazın şartlarını?
Raci – Tabi ki, Namazın dışındaki şartlar ve içindeki şartlar olarak iki ye ayrılır. Toplam on ikidir. Dışındakiler; Hadesten taheret, Necasetten taharet, Set-ri avret, İstikbal-i kıble , Vakit, Niyet, İçindekiler ise; İftitah tekbiri, Kıyam, Kıraat, Rükü, Secde, Kaade-i Ahire ‘dir
Ali – Yani namaza durmadan, namazın ikamesi olmadan önce bir ön hazırlık gerek değil mi?
Raci – Tabi ki, Necasetten taharet mesela, Pislikten arınmak elbisende, üstünde başında pislik olmayacak.
Ali – Kesinlikle doğru raci elbise mühim, ama miraç için yeterli mi bu sence? Daimi namaz için yeterli mi? Kuranda müşrikler pistir, Ona ancak temizlenenler dokunabilir diyor. Buradaki pislik ve temizlenmek, necasetten taharet nedir sence?
Raci – Sen olayı farkı bir yere çekiyorsun Ali… Daimi namazı ve miraç olayını birleştireceksin sanırım… Şuan aklıma bir şey gelmiyor açar mısın lütfen biraz daha.
Ali – Tabi ki dostum öncesinde iki çay alalım değil mi sanırım daha buradayız :) … Peki necasetten taharet, şirk ehli necistir- pistir, Şirkten arınmak olabilir mi? Miraca ulaşan bir namaz için, daimi bir salat için?
Raci – Hiç böyle düşünmemiştim Ali. Yani kişi açık ve gizli şirkten arınması, bilincini temizlemesi lazım miraca tırmanan bir namaz için… Ve daimi salat yöneliş için bu ilk şart diyorsun… Necasetten taharete bu bakış açısı ile baktıysak diğerlerini çok merak ediyorum J Lütfen devam edelim hiç bölme Mirim…
Ali – Peki ya hadesten taharet ?
Raci – Yani o da şöyle geçiyor ilmihallerde, Kirlilikten temizlenmek, abdestsizlik durumu yani namaz abdestinin olmayışı.
Ali – Kaç çeşit abdest var ki? iki değil mi? yani birisi su ile alınan abdest diğeri ise teyemmüm ile. Tek amaç vücudu temizlemek değil öyleyse, temizlik olsa toprağı neden yüzümüze sürelim değil mi dostum?
Raci – Doğru diyorsun, bir zahiri birde batını var demek ki abdestin…
Ali – Tabii ki öyle zahiri ve batını ayıramazsın birbirinden. Zahir ve batını ayırmak aynı anda hakikati reddetmek gibidir… Hiç duydun mu eskilerin ağzından abdest almak melek olmaktır, Melekler alemine dalmaktır, meleküt alemine çıkmaktır diye ?
Raci – ıı evet evet duymuştum annemden falan.
Ali – işte aslında melek olmak, Meleküt alemine çıkmak tabiri, hani sen hallacı mansuru okumuştun meşhur bir sözü vardı “Enel hakk” yani ben diye bir şey yok , sadece el esmanın açığa çıktığı bir sistem mevcut, Ben benliğimle değil Hakk oluşum ile mananın maddeye dönüşümü ile hay ve kayyummum. Benden çıkan fiilerin faili ben değilim haktır demiştir hallacı mansur… İşte böylesine bir idrak insana abdest aldırır var sandığı benliğini su ile Hakikat ilimi ile yıkar ve arındırır.
Raci – Mirim sen çay iç, çay içtikçe açılıyorsun :) eh ne demişler dervişin benzini çaydır.
Ali – İçelim güzelleşelim dostum ) Tabi bu arada devam edelim , Setr-i avret nedir peki ?
Raci – Yani oda insan vücudunda başkası tarafından görülmesi günah ve ayıp sayılan yerleri örtmek. Tabii ki senin düşüncelerinide merak etmiyor değilim mirim. Sen neler düşünüyorsun bu konuda?
Ali – Tabii ki zahiri manada bu dediğin doğru dostum birde batınını düşünelim… insan en büyük ayıbı kime yapar?
Raci – Aklıma şu ayet geldi “Onlar ki kendi nefislerine zulmetmektedirler” zulmü ayıp olarak anlarsak tabii ki kendisine yapar insan en büyük ayıbı, Peki ama nasıl yapar en büyük ayıbı insan kendisine? Orasını anlayamadım
Ali – İnsanın en büyük ayıbı, benliği, şartlanmaları, tabiatı, ikinci beyinin hükmü altından çıkamayıp onun bedene dönük istek ve arzularını kendi istek ve arzuları sanması, duygularını susturamasan da üzerini akıl şalı ile örterek karşına çıkan olaylarda amigdalanı susturup prefrontal cortex ile konuşmandır avret yerini örtmen diyebilir miyiz acaba raci ?
Raci – Çay? :) karşılıklı gülüşürler… Ve raci devam eder, Haklısın dostum katılıyorum sana, yani Karşımıza çıkan her olayda beşeri değer yargıları ile düşünürsek bu bizim ayıbımız olur, bu ayıbın üstünü örtmek, susturmak lazım diyorsun
Ali – Aynen öyle diyorum dostum
Raci – Sen sormadan ben söyleyeyim :) istikbal-i kıble namaz esnasında kıbleye yönelmek, dönmektir. Bunu içselliğimizde düşünürsek kendi hakikatimize yönelmek diyebilirmiyimiz mirim ?
Ali – Tabii ki dostum :) tam 12 den vurdun… Özündeki teklik boyutu olan hüviyetine yönelmendir, yokluğunun farkındalığına varman ve tek var olanın HU oluşunu anlamandır kabene, kıbleye yönelmen…
Raci – Bu bakış açısı biraz daha oturttu kafamdakini sağol..
Ali – Ne demek dostum Eyvallah :) peki vakit ? vakitin girmesi ne düşündürür sana ?
Raci – Zahiri olarak bakarsak namaz vaktinin girmesi ama içselliğimize döndürecek olursak ımm… biraz düşüneyim…Biraz ip ucu versen ? :)
Ali – Birisinin vakiti dolunca, eceli gelince ne olur ?
Raci – Ölür… aa tamam şimdi buldum sanırım, ölmek, benliğini susturmak, dizginlemek vakitin girmesidir diyebiliriz sanırım
Ali – Süpersin dostum… Vakitin gelmesi, var sandığın benliğinin sönmesi ve öylece yönelmektir.. Namaza, Salata…
Raci – Tüm bunları algıladık, idrak ettik, hem 5 vakit namaz , hem de daimi namaz açısından.. Peki niyet ? niyet ne olmalı ?
Ali – Bak ne güzel söyledin niyet ne olmalı :) Bütün bunları neden yaptık.. Sen susta, Benliğin sussun da hak kelama gelsin diye değil mi?
Raci -Tabii ki niyetimiz en başından beri buydu. Demek yönelişimizde, namazdaki niyetimizde, daima böyle olacak. Kaldır kendini aradan, çıksın ortaya yaradan.
Ali -Evet dostum aynen öyle… Bu arada öğlen namazına Aziz mahmud hüdayi hazretlerini ziyarete gidelim mi, Sıla-i rahim yapalım ! ne dersin ?
Raci – Aklımdan geçeni okudun,okudun da Sıla-i rahim mi ? Akraba mısın aziz mahmud hüdayi hazretleri ile
Ali – Hayır dostum hayır :) Akrabalık bağım yok, Gönül bağım var…
Raci – Şimdi anladım :) İstersen Namazın içindeki ilk şartlardan olan tekbir den, Allahu Ekberden başlayalım?
Ali – ALLAHU EKBER deyip, Allahın sonsuzluk denizine dalıyorsun… O zatın azametini, kibriyasını, ekberiyetini görüp, hissedip, yaşıyorsun… ve böylece namazın başlamış oluyor..
Raci – Yani ötelerdeki bir tanrının büyüklüğünden bahsetmiyoruz..
Ali – Aynen öyle dostum,Aynen öyle…
Raci – Peki ya Kıyam ? kıyam ne düşündürür sana ?
Ali – Hz Ali (k.v)’nin bir sözü vardır, “kuranın sırrı fatihada, fatihanın sırrı besmelede, besmelenin sırrı b harfinde, ben b nin altındaki noktayım “ der, kuranın sırrı olan sure Kıyamda okunur, Fatihasız namaz olmaz derler neden ? çünkü miracın basamaklarından birisidir fatiha. Hay ve Kayyum olan O dur, artık senin dilinden okuyan o olmuştur…bekabillahi Hakkel yakin müşahade halidir kıyam…
Raci – Dostum hiç hızını kesme :) Direk devam edelim biz
Ali – Olur tabii ki hay hay :) Sıradaki neydi peki ?
Raci – Kıraat yani okumak, bir miktar kuran okumak
Ali – Tabii ki, OKUmak ama nasıl OKUmak ? Kıraatten önce euzü emredilir değilmi ?
Raci – Evet ondan sonra başlar Fatiha ve Sureler.
Ali – Euzü ile sığınırsın uzaklaştırılmış şeytandan, taşlaşmış şartlanmalarından hakikatin olan Allaha ve öyle OKUmaya başlarsın.. ve görürsün ki okuyan kendisidir… peki ya sonra ? sonrasında ne vardır
Raci – Ruku gelir, oda Eller dizlere konularak eğilmek, Erkeklerde sırt düz olur, kadınların ise fazla eğilmesine gerek yoktur diye biliyorum.. Sen tamam edersin :)
Ali – Biliyorsun ki Ruku sadece Hz. Muhammed (s.a.s) ümmetine ihsan olmuştur.. Ruku belin kırıldığı yer… Dikkat et eller dizde, bacaklar hiç kırılmamış ve göğüs yere paralel, Göğüsün yere paralel olması şunun itirafıdır aslında: Biliyorum ki ben benliğim ile yokum, sen varsın…Bacakların hiç kırılmaması ise: Bu bilgiyi biliyorum fakat bilgiyi bilmek ile varlığımı ortadan kaldıramıyorum un itirafıdır…Ümmetin tamanının secde halini yaşayamayacağı bilinmekte olduğu için Bu yüzden secdeyi yaşayamayan en azından “rükü” yapabilsin, istenildiği için Muhammed ümmetine ihsan edilmiştir “Rükü”…
Raci – Yani insan normal hayatında şu bilinç ile yaşarsa “ben benliğim ile yokum, sadece sen varsın ama bu bilgiyi bilmek varsaydığım vehmi benliğimi ortadan kaldırmama yetmiyor” algısı ile yaşarsa daima rukü halindedir. Diyebiliriz sanırım..
Ali – Tabii ki dostum diyebiliriz, neden diyemeyelim.. Peki ya secde ?
Raci – Zahiri bakımdan “Alnın, burnun, iki elin, iki dizin ve iki ayak parmaklarının uçlarının yere değmesi, yani yedi kemik üzerine secde edilmesi” devamını sen tamam ediver J
Ali – “İnsanların en kayıpta olanı salatta secde ve rukünun hakkını veremeyendir” hadisini duymuşsundur, Rukünun hakkını vermekten daha demin biraz bahsettik.. Secdenin hakkını vermek sadece 7 kemik üzerine secde etmek olmasa gerek ama tabii ki bu söylediğin haktır ve şarttır…”Allah”a secde etmek, O mutlak varlığı yanı sıra, ne senin nede bir başkasının varlığının, vücudunun olmayışını idrak etmek, müşahede edip yaşamaktır …Sadece bedenimle değil, şuurum, ruhum, algımla, sana secde ediyorum demektir ilk secde… İkinci secde ise bu farkediş için Allaha şükürdür…
Raci – Allah hazmını kolaylaştırsın cümlemize mirim..
Ali –Amin… Peki Kaade-i Ahire “Son oturuş” kaldı sadece, o nedir ?
Raci – burada ettehiyyatü duası okuyacak kadar oturmak farzdır. Salli, barik ve rabbeba dualarını okurmuş resullah akabinde ve sonra selam verirmiş..
Ali – Son oturuşa şöyle diyebiliriz miyiz acaba; Aşk oturuşu… Et tahiyyatu de yaşar insan aşkı… Aşk dalga dalga yayılır… Kulluk görevinin farkındalığında yaşayan tüm Salihlere “benliğinden kurtulmak suretiyle tüm aşka ermişlere” Adı aşk olanı bulmuşlara… Aşk, üzerimize ve kulluk ifa etmekte olanların içindeki tüm salih’leredir..
Aşkımız ve yönelişimiz daim olsun.. Selam ve dua ile…
Kaynak :
İbrahim TÜRKMEN
Yazar: Mehmet Doğramacı
Tarih: 24 Ocak 2016
Kategori: Gözümün Nuru Namaz
Kendini Tanı - mardiye nefs!
İlim hikmet sistemiyle açığa çıkarken, kudretin âlemi aşktır. Kudret rest çektiğinde Hikmet pes der. Kudret yurdunun tedbiratı mardiye nefs!
Kendini Tanı
“Nefs” Mertebeleri (Klasik Anlatımla)
Kişinin kendinden arınması çalışmalarında belli mertebeler tespit edilmiş. Yani, kişinin idrak, kendini hissediş seviyesi, belli “nefs” mertebeleri şeklinde adlandırılmış...
Bunlar; “Levvâme nefs”, “Mülhime nefs”, “Mutmainne nefs”, “Radiye nefs”, “Mardiye nefs”, “Sâfiye nefs” diye tarif olunmuş...
Baştaki “Emmâre nefs”i hiç söylemiyorum; ki o tamamıyla hayvansal bir yaşamdır... Bedenin istek ve arzularına dönük bir yaşamdır.
“Levvâme nefs” denen hâl ise şudur...
Kişi, kendisinin ulaşması gerektiği noktaya dair birtakım bilgiler edinmiştir. Kendisinde birtakım idrakler oluşmuştur.
Ne var ki, dönüp kendine baktığı zaman, ulaşmak istediği hedefin gerektirdiği çalışmaları zaman zaman yapamadığını; kendisini bu noktaya ulaşmaktan alıkoyan davranışlar içinde bulunduğunu fark eder.
Bundan dolayı, bu çalışmaları yapabildiği zaman sevinir, yapamadığı zamanlarda ise üzüntüye, ümitsizliğe kapılır. Kendi kendine kızar, “levm” eder. “Niye ben, bu gerçekleri bildiğim hâlde gereken çalışmaları yapamıyorum?..” gibi düşüncelere kapılarak üzülür!..
İşte bu, kendi kendine kızma, levm etme, yani “Levvâme nefs” durumudur.
Kişi bu hâl içindeyken...
Zaman zaman aldığı ilim ve ilhamlar sonucu, idrakı ağır basar; kendi aslının hakikatinin “O” yani “Allâh” olduğunu fark eder; devre devre kendini “O” gibi hissetme durumuna girer!..
İlham yolu ile oluşan bir ilimle kendi aslının ve hakikatinin “O” olduğunu hissedip, bunun yaşamı başlar.
İşte bu tür bir yaşam hâline girdiği anlarda, “Mülhime nefs” durumundadır. Mülhime; ilham alan demektir.
İlham aldığı anlarda, sanki bedeni yokmuş gibi, sanki dünya yokmuş gibi hisseder. Kendini, O olarak hissetmeye başlar. Kendisi vardır ama, kendisini O olarak hissetmeye başlar. İşte burada, “Mülhime nefs” durumundadır...
İşte burası ayakların kaydığı bir yerdir!..
Biraz evvel bahsettiğim, kendini “Hak olarak görmek” düşüncesi dolayısıyla; Hakk’ın birtakım şeylerle kayıt altına giremeyeceği, Hakk’ın namaza, oruca, ibadete ihtiyacı olmayacağı gibi düşünceler, hileler vs. hep bu “Mülhime nefs” durumundaki kişilerin içine düştüğü girdaplardır...
Bu girdap olan düşüncelere kapıldığı anda da kişi, güçlü olarak bağlandığı bir rehberi yoksa, otomatikman girdap onu dibe çeker!..
Dibe vurduğu zaman geldiği nokta, “Emmâre” noktasıdır.
Eğer nasibinde varsa, bir vesile ile buradan kendini kurtarma şansına erişirse -ki bu çok ender oluşur- o zaman yeniden “Levvâme” durumuna gelir...
Girdabın dibinden, “Levvâme” noktasından, tekrar denizin üstüne çıkar. Denizin üstüne çıkması, “Mülhime” noktasına tekrar gelmesi demektir...
Ancak, bu iniş çıkış, birkaç haftada değil, çok uzun süreler içinde olur...
Şayet tekrar yukarı çıkabilirse, bu defa girdaba kapılmadan, yüzerek hedefe ulaşmaya çalışır.
Fakat, heyhat!..
Yolda yine ne girdaplar vardır!...
Burada dikkat edilmesi zorunlu en mühim nokta; “hakikat” ilminin kendisinde oluşturacağı düşünce şeklinin, kendisini bedenselliğe kaydırıcı girdaplarına düşmemektir!..
Eğer o, hakikat ilmi ile birlikte, yoğun biçimde #zikir, #oruç, #namaz, gece namazı gibi hususlara riayet eder; bunların arasında kalan süreç içinde de hakikat müşahedesini kendinde oturtursa; ki bu oturuş öyle bir noktaya gelir ki, artık hakikati hissedişinde, tatmin edici bir noktaya ulaşır.
Yani, artık kendisinin, O’nun varlığıyla var olduğu yolunda içinde herhangi bir şüphe kalmaz. Kendini beden kabul etme hâli ortadan kalkar!.. Dolayısıyla, bedene dönük menfaatler, istekler, hırslar kalmaz.
Artık bu düşünce düzeyinde, bedene dönük herhangi bir olay olsa da olmasa da onun için birdir!..
Olmazsa, niye olmadı diye üzülmez; olursa, nasıl oldu diye sevinmez. Şuur boyutunda O’nun varlığı olarak yaşama konusunda tatmin olmuştur.
İşte o zaman “Mutmainne nefs” yani “hakikati idrakte tatmine ulaşmış nefs” olarak tarif edilir. Bu ilm-el yakîn hâlidir!..
Bu tatmin oluşun neticesinde bakar ki; varlıktaki her birim, O’nun meydana getirmek istediği mânâlara uygun olarak, oluşturulmuş sûretler, birimlerdir!..
Bu müşahede, her bir birimden ayrı ayrı razı olma hâlini ona getirir!..
Yunus’un sözü olan, “Yaradılmışı hoş görürüm, Yaradan’dan ötürü”nün yaşam hâlidir bu...
İşte bu noktada o, her bir birimden meydana gelen fiile rıza gösterir.
Bu rıza gösteriş dolayısıyla şuurunun aldığı isim; “Nefs-i Raziye”, razı olmuş “nefs”tir. Burası, Tecelli-i Efâl mertebesidir. Ayn-el yakîn mertebesidir.
Bundan sonraki aşama çok önemlidir.
Eğer kişide, “Nefs-i Raziye”den sonraki aşama ortaya çıkarsa, bu çok önemlidir.
Mutmainne ve Radiye birbirine yakındır. Mülhime ve Mutmainne birbirine yakındır.
Mülhime - Mutmainne - Radiye, bir yönüyle tek bir kapsam içindedir. Diğer yandan, Mülhime ve Mutmainne kesin bir çizgiyle ayrılır.
Mülhime’de her an düşmek söz konusudur. Girdaba kapılıp Levvâme’ye dönebilir kişi... Ama, Mutmainne’ye geldikten sonra, artık bir daha Mülhime’ye geri dönme, girdaba kapılma, Levvâme’ye düşme söz konusu değildir.
“Velâyet” mertebesi, “Mutmainne nefs”te oluşur takdirinde olan için!..
Buna karşın, Mutmainne ve Radiye idrak ve yaşamları çok silik bir çizgi ile birbirinden ayırt edilir.
Netice olarak, ana tema ve düşüncede Mülhime, Mutmainne, Radiye bir bütündür.
“Mardiye” ise çok farklıdır!..
Altıncı basamak diye tarif edilen “Mardiye”, diğerlerinden çok büyük fark ihtiva eder.
Varlığın Hakk’ın varlığı olduğu, Hakk’ın bu sûretlere bürünerek var olduğu ve bu sûretlerde Hakk’ı seyretme hâli “Mutmainne” ve “Radiye”de ağır basar.
Eğer buradan, bir üst boyuta sıçrama yapılırsa, bu idrak ve yaşam düzeyinde şuur, birimler, sûretler müşahede ederek yaşam hâlini yitirir. İşte “Mardiye”nin en önemli vasfı, şekli budur!..
Burada, şuursal bir “Tek”lik yaşamı vardır!.. Kesret-çokluk müşahedesi tamamen kalkar!.. “Tecelli-i sıfat” denen yaşam tarzıdır. “Hakk-el yakîn” hâlidir!..
Burada şuur, tek varlık olarak kendi vasıflarını seyre koyulur. Burada çokluk müşahedesi söz konusu değildir, sûrete bürünmüşlük söz konusu değildir.
Bunu basit bir misalle şöyle anlatalım:
Gözle bakınca; koltuk, masa, çiçek, insan, hayvan, tahta, halı vs. vardır. Fakat, bir milyar defa büyüten bir elektronik mikroskop ile tüm varlığa baktığın zaman bu isimlerle anılan varlıkların hepsi gözden kaybolur, sırf atomlardan ibaret bir bileşik kitle görülür!..
Burada artık ayrı ayrı birimler gözükmez!.. Ne ben kalırım, ne sen kalırsın, ne koltuk kalır, ne de masa!..
İşte bu misalde olduğu üzere, “Mardiye” ismiyle anılan şuur boyutunu yaşayan kişinin müşahedesinde kesret, çokluk hâli yoktur!..
O TEK şuur vardır; ve O şuur kendi vasıflarını seyir hâlindedir.
Bu hâl, “Tecelli-i sıfat” mertebesi olarak tarif edilir. Tabii bu, çokluk içindeki bir izah için, bir yaklaşım için anlatılan bir hâldir.
Eğer fark ediliyorsa bu hâl, bu şuur, bir evvelki boyutta anlattığımız “Mülhime - Mutmaine - Radiye” bütünlüğünün getirdiği müşahededen çok farklı bir yaşam tarzıdır.
İşte; Evliya-ı Kâmil, Evliya-ı Mukarreb yani Allâh’a yakîn kazanmış Velîler, Kurbet Velîleri bu yaşam içinde olanlardır. Bunlar, sayıları yeryüzünde gerçekten çok çok mahdut olan kişilerdir. 124 bin Velî içinde bunların sayısı onlarla ifade edilir.
Bu müşahedeye erenlerin sayısının azlığını, bu müşahedenin zâhir oluşunu ve değerini anlatma sadedinde bir misal veriyorum.
Bir de bunların üstünde, “Sâfiye” denilen, vasıflarını seyretme hâlinin ötesine geçmişlik var ki, bunu şu anda anlatmama gerek yok...
Çünkü, Mardiye dahi, bizim şu anda anlayamayacağımız bir olaydır!.. Umalım ki bize takdir edilmiş ola!.. Ona istidat ve kabiliyetli olarak var edilmiş olalım!..
Bunu da anlatmamın sebebi şudur;
“Varlıkta Hakk’tan başka bir şey yok; Her şey Hakk’tır; benim varlığım da O’nun varlığıdır; bu varlıkta ne kadar sûretler varsa hepsi O’dur” gibi görüşlerin, her ne kadar çokluk mertebesine göre yüksek bir değeri varsa da; bir üst boyuta göre hiçbir değeri olmadığını fark ettirmek bâbında bunları açıklıyorum...
“Hasenetül Ebrâr, seyyiatül Mukarrebûn”
Kurbiyet, yakîn, bizim için dünyada iken oluşmazsa, ölüm ötesinde bir daha bizim için asla ve asla gerçekleşmesi mümkün olmayan, muhal şeydir!..
Dünya’da âmâ olduğun şey, âhirette de âmâsı olacağın şeydir...
Öyle ise “biz, sadece ve sadece Allâh için varız” deyip, O’na dönüşün kuralları, şartları, gerekleri ne ise, onları yerine getirmeye çalışalım!..
Eğer, bütün bu anlattıklarımızı anlıyor, idrak ediyor ve hazmedebiliyor isek... Ve eğer bu, bize kolaylaştırılmış ise, o takdirde bizim için mümkün olur.
Aksi takdirde bunları dinleriz, okuruz; ondan sonra bütün bunlar dünde kalır ve biz gene bedenselliğimize dönük bir yaşam içine girer, birçok şeyleri yitirmeye devam ederiz.
Eğer Cenâb-ı Hak bir kişiyi, kendi hakikatini ortaya koyması gayesi ile meydana getirmişse, ona vehmin hükmünden kurtulmayı nasip eder. Vehmin hükmünden kurtuluş yollarını ona kolaylaştırır.
Eğer, birimsel yaşamasını murat etmişse; o zaman onun şuurunu vehmin hükmü altına sokar.
Burada da birimsel yaşamın ve birimsel yaşamdan kurtulmanın tekniğini, sistemini anlatmaya çalışıyorum.
Kaynak : Ahmet HULUSi
Kudret yurduna geçişin anahtarı tektir AŞK
Felsefe hikmetler dünyasını tanımak isteyenlerin alanı; tasavvuf Kudret yurdunda yaşamak isteyenlerin alanıdır.
Hikmetler alanında ilimlere ermenin anahtarı çoktur. Kudret yurduna geçişin anahtarı tektir: #AŞK.
Seven benliğiyle sever. Aşkta benlik yok olur ki bu yüzden kudret alanına geçiş sağlanır. Keramet ve mucizeler kudret alanından açığa çıkar.
"Nokta"ndaki Kudret
Sır, “nokta”ndaki kudrette!
Sende bunu açığa çıkarttığında yağmur gibi üzerine düşmeye başlar çevrenden iftiralar, yalanlar, saptırmalar, karalamalar! Belâlar iner üzerine!
Seni ve senden açığa çıkanı ÖRTMEK için! Lâyık olmayanlar, senden açığa çıkandan uzak dursun diye!
“Nokta”ndaki kudret, yeryüzünde insana bahşedilmiş tek ve en değerli şeydir! Ancak pek az kişide açığa çıkartılan bir değerdir.
“Değerlidir bu şey” denildiğinde, onun için yaratılmamış olanlar da bir anda o değerli şeyi elde etmek için ona yönelirler...
Oysa korunması ve lâyık olmayan ellere geçmemesi gerekir onun!
Bu yüzden de birileri harekete geçirilir ve ehil olmayan insanların o çok değerli ilimden uzaklaşmaları için, ilim kaynağına her türlü çamur, iftira atılmaya, yalanlar uydurulmaya başlanır!
Yaratılışı dedikodu ile ömür tüketmek veya evcilik oynayarak senaryodaki kulluklarını tamamlamak üzere olanlar, konunun bu yönüne eğilerek, esastan, ilimden koparlar ve böylece dünyaya dönük yaşantılarına devam ederler!
“Nokta”sındaki kudrete ermiş olanları, dışardan bakanlar, ateşe atılmış olarak görürler! Oysa ateş içinde selâmettedir onlar! Çünkü “hasbiyAllâhu...” sırrı vardır onlarda! Ateş onlara ulaşmaz!
“Nokta”ndaki kudret için yaratılmışsan, Hakikat ilminin kemâliyle âlemleri ve Allâh kullarını seyretmek kolaylaşacaktır.
Bilirler kendilerine ateş atanları, nedenlerini; bilgileri, belgeleri vardır ellerinde, ama dönüp bakmazlar bile geriye!
Onlar “nokta”larındaki sırrın getirisiyle, seyir hâlindedirler olup biteni!
Onlarda “M” kalkmıştır! “N” ile seyrederler âlemi! Atılan ateşler “M”ye ulaşır ancak! “M”si kalmamışların azabı kalmaz!
Kudret nazarıyla seyrederler hikmet yurdunu!
Belânın da, yalanın da, iftiranın da, saptırmanın da hikmetlerini!
“Nokta”sındaki kudretin ehli olarak yaratılmış olanlar, yalan, dedikodu, iftira, gıybet gibi şeylerle uğraşmazlar; bunun yerine kendi hakikat noktalarına ermek yolunda mücahede edip, nefslerini tezkiye etmeye, arınmaya, takvaya ağırlık verirler!
Bu sırrın ehli olarak yaşamak üzere yaratılmamış olanlara ise dedikodu, yalan, iftira, gıybet, kısaca dünyalarına dönük her şey kolaylaştırılmıştır. Ömürleri başkalarının hâlleriyle uğraşmakla son bulur; kendi hakikatlerinden ve getirisinden mahrum olarak! İftiraları yayanlar, aynen iftirayı atanlar gibidirler.
Tarihte, kim insanlara hakikatin ilmini açmak üzere gelmişse, hemen onun getirdiğini örtmek ve ehli olmayan insanları o hakikatten alıkoymak için faaliyete geçen birileri de yaratılmıştır! Onlar hakikatlerinden örtülü bir şekilde yaşarlar ve başkalarının da o hakikatten perdeli kalması için ne gerekiyorsa yaparlar.
Zira kullukları, ehil olmayan insanları “nokta”larındaki kudretten mahrum bırakmak üzere ne gerekirse onu yapmaktır! Böylece “Deccaliyet”e hizmet verirler... Akı kara, karayı ak olarak tanıtmak üzere!
Onların kullukları gereği bu hâl üzere olduklarını seyreden hakikat ehliyse, onlarla muhatap olmazlar ve gocunmazlar dahi! Çünkü bilirler ki ehil olmayanların o muhteşem nûrdan, “nokta”daki kudretten uzaklaşmaları için sistemde bu gibilerine gerek vardır!
“Selâm üzerinize olsun” derler ve “nokta”larındaki kudretle seyirlerine devam ederler!
Ne muhteşem olaydır “nokta”daki kudretle, “M”siz, “N”lileri seyretmek!
“M”si olmayan şöyle demişti:
“Dünya-N-ızdan bana üç şey sevdirildi”!
Cehennem ateşinin yakmaması, kişinin “M”sinden arınmasıyla mümkündür!
“Nokta”sındaki kudreti yaşaması “M”sizliğiyle başlar!
“EviM”, “arabaM”, “bedeniM” türü bilinci bürümüş tüm “M”ler, sayısız perdelerden bir perdedir!
“M”lilerin dünyası ise yalnızca bir “oyun ve eğlence” ortamından başka bir şey değildir “nokta”larındaki kudret ile yaşayanlar için...
Bu yüzden de, “dünyaN” vardır onlar için...
Sayısız Esmâ özelliklerinin açığa çıkması için yaratılmış “M” kullukları!
Elbette örtülmeli “Nokta”daki kudret bunu yaşama amaçlı yaratılmamışlara!.. Bunun için de elbirliği yapmalı “M” kullukları!
Tâ ki, “nokta”daki kudretin yaşamı için var olmamış olanlar, o hazineden uzaklaşana kadar!
“Kullarından bir kısmını yaratmıştır cehennem için.” Onlar hakikati örtmenin sonuçlarını yaşayacaklardır dünyalarıNda... Ebeden!
“Kullarından bir kısmını yaratmıştır cennet için!” Onlar hakikate iman etmiş olmalarının ve bu imanın gereği olan yaşantıyı açığa çıkarmanın sonuçlarını yaşayacaklardır dünyalarında... Ebeden!
“Ülâikel Mukarrebûn”!.. (56.Vâkı’a: 11) “Allâh” adıyla işaret olunanın Esmâ’sının özelliklerini “Nokta”larındaki kudret ile seyir hâlinde olanlardır onlar! “Onlar senin kullarındır; ne dilersen onu yaparsın” diyerek.
Bilim yollu, “nokta”daki kudretin kokusunu alanlar, “secret” adı altında insanlara bunu pazarlamaya kalkmışlar...
Tasavvuf yollu bunun kokusunu alanlar, bu kokuyla “M”lerini besleyip, kokunun ayrıcalığıyla kendilerini başkalarından üstün görme gafletine düşerek, onlara hor gözle bakmaya başlamışlar; böylece de “nokta”larındaki kudretten perdeliliği yaşamaya başlamışlardır!
Evcilik oynamaktan kendini kurtaramadığı için, hakikatin ilmine hizmet edenlere sırt çevirenlerin basîretlerine geçirmiş olduğu perdeyi, başkasının kaldırması asla mümkün olmaz!
Işık varken karanlığı seçip; sonsuzluğa kanat açmak varken yarasa misali karanlık bir “M”de yaşamak kimine göre ne hüzün verici bir yaşam şekli!
Hakikatin olan “nokta”ndaki kudrete iman hâlinin senden açığa çıkması, “M”lerin olduğu sürece asla mümkün olmaz! “N” gözün asla açılmaz!
Stringler âleminde fark edilmeyen gerçek, bu boyutta “olabilirlik”in asla mümkün olmadığıdır! Çünkü, “NOKTA”daki şuur yani “ilim”, âlemlerin yani stringlerin hakikatidir!
“HASİYB” isminin işaret ettiği anlam, Sünnetullâh’ta “olabilirlik-ihtimal”in asla söz konusu olmadığı gerçeğidir!
“Nokta” olan “Mutlak BEN”, insan adı altında, beyin ile “M”e bürünmüş ve böylece dünyası oluşmuştur!
“Nokta” olan “Mutlak BEN”, insan adı altında, beyin ile “M”e bürünmüş ve böylece dünyası oluşmuştur!
“Esmâ terkibi” diye geçmişte adlandırdığımız, beyin kabiliyet ve istidadı ile “M”lenen “nokta”, buradan, yapı elverdiğince, kendindeki kudreti açığa çıkartmaktadır her an!
Bu yüzdendir ki, “M”lilerin dünyası bellidir! Değiştirilemez!
Evcilik oynamak için yaratılmış olanı baskıyla hakikat ehli yapamazsın! Baskı kalktığında kendi “M”sinin gereklerini ortaya koyacaktır!
Onun için demiştir ki sahabe, “Yâ Rasûlullâh, senin yanındayken neredeyse melekleri hissedeceğiz ama yanından uzaklaşınca dünyamıza dönüyoruz!”
Dünyasından geçemeyenin hakikat ilmi dedikodudan öteye geçmez! Dedikodu sohbetleriyle de hakikat yaşanmaz!
“Nokta”ndaki kudret için yaratılmışsan, sana, evcilik oynamaktan vazgeçip, “M”inden arınıp; dedikodu, gıybet, yalan, dolan, iftira dünyasından uzaklaşıp, Hakikat ilminin kemâliyle âlemleri ve Allâh kullarını seyretmek kolaylaşacaktır.
Bu amaçla var olmamış isen, “M”li dünyanda, her an bir önceki senden açığa çıkanların sonuçlarını yaşamakla ömrün basîret körü olarak devam edecektir!
“M”lerin dünyası yüzünden “nokta”daki kudretten mahrum kalmayanlara ne mutlu..
AHMED HULÛSİ
15 Kasım 2007
Öz’ün Seyri - Seyri Süluk ve Aşk
Seyru Süluk
Süluk, bir yola, bir mesleğe girmek demektir. Meslek aynı kökten gelir ve gidilen yol anlamına gelir. Yola girene salik denir. Özel manada seyri süluk, tasavvuf yolculuğu veya manevi yolculuk anlamına gelir.
Batıni-tasavvuf anlayışında hakikat yolculuğu değişik basamaklardan geçilerek gerçekleştirilir. Şeriatte helâl olan tarikatte haram, tarikatte helâl olan hakikatte haramdır. Meselâ kısas şeriatte helâldir, tarikatte haramdır.[1] Tasavvufçulara göre tasavvuf dinin içyüzü ve ruhudur.
Şeriat kapısı
Şeriat kapısı hakikat yolculuğunun ilk ve en düşük basamağıdır. Dinin şekil ve uygulama ile ilgili kurallarını belirler. Bu mertebe seyr-ilallah, (Allah'a yolculuk) olarak isimlendirilir.
Şeriat seviyesindeki ana fikir "Seninki senin, benimki benim" dir.
Tarikat kapısı
Tarikatlar Tasavvufun somut organize olmuş halidir. Tasaavuf (saf ve kamil insan olma) düşüncesi alıştırma ve tekrarlamalar (tarikat terbiyesi ve zikirler) ile olgunlaştırılır. Sufiye göre şeriat kabuktur. Amaç öz kabul edilen tasavvuf yoluna (tarikat) ulaşmaktır. Buradaki seviye seyr billah (Allah ile birlikte yürümek) tir.
Tarikat seviyesindeki ana fikir "Seninki senin, benimki de senin"dir.
Marifet kapısı
Marifet Allah’ı tanımaktır. Marifet erenler sofrasında (sohbetinde) elde edilir. Arif, Hakk’ı bilen Hak’tan haber alan kişidir. Marifet, batın hazinesidir. Bu hazine aşk ve fakr (herşeyden vazgeçme) ile ele geçer. Bu mertebe seyr fillah, fena fillah (Allah'ta yolculuk, Allah'ta kaybolma, En-el hak ve Hulul seviyesine ulaşma olarak kabul edilir.
Marifet seviyesindeki ana fikir "Ne benimki var ne seninki" dir.
Hakikat kapısı
Salik'in geri dönüş yolculuğudur. Kişinin hakikatlere vasıtasız ulaştığı, kalp gözüyle bilgi aldığı kabul edilir. Bu makam mürşitlik makamıdır ve salik'in ulaştığı hakikat bilgisini geri dönüp isteyen (mürid)lerine aktardığı makamdır. Bu seviye seyr anillah (Allah'tan yolculuk), fark badel cem" (birleştikten sonra ayrılma) gibi ifadelerle anlatılır.
Hakikat seviyesindeki ana fikir "Ne sen varsın, ne ben", "herşey O'dur" anlayışı, yani Vahdet-i vücud'tur.
Aşk insanda yaşanır, hayvanda olmaz demek onun bedenle ilgisi olmadığını, suretsiz bir hissediş olduğunu anlatır. Aşkın yaşı yoktur. #Sevgi yaşayan, âşık olan ne kendinde yaş hisseder ne de muhatabının yaşını görür. Dolayısıyla da beden kayıtlarının ötesinde yaşar.
#Allah seni severse sana çok seveceğin birini karşına çıkartır. O sevgiyle bedenini yaşını unutur cehenneminden çıkarsın. Sevdiğin gerçekte O.
Öz’ün Seyri
Oysa bu boyuttaki zaman, “an”ın sürekliliğidir! Diğer bir deyişle zaman kavramı bu boyutta geçersizdir!
Bunlar hep, sonsuz ve sınırsız varlığın kendindeki mânâları seyri durumunu anlatan hususlardır...
Göz boyutundan çıkıp, gözün algılama kapasitesini aşıp da, bilimsel ve düşünsel olarak yaklaşabilirsek...
Varlık âleminin; algılayamadığımız alt boyutlarında, santimetrenin milyarda biri kadarlık dalga boylarından, kilometrelerce uzunluğundaki dalga boylarına kadar, sayısız fakat her biri, bir mânâ ifade eden dalga boylarından oluşan bir yapı olduğunu fark ederiz. Bu yaratılmışlar boyutudur. “Efâl” âlemidir!..
Bunların her biri kendine has mânâlar ihtiva eder. Bu mânâlar, kendilerini algılayacak yapılar tarafından algılanır. Algılayamayacaklar tarafından da “gayb” hükmü ile gizli kalırlar!.. Bu “mutlak gayb” değil, “muzaf gayb”dır!.. Yani, “göresel gayb”...
Biz, özümüzü ne kadar tanıyabilirsek, ne kadar beş duyu ve beden kaydından soyutlanıp, orijinimizi derinliklerimizde bulup, tanıyıp, değerlendirebilirsek, o oranda varlıktaki gaybî mânâları çözmeye başlarız.
Öte yandan bu mânâları gerçekte seyreden ise, biz değil, mutlak varlıktır!
Gerçekte bu seyir, “TEK’in SEYRİ”dir!
Tek bir “an”lık seyirdir bu!
“An”dan sonra an, “dem”den sonra dem vardır sanmayalım!
“An”, Tek’tir!.. “Dem”, Tek!..
O “an”, Tek “dem”! Amma... Değerlendirebilecek olan “saflaşmış bilinç” noktasında kendimizi bulabilirsek!
Dedik ki;
“Kendindeki sayısız mânâları seyretmeyi diledi ve o mânâlara uygun sûretleri meydana getirdi.”
Nerede?..
Buna, “ilminde” diyebiliriz ancak... Eğer mutlak gerçeği dile getirmek gerekiyorsa!
Elbette, bu kelimelerin mânâlarını iyi anlamak lazım!.. Bu, meydana getirilen “sûretler”, seyretmeyi dilediği “mânâların sûretleri”dir...
Burada, “sûret” derken, “fiziki sûret” anlamayalım! Buradaki sûret, “mânânın sûreti”dir. O sûretleri meydana getiren, “Musavvir”dir!..
Bu, sonsuz ve sınırsız varlıktan söz ederken, O’nun kendinde seyretmek istediği mânâlar derken, şu Dünya’yı ve üzerinde yaşayan 3-5 milyar insanı düşünmeyelim.
Sadece galaksi boyutunda, yüz milyarlarla ifade edilen güneşler, bunların uyduları ve bunların her birinde var olan sayısız mânâlar söz konusudur. Bütün bunlar sadece bu galaksidendir!.. Bir de bu galaksi gibi milyarlarla galaksi söz konusudur. Ayrıca insanın bedeninde var olan milyarlarla atomun her birinin kendine has mânâsı ve yapısı söz konusu olduğu gibi, galaksi boyutunda da, evren boyutunda da sayısız ve sınırsız varlıklarda var olan, sayısız ve sınırsız mânâlar söz konusudur.
İşte bu ilimle görebilirsek “An” kelimesinin ifade ettiği anlam içinde, “Dehr” kavramı içinde, öyle bir anlam mevcuttur ki, bu boyutta insan, “anılası bir varlık” bile değildir!
Aşk aynalanır yaşayandan; taklit edilmez! Taklit bilinçlidir, "sen" taklit edersin. Aynalamada sen olmazsın, bir'leştiğin kadarıyla akar sana.
#Aşk bilincin devredışı olduğu bir akıştır gönülden gönüle, gözden öze! Yanan kalpten sıçrayan kıvılcımın tutuşturduğu yürekteki ateştir aşk.
#Mevlana Şems'ten aynalamıştır aşkı. #Deccal, aşk Resûlü İsa önünde tuzun suda eridiği gibi erir, hadise göre. Benlik, sadece aşk ile erir!
"Allah dilediğini kendine seçer" âyeti, aşk ile benliğini eritip, varlığında kendinden gayrı olmadığını yaşattıklarını, anlatır.
Ali k.v.nin " görmediğim Allah'a kulluk etmem" sözü aşkın dile gelişidir. Âşk yaşamı, her yüzde Allah'tan gayrını görmeme yaşamıdır.
---oOo---
Nakşibendi büyükleri, Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin öğrettiği hem zâhir hem de bâtıni edeplere sımsıkı sarılmışlardır.
Seyri sülük esnasındaki sohbet, vird, hatme ve diğer zikirler zâhirî edepler içine girer.
Kalbin gaflet ve kötülüklerden temizlenmesi, nefsin terbiye edilmesi ve ruhun ilahi huzura yükselecek hâle getirilmesi de bâtınî edepler içine girer.
Edeb, her şeyi gereğince ve yerince yapmaktır. Bunun yolu da, bütün fikir ve fiillerde edeb abidesi, peygamberlerin imamı Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimize uymaktır. Bütün Allah dostları, Hak yolunda ne elde etmiş iseler, Efendimizin edebine uyarak elde etmişlerdir.
Büyük veli Seriy es-Sakati: (k.s):
"Edeb, aklın tercümanıdır."8 demiştir. Demek ki herkes edebi kadar akıllı, aklı kadar şerefli, şerefi kadar kıymetlidir.
Edebine göre yapılmayan şeyler ne kadar çok olursa olsun fayda sağlamaz. İnsan bir işin usulüne göre gitmez ise o işte ömrünü verse hayırlı bir sonuç alamaz.
Allah’ın yeryüzündeki şahidi ve hâlifesi olan ariflere hürmet kalpteki takvadan ileri gelir. Onlara karşı edebi koruyamayan kimsenin tasavvuf yolunda hiç bir nasibi olmaz.9
Arifler: "Önce usul, sonra vusul" demişlerdir. Yani, maksadına ulaşmak isteyen kimse, önce o işin usulüne göre yola çıkarsa, hedefine varır, yoksa yolda kalır.
Büyük alim Abdullah b. Mubarek (r.a) ne güzel söylemiş:
"Bizler daha çok ilme değil, daha fazla edebe muhtacız."10
Hak yoluna giren talip için ana sermaye edeptir. Edebi olmayanın Allah yolunda elde edeceği hiç bir şeyi yoktur.
Edeb, kalbte, sözde ve fiilde olur
Kalbin edebi, niyette ihlas ve samimiyettir. Bunların sonucu, Allah için sevmek, Allah için vermek, Allah için yermek ve Allah için menetmektir. Bu hâl, imanın en yüksek zirvesidir ve kâmil insan olmanın alametidir. O, Allahu Tealanın sevdiği kullarına bir hediyesidir. Büyükler, bu ahlakın ihsan mertebesi olduğunu ve onun vücuda ancak zati zikir sayesinde yerleşeceğini belirtiyorlar. Zati zikir; her yerde, her işte, her hâlde kalb, ruh, sır ve diğer latifelerle Allahu Teala’yı zikretmekten ibarettir.
Gavs-ı Bilvanisî Seyyid Abdulhakim el-Hüseyni (k.s) zikir ve edep hakkındaki bir sohbetinde şöyle buyurmuştur:
"Bakınız, bu milletin başına ne geldiyse gafletten geldi. Şah-ı Hazne (k.s): "gaflet kadar hiçbir kötü hâl yoktur" derdi. Kimin başına ne geldiyse nefsinin hilelerinden gafil kaldığı için gelmiştir. Bir kişi kendi kuvveti ile gafleti terk edemiyorsa edebe sarılsın. Şöyle ki, Rabbim her an her yerde beni görüyor diye düşünsün ve o konuda nefsini zorlasın. Açık ve gizli edeplere uymakla insanın kalbi uyanır. Böylece gaflet yok olur."11
Sözün edebi, makama uygun söylenmesidir. Her makam, ayrı bir tarz ve tavır ister. Her söz yerinde, zamanında, gereği kadar söylenirse değerli ve geçerlidir. Söz, hacet kadar sarf edilmelidir. Sözde yalan ve yapmacık olmamalıdır. Söz sahibinin sözü ile özü, içi ile dışı aynı olmalıdır. Mürşide ve müminlere karşı samimiyet ancak böyle mümkün olur.
Fiilin/işin edebi, makama uygun davranmaktır. Her şahsın, her makamın, her ibadet ve taatın kendine has edebi vardır. Bütün edepler, sünnet-i seniyyede öğretilmiştir. Edep, Hakka ve halka karşı nasıl davranacağını bilmektir. Kısaca güzel ahlaktır. Bu edepleri, tek tek öğrenmeli ve güç nisbetinde yapmalıdır.
İlim edeple güzel olur. Hak yolcusu ancak edeple yol alır. Zikir, edeple fayda verir. İbadet edeple yapılırsa Allah’a yükselir. Tövbe, edeple kabul edilir. Bunun için Allah dostları talebelerinden her işte edep ister, edep bekler. Tasavvuf yolunda, bütün menzil ve makamlarda insanın önüne tek levha çıkar:
"Edep Yâ Hû!"
---oOo---
Terbiye, bir insanın bütün hayatını ve amellerini ilgilendirir. Akıllı bir insan buluğ çağından ölene kadar Cenab-ı Hakk'a ve halka karşı sorumludur.
Güzel kulluğun ve güzel ahlakın bir sonu yoktur. Kâmil mümin, her gün güzel kulluğu ile Yüce Rab-bine yaklaşır; buna terakki denir.
Bu terakki, kalp ile olur.
Terakki, manen ilerlemek, meleklerin alemine yükselmek ve ilâhî huzurda kabul görmektir. Ruh, sır, hafi, ahfa, vicdan, akıl gibi manevî latifeler, bu terakkiden nasibi alır.
İnsandaki manevî latifeler terbiye edilip temizlenince, insan gerçek insan olur; dinin hakikati anlaşılir İslam bütün güzelliği ve inceliği ile yaşanır ve böylece insanın yer yüzünde Allah (c.c.)'ın halifesi olmasının hikmeti ortaya çıkar.
Bu işleme tasavvufta manevî terbiye veya "seyr-u sülük" ismi verilir.
SEYR-U SÜLÜK NEDİR?
Tasavvufta seyir cehaletten ilme, kötü huylardan güzel huylara, kendi varlığından geçip Hakk'ın varlığına doğru harekettir. Sülük ise, Hakk'a ermek için bir rehberin öncülüğünde ve denetiminde çıkılan manevî, kalbî, ruhî yolculuk ve ahlakî eğitimdir. (Ankaravi, Minhacu'l-Fukara, 51; M.Ali Ayni, Tasavvuf Tarihi, 105; Tehanevi, Keşşafu Istıhâtı'l-Fünûn, II, 686 (Sülük maddesi).)
Seyr-u sülük, insanın, kalbinin, ruhunun, nefsinin ve diğer manevî cevherlerinin eğitiminden ibarettir. Bu iş, kalpten başlayıp hayatın her yanını içine alan bir eğitimdir. Asıl maksat, kendini ve Rabbi-ni. tanımaktır. Birinci adım, gafletten uyanmaktır. İkinci adım, insan için çizilmiş yola adım atmak ve hedefe doğru yol almaktır. Sonuç, kâmil insan olmaktır.
Kur'an'da zikredilen "tezkiye" ve "mücahede" ile ariflerin bahsettiği seyr-u sülük aynı şeydir.
Tezkiye, manevî kirlerden arınmaktır.
Mücahede, nefsi ilâhî edeplerle süslemek ve Allah (c.c.) huzurunda kabul görmek için gayret etmek ve bu yolda her şeyini ortaya koymaktır. Bütün mesele, Allah (c.c.) adamı olmak için karar verip yola çıkmaktır.
Bu yol, tek başına gidilecek kadar kolay ve rahat bir yol değildir. İnsanın önünde şeytan, nefis ve dünya gibi üç büyük engeli vardır. Bunlarla birlikte insanı saran bir sürü afet ve tehlikeler mevcuttur. Öyle ki, bu yolda günahlar kadar bazen ibadetler bile insan için bir afet olmaktadır.
Kıldığı namazları, çektiği zikirleri, yaptığı hayırları ile kendini beğenen, kibre düşen, insanları küçümseyen ve sonunun kesin cennet olduğunu düşünen nice kimseler, sonuçta zarar etmiştir.
Kulluğun edebini bilmeyen kimse asıl hedefine eremez. Gösteriş hastalığına yakalan insan, diliyle Allah (c.c.) derken kalbiyle Allah (c.c.)'tan uzaklaşır.
Manevî terbiyenin merkezinde mürşid vardır. Terbiye şeklini o belirler ve takip eder. İnsanı terbiye etmek, peygamber mesleğidir. Bunun için manevî terbiyenin Hz. Peygamber'in (s.a.v) getirdiği edep üzere olması şarttır.
Terbiyeden maksat, fıtratı değiştirmek değil, onu güzele yönlendirmektir. İnsandaki kötü huyların iyi huylarla değiştirilmesi mümkündür. Kamil insanlar içinden seçilen kamil mürşidler, kendilerine tabi olan kimseleri -Allah (c.c.)'ın izniyle-önce gafletten uyandırarak işe başlamaktadırlar.
Bunun için manevî terbiyede tövbeden sonra en önemli vazife zikirdir.
Kaynak:
Ahmet HULUSi
Semerkand
Eğer siz benim bildiklerimi bilseydiniz, rahat rahat yataklarınızda uyumaz, Allâh Allâh diyerek çırılçıplak dağlara fırlardınız
“Eğer siz benim bildiklerimi bilseydiniz, rahat rahat yataklarınızda uyumaz, Allâh Allâh diyerek çırılçıplak dağlara fırlardınız.”
İfadesi Hz. Rasûlullâh’ın haşyetine işaret eder. Ve, kendisindeki o haşyeti dile getiriştir.
“İçinizde #Allah’ı en çok bilen benim. En çok korkan da benim!” demesi de, haşyete işarettir.
Buradaki korku, haşyettir. Korku, bildiğimiz Allâh’ın sopasından korkma değildir. Hadiste ona işaret ediyor.
Yeryüzünde, Hz. Muhammed’den daha iyi, daha yüksek vahdet ehli olabilir mi? Onun bahsettiği en yüce durum işte bu haşyettir.
Ama, hayalindeki “tanrı”na “Allâh” etiketini yapıştırıp ona, Allâh diyenler, haşyetin ne olduğunu bilmezler. Onlara göre en yüksek mertebe aşktır.
Muhabbet, temeli ile ikilik ve şirktir. Tâ ki, aşkın en son noktası ikiliği kaldırır. O noktaya kadar hep ikiliktir, muhabbet! Zaten, haşyeti duyan kişide ikilik kalmaz! Çünkü, “Hiçlik” noktasındadır. Haşyetin sonucu; O azamet ve kibriyâ önünde hiç olduğunu hissediştir.
− Haşyet, Mardiye’de mi hissedilir?
− Mutmainne’de onun ilk hâlleri hissedilir, yaşanır. Radiye’de kemâle erer. Mardiye’de tam haşyet yaşanır. Mardiye’de ve Sâfiye’de belli olur.
− Bu haşyet duyulmaya başlandığında çok büyük acılar da yaşanır mı?
− Sen o haşyeti her zaman duyamazsın zaten... O ancak, bir namazda iken ve kendini o konuda yoğunlaştırdığında hissettiğin bir olaydır. Haşyet duymana rağmen beden duruyor, varlığını sürdürüyor. Beden ortadan kalkmıyor ki! Beden ortadan kalkmadığı gibi, bedenin dünyası da yaşamını sürdürüyor.
− Bu yaşam sürerken, yapılan fiillerin yanlışlığının farkına vararak bu sistem içinde korkuların yaşanması olacak mı?
− Olacak tabii!
− Peki, bunlardan sıyrılmak zikirden, ibadetten, Hacc’dan..?
− Şimdi bakın! #Zikir, arabanızın deposunu benzinle doldurmaktır. Ama, arabayı hedefine götürmek yol bilgisi ister. Yolu bilmiyorsan, hangi yoldan nereye gideceğini bilmiyorsan, arabaya ne kadar benzin doldurursan doldur. Hatta, arkasına benzin dolu tank bağla istersen!
Önemli olan ilimdir!
Zikir, ilmin gelişmesi için gereklidir. Zikir hedef değildir ama, onsuz bir yere varılmaz. İlerleyemezsin! Mümkün değil! Ne kadar yol bilirsen bil, arabanın deposunda benzin yoksa çakıldın kaldın bir yerde.
Ben, “DUA VE ZİKİR” isimli kitabımda yazdım. Zikir istemek için bana gelmenize gerek yok ki! Bu kitabımda ben, herkesin neler yapabileceğini yazıyorum. Benim, kitaplarımda tüm bunları yazmaktan amacım, insanlar beni aramak gereğini duymasınlar, beni aramak mecburiyetinde kalmasınlar.
Gerekli olan tüm bilgiler kitaplarda var. Dolayısıyla beni aramanıza gerek yok!
---oOo---
İsa a.s. İki doğumdan sözetmiş. 1. Dünyaya 2. Semaya. Beden Dünyaya doğar, sonra "insan" ise semaya/melekûta doğar. #Aşk ta doğar! Ne demek?
Kendini beden kabullenmiş, bedenin kendi otomasyonu ile çalışan ve sonunda toprağa karışacak varlık olduğunu hissetmeyen bu bilgiyle gider. Kendisini beden kabullenenin tek doğumu vardır. Aşk'a doğan ise ikinci doğumu tadar ve Dünyadayken dünya kayıtlarında arınmış yaşar.
Aşk yaşayandan kopyalanır istidadı olanca. Öğrenilmez okunarak ya da dinlenerek. Aşk serhoşları vardır ateşteki demir misali. Aşk olan vardır.
İhlâs Sûresini ancak aşk yaşayanlar "okur". Aşk şarabı kimini #Allah serhoşu yaparken, kimine de Dünyadayken ölümü tattırır. Melekûtta yaşar.
Benlik zincirlerinden kurtulmadan AŞK olamazsın, aşkı yaşayamazsın. Kabullerin uçmana engel prangalarındır. Dünyan değerliyse aşkı unut!
Ahmet HULUSi
RAŞiT TUNCA
BAŞAĞAÇLI RAŞiT TUNCA


FORUMUMUZDA
Dini Bilgiler...
Kültürel Bilgiler...
PNG&JPG&GiF Resimler...
Biyografiler...
Tasavvufi Vaaz Sohbetler...
Peygamberler Tarihi...
Siyeri Nebi
PSP&PSD Grafik
ALLAH
BAYRAK

Radyo Karoglan
Foruma Misafir Olarak Gir
Forumda Neler Var


GALATASARAY
FENERBAHÇE
BEŞiKTAŞ
TRABZONSPOR
MiLLi TAKIM
ETKiNLiKLERiMiZ